Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Psikoloji / Sosyoloji / Felsefe

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
felsefe, sözlüğü

Felsefe Sözlüğü

Eski 07-22-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefe Sözlüğü



A

Açık toplum: Çağdaş İngiliz bilim ve siyaset felsefecisi Karl Popper’la ünlü Fransız yaşam filozofu ve metafizikçisi Henri Bergson’un Özgür, demokratik, açık sözlü ve sivil topluma verdiği ad

Popper’a göre, açık toplum, tüm üyelerinin yönetime etkin bir biçimde katılabildikleri, iktidarı elinde tutanları ve hükümet politikalarını gereği gibi ve etkin bir biçimde eleştirebildikleri toplumdur Politikalar her ne kadar birkaç kişi tarafından oluşturulsa da, hemen herkesin bu politikaları eleştirip yargılayabilecek durumda olduğunu savunan Popper, açık toplum görüşü uyarınca, eleştiriye yer vermeyen her tür totaliter ve baskıcı öğretiye, bireylerin yeteneklerine göre gelişebilmelerine ve yükselebilmelerine izin vermeyen, tek sesli toplumsa1-siyasal düzenlerin kapalı hiyerarşilerine, eğitimde beyin yıkama ve koşullamaya, insan toplumunun geleceğini birtakım model ve yasalara göre önceden belirlemeye çalışan tarihsel görüşlere şiddetle karşı çıkmıştır

Popper’da, normal değişme süreçlerine yabancı olan kapalı toplumun karşısında yer alan ve etkinliğe, yaratıcılığa dayanan gelişme doğrultusu önceden kestirilemeyen liberal ve demokratik bir toplum modeli olarak tanımlanan açık toplum, tarihi iki toplum tipi ya da türü arasındaki bir mücadele olarak gören Bergson’da da, Özgür, yaratıcı, re?formcu ve yenilikçilere yer ve yüksek bir değer veren dinamik toplum diye tarif edilir Kapalı toplum ise, Bergson’da dar görüşlü, yerleşik örf ve adetlerin hakim olduğu, özgür olmayan, statik ve muhafazakar bir toplumdur Ona göre, açık toplumun üyelerinin ahlâki bir evrenselciliğe yürekten yazıldıkları yerde, kapalı toplumun üyeleri kabile kültürü ve ilişkilerini, mutlak bir vatanseverliği benimserler

Adalet: Bir toplumda, değerlerin, ilkelerin, ideallerin, erdemlerin cisimleşmiş, somutlaşmış, hayata geçirilmiş olması durumu Herkesin hak ettiği ödül ya da cezayla karşılaşması hali

Adalet en yüce, nesnel ve mutlak bir değerin anlatımı olarak, insanın davranışını ahlâki açıdan inceleyen ve eleştiren bir düşünce, hakka ve doğruluğa saygıyı temele alan ahlâk ilkesi, doğruluk, dürüstlük, tarafsızlık, uygun ve doğru muamele biçiminde karşımıza çıkar Bu çerçeve içinde, adalet bir kimsenin haklarıyla başkalarının (toplumun, halkın, hükümetin ya da bireylerin) hakları arasında bir uyumun bulunması hali, hak ve hukuka uygun olma durumu, devletin farklı, hatta karşıt çıkarları olan insanlar arasında hakka uygun bir denge oluşturması durumu olarak anlaşılır

Adalet kavramı, hem 1 bireysel ve hem de 2 toplumsal bir düzlemde ele alınabilir Buna göre, birinci anlamda adalet, bireylerin bir özelliği olarak adil olma veya adil davranmayı ifade eder Bu bağlamda adalet, insanların vicdanlarında yer etmiş bulunan, ondan kaynaklanan nesnel bir değer olmak durumundadır İster toplumsal, ister ekonomik olsun, nesnel bir durumun değil de, bireysel bir eylemin özelliği olarak ortaya çıkan adalet, usulî adalet veya kural adaleti olarak bilinir

Burada adalet, bir toplumun veya durumun özelliği olarak görülmediği için, yalnızca bireylerin eylemleri adil eylemler olarak görülebilir Buna göre, bir eylem, başkalarının haklarını etkilediği durumlarda, ancak ve ancak bu haklara saygı göstermek suretiyle gerçekleştirildiği takdirde, adildir Başka bir deyişle, eylemler mülkiyet haklarını koruyan ve sözleşmelerin yapılmasında sahtekarlık ve güç kullanımını yasaklayan genel kurallarla uyumlu iseler, adildirler

Nitekim, görüşleri bu yaklaşım içine dahil edilebilecek olan çağdaş düşünürlerden F A Hayek’e göre, bireysel eylemlere uygulanabilecek bir terim olan adalet, somut sonuçlarla değil de, eylemlere rehberlik eden kurallarla ilişkilidir Bir eylemin adil olup olmadığı, o eylemin etkilediği taraflara sağladığı somut sonuçlara değil de, eylemin belirli kurallara uyarak yapılıp yapılmadığına bakmak suretiyle belirlenir Hayek’in söz konusu davranış kurallarına verdiği ad, adil davranış kurallarıdır Bu kurallar soyut ve genel olup, belirli kişilere karşı baştan olumlu veya olumsuz bir tavır takınmaz Adil davranış kurallarının belli başlıları ise, özel mülkiyete saygı, mülkiyetin rıza ile el değiştirmesi, sözleşmelere uyulması, hile ve zora başvurulmaması gibi olumsuz kurallardır İşte bu kurallara riayet eden eylemler, Hayek’e göre, kim için ve nasıl bir sonuç doğurursa doğursun, adil olmak durumundadır

Buna karşın ikinci anlamda adalet, toplumsal bir düzlemde, ve bireylerin eylemlerinin değil de, toplumsal bir durumun özelliği olarak ortaya çıkar Bu çerçeve içinde adalet, kendisini iki şekilde gösterir Bunlardan birincisi olan ve kuralların uygulanmasındaki tarafsızlık ve yeknesaklığı ifade eden adalete, formel adalet adı verilir Buna karşın, bir toplumun, belli bir adalet ölçütüne uygun olduğu, yani toplumdaki kaynaklar ve malların dağılımı önceden saptanmış bir ahlâki ölçüt ya da ilkeye uygun düştüğü takdirde adil olduğunu söyleyen adalet anlayışına sosyal adalet veya dağıtıcı adalet adı verilir Söz konusu adaletin temel ilkeleri ise, sırasıyla a) herkese ihtiyacına göre, b) herkese değerine göre, c) herkese hak ettiğine göre, d) herkese yaptığı anlaşmaya göre ilkeleridir

Adler, Alfred: 1870-1937 yılları arasında yaşamış olan ünlü Avusturyalı psikolog

Bireysel psikoloji okulunun kurucusu ve eksiklik duygusu ya da aşağılık kompleksi deyimini ilk kez olarak ortaya koyan kişi olan Adler, insan kişiliğini eksiklik ya da yetersizliği giderip üstünlük ya da yetkinliğe ulaşma çabasıyla anlama uğraşı içinde olmuştur Yaşamı boyunca toplumsal sorunlar karşısında büyük bir duyarlılık gösteren Adler, biyolojik ve cinsel etmenleri temele alan Freud’dan kişiler arasındaki hiyerarşik toplumsal ilişkileri ön plana çıkarmak bakımından farklılık gösterir Başka bir deyişle, çocukluk dönemindeki cinsel çatışmaların ruhsal bozukluklara yol açtığı konusunda Freud’a katılmayan Adler’in psikolojisinde, insanın en temel güdüsünü meydana getiren yetkinleşme çabasını bir üstünlük çabası ve dolayısıyla da eksiklik duygusunun giderilmesi olarak tanımlanır İnsanın geleceğe ilişkin beklentileri tarafından güdülendiğini ve dolayısıyla insan davranışının çocuklukta yaşanan deneyimler tarafından belirlenmediğini öne süren Adler, insan varlığını yalnızca çevre ve kalıtımın bir ürünü olduğu düşüncesine karşı çıkmıştır

O işte bu çerçeve içinde insanın miras aldığı yetilerin sentezini yapar ve çevreden gelen izlenimleri yorumlarken biricik olan bireysel bir kişilik ve yaşam biçimi yaratan yaratıcı bir benin varlığından söz etmiştir Ona göre önemli etkenleri doğum, bedensel eksiklik ve ilgisizlik ya da şımartılma olan yaşam biçimi erken çocukluk döneminde oluşur Mantık, toplumsal ilgi ve kendini aşma çabasının ruh sağlığına işaret ettiğini öne süren Adler, aşağılık duygusunun kişinin kendi güvenliğiyle ilgili benmerkezcil kaygısı ve başkaları üzerinde egemenlik kurma eğiliminin ruhsal bozukluk belirtisi olduğunu öne sürmüştür

Ahlâk: 1- Genel anlamda, mutlak olarak iyi olduğu düşünülen ya da belli bir yaşam anlayışından kaynaklanan davranış kuralları bütünü İnsanların kendisine göre yaşadıkları, kendilerine rehber aldıkları ilkeler bütünü ya da kurallar toplamı 2- Bir kimsenin iyi niteliklerini ya da kişiliğini ifade eden tutum ve davranışlar bütünü, huy

Akademi: Yunan filozofu Platon tarafından, MÖ 387 Atina’da, kentin kuzeybatısında yer alan ve adını kahraman Akademos’tan alan orman içinde kurulmuş olan öğretim ve araştırma merkezi; tarihin tanıdığı ilk yüksek Öğretim kurumu

Akıl: Genel olarak, insanda varolan soyutlama yapma, kavrama, bağıntı kurma, düşünme, benzerliklerin ve farklılıkların bilincine varma kapasitesi, çıkarsama yapabilme yetisi Vahiy, inanç, sezgi, duygu, duyum, algı ve deneyden farklı olarak, salt insana özgü olan bilme yetisi, doğru düşünme ve hüküm verme yeteneği, kavram oluşturma gücü,

Akılcılık: Rasyonalizm Evreni bir bütün olarak düşünce yoluyla yorumlamayı, bireysel ve toplumsal yaşamı aklın ilkelerine göre düzenlemeyi amaçlayan tavır

Sosyolojide, on dokuzuncu yüzyıldan başlayarak, çoğunluk pozitivizmle özdeşleştirilmiştir

Öte yandan, akılcılığın hemen her zaman Batı uygarlığının başka toplumlar ve irrasyonel oldukları düşünülen ilkeller karşısındaki üstünlüğünü vurgulayan örtük değer yargılarını içerdiği akıldan çıkarılmamalıdır

Akıl çağı: Felsefede, 17 yüzyılın ikinci yarısında başlayıp, 19 yüzyılın ilk yarısına dek uzanan ve her alanda aklı temele alan Aydınlanma çağına verilen bir diğer ad

Akıl yürütme: Genel olarak, düşünceleri bilinçli, tutarlı ve amaçlı bir biçimde birbirlerine bağlama işlemi Mantıklı bir biçimde düşünme

Aksiyom: Genel olarak, apaçık bir biçimde doğru olduğu düşünülen, ne kanıtlanan ne de çürütülebilen önerme

Toplumsal anlamda ise, aksiyom, görüşün anlamını, değerini ve önemini anlayabilecek yetide ve uzmanlıkta olan herkes tarafından apaçık bir olgu olarak kabul edilen görüş anlamına gelir Burada aksiyomu belirleyen ölçüt, tüm rasyonel varlıkların ya da normal, bilge insanların ya da uzmanların onay ya da uzlaşımlarıdır

Algı: Çağdaş psikoloji ve epistemolojide, duyusal olarak uyarılma sonucunda, evler, arabalar, ağaçlar türünden sıradan nesnelerle ilgili kavrayışa verilen ad Dış dünyayı duyular yoluyla, iç yaşantıları ise içebakışla kavrama yetisi insan varlığının kendisini çevreleyen dış dünyadan duyu organları aracılığıyla edindiği malumât

Althusser, Louis: Marksizme yaptığı katkı ile tanınan, 1918-1990 yılları arasında yaşamış, yirminci yüzyıl Marksist toplum filozoflarının en özgün ve etkilisi olan çağdaş Fransız düşünürü Başlıca eserleri arasında Pour Marx [Marx İçin], Lue le Gapital [Kapital’i Okumak], Lenine et la Philosophie [Lenin ve Felsefe] sayılabilir

Althusser’in temel amacı Marksizmi bir tarih bilinci olarak canlandırmak veya yeni baştan kurmak ve Marksist hümanizmin iddialarının tersine, genç Marx’ın düşünceleriyle Das Kapital’de ortaya konan bilimsel analiz arasında radikal bir kopma olduğunu göstermek olmuştur Başka bir deyişle, tarihe ilişkin olarak bilimsel bir yaklaşım geliştirme amacı güden Althusser, bu bağlamda bir yandan Marksist geleneğin klasik metinlerini yeni baştan okuma, diğer yandan da bilimin özüne ve onun diğer söylem biçimlerinden nasıl farklılaştığına dair araştırmaların yoluna girmiştir

Altusser bilimi, içinde bilginin üretildiği toplumsal bir pratik olarak değerlendirir O bilimsel bilgiyi, bilim adamlarının yönelim veya amaçları tarafından değil de, araştırılacak soruları, aranacak delil türlerini, önemli addedilen güçlükleri belirleyen kavramlar sistemi tarafından yönetilen bir pratiğin ürünü olarak tanımlar Diyalektik materyalizmin öncelikle, bir epistemoloji, bir bilgi ya da bilim teorisi olduğunu öne süren ve bu çerçeve içinde, empirist bir bilgi anlayışına, yani öznenin zihinden bağımsız nesneyle karşılaşıp, soyutlama yoluyla onun özünü çıkarsadığını, öznenin nesneyi doğrudan ve aracısız olarak bildiğini dile getiren bilgi an?layışına, üretim, yani kuramsal pratik olarak bilgi anlayışıyla karşı çıkan Althusser’e göre, söz konusu pratik, tümüyle düşünce düzeyinde gerçekleşir

Ona göre, bilme sürecinde, sırasıyla düşünce ve soyutlamalardan meydana gelen teorik bir hammadde, bütün bunları etkileyen kavramsal üretim araçları ve nihayet, ürün olarak bilgi söz konusu olur O, bu bağlamda, bilimlerin kendi bünyelerinde, ürünlerinin geçerliliklerini denetleyecek içsel kanıtlamaları barındırmalarından dolayı, kuramsal pratik olarak bilgi anlayışının, bilginin geçerliliği için dış teminatlara ihtiyacı olmadığını söylemiştir Kendi ihtiyaç ya da gereklilikleri tarafından belirlenen, kendi gelişim seyrine uygun bir yol izleyen ve bundan dolayı da, üstyapının bir parçası olmayıp, özerk olan bilimsel ya da kuramsal pratik, Althusser’in görüşüne göre, ideolojik pratikten olduğu kadar, politik ve ekonomik pratiklerden de ayrıdır Bilimin diğer pratiklere göre daha özerk bir pratik türü olduğunu öne süren Althusser’e göre, bilimsel pratik diğer pratiklerden ayrı ve bağımsız bir biçimde işler Bilimin amacı, bilimsel pratiğin bizzat kendi içinde olup, o belirli türden bir bilginin üretilmesine yönelir

Bununla birlikte, materyalist Marksizm geleneğinden gerçek dünyanın, bu dünyaya ilişkin, tarihsel ve toplumsal bir düzlemde üretilmiş bilgiden bağımsız olduğu, söz konusu bilgiden önce geldiği tezini miras alan Althusser, ideolojinin de zihinden bağımsız olarak varolan bir gerçekliğe gönderimde bulunduğunu, fakat bunu bilimden farklı bir tarzda yaptığını söyler İdeoloji bireysel öznelere kendilerini ve içinde yer aldıkları toplumla olan ilişkilerini tanımanın ve tanımlamanın bir yolunu sağlar Bu tanıma ve tanımlama tarzı, Althusser’e göre, doğru olmayıp, pratik davranışa yol açma amacı güder Fakat o, bunu hakim ideolojide, yürürlükteki hakimiyet sistemini koruyacak ve sürdürecek şekilde yapar İnsan öznelliğinin çeşitli formlarıyla bunları yaratan sınıf ilişkilerini yansıtan ideolojiler, çatışan toplumsal güçlerin etkisi altında bulunmaktadır O bu bağlamda felsefeye düşenin bilimleri ideolojinin etkisinden, muhtemel tecavüzlerinden korumak olduğunu söylemektedir

Althusser, Marx’ın Hegel’in etkisinde sanıldığı gibi çok fazla kalmadığını, onun düşüncesinde 1840’lardan başlayarak epistemolojik bir kopma yaşandığını, genç Marx’ın hümanizminin Das Kapital’i yazdığı sıralarda, bilim-öncesi teorik bir ideoloji olarak reddedildiğini öne sürer Marx bu olgunluk döneminde, tarihi, tarihsel materyalizm olarak bilinen, yeni bir yaklaşımla açıklamaya koyulmuştur Bununla birlikte, Althusser’e göre, bu proje tamamlanmamış bir proje olup, kimi eksikler içermektedir Dolayısıyla, ona göre yapılması gereken şey, üretim güçleri ve ilişkileri, üretim tarzları tipolojisi, ideoloji, vb, kavramlar üzerinde yoğunlaşarak, bilimsel tarih yorumunu tamamlamak veya ge?liştirmektir

Althusser işte bu bağlamda, Marksist Öğretiyi belirleyen aşırı bir determinizm ya da ekonomizm yanlışına düşmeyen bir ekono?mi ve toplum modeli geliştirmiş ve ‘temel üstyapı’ ilişkisini yeni baştan yorumlamaya koyulmuştur Fransız yapısalcılığından etkilenen Althusser’e göre, insan bireyleri, onların bilinçleriyle etkinliklerinden önce ve kendilerinden bağımsız bir biçimde varolan toplumsal ilişkiler sisteminin yansımaları ve taşıyıcısıdırlar Althusser ‘in merkezi olmayan yapılar olarak bütünler görüşüne göre, toplumlar da, hiçbiri bir diğerine indirgenemeyen ve her birinin bütünü şekillendirirken kendi özgül katkısını gerçekleştirdiği ideolojik, entelektüel, ekonomik, politik pratiklerin düzen ve yapı kazanmış birleşimleridirler

Dönem ve evrelerin, insana kendini gerçekleştirme, insanlığa da komünizm ve özgürleşme yolunda ilerleme imkanı sağlayan, düzgün, doğrusal dizilişi olarak tarih görüşünü Marksist bir dogma, tarihsici bir ideoloji diye yadsıyan Althusser, Marx’ın olgunluk dönemi eserlerinde, tarihin öznesi olmayan bir süreç olarak yer aldığını savunur Ona göre, büyük tarihsel geçiş ve dönüşümler, zorunlu olmayıp, olumsal değişmeler; bir toplumsal sistemi doğrudan etkileyen çelişkiler çokluğunun olağanüstü yoğunluğunun istisnaî sonuçlarıdırlar Dolayısıyla, tarihin yanımızda ve bizimle olduğu görüşünün neredeyse dinî kesinliğine Marksizm’de yer almamak gerekir

Althusser, kendi antihümanizmiyle öznenin ademi merkezileşmesi sürecinin doruk noktasını meydana getiren postyapısalcılık ve postmodernizm yolunda önemli bir kilometre taşı oluşturur Zira, ona göre, sadece insanın kendi kendisini gerçekleştirme süreci olarak tarih görüşünün değil, fakat toplumsal yaşamın temeli ya da kaynağı olarak özerk bireysel fail veya aktör düşüncesinin reddedilmesi gerekmektedir

Analitik felsefe: 20 yüzyılda özellikle İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nde çok etkili olan ve dil üzerinde yoğunlaşarak, olgulara ya da anlamlara uygun düşecek en iyi ve en dakik mantıksal formu bulmak için, tümceleri ya da kavramları veya dilsel ifadeleri analiz etme işiyle uğraşan felsefi akım; felsefenin, kendi alanı içine giren problemleri kesin sonuçlu olarak çözecek biricik yönteminin felsefi analiz ya da kavram analizi olduğuna inanan çağdaş düşünce geleneği Analitik-sentetik ayırımına dayanıp, felsefenin gerçekliğin doğası hakkında birtakım iddialar ortaya koyamayacağını öne süren düşünce akımı, felsefe yapma tarzı

Analiz: Bir şeyin, bir bütünün, bir problemin, a) Parçaların ayrı ayrı incelenmesi, b) Parçaların birbirleriyle olan ilişkilerinin incelenmesi ya da c) Parçaların bütünle olan ilişkisinin araştırılması amacıyla, bileşensel öğelerine ayrılması süreci ya da işlemi

Anarşi: 1- Hükümet kontrolünün yokluğunun sonucu olan politik ve toplumsal düzensizlik, kargaşa hali; hükümetsiz kalan veya siyasi iktidarın çıkarları farklı hatta karşıt olan siyasal, ekonomik ve toplumsal güçler arasında kendisinden beklenen uzlaştırma görevini artık yerine getiremediği bir toplumun siyasi durumu 2- Kimi faaliyet alanlarında, kuralsızlığın, yönlendirici bir ilkeden yoksunluğun veya varolan ilkelere uyulmamasının sonucu olarak ortaya çıkan düzensizlik ve kargaşa hali 3- Kimi disiplinlerde, örneğin bilimde birbirlerinden çok farklı, hatta karşıt ilkelerin varoluşuyla belirlenen aşırı çoğulculuk hali

Her üç anlamda da anarşinin hüküm sürmesini isteyen, anarşizmi destekleyen, bu öğreti için mücadele veren kişiye ise anarşist adı verilir

Anarşizm: Genel olarak, a) özgürlüğü temel değer olarak gören, söz konusu temel değere zaman zaman adalet, eşitlik ve mutluluk gibi değerleri ekleyen, b) bir baskı aracı olarak gördüğü devlete, bütün bu değerlere zarar verdiği için, şiddetle karşı çıkan, c) devletin yokluğunda daha iyi bir toplum inşa etmek için programlar öneren, d) insan doğasına ilişkin olarak olumlu bir görüş benimseyen ve e) baskıcı devlet anlayışı ve olumlu insan doğası konsepsiyonundan hareketle, otoriteryanizmin her şeklini kabul edilemez ve haklı kılınamaz bulan görüş

Anarşizm, nispeten olumlu bir çerçeve içinde, insan doğasının özü itibariyle iyi olduğunu ve insan yaşamında karşılaşılan kö?tülüklerin, temelde insan üzerindeki kontrolden ve politik baskıdan kaynaklandığını savunan akıma; toplum içindeki politik kontrolün ve siyasi baskının ortadan kaldırılmasını isteyen, devletin insanın en büyük düşmanı ol?duğunu söyleyen ve bireylerin ihtiyaçlarını karşılamak ve ideallerini gerçekleştirmek için, kendilerini bir toplum içinde diledikleri şe?kilde düzenlemeleri gerektiğini ileri süren siyasi öğretiye karşılık gelir Yüksek bir karmaşıklık düzeyine erişmiş faaliyetlerden uzaklaşılması gerektiğini savunan ve basit hazlarla geçirilecek bir yaşamı öngören anarşizm, bu olumlu boyutu içinde, hiççilikten ziyade, politik liberalizme yaklaşır

Anarşizm, olumsuz boyutuyla, toplumsal ve ahlâki kötülüklerin kaynağının devlet olduğunu, bundan dolayı, bu kötülüklerin devlet tarafından ortadan kaldırılamayacağını, özü itibariyle iyi olan insanın doğasının devlet ve kurumlar tarafından bozulduğunu, tüm reformların değersiz olduğunu, yeni bir toplu?mun devrim yoluyla kurulacağını, söz konusu yeni devletsiz toplumun, yol göstericisi akıl ve adalet olup, bilimsel deneyimden yardım gören insan ruhunun doğal eğilimlerinden türeyeceğini öne sürerken, bu kez yasaya ya da düzene en küçük bir saygı duymayan ve toplumun yıkılması yoluyla bir kaosa erişilmesi için etkin bir biçimde çaba gösteren inanç ya da akım olarak karşımıza çıkar Söz konusu olumsuz anarşizm amacına ulaşmak için, araç olarak bireysel terörizmi kullanır

Her iki anarşizm de, insanın özgürlüğü ve eşitlik idealini hiçbir ödün vermeden, mutlak bir biçimde ve her tür hakimiyet ilişkilerini dışlayacak, devletin meşruiyetini tümüyle yadsıyacak şekilde yorumlar Anarşizme göre, yöneticileri ve yönetenleri barındıran bütün politik yapılar adaletsiz olup, kaba güce dayandığı ve son çözümlemede de, in?sanın özgürlüğü önündeki en büyük engel olduğu için reddedilir

Buradan da anlaşılacağı üzere, 19 yüzyılda, P J Proudhon tarafından geliştirilen siyasi bir görüş ya da öğreti olarak anarşizm türleri ya da farklı versiyonları vardır 1- Bireyci anarşizm Özgürlükçü felsefelere dayanan, kişi için mutlak bir bağımsızlık durumu sağlamaya çalışırken, anarşizmin toplumsal temelini göz ardı eden bu anarşizm anlayışı Alman düşünürü Max Stirner tara?fından savunulmuştur 2- Dayanışmacı anarşizm Devletin ve her tür siyasi örgütün, insan özgürlüğünü ortadan kaldırdığını savunmak bakımından diğer anarşizm anlayışlarıyla birleşen bu anarşizm türü, insan davranışındaki toplumsal öğelerin önemini vurguladığı için, bireyci anarşizmden ayrılır Proudhon tara?fından savunulan bu tür bir anarşizm, siyasi eylem ve devrimci şiddete karşı çıkmış, işçi örgütlerinin etkinliği ve barışçı yayılımıyla gerçekleşecek toplumsal bir reform önermiştir Buna göre, dayanışmacı anarşizm endüstriyel ve kamusal faaliyetlerde işçi örgütlerine önem verip, işçi, köylü ve zanaatkârların bu tip örgütlerde bir araya gelerek değişmenin motor gücü olmasını talep eder

3- Kollektivizm Bakunin tarafından savunulan bu anarşizm ise, diğer anarşizm türlerinden, devletin yıkılması ve özgür toplumun kuruluşu sırasında, yöntem olarak ihtilalci şiddetin kullanılması gerektiğini savunmasıyla ayrılır Üretim araçlarının ortaklaşa sahipliğine dayanan kollektivizm görüşünü geliştirmiş olan Mikael Bakunin, yıkma tutkusunun, aynı zamanda yaratıcı bir dürtü olduğunu belirterek, varolan kurumların tümünü birden ortadan kaldıracak bir devrimi savunmuştur

4- Anarşist komünizm Bu tür bir anarşizm savunucusu olan P Kropotkin, üretim araçlarının mülkiyetinde, ortaklığın ötesinde tam bir paylaşımı savunmuş ve insanlığın evriminde, rekabete oranla işbirliğinin daha büyük bir rol oynadığını öne sürerek, devletin yıkılmasından sonra, merkezle hiçbir bağı olmayan ve aynı anda tarımla endüstriye, kent yaşamıyla kırsal yaşama, eğitimle çıraklığa dayanan bir toplum modeli önermiştir

5- Anarko-sendikalizm Anarşizmin temeline sendikaları yerleştirmekle farklılaşan ve ihtilalci sendikacılık olarak da bilinen bu tür bir anarşizm, devlet yıkılınca, başkaldırının temel organları olan sendikaları, özgür toplumun üzerlerinde yükseleceği temel birimler olarak görür

6- Pasifist anarşizm Ünlü romancı Leo Tolstoy’da örneklenen bu tür bir anarşizm, devlete, hukuka ve özel mülkiyete karşı çıkarken, her türlü şiddeti reddeder Bu?nunla birlikte, bu tür bir barışçı anarşizm, ahlâki bir devrimin zorunluluğuna inanır,

Anaxagoras: Milattan önce 5 yüzyılda ya?şamış olan Yunanlı filozof

Anaxagoras da, çağdaşı olan Empedokles gibi, oluşun mümkün olduğunu göstermeye çalışmış ya da hiçten hiçbir şeyin meydana gelmediğini, ve hiçbir şeyin yok olup gitmediğini ortaya koyarak, mutlak anlamda bir oluş ve yok oluş olmadığını, mutlak değişmenin imkansız olduğunu kabul eden Eleacı görüşün birciliğiyle, değişmenin ve oluşun gerçekliğini kabul eden sağduyunun plüralizmini uzlaştırma çabası vermiştir Bir başka deyişle, değişme olgusunu yadsımayan, fakat bir yandan Elea Okulunun bir olan varlığıyla ilgili tezlerini ve “hiçten hiçbir şeyin doğmadığı” ilkesini, gerçekliğin özü itibariyle kalıcı ve değişmez olduğu fikrini, diğer yandan da göreli bir değişmeyi benimseyen Anaxagoras, şeylerin ya da varolanların, temel öğelerin birleşmesi ve ayrılması anlamında değiştiğini iddia etmiştir Başka bir deyişle, dünyadaki şeyleri meydana getiren temel öğelerin, varlığa gelmemek ve yokolup gitmemek anlamında değişmez olduğunu, duyusal dünyada gözlemlenen değişmenin, bu temel öğelerin birleşip ayrılmasından meydana geldiğini öne süren Anaxagoras, bu temel öğelerin, sonsuz sayıda olduğu teziyle farklılık gösterir O dünyamızın zengin ve çok sayıda nitelikle dolu olduğu için, bir ya da birkaç arkhe ile açıklanamayacağını, toprak, hava, su ve ateşin, hiçbir şekilde temel öğe ya da arkhe olmayıp, başka tözlerden meydana gelen karışımlar olduğunu iddia etmiştir Buna göre, varolan her şeyi meydana getiren nihai ve en yüksek öğeler, ilk madde ya da arkheler, her türden şekli, rengi ve kokusu olan sonsuz sayıda tözdür Çok küçük olmakla birlikte, bölünemez olmayan bu tözler yaratılmamışlardır Onların nitelikleri kadar nicelikleri de sabittir

Anaxagoras’ın öğretisi ne göre, evrenin ilk başlangıç halinde, yaratılmamış olan tüm tohumlar, varlığın sonsuz küçük parçaları birbirlerine karışmış bir durumda bulunuyorlardı Bütün bir varlık kütlesi, sonsuz sayıda küçük tohumun bir karışımıdır Bugün varolan dünya, söz konusu kütle ya da karışımı meydana getiren tohumların ayrılıp bir araya gelişinin bir sonucudur Bu parça ya da tohumlar, başlangıçtaki bu karışım ya da kaostan, Anaxagoras’ın öğretisinde, ilk karışıma ondan evreni meydana getirecek hareketi verdiren ilke olan Nous, demek ki, akıllı ve düzenleyici bir ilkedir Varolan şeylerin en incesi ve en safi olan Nous, aynı zamanda geri kalan her şeyin bilgisine ve onlar üzerinde bir kudrete sahiptir Nous işte bu durumun bir sonucu olarak, kaosu kosmos haline getirmek üzere, ilk karışımı harekete geçirmiştir Nous’un ilk karışıma verdirdiği hareket, bir dönme ya da çevrinti hareketidir Bu dönme hareketi sonucunda, yoğun ve soğuk olan bir şey olarak Havayla, ince ve sıcak bir şey olarak Eter birbirinden ayrılmıştır Buna göre, hava ve eter anaforun çevresine gitmiştir Öte yandan, çevrintinin merkezinde, maddenin yoğunlaşma durumunun bir sonucu olarak, toprak meydana gelmiş ve çevrinti içinde meydana gelen taş kitleleri, anafor hareketinin büyük hızından dolayı, çevreye doğru fırlamışlar; orada da, ateşli eter kütlesi içine düşünce, kor haline gelerek, yıldızları meydana getir?mişlerdir Anaxagoras, madde dışı, maddeden bağımsız tinsel bir ilke olarak, Nousun faaliyetini ilk karışıma verdirdiği hareketle sınırlar ve daha sonra Platon’un şikayet etti?ği gibi, onu bir deus ex machina olarak kullanır Başka bir deyişle, Nous’un faaliye?tini, hareket kaynağı olmakla sınırlayan Anaxagoras, diğer zamanlarda mekanik nedenlere başvurmuştur Maddi nedene ek olarak fail nedeni ortaya koyan filozof, Nous’a final neden olma işlevi yükleyememiş, ona dünyadaki düzeni ve nesnelerin sergilediği güzelliği açıklayacak bir ereksellik izafe edememiştir

Anaximandros: İyonya Okulunun, M Ö 610 yılında doğup, M Ö 547 yılında öldüğü tahmin edilen ikinci düşünürü

Bilimsel Çalışmaları: Coğrafya alanında, onun Karadeniz’e açılan denizciler için bir harita yapmış olduğu anlatılır Anaximandros, yine tarihte ilk kez olarak meskun dünyanın bir levha üzerine resmini yapmaya kalkışmıştır Astronomi alanında, güneş ekliptiğinin eğriliğini anlamak gibi önemli bir adım atan Anaximandros kozmolojisinde, dünyanın bir tepsi değil de, bir silindir şeklinde olduğu düşüncesine ulaşmıştır O, biyolojide ise, kendisinin gözlemi akılyürütme veya argümanla desteklediğini mükemmel bir biçimde gözler önüne seren bir evrim teorisi geliştirmiştir Yaşamın denizlerde ve suda başladığını, insanlar da dahil olmak üzere, tüm canlıların önce denizlerde yaşamış olup, karaya daha sonra çıktıklarını söyleyen Anaximandros’un teorisine göre, insan türünün ataları, önce balıkların vücudunda doğmuş ve ancak yaşamlarını kendi başlarına sürdürebilecek bir olgunluğa eriştikten sonra, karaya çıkmışlardır

Felsefi Görüşleri: Anaximandros önce, çağdaşı Thales’in maddi töz olarak “su” arılayışına, suyun nicelik bakımından sınırlı, nitelik bakımından belirli olduğu gerekçesiyle karşı çıkmıştır Su ya da nem, çatışma ve savaşlarını açıklamak durumunda olduğumuz karşıtlardan biri olup, ondan hiçbir zaman karşıtı çıkmaz Başka bir deyişle, değişme, doğum ve ölüm, büyüme ve küçülme, çatışma ve savaşın, bir öğenin sınırlarını diğerinin aleyhine olacak şekilde genişletmesinin bir sonucu olduğu için, suyun doğasına aykırı bir yapıda olan şeylerin, su içinde nasıl olup da eriyip gitmedikleri sorusuna doyurucu bir açıklama getirilemez Sudan, öyleyse yalnızca ıslak ve soğuk olan şeyler türeyebilir Oysa, dünyada, ıslak ve soğuk olan şeylere ek olarak, sıcak ve kuru olan şeyler de vardır

Suyun nitelik bakımından belirli olmasının yarattığı güçlükten kurtulsak bile, bu kez suyun nicelik bakımından sınırlı oluşunun yarattığı güçlük karşımıza çıkar Buna göre, su gibi nicelikçe sınırlı bir maddeden, sonlu bir kütleden evreni meydana getiren sonsuz varlık kütlesi doğamaz Sonsuz sayıda evren olduğunu öne süren Anaximandros’ta, sonsuz sayıdaki evren görüşü, sonsuz miktarda maddeyi gerektirir

Anaximandros, işte buradan hareketle evrenin ilk maddesi ya da maddi tözünün, nitelik bakımından belirsiz, nicelik bakımından sınırsız bir madde olması gerektiğini söylemiş ve, söz konusu özellikleri taşıyan ilk maddesine, hiçbir duyusal maddeyle özdeş olmayan belirsiz bir varlık, soyut bir ilke anlamında apeiron adını vermiştir Anaximandros varolan her şeyin, nicelik bakımından sınırsız ya da sonsuz, nitelik bakımından belirsiz, ölümsü ve ezeli-ebedi ve ilk ilkesi ya da nedeni olan apeirondan bitimsiz bir varlığa geliş süreci içinde önce karşıtların, sonra da tüm diğer varlıkların doğduğunu öne sürmüştür Suyun nicelik bakımından sınırlı, nitelik bakımından belirli olduğu gerekçesiyle karşı çıkmıştır

Onun, ilk madde olarak nicelikçe sınırlı, nitelikçe belirli bir öğe ya da maddenin seçilmesi evresini geçerek, her şeyin kendisinden türediği belirsiz, sınırsız bir arkhe anlayışına ulaşması, felsefede ciddi ve gerçek bir ilerlemeyi ifade eder

Anaximenes: İyonya veya Milet Okulunun, MÖ 585-525 yılları arasında yaşadığı hesaplanan, üçüncü ve sonuncu düşünürü Tıpkı Thales ve Anaximandros gibi bir bilim adamı -ya da astronom- filozof olarak seçkinleşen şahsiyet

Bilimsel Çalışmaları: O, Anaximandros’un boşlukta duran silindir şeklindeki dünya anlayışı yerine, havada aynen bir yaprak gibi yüzen, bir masa kapağı şeklindeki dünya anlayışını geçirmiştir Anaximenes yine, gökkuşağına ilişkin olarak da oldukça tuhaf bir açıklama getirmiş ve gökkuşağının, güneş ışınlarının, içinden geçemedikleri bir bulut üzerine düşmelerinin sonucu olarak ortaya çıktığını söylemiştir Güneş ve ay ile diğer yıldızlar arasında ilk kez olarak bir ayırım yapan filozof güneşin kendi ışığına sahip olduğu yerde, ay da dahil olmak üzere, diğer gök cisimlerinin güneşin ışığını yansıttığını söylerken, güneş ve ay tutulmalarına ilişkin olarak da doğru bir açıklama getirmiştir

Felsefi Görüşleri: Anaximenes, Anaxi?mandros’un nicelikçe sınırsız, nitelikçe belirsiz bir töz olarak apeironundan sonra, Thalesin belirli tözüne geri giderek ilk madde olarak aer ya da havayı öne sürmüştür Onu, ilk madde ya da maddi tözün hava olduğunu söylemeye götüren nedenler, iki tanedir Bunlardan birincisine göre, Anaxi?menes, sadece çokluğun veya görünüşün gerisindeki birlik ya da gerçeklik ile değil, fakat aynı zamanda evrendeki değişme olgusuyla da ilgilenmiştir Başka bir deyişle, onun felsefe alanında gerçekleştirdiği en büyük yenilik veya kaydettiği en önemli gelişme, ilk kez olarak birlikten çokluğa geçiş süreci üzerinde, varolan her şeyin havadan nasıl varlığa geldiğini açıklama işinde yoğunlaşmış olmasından meydana gelir Anaximenes’e göre, hava seyrekleştiği zaman, ateş, sıkıştığı zaman da, rüzgar, bulut, su ve toprak haline gelebilir Bu çerçeve içinde, o havanın seyrekleştiği zaman, daha sıcak hale geldiğini ve böylelikle de ateş olma yoluna girdiğini, buna karşın sıkıştığı zaman, daha soğuk olup katılaşma yoluna girdiğini düşünmüştür

Anaximenes’teki seyrekleşme ve sıkışma kavramları, birlikten çokluğa geçiş sürecini açıklamaya yaradıktan başka, her tür niteliği niceliğe veya bütün niteliksel farklılıkları niceliksel farklılıklara indirgeme girişimini temsil eder Daha sonra farklı filozoflarda değişik versiyonlarıyla karşılaşacağımız bu teşebbüs, bu yönde atılan ilk adım olmak durumundadır Buna göre, maddenin bütün niteliksel farklılıklarının tek temel madde ya da dayanak olarak havanın değişen sıklaşma ve seyrekleşme dereceleriyle açıklanabileceğini düşünen Anaximenes, bir anlamda modern fiziğin temelinde yer alan “fiziki fenomenlerin matematiksel denklemlerde ifade edilebildikleri zaman ancak, bilimsel olarak açıklanmış olacakları” kabulünü öncelemiştir

Anaximenes’i arkhe olarak havayı seçmeye götüren ikinci etken, havayla soluk, nefes ve canlılık olgusudur Zorunlu hilozoist açıklamaya ek olarak, insan varlığındaki nefes alma olgusundan yola çıkan filozof, insan nefes aldığı sürece yaşadığı gözleminden, havanın evrendeki hayat, canlılık ve dolayısıyla en temel varlık ilkesi olduğu sonucuna ulaşmıştır Buna göre, Anaximenes maddi töz olarak havayı öne sürünce, ruh kavramına giden yolda ilk büyük adımı atmıştır Havayla ruh arasında bir benzerlik kuran Anaximenes’e göre, tıpkı evreni kuşatan havanın onu sarıp sarmalaması, ayakta tutması gibi, içimizdeki nefes, aldığımız soluk olarak ruh da bize can verir

Anomi: Sosyolojide, geleneksel sosyal ve kişisel bağların çözülmesiyle birlikte, bireyin toplumla olan bağlarının zayıflaması, hatta ortadan kalkması durumu; sosyal normların insanları birbirlerine bağlayan boyutunun etkisiz hale gelmesi durumu

Anti: Bir şeyin karşısında, bir şeye karşı olma anlamına gelen ve sözcük ya da terimlerin yapısına girerken, karşıtlık, olumsuzluk, düşmanlık ya da bir şeye karşı korunma fikrini anlatan örnek

Buna göre, emperyalizmin bütün biçimlerine karşı olmaya dayanan tutum ya da öğretiye anti emperyalizm; faşizmin her türlüsüne karşı olma tavrına antifaşizm; kapitalizme, kapitalist rejimlere karşı takınılan eleştirel ya da düşmanca tavra antikapitalizm; Yahudi düşmanlığına ise antisemitizm adı verilmektedir

Antik felsefe: Önce Yunan kent devletinin, daha sonra da Roma İmparatorluğunun siyasi gücü ve egemenliği altında, tarih-sel olarak MÖ 7 yüzyılın sonundan başlayıp, M S 2 yüzyıla dek süren dönemin felsefesine verilen ad

Antik felsefe, mitolojiden ya da çoktanrılı dinden kopuş ve doğal olayların yine doğal nedenlerle açıklanması gerektiği inancıyla başlamış, fakat son dönemlerine doğru yeniden dine yaklaşma durumuna gelmiştir En seçkin temsilcileri arasında Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi büyük filozofların bulunduğu antik felsefede, bilimle felsefe hep bir arada olmuş, başlangıçta doğa felsefesi ön plandayken, sonlara doğru pratik felsefe ağırlık kazanmıştır

Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefe Sözlüğü

Eski 07-22-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefe Sözlüğü



Antikomünizm: Komünizmin, her ne kadar teoride veya ideal olarak, her bireyin kendi potansiyelini gerçekleştirmek bakımından özgür ve toplumu meydana getiren diğer bireylerle eşit olacağı bir toplum durumunu amaçlasa da, bu amaca erişmek için üretim araçlarının merkezi kontrolü ve üretimin planlanması yolunu seçmesi, bu tercihin son çözümlemede organizasyon ve özgürlük arasında bir çatışmaya, merkezi organizasyonun da, devletin ekonomiyi en ince ayrıntısına kadar kontrol altında tutup, her türlü siyasi ve sosyal faaliyeti sınırlaması, yurttaşlar üzerinde ağır bir baskı kurması du?rumlarında olduğu gibi, kötüye kullanılmasına yol açması ve nihayet, fiili komünist toplum?larda maddi ve ahlâki bir başarıya ve gelişmeye rastlanamaması nedeniyle, komünizmin kendisine şiddetle karşı çıkma, düşmanca bir tavır takınma

Antitez: Genel olarak, bir düşünce, yargı ya da Önermenin karşıtı ya da çelişiği olan önerme

Antropoloji: İnsanın hayvanlar dünyasındaki kökenini ve yerini, bir birey olarak gelişimini, tarihsel süreç boyunca geçirdiği fiziki ve zihinsel değişimleri konu alan disiplin; bir toplumsal varlık olarak insanı, insanın toplumsal yaşamıyla ilgili fenomenleri, zaman ve mekan sınırlaması olmadan araştıran, farklı yerlerde ve zamanlarda ortaya çıkan ırkları, dilleri ve kültürleri inceleyen bilim

İnsan bilimleri arasında, insanı hem fiziki ve hem de sosyo-kültürel yönleriyle ele alan tek bilim olarak antropolojinin farklı dalları, 1- Bir insan doğası kuramı geliştirme uğraşı içinde olan felsefi antropoloji; 2- Farklı ve çok çeşitli insan gruplarının üyeleri arasındaki fiziki farklılıklara dair bilimsel araştırmalardan meydana gelen fiziki antropoloji; 3- İnsan gruplarının ve toplumlarının sosyal adet, örf ve kurumlarıyla ilgili bilimsel araştırmalardan oluşan sosyal antropoloji; 4- Kültürlere, özellikle de Batı uygarlığının etkisi altına girmemiş toplumların kültürlerine dair bilimsel araştırmalardan meydana gelen kültürel antropoloji olarak sınıflanabilir

Apolitizm: Siyasetten, siyasi sorunlardan uzak durmayı, siyasi sorunlara değilse bile, bu sorunların çözümleriyle ilgili tartışmalara, ve bu arada yönetimi ele geçirmek, yönetimde edilmek ve kendi çözümünü dayatmak için yürütülen siyasi mücadelelere yabancı kalmayı ilke edinmiş kişinin tavrı

Aquinalı Thomas: 1225-1274 yılları arasında yaşamış olan, ünlü Hıristiyan filozof Düşünce tarihinin tanıdığı en büyük kafalardan biri; Platon ve Aristoteles klasik dünya ya da Yunan felsefesi için neyse, Ortaçağ Ortaçağ felsefesi için o olan veya senteziyle, felsefenin Ortaçağda ulaştığı en yüksek düzeyi ifade eden Aquinalı Thomas her şeyden önce kendisinden önceki Hıristiyan düşünürlerin yapmış olduğu gibi, tutarlı bir teoloji geliştirmek, Kilisenin veya Kilise Babalarının öğretisindeki kimi çelişik unsurları ortadan kaldırmak ve Hıristiyan inancını sistemleştirmek işiyle meşgul olmuştur Fakat Aquinalı Thomas’ın gerçekleştirdikleri, o aynı zamanda bir büyük filozof olduğu için, bundan ibaret değildir Onun içinde yaşadığı ve Hıristiyanlığın hakim olduğu dünya bir süreden beri öylesine değişmiş ve genişlemiştir ki, Hıristiyan teolojisinin salt öte dünyacı şeması tatmin edici olmaktan çıkıp, önemli ölçüde yetersiz hale gelmeye başlamıştır Yeni sanat formları, üniversitelerin doğuşu, doğa bilimine dönük ilginin ilk kez olarak zuhuru, İslam dünyasından yapılan çevirilerin ardından klasik dünyaya yönelik bakışın gözden geçinilmesine duyulan ihtiyaç varolan teolojik şemayı zorlamaya başlayınca, Aquinalı Thomas Hıristiyan dünya görüşünü yeni ilgiler ve bu ilgilerin doğurduğu yepyeni bilgilerle zenginleştirme ve geliştirme ihtiyacı içinde olmuştur Başka bir deyişle, o Ortaçağ insanı XIII yüzyıldan itibaren Ortaçağ karanlığından yavaş yavaş çıkmaya başlayıp, kültür ve uy?garlığını yeniden inşa eder ve dünyevi şeylere ilgi duymaya başlarken, teolojiyle felsefenin, iman ile aklın, Hıristiyan dünya görüşüyle klasik dünya görüşünün, çağının ihtiyaçlarına uygun düşen yeni ve sağlam bir sentezini yapmıştır Thomas’a bu sentezinde en büyük yardımı, hiç kuşku yok ki Aristoteles ve felsefesi sağlamıştır

Aquinalı’nın temel eserleri, Katolik inancının bir savunmasından oluşan Summa Contra Gentiles [Kafirlere Karşı], Tanrı’nın varoluşu, özü, sıfatları, insanın durumu, kurtuluşuyla ilgili alabildiğine ayrıntılı bir Skolastik Öğretiyi açımlayan, başyapıtı niteliğindeki Summa Theologica [Teolojiye Dair Savunma], De Principiis Naturae [Doğanın İlkeleri Üstüne], De Ente et Essentia [Öz ve Varoluş Üzerine], ve De Unitate İntellectus [Aklın Birliği Üstüne]’tur

Siyaset Aquinalı Thomas, siyaset felsefesi alanında da Aristoteles gibi düşünür Şu farkla ki, Aristoteles’in kent devletinin oluşturduğu genel çerçeve içinde düşündüğü ve insanın salt bu dünyadaki amacını dikkate aldığı yerde, feodal dönemin düşünürü olan Thomas, insanın doğal amacına ek olarak, onun Tanrı’ya olan yönelimini de dikkate almıştır Bu bağlamda, insanı toplumsal bir hayvan, devleti de doğal bir kurum olarak gören filozof, insanın tinsel yaşamıyla ilgili konular söz konusu olduğunda, devletin Kiliseye tabi olması gerektiğini söylemiştir

Arendt, Hannah: 1906-1975 yılları arasında yaşamış, Alman asıllı kadın felsefeci ve siyaset bilimci Temel eserleri: The Origins of Tatalitarianism [Totaliterliğin Kökenleri], The Human Condition [İnsanlık Durumu], On Revolution [Devrim Üzerine] ve On Violence [Şiddete Dair]

Çok çeşitli konuları kapsayan yapıtlarında, herkesin katılımına açık özgür bir kamusal alan kavramının ağır bastığı bir siyaset teorisi geliştiren Arendt ününü daha çok on dokuzuncu yüzyılda totaliterliğin doğuşunu emperyalizmin yükselişine ve antisemitizme, totaliterliğin güç kazanmasını da, geleneksel ulus devletinin çözülmesine bağlayan görüşüne borçludur

Arendt, başta kamusal alanla özel alan arasındaki sınırların yok olup gitmesi, ekonomik ilgi ve çıkarların hayatın tüm boyutlarını tehdit etmeye başlaması problemi olmak üzere, modern toplumun çeşitli hastalıklarına ciddi bir teşhis ve güçlü bir analiz getirmiştir Başka bir deyişle, o atomcu, yabancılaştırıcı ve sorumluluğu dağıtıcı eğil imleriyle, insan yaşamının kendisinde anlamsız hale gelip, özgürlüklerin ortadan kalktığı totalitarizm için mümbit bir toprak oluşturan modern kitle toplumunun sıkı bir eleştirmenidir O bu eğilimleri dengelemek veya onlara bir set oluşturmak üzere, kamusal yaşamın sosyal ve ekonomik yaşamdan ayrılması gerektiğini öne sürmüştür Arendt bu bağlamda, yani ka?musal yaşamın nasıl olması gerektiği konusunda Yunan polisine ve başlangıç dönemi itibariyle Amerika Birleşik Devletleri ‘ne bakmıştır Çünkü bu toplumlarda birey ya da yurttaşlar topluluk ya da cemaate hizmet için yarış ederler

Aristokrasi: 1- Orijinal ve etimolojik anlamı içinde, en iyilerin, hem düşünsel ve hem de tarihsel olarak, monarşinin ve demokrasinin karşısında yer alan, yönetimi

Aristokrasi, Platon ve Aristoteles tarafından geliştirilmiş olan bir terimdir Platon ve Aristoteles gerçek anlamda bir yönetim modeli olarak, aristokrasiyi, yani, ahlâksal ve entellektüel bakımdan üstün ya da en iyi olan az sayıdaki insanın yönetimini önermişlerdir Başka bir deyişle Platon ve Aristoteles’te aristokrasi, toplumun en ahlâklı ve en aydın üstün kesimini oluşturan bir azınlığın, halkın çıkarları doğrultusundaki yönetimidir

Bu tür bir yönetim biçimi, tek kişinin yönetiminden (monarşi ya da tiranlık), çoğunluğun yönetiminden (demokrasi), bencil ya da askeri hırsları olan azınlığın yönetiminden (oligarşi ya da timokrasi) farklıdır Bununla birlikte, toplumsal yaşamı yönlendirecek, yönetici üstün ve aydın insanları belirlemek oldukça güç olduğundan, aristokrasi pratik olarak, üstün insanların ya da en iyilerin yönetimi haline gelmiştir Bu çerçeve içinde, Platon, kendi ideal devletinde, ahlâksal ve entelektüel bakımdan üstün olan bu insanları belirlemek için, ayrıntılı ve uzun süreli bir eğitim programı önermiştir Yine, en iyi kavramı değer yargılarına göre değişen, öznel bir kavram olduğundan, aristokrasiyi, oligarşik ya da timokratik yönetimlerden ayırmak zorlaşır

Buna göre, aristokrasi, feodalizmde, top?lumsal statülerine bakılmaksızın tüm insanla?rın yönetimi olarak anlaşılan demokrasinin karşısında yer alan, aristokratların, soruların, toplumsal statüleri en yüksek insanların yönetimi olarak geçer

2- Aristokrasinin analoji yoluyla ortaya çıkan farklı kullanımları da vardır Genel olarak çeşitli sınıfların üst katmanı aristokrasi adıyla tanımlanır Buna göre, hükümetin üst düzey görevlileri devletin siyasal aristokrasisini, sanayi ve finans dünyasının en zengin patronları ekonomide refah aristokrasisini temsil eder

Aristoteles: Milattan önce 384-322 yılları arasında yaşamış olan ünlü Yunanlı bilim adamı ve filozof Mantığı, metafiziği, fiziği ve biyolojisiyle, modern çağa kadar tek ve en büyük otorite olmuş olan düşünür

Aristoteles’in temel eserleri, mantık ve bilgi teorisi üzerine altı incelemeden oluşan Organon, doğa felsefesini açıkladığı Gökler Üzerine, Fizik ve Varlığa Geliş ve Yokoluş Üzerinedir Psikoloji konusundaki iki temel eseri, Hayvana Dairle, Parva Naturalla olan Aristoteles’in varlık konusundaki ünlü eseri Metafiziktir Siyaset felsefesi alanında Politikayı, estetik alanında, Poetika ve Retoriki yazmış olan filozofun, ahlâk alanındaki temel kitabı Nikomakhos’a Ahlâktır

Temel İlkeleri: Aristoteles’in bir filozof olarak en önemli özelliği, onun sağduyuya olabildiğince yakın bir düşünür olmasıdır Hem Platon’un İdealarına ve hem de Demokritos’un maddi atom görüşüne karşı çıkan Aristoteles, hem ahlâki değerleri teminat altına alacak bir teori ve hem de bilimsel doğruları ortaya koyacak bir kuram, bilime ve ahlâka hakkını verebilmek için atomlar veya İdealar benzeri gözle görülemez varlıkların varoluşunu öne sürmeyecek bir teori arayışı içinde olmuştur Onun bulduğu çözüm töz öğretisidir Buna göre, tözler tüm özellikler için dayanak olan nihai gerçeklik ve öznelerdir Söz konusu nihai gerçeklikler somut şeylerdir ve somut şeyler için de Aristoteles’in gözde örnekleri biyolojik bireylerdir Tözler nihai gerçekliklerdir, zira tözler varolmadığı takdirde, başka hiçbir şey, tözün özellikleri olarak tümeller de varolmayacaktır

Bu varlık öğretisiyle Aristoteles Platon’un İdeaları’nın, onun yanlışlıkla bireyler olarak gördüğü tümeller olduğunu öne sürer Tümeller gerçekten de vardırlar, fakat onlar varoluşları için tikel nesnelere, bireysel şeylere bağlıdırlar Gerçekten varolanlar tümeller değil de, ağaçlar ve kediler benzeri, dış dünyada karşılaştığımız nesnelerdir

Mantık: Aristoteles, mantık alanında, man?tık çalışmalarına on dokuzuncu yüzyıla kadar temel olmuş bir mantık sistemi kurmuştur Mantığı her türden bilgi edinme süreci için bir araç olarak gören Aristoteles’in mantığının en önemli yönü, ‘belli şeyler kabul edildiğinde, başka şeylerin onlardan zorunlulukla çıktığı’ bir konuşma olarak tanımlanan tasımdır Aristoteles, bir önermedeki öznenin, yüklemine on farklı şekilde bağlandığını gösteren on kategoriden söz eder Onun mantığı yalnızca insan zihnindeki düşünce faaliyetlerini betimlemekle ve dile ilişkin gramatikal bir analiz sağlamakla yetinmeyip, aktüel şeyler arasındaki ilişkilerle ilgili bir teoriyi ifade eder

Bilgi: Aristoteles’e göre, bilgi tümel olanın, formun bilgisidir, bu nedenle yargıda dile getirilebilir olan bir bilgi, formlar arasındaki özsel bağlantılara ilişkin bir kavrayıştan meydana gelir Aristoteles’in gözünde bir şey hakkında doğru bir bilgiye sahip olmak, o şeyi türler ve cinsler hiyerarşisi içinde bir yere, bir tür ve cins içine yerleştirebilmek ve dolayısıyla neyin onun için özsel olduğunu bilebilmektir; bu ise, özsel tanım yoluyla olur Aristoteles’e göre, bir şeyin özünü vermek, o şeyin nedenine ilişkin bir açıklama ortaya koymaktır Bundan dolayı, Aristoteles bir şeyin nedenini ortaya koyabildiğimiz zaman, ilk elden, gerçek bilgimiz olduğunu söyler Bir şeyin nedenini vermek ise, o şeyin özünün ilk ilkelerden başlayarak tanıtlanmasını içerir; bilimin işlevi budur

Metafizik: Onda metafizik, var olanı var olmak bakımından ele alan, var olan bir şey olmanın ne anlama geldiğini araştıran bilimdir Onun metafiziği çok büyük ölçüde mantık konusundaki görüşlerine ve biyoloji alanındaki çalışmalarına dayanır Buna göre, mantıksal bakış açısından, ‘var olmak’ onun gözünde, hakkında konuşulabilecek ve tam olarak tanımlanabilecek bir şey olmaktır Buna karşın biyoloji alanındaki çalışmaları açısından, ‘var olmak’ dinamik bir süreç, bir değişme süreci, içinde olmak anlamına gelir Şu halde, ’var olmak’ Aristoteles için, bir şey olmak anlamına gelir Bundan dolayı, ona göre gerçekten var olan, Platon’da olduğu gibi tümeller değil de, bireylerdir, ‘şu’ diye gösterdiğimiz belirli bir doğaya sahip olan varlıklardır Onlar, Aristoteles’in mantıkla ilgili eserlerinde sözünü eniği nicelik, nitelik, ilişki, yer gibi kategorilerin, temel nitelik ya da yüklemlerin kendilerine yüklenebildiği öznelerdir

İşte Aristoteles, kendisine tüm kategorilerin yüklendiği bu özneye ‘töz’ adını verirOnda var olmak belirli türden bir töz olmaktır Töz, aynı zamanda dinamik bir sürecin ürünü olarak ortaya çıkan bireysel varlık olarak da tanımlanır Bu bakımdan ele alındığında, metafizik varlığı, yani var olan tözleri ve tözlerin nedenlerini, yani tözleri varlığa getiren süreçleri konu alıp araştıran, tüm varlıkların temelindeki temel bilimdir

Aristoteles’te töz bir madde ve bir formdan meydana gelir O her ne kadar maddeyle formu birbirinden ayırsa bile, doğada bizim hiçbir zaman maddeden yoksun bir formla da, formdan yoksun bir maddeyle de karşılaşmadığımızı belirtmeye özen gösterir Varolan her şey somut bir birey olarak varolur ve her şey maddeyle formun bir birliği olarak ortaya çıkar Şu halde, töz form ve maddeden meydana gelen bileşik bir varlıktır Bundan dolayı, Aristoteles’te, ayrı formlardan, duyusal dünyanın dışında olan bir İdealar dünyasından söz etmek olanaklı değildir Form, ayrı bir yerde değil de, bu duyusal dünyada ve tözün bileşenlerinden biri olarak varolur

Madde ve form ayrımı, Aristoteles’e göre, doğada varolan her şeye uygulanmak durumunda olan bir ayrımdır Aristoteles’te bileşik tözleri meydana getiren madde ve formdan yalnızca form şeylerdeki bilinebilir öğeye karşılık gelir Maddenin, şeylerin insan zihni tarafından ayırt edilemeyen, yapıdan ve belirlemeden yoksun, bilinemez bileşeni olduğu yerde, form insan zihni tarafından bilinebilen, yani tasvir edilebilen, tanımlanabilen, sınıflanabilen ve başkalarına aktarılabilen yöndür İnsan zihni, Aristoteles’e göre, duyu algısında şeylerin duyusal formunu, buna karşın kavramsal bilgide de akılla anlaşılabilir olan formunu alır

Aron, Raymond: 1905-1983 yılları arasında yaşamış olan ünlü Fransız sosyolog ve filozofu Temel eserleri arasında L’Opium des intellectuels [Aydınların Afyonu], Dix-Huit Leçons sur la Societe industrielle [Endüstri Toplumu Üzerine Onsekiz Ders], Democratie et Totalitarisme [Demokrasi ve Totalitarizm], Introduction â la philosophie de l’Histoire [Tarih Felsefesine Giriş] ve Etapes de la Pensee Sociologique [Sosyolojik Düşüncenin Evreleri] gibi kitaplar bulunan Aron, kariyerinin başlarında ünlü varoluşçu filozof Jean Paul Sartre’ın yakın çalışma arkadaşı olmuştur Ancak, o daha sonra Sartre’la Marksistleri şiddetle eleştirmiştir

1968 öncesi Fransa’sının teorik yönden en önemli bakış açısının meydana getiren Marksizmi eleştirdiği için entellektüel çevrelerden büyük ölçüde tecrit edilmiş bir düşünür olan Aron, politik kurum ve süreçlerin toplumsal ve ekonomik ilişkilerden bağımsız olduğunu göstermeye çalışmıştır O, Fransız sosyolojisine şu dört konuda katkı yapmıştır: 1- Çağdaş ideolojiye ilişkin bir analiz 2- Endüstri toplumuna yönelik bir analiz ve inceleme 3-Uluslararası ilişkilerle ilgili bir analiz 4 Modern politik sistemleri konu alan incelemeler

Artı değer: Marksist teoride, işçinin ürettiği ürünün toplam değerinden, o ürünü üretmek için harcadığı emek gücünün değeri çıkartıldıktan sonra, geri kalan değer; yani işçinin ürettiği malın değeriyle, aldığı ücret arasındaki fark

İşçilerin üretimini arttırmak için, farklı yöntem ya da stratejilerin kullanılmasına bağlı olarak iki tür artı değerden söz edilebilir Buna göre, harcanan zamanın fazlalaştırılması suretiyle arttırılan artı değere, mutlak artı değer, buna karşın işçiyi aynı zaman biriminde daha verimli ve üretken kılmak suretiyle yaratılan artı değere ise göreli artı değer denir

Astroloji: Tarihsel olarak, dünyanın evrenin, çevresinde gezegenlerin ve yıldızların döndüğü merkezi olduğu, ve göksel cisimlerin hareketlerinin dünyada olup bitenleri etkilediği inancı?nın bir sonucu olarak gelişen, yıldızların dünya olayları üzerindeki etkisini belirlemeyi ve bu etkileri dikkate alarak geleceği önceden haber vermeyi amaçlayan kehanet sanatı

Astronomi: Gök cisimlerini konu edinen en eski sağın bilim Gök cisimlerinin ve bu arada evrene dağılmış olan yıldızların kökenini ve hareketini inceleyen bilim

Astronomi içinde gök cisimlerinin hareketini konu alan araştırma dalına gök mekaniği, gök cisimlerinin fiziki doğalarını konu alan araştırma dalına ise, astrofizik adı verilir Yine aynı çerçeve içinde evreni bir bütün olarak ele alan araştırma dalına kozmoloji adı verilirken, evrenin kökenini açıklayan araştırma dalına ise, kozmogoni adı verilir

Asya tipi üretim tarzı: Marksist anlayışta, belirli bir aşamayı işaret eden üretim biçimi

Asya tipi üretim tarzı deyimini Mısır’dan Hindistan’a dek uzanan kuşak içinde yer alan Doğulu toplumların durağanlığını açık?lamak için kullanan Marx, söz konusu üretim tarzıyla Asyatik toplumu ilkel komünal topluma daha yakın bulmuştur Avrupa toplumlarının Yunan-Roma döneminde köleci üretim tarzına geçerek bu aşamayı geride bıraktığını savunan Marx’a göre, Asya tipi üretim tarzının temel özellikleri arasında özel mülkiyetin yokluğu, sulama işlerinde devletin egemen olması, köylerin kendi kendine yeterli olması, el zanaatları ve üretim yöntemlerinin basitliği gibi özellikler sayılmıştır

Buna göre, çok gelişmiş bir devlet aygıtıyla azgelişmiş bir sivil toplumun yetkin bir örneği olan Asyatik toplum Batı’daki ekonomik ve toplumsal gelişmenin uzağında kalmış olan bir toplumdur Başka bir deyişle, merkezileşmiş devlet topluma egemen olduğu için, Asyatik toplumda burjuvazinin doğuşuyla yakından ilişkili olan kurumlar, örneğin serbest pazar, özel mülkiyet, lonca kurumu ve burjuva hukuku hiç olmamıştır Buradan da anlaşılacağı üzere, Marx, Asya tipi üretim tarzı ve dolayısıyla Asyatik toplumda, özel mülkiyet bulunmadığı için, toprak sahipliğiyle toprağı işletenler arasında sınıf çatışmasının da olmadığını öne sürmüştür Dinamik bir sınıf çatışması olmadığı için de, Marx’a göre, devrim niteliğindeki sosyal değişme için sosyolojik bir temel bulunmaz

Ateizm: Tanrıtanımazcılık Yunanca’da olum?suzluk bildiren a önekiyle, Tanrı anlamına gelen theosun birleşiminden doğmuş olan ve Tanrı’nın ya da tanrıların varolmadığı inancına dayanan felsefe akımı Evreni yarattığı, evrenin yasalarını koyduğu, evrene bir şekilde müdahale ettiği kabul edilen doğaüstü bir varlık türüne veya Yaratıcıya inanmama

Kuşkucular, maddeciler ve pozitivistler için kullanılan bir terim olan ateizm, teizmin temel iddialarını kabul etmeme, Tanrı ya da tanrılarının varlığını kategorik bir biçimde ve kanıtlar göstererek reddetme tavrına karşılık gelir Ateizm, daha çok, bir Tanrı inancına dayanan teist sistemlere bağlı olarak ortaya çıkmış olan bir akım ya da harekettir Yani ateizm, evreni yaratan ve onun varlığını devam ettiren, özü itibariyle aşkın, fakat sonsuz gücü, bilgisi ve iradesi ile evrende içkin olan teist Tanrı inancına karşı bir tepki olarak doğmuş olan bir düşünce hareketidir

Ateizmin doğuşunda ve gelişiminde, her şeyden önce 1- Evrendeki gerçekliğin madde ve fiziki güçlerden meydana geldiğini, yaşamla bilincin çeşitli formlarının maddenin elementlerinin çeşitli organik formlar şeklindeki bileşiminin sonucu olduğunu öne süren maddecilik ve 2- Tüm düşüncelerimizin, yalnızca duyumlarımızın bir sonucu olduğunu, bundan dolayı duyumsal karşılığı olmayan sonsuz bir Tanrı fikrine hiçbir zaman sahip olamayacağımızı öne süren duyumculuk çok etkili olmuştur Ateizmin doğuşuna, ayrıca 3- Tanrı’nın varoluşunu, doğada bir düzen bu?lunduğu gözleminden ve her düzenin bir düzen vericinin varlığını gerektirdiği öncü?lünden hareketle kanıtlayan düzen kanıtına öldürücü bir darbe indiren ve doğadaki düzenin, Tanrı’nın eseri değil de, doğadaki evrimin bir sonucu olduğunu savunan evrimcilik, ve hepsinden önemlisi, 4- Modern felsefenin özneden hareket eden bakış açısı, varoluşun hakikat ve değerini insanın içinde bulan, insanın öznelliğini varlığın hakikatinin temeli yapan ve Mutlak imkanını ortadan kaldıran içkinlik ilkesi çok büyük bir etki yapmıştır

Ateizm, yukarıda da işaret edildiği üzere, pratik ve teorik ateizm olarak ikiye ayrılır Bunlardan teorik ateizm, Tanrı’nın varoluşunun, Mutlak ya da Mutlak Varlık imkanını tümüyle dışlayan bir düşünce sistemine dayalı olarak yadsınmasından meydana gelmektedir Pratik ateizm ise, kişinin yaşamını Tanrı konusunu hiç gündeme getirmeden sürdür?mesinin ve davranışlarında yalnızca sonlu ve dünyevi değerleri temele almasının sonucu olan ateizmdir Başka bir deyişle, pratik ate?izm, insanın eylemlerinde, Tanrı’yla olan iliş?kisini tümüyle göz ardı etmesinden ya da Tanrı sanki hiç varolmuyormuş gibi yaşama?sından oluşur

Teorik ateizm kendi içinde, olumsuz ve olumlu teorik ateizm olarak ikiye ayrılır Buna göre, olumsuz teorik ateizm belirtik bir biçimde ifade edildiği zaman, Tanrı‘nın varoluşu kategorik olarak ve kesin bir biçimde yadsınır dünya ve insanla ilgili olarak, aşkın bir ilk ilkeyi ya da ölümsüz bir insan ruhunu zorunlu olmaktan çıkartan genel bir kavrayı?şa ulaşılır Buna karşın aynı ateizm örtük bir biçimde ifade edildiği zaman, Tanrı‘nın varoluşu tasdik edilse bile, Tanrı O’nu Tanrı yapan temel, özsel sıfatlarının birinden, varoluşunu imkansız veya anlamsız kılacak şekilde, yoksun bırakılır

Olumlu teorik ateizm ise, aşkın ilk ilkenin gerekliliğini kabul etmekle birlikte, onu, insanın içindeki düşünen öznel öğeyle, insa?nın bilgiyle varlığı, bilgelikle eylemi, özgürlükle zorunluluğu özdeşleştirmesine yol açan cogitoyla değiştirir Söz konusu ateizm, insanın toptan özerkliği ve mutlak özgürlüğünün bir gereği olarak ortaya çıkar Buna göre, insanın Özgür olabilmesi ve ödevleriyle ey?lemlerinden sorumlu tutulabilmesi için, Tanrı’nın varolmaması gerekir Bu ateizm, Tanrı’nın yerini insana verdiği için, aynı zamanda antropolojik ateizm olarak da bilinir

Ateolojik kanıtlar: Tanrı‘nın varoluşu aley?hine, Tanrı’nın varolmadığını kanıtlama iddi?asında olan deliller

Ateistler tarafından ortaya konan bu kanıtlar sınıflandığında, önce teleolojik kanıt veya düzen ve amaç kanıtının zıt benzeri olan kanıt, yani kötülük probleminden yola çıkan delil gelir İlk kez D Hume tarafından Tanrı’nın varolmadığını kanıtlayan bir delil olarak öne sürülen kötülük probleminin çağdaş versiyonu, J L Mackie tarafından ortaya konmuştur Çağdaş versiyonuyla kanıt Tanrı’nın kadiri mutlak olduğu, Tanrı’nın bütünüyle iyi olduğu ve kötülüğün varolduğu önermelerinin tutarsız bir üçlü meydana getirdiğini ifade edip, kötülüğün dünyadaki varoluşunun apaçık bir olgu olmasından Tanrı’nın varolmadığı veya en azından kadiri mutlak veya iyi olmadığı sonucunu çıkartır

Ateolojik kanıtların ikinci kategorisi, ontolojik kanıtın karşıt benzerlerinden oluşur, yani bu kategoriye giren deliller Tanrı’nın varoluşunun dünyadaki apaçık bir olguyla bağdaşmaz olmasından ziyade, Tanrı kavra?mının özü itibariyle çelişik olduğunu öne sürerler Üçüncü kategorideki kanıtlar ahlâk olgusunu ve ahlâklılığın varoluşunu Tanrı’nın varoluşuyla temellendiren ahlâk kanıtının zıt versiyonu olan ahlâki gerekçeler kanıtıdır Nietzsche ve Sartre tarafından öne sürülen bu kanıt ahlaklılığın varoluşunun Tanrı’nın varolmamasını gerektirdiğini öne sürer

Ateolojik kanıtlarda son kategori, teistik argümanların, Tanrı‘nın varoluşuyla ilgili kanıtların hiçbir şekilde tatmin edici olmamasından hareketle ateizmin doğru ve tutarlı tek tavır olduğunu ifade eder

Augustinus, Aziz: 354-430 yılları arasında yaşamış olan ünlü Hıristiyan düşünür Temel eserleri: Civitas Dei [Tanrı Devleti], Confessiones [İtiraflar] Epistolae [Mektuplar]

Teknik düzeyi oldukça yüksek olan bir felsefe sergilemekle birlikte, ‘Anlayabilmek için, inanıyorum’ anlayışıyla felsefeyi dine tabi kılmış olan Augustinus, Hıristiyan dininin temel Öğretilerini temellendirebilmek için, Yeni Platoncu felsefeden ve Platoncu kavramlardan yararlanmıştır İnancı temele alan Augustinus’a göre, aklın görevi, tanrısal vahiy temeli üzerinde, inanç yoluyla bilinen şeylerin açıklanması ve aydınlığa kavuşturulmasıdır

Siyaset Felsefesi: Aşkın, yalnız bireyin değil, fakat bireylerden meydana gelen bir toplumun da itici gücü olduğunu Öne süren filozof, yine aşk öğretisinden hareketle ünlü yeryüzü ya da dünya devleti ve gökyüzü ya da Tanrı devleti ayırımına ulaşmıştır Buna göre, nasıl ki biri iyi ve uygun aşk, diğeri de kötü ve düzensiz aşk olmak üzere, iki tür aşk varsa, bu ayırımın iki ucuna karşılık gelecek şekilde, biri yeryüzü devleti, diğeri de Tanrı devleti olmak üzere, iki devlet anlayışı vardır Augustinus, işte bu çerçeve içinde, Tanrı ‘ya yönelmek yerine maddeye yönelen, Tanrı’dan çok yeryüzünü ve kendisini sevenlerin, ruhları tensel yönlerinin, duyusal isteklerinin hizmetine girmiş olanların bir araya gelerek yeryüzü devletini, buna karşın iyi ve gerçek aşk içinde olup, ruhsal yönlerini temele alarak yaşayan ve Tanrı’yı sevenlerin de gökyüzü devletinde birleştik?lerini söylemiştir

Augustinus bu bakış açısını siyaset felsefesinden başka, insanlık tarihine de uygulamıştır İnsanlık tarihini gökyüzü devletiyle yeryüzü devletinin, başka bir deyişle, insanın bedensel ya da duyusal yanıyla ruhsal ya da tinsel yanının çatışmasının bir tarihi olarak gören Augustinus’a göre, yeryüzü devleti, iblisin ayaklanmasıyla başlayıp, Asur ve Roma imparatorluklarıyla gelişen şeytanın krallığıdır Buna karşın, gökyüzü devleti, Yahudi halkında ortaya çıkan, kendisini Hıristiyanlık inancı ve Kilisenin dogmalarıyla sürdüren İsa’nın krallığıdır O, yeryüzü devletlerinin örneklerini oluşturan Asur ve Roma imparatorluklarının yıkılıp gittiğini, zira bu devletlerin geçici olduğunu, gökyüzü devletinin son çözümlemede zafer kazanacağını söyler Onun gözünde, Hıristiyanlık ve Kilise, gökyüzü devletinin etkisini duyurmaya başladığını gösteren yapı taşlarıdır

Aydınlanma: Avru?pa’da 17 yüzyılın ikinci yarısıyla, 19 yüzyılın ilk çeyreğini kapsayan ve önde gelen birtakım filozofların aklı insan yaşamındaki mutlak yönetici ve yol gösterici yapma ve insan zihniyle bireyin bilincini, bilginin ışığıyla aydınlatma yönündeki çabalarıyla seçkinleşen kültürel dönem, bilimsel keşif ve felsefi eleştiri çağı, felsefi ve toplumsal hareket

Aydınlanma hareketi içinde yer alan düşünürler, düşünce ve ifade özgürlüğü, dini eleştiri, akıl ve bilimin değerine duyulan inanç, sosyal ilerlemeyle bireyciliğe önem verme başta olmak üzere, bir dizi ilerici fikrin gelişimine katkıda bulunmuşlardır öyle ki söz konusu temel ve laik fikirlerin modern toplumların ortaya çıkışında büyük bir rolü olmuştur

Aydınlanma hareketi Bacon, Hobbes ve Locke’un empirizmiyle, ilk olarak İngiltere’de başlamış ve daha sonra J Toland ve M Tindal’ın doğalcılığıyla dinsel bir renk almıştır Aydınlanma Fransa’da, baş?langıçta çok fazla yapıcı olmamış, daha çok geçmişe, siyasi yapı ve dinsel düzene yönelik radikal eleştirilerle gelişmiştir Nitekim, Fransız filozofları felsefelerinin hareket noktasının, saraydaki ahlâki çürümeden ve kralın iktidarının kötüye kullanılmasından aldığını belirtmişlerdir Burada, Descartes’ın ‘açık ve seçik düşünceler’ öğretisi, Spinoza’nın dine karşı takındığı eleştirel tavır, akılcı düşünce, Bayle, Montesquieu, Voltaire ve Rousseau’yu hazırlamıştır Fransızların Aydınlanmaya yaptıkları başka önemli bir katkı da, Ansiklopedinin yayınlanması olmuştur

Almanya’da ise, Aydınlanma hareketi Leibniz tarafından başlatılmış ve burada ‘doğal hukuk’u savunan Grotius ve Thomasius gibi düşünürlerle, ‘doğal din’ düşüncesine katkı yapmış olan Wolff, Lessing ve Herder gibi filozoflar, Peztalozzi ve Francke gibi eğitimciler ve nihayet aklı her alanda ön plana çıkartan Kant gibi büyük düşü?nürler tarafından geliştirilmiştir

Genel olarak değerlendirildiğinde, Aydınlanmayı belirleyen birtakım tavır ya da eğilimden söz edilebilir Bunlar sırasıyla hüma?nizm, deizm veya tateizm, akılcılık, ilerlemecilik, iyimserlik ve evrenselciliktir Bunlardan hümanizm, Aydınlanmada, her şeyden önce dünyanın, sınırları doğa tarafından değil de, ulusal sınırlar tarafından çizilen, insan! bir dünya olduğu, anlamına gelir Dünya Tanrı tarafından yaratılmıştır, fakat o artık insanların elindedir Buna göre, dünya, insanın değerleri, tutkuları, umut ve korkularıyla belirlenen insani bir evrede bulunmaktadır Bu evrede, insanın evrensel olan doğasına büyük bir inanç beslenmiştir Temel duyguların, fikirlerin her yerde aynı olup, ulusal, kültürel ve ırk bakımından olan farklı?lıkların yapay olduğu savunulur Aydınlanma boyunca, bir yandan farklılıklara hoşgörüyle bakılırken, bir yandan da insanın doğası ve gerçek anlamı gün ışığına çıkartılmaya çalışılır ‘İnsani olan hiçbir şey bana yabancı değildir’ sözü, Aydınlanmanın en önde gelen sloganlarından biridir

Aydınlanmada hümanizmi tamamlayan tavır ise ateizm veya deizmdir Başka bir deyişle, Aydınlanmanın hemen tüm düşünürleri çoğunluk ateist ya da deist idiler Hıristiyanlıktan nefret eden bu düşünürler, batıl inançlarla, bağnazlık ve dini insanlığın ilerlemesi önündeki en büyük engel olarak görmüşlerdir İnanç ve dine karşı çıkarken akıl ve bilime sarılan Aydınlanma düşüncesi, Tanrı’nın evrene müdahalesine kesinlikle karşı çıkmış ve bilimin gerektirdiği kendi içinde kapalı ve düzenli bir sistem olarak evren görüşünü be?nimserken, Tanrı’yı en iyi durumda bir seyirci durumuna indirgemiştir

Akılcılık ise, Aydınlanmada insanın rasyonelliğine, doğuştan getirdiği aklına inançla belirlenir Buna göre, akıl insana matemati?ğin en soyut, en karmaşık doğrularını anlama ve öğrendiği bu doğruları evrene uygulama olanağı vermiştir Aklı yine insana, iyi planlanmış gözlem ve deneylere dayanarak, doğayla ilgili sorular sorup yanıtlama imkanı sağlamıştır Bununla birlikte, akla ve insanın rasyonelliğine duyulan inanç, doğa bilimleri ve matematik alanındaki başarılarla sınırlanmış değildir Bu çerçeve içinde, bütün bir toplumun, insan doğasına ve hümanizmin değerlerine göre, aklın ışığında yeniden düzenlenmesi gerektiği inancı, Aydınlanmanın en önemli inançlarından bir başkasıdır Bu dönemde din bile, aklın süzgecinden geçirilir ve dinin kendisinden çok, akıl yoluyla temellendirilemeyen batıl inançlara saldırılır

Aydınlanmanın akılcılığını tamamlayan şey, sınırsız iyimserlik olmuştur Bu iyimserliğin temelinde ise, evrenin tüm yönleri ve her ayrıntısıyla rasyonel olduğu inancı bulunmaktadır Fiziki evren rasyonel olduğuna göre, onda bir düzen vardır ve bu düzeni belirleyen şey de, belli sayıdaki rasyonel ilkelerdir İnsan varlığı akıllı bir varlık olduğundan, ya da insan zihninin kendisi de rasyonel olduğundan, o bu ilkeleri keşfetme ve evrendeki düzeni anlayabilme kapasitesine sahip bir varlıktır Öte yandan, insan iradesini belirleyen öğe de akıl olduğu için, insan evrenin yapısına ve düzenine ilişkin bilgisine dayanarak eylemek durumundadır Bundan dolayı, insan varlığı yalnızca kendisini değil, içinde yaşadığı toplumsal düzeni de geliştirip yetkinleştirebilir

Bu bağlamda, Aydınlanmaya damgasını vuran bir diğer özellik, insan doğasının evrenselliğine duyulan inançtan başka bir şey değildir Buna göre, herkes aynı akla sahip olduğundan, herkes aynı rasyonelliği sergilediğinden, uygun bir eğitim sürecinden geçmiş olan herkes aynı doğru sonuçlara ulaşmak durumundadır

Aydınlanmanın sonuncu ve en belirleyici yönü, ilerlemeciliktir Aydınlanma hareketi içinde yer alan düşünürlere göre, Avrupa, bütün bir Ortaçağ boyunca süren bir batıl itikatlar ve bağnazlık dönemini geride bırakmıştır Bu bağnazlığın yıkılışında, din karşısında kesin bir zafer kazanan bilimin etkisi büyük olmuştur Modern bilim, evrenin tüm farklı görünüşlere rağmen, temelde çok büyük, fakat oldukça basit ve düzenli bir mekanizma olduğunu ortaya çıkarmıştır Bu düzenli evrenin bir parçası olan insanın olup, insanla içinde yaşadığı toplum bu bilgi ışığında sonsuzca geliştirebilir İnsanın refahı açısından büyük bir ilerleme kaydedilmiş olduğuna göre sınırsız ve sürekli bir ilerlemeyi engelleyecek hiçbir şey yoktur

Avrupa’da 18 yüzyılda ortaya çıkan felsefi ve toplumsal bir hareket olan Aydınlanma, 19 ve 20 yüzyıllarda zaman zaman yoğun bir biçimde eleştirilmiştir Örneğin, 19 yüzyılda, Romantikler Aydınlanmanın aklının ruhsuz olduğunu söylerken, muhafazakarlar onu çok radikal bulmuşlardır Yine Aydınlanma, doğa bilimlerini örnek alan bir bilgi ve akılcılık anlayışı geliştirdiği için eleştiriye uğramıştır Aynı çerçeve içinde, Aydınlanma akılcılığına, geleneksel ahlâk ve dinin hakikatlerine karşı düşmanca bir tavır aldığı için karşı çıkılmıştır Nihayet, yüzyılı?mızda Aydınlanma hareketi, bireysel ve kültürel farklılıkları göz ardı ettiği için eleştirilmiştir

Aydınlanmanın çöküşü: Batı kültüründe, onsekizinci yüzyıla damgasını vuran Aydınlanmanın temel öğeleri olan hümanizmin, iyimserliğin, insanın sınırsızca yetkinleşebileceğine duyulan inancın, bilim ve teknoloji yoluyla ilerleme ülküsünün, akılcılık ve evrenselciliğin, yaşanan toplumsal ve ekonomik koşullara bağlı olarak, önemli ölçüde erozyona uğraması sonucunda, 19 yüzyılda ortaya çıkan Aydınlanma karşıtı tavır için kullanılan genel deyim

Buna göre, öncelikle bilimin, maddi ve fiziki koşullarda sınırsız bir gelişmeye yol açacağı umulan bir süreç olarak, teknoloji alanındaki uygulaması, Avrupa’da kentleşmeyi ve kentlerde yoksul gecekondu semtlerinin doğuşunu hızlandırmıştır İşte bu varoşlarda yaşayan işçilerin, yaşam koşulları açısından, feodal dönemin yoksul köylülerinin çok daha gerisinde kaldıkları görülmüştür Yine, yeni bir takıl ve demokratik özgürlük çağını başlatacağına inanılan Fransız Devrimi terörün egemenliğiyle son bulmuş ve devrimi mutlakiyetçi yönetimler izlemiştir

Öte yandan, ondokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan insan tipi Aydınlanmanın insan modelinden oldukça farklı olmuştur Buna göre, Aydınlanmanın akıl tarafından yönetilen, kendine güvenli, dışa dönük insan tipi yerine, ondokuzuncu yüzyılda daha çok duyguları tarafından yönlendirilen tedirgin, yabancılaşmış ve içedönük bir insan ortaya çıkmıştır Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar adlı eserinde tasvir ettiği bu insan tipi, evreni anlayan, dünya vatandaşı olmayı seçmiş bir insandan çok, kendisini anlamakta bir büyük zorlukları olan, değil dünyayla, salt kendisiyle bile barışamamış, kötümser bir insandır

Azgelişmişlik: Birçok Üçüncü Dünya toplumuna ya da daha doğrusu gelişmiş Batı ülkelerinden olmayan toplumlara özgü yoksulluk ve ekonomik bakımdan gelişememe, iktisaden durgunluk içinde olma hali

Özellikle Marksist teoriyle Bağımlılık kuramına göre, merkezin periferisinde kalan bu ülkeler, istenen gelişme düzeyine, ağır bir sömürüye maruz kaldıkları için erişememektedirler

Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefe Sözlüğü

Eski 07-22-2012   #3
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefe Sözlüğü



B

Bacon, Francis: 1561 -1626 yılları arasında yaşamış olalı; İngiliz empirizminin öncüsü ünlü İngiliz filozofu Bacon’un temel eserleri The Advancement of Knowledge [Bilginin İlerlemesi], Novum Organum Scientarium [Yeni Organonl ve The New Atlantis [Yeni Atlantis]’dir

Kendisiyle başlayan, Locke ve Hume’la devam edip, J S Mill ve B Russell’a dek uzanan İngiliz empirist geleneğinin ilk büyük filozofu olan Bacon’un bakış açısı temelde somut, pratik ve yararcı öğelerle belirlenmiştir Düşüncesi genelde ileriye dönük olup, insanın geleneksel teorilerin ve yöntemlerin yanılsamalarından kurtulduğu takdirde büyük bir hızla ilerleyeceğine olan inancından ivme kazanmaktadır Eserlerinin başlıklarında ve kitaplarının bölüm başlıkla?rında sık sık geçen yeni sözcüğü, Bacon’un Aristotelesçi felsefeye ve Skolastik mantığa karşı çıkışını gözler önüne serer

Buna göre, en büyük tutkusu, insani bilgiyi bilimsel araştırma için vazgeçilmez bir öneme haiz sistematik bir metodoloji üzerinde yeni baştan temellendirmek olan Bacon yeni meto?dolojisiyle ün kazanmıştır Bacon’un metodolojisinin önemli bir bölümü, onun bilimsel ilerlemeyi toplumsal bir etkinlik olarak görmesi nedeniyle kurumsal olmak durumundadır Dahası, onun yeni metodolojisi modern araçsal akılcılığı kusursuz bir biçimde cisimleştiren deneysel bir metodolojidir Modern bilimin daha ilk baştan itibaren sergilediği başarıların bir sonucu olan empirizmin savunuculuğunu yapmış olan Bacon, modern insanın doğaya, onu yeni teknolojinin icadına götürecek deneysel kontrol yoluyla müdahale etmesi, onu dönüştürmesi ve insani amaçların hizmetine koşması gerektiğini savunmuştur

Bacon’un teoloji konusuna girdiği zaman seçtiği sözcükler bazen Thomas Hobbes ya da David Hume’un daha sonraki alaycı tavrını çağrıştırmakla birlikte, o Hıristiyanlığın öğretilerini özü itibariyle doğru olan öğretiler olarak görmüştür Skolastik anlayışa karşı olan ciddi polemiğinde, vahiy ve aklın birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılması gerektiğini savunan Bacon, bu ayrım gerçekleştirildiği takdirde, ve aklın gereği gibi ve sistematik bir biçimde kullanılması durumunda, insan yaşamını daha iyi yönünde hızla dönüştürecek olan bilimsel bilgiye ulaşmanın kolaylaşacağını savunmuştur

Francis Bacon bu anlamda bilgiyi güce eşitlemiştir Ona göre, bilim bir ilerleme, bir gelişme sürecidir Tarih boyunca dini, siyasi ve düşünsel nedenlerle kendisine gerekli önem verilmemiş olan bilimin insanları aydınlatma ve yönlendirme işlevini ön plana çıkarmak gerekmektedir Bilim, Bacon’a göre, sözcüklerle oynamak yerine, doğanın kendi özünü kavramaya yönelmelidir Doğaya egemen olmanın ilk koşulu, onu kendi bütünlüğü içinde bilmek, onu yöneten genel yasaları kavramaktır Bu yasaları kavramanın tek yolu ise, zihindeki önyargıları temizleyip, tümevarım yöntemini uygulamaktır

Fizikten ereksel nedenleri atan Bacon’a göre, Demokritos’un felsefesi, bu anlamda Flaton ve Aristoteles’in felsefesinden daha doğru ve sağlam bir felsefedir Metafiziğin varlık olmak bakımından varlığa ilişkin bir araştırma olmadığı gibi, hareket etmeyen hareket ettiriciyi konu alan bir araştırma da olmadığını söyleyen filozofa göre, metafizik maddi dünyanın formlarına, ilke ya da yasalarına ilişkin bir araştırmadır Söz konusu araş?tırmanın teorik değil de, pratik amaçlı bir araştırma olduğunu öne süren Bacon, maddeci ve mekanist bir bakış açısının savunuculuğunu yapmıştır O, her şeyin mekanik nedenlerin bir sonucu olarak ve yasalı bir biçimde ortaya çıktığını söylerken, aynı zamanda doğalcı bir bakış açısı sergileyip Pozitivizme yaklaşmıştır

Bağımlılık: Üçüncü dünya ülkelerinin yeterli ve arzulanan ekonomik kalkınma ve gelişme düzeyine erişememelerini, ileri kapitalist dün-yaya bağlayan yaklaşımBuna göre, Marksist görüş veya sosyoloji, bağımlılığı yoksul ve azgelişmiş ülkelerle, zengin ve gelişmiş ülkeler arasında söz konusu olan bir ilişki olarak tanımlayıp, yoksul ülke ve bölgelerin azgelişmişliğini, zengin ülkelerdeki kapitalist gelişmenin eseri ya da ürünü olarak açıklar Çevrenin ya da söz konusu az gelişmiş ülkelerin metropoliten merkez ya da gelişmiş ülkeler tarafından sömürüldüğünü öne süren görüş, Avrupa ve Kuzey Amerika’daki kapitalist büyüme sürecinin Latin Amerika, Asya ve Afrika’daki ülkeleri yoksullaştırdığını ve devam eden büyümenin az gelişmiş bölgelerde daha fazla yoksulluk yaratacağını söyler

İşte bu çerçeve içinde, uluslararası ticaret ve ekonomik gelişmenin; Adam Smith’e kadar geri götürülebilecek olan “bırakınız yapsınlar” modeline eleştirel bir tepki olarak gelişen ve Batı’nın endüstri toplumlarının ekonomik gelişmesinin üçüncü dünyanın azgelişmiş, denizaşırı ülkelerinden elde edilen ekonomik artı değere bağlı olduğunu öne süren kurama bağımlılık teorisi adı verilir Özellikle Latin Amerika’da, 1960 ve 70’li yıllarda ortaya çıkan teori ya da yaklaşımın en önemli temsilcileri P Baran ve A G Frank olmuştur Bağımsızlık teorisi, aynı zamanda azgelişmiş ülkelerin ileri kapitalist ülkelere erişebileceğine inanan modernleşme teorilerinin iyimser iddialarına karşı bir teori olmak durumundadır

Bağımsız: Siyaset felsefesinde başka bir ülkenin veya ülkelerin yönetimi veya denetimi altında olmayan ülke; işlerini başka bir devlet organına bağlı kalmadan yürüten devlet organını niteler

Bağnazlık: Çoğunluk, dini ve siyasi alanda, belli bir inanç, kanaat ya da ideolojiye tutkuyla bağlanma durumu Kişiyi, bilgisizliğin, eğitimsizliğin, güçsüzlük, doyumsuzluk ve hoşgörüsüzlüğün bir sonucu olarak, belli bir fikir inanç, ya da ideolojiye körü körüne bağlanmaya iten tutku

Bakunin, Mihail Alexandroviç: 1814-1876 yılları arasında yaşamış olan Rus ihtilâlcisi ve anarşizm olarak bilinen siyasi hareketin kurucusu

En temel amacı, siyasi iktidar ve ekonomik gücün ademî merkezileşmesi ve devlet gücünün yıkılması olan Bakunin, yaşamın kaçınılmaz bir yanılgılar dizisinden, bir vicdan azabı yığınından başka bir şey olmadığını savunan Bakunin, bir Tanrı icadı olan devletin insanı ezen en önemli güç, ezilen kitlelerin bilincinin kötü bir eseri olan dinin kollektif bir delilik, ve kilisenin de, çatısı altında ezilen kitlelerin günlük dertlerini unutmaya çalıştıkları kutsal bir taverna olduğunu öne sürmüştür

Bakunin, demek ki her şeyden önce, çok da tutarlı addedilemeyecek olan anarşizmiyle ün kazanmıştır Buna göre, o politik iktidarın, bu ister burjuvazinin ya da ister proletaryanın iktidarı olsun, kaçınılmaz olarak baskıcı olduğunu, ve dolayısıyla da hakiki özgürlüğün ancak statükonun yıkılmasından sonra mümkün olacağını iddia eden Bakunin bunun yolunun politik şiddetten ve ihtilalden geçtiğini söyler Yıkma dürtüsünün aynı za?manda yaratıcı bir dürtü, yıkmanın sosyal değişim ve dönüşüm için zaruri bir unsur olduğunu savunan Bakunin, şu halde, ihtilalin negatif bir güç olmasına rağmen, bir bütün olarak gerçekleştiği zaman, diyalektik bir mucizeyle birdenbire olumlu hale geldiğini söylemiştir 0 söz konusu olumsuz-olumlu diyalektiğinde, buna göre, “ateş”i ihtilalci eylemin zaruri bir diyalektik bileşeni olarak görmüş ve keskin eleştirisini sadece, statükoyu, varolan düzeni korumayı amaçlayan muhafazakâr teşebbüslere değil, fakat aynı anda hem Hegel’in olumluyla olumsuzu bir araya getirip birbiriyle bağdaştırma teşebbüslerine ve hem de olumsuz olana olumlu olan içinde mütevazı ve zararsız bir yer bulma liberal ça?balarına da yöneltmiştir

Bilimciliği, materyalizm ve ateizmi, 1860’lı yıllardan itibaren koyulaşan Bakunin, genel eleştirel tavrını kapsam bakımından genişleterek devam ettirmiş ve bu arada bilimsel elit ve kurumların politik ve sosyal rolünü keskin bir eleştiriyle sorgulamaya kalkmıştır Ona göre, bireysel yaşamın somut ve tikel olduğu yerde, soyut ve genel olan bilim, bütün somutluğu içinde zaten göz ardı ettiği hayatı kavrayabilmeye muktedir değildir Bu ise, şimdiye kadar devlet ve dine başkaldıran Bakunin’in artık hayatın bilime, bilim yoluyla yönetilmeye karşı olan başkaldırısına öncülük ettiği anlamına gelir ve onun Marx’ın devletçiliği ve teknisizmine yönelik sert eleştirisiyle irtibatlandırılabilir

Başkalık: Postyapısalcı düşüncede veya söylemde “öteki” terimiyle değişimli olarak kullanılan terim

Örneğin, Michel Foucault’nun düşünce ve eserlerinde “başkaları”, iktidar konumundan dışlanmış ve hakim liberal, hümanist özne görüşünde kurban edilmiş olanlardan meydana gelir Bu bağlamda, “başkaları” homoseksüeller, kadınlar, akıl hastaları, beyaz olmayanlar ve mahkumlardır Postyapısalcılarla postmodernistler bu insanların, gerek bireysel ve gerekse kollektif olarak Batı toplumunun ancak sınırlarında varolduğunu düşünürler

Batılılaşma: Dünya tarihinin son iki yüzyılda ortaya çıkmış olan endüstri evresinde, Batı uygarlığı dışında kalan uygarlık ya da devletlerin, Batı‘yı son dönemde belirleyen, onu Batı yapan fikir ve teknikleri benimseme yaklaşım ya da hareketlerine verilen ad

Buna göre, Batı uygarlığı onbeş ve onaltıncı yüzyıllarda bir Rönesans ve Reform hareketi yaşamış, bunu onyedinci yüzyılda bi?limsel devrim ve onsekizinci yüzyılda da Aydınlanma hareketi izlemiştir Öyle ki, bu üç yüzyıllık tarih en somut meyvasını 1789 Fransız Devrimiyle, 1780’lerde İngiltere’de başlayıp tüm Avrupa’ya yayılan Endüstri Devrimi’nde vermiş ve ondokuzuncu yüzyıl, Batı açısından bir ilerleme ve özgürlük çağı olmuştur

Bu bağlamda, yalnız Batı’yı değil, tüm dünyayı derinden etkileyen bu iki büyük devrimden özellikle Endüstri Devrimi, kimi Batılı devletlere tarihte daha önce bir eşi daha görülmemiş olan bir refah ve güç sağlarken, Batı’yla, coğrafi veya kültürel bakımdan Batılı olmayan devletler arasında maddi ve teknolojik açıdan büyük bir uçuruma yol açmıştır İşte Batılı olmayan devletlerin bu uçurumu kapatabilmek için sergiledikleri modernleşme, Batı’yı özellikle son iki yüzyılda Batı yapan değerleri, fikir ve teknikleri benimseyip alma hareketlerine batılılaşma adı verilmektedir

Bununla birlikte, Batı’nın teknolojik ve maddi üstünlüğünün, aynı zamanda kültürel ve ahlâki bir üstünlük anlamına gelmediği gibi, modern Batıyı belirleyen fikir ve teknikleri alma şeklinde tanımladığımız batılılaşmanın, geleneksel Batı uygarlığını bir bütün olarak kabul edilmesini asla gerektirmediği de unutulmamalıdır Fakat bir yandan da batılılaşmanın yalnızca teknolojik bir devrimden başka, toplumsal bir devrimi de içerdiği akıldan çıkarılmamalıdır

Bu bağlamda Batılılaşma hareketinin temelinde bulunan bakış açısına; geleneksel inanç, yerleşik düşünce ve kurumlardan yaz-geçip, hakim uygarlık olarak görülen Batı‘nın düşünce, kurum ve değerlerini benimseyip yerleştirme mücadelesi içinde olma tavrına batıcılık adı verilir

Batı Marksizmi: Avrupa’da 20 yüzyılda, Marksizmi özü itibariyle doğru bir öğreti olarak görmekle birlikte, ondaki pozitivist, determinist unsurlardan rahatsızlık duyan ve Komünist Partisinin resmi öğretisi haline gelen Ortodoks Marksizmden ayrılan kimselerin geliştirdikleri farklı Marksizm anlayışı

Batı Marksizmi içine siyasi olarak Karl Kautsky ve Antonio Gramsci gibi lider ya da eylemciler girer Felsefi olarak ise, Batı Marksizmi içinde, Althusser, Sartre ve hepsinden önemlisi Frankfurt Okulu düşünürleri yer alır Daha doğru bir deyişle, Batı Marksizminin ilk kuşağında Georg Lukâcs, Karl Korsch, Joseph Revai, ikinci kuşağında ise Karl Manheim, Herbert Marcuse, Lucien Goldmann ve Louis Althusser gibi düşünürler bulunur

Batı Marksizmi Ortodoks Marksizmden Engels’i değil de, genç Hegelci Marx’ı temele almak ve materyalizmden çok diyalektik konusuna yönelmek bakımından farklılık gösterir Buna göre, diyalektiği Marksist öğretinin bizzat kendisine uygulayan bu anlayış, mutlak bilgiden vazgeçmiş, her tür bilginin kısmi ve göreli karakterini gözler önüne sermiştir Bilgimizle kültür tarihini meydana getiren tüm diğer dünya görüşleri arasındaki ilişkinin diyalektik bir ilişki olduğunu savunan Batı Marksizmine göre, hiçbir dünya görüşü tümüyle doğru veya tümüyle yanlış olamaz Tarihsel maddeciliği bu çerçeve içinde kendi ilkelerine göre eleştiren Batılı Marksist düşünürler, Marksist öğretinin bir dogma olmaktan çıkması konusunda önemli katkılar yapmışlardır

Bauer Bruno: 1809-1882 yılları arasında yaşamış olan teolog ve toplum filozofu

Sol Hegelcilerin liderliğini Yapmış olan düşünür öncelikle teoloji alanında çalışmış ve Yeni Ahit üzerine olan araştırmalarının ardından metnin tarihsel temellerinin hayli kuşkulu olduğu sonucuna varmıştır O da tıpkı Ludwig Feuerbach gibi, dinin yabancılaşmış insan bilinci olarak tanımlanması gerektiğini söylemiştir Geleneksel Hıristiyan öğretilere yönelik eleştirel analizi nedeniyle Üniversitedeki işinden koyulan Bauer, kilise ili devletin birbiriyle bağdaşmaz olduğunu, bütünüyle Hegelci bir tarzda öne sürmüştür Çünkü kilisenin özü itibariyle baskıcı olduğu yerde, hakiki devlet özgürlüğün bütünüyle hayata geçirildiği bir yeri tanımlar

O, din felsefesi alanındaki çalışmalarından sonra, toplum felsefesiyle meşgul olmuş ve bu bağlamda yerleşik burjuva düzenine olduğu kadar, ihtilalci programlara da şiddetle karşı çıkmıştır Ona göre, özel sınıf çıkarları kaçınılmaz olarak tek yanlı olup, kitleler de daha ziyade ölü maddeye benzer Bauer’in gözünde, ölüyü diriltecek, sınıf ideolojilerindeki yanlış kabul ve kavrayışları ayıklayarak, tek yanlılığı ve körlüğü ortadan kaldıracak, insan bilincinde bütünüyle özgürleştirici bir mahiyet taşıyan temelli değişmeyi başlatacak olan biricik şey eleştiridir

O, en ince ayrıntısına kadar dikkatle oluşturulmuş hiçbir programın kurumsallaştıramayacağı dönüşümü tarihin kendi mantığıyla hayata geçirdiğini, eleştirinin bugün düşüncede yıktığını, tarihin yarın gerçek hayatta yerle bir edeceğini söyler Bu görüşlerini dünyanın egonun bir yansıtım olduğunu dile getiren bir tür bilinç felsefesiyle temellendirmeyi deneyen Bauer, sosyal koşulların insanlarını kafalarını değiştirmek suretiyle değiştirebileceğini düşündüğü ve bilincin köklerine inemeyen ihtilalci programların boş ve zararlı olduğunu savunduğu için, Marx tarafından idealist-teolojik terör yaratmakla suçlanmıştır

Bauvoir, Simone de: 1908-1986 arasında yaşamış, başta Le Dewuxieme Sexe [İkinci Cins] adlı kitabı olmak üzere, denemeleri, kısa öyküleri otobiyografik yazıları ve romanları yüzyılımızda feminist düşüncenin gelişiminde önemli bir başlangıç noktası oluşturmuş olan çağdaş Fransız kadın düşünür

Hemen hemen bütün yaşamı boyunca birlikte olduğu Sartre’ın etkisi dolayısıyla, düşünceleri varoluşçu bir çerçeve içinde ve belli bir özgürlük kavramı üzerinde oldukça bireyselci bir temele dayanan Beauvoir’a göre, özgürlük asla ve asla insana Tanrı tarafından verilmiş bir şey değildir Tam tersine, özgürlük, insanın uğruna hergün yeniden savaşmak zorunda olduğu bir imkan, onun kendisini sürekli olarak yeniden yaratması için bir fırsattır Özgürlüğü başlangıçta olabildiğince bireyselci bir açıdan yorumlayan ve bu bağlamda ötekilerini, insanın kendi planına göre eylemesinden başka hiçbir şey olmayan özgürlüğün önündeki bir engel olarak gören Beauvoir, savaş deneyimlerinin ardından ötekinin özgürlüğünü insan için bir tehdit olarak değil, fakat kişinin kendi özgürlüğünü gerçekleştirmesinin zorunlu bir koşulu olarak değerlendirmeye başlamıştır Buradan hiç kuşku yok ki, her insanın başka insanların özgürlüğü için kaygılanmak gibi ahlâkî bir ödevi olduğu sonucundan başka, kadının top?lumsal durumu ve onun erkek cinsiyle olan ilişkileri bağlamında önemli sonuçlar çıkar

Özgürlüğün temel koşulu eylem, kişinin kendi plânlarına göre eylemesi, gelecek için amaçlar saptayarak, bunu şimdide dışlaştırması ise eğer, Beauvoir’a göre bu, geleneksel kadın rol ü içinde gerçekleşmemektedir Bundan dolayı, onun gözünde kadın özerk değil, görelidir Başka bir deyişle, kadınların kendilerini erkek olmadan düşünemediklerini ve düşünülmediklerini öne süren Beauvoir’a göre, erkeğin özne ve mutlak olduğu yerde, kadın yalnızca erkeğin eksik ötekisidir Öteki de, kendi bağımsız özüne sahip bir şey olarak görülemez

O, eskiden beri varolan bu durumu, kadının biyolojik analık göreviyle geride tutulmasına, erkeğin dışarıya gitmesine ve kendisini ‘homo faber’ olarak gerçekleştirmesine izin verilirken, onun içsel olanın bekçisi yapılmasına bağlar Beauvoir, erkeğin egemenliğinin, sıklıkla iddia edildiği üzere, onun bedensel gücünün bir sonucu olmaktan ziyade, eylemde bulunan özne olmasının bir sonucu olduğunu düşünür Fakat erkek, sadece ve sadece eylem yapmayan nesne sayesinde, ve kadına göre, başka bir deyişle, dışlaşma ve içselleşme ilişkisinden dolayı, ve kendisinin ötekisine göre böyle olabilir Beauvoir’a göre, kadınların verilmiş olan bu durumu kabul etmemeleri gerekir Zira ona göre, kadına toplumsal örf, adet ve kurumlar tarafından yüklenen bu ikindi rol, biyolojik, ekonomik ve psikolojik yazgının yüklediği bir rol değildir Yani, Beauvoir dünyaya kadın gelinmediğini, ama kadın olunduğunu söylemektedir

Bektaşilik: Hacı Bektaş Veli’nin (1209-1271) düşünceleri çevresinde oluşan tarikat Senkretist bir yapı arzeden Bektaşiliğin temel özellikleri arasında, en başta dört kapı ve dört inanç tasavvuru gelir Bunlardan dört kapı, şeriat (İslamın ve Ehli Beyt’in yoluna uymak) tarikat (şeyhe bağlanmak), hakikat (Tanrı’yı tanıma yolu) ve marifet (Tanrı bilgi -sine götüren yol) kapıları, dört inanç ise ibadet, niyaz, adak ve vuslat’tır Bektaşilikte ayrıca Tevella (Ebu Beyti ve 12 imam) sevmek) ve Teberra (Yezid ve diğer Ebu Beyt düşmanlarına yüz çevirmek) da önem taşır

Bektaşilik, şamanlıktan izler taşıması, ayrımcılık yapmaması, Anadolu halkının dilini kullanması, açık ilkelerden ziyade, her düşünce ve inançta olan insanların kendilerine göre anlamlar çıkarabileceği üstü kapalı inançlar geliştirmesi nedeniyle Anadolu’nun her yerinde hızla yayılmış bir inanç ve öğreti bütünüdür

Benjamin, Walter: 1892-1940 yılları arasında yaşamış olan Alman düşünür Yirminci yüzyılın en önemli Marksist estetikçilerinden ve kültür yorumcularından biri olarak görülen ve bir sosyal üretim formu olarak sanatın önemini farkeden ilk kişi olduğu düşünülen Benjamin’in temel ve en ünlü eseri “Mekanik Röprodüksiyon Çağında Sanat Eseri” adlı denemesidir

Sanatsal üretimin maddi boyut veya yönlerine dair analizi, Benjamin’in çağdaş düşünceye en önemli katkısını oluşturur Yeni kültürel koşulların yeni sanat türlerini veya formlarını talep ettiği teziyle Frankfurt Okulu’nun görüşlerine çok yaklaşan Benjamin Adorno ve Horkheimer tarafından kültürle ilgili analizlerinin yeterince diyalektik olmadığı gerekçesiyle eleştirilmiştir

Yöntemi içkin eleştiri, yani teorik ilkelerin, dışarıdan getirilmek yerine, incelenen eserden çıkartılması gerektiğini dile getiren yaklaşımı uygulayan Benjamin’de gelenekle moderniteyi birbirine bağlayan şey yeniden üretim kavramıdır Ona göre, modern dünyada olup biten şey, edebî veya sanatsal değerle ilgili algılarımızın değişmiş, yüksek sanatla aşağı sanat arasındaki ayırımımızın aşınmış olmasıdır

Politik, teolojik ve felsefi amaçlara hizmet eden sanatın bir sosyal üretim türü olarak görülmesi gerektiğini söyleyen Benjamin, önemli olanın sanatın ait olduğu zamanın üretim ilişkileri açısından nerede durduğu değil, fakat bu ilişkiler içinde nerede durduğudur Ona göre, 20 yüzyılda sanat alanındaki en önemli gelişme ve problem, geleneğin çözülmesi ve buna bağlı olarak yok olup gitmesiyle birlikte, sanatın yepyeni biçim ve işlevler kazanmış olmasıdır Başka bir deyişle, mekanizasyon ve kitlesel üretimin kültür alanına da yayılışındaki ilerici potansiyeli gören Benjamin, öncelikle kültürel eserlerin veya sanat yapıtlarının mekanik olarak çoğaltılabilirliğinin, yüksek kültürün eserlerinin büyülü, ve kutsal kalesini, onları ritüel ve gelenekten koparmak suretiyle, yok ettiğini öne sürer O söz konusu gelişmeyi, şeylerin evrensel eşitliği düşüncesini benimseyen kitlelerin çağdaş yaşamda giderek artan önemleriyle birleştirir ve bunu potansiyel olarak ilerici bir şey olarak değerlendirir

Diğer bir deyişle, teknolojik alandaki büyük gelişmenin, sanat ve kültür için yepyeni imkanlar sağladığını iddia eden Benjamin, fotoğraf ve sinema benzeri sanatların kaydettiği gelişmenin, kitlelerin katılımına açık, onların yararına olan bir sanatı mümkün hale getirdiğini söyler Ona göre, sanatın mekanik olarak çoğaltılabilirliği, kitlelerin sanata karşı olan tutumlarını değiştirir Bir Picasso tablosuna karşı takınılan genci tavır, bir Chaplin filmine karşı ilerici bir tepkiye dönüşür

Sanatın toplum için olduğunda ısrar eden düşünür, ritüel ve propagandanın 1930’lar Almanya’sındaki rolüne gönderme yaparak, sanatın özerkliği veya sanat için sanat üzerindeki ısrarın estetiğin faşizm tarafından politik hayata sokulmasıyla tamamlandığını öne sürer Bununla birlikte, Benjamin’e göre, geleneğin ve geçmiş kültürün özgürleştirici yönlerini de unutmamak lazım gelir Nitekim, o bir yandan da, kapitalizmle birlikte yok olup giden geçmişin kurtarılmasını amaçlayan tarihsel maddeciliğin savunuculuğunu yapmaktan hiç geri durmamıştır

Bentham, Jeremy: 1748-1832 yılları arasında yaşamış olan, yararcılığın kurucusu İngiliz filozofu Temel eserleri: An Introduction to the Principles of Morals and Legislation [Ahlâk ve Yasamanın İlkelerine Giriş] Deontology [Deontoloji] ve Science of Morality [Ahlâk Bilimi]; A Fragment on Government [İdare Üzenine Bir Çalışma], The Rationale of Reward (Ödülün Mantığı)

Siyaset felsefesi: Siyaset felsefesini etik görüşüne dayandırmak isteyen Bentham, diğer bir deyişle kişinin kendisine dönük hazlarla, dışa dönük hazlar arasında bir ayırım yapmıştır Bunlardan binincileri salt hazla ve kişinin kendi mutluluğuyla ilgili iken, ikincileri bir iyilik ifadesi olup, başkalarının mutluluğuyla ilişkilidir Bireysel mutlulukla en yüksek sayıda insanın mutluluğunun bir ve aynı olmadığının fazlasıyla farkında olan Bentham, bencillikle toplumun iyiliği veya en yüksek sayıda insanın mutluluğu arasındaki uçurumun aşılabilmesi için, iki araçtan faydalanmaya çalışmıştır

Bu araçlardan birincisi, eğitimdir Ona göre, insanlar eğitim sayesinde zihinsel melekelerin ve yeterliliklerini arttırır, kendile?rini tam olarak gerçekleştirebilmenin yollarını öğrenir ve böylelikle de, bir kişinin akılcı yollarla elde ettiği mutluluğun başkalarına yönelik sevgi ve hayırseverliği, ötekinin iyiliğini kapsadığını anlayabilirler

Bentham’da bireyin kendisine dönük ilgiyi toplumsal bir ilgiyle tamamlamanın ikinci yolu kurumsal bir çerçeve yaratmak geçer Ona göre, insan bencil çıkar ve zorlamaları bu sayede ve kurumsal bir çerçeve içinde, top?lum için yararlı amaçlara dönüştürebilir Liberalizmin en önemli teorisyenlerinden biri olan Bentham, siyaset felsefesinde, yine güçlü bir halk egemenliğinin savunuculuğunu yapmış ve söz konusu egemenliğin tek meclisli yasama organıyla temsilini istemiştir 0, denetim ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin tam çalışan bir demokrasiyi önlemek üzere hazırlanmış aygıtlar olarak değerlendirirken, din konusunda kuşkucu bir tavır takınmıştır Benthama göre, din ilerlemeyi engelleyen özellikle de entellektüel ilerlemeye set çeken bir kurumdur Da?hası, o dinin inanmayanlara karşı düşmanlık uyandırmak ve bir kast sınıfı yaratıp beslemek suretiyle, topluma sadece sıkıntı verdiğini düşünür İhtiyaç duyulan şey, dini hoşgörüdür ve bunu sağlayacak tek şey de, bilinemezci bir kuşkuculuktur Öte yandan, dine çoğunluk yararcı bir açıdan bakan Bentham, onun yararsız olduğunu söylemekten de çekinmemiştir

Berkeley, George: 1685-1753 yılları arasında yaşamış olan, ve dünyada yalnızca zihin ya da ruhların ve bu ruhların idelerinin varolduğunu, buna karşılık maddenin varolmadığını öne süren; yani modern idealizmin en önde gelen savunucusu, hatta kurucusu olan İngiliz düşünür Eserleri: The Principles of Human Knowledge [İnsan Bilgisinin İlkeleri] ve Three Dialagues Between Hylas and Philonous [Hylas ile Philonous arasında üç Konuşma]

Temeller: Maddesizci hipotez olarak ta?nımladığı temel görüşüyle, cansız, atıl maddi tözün varoluşunu yadsıyan Berkeley, bir şeyin var olmak için ya algılanmasını, ya da algılama faaliyetini gerçekleştiren etkin varlık olması gerektiğini öne sürmüştür Algılanacak şeylere “duyusal nitelikler” veya Locke’dan miras almış olduğu terminolojiyle ideler adını veren, bu duyusal şeyler veya idelerin zihinlerin, tinlerin, algılayan ve irade eden etkin varlıkların dışında hiçbir şeyin varolamayacağını savunan Berkeley’de gerçek?ten var olan her şey, bir yanda etkin tinler, diğer yandan da edilgin idelerden ibarettir

Berkeley kendisini bu idealist ya da im?materyalist görüşe götüren şeyin, çağdaş bilimdeki yanlışlar, kendisinin kuşkuculuğun, ateizmin ve dinsizliğin temeli olarak gördüğü hatalar olduğunu söylemiştir Kendisini kontrolsüz akılcılığın aşırılıklarına karşı çıkan biri olarak gören, ve dolayısıyla modern bilim adamlarının sınırsızca bölünen doğru konsepsiyonuna, rasyonalist geometri anlayışlarına ve fiziki dünyayı çekim gücü benzeri şeylerle açıklama teşebbüslerine karşı çıkan, doğa biliminin açıklayıcı olmaktan ziyade, betimsel olması gerektiğini öne süren Berkeley’in felsefesi aşırı antirasyonalist bir bilim teorisi ile birleşen bir tür maddesizciliktir

Bilgi Görüşleri: Berkeley de, kendisinden önce yaşamış olan Locke gibi, bizim doğrudan ve aracısız olarak algıladığımız her şeyin kendi zihnimizdeki ideler olduğunu, doğuştan düşünceler bulunmadığını, tüm idelerimizin algısal deneyin sonucu olduğunu, ve bilgimizin duyu-deneyi aracılığıyla sahip olduğumuz idelerden türediğini savunmuştur İdelerden türeyen bilginin tek bir istisnası vardır: Tinsel var]ıklara ya da insanın kendi benine ilişkin bilgi

Berkeley’e göre, kendi zihnime ya da benime ilişkin olarak doğrudan bir algısal deneye sahip olamadığım, ama doğrudan ve aracısız olarak yalnızca zihnimin çeşitli niteliklerini ya da faaliyetlerini algıladığım için, benim, kendi zihnime ya da benime ilişkin bir ideye sahip olduğum söylenemez Bununla birlikte, buradan yola çıkılarak zihinden ya da benden söz etmenin anlamsız olduğu sonucuna varılamaz Çünkü, sonsuz sayıda ideye ek olarak, bu ideleri bilen ve algılayan bir şey, algılama, isteme, imgeleme ve anımsama gibi faaliyetlere ek olarak, bu faaliyetleri gerçekleştiren aktif bir varlık vardır ki, bu da zihin ya da ruh ya da bendir

İdelerden insan zihninden ya da bir algı eyleminden bağımsız olarak kendi başlarına varolan şeyler olarak söz etmek çelişik olsa bile, bizim birincil niteliklere ilişkin idelerimize benzeyen niteliklere sahip olan nesnelerin insan zihninden bağımsız olarak varoldukları düşünülebilir Bu teze Berkeley, bir idenin ancak başka bir ideye benzeyebileceği, buna karşın bir ses ya da bir şeklin başka hiçbir şeye değil de, yalnızca başka bir ses ya da başka bir şekle benzeyebileceği karşılığını verir Dahası, ona göre, biz zihnimizdeki idelerin nesnelerin niteliklerine benzeyip benzemediklerini asla bilemeyiz, çünkü bizim dolayımsız olarak algıladığımız her şey kendi idelerimiz olup idelerimizle bu idelere benzeyen nitelikler ilke olarak birbirlerinden farklı olduklarından bizim idelerimizle bu idelere benzeyen nitelikleri birbirleriyle karşılaştırma imkanımız yoktur

Metafiziği: Bilginin tek kaynağının algı olduğunu algıda ise bizim yalnızca kendi idelerimizi ya da duyumlarımızı bilebileceğimizi öne süren epistemolojik nitelikli öncüllerden yola çıkarak, yalnızca idelerin ve ideleri deneyimleyen zihinlerin varolduğu ve duyularımız üzerindeki eylemiyle idelere neden olan maddenin hiçbir şekilde varolmadığı şeklindeki ontolojik sonuca ulaşan Berkeley, bununla birlikte tıpkı Lockeun yapmış olduğu gibi nedensel bir algı anlayışı benimseyerek, zihnimizdeki idelere neden olan bir varlığın, yani Tanrı’nın varolduğunu öne sürmüştür Başka bir deyişle, o maddenin yerine Tanrı’yı yerleştirmiştir

Berkeley’e göre biz algılarımızın, idelerimizin, onlar 1 canlı ve açık oldukları, 2 diğer deneylerimizle uyumlu oldukları, ve 3 insan iradesinin keyfi bir eyleminin sonucu olmadıkları, yani insan zihninde, nedensiz ve temelsiz olarak keyfi bir biçimde yaratılmadıkları zaman gerçek olduklarını kabul eder ve onları fantazilerden, düşsel algı ve idelerden ayırırız Yani, duyu algılarımız, idelerimiz bize bağlı ve keyfi olmadıkları için, bu algı, duyum ve idelerin insan zihninin dışında bir nedeni olmalıdır

Başka bir deyişle, madde varolmadığı, varolsa bile, bütünüyle olumsuz ve belirsiz bir biçimde tanımlandığından dolayı, bizim zihnimizdeki idelere neden olamayacak kadar pasif olduğu, ikinci olarak ideler kendi kendilerinin ya da başka idelerin nedenleri olamayacağı ve nihayet bu gerçek ideleri insanın bizzat kendisi yaratamayacağı için, Berkeley’e göre, zihnimizdeki bu idelere, al?gımızdaki duyumlara neden olan başka bir tinsel varlığın varolması gerekir ki, bu tinsel varlık da Tanrı’dır

Bu görüşe, bizim tinsel bir varlığı, bir Tanrı’yı algılarımıza, duyumlarımıza, idele?rimize neden olurken de, başka bir zaman da hiçbir şekilde tecrübe etmediğimiz söyle?nerek, duyumlarımıza, idelerimize neden olan bir Tanrı düşüncesinin, en azından nite?liklerinin duyularımız üzerindeki eylemi so?nucunda bizde algılara, idelere neden olan bir madde düşüncesi kadar keyfi olduğu söy?lenerek itiraz edilebilir Böyle bir itiraza karşı Berkeley, bizim tamamen irademize bağlı olarak çeşitli şeyleri çeşitli şekillerde imgelediğimiz zaman, tinsel varlıkların ide?ler yaratmasına ilişkin bir tecrübeye sahip olduğumuz yanıtını verir Ve biz tinsel varlıklar olarak kendimizin zihnimizde ideler oluşturma gücüne sahip olduğumuzu bili?yorsak, ona göre, bu bilgi başka bir tinsel varlık olarak Tanrı’nın bizim zihnimizdeki idelere neden olmakta olduğu olgusu için sağlam bir temel oluşturur

Berkeley söz konusu maddesizcilik öğre?tisiyle ilgili eleştirileri, örneğin insanlar ta?rafından tecrübe edilen izlenim ya da ideler?le özdeşleştirilmesi durumunda doğanın insanların ortaya çıkışlarından önce varol?madığı, ya da bir odanın içinin insan ona baktığı zaman varlığa geldiği, insan ona bakmaktan geri durduğu zaman yok olup gittiği türünden itirazları bertaraf edebilmek için, şu halde, Tanrı’nın evreni varoluş hali içinde tutan her şeyi bilme gücüne müracaat etmiştir Yani, o ezeli-ebedi olup, her şeyi bilen tinsel bir varlık olarak Tanrı’nın varoluşunu kabul etmek suretiyle, dış dünyanın Tanrı tarafından tecrübe edilen ideler, izlenimler toplamı olduğunu, dış dünyadaki nesnelerin Tanrı’nın zihninde bulunduğunu, onların bizim tarafımızdan algılanmadıkları zaman, Tanrı tarafından algılandıklarını öne sürer

Bernstein, Edouard: Sosyal demokrat siyaset adamı, kuramcı ve tarihçi Kapitalist ekonominin yakın gelecekte çökeceği ve proletaryanın iktidarı zorla ele geçirmesi gerektiği gibi görüşleri yadsıyarak, Karl Marx’ın koyduğu temel ilkeleri gözden geçirmeye girişen ilk sosyalistlerdendir Seçkin bir kuramcı olmamasına karşın ‘revizyonizmin babası ‘ olarak adlandırılmış ve özel girişimciliği toplumsal reformla kaynaştıran bir tür sosyal demokrasi öngörmüştür

Danzig’den gelerek Prusya’nın başkenti Berlin’e yerleşmiş bir Yahudi ailesinin oğluydu Babası demiryolu makinisti, amcası Aaron Bernstein ise ilerici işçi çevrelerinde çok sayıda okuru olan Berliner Volk Zeitung gazetesinin editörü idi Bu ortamda pek çok kültürlü Almanın ulusal birlik ve demokrasiye duyduğu özlemi daha genç yaşta kolayca paylaştı Sevilen ve açıksözlü bir insandı 1872’de genç bir banka memuru iken Sosyal Demokrat Partiye girdiğini açıkça söylediğinde üstlerinden anlayış gördü Prusya’nın 1871’de Fransa’yı yenilgiye uğratmasını izleyen çalkantılı yıllar siyasi inançlarının oluşmasında önemli rol oynar Ama yumuşak kişiliğinden dolayı Radikal Marksizm’den çok dogmatik olmayan pragmatik bir sosyalizme ilgi duyuyordu Otoriter sayılabilecek Alman Genel İş Derneği karşısında demokratik ve barışçı sosyal demokratları yeğledi

Partiye girince sosyalist yayın organı Die Zukunft’ta çalışmaya başladı1890'lara değin süren 1873 ekonomik bunalımı kapitalizmin zayıflığı yolundaki inancını pekiştirdi Ama onu daha radikal bir tutum almaya zorlayan Şövalye Otto von Bismarck'ın antisosyalist yasaları oldu Almanya dışına sürülünce İsviçre’ye yerleşti Die Zukunft’un varlıklı koruyucusu Karl Höchberg'in "ahlakçı sosyalist" görüşlerinden uzaklaştı Burada gizli sosyalist partinin toparlayıcı odağı durumunda olan Der Sozialdemokratie dergisinin Zürich baskısının editörlüğünü Marx’ın onayıyla üstlendi 1888’de Bismarck'ın başvurusu üzerine İsviçre’den de sınır dışı edilince derginin yayımını Londra’da sürdürdü Orada Marx’ın çalışma arkadaşı Friedrich Engels’ın yakın dostu oldu; sosyalizmin adım adım gelişeceğini savunan etkili Fabian Derneği’nin önderiyle de yakın ilişki kurdu Giderek değişen görüşlerini bir dizi makale ile 1898'de Stuttgart’ta Sosyal Demokrat Parti toplantısına gönderdiği bir mektupla sergiledi Ertesi yıl Die Voraussetzungen de Sozialismus und die Sozialdemokratie’yi (evrimsel sosyalizm,1891'de) yayımladı

1901’de Almanya’ya dönen Bernstein reformcu işçi hareketinde giderek gelişen revizyonist okulunun kuramcısı durumuna geldi Sosyalizmin kapitalist orta sınıfa karşı bir ayaklanmanın doğrudan ve katışıksız bir ürünü değil, insan tutkularının ayrılmaz içsel bir parçası olan liberalizmin nihai sonucu olduğunu savundu Kapitalizmin hemen çökeceği ve burjuvazinin yalnızca baskıcı bir sınıf olduğu yolundaki görüşten vazgeçti Ayrıca üretken sanayiinin belirli ellerde toplanmasının her alanda Marx’ın öngördüğü ölçüde eksiksiz ya da daha hızlı biçimde gerçekleşmediği sonucuna vardı İşyeri yasalarının çıkartılması ve işçi sendikaları üzerindeki yasal kısıtlamaların kaldırılması türünden reformları örnek göstererek, sosyalist hareketten gelen başkaldırı sonucunda sermayenin sömürücü eğilimlerine karşı bir tepkinin geliştiğini öne sürdü Bütün bunlara dayanarak kalıcı başarının yolunun şiddete dayalı bir altüst oluştan değil sürekli bir ilerlemeden geçtiğini savunmaya başladı

1902’de Reichsrag’a (parlamento) seçildi ve üyeliği 1928’e değin sürdü Sosyalist kuramcı Karl Kautsky’nin dogmatik marxizmi ile Alman işçi önderi Agust Bebel'in eklektik Marxizmi giderek etkisini yitirdikçe revizyonizm sosyal demokrasinin ideolojisi durumuna geldi Ama sınıflararası şiddete olduğu kadar uluslararası alanda da şiddet kullanımına karşı çıkan Bernstein militarizme karşı mücadelede sol kanatla birlikte tutum aldı Sağ kanat önderleri arasında yer almasına karşın I Dünya Savaşı sırasında partisinin savaşı desteklemesini protesto etmek amacıyla Bağımsız Sosyalistlerle birlikte davrandı Ama barış gerçekleşir gerçekleşmez eski konumuna döndü ve Kasım 1918’deki siyasal devrimi toplumsal bir devrime dönüştürmek isteyenlere karşı cephe aldı Parlamenter cumhuriyetin kesintisiz bir ilerleme yolu açtığını savundu Savaştan sonra 1919’da ekonomi ve maliyeyle ilgili devlet bakanı olarak görev yaptı

Sonunda sosyal demokrasi Bernstein’ın 20 yıldır özlemini çektiği büyük bir reformcu halk hareketi durumuna geldi Artık partisinin saygın bir yol göstericisi olan Bernstein sosyal demokrat programın büyük bölümünün fikir babalığını yaptı Alman halkını 1917 Rus örneğinden caydırmakta önemli rol oynayan Bernstein, 1922’de İtalyan faşist modelinin Almanya’ya sıçramasını önleyemedi Nazilerin kanlı saldırılarını, dengesiz kafaların düşüncesiz davranışları olarak değerlendirdi Nasyonel Sosyalizmin özünü kavrayamadı ve Nazilerin iktidarı ele geçirmesini önlemekte çaresiz kaldı Bernstein’ın ölümünün (18 Aralık 1932) üzerinden daha altı ay geçmeden , tüm umutlarını bağladığı demokratik devlet, kapılarını Adolph Hitler’in diktatörlüğüne açtı

Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefe Sözlüğü

Eski 07-22-2012   #4
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefe Sözlüğü



Bilgi: 1- Genel olarak, öznenin amaçlı – yönelimi sonucunda, özneyle nesne arasında kurulan ilişkinin ürünü olan şey Öğrenilen şey 2- Bir şeyin ayırdına ya da bilincine varma Bir şeyle aktüel deney yoluyla kurulan yakınlık ya da tanışıklık 3- Olgu, doğru ya da ödev olarak görülen bir şeye ilişkin açık algı 4- Biraz daha teknik bir anlam içinde, te?mellendirilmiş, haklılandırılmış doğru inanç 5- doğruluğu mevcut öznel ve nesnel koşullarda, gerekli ve yeterli sayılan delillerle te?mellendirilmiş önermelerle ifade edilen bilinç içeriği

Bilim: Dış dünyaya, nesnel gerçekliğe ve bu gerçeklikte yer alan olgulara ilişkin, tarafsız gözlem ve sistematik deneye dayalı zihinsel etkinliklerin ortak adı Amacı konu aldığı alanda, genel doğruların ya da temel yasaların bilgisine ulaşmak olan bilgi kümesi Varolan şeylerin mahiyeti ve kaynağıyla aralarındaki ilişkileri konu alan akla dayalı bilgi Belli bir konusu olan, kabul edilmiş yöntemlere daya?nılarak elde edilmiş organize ve rasyonel bilgiler bütünü

Bilimsel determinizm: Evrensel nedensellik anlayışı; evrendeki her olayın kendisini belirleyen bir nedenin bulunduğunu öne süren yaklaşım

Bilinç: Genel olarak, insanda farkındalığın, duygunun, algının ve bilginin merkezi olarak kabul edilen yeti Zihnin kendi içeriklerinin farkında olduğu, içebakış bilinen, duyumları, algıları ve anıları yoluyla ihtiva eden bölümü

Bir: Var olan her şeyin kendisine öykündüğü, kendisinden pay aldığı ezeli ebedi, yetkin form Var olan her şeyin kendisinden türediği, sudur ettiği tanrısal varlık Tanrı, dünya ruhu, mutlak zihin ya da tin

Bireycilik: Genel olarak, bireylere bireysel insan varlıklarına ontolojik, mantıksal, metodolojik ve aksiyolojik bir öncelik veren, somut olan gerçekliğini vurgulayan görüş ya da anlayış

Siyaset felsefesinde, devletin birey için varolduğunu iddia eden, bireyin özgürlüğüne büyük önem veren ve kendisine yeten, kendi kendisini yönlendirebilen bireyi, toplum ve devlet karşısında ön plana çıkartan akım; tüm siyasi örgüt ve toplumsal oluşumların temel ve en yüksek amacının bireyin, kişinin haklarını korumak, bağımsızlığını güvence altına almak ve gelişimini hızlandırmak ol?duğunu savunan anlayış

Esasen 18 yüzyılda, klasik ekonomi poli?tiğin yükselişiyle anlam ve önem kazanan bir öğreti olarak bireycilik, bireylerinin dışındaki bir gerçeklik olarak toplumun varoluşunu yadsıyan, Özgür bireylerin ekonomik alandaki rekabetlerinin yararlı sonuçlarını vurgulayan, işbölümünün gelişimiyle birlikte, rollerde söz konusu olan çeşitlenmeyle, bireysel farklılıklara özel bir önem atfeden görüştür Bireyciliğe göre devlet, bireylerin kendi amaçlarına ulaşmak için kullanmak durumunda oldukları bir araçtır ve hiçbir zaman kendi içinde bir amaç olamaz Toplum bireysel üyeleri için var olur

Ekonomi alanında, serbest rekabeti, teşebbüs özgürlüğünü temel alan liberal anlayış

Biyo-iktidar: İktidar kavramının modern yorumlarına karşı çıkan Foucault’nun önerdiği yeni ve alternatif iktidar kavramı

Yönetici sınıflarda demir attığını ve doğası gereği baskıcı olduğunu öne süren modern iktidar teorilerini reddeden, modern iktidarın teorileştirilmesinde kullanılan iki temel modeli, hukuki ve ekonomik modelleri şiddetle eleştiren Foucault’nun öne sürdüğü biyo-iktidar kavramı, baskıcı değil de, üret?ken olan bir iktidarı tanımlar Biyo-iktidar, güçleri önleme, tahrip etme ya da tâbi klima amacı güden bir iktidardan ziyade, gücü yaratmaya, potansiyel güçleri aktüelleştirme, varolan gücün gelişimini sağlamaya ve düzenle?meye eğilimli bir iktidardır

Foucault’ya göre, biyo-iktidarın ilk tarzı veya birinci şekli, insan bedenine dair bir anatomi politikası ihtiva eden disipliner iktidardır Oysa, biyo-iktidarın disipliner iktidarın ardından ortaya çıkan ikinci tarzı, bireyin değil de, türün bedeni üzerinde yoğunlaşır Burada artık rejimler ırkın yaşam ve beka müdürleri haline gelmiştir

Bloch, Ernst: 1885-1977 yılları arasında yaşamış ünlü Alman düşünür Temel eserleri: Geist der Utopie [Ütopyanın Ruhu], Das Prinzip Hoffnung [Umut İlkesi], Abriss der Sozialen Utopien [Sosyal Utopya Taslağı]

Genç yaşta sosyalizmi benimsemiş ve Georg Simmelle Weber’in öğrencisi olmuş olan Bloch, en çok inanç sorunu ve Ütopya konusu üzerinde durmuştur Ortodoks Marksizmin baş hedeflerinden biri olan Bloch, ütopyaların hep varolduğunu ve varolması gerektiğini öne sürmüştür Ona göre, bir sosyal ütopya, yabancılaşma olmak bir tarafa, insanın bilinçlenmesine yardımcı olan en önemli temel olup, ona bütünsel bir tarih gö?rüşü kazandırır

O işte bu bağlamda, tarihin sonunun gel?diği’ tezine, insanlığın mevcut durumunun olumlanmasını talep ettiği için, bir burjuva sapkınlığı olduğu gerekçesiyle şiddetle karşı çıkmıştır Bloch’un buna karşı getirdiği alternatif bir umut ilkesi, daha iyi bir dünya, baskı ve sömürünün olmadığı bir dünya imkanını içeren bir gelecek felsefesidir

Bodin, Jean: 1530-1596 yılları arasında yaşamış Fransız iktisatçısı ve politik filozofu Temel eserleri: Methodus ad Facilem Historiarum Cognitonem [Tarihi Kolay Kavra?manın Yöntemi]; Six Livres de la Republique [Cumhuriyet Üzerine Altı Kitap]

Bodin, felsefesi egemenlik kavramı üzerinde yoğunlaşan bir siyaset filozofu olmakla birlikte, öncelikle tarih alanındaki görüşleri ve araştırmalarıyla ün kazanmıştır Daha doğrusu, o politikanın doğasıyla ilgili olarak kuşatıcı bir empirik resme ulaşabilmek için, tarihsel karşılaştırmaları kullanmış ve bu bağlamda, “eskilerin öteye beriye, şuraya buraya dağılmış yasalarını bir araya getirip bir sentez yapmamızı sağlayan şeyin” tarih olduğunu söylemiştir Ona göre, tarih en iyi politik rehber olup, “evrensel hukuğun en iyisi, tarihin bağrında saklıdır

Bir mutlakiyetçilik teorisyeni olup Hobbes’u birçok bakımdan önceleyen Bodin, devletin kiliseden bağımsızlaşması sürecine de önemli katkılar yapmıştır Egemenlik kavramını ayrıntılı olarak inceleyen Bodin, egemenliğin sürekli olması ve iktidarı hayat boyu kullanan hükümdarların vicdanına bağlı bulunması gerektiğini düşünmüştür Ona göre, üç tür yönetim tarzı vardır: De?mokrasi, aristokrasi ve monarşi Bodin bun?lardan en iyisinin monarşi olduğunu söyler Daha doğrusu, Bodin için ideal devlet, genelin iyiliği için aristokratik ve demokratik yönetim yapılarını kullanan monarşik devlettir

Zira doğaya ve doğanın yasalarına en uygun olan rejim monarşidir; monarka yardım etmek üzere, en yetenekli kimselerin en iyi bir biçimde seçilebilmesini yalnızca monarşi sağlar Başlıca amaç adalet düzeninin kurulmasıysa eğer, “soylularla sıradan insanları” gerçek bir toplumsal birlik içinde bir araya getirmeyi mümkün kılan biricik rejim, Bodin’e göre, yine monarşidir Bodin’in istediği, özlediği mutlak monarşi, keyfi bir yönetim tarzı değildir, çünkü onda vergileri kabul ya da reddeden bir parlamento, korporasyonlar kurullar ve hükümdarla uyruklar arasında bir dizi ara kuruluş, vardır

Bolşevizm: 20 yüzyılın ilk çeyreğinde, bir grup Rus devrimcisi ve özellikle de Lenin tarafından geliştirilmiş olan, ve proletaryanın iktidarı ele geçirmesinin, devrim için gerekli tüm nesnel koşullar gerçekleşinceye dek ertelenemeyeceğini; iktidarın yasal yollarla, parlamentoda çoğunluk sağlanarak değil de, güç yoluyla ele geçirilmesini; proletarya diktatörlülüğü bir kez kurulunca, bunun yalnızca burjuva sınıfına karşı değil, fakat ekonomik sistemin sosyalizasyonunu hızlandırmak için kullanılması gerektiğini savunan özel Marksist öğreti

Brahmanizm: Eski Hindistan’da, Vedanta sisteminden türeyen ve adını rahipler sınıfı Brahmanlarla kişisel olmayan dünya ruhu Brahman’dan alan felsefi, teolojik ve ahlâki düşünceler bütünü Vedaları vahiy mahsulü kutsal kitap olarak kabul eden ve ruh göçüne yer veren söz konusu dini inanca göre, Brahman bütün tanrısal güçlerin üstündeki ezeli ve ebedi Tanrı’dır Brahman, eşyanın kaynağı olduğundan, ebedi mutluluk Brahman’da yok olmaktır

Budizm: Hindistan’da, M Ö 5 yüzyılda Siddhârta Gautama, yani Buda (Aydınlanmış kişi) tarafından kurulmuş olan dinifelsefi akım Her şeyin fâni ve boşluktan iba?ret olduğuna inanan kötümser ve panteist bir din

Budizm, başlangıçta yalnızca ahlâki dü?şünceler ve bir tür yoga hayatı ya da düzenli ve disiplinli bir yaşam anlayışı ile sınırlanmış ve daha sonra, kutsal kast ayrımlarına, Tanrı‘ya tapınma biçimlerine ve kurban tö?renlerine dayanan Hinduizmden ayrılarak, aynı zamanda felsefi bir akım şeklinde gelişmiştir Maddenin ebediliğini savunan Budiz?me göre, varolan her şey, Tanrı’nın hiçbir müdahalesi olmadan, mekanik yasalara uygun olarak maddeden meydana gelir Evrende ne varsa, bu şekilde varlığa gelir Ruh da, bu yasalara tâbi olmak durumundadır Başka bir deyişle, Budizm, varlık görüşünde bireylerin, canlı varlıkların ezeli-ebedi bir ruhları olmadığını savunur Bir Yaratıcının varolmadığına inanan Buda’ya göre, kötülükle acının varoluşu bir yaratıcıya duyulacak inancın önünde aşılmaz bir engel oluşturur

Budizmin iki türü vardır: Hinâyâna ve Mahâyâna Bunlardan birincisi, yani eski Budizm, bireyleri bu dünyanın sıkıntı ve ıstıraplarından kurtarmayı amaçlar Yani, o önce bireyin yazgısını ve kurtuluşunu dikkate alır Buna göre, acı çekmekten kurtulmanın tek yolu, yaşamdan el etek çekerek, Nirvana’ya ulaşmakla elde edilebilecek olan ahlâk yetkinliğidir Buna karşın, Mahâyâna adı verilen yeni Budizm, bireyden çok tüm insanlığı, yani bütünü dikkate alır Bu anlayışa göre, büyük borç gerçekte tüm insanlığa hizmet ettikten sonra ödenmiş olacaktır ve bireyin yalnızca kendisini kurtarmasının hiçbir önemi yoktur

Burjuva Devrimi: En yalın an?lamı içinde, tarihsel olarak 1789 Fransız Devrimiyle özdeşleştirilen, ve, ekonomik etkinlikleri toprak sahibi aristokrasinin uyguladığı politik kontrol tarafından önemli ölçüde engellenen burjuva sınıfının siyasi kontrolü ve iktidarı ele geçirme hareketi

Biraz daha genel bir anlam içinde, modern dünyayı yaratan, Batı’da onyedi ve onsekizinci yüzyıllarda sivil toplum olarak bilinen ekonomik toplumu doğuran ve dolayısıyla sacayaklarından birinde kapitalizm ikinci?sinde modern devlet ve liberal demokrasiyle, sonuncusunda bilim bulunan genel hareket Geleneksel toplumdan modern topluma geçişi sağlayan çok temelli dönüşüm süreci

Burjuvazi: Geniş bir çerçeve içinde, modern Avru?pa toplumunun, yeni kapitalist sistemde girişimci olarak ortaya çıkan ve böylelikle eski ekonomik sistemin egemen sınıfının ol?duğu kadar, yeni endüstri düzeninin işçi sınıfının da karşısında yer alan orta sınıfını; kapitalist toplumda, orta ya da daha çok yö?netici sınıfı göstermek için kullanılan terim

Biraz daha özel anlamı içinde ise, burjuvazi, ekonomik bakımdan gelişmiş olan ülkelerde ya da endüstri toplumlarında, üretim araçlarıyla, bunların üretimi için gerekli olan hammadde ve araçları, yani makinaları ve fabrikaları mülkiyetlerinde bulunduranların meydana getirdiği sınıfı tanımlar Buna göre, üretim araçlarının sahibi ve ücretli emeğin işverenlerinden oluşan ve bu anlamıyla ekono?mik olarak hakim sınıf olup, aynı zamanda devleti ve kültürel üretimi kontrolü altında bulunduran burjuvazi, işçi sınıfının karşısında ver alır ve onunla çatışma içinde bulunur

Burke, Edmund: 1729-1797 yılları arasın?da yaşamış olan ünlü İngiliz devlet adamı ve filozofu

Temel eseri Reflections on the Revolution in the France [Fransa’daki Devrim Üzerine Düşünceler] olan Burke, insanın duygusal ve ruhsal yaşamının evrenin genel düzeniyle uyum içinde olduğunu, toplum ve devletin, insanın yeteneklerinin eksiksizce geliştirilmesine imkân sağladığını, ortak çıkarlara hizmet ettiğini savunmuştur O muhafazakâr düşünüşün en önemli temsilcilerinden biri olup, Fransız Devrimine şiddetle karşı çıkmış ve İngiliz sisteminin erdemlerini savunmuştur özellikle, Devrim hareketinin rasyonalist ve idealist havasına karşı çıkan düşünür, devri?min manevi ateşiyle, siyasi yapının yeniden kurulmasına yönelik projelerin, geleneklerin ve geçmişten miras kalan değerlerin yıpran?masına ve maddi manevi kaynakların tahribi?ne yol açtığım söylemiştir

Sisteme ve soyutlamaya da karşı çıkan, somut ve belirli sorunları tedricen ve yasalara uygun bir tarzda çözmekten yana olan Burke, liberal ve tutucu Whig aristokrasisiyle olduğu kadar halk kitlelerinin taşkınlıkları ve saray entrikalarıyla da mücadele etmekten geri dur?mamış ve yaşadığı dönemde İngiliz siyasi ha?yatının istikrar kazanması sürecine önemli katkılar sağlamıştır

Bürokrasi: Bir toplumda tabandan yukarıya doğru çıktıkça daralan bir yapı içinde örgütlenmiş olan, kişisel olmayan genel kurallar ve işleyiş ilkelerine göre çalışan profesyonel gönüllüler grubu

Siyasi iktidarı ellerinde tutan kişilerin seçilmiş olmalarına karşın, bürokratlar, seçilmiş değil de, bir işi yapmaya memur edilmiş, bir göreve atanmış profesyonel görevlilerdir Bürokrasiyi belirleyen iki temel özellik, oldukça gelişmiş bir işbölümü ve görevlerde uzmanlaşmadır

Çağdaş siyaset felsefesinin bürokrasiyle ilgili en temel sorusu, bürokrasiden vazgeçilip vazgeçilemeyeceği sorusudur Çünkü, günümüz toplumlarında faaliyet alanları, kurumlar ve iş bölümü çok fazla arttığı için, modern toplumlar giderek artan ölçülerde bürokratlaşan toplumlar haline gelmişlerdir Bundan dolayı, bazı düşününler bürokrasinin işte bu durumun sonucunda, siyasi bir egemenlik sistemi olarak ortaya çıktığını iddia etmişlerdir Buna göre, bürokrasi artık devletin işleyişindeki vazgeçilmez bir araç olmaktan çıkıp, egemenliği elinde tutan grup haline gelir Yine, bu durum, halk egemenliğinin temsilcileri olan seçilmiş milletvekilleri ile atanmış bürokratlar arasında bir karşıtlık doğurur Bundan başka, bürokrasinin kırtasiyeciliğine, yetersizliğine ve araçlarla amaçları birbirine karıştıran yaklaşımına işaret edilmiştir

Büyük patlama: Evrenin oluşumunu açıklamada kullanılan bir teori türü

Teoriye göre, evren günümüzden en az on milyar yıl önce, çok yüksek sıcaklık ve yoğunluktaki bir yapıdan büyük bir patlama sonucu oluşmuş olup, bu yapıdan, söz konusu patlama ve genişleme sonucunda, en hızlı hareket eden kütleler en dışta, daha yavaş hareket edenler ise en içte olmak üzere, bir yayılım başlamıştır Söz konusu evren modeline göre, patlama ve genişleme süreci 1020 mil?yar yıl kadar sürmüştür ve hala sürmektedir

Büyük patlama teorisi, evrenin, ilk çağlarında, çok yoğun, çapı Güneşin çapından 30 kat fazla, küre biçiminde bir hacim içine sıkışmış olarak bulunduğunu söyler Patlama modeline göre, ısı çok yüksek olup, bir milyar derecenin üstündeydi ve atomlar proton, nötron ve elektronlarından tümüyle soyulmuş halde bulunuyorlardı Bu ilk devirde, en büyük rolü, bütün uzayı doldurmuş olan ışınım oynamaktaydı Madde atomları çok az idi ve güçlü ışık kuantumları ile fırlatılı?yordu Yaklaşık bir saat sonra, ısı bir milyar dereceye, otuz milyon yıl sonra da birkaç bin dereceye düşmüştü

Evrenin oluşumunu açıklayan bu modele göre, patlamanın ilk saniyelerinde sıcak gazlar oluşmaya başlamış olmakla birlikte, otuz milyon yıl içinde, belli bir atom partikülü oluşmamıştı Bu gaz-kütle soğumasını sürdürdü ve birkaç bin dereceye düştü İşte bu sırada atomlar oluşmaya başladı Duman halinin bu anında, toz gaz bulutları içinde ilk olarak hidrojen ve helyum bulunmaktaydı Sonra çekim kuvvetinin etkisiyle, belirli toplanımlar oluşmaya başlamıştır ki, bunlar ga?laksileri meydana getirecek olan gaz kütleleridir

C

Campanella Tommaso: 1568-1639 yılları arasında yaşamış olan Ünlü İtalyan düşünür

Campanella, siyaset felsefesi alanında ise yaşadığı dönemin İtalyası’ndaki bozukluklardan yola çıkarak bir ütopik devlet anlayışı geliştirmiştir Başka bir deyişle, o zamanının İtalya’sındaki toplumsal düzenin iyileştirilemeyeceğine inanmış ve her bakımdan mükemmel olduğuna inandığı yeni ve yetkin bir toplumsal düzen tasarlayarak, toplumun kurtuluşunun Güneş Ülkesinin toplumsal düzeni yasama geçirildiği takdirde mümkün olacağını savunmuştur

Camus, Albert: 1913-1960 yılları arasında yaşamış olan Fransız düşünür ve romancı Temel eserleri: La Chute [Düşüş] L’Homme Revolte [Başkaldıran İnsan], La Peste [Veba]

Düşünsel gelişimi iki ayrı döneme ayrılan Camus, birinci dönemde, dünyanın saçmalığı ve yaşamın anlamsızlığı konuları ve dolayısıyla, saçma kavramı üzerinde, buna karşın ikinci dönemde başkaldırı konusu ve buna bağlı olarak, dünyanın anlamsızlığına başkaldırmak, toplumu değiştirmek, kötü?lükleri gidermek ve daha iyi bir düzen kurmak amacıyla eylemde bulunma temaları üzerinde durmuştur Ona göre, dünyanın saçmalığına, kaçınılmaz yenilgiyi bile bile kötülüklere karşı çıkmak, yaşama anlam katmaktan başka bir şey değildir

Felsefesi tümüyle etik bir çizgide gelişmiş olan Camus, felsefe tarihinin geçmişinden kalan spekülatif sistemlerden hiçbirinin insan hayatı için bir rehber olma rolü oynayamadığı gibi, insanın sahip olduğu değerlerin geçerliliği için de bir teminat sağlayamadığını söyler Başka bir deyişle, insanın daima dünyanın değerleri, kişisel idealleri ve doğru ve yanlışa dair yargıları için bir temel sağlamasını istediğini söyleyen, dünyanın insana ve insani özlemlere kayıtsız oluşunu; mutlu olmak isteyen, mutluluk isteğini yüreğinin en derinlerinde hisseden insanın dünyanın akıldışı sessizliğiyle çarpışması durumunu saçmalık (absurdit) olarak değerlendiren Camus’ye göre, geçmiş çağlarda benimsenmiş olan ahlâki tavırlar, in?sanın mutluluk özlemi ve başkaca etik idealler, insani değerlerle gerçekliğin doğası arasında belli bir uygunluk ya da ahenk bulunduğu inancına bağlıydı Buna göre, ahlâki ayırımları geçerli kılan dış destekler geçmişte teleolojik bir dünya görüşü, ama özellikle de din tarafından sağlanmaktaydı Modern dönemde dini inancın çöküşünün ardından doğan boşluk, onun “laik dinler” adını verdiği ilerlemeci tarih felsefeleri tarafından doldurulmuştur O, Hegel ‘le Marx’ın, insani değerleri gerçekliğe bir tarihsel gelişme ve ilerleme öğretisiyle bağlamaya yönelik teşebbüsler olarak yorumladığı tarih öğretilerinin iflas ettiğini söyler

Bu saçma görüşünden de mutlak bir nihilizmin çıkması kaçınılmaz olmakla birlikte, Camus bu yola girmekten ısrarla sakınmış ve modernliğin sonucu olan nihilizm batağında boğulmak yerine, saçma deneyiminden bir başkaldırı etiği ve hatta bir dayanışma bilinciyle bir duygudaşlık ahlâkı türetebilme uğraşı içinde olmuştur

Fakat o, yeni bir etik formüle etmeye kalkışmazdan önce, saçmadan kaçmanın gerçekte kabul edilemez olan sözde yollarının çözümsüzlüğünü göstermenin kaçınılmazlığını vurgulamıştır Camus’ye göre, saçmanın tahammül edilmez ve hatta dehşet verici bunaltısıyla yaşayamayan insan, saçmalığın yol açtığı mahkumiyetten kurtulabilmek için birtakım çareler arar Saçma, bir tarafına insanı, diğer yanına ise dünyayı yerleştireceğimiz iki terim ya da kutuplu bir ilişki veya böyle bir ilişkinin sonucu olan durum ya da yaşantı olduğundan saçmayı ortadan kaldırmanın bilinen iki yolu vardır: Kutuplardan biri ya da di?ğerini ortadan kaldırmak, yani ya insanı ya da dünyayı yok etmek Camus bunlardan her ikisini de, birine tinsel ya da felsefi, diğerine ise fiziki adını vererek, intihar şeklinde tanımlar

İntiharın her iki durumda da asla bir çözüm olamayacağını, tam tersine insanın saçmaya teslimiyetini teyit ettiğini savunan Camus’a göre, insan insani durumundan, yazgısından kaçmak, saçmadan bir şekilde sıyrılmaya çalışmak yerine, kaderine dürüstçe boyun eğmeli; insani durumuna bir yandan başkaldırırken, bir yandan da onu tüm sonuçlarıyla birlikte, yüce gönüllülük içinde kabul etmelidir Bunu yapan insan hiç kuşku yok ki saçma bir insan, fakat aynı zamanda bir kahramandır; onun hayatı da, değerin olmadığı bir dünyada, ahlâklı ve erdemli bir hayattır Zira Camus, saçma bilincinin, hayatın saçmalığının mutlak bir saydamlık içinde farkına varmanın, insanı üç temel erdeme götürdüğünü söyler: Başkaldırı, özgürlük ve tutku

Bunlardan başkaldırı, insanın anlamdan yoksun bir dünya içindeki durumuyla ilgili çıplak hakikate direnmesi veya meydan okuması anlamına gelir Hem bilinci ve hem de akıldışı dünyayı koruyan, biri olmazsa diğerinin de olamayacağını gösteren, hayata hem gerçek değerini veren, hem de ona meydan okuyan bir araç olarak başkaldırı saçmayı yaşatır Başkaldırı, ona göre, bir değer oluşturma faaliyeti olup, insanın kendisini aşmasını sağlar Umutsuz olsa da, hiçbir şekilde teslimiyet içermeyen bu direniş ve başkaldırı, bundan dolayı insan hayatına belli bir büyüklük ve mana kazandırır, onu değerle bezer: “Bir başkaldırma davranışında birbiriyle ilişkisi olan üç değerin ortaya çıktığı hiç olmazsa kesin bir gerçektir Birincisi, saçmaya karşı başkaldırma bir insanın yeniden kendi kendini buluşudur Başkaldırma insana içinde önemli saydığı bir parçanın varlığını açıklar, o bu parça ile bir insan varlığı olarak kendi özünü tanır, ve onun adına varlık saçmalığının karşısına dikilir İlk çıkan değer insanın birey olarak değeri, yalnız böyle bir davranışın gösterebileceği ve uygulayabileceği insan güçleridir Ancak birey bu değerin onu bir insan varlığı, insanlığın bir parçası durumuna getirdiğini görmüştür Böylece başkaldırma kişisel alınyazısını aştığı gibi, genel olarak insanın niteliğini de aşacak-tır Sonuçta, evrensel insan niteliğine benzeyen bir şey de başkaldırmanın ortaya çıkardığı ikinci değerdir” Bu, Camus’ye göre, üçüncü değere, yani insanlar arasındaki dayanışmaya götürür O işte tam olarak burada ünlü Kartezyen formülün yerine kendisininkini koyar: “Başkaldırıyorum, o halde varız” der ve durumu şöyle özetler: “Başkaldırma her ne kadar, hiçbir şey yaratmadığı için ilk görünüşte olumsuzsa da, derinden derine olumludur, çünkü insanda her zaman için korunması gereken öğeleri ortaya çıkarır

Saçmayı kabul edip tanıma, ikinci olarak insanı alışkanlık ve uzlaşımdan kurtarır; insan bu sayede en azından içsel olarak özgürleşir ve her şeyi yeni baştan ve yeni bir ışık altında görmeye başlar Özgürlüğünün bilincine varan, saçmaya ve insani sınırlara bağlı özgürlüğü tadarı insanın, başka bir deyişle, bu dünyadaki durumunda ve hayatı yaşama şeklinde artık eskisinden farklı bir tarz ortaya çıkar: “Bu yeni durum, yarın diye bir şey olmadığı için, mevcut anı yaşama ve bu yaşamayı arıların birbirini takip edişi içinde gerçekleştirme, hayata bağlanma biçiminde dur Bu istek, şimdiki anı ve birbirini takip eden anları yaşama isteğidir

Camus tutkuyla da, saçmalıktan kaçmak yerine, onu mutlak bir açıklıkla karşılamayı, saçmayla tam bir bilinç saydamlığı içinde hesaplaşmayı, hayatı olabildiğince yoğun bir biçimde yaşamayı anlatmak ister Başka bir deyişle, insan kısa olan hayatını en iyi şekilde değerlendirmeli ve bu dünyadan ibaret olan ülkesinde hiç zaman yitirmemelidir İnsanın hazır bulduğu değerler bulunmadığına, evrensel bir ahlâk sisteminden bahsedilemeyeceğine göre, önemli olan somut ve bireysel hayattır; iyi yaşamak değil, fakat çok yaşamaktır Saçmanın farkına varan ve ölüm bilincine ulaşan insan, tecrübelerinin niceliğine önem vermek, deneyimlerinin niceliğini en üst düzeye çıkarmak durumundadır

Camus’nün bu erdemleri örnekleyen, kendisinin salık verdiği hayatı yaşayan, onun saçma insanı ve hayatını karakterize eden kahramanı Sisyphos‘tur Sisyphos, Yunan mitolojisinin yalancı, düzenbaz, tanrılardan kaçan, onları hor gören, tanrılar tarafından, bir daha böyle işlere kalkışacak zaman bulamaması için, bir kayayı hiç durmadan bir dağın tepesine çıkarmaya mahkum edilmiş kahramanıdır Buna göre, Sisyphosun temsil ettiği saçma insan, saçmayı kabul etmekle birlikte, ona meydan okuyarak yaşayan insan, Tanrı’sız insandır; o, Tanrı’sız olduğu için de, yarınsız ve umutsuz insandır Onun kendine ait birtakım doğruları vardır, elbet Bu doğruların en belli başlıları, ölümün bir son olduğunun bilinmesi, insan için biricik hakikatin saçma olduğunun farkına varılması, asla boyun eğilmemesi gereken bir alınyazısına sahip olunması, umutsuzluk ve kötülüktür O, bu doğruları dürüstlükle kabul eden, saçmayı anlayan, ama kaderine de hiçbir şekilde boyun eğmek istemeyen biridir Bütün bu olumsuzluklara rağmen, ölümü değil, fakat hayatı seven ve kendini başkaldırıda doğrulayan ve olumlayan insan, işte o saçma insandır Saçma insan yaşanmaya değmeyecek bir hayatı kendisi ve başkaları için yaşanmaya değer bir hayat haline getirmeye çalışan bireydir O kendini çeşitli alanlarda ve çeşitli şekillerde gerçekleştirmeye çalışarak mutlu olmanın yollarını arar

Bununla birlikte, saçma insanın mutluluk özlemi kendisine yabancı bir dünyada boşluğa çarpar O başkalarına ve dünyaya yabancı olduğu için tek başına, yapayalnızdır Dolayısıyla, o saçmalığın farkındadır ve gideceği başka bir yer yoktur Yani, o içgüdüsel olarak mutlu olmak isteyen, hayatının sınırsız olarak sürmesini özleyen, başka insanlarla ve dünyayla ilişki kurmaya çalışan, ama bu isteklerinin gerçekleşmediğini gören, bu durumu bütün açıklığıyla karşılayan ama bu durum karşısında, tıpkı kayayı her seferinde tepeye çıkarmak için ölesiye bir mücadele veren Sisyphos gibi, ne yapabileceğini araştıran insandır Onun du?rumu bu haliyle hem saçma ve hem de trajiktir Gerçekten de Camus’ye göre, Sisyphos’un durumu dünyadaki insanların durumudur Bununla birlikte, Sisyphos’u yücelten şey, onun durumunun bilincinde olmasıdır İşte durumu trajik hale getiren şey de, söz konusu bilinçtir Sisyphos, saçma ve trajik durumuna rağmen, mutludur, zira yazgısını kabullenmiş olup, du?rumunu bilir Mutlu olmak için zaten saçmaya gerek vardır: “Bir tek dünya var, yalnızca Mutluluk ve uyumsuz [saçma] aynı yeryüzünün iki oğlu Birbirlerinden ayrılamazlar

Camus bizden Sisyphos’un mutlu olduğunu düşünmemizi ister, çünkü o başkaldırabilmiş, cezasını kendi kaderi yapmış, kayayı kendi kayası haline dönüştürmüş birisidir

Cebriye: İslam dünyasında bizzat Tanrı’dan geldiği inancını benimseyen ve her eylemin önceden Tanrı tarafından yaratılıp, takdir edildiğini dile getiren kelâmi mezhebi dile getiren terim

İnsanların bir işi, bir eylemi yapıp yapmamakta özgür olduğunu kabul eden ve dolayısıyla insanların yaptıklarından sorumlu oldukları fikrini savunan Kaderiye mezhebinin karşısında yer alan Cebriye mezhebine göre, iyi ve kötü doğrudan doğruya Allah’tan gelir; olayların ortaya çıkışı ve meydana gelişi, insanın iradesine bağlı değildir, zira her şey Allah tarafından önceden, değişmezcesine belirlenmiştir

İnsanın ya da kulun seçme özgürlüğü olmadığı için, iyi ve kötü işlerin Tanrı’dan olduğuna inanan Cebriye mezhebi, iki gruba ayrılır Cehm bin Sahva’nın öncülüğünü yaptığı ve tam cebriler olarak bilinen birinci gruba göre, insanlarda irade bulunmamaktadır ve insanla cansız varlıklar arasında bu bakımdan hiçbir fark yoktur Buna karşın, daha ılımlı bir yazgıcılığı savunan ikinci gruba göre ise, kulun yaptığı işi Tanrı takdir etmekle birlikte, kül işin yapılması için, belli bir çaba ve güç harcar

Ceza: Yasaları bilerek ve isteyerek çiğneyen, belli bir eylemiyle suç işleyen kişiye uygulanan yaptırım Başkalarına bir şekilde, maddi ya da manevi zarar veren, topluma ve toplumsal hayata zararlı eylemlerde bulunan kişinin, özgürlüğünün elinden alınması, birtakım hakların kısıtlanması ve parasal kayba uğratılması suretiyle yoksunluk içinde bulunması durumu

Bu bağlamda, genelin iyiliği adına konulmuş yasaları ihlal ederek, yasa ya da emirlere karşı gelerek suç işleyen kişiye verilecek cezayı çeşitli şekillerde temellendirmeyi, haklı kılmayı amaçlayan bir dizi öğretiyi belirleyen genel teoriye, ceza teorisi adı verilir

Genel ceza teorisi içinde, 1- Cezanın amacının, suçludan, işlediği suça, yaptığı kötülüğe eşdeğerde bir öç almak olduğunu öne süren ceza anlayışı misilleyici ceza anlayışı olarak bilinir “Göze göz, dişe diş” atasözünde ifadesini bulan bu orantılı ceza anlayışına göre, ceza, suçluyu ıslah etmek için değil de, söz konusu olan bir kötülük ya da adaletsizliği düzeltmek, telafi etmek için verilir; zira en büyük adaletsizlik, kişinin başkalarına, orantılı karşılığı ve kaybını görmeden zarar vermesinden, kötülük etmesinden oluşur

2- Cezanın amacının suçluyu ıslah etmek, suçlunun davranışını değiştirmek ve iyileştirmek olduğunu, salt ceza vermek, öç almak için verilen cezanın kötü ve adaletsiz olup, cezanın ancak cezalandırılan kişiye yarar sağladığı zaman meşru olduğunu öne süren ceza öğretisi, ıslah edici ceza anlayışı olarak kategorize edilir

3- Buna karşın, suçluya, aynı suçu işleyecek başka insanlar üzerindeki caydırıcı etkisinden dolayı, ceza verilmesi gerektiğini savunan ceza görüşü caydırıcı ceza anlayışı olarak bilinir

4- Nihayet, cezanın kendi içinde, özü itibariyle kötü bir şey olduğunu, bundan dolayı cezanın en yüksek sayıda insanın en yüksek mutluluğuna katkı yaptığı sürece, caydırıcı etkisinden dolayı verilebileceğini savunan ceza anlayışı; cezanın olumlu sonuçlar ürettiği zaman meşru, aksi takdirde anlamsız ve gereksiz olduğunu savunan görüş ise yaratıcı ceza olarak tanımlanır

Civitas, Solis: İtalyan filozofu Campanella’nın tasarladığı ütopik devletine verdiği ad: Güneş Ülkesi

Hint Okyanusundaki bir adada kurulmuş olan Güneş devletinde egemen güç, tıpkı Platon’un Cumhuriyetinde olduğu gibi, bilim ve felsefedir Devletin yöneticileri pratik ve teorik bakımdan çok iyi yetişmiş olan kimselerdir; nitekim, devletin başında hem filozof ve hem de rahip olan bir hükümdar vardır Devletin istikrarı ve sağlamlığı için, mülkiyet ortaklığı uygulanır, devlet cinsler arasındaki birleşme ve evlilikleri bile düzenlerken, bir yandan da bireylerin kendilerini geliştirebilmeleri için, çalışma günde dört saatle sınırlı tutulur

Comte, Auguste: 1798 – 1857 yılları arasında yaşamış olan, pozitivizmin kurucusu Fransız filozofu Temel eserleri: Course de Philosophie Positive [Pozitif Felsefe Dersleri], Systeme de politique positive [Pozitif Politik Sistem]

Kartezyen veya Aydınlanma geleneğinin en önemli temsilcilerinden olan, Ortaçağın dünya görüşünün yerine geçen yeni bilim kökenli ideoloji için bir temel sağlamaya çalışan Comte’un temel amacı, toplumun reformdan geçirilmesi, toplumun yeni baştan düzenlenmesi olmuştur Bu amaç, ona göre, toplumu yöneten yasaların bilgisini, toplumu konu edinen bir bilimi gerektirir Bu bilim için ise, yeni bir bakış açısına, yeni bir felsefe anlayışına gerek duyulur Bu nedenle, Comte arzuladığı toplumsal reform ve düzenlemeyi bilimsel temelleri olan bir felsefe, pozitif felsefe ya da pozitivizm üzerine inşa edilmiş olan bir toplum bilimi geliştirerek gerçekleştirebileceğini düşünmüştür O, pozitivizmi yalnızca yeni bir felsefe anlayışı, bir düşünce tarzı olarak değil, fakat toplum problemi için temelli bir çözüm olarak öne sürmüştür

Comte’a göre, inançların herkesçe ortak olarak benimsenmediği, düşüncelerdeki anarşinin toplumda anarşiye yol açtığı bir çağda kurtuluşu sağlayacak tek çözüm pozitivizmdir O, tarihin akışını tersine çevirmenin ve toplumsal birlik ve düzeni, Fransız Devriminden önceki dini ve manevi değerlerle sağlamanın imkansız olduğunu savunmuştur Eşitlik, insan hakları ve halkın egemenliği gibi kavramların içleri boş metafiziksel soyutlamalar ve dogmalar olduğunu söyleyerek, demokrasinin yöntemlerini savunanlara da karşı çıkan ve pozitivizmi, bu çerçeve içinde genel bir zihin hali, bir araştırma ruhu olarak tanımlayan pozitivist Comte’un söz konusu felsefe anlayışı, insan için olumlu ve yapıcı olanın yalnızca olguları gözlemleyerek tasvir etmek olduğunu öne sürer Onun pozitivizminin en önemli özelliği, doğanın yüce ve mutlak bir amacı olduğu fikrini red?detmesinden meydana gelir Comte’un pozitivizmi, ikinci olarak varlıkların özünü ya da varlıkların gizli, içsel nedenlerini bulma çabasından vazgeçer Bu felsefe yalnızca olgu?ları araştırmak, varlıklar arasındaki sabit ilişkileri gözlemlemek gerektiğini öne sürer

Comte, şu halde yüzyılın birçok diğer düşünürü gibi bir ideolog olarak anlaşılmak drumundadır O yeni bilim ideolojisinin en önemli temsilcisidir Comte’un felsefesi bütünüyle hümanist bir kültürün, modern bilim üzerine yükselen seküler bir dünya görüşünü temsil eder Onun gözünde biricik rasyonalite standardı bilimsel rasyonalite olduğu için, bilimi eleştirel bir temellendirme ile biricik yegane insani bilgi formu olarak meşrulaştırmak aklından hiç geçmemiştir Bilim karşısında olumlayıcı, tasdik edici bir takınan Comte, bilimin yönteminin bizatihi bilginin kendisinin yöntemi olduğu iddia etmiştir

Bilgi teorisi bakımından Comte tam bir empiristtir Bununla birlikte, o empirizmi, İngiliz düşünürlerinin yaptığı gibi, idelerimizin ve bilgimizin kaynağını açıklamak için değil, fakat pozitivistik bir tarzda, bilimsel olmayan düşünme tarzlarını yıkmak için ideolojik bir araç olarak kullanmıştır

Onun felsefesi, yine 19 yüzyılın diğer bazı felsefeleri gibi, tarihsel gelişme kavramıyla yüklü bir felsefe olmak durumundadır Nitekim, o ünlü üç evre yasasını, aydınlanmış insanlığın benimsemesi ya da alması gereken doğrultuyu buyuran bir entellektüel ilerleme ve özgürlük yasası olarak yaz etmiştir Comte işte bu yasayı da kendisinden önceki bütün dini ve felsefi bakış açılarını mahkum etmek için kullanır O bu perspektifleri insan düşüncesinin pozitif felsefede son bulacak tarihsel gelişiminin vazgeçilmez uğrakları olarak değerlendirir

Yasanın özellikle üçüncü evresini açıklarken, Comte kendi bilim teorisinin ana hatlarını verir Ona göre, bilimsel düşünce bir hipotezin geçerliliğini belirleme gözlemin sınamasını kabul eden düşünmedir Bilim gözlemle başlar ve deneyle devam eder Bununla birlikte, bilim gözlem kayıtlarının toplamından daha fazla bir şeydir Örneğin, fizik gibi bir bilim tikel olgulara ilişkin gözlem kayıtlarının zengin bir birleşiminden meydana gelmez; fizik esas, bu olguları başka olgulara sistematik bir tarzda bağlayan genel hipotez ve teorilerin formülasyonundan oluşur Gerçek bilim bu olgular birbirleriyle bir korelasyon içine sokulduğu ve hepsinden önemlisi bireysel fenomenler birbirleriyle yasa benzeri ilişkiler içinde bulunan fenomen sınıflarının üyeleri olarak görüldükleri zaman ortaya çıkar

Comte aynı zamanda bilimlerin birliğini savunan ilk düşünürdür Fakat, o sonraki pozitivistlerin tam tersine, bir indirgemeci değildir Ona göre bilimlere ilişkin sınıflama büyük ölçüde bilimlerinin yasalarının kapsamı ya da genelliğiyle ilgili farklılıklardan kaynaklanır Bilimler birbirlerine dayanmakla birlikte, her birinde söz konusu olan yasalar farklılık gösterir Dolayısıyla bilimlerin birliği, onda aynı yöntemi kullanma bağlamında, metodolojik açıdan bir birliktir

Varlık görüşü bakımından dört başı mamur bir fenomenalist olan Comte, her tür materyalizmi reddeder Bunun gerekçesi de, hiç kuşku yok ki, materyalizmin, onun gözünde metafiziksel bir öğreti olması, ve örneğin fizik, biyoloji ve sosyoloji gibi bilimlerde ele alınan fenomen türleri arasındaki gözlemlenebilir farklılıkları ortadan kaldırmasıdır

Comte Geisteswissenschaften’e de aynı gerekçeyle, yani insan ya da tin bilimleri bilime tinsel kategorileri bilime soktukları, özel deneyim verilerini gündeme getirdikleri ve diyalektik yöntemi kullandıkları için karşı çıkmıştır O bunun yerine kurucusu olduğu sosyolojiyi önermiştir İnsan davranışı, yalnızca psikoloji ve sosyoloji yoluyla anlaşılabileceğini öne süren Comte, toplumsal yapının, bir ilerleme ortamında varlıklarını sürdüren nitelikleri ve organları ile kendi başına var olduğunu söyler Toplumun statik yönüyle dinamik yönünü birbirinden ayıran Comte’a göre, toplumun statik yönü mülkiyet, dil, din gibi toplumun belirli durağan yönlerinden oluşur Toplumun statik yönü, insanın doğal yapısına bağlıdır O, toplumun dinamik yönünü, toplumun ilerleme gücü olarak tanımlamıştır

İlerleme ise, düşüncedeki ilerlemedir, statik yapıdan en yüksek ölçüde nasıl yararlanmamız gerektiği konusundaki kavrayışımızı geliştirmekle ilgili bir husustur Yoksa, ilerleme toplumun statik yönünü oluşturan öğelerin değişimiyle ilgili bir konu değildir Örneğin, aile kurumu, insanlar metafizik evreden pozitif evreye geçerken değişikliğe uğramaz Fakat pozitivizmin dinamik etkisi, kadınlara yeni bir statü kazandırmaktan oluşur Aynı şekilde, yeni düzende mülkiyetten, tek bir in?sanın çıkarını değil, fakat başkalarının çıkarını da hesaba katacak bir biçimde yararlanılacaktır

Öte yandan, bütün sistemin anahtarı dindir; bununla birlikte, Comte’un yeni dini, insanlığa inanmaktan oluşacaktır Buradan da anlaşılacağı üzere, o bir tür insanlık dini kurmaya çalışmıştır Onun bu yeni dini, ayin ve törenlerine kadar, Hıristiyanlığın bütün inançlarına bağlıdır, fakat o Tanrı’nın yerine insanlığı, ermişlerin yerine bilginleri geçirir Bu insanlık dini, devletin yönetim şekline de yansıyacaktır Artık, Comte’a göre, tek insan diye bir şey olmayacaktır Tek insan kendi kişisel çıkarım değil de, toplumun çıkarını düşünecek, onu kendi çıkarına üstün tutacak şekilde yetiştirilecektir Bu toplumda benciliğin yerini, özgecilik alacaktır

‘Comte’çu pozitivizm: Bütün pozitivizmlerin tarihsel olarak en eskisi, kendisinin ideal ve pratiklerinden en azından ilham alan diğer pozitivizm türlerinin temelinde bulunan pozitivizm türü

‘Comte’çu pozitivizmin en önemli tezi, üç evre yasasıdır; bu anlayışa göre, bilimlerin tarihi pozitif evreye erişmezden önce, teolojik ve metafizik evrelerden geçmek durumundadır Pozitif evreye ise, ancak mutlak hakikatle ilgili iddialardan vazgeçip, fenomenler arasındaki ardışıklık ve benzerlik ilişkilerini konu alan empirik araştırmalara geçildiği zaman, erişilir Aynı şey Comte’un pozitivizmine göre, toplum ve sosyoloji için de geçerlidir Fransız Devrimi Fransız toplumunu teolojik bir evreden metafizik bir evreye taşımıştır Artık ihtiyaç duyulan şey, daha iyi bir topluma götürecek olan pozitif bir sosyolojidir

Condorcet, Marquis de: Aydınlanmanın 1743-1794 yılları arasında yaşamış olan ünlü düşünürü

İnsanın yetkinleşebileceğine ve insanlığın “sonsuzca ilerleyebileceğine inanan Condor?cet, ilerlemeye duyduğu bu inancı, Esquisse d’un Tableau Historique des Progrös de I’Esprit Humain [İnsan Zekasının İlerlemele?ri Üzerine Tarihi bir Tablo Taslağı] adlı eserinde dile getirmiştir Ona göre, insan vahşiliğin en alt basamaklarından hızla yukarı doğru yükselmiş olup, aydınlanma, erdem ve mutluluk yolunda hızla ilerlemeye devam etmektedir Başka bir deyişle, söz konusu ilerleme sürecinde, dokuz evreden geçmiş olan insan, onuncu evreye gelmiş bulunmaktadır Geçmişe ilişkin belirlemelerden gelecekle ilgili genellemelere giden Condorcet’te göre, onuncu evreyi belirleyen üç eğilim vardır: 1- Uluslar arasındaki eşitsizliğin ortadan kaldırılması, 2- sınıflar arasındaki eşitsizliğin kaldırılması, ve 3- İnsan doğasının, her bakımdan ilerleme ve yetkinleşmeye açık olması

Ekonomik özgürlük, dini bakımdan hoşgörü, eğitim reformu ve köleliğin ortadan kaldırılması konularında da çalışmış olan Condorcet, aklın egemenliğini toplum yaşamında da geçerli kılmak istemiştir

Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefe Sözlüğü

Eski 07-22-2012   #5
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefe Sözlüğü



Ç

Çağdaş felsefe: On dokuzuncu yüzyılın sonlarından başlayıp günümüze dek uzanan felsefe

Felsefe hiçbir zaman boşlukta gelişmeyip, kültürün bir parçası olarak, daima çağın siyasi ve toplumsal koşullarıyla ilişki içinde ortaya çıktığına göre, çağdaş felsefenin de, yirminci yüzyılın koşullarından etkilenen, yirminci yüzyıla özgü bir bakış açısı vardır Çağdaş felsefe içinde yer alan tüm filozoflar, aralarındaki farklılıklara karşın, işte bu bağlamda, bir parçası oldukları modern toplumun ilgi ve problemlerine yanıt vermek durumunda olmuşlardır Şu halde, çağdaş felsefeyi karakterize eden birinci özellik, onun yirminci yüzyılda ortaya çıkan kimi temel durum ve oluşumlardan, örneğin modern toplumun bilim karşısındaki ikircikli tavrından, dile yönelik ilgiden, dünya savaşlarının yarattığı umutsuzluktan, toplumsal koşulların yarattığı güven bunalımı ve yabancılaşmadan, vb, yoğun bir biçimde etkilenmiş olmasıdır

Çağdaş felsefeyi karakterize eden ikinci özellik, yirminci yüzyılda filozofların Batı felsefesine Kant’tan beri damgasını bulan kurmacılık veya konstrüktivizm ve görecilikten kaçınma çabası içine girmiş olmalarıdır Buna göre, Batı felsefesinde Descar*tes’la başlayıp, Kant’la doruk noktasına ulaşan özne çıkışlı bir felsefe anlayışının ardından, yirminci yüzyıl felsefesi insandan ve insanın inançlarından bağımsız olarak varolan bir nesnel dünyanın varoluşunu kabul eden bir felsefedir Nesnelliği yeni*den yakalamaya çalışan çağdaş felsefe, aynı zamanda nesnel olarak varolan bir evrenin bilgisinin mümkün Olduğunu savunan bir felsefe olarak ortaya çıkar

Kabaca ve genel olarak değerlendirildiğinde, çağdaş felsefede tarihsel bir sıra içinde ortaya çıkan dört ayrı gelenekten söz edilebilir: Metafiziksel gelenek, analitik gelenek; fenomenolojik gelenek ve eleştirel ya da yıkıcı gelenek 1- Metafiziksel gelenek, yirminci yüzyılda felsefe tarihinin son özgün metafiziksel sistemlerinden meydana gelen bir gelenektir Bu geleneğin, felsefenin görevinin gerçekliğin doğasıyla ilgili problemleri bir çözümü kavuşturmak olduğunu savunan düşünürleri, metafiziklerinde, dinamik ve değişen bir gerçekliği ifade etmeye çalışmışlardır Bir ayağı on dokuzuncu yüzyılda olan söz konusu metafiziksel geleneğin en önemli üç temsilcisi Henri Bergson, John Dewey ve Alfred North Whitehead’tir Dinamik ve değişen bir gerçekliği belli bir süreç felsefesiyle ifade eden bu üç düşünürün temel kavramı evrimdir

2- Çağdaş felsefenin ikinci önemli ve büyük geleneği ise, Hobbes ve Hume’a mal edilebilecek olan kimi felsefi kabulleri be*nimseyen düşünürlerin oluşturduğu analitik gelenektir Dünyanın çok büyük sayıda basit öğeden meydana geldiğini, kompleks nesnelerin bu öğelere ayrıştırılabileceğini ve bu basit varlıklarla karşılaşıldığı zaman, onların kolaylıkla tanınıp anlaşılabileceğini öne süren bu gelenek mensupları, felsefenin görevinin sentez değil de, dilsel ya da bilimsel veya mantıksal analiz olduğunu öne sürer En önemli temsilcileri arasında George Edward Moore, Bertrand Russell, Gattlob Frege, Ludwig Wittgenstein, ve Viyana Çevresi düşünürlerini verebileceğimiz bu gelenek realist bir tavır alıp sağduyuya yaklaşırken, bir yandan da bilimden tarafa saf tutup metafiziğe şiddetle karşı çıkar

3- Çağdaş felsefenin üçüncü geleneği ise, Alman filozofu Edmund Husserl tarafından kurulmuş olan fenomenolojik gelenektir Bilginin olanağına büyük bir güçle inanırken, Kant’ın eseri olan konstrüktivizme şiddetle karşı çıkan fenomenolojik gelenek, kendinde şeylerin bilince göründüklerini öne sürmüştür Bu çerçeve içinde bilince dönen ve bilincin yönelimselliğini bilinç üzerinde yoğunlaşmanın nedeni ve haklı kılınışı olarak değerlendiren fenomenolojik gelenek, aynı zamanda realist bir tavırla, şeylerin karşılıklı bağımlılığı ve ilişkisi üzerinde durmuştur Analitik geleneğin Hume’a yakın olduğu yerde, daha çok Hegel’e yaklaşan fenomenolojik geleneğin en önemli temsilcileri arasında Martin Heidegger’le Jean Paul Sartre bulunmaktadır

4- Çağdaş felsefenin dördüncü geleneği Fransız düşünürleri Michel Foucault ve Jacques Derrida tarafından temsil edilen eleştirel ya da yıkıcı gelenektir Örneğin, özcülüğe, ikiciliğe, Descartesçı felsefeye, akıl ya da lojisizme, Aydınlanma felsefesiyle pozitivizme ve dolayısıyla bütün bir moderniteye ilişkin olarak çok ciddi ve keskin bir eleştiri yönelten Derrida’nın son çözümlemede özcülüğe, ikiciliğe ve akılmerkezciliğe yönelik olan eleştirisi gerçekte metafiziğe, Batı’nın bütün bir metafiziksel düşüncesine yönelik bir kritik olmak durumundadır Başka bir deyişle, Batı düşüncesinin yüzyıllardan beri termelinde yer kavram ve karşıtlıkları yeni baştan eleştirel bir bakışla değerlendiren bu gelenek, Barı felsefesinin temellerini sarmıştır

Çağırma: İdeolojinin hitap etmesi, bireylerin ideoloji tarafında inşa edilmeleri sürecine çağdaş yapısalcı Marksist düşünür Louis Althusser tarafından verilen ad

İdeolojinin ve hakim sınıfın hegemonyasının sanıldığı gibi doğrudan bir tahakküm yoluyla gerçekleşmediğini söyleyen Althusser’e göre, ideoloji çağırma aracılığıyla, yani bireyleri varolan üretim ilişkileri içindeki rollerini sorgulamadan kabul edip benimseyen bir sosyal kimlikle donatacak şekilde işler

Çatışma teorisi: Toplumu meydana getiren grup ya da öbekler arasındaki rekabete dayalı çıkar çelişkisini temele alan, çatışmanın toplumsal gelişme için önemli bir işlev yerine getirdiğini dile getiren teori

Çatışmanın doğası ve işleviyle ilgili ilk teoriler on dokuzuncu yüzyılla yirminci yüzyılın başlarında öne sürülmüştür Bu alan*daki ilk önemli kuram Marx’ın iki sınıf arasındaki çatışmaya dayanan toplumsal çatışma modelidir Toplumun bütününü ser*maye ve emeğin çıkarlarını temsil eden iki sınıfa bölen Marx’a göre, çatışmanın toplumu dönüştürme gibi bir işlevi vardır Alman felsefe profesörü George Simmel ise, çatışmanın önemini vurgulamakla birlikte, Marx’ınki gibi ikili bir model benimsememiş ve çatışmanın tüm toplumsal düzenlemeleri ortadan kaldıracağı sonucuna yarmamıştır Ona göre, çatışmanın durağanlığı, toplumsal istikrar ve dengeyi sağlamak, bireyleri korumak bakımından üstlendiği çok önemli rol ve olumlu işlevler vardır

Çatışma konusunda, bu iki önemli çatışma teorisinden sonra yirminci yüzyılda ortaya çıkan üçüncü yaklaşım, çatışmadan, toplumsal bütünlüğün önemini ve ortak değerlerin olumlu etkisini gündeme getiren birlikli bir toplum görüşü lehine feragat eden fonksiyonalist görüştür Fonksiyonalistler çatışmaya olumlu bir rol yükleyen Karl Marx’la Simmel’in tersine, onu, sağlıklı bir toplumsal organizmanın normal değil de, patolojik bir hali olarak yorumlamışlardır

Fonksiyonalist anlayıştan sonra ortaya çıkan tüm çatışma teorileri Marx ya da Simmel ‘in görüşünün farklı versiyonları olmak durumundadır Örneğin, 1960’1ı yıllarda sistem çatışmasıyla toplumsal çatışma arasında bir ayırım yapan sosyolog Dockwood, Marksist bir anlayış benimsemiştir Ona göre, kurumlar birbirleriyle uyum içinde olmadıkları zaman sistem çatışması ortaya çıkar; buna karşın toplumsal çatışma bireyler arasında olup yalnızca toplumsal etkileşimler içinde ortaya çıkar

Çelişki: Bir ve aynı önermenin aynı anda hem tasdiki ve hem de inkarına, hem evetlenmesi ve hem de değillenmesine; bir önerme ile bu önermenin değillemesinden oluşan kümeye verilen ad

Buna göre, mantıkta iki kavram, yargı ya da önermenin birbirlerini dışta bırakan karşı olumunu ifade etmek için kullanılan çelişki terimi, sosyoloji ya da toplum felsefesinde, özleri ya da doğaları gereği bağdaşmaz olan iki toplumsal olgu, faaliyet, sınıf ya da durum için kullanılır Örneğin, Marksist sosyolojiye göre, sermaye artı değer elde etmek suretiyle emeği sömürdüğü için, emek ile arasında bir vardır

Çevrecilik: Genel olarak, çevrenin insanın faaliyetleri üzerindeki etkisini vurgulayan felsefi öğreti, çevrenin insan davranışını belirlemedeki rolünü vurgulayan teori ve felsefi okul İnsanlar da içinde olmak üzere, tüm hayvanların yapısını ya da davranışını etkileyen bir etmen olarak fiziki, biyolojik, psikolojik ya da kültürel Çevrenin önemini vurgulayan anlayış 2 Sosyal bilimlerde, uygarlık ve toplumun gelişmesinde çevre etkenlerinin önemi üzerinde duran yaklaşım

Çevrecilik, ahlâk ve politika alanında de, doğal çevrenin hem bizatihi kendi başına ve hem de insanlık için büyük bir pratik ve ahlâki değer taşıdığı görüşünü ve bu dayanan hareketi ifade eder

Çilecilik: Genel olarak, bilginin, kişisel gelişme ve yetkinleşmenin ancak rahatlık, iyi giyim ve yemek gibi arızi öğelerin yadsınmasıyla, konfor ve rahat koşullardan vazgeçilmesi suretiyle elde edildiğini savunan anlayış Kişinin, ahlâki bakımdan gelişmesi ve olgunlaşması için, iradeyi sıkı bir disiplin altına sokması tavrı

Çokçuluk: Genel olarak, aynı cins tenlik yerine çeşitliliğin aynılık yerine farklılığın, tek bir şey yerine Çokçuluğun önemini vurgulayan görüş

Çoktanrıcılık: Tanrısal gerçekliğin özü itibariyle, bir değil de, çok olduğunu, birden çok Tanrı’nın varolduğunu savunan anlayış; doğa güçlerinin, ölülerin, birtakım hayvanların tanrısallaştırılmasının sonucu olarak ortaya çıkan, ve birden çok Tanrı’nın varlığını kabul eden inanç

D

Dağıtıcı adalet: Herkese hak ettiğini vermek biçiminde tanımlanan orantılı bir eşitlik düşüncesinin ürünü olup, eşitlerin eşit, eşit olmayanların da farklı işlem görmesi gerektiğini savunan adalet türü Bir toplumda mal, mülk, eğitim, imtiyaz, hak ve fırsatların, toplumun üyelerine orantılı bir şekilde dağıtılmasına dayanan adalet anlayışı

Daimicilik: Genel olarak, insanın toplumun ve yaşamın değişmez bazı temel yönleri, gerçekleri bulunduğunu bu öz ya da yönle kaldığını savunan öğreti

Darwin, Charles: 1809-1882 yılları arasında yaşamış ve canlılarda evrimin doğal ayıklanma yoluyla gerçekleştiğini öne süren teorisiyle, bilim ve düşünce tarihinde adeta bir devrim yaratmış olan İngiliz doğa bilimci

Evrim konusunda yeterli kanıt sunarak, canlıların, doğal ayıklanma yoluyla çevreye uyum sağladığını açıklamış ve On the Origin of Species by Means of Natural selection [Türlerin Kökeni] adlı temel eserinde geliştirdiği görüşleriyle, zamanının bilim ve din çevrelerini derinden etkilemiş olan Darwin, Darwinizm olarak bilinen evrim öğretisiyle Tanrı’nın varoluşuna dair en önemli kanıtlardan biri olan düzen ve amaç kanıtının gücünü yıktığı gibi, yaradılışla ilgili dini öğretilere de öldürücü bir darbe indirmiştir

Darwinizm: Ünlü İngiliz biyolog ve doğabilimcisi Charles Darwin’in doğal ayıklanma, türlerin kökeni ve insanın türeyişiyle ilgili evrimci görüşünü, onun insan da içinde olmak üzere, tüm canlı varlık türlerinin doğuşunu ve gelişmesini yaşama savaşı ile açıklayan araştırmalarını ve görüşlerini tanımlayan genel terim

Darwin’in, organik değişimleri açıklamak amacıyla geliştirdiği biyolojik evrim teorisini temele alan yaklaşım; insanı da içine alan canlı doğanın evrimle oluştuğunu, bu evrimin itici gücünün, yaşama kavgası ve bunun sonucu olarak da, doğal ayıklanma olduğunu, doğal türlerin yaratılmayıp, doğal etkenlerle, birbirlerinden çıkarak oluşmuş olduğunu öne süren öğreti olarak Darwinizm, Darwin’in, evrimin üç ilke ya da etkenin etkileşimine dayandığı anlayışını tanımlar Bu üç ilke ya da etken sırasıyla değişiklik, kalıtım ve varolma savaşıdır Bunlardan değişiklik, bütün canlılarda söz konusu olan serbestleştirici etken; kalıtım, benzer organik formların bir kuşaktan başka bir kuşağa aktarılmasını sağlayan tutucu etken; varolma savaşı ise, belli bir ortamda üstünlük sağlayacak değişiklikleri belirleyen, böylece de seçici bir üreme hızı aracılığıyla türlerin değişime Uğramasını sağlayan etkene karşılık gelir

Davranış: Bir nesnenin, özellikle de canlı bir yaratığın, bir organizmanın belli bir ortamdaki hareket tarzı, canlıların çeşitli durum ve ortamlardaki tepkileri, bireyin içinde bulunduğu doğal ya da toplumsal ortamın uyaranlarına tepki gösterme ya da yanıt verme biçimi için kullanılan genel terim

Davranışçılık: Psikolojinin tam anlamıyla empirik veya deneysel bir bilim olması gerektiğini, onun sadece ve sadece organizmanın yaptığı ve dışa vurduğu şeyi araştırması gerektiğini söyleyen teori; insan ve hayvan psikolojisini, zihin ve bilinç kavramlarını tümüyle bir kenara bırakarak, davranışa ilişkin araştırmalarla sınırlayan, psikolojinin mümkün tek konusunun gözlemlenebilip, ölçülebilen davranış olduğunu savunan çağdaş Amerikan psikoloji okulu Psikolojinin görevinin davranışa ilişkin açıklama ve öndeyi olduğunu, davranışa ilişkin açıklamanın davranışla ilgili fonksiyonel bir analizden, yani davranışın kendisinin bir fonksiyonu olduğu bağımsız değişkenleri belirlemekten meydana geldiğini öne süren psikoloji görüşü

1910 yılında, John B Watson tarafından kurulan davranışçılı k, psikolojiye yüzyıl başlarında hakim akım olan içebakışçılığa bir tepki olarak doğmuştur

Dayanışmacılık: Ahlâkın, siyaset, sosyoloji, hukuk ve iktisadın temelini dayanışmada bulan öğreti Özellikle de, sosyoloji ve ahlâk alanında, dayanışma fikri üzerine kurulan görüş veya doktrin

Dayanışmacılık, ilke olarak, her insanın uygarlığın kendisine sağladığı nimetlerden dolayı, dünyaya borçlanmış olarak geldiğini öne sürer İnsanın, bu nedenle toplumsal kalkınmaya katkıda bulunarak, başka bireylere yardım ederek, ve toplumsal yükümlülüklerden kendi payına düşeni yerine getirerek borcunu ödemesi gerektiğini belirtir Dayanışmacılık, bireylerin yardım dernekleri ve kooperatifler aracılığıyla en yüksek ölçüde yardımlaşmak durumunda oldukları öne sürerken özgecilikle özdeşleşir

Değişme: Duyumsal ve içebakışsal deneyimimizin en belirgin, temel ve özsel yönlerinden biri; varolanların başka bir şekle ya da duruma girmeleri süreci

Değişme kavramı sırasıyla, zaman içinde art arda gelişi; değişme boyunca kendi kendisiyle göreli olarak aynı kalan bir şey ya da tözü; bu tözün sahip olduğu özellikler bakımından sergilediği farklılıkları ve belli bir yön ya da doğrultuyu içerir

Demokrasi: Halkın yönetimi, halkın kendi kendisini yönetmesi anlamına gelen siyasi yönetim biçimi Genel olarak, temsil, çoğunluğun yönetimi, partiler arası karşıtlık ve yarışma, alternatif hükümet şansı, kontrol, azınlık haklarına saygı gibi temel kavram ve düşüncelerle belirlenen politik sistem

Genel ifadesini, yöneticilerin yönetilenler tarafından seçilmesi düşüncesinde, yönetimle halk arasındaki ilişkilerin niteliğinde, yurttaşlar arasında ekonomik bakımdan büyük farklılıkların olmaması gerektiği görüşünde bulan, bireylerin doğuştan getirilen, sonradan sağlanan, ırk ya da mezhebe dayalı ayrıcalıkları olmaması gerektiğini savunan, kısacası bir eşitlik fikri, yani toplumdaki iktidar sisteminin, insanlar arasındaki farklılıklara göre değil de, benzerliklere dayanması gerektiği tezi üzerine yükselen yönetim tarzı Eşitli ilkesine dayalı yaşam biçimi

Doğrudan demokrasi olarak bilinen ve siyasal karar alma hakkının, çoğunluk yönetimi usulleri çerçevesinde hareket eden bütün yurttaşlar topluluğu tarafından kullanıldığı yönetim tarzı ya da modeli olarak demokrasi, antik Yunan’da, Atina’da doğmuştur Bununla birlikte, nüfus artışının bir sonucu olarak ve bilgideki uzmanlaşmadan dolayı, doğrudan demokrasiyi belirleyen koşulları ve yurttaşların siyasi karar sürecine katılımı, modern devletlerin siyasal yapılarında gerçekleştirilemez olmuştur

Bundan dolayı, modern demokrasi temsili demokrasi olarak bilinen ve yurttaşların aynı hakkı kişisel olarak değil, seçtikleri, yurttaşlara karşı sorumlu olan temsilciler aracılığıyla kullandıkları yönetim tarzı ya da biçimi, veya liberal ya da anayasal demokrasi olarak bilinen, bütün yurttaşların ifade ve dini inanç özgürlüğü gibi bazı bireysel ve toplu haklarını güvence altına almak üzere, çoğunluk iktidarının belirli anayasal kısıtlamalar çerçevesi içinde uygulandığı yönetim modeli olarak gelişmiştir Bu bağlamda, tüm yurttaşların önemli kararlara etkin bir biçimde katılması anlamında doğrudan olan verilir

Demokrasi paradoksu: Tarihte ilk kez olarak ünlü Fransız düşünürü Jean Jacques Rousseau tarafından ifade edilmiş olan ve hemen herkes tarafından kabul edilen öncüllerden çelişik bir sonuç çıkarsayan paradoks

Rousseau tarafından dile getirilen paradoks, şu adımlardan oluşmaktadır: 1- Demokratik tercihlerin meşruluğuna inanıyor-sam eğer, çoğunluk tarafından seçilen bir politikanın uygulanması gerekir 2- A ve B gibi iki bağdaşmaz politika söz konusudur 3- A politikasının uygulanması, buna karşın B politikasının uygulanmaması gerektiğine inanıyorum ve dolayısıyla oyumu A politikasının lehinde kullanıyorum Fakat, 4- Çoğunluk B’nin lehinde oy kullanıyor Bu alternatiflerden 1 ve 4’e göre, B politikasının uygulanması, 2 ve 3’e göre ise, B politikasının uygulanmaması gerektiğine inanıyorum Bu çelişik sonuç, paradoksa göre, yalnızca, demokratik değerlere bağlılığımın, beni çelişik inançları savunmak durumunda bıraktığı anlamına gelir

Aynı paradoks, yirminci yüzyılda, kendi toplum görüşünü ifade ederken, ünlü bilim ve siyaset felsefecisi Popper tarafından somutlaştırılarak yeniden ifade edilmiştir Buna göre, Popper, demokrasiden yalnızca hükümetlerin yönetilenlerin çoğunluğu tarafından seçilmelerini anlamamak gerektiğini savunur, çünkü demokrasiden yalnızca bu anlaşılırsa eğer, ortaya demokrasi paradoksu çıkar Zira, Popper’a göre, burada, çoğunluğun, özgür kurumlara inanmayan ve iş başına gelince bu türden kurumları çoğunluk yıkan faşist bir partiye ya da Komünist Partisine oy verme olasılığı her zaman söz konusudur

Kendisini çoğunluk oyuyla hükümet alternatifine bağlamış olan bir kimse böyle bir durumda, çözümsüz bir paradoksa düşer Faşist partinin ya da Komunist partisinin başa geçmesini engellemek ilkelerine aykırı hareket etmek anlamına gelir, ama onlar iktidara gelince de, demokrasiye son vereceklerdir

Demokratik sosyalizm: Sosyalizmi hedeflemekle birlikte, ihtilalci komünizmden, meşru yönetim sürecini sadakatle takip etmek ve liberal kapitalizmden sosyalizme barış içinde geçişi amaçlarken, bireyin özgürlüğünü her şeyin üzerinde tutmak bakımından farklılık gösteren antikapitalist felsefe ve hareket

Evrimci bir düşünce ve anlayışı cisimleştiren demokratik ya da liberal sosyalizm, en iyi bir biçimde ihtilalci ya da Marksist komünizmle olan farklılıklarına işaret etmek suretiyle açıklanabilir Buna göre, ihtilalci komünizmin kapitalizmi ihtilalci bir yolla devirmeyi, proletarya diktatörlüğünün hakimiyetini kapitalist ideolojiden en küçük bir iz kalmayıncaya kadar sürdürül*mesini amaçladığı yerde, demokratik sosyalizm meşru yönetim sürecini takip eder; kurşun yerine oy pusulası ile sağlanan iktidara talip, iktidarının kaderini halkın hür seçimlerle verilmiş kararına bırakır Yine, ihtilalci komünizmin kişisel tüketim mallarının mülkiyet biçimleri dışında kalan her şeyin kamu mülkiyetinde olması ilkesine dogmatik bir bağlılık sergilediği 9erde, demokratik sosyalizm kamu mülkiyetinin özel mülkiyete üstün olduğu dogmasına pek önem vermez Komünistin, iletişim araçları, eğitim ve propaganda kapitalist statükonun tarafını tuttuğu için, yurttaşları kapitalist sistemin işe yaramaz bir burjuva diktatörlüğü olduğu konusunda ikna etmenin beyhude olduğunu savunduğu yerde, demokratik sosyalist, yurttaşları kapitalizmin işe yaramaz ve adaletsiz bir sistem olduğuna ikna etmeyi bekleyecek sabırlı bir kişidir Zira demokratik sosyalistlere göre, bireylerin özgürlüğü ekonominin sosyalizasyonundan daha önemlidir

Buradan da anlaşılacağı üzere, demokrasinin üstün değerinin, mülkiyetten ziyade özgürlükte yattığını gören demokratik sos*yalizm ihtilalci komünizmden farklı olarak otorite karşıtıdır Komünistin gözünde, ister demokratik ya da ister faşist, bütün kapitalist sistemler bir burjuva diktatörlüğünden başka bir şey değildir; komünistler bundan dolayı demokratik sosyalizmin bakış açısıyla kurumlarını diktatörlük gerçeğini gizlemeyen yapmacık oluşumlar ve ikiyüzlülük olarak görürler Bu bakış açısından kapitalizm bir kez diktatörlükle özdeşleştirildiği zaman, değişmenin tek aracının ihtilal, komünizan bir şiddet olduğu mantıksal bir sonuç olarak ortaya çıkar Oysa demokratik sosyalizm, diktatöryal ve demokratik kapitalizm arasında bir ayırım yapar Ona göre, diktatöryal kapitalizm içinden barışçı yolla değiştirilemezse de, bunu demokratik kapitalizmde yapmak mümkündür Dolayısıyla, demokratik sosyalist büyük ağırlıkla kapitalist karakterde işleyen kapitalist ekonomiden sosyalist nitelikteki bir ekonomiye barışçı yolla geçişi amaçlar

Buna göre, komünizm kapitalizm, ihtilal ve komünist diktatörlük gibi üç mutlakla düşünürken, demokratik sosyalizm üç göre kavrama dayanır: Çıkış noktası olarak ağırlığı kapitalist olan bir ekonomi, aşamalı bir geçiş dönemi olarak uzun bir reform süreci ve muhtemel bir hedef olarak da ağırlıkla sosyalistleşmiş bir ekonomi

Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefe Sözlüğü

Eski 07-22-2012   #6
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefe Sözlüğü



Demokritos: Sokrates öncesi doğa felsefesinde, atomcu okulun Leukippos’la birlikte kurucusu olan ünlü filozof

Metafiziği: O da Yunan felsefesini meşgul etmiş olan, birlik ile çokluk arasındaki ilişkinin neden meydana geldiği, ve dolayı*sıyla «neyin gerçekten varolduğu problemi üzerinde yoğunlaşmıştır Ona göre, çokluk, yani doğada varolan tüm nesneler bir şeyden, maddeden meydana gelmişlerdir Demokritos, sözü edilen bu birliği, maddenin, kendilerinin ataman adını vermiş olduğu küçük ve bölünemez parçacıkları olarak tanımlar Onun görüşüne göre, çokluk bir olanın meydana getirdiği farklı ve değişik birleşim ya da düzenlemelerden başka hiçbir şey değildir Doğadaki her şey, maddenin bölünemez parçacıkları olan bu bileşensel öğelere indirgenebilir Bundan dolayı, doğada her ne kadar sayılamayacak kadar çok sayıda şey varolsa bile, bunların hepsi de, son çözümlemede tek bir şey türüne, yani atomlara ya da maddeye indirgenebilir Öyleyse, gerçekten var olan atomlar ya da madde olup, dış dünyadaki çokluk görünüşten başka bir şey değildir

Onun söz konusu materyalist görüşünde, öyleyse, gerçekten varolan atomlar olup, atomların varoluşu kendilerinin içinde hareket edecekleri, onlardan daha az gerçek olmayan boşluğun ya da varolmayanın varoluşunu gerektirir Bu nedenle, çokluk ya da varolanlar, gerçekten varolan atomların boşluk içinde değişik şekillerde bir araya gelişleriyle açıklanmak durumundadır

Atomlar, ezeli ve ebedi olan gerçekliklerdir, yani evrenin yapıtaşları olan, her şeyin kendilerinden meydana geldiği atomlar için oluştan, varlığa geliş ve yok oluştan söz edilemez Dahası atomlar katı olup, bundan dolayı değişmeye de tabi değildirler Demokritos’un atomları yine kavramsal, mantıksal ve fiziki olarak bölünemezdir Onun atomları, modern atom görüşünde olduğu gibi, bir güç merkezi, matematiksel bir nokta olmayıp, yer kaplayan bir parçacıktırYani, atom matematiksel olarak değil de, fiziken bölünemez olan bir birimdir Onların fiziki bakımdan bölünememelerinin nedeni ise, katılıkları ve dolayısıyla, kendi içlerinde boşluk ihtiva etmemeleridir Atomlar, yine sonsuz sayıda olup, kendi içlerinde bir birlik meydana getirirler Onun atomculuğunda, nitelik bakımdan birbirlerinin aynı olan atomlar, birbirlerinden niceliksel bakımdan farklılık gösterirler Diğer bir deyişle, varlığa gelmemiş, başka bir gerçeklikten türememiş, yok edilemez, değişmez ve ezeli-ebedi olan bu atomlar, birbirlerinden şekil ve büyüklük bakımından ayrılırlar Atomların bazıları yuvarlak, bazıları düz, bazıları küre, bazıları küp şeklinde, bazıları gözenekli, diğer bazıları da çengellidir

Birbirlerinden aralarındaki boşlukla ayrılan atomlar, tıpkı harflerin sözcükleri, tümceleri ve bir bütün olarak yazıyı meydana getirmesi gibi, gerçekliğin temel yapı taşları olarak ortaya çıkarlar Gerçekliği meydana getiren tüm cisimler, atomlardan oluşur Onların bir araya gelişleri ve birbirlerinden ayrılışları sonucunda, bileşik cisimler meydana gelir Onları birleştiren ve ayıran, Demokritos’a göre, atomlara dışarıdan bir fail güç tarafından aktarılan hareket değil de, onların özünde varolan harekettir Buna göre, boş mekan içine yayılmış olan atomlar sürekli bir hareket hali içinde olup, onların hareketleri birtakım çarpışmalara yol açar Bu çarpışmalar iki yönlü bir sonuç doğurur: Birbirlerine hiçbir şekilde uymayan atomlar çarpışınca birbirlerinden uzaklaşırlar veya birbirlerine uyan, şekilleri birbirlerine denk düşen atomlar, çarpışma sonucunda birleşip bileşik cisimleri meydana getirirler Bu şekilde oluşan bileşik cisimler, renk, koku, tat, sıcaklık gibi, duyusal niteliklere sahip olurken, atomların kendileri töz bakımından aynı kalır

Dünyamız da, Demokritos’a göre, bu şekilde meydana gelmiştir Atomların ağırlığı olup, onlar boşlukta aşağıya doğru düşerler Daha ağır olanlar daha hızlı düşer, daha hafif olanlar ise, yukarıda kalır Atomların bu hareketi bir çevrintiye yol açar Bu hareketin sonucunda aynı büyüklük, ve ağırlıkta olan benzer atomlar birleşir Ağır atomlar merkeze yığılırken, daha hafif atomlar çevreye doğru fırlar; ağır atomlar merkezde, önce havayı, sonra suyu ve daha sonra da toprağı meydana getirirken, çevreye doğru fırlayan atomlar eteri meydana getirir

Bilgi Görüşü: Demokritos’a göre, ruh da atomlardan oluşur Şu farkla ki, başka türden iki atom arasına bir ruh atomu gelecek şekilde bütün bir bedene yayılan ruh atomları, daha ince, düz, ve yuvarlaktırlar

Bilgi de, doğal olaylar gibi, atomlar arasındaki vurma ve çarpışma olaylarının özel bir türünden başka bir şey değildir Buna göre, algılanabilen cisimlerden çıkan birtakım akıntılar daha sonra duyu organlarına gelerek, onlara çarpar ve orada bir suret, imge meydana getirirler Bununla birlikte, Demokritos, tüm materyalizmine karşın, algının bilgi vermediğini, bizi yalnızca görünüşlere, varolanların ikincil niteliklerine götürdüğünü savunmuştu Bilginin iki yolunu birbirinden ayıran Demokritos’a göre, algısal bilgi, görünüşlerin, gerçekte varolmayan ikincil niteliklerin bilgisini verdiği için, aşağı türden bir bilgi olmak durumundadır Bizim farklı cisimlere yüklediğimiz renk, ses, koku ve tat gibi duyusal nitelikler, cisimlerin bizzat kendilerinde olmayıp, yalnızca atomların çeşitli birleşimlerinin duyu organlarımız üzerindeki etkileridir Atomların katılık, büyüklük, şekil gibi birincil niteliklerinin dışında, başka hiçbir nitelikleri yoktur Bize yalnızca görünüşü veren, varolanların birincil niteliklerine hiçbir şekilde ulaşamayan duyu algısı, şeylere ilişkin gerçek bir bilgi sağlayamaz

Demokritos bizim atomları, gerçekte oldukları şekliyle algılayamadığımızı öne sürer; bununla birlikte, biz onları düşünebiliriz Algıların, görünüşlerin bittiği yerde başlayan düşünce ya da entellektüel sezgi, varlığın bizzat kendisine, atoma ulaşır O da, kendisinden önceki tüm diğer Yunan filozofları gibi, bir rasyonalisttir

Denkleştirici adalet: Bireyler arasındaki eşitlik düşüncesiyle ilişkili olan toplum içindeki bireylerin birbirleriyle olan ilişkilerini eşitlik, ve dürüstlük içinde düzenlemeyi amaçlayan adalet anlayışı Özellikle bireyler arasında eşya ve hizmet alışverişinde söz konusu olan ve aritmetik eşitliğe dayanan adalet türü

Descartes, Rene: 1591-1650 yılları arasında yaşamış, modern felsefenin kurucusu olarak ün kazanmış Fransız filozof Temel eserleri: Regulae ad Directionem Ingenii [Aklın İdaresi İçin Kurallar], Principia Philosophiae [Felsefenin İlkeleri], Discours de le Mathade [Yöntem Üzerine Konuşma], Maditations Mataphysiques [Metafizik Düşünceler]

Temeller: Yeni bir doğa ve insan anlayışının ortaya çıktığı, araştırma yöntemlerinin yeni baştan oluşturulduğu bir çağda, bilimlere bir temel kazandırmayı, ve ruhla bedeni, tinsel olanla fiziki olanı, geleneksel dini öğretilerle de yeni bilim görüşünü uzlaştırmaya çalışmış ve çağının bilimlerini yeni baştan inşa etmeyi kendisine bir amaç olarak belirlemiş olan Descartes, yetkin bilgi modeli olarak gördüğü matematiği örnek almış ve amacı için mutlak olarak kesin olup, kendisinden hiçbir şekilde kuşku duyulamayan bir başlangıç noktası bulmaya çalışmıştır

Matematikten etkilenmiş, felsefede de, matematikteki gibi, sağlam bir yönteme ve sağlam temellere sahip olabildiğimiz takdirde felsefenin kapsamı içine giren konularda da kesin bilgilere sahip olacağımızı savunmuş olan Descartes’ırı felsefesinin iki temel yönü vardır Bunlardan birincisi yoğun bir biçimde bireysel olan bakış açısıdır Metafizik Düşünceler adlı eserinde, Descartes, hep “ben” diyerek konuşur; öğretilerini sistematik bir biçimde serimlemek yerine, kuşkudan kesinliğe doğru bir seyahat yapar Bu çerçeve içinde dış dünyadan varlıktan değil de özneden yola çıkışı Descartes’ı modern felsefenin kurucusu yapmıştır İkinci önemli yönü ise, felsefeyi yeni baştan ele alma ve kurma arzusudur, ki o burada, zamanının yeni yöntemlerinden ve bilimsel bulgularından etkilenmiştir

Metafiziği: Bilgi görüşünde akılcı olan Descartes, insan aklının iki temel yetisi ya da gücü bulunduğunu söyler Bunlardan bi*rincisi sezgi, diğeri tümdengelimdir Sezgi insan zihninde hiçbir kuşkuya yer bırakmayan ve son derece açık olan bir kavrayış faaliyetidir Sezgi, Descartes’a göre, özel bir duygudur ve akıl yürütmelerimizde bize yol gösterir yanıldığımızı ya da doğru bir sonuca ulaştığımızı bildirir Aklın ikinci gücü olan tümdengelim ise, tam bir kesinlikle bilinen doğrulardan yapılan zorunlu çıkarımdır

Matematik, Descartes’a göstermiştir ki, insan zihni birtakım doğruları açık ve seçik olarak kavrayabilmektedir (sezgi) Ve yine, insan zihni bildiği bazı doğrulardan hareket edip düzenli bir şekilde ilerleyerek, bu doğrulardan henüz bilmediği başka doğruları türetebilmektedir (tümdengelim) Buna göre biz sezgiyle bazı doğruları açık ve seçik olarak ve doğrudan kavrarız Tümdengelimde ise, Descartes’a göre, bu doğrulardan kalkarak başka doğrulara bir süreçle, zihnin sürekli ve kesintiye uğramayan bir hareketiyle ulaşırız

Descartes, daha sonra aklın bu iki gücüne gereği gibi yol göstereceğine inandığı kurallara dayanıp, sadece aklı temele alarak kendi sistemini kurmaya geçmiştir Sisteminin mutlak olarak kesin olan başlangıç doğrusuna ulaşabilmek için de, o doğru olduğu açık ve seçik bir biçimde bilinmeyen hiçbir şeyi doğru kabul etmemek gerektiğini bildiren kural uyarınca her şeyden kuşku duymaya yanlış ya da kuşkulu olduğunu, ve yanlış ya da kuşkulu olmasının muhtemel olduğunu düşündüğü her şeyi reddetmeye karar vermiştir Kuşkuyu son sınırına kadar götüren Descartes, bu süreç sonunda, kuşku duyabilmesi için, öncelikle varolması gerektiği sonucuna varmıştır Ona göre, istisnasız her şeyden kuşku duyan bir insan, kuşku duymakta olduğundan kuşku duyamaz, zira kuşku duyarken kuşku diye bir şeyin varolduğunu, dolayısıyla kuşku duyan benliğinin varolduğunu açık ve seçik olarak bilir Nitekim, o ‘Düşünüyorum, öyleyse varım’ sonucuna varmış ve böylelikle düşünen bir varlık olarak kendi varoluşunu kanıtlarken, çıkış noktası özne olan modern felsefeye yön vermiştir

Descartes, daha sonra da bu sonuçta, kendisini bu önermenin hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde doğru olduğu konusunda ikna eden öğenin ne olduğunu bulmaya çalışmıştır Ona göre, bu sonucu kesin olarak doğru kılan öğe, kendisinin önermede iddia, edilen şeye ilişkin ‘açık ve seçik’ algısıdır Demek ki, açık ve seçik olarak algılanan bir şeyin yanlış olabilmesi imkansızdır

Descartes kuşku süreciyle kendilerinden kuşku duyduğu tüm eski inançlarını eledikten ve kuşku duymak suretiyle, düşünen bir varlık olarak kendi varoluşunu kanıtladıktan, böylelikle de sisteminin temel başlangıç doğrusunu bulduktan ve bu arada, bir önermeyi doğru kılan ölçütün açık ve seçiklik olduğunu belirledikten sonra, aynı ölçütü kullanarak bilincinin dışına çıkmaya ve yeni doğrular bulmaya geçmiştir Buna göre onun zihninde bulunan açık ve seçik düşüncelerden biri de yetkinlik düşüncesidir Duyudeneyinden türetilen düşünceler açık ve seçik olmadığına, doğal dünyada yetkin olan bir şeyle karşılaşılamayacağına ve bu düşünceyi, kusurlu bir varlık olan insanın kendisi yaratamayacağına göre, yetkinlik düşüncesi*ni, insan zihnine kendisi de yetkin olan bir varlık vermiştir Bu yetkin varlık, Tanrı’dır İnsan zihnindeki yetkinlik düşüncesini ona kendisi de yetkin olan Tanrı vermiş ise, nedende sonuç kadar gerçeklik olduğundan, buradan Tanrı’nın varolduğu sonucu çıkar Descartes’a göre, insan, şu halde, kendi varoluşunun ve Tanrı’nın varoluşunun bilgisine sahip olabilir

İnsan matematikte de açık ve seçik düşüncelere sahiptir, dolayısıyla matematiksel bilgiye sahip olabilir Acaba insan bu sınır*ların ötesine geçerek, başka bilgilere sahip olabilir mi? Descartes’a göre, açık seçik düşünceler arasında, dış dünyadaki fiziki varlıklarla ilgili olarak, yalnızca bu varlıkların matematiksel özellikleriyle ilgili düşünceler vardır Bir cismi düşündüğümüz zaman, onun hakkında açık ve seçik bir düşünceye sahip olabilirsek eğer, açık ve seçik düşünce, yalnızca o cismi belli bir şekli, belli bir konumu ve belli bir hacmi olan bir şey olarak düşünmenin sonucu olan bir düşünce olabilir Dış dünya ve bu dünyada bulunan nesneler söz konusu olduğu sürece> sahip olabileceğimiz açık ve seçik düşünceler, bu nesnelerin matematiksel özellikleriyle ilgili olan düşüncelerdir Bununla birlikte, bu düşünceler bize onların ‘varolduklarını’ söyleme imkanı bırakmaz

Descartes’a göre, nesnelerin var olup olmadıklarını doğrudan doğruya düşüncelerden nesnelerin kendilerine giderek kanıtla*yamıyorsak, onların varoluşunu dolaylı bir yoldan kanıtlayabiliriz Buna göre, insanda bir yandan dış dünyadaki nesnelerle ilgili düşünceler, ve bir yandan da fiziki bir dünyanın varolduğuna inanma eğilimi var ise, söz konusu düşünce, duyum ve izlenimlerin nedeni sırasıyla insanın kendisi, Tanrı ve dış dünyadaki nesnelerin bizzat kendileri olabilir O bunlardan birinci alternatifi, insanda kendi deneyimini, izlenimlerini dilediği gibi oluşturabilme gücü bulunmadığını söyleyerek eler

İkinci olasılık, dış dünya ve bu dünyadaki varlıklar varolmadığı halde, insandaki izlenimleri ve düşünceleri Tanrı’nın yaratmış olması olasılığıdır Descartes, daha önce Tanrı’nın insanları aldatmadığını göstermiş olduğu için, ikinci ihtimali de eler Bu durumda, geriye tek bir olasılık kalır: İnsan zihnindeki dış dünyayla ve bu dünyadaki varlıklarla ilgili ide ya da düşüncelerin nedeni, dünyanın bizzat kendisidir, bu dünyadaki varlıklardır

Descartes’a göre, tözün her zaman özünü meydana getiren ve diğer niteliklerin kendisine bağlı olduğu temel bir niteliği vardır Buna göre, bir tözün, tüm diğer niteliklerinin kendisini varsaydığı, temel, onsuz olunamaz niteliği hangisidir? Öyle ki, tözle ananiteliği arasında bir ayırım yapılamasın Descartes’a göre, ruhun, tinsel tözün ananiteliği düşünme olup, ruh her zaman düşünmeyle özdeştir Maddenin özü ise, yer kaplama ya da uzamdır Bu çerçeve içinde, maddenin şekil ya da hareketi, yer kaplama olmadan düşünülemez Buradan da anlaşılacağı üzere, Descartes maddi ya da cisimsel töz açısından, geometrik bir varlık anlayışı geliştirmiştir

Descartes’in bu varlık görüşü, gelişen bilime fazlasıyla uygun düşmekle birlikte, madde ve ruhtan, ya da beden ve zihinden meydana gelen bileşik bir varlık olan insan söz konusu olduğunda, büyük bir güçlüğe yol açar Varlık alanı madde ve ruh diye kesin çizgilerle birbirinden ayrıldığı için, eskiden birlikli ve bütünlüklü tek bir töz olan insandan, şimdi aralarında ortak hiçbir nokta bulunmayan iki töz çıkar

Buna göre, Descartes, bir yandan açıklık ve seçiklik ölçütünü uygulayarak, madde ve ruh, beden ve zihin arasındaki gerçek farklılık ve ayırımı vurgulama ve hatta ikisini de tam ve bağımsız tözler olarak düşünmek durumunda kalmıştır Ama aralarında ortak hiçbir yön bulunmadığı için yer kaplamayan fakat düşünen tinsel töz, düşünemeyen, fakat yer kaplayan maddi tözü, maddi töz ya da beden de tinsel töz ya da zihni etkileyemez

Öte yandan, gündelik deneyimin, ruhun beden, bedenin de ruh tarafından etkilendiğini, ve bu ikisinin bir anlamda bir birlik meydana getirdiğini ortaya koyan olguları vardır Descartes burada, karşılıklı etkileşimciliği savunup, bedenle zihin arasında*ki etkileşimin beynin arkasında bir yerde, kozalaksı bezde gerçekleştiğini söyler Başka bir deyişle, o zihinle beden arasında*ki ilişkiyi bir gemiyle onu yüzdüren kaptan arasında geçen ilişkiye benzer bir ilişki olarak tasarlamıştır

Bilgi görüşleri: Descartes bilgi görüşünde, gerçek bir akılcı, hatta apriorist ve doğuştancıdır Tasarımsal bir algı teorisi be*nimsedikten ve algılanın her ne ise, zihinde olduğunu söyledikten sonra, ideleri, fikir ya da düşünceleri, dışardan gelen olgusal ideler (ideae adventitiae) zihin tarafından, imgeleme dayanarak oluşturulan ide ya da düşünceler (ideae factitiae) ve doğuştan getirilen düşünceler (ideae innateae) olarak üçe ayırır Bunlardan açık ve seçik olan, bizi bilgiye götüren ideler, yalnızca doğuştan düşüncelerdir

Yanlış problemi söz konusu olduğunda ise, Descartes, insanda yanlışa neden olabilecek iki yeti olduğunu söylemiştir: Anlama yetisi ve irade Anlama yetisinin kapsam bakımından sınırlı olduğu, yalnızca açık ve seçik olanla sınırlanmış olduğu yerde, irade kapsam bakımından sınırsız bir güçtür Buna göre, insan iradeyi sınırlayamamakta, tam tersine onu tam olarak anlamadığı şeyleri tasdike zorlayarak genişletmektedir Anlama yetisinin görevi kavramak, doğruyu yanlıştan ayırmaktır Oysa, irade doğruluk ve yanlışlık konusuna kayıtsız olup, anlama yetisinin sınırlarını aşar Bundan dolayı, irade, anlama yetisinin açık ve seçik olarak kavrayamadığı şeyleri olumladığı için, yanlışın neden olur

Ahlâk görüşleri: Etik alanında, önce insanın Özgür olduğunu göstermeye çalışan Descartes, daha çok geçici bir ahlâk, bir durum ahlâkı önermiştir Bu çerçeve içinde, o insanın, talihini yenmeye kalkışmaktansa, öncelikle kendisine egemen olmaya çalışması gerektiğini, kişinin, yaşamı boyunca anlama yetisi ve kavrayışını geliştirmeye çalışarak, dünya düzenini değiştirmeye kalkışmak yerine, kendi istek ve arzularını değiştirme çabası vermesinin iyi olduğunu söylemiştir Ahlaki seçim olgusu üzerinde duran Descartes, burada neyin bizim gücümüz dahilinde olup neyin olmadığını anlamanın büyük bir önem arz ettiğini söylemiştir Ona göre, biz, gücümüz sınırları içinde kalan şeyleri gördükten sonra, gerçekten iyi olanla kötü olanı birbirinden ayırmalı ve iyi olduğuna hükmettiğimiz şeyleri gerçekleştirmeye çalışmalıyız

Başka bir deyişle, insanın yaşamdaki amacının mutluluk olduğunu söyleyen Descartes’a göre, insana mutluluk veren şeyler iki türlüdür Bunlardan birincisi, bilgelik, erdem ve ölçülülük gibi salt bize bağlı olan şeylerdir; ikincisi şan, şeref ve zenginlik gibi, doğrudan doğruya bize bağlı olmayan şeylerden meydana gelir Tüm gücümüzü birinciler üzerinde yoğunlaştırmamız gerektiğini söyleyen Descartes, bu yolda kendilerine uymanın bize yarar sağlayacağına inandığı üç kural vermiştir: 1- Kişinin, ne yapıp ne yapmaması gerektiğinin sağlam bilgisine ulaşmak için, elinden gelen her çabayı gös*termesi; 2- İnsanın aklın buyruklarını hayata geçirmesi için, kararlı olması, arzuların kışkırtıcılığına yenik düşmemesi; 3- Kişinin sahip olmadığı ve olamayacağı tüm iyileri, kendi gücünün sınırlarını aşan şeyler olarak görmesi ve onları istememeye çalışması gerekir

Determinizim: Evrende olup biten her şeyin bir nedensellik bağlantısı içinde gerçekleştiğini fiziksel evrendeki ve dolayısıyla da insanın tarihindeki tüm olgu ve olayların mutlak olarak nedenlerine bağlı olduğunu ve nedenleri tarafından ko*şullandığını savunan anlayış Evrendeki her sonucun, her olayın gerçekte bir nedeni ya da nedenleri bulunduğu görüşü; doğanın nedensel yasalara tabi olduğu ve evrende hiçbir şeyin nedensiz olmadığı düşüncesi

Buna göre sırasıyla, a) Hiçten hiçbir şeyin çıkmayacağı ya da hiçbir şeyin mutlak olarak yok olup gitmeyeceği ilkesiyle, b) Hiçbir şeyin koşulsuz bir biçimde ve düzensiz olarak ortaya çıkamayacağı ilkesinden meydana gelen bir görüş olarak determinizm, her şeyin kendisinin dışındaki başka bir şey tarafından yasalara göre belirlendiğini iddia eder

İki ayrı determinizmden söz edilebilir: 1- Her olayın bir nedeni bulunduğunu bundan dolayı özgürlük ya da irade özgürlüğü diye bir şeyin olamayacağını savunan katı determinizm Bu anlayış, tarihte ya da insan yaşamında söz konusu olan nedenleri yeterince geriye giderek araştırdığımız takdirde, insanın denetimi dışında kalan, insanın üzerlerinde hiçbir etkisi bulunmayan temel nedenleri bulabileceğimizi öne sürer Bu tür bir katı determinizm, yazgıcılığa çok yaklaşmakla birlikte, yazgıcılıktan, insanların geleceği değiştiremeyeceklerini öne sürmemek bakımından farklılık gösterir

Katı deterministlere göre, insanların hiçbir etkide bulunamadıkları, onların denetimleri dışında kalan belirli nedenler, insan varlıklarının oldukları gibi olmalarını ve bu arada eylemlerini belirlemiştir Başka bir deyişle, onlar, insan varlıklarının hiçbir şeyi değiştiremeyeceklerini söylemekten çok, insanların şeyler üzerinde etkide, eylemde bulunma tarzlarının kişisel yapı ve mizaçlarının sonucu olduğunu, söz konusu yapı ve mizaçların ise insanların etki edemedikleri etmenler ve koşullar tarafından belirlendiğini öne sürerler Katı deterministler, buna göre, her olayın, her eylem ve her sonucun, kısacası her şeyin bir nedeni varsa, bu takdirde, insanın düşünceleri, duyguları, arzuları, seçimleri ve kararları da dahil olmak üzere, her şeyin belirlenmiş olduğunu iddia ederler

Katı deterministler buna ek olarak, insan varlıklarının hiçbir şekilde etkide bulunamadıkları nedenler tarafından belirlenmiş olan bir dünyaya geldikten, genetik yapılarına seçerek ve isteyerek sahip olmadıkları ve içinde bulundukları durumlar ve fiziksel olaylarla başka insanların eylemlerine bağlı olduğu için, bizim özgür olduğumuzun hiçbir zaman söylenemeyeceğini belirtir

2- Yumuşak determinizm ise, evrensel bin nedenselliğin geçerli olduğunu kabul etmekle birlikte, katı determinizmden farklı olarak, bu nedenselliğin bir bölümünün insandan kaynaklandığını, dolayısıyla insan için belli bir özgürlüğün mümkün olduğunu savunur Buna göre, insanlar, akıl ve iradeleriyle bazı eylemlerine isteyerek neden olurlar, bundan dolayı, insanların belli bir özgürlükleri vardır

Yumuşak determinizmin burada sözünü ettiği özgürlük, sınırlı bir özgünlüktür Bu anlayışa göre, hiç kimse tam olarak özgür değildir; insanlar, kendi arzularına göre, keyfi olarak eyleyemezler Örneğin, biz kendimizi başka varlıklar haline getiremeyiz ya da oksijensiz yaşayamayız Özgürlük vardır, ama evrensel nedensellik içinde ve söz konusu nedensellikten dolayı vardır

Devlet: Toplumu yöneten kurallar ve yasalar yaratma otoritesine sahip bir ayrı bir kurumlar kümesi Demokrasilerde hükümetlerin gelip gittikleri dikkate alınırsa, salt hükümete eşdeğer olmadığı gibi, iktisat, okullar, toplum örgütleri benzeri örgütlü ve sürekli kurum ve davranış pratiklerinin bütün bir alanı olarak sivil topluma da karşıt olan bütünsel politik sistem

Devletin varlığı için zorunlu olan öğeler, sırasıyla insan topluluğu, ülke ya da toprak bütünlüğü ve egemenliktir İnsan öğesi, belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan ve devleti kuran insan topluluğudur Söz konusu insan topluluğunun üzerinde yaşadığı toprak parçasına ise ülke denir Bu toprak parçası doğal ya da yapay (bir anlaşma ile çizilmiş) sınırlarla, komşulardan ayrılır Buna karşın, egemenlik, devletin hukuki düzenini belirleyen en yüksek otorite ve üstün iradedir

Bu bağlamda, başka hiçbir devlet ile bağımlılık ilişkisi içinde olmayan devlete egemen devlet, çoğunluk zorla kabul ettirilen bir bağımlılık ilişkisi nedeniyle başka bir devletin buyruğu altındaki devlete yarı egemen devlet, hukukun üstünlüğü ilkesine her koşul altında bağlı kalan devlete hukuk devleti; kendini hukukun üstünlüğü ilkesiyle bağlamayan devlete polis devleti; salt güvenlik, savunma ve adalet gibi klasik görevlerini yerine getirmekle yetinip, iktisadi ve toplumsal yaşamda etkin bir rol oynamayan devlete jandarma devleti; klasik işlevlerinin ötesinde, toplumsal eşitsizlikleri azaltmak amacıyla, iktisadi ve sosyal hayata etkin bir biçimde katılan devlete sosyal devlet, belli bir ideoloji adına bireysel ve toplumsal faaliyet alanları üzerinde mutlak ve bütünsel bir denetim ve baskı uygulayan devlete totaliter devlet, iktisadi ve siyasi liberalizmin bütün ilke ve unsurlarına riayet eden devlete ise liberal devlet adı verilmektedir Nihayet, dini bir hareket ya da otoriteyle hiçbir bağı olmayan devlete ise, laik devlet denir

Modern devlet düşüncesine baktığımızda, onun Avrupa’da on yedi ve on sekizinci yüzyıllarda görülen mutlakiyetçi devletlerin ardından ortaya çıktığını görüyoruz Başka bir deyişle, modern devlet düşüncesi, mutlakiyetçi devletlere ilişkin deneyimler üzerinde düşünmenin ve bu devletlerin otoritesine karşı verilen mücadelenin bir sonucu olmak durumundadır Modern devlet düşüncesi, işte bu bağlamda Batı’da kiliseyle devlet ve devletle halk arasında yaşanan büyük kavga ve mücadelelerden sonra doğabilmiştir Buna göre, modern devlet hem bağımsız ve hem de laik olan kamusal bir güçtür Mo*dern devlet, öncelikle tüm diğer toplumsal güçlerden ve kral ya da devlet memurlarından bağımsız olmak durumundadır Sarayla özdeşleştirilmek ve kralın mülkiyetinde olan bir şey olarak görülmek yerine, modern devlet kraldan bağımsızdır Devlet, ikinci olarak otorite veya işlevinin Tanrı’dan türetilememesi veya yüksek bir amaçtan çıkarsanamaması anlamında laiktir Bu modern devletin eylemlerinin dini ilkeler yoluyla tasdik edilip haklılandırılamayacağı anlamına gelir Şu halde, modern devlet insan tarafından salt insani amaçlarla yaratılmış olup, onun varlığı yine aynı amaçlarla devam ettirilir

Bu bağlamda, modern devletin iki temel ideye dayandığını söyleyebiliriz: O, her şeyden önce, belli bir toprak parçasındaki tüm diğer güç ya da iktidar odaklarının güç kullanımını engelleyen merkezileşmiş bir güçtür Onun iktidarı, bürokrasi, yargı ve askeriye gibi kalıcı ve sürekli kurumlar yoluyla hayata geçirilir Modern devlet, ikincileyin, bir anlaşma ya da sözleşmeye, onu yönetenlerle onun tarafından yönetilenler arasındaki belli bir ilişkiye dayanır

Bu açıdan bakıldığında, modern devlet teorisine, bireyin devletle olan ilişkisiyle ilgilenen egemenlik konusundan başka, dev*letin gücünün sivil toplumla nasıl bir ilişki içinde olması gerektiği probleminin oluşturduğu genel bağlam içinde yaklaşabileceğimizi söylenebilir Egemenlik söz konusu olduğunda, iki ayrı yaklaşımın ortaya çıktığını görüyoruz 1- Bunlardan birinci yaklaşım, on altıncı yüzyılda Bodin ve on yedinci yüzyılda da Hobbes tarafından sergilenmiş olan mutlak egemenlik görüşünde ifadesini bulur Örneğin, İngiliz düşünürü Thomas Hobbes’a göre, devletin egemenliğinin ilke olarak sınırı olamaz ve devlet kendisinin dışında bir şeyle haklı kılınamaz 2- Buna karşın, ikinci yaklaşım, Locke, Montesquieu, Spinoza ve Kant tarafından benimsenen ve devletin egemenliğine bir sınır koyan yaklaşımdır Bu anlayış, bağımsız bir kamusal güç olarak modern devletin statüsünü veya onun en yüksek otorite olma iddiasını sorgulamaz Fakat devletin, sivil toplum içindeki kurumlardan yalnızca biri olduğunu ve dolayısıyla, devletin bireyler üzerinde tahakküm kuramayacağını ifade eder Her bireyin, kökeni toplumsallık öncesinde bulunan birtakım doğal hakları olduğunu ve bu haklara, bireylerin yaptığı sözleşme sonucunda oluşan devlet tarafından zarar verilemeyeceğini dile getiren bu ikinci yaklaşım, daha çok devletin iktidarına nasıl sınır çekilebileceği konusu üzerinde yoğunlaşır

Öte yandan, devletin gücünün sivil toplumla olan ilişkisi söz konusu olduğu zaman da, iki temel tavır ortaya çıkar Libe*ralizm içindeki farklı görüşleri ifade eden bu tavırlardan birincisi, devletin sivil topluma tabi olması gerektiğini dile getiren tavır ya da yaklaşımdır Buna karşın, ikincisi devleti, sivil toplumu içermekle birlikte, onu aşan ve onun zararlı etkileriyle mücadele eden bir alan olarak değerlendirir

Devletçilik: Devleti tüm toplumsal görevlerin düzenleyicisi olarak gören, özellikle de ekonomide devletin ekonomiye müdahalesini ve piyasa mal ve hizmetlerini doğrudan bir biçimde üretmesini öngören anlayış özel çıkarları merkezi olarak örgütlemenin üretimi arttıracağı inancına dayalı olarak, devletin görevlerinin yaygınlaştırılmasını ve ekonomi alanına müdahalesini öngören görüş

Sanayi ve ticaret kuruluşlarının, eğitim, kültür, sağlık faaliyetlerinin devletin elinde toplanmasını öğütleyen ve devletin hakla*rıyla, yetki ve sorumluluklarını, bireyin haklarının aleyhine olacak şekilde genişleten öğreti

Devlet dini: Devleti dünyadaki ilahi düşünce, Tanrı’nın bu dünyadaki yürüyüşü kabul ederken, insanın bütün tinsel gerçekliğini devletten aldığını savunan ünlü 19 yüzyıl Alman filozofu Hegel’in din anlayışı

Devleti özgürlüğün gerçekleşmesi olarak tanımlayan Hegel’e göre, birey hiçbir şey, devlet her şeydir Devletin apaçık, mevcut vakıa olduğunu ve etik hayatı gerçekleştirdiğini, insanoğlunun sahip bulunduğu değere haiz her şeyin Devlet aracılığıyla sahip olunan şeyler olduğunu öne süren Hegel için, devlet dünyada varolan ilahi düşünceden başka hiçbir şey değildir Bu bağlamda, Hegel, her insan varlığında, siyasi otoritenin müdahalesinden bağışık olan bir vicdan alanı bulunduğunu ve devletin insan bireyinin nihai ve en yüksek kaynaklarıyla nefsini tamamen emmemesi gerektiği şeklindeki Musevi ve Hıristiyan tektanrıcılığının temel felsefi ilkesini reddeder Devletin gerçekleşmiş akıl ve ruh, yeryüzündeki ilahi düşünce olması nedeniyle, Hegel’e göre, devletin yasası nesnel ruhun dışavurumudur ve yalnızca yasaya itaat eden kişi özgürdür İnsanın gerçek özgürlüğü devletin ve yasanın rasyonelliğine boyun eğmekten ve kendisini onunla özdeşleştirmekten ibarettir

Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefe Sözlüğü

Eski 07-22-2012   #7
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefe Sözlüğü



Devlet felsefesi: Siyaset felsefesinin bir dalını meydana getiren ve toplumsal yaşamla devletin doğuşunu, doğasını ve anla*mını araştıran, insanlarla insanların içinde yer aldıkları siyasi örgütlenmeler arasındaki ilişkileri inceleyen felsefe dalı

Devlet felsefesi tarihinde, devlet şu şekillerde anlaşılmıştır: 1- Doğal bir kurum veya organizma olarak Bu yaklaşımın klasik temsilcisi Platon’dur O, devleti büyük ölçekli bir insan ya da organizma, bireyin bir devamı olarak görür ve bu durumun bir sonucu olarak da, sırasıyla akıl, can ve iştihadan oluşan üç parçalı ruh anlayışını aynen devlete yansıtır Buna göre, o devletin temelini insan doğasında bulmaktadır

2- Devletin, yönetimde bulunanlardan ayrı olan, fakat yöneticilerin karar ve ehliyetleriyle gelişmesine katkıda bulundukları bir kurumlar ve hizmetler sistemi olduğunu dile getiren Aristotelesçi devlet anlayışı Bu çerçeve içinde, Aristoteles’te, devletin asıl amacı, yurttaşların maddi bakımdan refaha ulaşmaları, ama daha çok ahlâki bakımdan gelişmeleri ve olgunlaşmalarıdır Devlet, bu amaç için vardır Yani, ona göre, devlet yönetimleri kendi başlarına iyi ya da kötü değildir, ancak söz konusu amacı gerçekleştirebilmesine göre, iyi ya da kötü devlet vardır

3- Yapma bir varlık ve araç olarak devlet Klasik temsilciğini Rousseau, Hobbes ve Locke’un yaptığı bu anlayışa göre, insan mutlak bir özgürlük durumu içinde varolamaz Mutlak bir özgürlük durumunda, insanı dışarıdan belirleyen ve sınırlayan hiçbir güç olamayacağından, her insan neyin iyi olduğuna kendisi karar verir ve kendi çıkarlarını hayata geçirmeye çalışır Bu ise, tam bir çıkar çatışmasına, hatta insanlar arasında bir savaşa yol açar Fakat böyle bir durum, tüm insanlara zarar vereceğinden, insanlar bir araya gelerek, aralarında bir sözleşme yaparlar İnsanlar toplum sözleşmesi adı verilen bir uzlaşma ve anlaşmaya dayanarak, ortak iradelerini temsil edecek bir gücü, kendileri için hakem ve yönetici olarak tayin ederler Buradan da anlaşılacağı gibi, söz konusu anlayışta devletin doğal bir temeli yoktur Bu yaklaşımda devlet, insanları birbirlerine karşı koruyacak ve kendilerini geliştirmelerine imkan verecek bir araç olarak ortaya çıkar

4- Devleti, kendi irade, ehliyet, yeteneği, ve amaçları olup, bir üniversiteye benzetilebilecek cisimleşmiş bir kişi, dünyadaki ilahi düşünce, milli bir ruh olarak gören Hegelci devlet anlayışı Devletin içeriğini milli ruhun meydana getirdiğini öne süren Hegel ‘e göre, milli ruh, din, hukuk, bilim, sanat, sanayi gibi türlü özel alanlara ayrılır

5- Devletin, devleti kontrol edenlerin, gücü elinde bulunduranların çıkar ve tercihlerinden hareketle politikalar üreten bir tür yönetim makinesi olduğunu, toplumdaki egemen sınıfın çıkarlarına hizmet ettiğini dile getiren Marksist devlet görüşü Söz konusu anlayışa göre, devlet sınıflara bölünmüş olan topluma sıkı sıkıya bağlıdır Bu çerçeve içinde devlet, sosyal mücadeleyi, sınıf savaşını yavaşlatan, ona engel olan, ekonomik bakımdan üstün durumda olan, üretim araçlarına sahip bulunan sınıfın baskı aracıdır

Devletin ideolojik aygıtları: Marksist Fransız düşünürü Louis Althusser ‘in eğitim, kilise, kitle iletişim araçları, sendikalar ve hukuk gibi, normalde devlet denetimimin dışında kalıp, özel alana dahil olmakla birlikte, devletin değerlerini aktarma, onun iktidarını pekiştirme ve böylelikle de düzeni koruyarak, kapitalist üretim ilişkilerini sürdürme işlevi gören ku*rumları tanımlamak için kullandığı deyim

Althusser’e göre, bir devletin, biri baskıcı, diğeri de ideolojik olmak üzere, iki tür aygıtı vardır Bunlardan baskıcı devlet aygı*tı bir tane olup, kendisini şiddet yoluyla hayata geçirirken, ideolojik aygıtların bir çoğulluğu söz konusudur ve bunlar ideoloji yoluyla fonksiyon gösterirler Bu, Althusser’e göre kamusal alanla özel alan arasındaki ayırım gerçek bir ayırım olmadığı için, böyledir Nitekim, bu ayırım gerçek ve mutlak bir ayırım olmayıp, burjuva hukukuna özgü içsel ve göstermelik bir ayırım olduğu içindir ki, özel alana aitmiş gibi görünen eğitim, basın, hukuk, sendika, kilise gibi kurumlar, açık ya da örtük, doğrudan ya da dolayımlı bir biçimde, devlet kurumları olarak iş görürler Ve hakim sınıfın, yani burjuvazinin (veya proletaryanın) egemenliğini sürdürmesini güvence altına alarak, kapitalist üretim ilişkilerinin ve devlet iktidarının pe*kişmesine hizmet ederler Althusser buradan yalnızca, tek bir sonucun çıktığını öne sürmüştür: Ya burjuvazi ya da proletarya diktatörlüğü

Devrim: Genel olarak, yerleşik toplum düzenini, devlet ve toplum yapısını tümüyle değiştiren, köklü, hızlı ve kapsamlı dönüşüm

Devrim, İlkçağda, Yunanlı ve Romalı düşünürlerde, bir yönetim biçimi ya da bir dizi yöneticinin belli bir ardışıklık ilişkisi içinde diğerinin yerini aldığı siyasi değişmeyi ifade etmiştir Bu dönemde siyasi yaşam, döndükçe bazılarına otorite ve yö*netme hakkı verirken, bazılarının mahvına sebep olan bir talih çarkı olarak düşünülmekteydi İnsanın durumu ve yetenekleriyle ilgili olarak kötümser bir bakış açısı benimseyen İlk ve Ortaçağ düşüncesine göre, insanı bu dünyada ve gelecekte bekleyen bir Altın Çağ yoktur Dolayısıyla, siyasi alanda gerçekleşen değişim ve dönüşüm olarak devrimin hiçbir değeri yoktur Bu türden siyasi değişiklikler kaçınılmaz olmakla birlikte, geçmişte kalmış bir Altın Çağdan, insanın yitirilmiş yetkinliğinden her seferinde biraz daha uzaklaşmayı ifade eder

Modern devrim düşüncesi, işte siyasi yaşamı aynı sabit düzen içinde dönen bir talih çarkı olarak gören bu anlayışın yıkılmasından sonra ortaya çıkar Artık devrim, aynı sabit düzen içinde dönen çarkın yörüngesinin dışına sıçramayı, önceden belirlenmiş bir yörüngeden kaçışı ifade etmeye başlar Nitekim, modern dönemde talih çarkının yerini, bir tepeye doğru büyük bir güçle itildikten sonra, tekrar gerisin geriye düşmek yerine, ileriye doğru yuvarlanan dev bir taş alır Zira bu dönemde, tarih artık sürekli bir süreç olarak değil de, süreksiz olan bir şey olarak algılanır, enerjisi yüksek, iradesi iyi olan insanın sınırsızca ilerleyebileceğine, onun gelişip yetkinleşebilmesinin mümkün olduğuna inanılır

1- İşte bu çerçeve içinde, devrim, kalıcı ve çok temelli bir değişimi gündeme getiren, toplumsal düzeni temelden değiştirdiği için, siyasi alanın dışında da büyük etkileri olan siyasi bir eylem olarak anlaşılmak durumundadır Yavaş yavaş gerçekleşen bir süreç olan evrimden farklı olarak, toplum yapısı ve siyasi düzende aniden gerçekleştirilen, temelli değişim ve dönüşüm, toplumsal yapıda gerçekleşen topyekün değişme olarak devrim, yönetimdeki siyasi değişikliklerin kendisinin yalnızca bir tezahürü ya da yansıması olduğu temelli değişimi ifade eder Söz konusu temelli, topyekün ve yapısal değişmeden dolayı devrim, başkaldırı ya da isyandan da ayırt edilmelidir, çünkü başkaldırıda, örneğin belli bir krala bir birey olarak meydana okuyup, onu değiştirmeye çalışma söz konusuyken, devrimde kişisel otoriteye meydan okumaya ek olarak, krallık kurumunun bizzat kendisini ortadan kaldırma söz konusudur Bir isyan ya da başkaldırı bir kralı tahttan indirebilir, ama bir devrim toplumsal düzeni toptan ve temelli bir biçimde dönüşüme uğratır

2- Öte yandan, devrim, diyalektik ve tarihsel materyalist görüşte özel bir anlam kazanmıştır Buna göre, a) Devrim, diyalek*tik süreçte, antitezden senteze doğru giden hareket, yani olumsuzlamanın olumsuzlanması anlamına gelir, çünkü sentez, şimdi niteliksel olarak yeni bir temel üzerinde oluşturulan yeni bir tezdir

Yine aynı Marksist terminoloji içinde, fakat bu kez b) Toplumsal anlamı içinde devrim, üretimi belirleyen ilişkilerdeki nite*liksel bir değişmeyi, örneğin feodalizmden kapitalizme doğru olan değişmeyi ifade eder Marx’a göre, antiteze karşılık gelen üretim güçleri, giderek eskiyen üretim ilişkileri (tez) bağlamında gelişir Toplumsal bir devrime, bu çerçeve içinde, üretim ilişkilerini üretim güçleriyle uyumlu hale getirmek için ihtiyaç duyulur

Başka bir deyişle, devrime ilişkin açıklama siyasi, ekonomik ve sosyolojik etkenlere dayanabilmekle birlikte, devrim konusundaki Marksist yaklaşım, feodalizmden kapitalizme geçişte olduğu gibi, bir üretim tarzının başka bir üretim tarzıyla değiştirilmesi durumuna ifade eder Buna göre, Marksist yaklaşım, devrimde, toplumsal sınıflar arasındaki çatışmaların önemiyle, üretim tarzı içinde, üretim güçleriyle ilişkileri arasındaki çelişkiyi vurgular

3- Devrim, nihayet, daha özel bir anlam içinde, entellektüel disiplinlerde, bilimde, felsefede, sanat ve ideolojide, yerleşmiş ve gelenekselleşmiş olanın yerine yenisini koyma eylem ya da hareketini ifade eder

Dewey John: 1859-1952 yılları arasında yaşamış olan ve aletçilik olarak bilinen felsefe akımının kurucusu ünlü Amerikan filozof ve eğitim teorisyeni Charles Sanders Peirce ve William James’ın görüşlerinin bir sentezini yapmış olan Dewey pragmatizmi, mantıksal ve ahlâki bir analiz teorisi olarak geliştirmiştir Temel eserleri: Problems of Man [İnsanın Sorunları], Studies in Logical Theory [Mantık Teorisiyle İlgili Araştırmalar], Freedom and Culture [Özgürlük ve Kültür], Human Nature and Conduct [İnsanın Doğası ve Davranışı], How we Think? [Nasıl Düşünüyoruz?]

Temel bilgiler: Kariyerine Hegelci bir idealist olarak başlayan, felsefesi mutlak idealizmden deneysel pragmatizme doğru bin evrim geçiren, bu arada evrimci biyolojiden de yoğun bir biçimde etkilenen ve bu durumun bir sonucu olarak felsefeye, doğa bilimlerinin ve sanatın temel tezlerine dair fikirleri, sosyal ve kültürel kurumlarla ilgili görüşleri açıklığa kavuşturma, insan yaşamını ve toplumunu etkileyen inançları analiz etme görevini yükleyen Dewey doğayı ve bilen insan zihnini birbirinden ayıran geleneksel bilgi anlayışına karşı çıkmış, deneyimin çözülecek problemleri ortaya koyduğunu, pasif bir varlık olmamak durumunda olan insanın doğayı değiştirme ve dönüştürmeyi öğrendiğini savunmuştur

Siyaset Felsefesi: Faşizmi ve komünizmi mahkum ederken, demokrasi ve demokratik değerlere hep bağlı kalmış olan Dewey, geleneksel liberalizmin de reformdan geçirilmesi gerektiğini savunmuştur Başka bir deyişle, kendine aşırı güvenen müteşebbis bireyle, onun laissez-faire hakları üzerinde odaklaşan klasik liberalizminin, Dewey ‘e göre yeniden inşa edilmesi gerekmektedir, zira toplumun yeni teknolojiler yoluyla endüstrileşmesi ve kentlileşmesi yeni bir birey tipine ihtiyaç duyan yepyeni bir sosyal çevre yaratmıştır

Eğitimle İlgili Görüşleri: O aynı reformcu bakış açısını eğitim alanında da sergiler Formalistik ve romantik eğitim anlayışları*nı, yanlış psikoloji teorilerine dayandıkları gerekçesiyle reddeden ve çocuğun onun ilgilerini, yaratıcılığını ve bağımsızlığını teşvik edecek eğitim deneyleriyle yönlendirilmek geliştirilmek durumunda olduğunu savunan Dewey’e göre, eğitim süreci çocuğun ilgi alanlarını dikkate almalı ve bunların üzerine kurulmalıdır Bu süreç, çocuğun sınıf içi deneyiminde, düşünme ile iş yapma etkinliklerinin karşılıklı etkileşimine imkan sağlamalıdır Okul küçük bir topluluk gibi örgütlenmelidir; öğretmen belli bir ders ve okuma dizisini gerçekleştirmek için öğrenciyi görevlendiren bir ustabaşı değil, öğrencilerle birlikte çalışan bir rehber olmalıdır Eğitimin hedefi, çocuğun varlığının her yönü ile gelişmesidir

Dışavurumculuk: Estetikte, sanatçının yaratma sürecinin temelde, dışavurum bir eylem ve sanatçının izlenimlerini duygula*rını, sezgilerini ve tavırlarını açığa çıkarmasından ve gözler önüne sermesinden oluşan bir süreç olduğunu savunan akım

Dil: Belirli ve standart anlamları olan sözcüklerden ve bir iletişim yöntemi olarak kullanılan konuşma formlarından meydana gelen yapı ya da bütün Birbirleriyle karşılıklı olarak, sistematik bir ilişki içinde bulunan ve sözcük düzeyinde uzlaşım yoluyla oluşan bir anlama sahip olan birimlerden meydana gelen sistem

Duyguları, düşünceleri, seçimleri açıkça göstermeyi mümkün kılan her türlü işaret sistemi olarak dil, bilinç içeriklerini, duyguları, arzuları, düşünceleri tutarlı bir anlam çerçevesi ya da modeli içinde ifade etme yolu ya da yöntemini tanımlar

Din: İnsan varlığının yaşam ve tecrübelerinin temel boyutuyla ilgili sorulara, belirli özellikleri olan bir Tanrı kavramıyla yanıt getirmeye çalışan inanç sistemi Doğaüstü bir tanrısal güç ya da varlıkla ilgili inançların, bu varlığa yönelik manevi eği*limlerin ve Tanrı’ya yapılan ibadetin oluşturduğu bütün

İnsanların fiziki açıdan belli bir güvensizlik duygusu yaşadıkları ve oldukça güçsüz varlıklar oldukları, insanların hastalıklara yakalandıkları, kazalara uğradıkları, açlık, savaş ve ölümle karşılaştıkları gerçeği karşısında, ortaya, insanın fiziksel varoluşunu tehdit eden bu felaketlerden kendilerini nasıl koruyabilecekleri sorusu çıkmıştır; aynı durum, insan varoluşunun anlamı konusunda da insanın bu dünyadaki varoluşu kısa, problemlerle ve hastalıklarla dolu, güvenlikten yoksun bir yaşam olduğu kadar, anlamdan da yoksun olan bir varoluş mudur? Yoksa yaşamda, hayatı önemli ve amaçlı hale getiren derin bir anlam mı vardır?’ sorularını doğurmuştur; ve nihayet, insanın yaşamı ve deneyimleriyle ilgili üçüncü husus, ahlâki ödev duygusuyla ilgili olduğu için, insan bu bağlamda kendisine ‘Dilediğim, istediği her şeyi yapmalı mıyım? Başkalarının da dilediklerini yapması ister miyim?’ sorusunu sormuştur

Din, işte insan yaşamının çok temelli bu üç yönünü ve bunlarla ilgili soruları, a) İnsan varoluşunun kaynağı, b) İnsanın doğasının ve yazgısının kaynağı ve c) İnsanın değerler cetvelinin belirleyicisi ve gündelik yaşamındaki yol göstericisi olarak Tanrı kavramıyla yanıtlayan inanç sistemidir Buradan da anlaşılacağı üzere, din anlayışları ya da din tanımları doğaüstücülüğe ek olarak insani idealleri temele almayı içerir Bu çerçeve içinde din, her şeyi yaratan ve kontrol eden ilahi ve aşkın bir gerçekliğe inanarak ibadet etmekten ve insanların kendilerine yönelecekleri ve davranışlarını düzenleyecekleri idealler oluşturma girişiminden meydana gelir

Diyalektik: Yunanca tartışma sanatı anlamına gelen dialektike tekhne’den türeyen bir terim olarak, genelde akılyürütme yoluyla araştırma ve doğrulara ulaşma yöntemi

Diyalektik, değişik dönemlerde ve değişik filozoflarda farklı bir anlam kazanmış olduğu için, yukarıdaki genel diyalektik ta*nımı, örneğin Hegel ve Marx’ın diyalektik anlayışını kapsamaz Bu durum dikkate alındığında, 1- Diyalektik her şeyden önce, bir tez ya da görüşü, onun mantıksal sonuçlarını incelemek yoluyla çürütme yöntemi anlamına gelir Yine diyalektik, 2- Sofistik akılyürütmeyi, cinsleri türlere bölmeyi ya da cinsleri türlerine ayırarak mantıksal bir biçimde analiz etme yöntemini gösterir

Bundan başka diyalektik, 3- En genel ve soyut fikirleri, tikel örnek ya da hipotezlerden hareket edip bu fikirlere götüren bir akılyürütme süreciyle araştırma yöntemi olarak ortaya çıkar Diyalektik, 4- Daha olumsuz bir anlam içinde, yalnızca olasılı olan ya da genel olarak kabul edilmiş bulunan öncülleri kullanarak akılyürütmeyi ya da tartışma yöntemini ifade eder Bu çerçeve içinde, 5- Diyalektik yanılsama mantığının, aklın deneyime aşkın nesneleri konu alırken, deneyimin sınırlarını aştığı zaman düştüğü çelişkilerin gözler önüne serilmesi suretiyle, eleştirilmesi anlamına gelir Ve son olarak 6- Diyalektik, düşüncenin ve gerçekliğin bir tezle antitezden, söz konusu iki karşıtın bir sentezine varmak suretiyle, gelişmesini gösteren varlık ve düşünce yasası olarak ortaya çıkar

İşte bu genel çerçeve içinde, diyalektiğin farklı filozoflar için ifade ettiği farklı anlamları kısaca ele alacak olursak Aristote*les’e göre, bir yöntem olarak diyalektiği bulan filozof olan Zenon’da diyalektik, saçmaya indirgeme şeklinde gerçekleşen akıl*yürütmeye karşılık gelir Buna göre, Zenon diyalektik yöntemini kullanarak, bir karşıtın tezini ya da inancını, onun kabulünden ya mantıksal bir çelişki ya da kabul edilemez bir sonuç çıktığını göstererek çürütür Elea Okulunun karşısında yer alan Herakleitos’ta ise, diyalektik evrende hüküm süren ve kendisinden dolayı varolan her şeyin kendi karşıtına dönüştüğü değişme sürecini, karşıtların birliğini ve bunu ifade eden çelişki mantığını ifade eder

Oysa, diyalektik Sokrates’te, soru yanıt yoluyla tartışma tekniği ne; Sokrates’in tartışmak üzere karşısına geçen kişiye uyguladığı ve o kişinin verdiği tanımların mantıksal sonuçlarını çıkartmasından ya da tanımların çelişkilerini göstermesinden oluşan çürütme yöntemine karşılık gelir Söz konusu çürütme yönteminde amaç, Sofistlerin yaptığı gibi, bir tartışmada kişinin karşıtını alt etmesi değil de, kişiye gerçek bilgiye erişebilmesi, araştırma yoluna girebilmesi için, bilgisiz olduğunu göstermektir Diyalektik Sokrates’te, yine şeylerin nesne ya da öz tanımlarına ulaşmayı amaçlayan araştırma yöntemini, şeyleri sınıflarına, doğalarına ya da türlerine göre ayırma yöntemini ifade eder

Sokrates’in öğrencisi olan ve diyalektiği insan tarafından yaratılmış tüm sanatların en üstünü ve önemlisi olarak gören Platon’da, üç farklı diyalektik anlayışı söz konusudur 1- En yüksek felsefi yöntem olarak değerlendirilen diyalektiğin temelinde, Sokrates’ten miras alınan soru ve yanıt olarak diyalektik, uygun soru ve yanıtlarla tartışma, tekniği olarak diyalektik anlayışı vardır Diyalektiğin konusu da her zaman aynıdır; onda filozof, diyalektiği kullanarak, var olan her şeyin değişmez özünü arar 2- Orta dönem diyaloglarında ise, diyalektik hipotezlerden yola çıkarak akılyürütme anlamına gelir 3- Buna karşın, yaşlılık dönemi diyaloglarında, diyalektik, bir yöntem olarak bölme tekniğine dönüşür Platon’un yaşlılık dönemi diyaloglarında görülen söz konusu diyalektik ya da bölme anlayışı, bölünemez olan ve altında yalnızca bireylerin bulunduğu bir türün tanımına ulaşıncaya dek, cinsleri türlerine bölmekten meydana gelmektedir

Aristoteles’e gelince, o diyalektiği, kesin ve zorunlu sonuçlara götüren bir akılyürütme olarak olmasa bile, yararlı olan bir akılyürütme tarzı olarak görmüştür Ona göre, öncülleri genel olarak hemen herkes tarafından ya da çoğunluk veya filozoflar tarafından kabul edilen bir akılyürütme, diyalektik bir akılyürütmedir; buna karşın, öncülleri yalnızca olasılı görünen bir akılyürütme ise, eristik akılyürütmedir Aristoteles, diyalektiği bilimin yöntemi olarak görmez, çünkü biz bilimsel bilgide, doğru ve apaçık olan öncüllerden hareket eden geçerli akıl-yürütme olarak tanıtlamayı kullanırız Bununla birlikte, onun tarafından bir olasılık mantığı’ olarak değerlendirilen diyalektik, üç bakımından, yani entellektüel eğitim ya da zihin jimnastiği olarak, başka insanlarla, onlar tarafından kabul edilen öncüllerin oluşturduğu temel üzerinde yapılan tartışmalar için ve bilimlerin kanıtlanamaz ilk ilkelerini incelemek bakımından önem taşır

Modern felsefede diyalektiği ilk kez olarak kullanmış olan Kant’ta diyalektik, deneyimin sınırlarının ötesine giden transendental yargıların yanlışını ya da çelişkilerini gösteren mantık türü anlamına gelir Hegel’de ise, diyalektik bir düşünce ya da gerçek bir şeyi önce zorunlu olarak karşıtına (ya da çelişiğine) dönüştüren ve daha sonra da onların her ikisini birden içeren bir senteze (ya da birliğe) götüren sürece karşılık gelir Buna göre, diyalektik, hem düşüncede ve hem de varlıktaki çelişkilerin karşıolumu aracılığıyla, bilgide ve varlıkta daha yüksek bir düzeye götüren değişme sürecine, yani sırasıyla varolan bir şey ya da düşünce (tez), onun karşıtı ya da çelişiği (antitez) ve nihayet onların karşılıklı eylem ve etkileşimlerinin sonucu olup, daha sonra başka bir diyalektik hareketin temeli olan birlik (sentez) gibi üç öğeyi içeren zorunlu değişme sürecine karşılık gelir

Diyalektik idealizm: Marx ve Engels’in, ide, düşünce, tinsel bir gerçeklik ya da tanrısal iradenin maddi gerçeklikten, gerçeklikteki maddi varlık ya da nesnelerden mantıksal olarak önce geldiği öncül ya da tezini, tez, antitez ve sentezden oluşan diyalektik yöntemle ifade eden ya da geliştiren bir felsefe anlayışına verdikleri ad Bu tür bir felsefeye örnek, Hegel’in felsefesidir

Diyalektik materyalizm: Marx, fakat daha ziyade Engels tarafından kurulup geliştirilmiş olan, daha sonra başta Lenin olmak üzere, birçok düşünürün kendisine katkı yaptığı akım ya da görüş Marksizm adı verilen dünya görüşü ya da ideolojinin mantık, ontoloji ve epistemolojisini ortaya koyan öğreti

Söz konusu okulun materyalizmi, ontolojik olarak, maddenin ya da doğanın veya gözlemlenebilir dünyanın kendi başına gerçek olduğu; gerçekliğini doğaüstü ya da aşkın bir kaynaktan almadığı gibi, insan zihnine de bağımlı olmadığı teziyle belirlenir Metafiziğe veya metafiziksel düşünceye ve onun sonucu olarak gördüğü idealizme karşı çıktığı için, idealist olduğu kadar, her tür ikiciliğin evrim sürecinin sonuçlarının çarpıtılmasından başka bir şey olmadığını öne sürdüğü için, aynı zamanda birci ve evrimci olan diyalektik materyalizme göre, madde, zihinden zamansal olarak da, mantıksal olarak da önce gelir; öte yandan, haz alan ve acı duyan, düşünen ve bir şeylere değer biçen, zihin maddeye indirgenemez

Diyalektik materyalizm, maddenin, tarihsel gelişmenin seyri içinde, parçalarından bazılarının zaman geçtikçe, başlangıçta sahip olduğu niteliklere indirgenemez olan yeni birtakım nitelikler tarafından zenginleştirilmek suretiyle şekil değiştirdiğini savunur Kendisinde yalnızca fizikokimyasal süreçlerin ortaya çıktığı başlangıçtaki ölü kütle, bu süreçlerin yüksek bir karmaşıklık düzeyine ulaştığı belli bazı parçalarında, birden fizikokimyasal niteliklere indirgenemeyen yeni bir nitelik, yani yaşam kazanır İlk organizmalar, işte bu şekilde ortaya çıkmıştır

Canlı maddenin bundan sonraki gelişme seyri içinde, onda ortaya çıkan fizikokimyasal ve biyolojik süreçler yeterince yüksek bir evrim düzeyine ulaştığı zaman, onda bir kez daha yeni bir nitelik ortaya çıkar Madde, diyalektik maddeci görüşe göre, şimdi bilinç kazanmıştır; onda, artık zihinsel yaşam başlar Fakat, zihinsel yaşam, ne fizikokimyasal süreçlere ne de biyolojik süreçlere indirgenebilir; o, bu süreçlere bağımlı olup, onlar tarafından koşullansa bile, söz konusu süreçlerden niteliksel olarak farklı bir şeydir Maddenin, gelişme süreci içinde, daha önceden sahip olunan niteliklerin bir birleşimine indirgenemeyen yeni nitelikler kazanması, diyalektik materyalizme göre, aşamalı bir evrim yoluyla değil de, ani bir sıçramayla olur

İşte bu ontolojik anlayış, teorinin savunucuları tarafından diyalektikle birleştirildiği için, ona diyalektik materyalizm adı verilir Bu diyalektik varlık görüşünün temel yasaları ise şunlardır: Karşıtların birliği ve savaşı, niceliksel değişimlerin niteliksel değişimlere dönüşümü ve olumsuzlamanın olumsuzlanması yasası Bu yasalar tarafından belirlenen diyalektik bakış açısı, doğayı statik bir biçimde, sabit ve değişmez bir şey olarak değerlendiren bakış açılarından farklı olarak, doğanın kendi oluş ve değişme süreci içinde düşünülmesini, araştırılan fenomenlerin diğer fenomenlerden yalıtlanmayıp, onların diğer fenomenlerle olan tüm ilişkilerinin dikkate alınmasını ister

Diyalektik materyalizmin bilgi görüşü, bilginin nesnesinin insan zihninden bağımsız olarak varolduğuna inanır Bilginin kay*nağı probleminde, bilginin duyu deneyine dayandığını savunur Genel olarak algının, algılayan öznenin çevresindeki ya da algı menzilindeki maddi şeylerin onun “düşünceler, duygular, vs,” olarak beyninde veya zihnindeki yansımalarından meydana geldiğini öne süren akıma göre, algı ya da duyudeneyi, bağımsız bir maddi dünyanın varolduğunu gözler önüne serer Diyalektik materyalizmin savunucuları, dünya hakkındaki doğrulara empirik bilimsel yöntemlerle ulaşılabileceğini savunmaları ve dünya hakkında, duyu deneyine dayanmayan bir bilginin imkanını yadsımaları bakımından pozitivisttirler

Dogma: 1- En genel olarak, sıkı sıkıya, büyük bir güçle inanılan, otoriteye dayandıktan başka, olgulardan ve diğer deneysel desteklerden bağımsız olarak kabul edilen şeyler için kullanılan terim Dini bir çerçeve içinde, tanrısal bir otoriteye dayanan ve inkar etmenin sapkınlıkla eşanlamlı olduğu değiştirilemez ve sorgulanmadan benimsenen temel inançlar, temel işlevleri Tanrı’nın kendisini insana gösterdiği ve bildirdiği vahyin anlamını kavramsal terimlerle açıklamak olan dini öğretiler Dini otorite tarafından tanımlanan ve en temel dini kurum tarafından desteklenen doktrinler

2- Dogma, söz konusu anlamdan hareketle, büyük bir düşünürün otoritesine dayanılarak kabul edilen ilke, önerme olarak da tanımlanır Buna göre, bir felsefe okulunda, doğruluğu sınanmadan kabul edilmiş olarak, doğru diye öne sürülen, doğruluğundan asla kuşkulanılman görüş ya da öğretilere dogma adı verilir

Dogmatik: Genel olarak belli bir takım ilkeleri, tezler, düşünce, teori ve ideolojileri mutlak olarak doğru ve her zaman geçerli diye kabul eden, görüşlerini kesin ve tartışmaya yer vermez bir biçimde öne süren kimsenin tutumu için kullanılan sıfat

Dogmatik buna göre, bir görüş ya da Öğretiyi, mutlak bir kendine güven ve otoriteyle öne süren, en küçük bir kuşkuya yer bı*rakmazken, başka insanların görüşlerine en küçük bir değer vermeyen insan anlamına gelir Buna göre, dogmatik kişi, hoşgörüsüz, dar kafalı, eleştiri ve kuşkuya tahammülsüz olan kişiyi gösterir

Dogmatizm: Genel olarak, kimi öğretilere en küçük bir eleştiriye izin vermeden, rasyonel ve mantıksal kanıtlar yerine, salt duygulara veya kişisel eğilimlere dayanarak körü körüne inanma, onları sorgusuz sualsiz bir biçimde benimseme Bir düşünce, bir iddia ya da bir teoriye ilişkin bir incelemeyi reddetme ve düşünce, iddia ya da teorinin, her tür eleştiri ve sorgulamadan bağımsız olarak, otorite temeli üzerinde doğru olduğunu ileri sürme tavrına karşılık gelen dogmatizmin en belirgin örneklerine, dini otorite ve inanç tarafından yaratılmış olan sistemlere bağlanma tavrında rastlanır Hakikati verdiği ileri sürülen vahiyle ilgili olarak da soruşturma açılamaz Genel olarak kutsal kitaplar ve metinler, teologlar tarafından geliştirilmiş olan dogmalar da soruşturulamaz

Doğa felsefesi: Tarihi bir çerçeve içinde, öncelikle Antikçağda veya Hellenik dönemde, MÖ 6 ve 5 yüzyılların salt doğayı konu alan felsefesi, sonra da Yunan ve Hıristiyan Avrupa’da genel metafizik sistemlerin doğaya ilişkin açıklamadan meydana gelen dalları

Doğa hali: Modern sivil topluma ilişkin görüşlerin temelinde yer alan bir fikir olarak, çoğunluk sivil toplumu te*mellendirmek için kullanılan ve insanın, hiçbir siyasi örgüt ya da yönetimin olmadığı zamanki durumunu dile getiren ya da insanın toplum dışında, bozulmamış bir halde olma durumuna işaret eden fikir

Doğa hali kavramı, on yedinci ve on sekizinci yüzyıl filozofları tarafından, sivil toplum anlayışının karşıtı olan bir kavram ola*rak görülmüş ve insanın devlet ya da siyasi bir düzen olmadığı zaman durumunun ne olabileceğini, söz konusu doğa halinin uygarlık tarafından ne ölçüde değiştirildiği ya da bozulduğunu açıklama sürecinde, bir ölçüt ya da temel olarak alınmıştır Başka bir deyişle, toplumlar yaratılmazdan önce varolmuş olan bir hali, toplumsallaşma öncesi yaşanan bir durumu betimleyen doğa hali düşüncesi, doğal düzeni toplumsal düzenle, doğal ya da fiziki insanı toplumsal insanla karşıtlaştırmak ve insan toplumlarının doğasını ya da özünü toplumların bizzat kendilerinin işleyişi tarafından sağlanan ölçütlerden bağımsız olarak açıklayıp yorumlamak amacıyla tarihsel bir delil veya analitik bir araç olarak kullanılmıştır

İşte bu çerçeve içinde, doğal düzen çoğunluk Tanrı tarafından yaratılmış bir düzen olarak görülmüş ve dolayısıyla onun insan tarafından kurulmuş olan düzenlerden çok daha meşru olduğuna inanılmıştır Doğa hali düşüncesiyle ifade edilen doğal düzenin Tanrı tarafından yaratılmış olduğu yerde, toplum, belirli doğal ihtiyaç, istek ve arzuları olan bireyler tarafından yaratılmış olan bir düzene karşılık gelir Doğa hali düşüncesi, işte bu temel üzerinde, insanın, ahlâk ya da siyaset alanındaki, tüm toplumsal çaba ve girişimlerinin kendisiyle ölçüldüğü bir standart meydana getirdikten başka, bize toplumların nasıl varlığa geldikleri, devletlerin nasıl kuruldukları sorularını yanıtlamanın en önemli yollarından birini sağlar Buna göre, doğa hali düşüncesi, insan varlığının doğal hakları olan eşitlik ve özgürlüğü temellendiren tarihsel bir delil olarak kullanılabildiği gibi, devletle devletin tüm toplumsal ilişkileri denetleme hakkının zorunluluğunu gösteren bir kanıt olarak da kullanılmıştır

Filozofların benimsedikleri insan doğası imgelerine bağlı olarak, doğa halini farklı şekillerde betimleyen görüşler ortaya çık*mıştır örneğin, insanın, insanın kurdu olduğunu söylerken, özü itibariyle kendi çıkan peşinde koşan bencil bir varlık oldu*ğunu iddia eden Thomas Hobbes, bireyler arasındaki çıkar ve güç mücadelesini vurgularken, doğa halini herkesin herkesle savaş içinde bulunduğu bir hali olarak tanımlamıştır Başka bir deyişle, doğa durumunun, herkesin herkesle savaş içinde bulunduğu bir duruma, tam bir anarşi ve genel savaş haline karşılık geldiğini söyleyen Thomas Hobbes, insanların, bu anarşi ve kaos halinden daha beter ve aşağılık bir hali olmadığı için, bu durumdan her ne pahasına olursa olsun kurtulmak istediklerini öne sürmüştür

Bununla birlikte, doğa halinde çatışmanın kaçınılmaz olduğu görüşüne, onun tümüyle yanlış bir insan doğası konsepsiyonu*na dayandığı gerekçesiyle itiraz edilmiştir Bireylerin doğal bencilliğiyle açgözlülüğünü varsayan Hobbes, yalnızca mutlaka yakın güçlerle donanmış bir hükümdarın düzen getirebileceği ve herkesin başka herkesle olan savaşını önleyebileceği sonucunu çıkartır ve politik otoriteyi, biricik alternatif kaos olduğu için meşrulaştırır Oysa, kimi düşünürlere göre, doğal ya da vahşi insanı tasvir ederken, Hobbes toplum içindeki insanı betimler Hırs, kibir, açgözlülük doğal insanın niteliklerinden ziyade, toplumun ürünüdür

Bundan dolayı, insanın doğasının özü itibariyle iyi ve yardımsever olup, işbirliğine açık durumda bulunduğunu savlayan Jean Jacques Rousseau gibi düşünürler, doğa halini kaybedilmiş bir cennet, geride kalmış bir altın çağ ve “soylu vahşi”nin, uygarlık tarafından bozulmamış dünyası olarak görmüşlerdir Nitekim Pufendorf, doğa durumunda yaşadıkları söylenen insanların, birbirlerinin boyunduruğunda olmadıkları gibi, ortak bir efendiye de bağlı olmayan ve birbirlerine kötülük de iyilik de etmeyen insanlar olduklarını söylemiştir Pufendorf’a göre, insanlar, doğa halinde, özleri gereği, eşit ve özgürdürler

Her şeye rağmen, doğa halinin niteliği konusunda farklılık gösteren tüm görüşlerin ortak paydası, insan varlıklarının doğal eşitliğine duyulan inançtır işte bu inanç, sivil toplum görüşleriyle tüm liberal öğretilerin temelinde yer alır Buna göre, tüm insanlar, aynı insani sıfat ya da özelliklere sahip olmak, aynı fiziki çevreyle karşı karşıya bulunmak, aynı kendi varlığını koruyup sürdürme içgüdüsünü sergilemek, koşullarını iyileştirme dürtüsüne sahip olmak bakımından, aynı insan doğasını paylaşıyorlarsa eğer, bu takdirde toplumun da doğal bir temeli vardır demektir ve tüm toplumsal düzenlemeler arka plandaki doğal yasa ve düzene uygun hale getirilmelidir

Doğal Ayıklanma: Yaşama savaşındadaha az yetenekli bireylerin elenerek, daha iyi uyum sağlayanların, daha yetenekli olanların hayatta kalması durumu Evrimi doğadaki koşullara daha iyi uyum sağlayabilmenin sonucu olarak gören ve akraba türlerde bulunmayan özel uyum mekanizmalarıyla donatılmış türlerin çevre koşullarına daha iyi uyum sağlayacağını, ve dolayısıyla yaşamlarını sürdürme şansının daha yüksek olacağını savunan Darwin’in, doğada hüküm süren ve yaşama savaşında en başarılı olanların, varoluş koşullarına en iyi şekilde uyum sağlayanların ayakta kalmasını sağlayan sürece verdiği ad

Darwinizmin temelini oluşturan doğal ayıklanma şu temel ilkeye dayanır: Canlıların büyük bir bölümü çok fazla sayıda döl, yumurta, tohum ya da yavru verdiği halde, türlerin çoğunda birey sayısı aşağı yukarı sabittir Bu, bireylerin çoğunun embriyon-, dan yetişkin duruma gelinceye kadar, yaşamın bir aşamasında yok olup gittikleri anlamına gelir öyleyse, içinde bulunduğu varoluş şartlarında, yaşadığı çevresel koşullara en iyi şekilde uyum sağlayan bireyler daha uzun yaşar, daha çok ve daha sağlıklı döller verir Ana babalarının kalıtsal özellikleriyle donatılmış olan gelecek kuşaklar da, kendilerinden önceki kuşağın uyum yeteneğini korur ya da geliştirir

Doğal bir kurum o1arak devlet: Devleti büyük ölçekli bir ya da organizma olarak gören Platon’un, devleti insan doğasına dayandıran görüşü

Bu anlayışa göre, devlet bireyin doğasından türer, zira birey, mantıksal olarak devletten önce gelir Ve bu bağlamda, devlet insan doğasının yapısını yansıttığı için, doğal bir kurumdur Platon’a göre, devletin kökeninde insanın ekonomik ihtiyaçları vardır İnsanların birçok ihtiyacı olduğu ve hiçbir insan kendine yeter olmadığı için, Platon’un ideal devletindeki birinci sınıf, bir iş bölümüyle, insanların ihtiyaç duydukları çeşitli ürünleri üreten sanatkarlar, üreticiler ya da tüccarlar sınıfıdır

Bu sınıfta bulunan insanlar, daha çok, maddeye düşkünlük gösteren, bedensel tatminlerin ve eşyanın peşinden koşan insan*lardır Bu insanların erdemi ölçülülüktür İdeal devletteki ikinci sınıf, devletin sınırlarını düşmanlardan koruyan askerlerle, iç güvenliği sağlayan bekçilerden oluşur Askerler ve bekçiler, kendilerinde cesaret öğesi ağır basan insanlardır Bu insanların erdemi ise, Platon’a göre, cesaret olmak durumundadır Buna karşın, ideal devletteki üçüncü sınıf, çok uzun süreli ve oldukça ayrıntılı bir eğitimden geçmiş olan yöneticilerden meydana gelir Bunlar kendilerinde manevi hazlara düşkünlüğün, akıl gücünün, merak ve anlama isteğinin ön plana çıktığı bilgelerdir, filozoflardır Söz konusu yöneticilerin erdemi ise, bilgeliktir

Platon’un bu üç sınıflı toplum anlayışı, onun üç parçalı ruh görüşüne dayanmaktadır Buna göre, ruhun en alttaki parçası işti*hadır Bu parça, ruhu bedene, bedensel arzulara yönelten parçadır İdeal devletteki üreticiler, tüccarlar ve zanaatkarlar sınıfına karşılık gelen bu parçanın erdemi, temel işlevi aşırıya kaçmama, ölçülü olmadır İkinci parça ise, can ya da cesarettir Ruhun, devletteki bekçi ve askerler sınıfına karşılık gelen bu parçasının görevi iştihanın aşırı arzu ve isteklerine direnmek, cesaret göstermek ve iştiha ile akıl arasında çıkabilecek çatışmalarda aklın sözünü dinlemektir Buna karşın, ruhun en üstteki parçası, devletteki filozof yöneticiler sınıfına karşılık gelen akıldır Aklın görevi bilmek, anlamak, ruhun diğer parçalarına yol göstermektir Ruhun bu parçasının erdemi ise, bilgeliktir

Platon’a göre, ruhun parçaları arasında bir uyum olduğu, hiçbir parça başka bir parçanın görevine, işlevine karışmayıp, kendi görevini gereği gibi yerine getirdiği zaman, böyle bir ruh dengeli ve sonuçta ortaya çıkan insan da sağlıklı ve adil bir insan olur Platon bu görüşünü aynen devlete yansıtır Buna göre, her sınıfın, başka sınıfların işine müdahale etmek yerine, kendi görevini layıkıyla yerine getirdiği bir devlet adil bir devlettir Böyle bir devlet, tıpkı bireyde yol gösteren güç akıl olduğu zaman, bireyin iyi ve esenlikli olması gibi, devlet de özellikle felsefenin gücü hissedildiği, bilge yöneticiler toplum için uygun ve yararlı projeler üretip uygulamaya soktukları, genelin refahını sağladıkları zaman, ideal, yetkin ve adil bir devlet olur

Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefe Sözlüğü

Eski 07-22-2012   #8
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefe Sözlüğü



Doğalcılık: Genel olarak her şeyin doğal olduğu, yani varolan her şeyin doğal dünyanın bir parçası olup, bu dünyaya ilişkin araştırmaya özgü yöntemlerle araştırılması gerektiği görüşü; varolan ya da olup biten her şeyin doğa bilimlerinde örneklenen yöntemler tarafından açıklanabilme anlamında doğal olduğunu, varolan her şeyin doğanın bir parçasını meydana getirdiğini savunan anlayış

Doğal haklar öğretisi: 17 ve 18 yüzyıllarda İngiltere, Fransa ve Amerika’da, özellikle de güçlü bir orta sınıfın doğuşu ve gelişmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkan, ve bireysel insan varlıklarının, yaşama ibadet, düşünce konuşma, yayın özgürlüğü yasa karşısında eşitlik, mülkiyet, mutlu olma hakkı türünden birtakım vazgeçilemez değiştirilemez ortadan kaldırılamaz, bir başkasına devredilemez temel haklara sahip olduğunu savunan öğreti

Doğurucu evrim: Yeryüzündeki yaşam biçimlerinin evrimini konu alan, evrendeki evrim sürecinin genel çizgilerini ifade etmeyi ve evrimin, kendisini meydana getiren öğelerde bulunmayan yeni özelliklerin ortaya çıkışıyla oluştuğunu öne süren evrim teorisi

Yeni realist düşünürler Lloyd Morgan ve Samuel Alexander tarafından öne sürülen doğurucu evrim teorisi, C Darwin tarafın*dan geliştirilmiş olan evrim teorisinden süreksizlik, düzey, yenilik ve yaratıcı ilerleme benzeri temel kavram ve kategorileriyle farklılık gösterir Buna göre, doğurucu evrimin süreksizliği, yaşam formları arasındaki değişimlerin sürekliliğini vurgulayan Darwinci evrimin tedrici olarak, aşama aşama gerçekleşme özelliğinden mutlak olarak farklıdır Evrimin sonucu olan olaylar, bu anlayışa göre, daha önceki olaylarla bir süreklilik içinde değildir İlk kez olarak ortaya çıkan yenilik, evrimin sonucu olan yeni bir form, aniden varlığa gelir

Daha önceki düzeylerden doğmuş birtakım varlık düzeyleri olduğunu öne süren doğurucu evrim görüşü, bir yandan da evrim sürecinin daha önce hiçbir şekilde varolmamış olan yeni varlıklar doğurduğunu belirtir Evrim sürecinin bu yeni varlıkları ya da varlığın yeni doğmuş olan bu boyutları, doğurucu evrim anlayışına göre, bileşensel öğelerine indirgenemediği gibi, öngörü işlemez de Yaşam, zihin, bilinç, duyum türünden yenilikler yaratıcı bir ilerlemenin birikimsel yönleridir

Her yeni nitelik, parçalarının toplamı olarak görülmemeli, bütünsel olarak ele alınmalıdır, zira doğurucu evrim görüşüne göre, sonuçta, nedende içerilenden her zaman daha fazla bir şeyler vardır Her varlık düzeyinde küçük birikimsel ilerlemeler olmakla birlikte, her şeyi kuşatan yetkin bir bütüne doğru olan genel bir evrimden söz edilebilir

Doğuştancılık: 1- Genel olarak, belirli insani özelliklerin sonradan kazanılmış olmayıp, doğuştan getirildiğini öne süren an*layış 2- Daha özel olarak da epistemolojide, bilgimizin en azından bir bölümünün ya da bilgi için temel oluşturan kavram, ilke ve fikirlerin doğuştan olduğunu, insan zihninin dış dünyaya ilişkin deneyim ve gözlemden elde edilemeyecek, soyutlama yoluyla kazanılamayacak ilke, kavram ve düşüncelerle dünyaya geldiğini savunan öğreti

Doktrin: Öğreti Savunulan ve öğretilen bir öğretim ya da ilke; dini, felsefi ya da siyasi bir sistem veya öğretimdeki inanç ve kavramların bütünü; bir konu ile ilgili fikirler toplamı; bir düşünür ya da filozof un düşüncelerinin bütünü

Buna göre, doktrin, otorite temeli üzerinde öne sürülen, empirik desteği, kanıtlaması olduğu söylemekle birlikte, çoğunluk halihazırdaki verilerin ötesine geçen, ve dolayısıyla sağlam deneysel dayanakları olmayabilen fikirler bütününü ifade eder

Dönemleştirme: Tarihsel ve sosyolojik araştırmaların ya da daha doğru bir deyişle bu alanlarda çalışan ve düşünen araştırmacı ya da düşünürlerin olay dizilerini, çoğunluk bir ölçüte dayanarak ardışık dönem ya da evrelere ayırmaları işlem veya sınıflama faaliyetleri

Örneğin, Saint Simon’a göre, insan toplumunun tarihi, kendilerine ayrı düşünce tarzlarının karşılık geldiği üç ayrı evreden meydana gelmektedir: çoktanrıcılık ve kölelik; teizm ve feodalizm, ve nihayet, pozitivizm ve endüstriyalizm Pozitivizmin kurucusu olan Comte’a göre ise, insanlık tarihi, her birine ayrı bir toplumsal yapının karşılık geldiği üç ayrı evreden geçerek ilerlemektedir: Teolojik, metafizik ve nihayet pozitif evre Buna karşın Marx’in tarihsel materyalizm görüşünde ifadesini bulan tarih teorisi insanlık tarihini köleci toplum feodalizm, kapitalizm, sosyalizm ve komünizm gibi beş ayrı döneme ayırmıştır Söz konusu tarih teorisi tarafından benimsenen dönemleştirmenin ölçütü hakim üretim tarzındaki değişmelerdir

Günümüzde, sosyologlar, elektronik iletişimin gelişiminin toplumda devrimsel bir değişime, yani postendüstriyel topluma doğru bir geçişe yol açtığını savunurken, tarih filozofları da insanlık tarihinin bir amacı, doğrultusu ya da anlamı olup olma*dığı konusunda hiçbir uzlaşma bulunmadığı için, bizim bugün tarih sonrası bir dönemde bulunduğumuzu öne sürmüşlerdir

Dönüştürme: Klasik mantıkta, dört standart form kategorik önerme formunda değişiklik yapma bu dört önermeden her birinin öznesinin ya da yükleminin yerini veya önermenin niteliğini değiştirerek yeni bir önerme elde etme işlemi Söz konusu dönüştürme işlemi sırasında, önermenin ilk hali ile değiştirilmiş hali arasında bir eşdeğerlik olması zorunluluğu var*dır Evirme, çevirme ve devirme olmak üzere, üç tür dönüştürme işleminden söz edilebilir

Duyumculuk: Genel olarak tüm bilgilerimizin duyumlardan türediğini; bir başka şeye indirgenemezcesine, gerçekten ve en yüksek bir biçimde varolan, başka her şeyin kendisine indirgenebildiği tek şeyin duyum olduğunu savunan görüş Bütün zihin hallerinin, tüm bilinç içeriklerinin, birleşim ya da çağrışım yoluyla duyumdan türediğini, duyumlarımızın inançlarımızın biricik kaynağı ve dayanağı olduğunu, dünya ile ilgili bütün önermelerin hiçbir anlam kaybı olmadan duyumlarla ilgili önermelere indirgenebileceğini savunan öğreti

Dünyevileşme: Dini inançlarla uygulamaları, yalnız kişisel değil, fakat toplumsal karar alma ve eylemde yol göstericiler olarak değerlendirmeme tavrı ya da süreci; dini düşünce, uygulama, inanç ve kuralların toplumsal anlam ve önemini yitir*mesi süreci; kentli toplum yapısıyla endüstri toplumunun gerçekleşme sürecinde ortaya çıkan toplumsal değişmelerin sonucu olan genel durum

Toplumun modernizasyonunun doğurduğu bir süreç ya da hali olarak dünyevileşme, her şeyden önce, dinin, toplumsal anlam ve öneminin çok büyük ölçekli olduğu bir altın çağının geçmişte yaşandığını kabul eder; fakat bir yandan da, bu çağın artık geride kaldığını öne sürüp modern toplumda, rasyonel, laik ve kişisel inancın karakter ve önemini vurgular

Dünyevileşme, siyasi ve felsefi temelleri olmakla birlikte, insana, belli bir yaşam biçimi ve eylem anlayışı sunmayı amaçladığı için, özü itibariyle ahlâki, fakat sunduğu yaşam tarzı ve eylem anlayışında, Tanrı düşüncesine, ölümsüzlük fikrine ya da öte dünya kavramına başvurmadığı dini hiçbir şekilde işe karıştırmadığı için dinden bağımsız olmak durumunda olan bir hareketi ifade eder Genel birhareket ya da düşünce olarak dünyevileşme, insanın her bakımdan gelişip iyileşmesinin koşullarını, yakın ve kolaylıkla elde edilebilir olduğu için maddi araçlarda bulurken, kişiye her alanda yol gösterecek bilgi türü olarak tecrübi bilgiye değer verir, ve dolayısıyla, deneyim yoluyla bilinebilir olmadığı için, öte dünya fikrine karşı kayıtsız kalır

Dünyevileşme düşüncesi, hareket ya da süreci şu halde deneyim yoluyla kanıtlanabilir tavırlar olmadıkları için, teizmden de ateizmden de uzak durduktan başka, dini işe hiç karıştırmadan yalnızca akla dayanarak sağlam tutarlı ve insani mutluluğa götürecek bir ahlâk geliştirilebileceğini kabul eder, kişilerin ahlâka ve dini konulara ilişkin inanç ve araştırmalarında, en az bilimsel araştırmada oldukları kadar Özgür olmaları gerektiğini savunur

Din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması anlamında dünyevileşmenin, politik ya da siyasi alandaki özel hali, laiklik olarak bilinir Laiklik işte bu çerçeve içinde, siyasetle dinin devletle kilise ya da diyanetin birbirinden ayrılması, siyasi otoritenin yö*nettiği insanların inancına müdahale etmemesi anlamına gelir

Düşünce: İnsana özgü olan düşünme faaliyetinin, iç ya da dış uyaranlara yanıt olarak gelişen düşünme ediminin ürünü; in*sanın zihinsel faaliyetleri ile dış uyaranlar arasında kurduğu bağlantının sonucu olan şey Kişinin bir konu üzerindeki yargısı, bir nesnenin fikirlerle oluşturulmuş soyut tasarımı; bilinçli insan varlığının kavramları birbirine bağlamasını ve yeni bilgilere ulaşmasını mümkün kılan işlemler, süreçler bütünü

Düşünme: Kişinin öğrenme süreci içinde kazandığı kavramlar, kullandığı imgeler, düşünce ve hareketler, sözcük ve terimler gibi simgeler aracılığıyla gerçekleştirilen zihinsel faaliyet; çıkarsama, akıl yürütme, anımsama, kuşku duyma, isteme, hissetme, anlama, kavrama gibi, bilinçli bir biçimde gerçekleştirdiğimiz zihinsel faaliyetlerin herhangi biri; karşılaş*tırmalar yapma analiz, sentez, bağlantı kurma ve kavram gibi işlemlerden oluşan zihinsel süreç

Düzen: Bir çok öğe arasından çeşitli açılardan (zaman, mekan, mantık, estetik, ahlâk, varlık, vb bakımından) kurulan ahenkli bağlantı; belirli bir metodolojik ya da mantıksal plan gerektiren sistemden farklı olarak, bir şeye ilişkin formel ya da düzgün düzenleme bir şeyin bir hiyerarşi ya da dizi içindeki yeri

E

Egoizm: Ahlâk felsefesinde her insanın kendi iyiliğini gözetmesi ve kendi çıkarlarını hayata geçirmesi gerektiğini, yaşamdaki en yüksek iyinin, kişinin kendisi için mümkün tüm tatminleri (arzuları, istekleri, ihtiyaçları, hazları ve amaçları) karşılaması ya da gerçekleştirmesi olduğunu, kişinin kendi tatmin, başarı ve mutluluğunun ilk, en yüksek ve nihai değer olduğunu, kalan tüm değerlerin bundan çıktığını savunan anlayış

Egzistans: Varoluşçu felsefede insani varoluş anlamında, salt özne ya da bireyin varoluşu

Klasik felsefede varoluş ya da varolan birey, kavramlar alanının dışında kendinden kalın olan birey anlamına gelen existence, varoluşçu felsefece özel bir anlam kazanarak, soru sorabilen, kendi kendini tanımlayan, kendi imkanlarını gerçekleştirerek özünü belirleyebilen insani varoluşu tanımlamaya başlamıştır

Eğitim: 1- Bir toplumun kültürünün, yani değer yargıları ile bilgi ve beceri birikiminin yeni kuşaklara aktarılması süreci; bu sürecin okul benzeri kurumlarda gerçekleştirilmesi faaliyeti 2- Kişinin kendisini bir bütün olarak gerçekleştirmesine, insan varlığının bütün gizil güçlerini hayata geçirmesine imkan veren süreç Kişinin, insanlığın özellikle tinsel mirasını özümsemesi yoluyla, toplum değerlerine ve kabul görmüş yaşam tarzlarına sağlıklı bir biçimde intibakını temin eden süreç

3- Daha özel olarak da, kişinin belli bir alanda iyi yetişmesini veya onun belli bir yetisi ya da melekesinin birtakım araç ya da yöntemlerle gelişmesini sağlayan etkinlik

Eğitim felsefesi: Felsefenin, eğitimin imkanı, doğası, amaçları ve yöntemleri ile ilgili problemleri, felsefeye özgü yöntemlerle konu alan dalı Eğitimin olanaklı olup olmadığı, eğitimin bir ideoloji ya da öğreti aktarmaktan bağımsız olup olmadığı, eğitimde bir öğretmene gerek duyulup duyulmadığı, eğitimde temel amacın bilgi aktarmak mı, yoksa bilgilenme yeteneği kazandırmak mı olduğu, eğitimin olgularını konu alması gerektiği, bilgiyi amaçlayan eğitimin eyleme yönelen eğitimden farklılık gösterip göstermediği benzeri soruları yanıtlamaya çalışan felsefe dalı

Felsefi yöntemlerin eğitim problemi ya da konusuna uygulanmasının sonucu olup, eğitim alanında geçen kavramların eleştirel analizinden meydana gelen eğitim felsefesi, eğitim tarihiyle yakından ilişkili olan bir disiplindir Bu çerçeve içinde eğitim tarihinde ön plana çıkan belli başlı eğitim teorileri şöyle sıralanabilir:

1- Platon’un, siyaset ve toplum anlayışına temel yaptığı ve görünüşlerin bilgisine, öğretmen tarafından aktarılan malumatlar değil de, ezeli-ebedi İdeaların bilgisine dayanıp, duyusal dünyadan akılla anlaşılabilir gerçekliklerin dünyasına yükselişle belirlenen eğitim anlayışı Hiyerarşik toplum yapısında yönetim görevini eğitim süreci içinde en başarılı olup, İdeaların bilgisine yükselenlere veren filozof, eğitim sürecinde en az başarılı olanların toplumdaki en düşük ve en aşağı işleri üstlenmesi gerektiğini savunurken, akılcılığı temele almış ve, toplumdaki değişik sınıf ya da grupları birbirlerinden ayırıp düzenleme işini eğitime yüklemiştir

2- Ortaçağın, en iyi ifadesini 13 yüzyılda Aquinaslı Thomas’da bulan ve inanç ile aklı uzlaştıran eğitim anlayışı Akıl ile inancı bağdaştıran, rasyonel düşüncenin ahlâki erdem ve yetkinlik arayışıyla disiplin altına alınması gerektiğini dile getiren bu eğitim anlayışı, zihinsel disiplinle kişinin bağımsızlığını koruyarak, öğrenmede kendi yolunu bulabilmesinin önemini vurgulamıştır

3- 17 yüzyılda, İngiliz empirist düşünürü Locke tarafından ifade edilen modern eğitim anlayışı Locke’un İngilizlerin geleneksel eğitilmiş insan ya da beyefendi idealine, yükselen burjuvazinin benimseyebileceği bir biçim kazandırmaktan oluşan bu eğitim anlayışı, eğitimde deneyim ve algıların ağırlığını vurgulayan bir anlayıştır Bu tutum ise, açıktır ki, giderek güçlenen kuşkucu, pratiğe dönük, yeni burjuva sınıfı ile yeni bilimin eğilimlerini yansıtmaktadır

4- Aydınlanmanın, 18 yüzyılda en iyi bir biçimde Ansiklopedistlerde ifadesini bulan akılcı, nesnel, bilimci ya da bilimsel aklı yaşamın tüm alanlarına uygulamaya hazır, yöntem bakımından dogmatist eğitim anlayışı oldukça etkili olmakla birlikte, yoğun da bir tepki toplamıştır

5- Yine, 18 yüzyılda, romantik doğalcılığın, Aydınlanmanın akılcı ve nesnelci tavrına bir tepki olarak gelişen ve Rousseau tarafından ifade edilen eğitim anlayışı Aydınlanmayla birlikte temel ve egemen değerler haline gelen akılcılık, bilinçli düşünme, kendini denetleme, karmaşıklık ve nesnelliğin karşısında romantizmin sezgisel kendiliğindenliğini ve bu arada özgürlük, yalınlık ve Öznelliği savunan Rousseau, söz konusu eğitim anlayışında, çocuğun uygarlığın getirdiği yozlaşmalardan korunması, onun hep sağlıklı olan doğal dürtülerinin beslenmesi gerektiğini söylemiştir

6- Marx tarafından ifade edilen ve insanın gelişiminde esas olan öğenin gerçek toplumsallık olduğunu öne süren eğitim anlayışı Bireysel özgürlüğün toplumsal otoriteyi gerektirdiğini savunan Marx’ın bu anlayışının eğitilmiş insan ideali, sorumsuz birey olmayıp, kapitalizmin yarattığı yabancılaşmayı aşarak toplumsal ilişkiler aracılığıyla özgürleşmiş insandır

7- Yirminci yüzyılda daha çok Amerika’da gelişen ve William James’la John Dewey tarafından savunul an pragmatist eğitim anlayışı Düşünen insanın inanç ve davranışlarının gelenek ve görenekler tarafından değil de, problemleri çözmenin tek yolu olan bilimsel yöntem tarafından belirlenmesi gerektiğini savunan bu eğitim anlayışına göre, eğitimde konular çocuğun top*lumsal tecrübeleri üzerinde düşünmesine katkıda bulunacak faaliyetleri içeren konular olmalıdır

8- 20 yüzyılda etkili olan başka bir eğitim anlayışı ise, davranışçılığın eğitim görüşüdür Söz konusu eğitim anlayışı, insanı Özgür bir özne olarak gören, geleneksel eğitim anlayışlarına karşı çıkarak önceden planlanmış, toplumsal hedeflere en küçük bir sapma göstermeden ulaşacak şekilde programlanmış bir insan yaratmak, amacıyla, insan davranışının bilimsel bilgi yoluyla yönlendirilmesi idealini ortaya atmıştır

9- Davranışçılığın söz konusu bilimsel eğitim anlayışının karşısında ise, varoluşçu eğitim anlayışı yer almaktadır İnsanı nes*nel yöntemlerle incelenip sınıflandırılacak, belirli kategorilere yerleştirilecek bir nesne gibi gören yaklaşımlara karşı çıkan varoluşçu görüş, insana, yaşamını varoluşsal kararlarla şekillendirme, değerlerini somut bir biçimde yaratma ve sorumluluk alma olanağı verecek bir eğitim verilmesi gerektiğini savunur

Eğitim psikolojisi: Genel olarak, uygulamalı psikolojinin öğrenmeye ilişkin çalışmalarla, problem çözme, ölçme gibi konularla ilgili olan dalı; çocukların eğitimi, gelişimi ve yetişmesinde rol oynayan öğrenme süreçlerini ve bu süreçte karşılaşılan psikolojik sorunları inceleyen disiplin

Daha özel olarak da, öğrenme ve öğretme süreçlerini anlamayı amaçlayan akademik psikolojiyle, kişinin öğrenme yeteneğini tam olarak gerçekleştirmesini engelleyen handikapları teşhis edip ortadan kaldırmayı amaçlayan uygulamalı psikolojinin bir sentezini yapan psikoloji türü

Eğitim sosyolojisi: Eğitim kurumlarını ve okullaşmayla modern endüstri toplumlarında okullaşma sistemlerini, ‘okul ile toplumsal yapı arasındaki ilişkileri konu alan, eğitim kurumunun toplumun diğer büyük kurumsal düzenleriyle, yani iktisat, politika, din, vb ile olan ilişkilerini sosyolojinin yöntemleri ve bakış açısıyla araştıran sosyoloji dalı

Eğitim sosyolojisinin günümüzdeki araştırmaları, eğitimin öncelikle, yeniden üretilecek bir kültürü, bir bilgi ve beceriyi aktar*mak, sonra da ekonomik ve toplumsal kalkınmaya katkıda bulunmak gibi iki ayrı ve birbiriyle çelişen işlevi olduğunu ortaya koyar Son zamanlarda, özellikle eğitimin söz konusu iki işlevi bağlamında yapılan eleştirel çalışmaların temel tezi, okul eğitiminin egemen sınıflar tarafından saptanmış olan toplumsal ve kültürel koşulların yeniden üretilmesine yardımcı olduğu, ve yine eğitimin hakim kültürün kurumsallaşmasına ve toplumsal tabakalaşmanın pekişmesinde önemli bir rol oynadığıdır

Einstein, Albert: 1879-1955 yılları arasında yaşamış olan Alman asıllı ABD’li fizikçi

Yirminci yüzyılın başlarında geliştirdiği teorileriyle ilk kez olarak kütle ile enerjinin eşdeğerliğini kanıtlamış olan Einstein, zaman, mekan ve kütleçekimi üzerine tümüyle yeni düşünme tarzları önermiştir Einstein, özel ve genel rölativite teorileri yalnızca Newton fiziğinden değil, fakat Eukleides geometrisinden de kopuşu simgeleyen büyük bir bilim adamıdır

Einstein sadece dev bir bilim adamı değil, fakat aynı zamanda önemli bir düşünür olarak değerlendirilir Etik, toplum ve kültür felsefesiyle ilgili genel düşünceleri yanında, bir bilim filozofu olarak da ün kazanan Einstein, Kant’tan, Hume ve Mach’tan etkilenmiş ve Cassirer, Reichenbach ve Schilick’le sürekli bir ilişki içinde olmuştur O realizmi, zihinden bağımsız bir dış dünyanın varolduğu görüşünü, metafiziksel bir öğretiden ziyade, motive edici bir program olarak görmüş ve determinizmin, doğrudan doğruya dünyanın bir özelliği olmaktan ziyade, teorilerin ayrılmaz bir veçhesi olduğunu savunmuştur Einstein mantıkçı pozitivizme karşı mesafeli bir tavır takınmış olmakla birlikte, bilimin birliği tezine bağlı kalmıştır O yine aynı felsefi çerçeve içinde tümevarımcılığı reddetmiş, ama holizme ve inşacılığa ya da uzlaşımcılığa bağlanırken, anlam, kavram ve teorilerin mantıksal olarak deneyimden türetilmek yerine, anlaşılabilirlik, empirik uygunluk ve mantıksal basitlik ölçütlerine tabi olan özgür yaratılar olduklarını iddia etmiştir

Ekonomizm: Toplum ve siyasi tarihe ilişkin açıklamada, diğer faktörleri büyük ölçüde göz ardı ederek, tümüyle ekonomik gelişmeleri vurgulama, ön plana çıkarma anlayışı Her tür toplumsal, siyasi ve kültürel faaliyeti ekonomik temel yoluyla açıklayan, üstyapının kendisinin bağımsız bir anlamı olabilmesini kabul etmeyen indirgemeci görüş

Genelde, Marx’ın tarihsel maddeciliğini ifade etmek için kullanılan ekonomizm terimi, ideolojik mücadelenin önemini vurgu*layan Marx, Engels ve Gramsci tarafından, işçilerin, siyasi mücadeleyi siyasi partilere bırakarak, yalnızca doğrudan ekonomik çıkarları için mücadele etmeleri gerektiği şeklindeki sendika anlayışını, sosyalizmin yalnızca ekonomik eğilim ve yönelimlerin gelişimine bağlı olarak neredeyse kendiliğinden ortaya çıkan bir evrimin sonucu olacağını savunan hareketi ifade etmek için kullanılmıştır

Eleştirel teori: Yirminci yüzyıl düşüncesinde, Frankfurt Okuluyla birleştirilen toplumsal analiz tarzı

Tüm kapalı sistemleri eleştiri yoluyla çözmeyi ya da yıkmayı amaçlayan eleştirel teori, eleştirinin daha çok Hegel’deki versi*yonundan yola çıkmış ve dolayısıyla da, eleştirinin öncelikle özeleştiri şeklinde gerçekleşmesi gerektiği inancını hayata geçir*meye çalışmıştır Eleştirel teorinin Adorno, Horkheimer, Marcuse, Habermas gibi sahipleri, insanın toplumsal eleştiri yoluyla, baskılardan kurtulup özgürleşmesine katkıda bulunan her felsefi görüşe sıcak bakmakla birlikte, daha çok Marksist bir çerçeve içinde kalmışlardır Söz konusu eleştirel düşünürler, öncelikle toplumsal çıkarların, çatışma ve çelişkilerin düşüncede nasıl ifade edildiği ve baskı sistemlerinde nasıl üretildiğiyle ilgilenmişlerdir

Baskıcı sistemi ere ilişkin incelemenin tahakküm ve baskının kökleri konusunda uyanışa yol açacağını, ideolojileri geriletip bilinçlenmeyi hızlandıracağını öne süren eleştirel teorisyenler, kapitalizmin oldukça hızlı ve temelli bir biçimde değişmesinden dolayı, Marx’ın on dokuzuncu yüzyıl kapitalizmiyle ilgili eleştirisinin meydana getirdiği genel çerçeve içinde kalmanın imkansız olduğunu savunmuşlardır Bundan dolayı, Marksizmin çağdaş koşulların ışığı altında yenilenmesinin ya da yeniden kurulmasının gerekliliğini savunan Frankfurt Okulu düşünürleri, felsefenin yeri-ne bilimi ve devrimci pratiği geçiren Ortodoks Marksizmden çok temelli bir biçimde ayrılarak, felsefeyi ön plana çıkartmışlar ve LukAcs’ın, Marx’ın kendi eleştirel yönteminin, onun Öğretisinin içeriğinden çok daha büyük bir önem taşıdığı görüşünü benimseyerek, K Marx’ın eleş*tirel yöntemini ‘eleştirel teori’ şeklinde yorumlayıp uygulamışlardır

Eleştirel teori, en iyi bir biçimde, Ortodoks Marksizmle olan söz konusu farklılığına ek olarak, zaman zaman negatif felsefe diye nitelendirilen pozitivizmin ilkeleriyle olan karşıtlık, ki bu karşıtlık birinci karşıtlığın da temelinde bulunmaktadır, aracılığıyla ifade edilebilir Buna göre, pozitivizmin bilginin duyu-deneyinin sonucu olduğunu dile getiren tempirizminin tersine, eleştirel teori belli bir akılcılığın ifadesi olmak durumundadır Eleştirel teorisyenler, bilgimizin ve ortak insanlığımızın kaynağında, her birimizin rasyonel varlıklar olmamız olgusunun bulunduğunu öne sürerler Hegel gerçek olanın rasyonel olduğunu söylemişti Eleştirel teoriyi benimseyen Frankfurt Okulu düşünüleri ise, gerçek olanın rasyonel olması gerektiğini öne sürer Rasyonalite ise, eleştirel teorinin bakış açısından, formel mantıktan ziyade, tez ve antitezlerin özümlenip, çelişkilerin yeni sentezlere dönüştüğü diyalektik bir düşünme sürecini ifade eder

Böyle bir rasyonalite anlayışını, savunucularının çok değerli buldukları bir ütopik düşünce tarzıyla bir araya getiren eleştirel teori, buradan rasyonel bir toplum idealine veya ütopyasına yönelmiştir Madem ki bizler, insan varlıkları olmamız hasebiyle, rasyonel düşünme yeteneğine sahip bulunmaktayız, öyleyse rasyonel bir toplum, tüm üyelerinin çevrelerini yaratmak ve dönüşüme uğratmak için varoldukları, söz konusu yaratma ve dönüştürme sürecine fiilen ve bir bütün olarak katıldıkları bir toplum olmalıdır İşte bu yaklaşım, eleştirel teoriyi benimseyenlere, varolan Batılı kapitalist toplumların eleştirisinde kullanılacak temel ölçütü sağlar: Batılı modern kapitalist toplum, kimi toplumsal kesimleri ekonomik ve politik katılımın dışında bırakan, veya birtakım toplumsal grupları sistematik bir tarzda tahakküm altına alıp güçsüzleştiren irrasyonel bir toplumdur Söz konusu standart, eleştirel teorinin en önemli savunucularından biri olan Jürgen Habermas’ta farklı bir modelle dönüşüme uğrar Rasyonel düşünme yetisine sahip varlıklar olmamız olgusundan değil de, hepimizin semboller veya bir dili kullanmamız olgusundan yola çıkan filozof un ütopyası ise, nitekim hiç kimsenin söylem dışına itilmediği, tüm bireylerin gerçek bilgiye erişip, kamusal tartışmaya etkin bir biçimde katılabildikleri bir ideal konuşma durumudur

Eleştirel teorinin akılcılığı ile pozitivizmm empirizmi arasındaki karşıtlık, aynı zamanda bir eleştirel teori/geleneksel teori karşıtlığı olarak da ifade edilebilir Geleneksel teoriyi, a) empirist bir bilim anlayışını uygun, yeterli ve doğru bir bilim görüşü olarak gören ve b) her tür bilginin doğa bilimleriyle, özde aynı bilişsel yapıya sahip olması, ve dolayısıyla da, doğa bilimlerinin yönteminin insan ve toplum bilimlerine de uygulanması gerektiğini savunan bir teori olarak tanımlayan eleştirel kuram, bu teoriye karşı toplumsal alanla insanın dünyasında, doğa alanında olduğu gibi, ezeli-ebedi ve değişmez hakikatler için verili bir temel olmadığını öne sürer Rasyonel bir toplumun veya rasyonel bir toplumsal varoluşun henüz varolmadığını savunan eleştirel teorisyenler böyle bir toplumu eleştirel teorinin amacı yaparken, erişilmesi gereken hedefi gösterirler Buna uygun olarak, geleneksel teorinin sözde çıkar gözetmediği, doğru bilgiye ulaşmak dışında bir amaç taşımadığı yerde, eleştirel teori önce geleneksel teorinin olumsuz sonucunu gösterir, yani doğa bilimlerinin yönteminin insana ve insanla doğrudan doğruya ilgili olan konulara uygulanmasının insanın potansiyel güçleriyle özgürlüğünün yadsınmasından başka bir şey olmadığını ortaya koyar ve sonra da, kendi en temel ilgisini dile getirir: İnsanın özgürleşimi

Bundan dolayı, eleştirel teori, yüklendiği varolan yapıları eleştirme görevine ek olarak, insanın özgürleşimi için radikal bir toplumsal değişmeyi başlatma amacı güder Buna göre, eleştirel teori, insanın, varolan toplumsal düzenin ihmal ettiği potansiyellerini ortaya çıkarmak durumundadır Frankfurt Okulu düşünürlerine göre, eleştirel teori, Aydınlanma biliminin veya pozitivizim tek yanlı akılcılığının sınırlı kaynaklarından daha fazlasına ihtiyaç duyar; sanata, ütopik düşünceye, fantazi ve imgeleme işte bunun için, eşdeyişle inşanın bastırılmış güçlerinin, varolan toplumsal düzen tarafından ihmal edilmiş potansiyellerinin su yüzüne çıkarılması için ihtiyaç vardır

Eleştirel teori, ütopik düşünce geleneğinden koparak, pozitivizmin olumsuz etkisi altında kalan Ortodoks Marksizmi de, yani Marx’ın düşüncelerinin pozitivist bir yaklaşımla fosilleştirilmesi veya dondurulması işlemini de şiddetle eleştirir Buna göre, eleştirel teorisyenler, determinist bir toplum biliminin kapitalizmin temel yasalarını saptayacağı ve onun gelecekteki çöküşünü tahmin edebileceği anlayışının, Doğudaki Stalinizmin ve Batıda da Stalinizme sadık komünist partilerin büyük yanlışlarının en önemli kaynağı olduğu şeklindeki sert ve ağır eleştiriyi çekinmeden dile getirmişlerdir Başka bir deyişle, Frankfurt Okulunun eleştirel kuramı benimseyen mensuplarına göre, tarihsel maddeciliğin bilimsel statüsü, ya da pozitivizm kaynaklı bilimsellik iddiası, parti liderleriyle entellektüellerini eleştiriden korumuştur Teorinin sözde bilimselliği, ahlâki ya da siyasi konuları teorik ya da teknik uzmanlıkla ilgili konulara dönüştürmek suretiyle, Bolşevik partinin demokratik mer*keziyetçiliğini haklı kılmıştır Kararlar, sıradan işçiler ya da köylüler tarafından değil de, Marksist teori çok ayrıntılı olarak ve derinlemesine bilenler tarafından alınmalıdır Şu halde, Sovyet Marksizmindeki bürokratik otoriteryanizmi doğuran şey, Frankfurt Okulu düşünürlerine göre, Marx’ın kendisinden ziyade, pozitivizmin kendisidir

Ortodoks Marksizmin geleneksel ekonomik açıklama modellerinden veya ekonomik determinizminden uzaklaşan eleştirel teori, bir yandan bir ideoloji ve siyaset eleştirisi geliştirirken, bir yandan araçsal akılcılıkla modern Batı toplumlarında güçlenen totaliter hakimiyet tarzını analiz etmiştir Aydınlanma ve pozitivizmle modernliğe ilişkin değerlendirme ve eleştirilerinde çok büyük ölçüde, ünlü sosyolog Weber’in toplumun rasyonalizasyonuyla ilgili görüşlerine dayanan eleştirel teorisyenler, bu bağlamda bürokrasi ve kapitalizmin tek yanlı bir akılcılığı, araçsal akılcılığı temsil ettiğini öne sürmüşlerdir Eleştirel teorisyenlere göre, bürokrasi ve kapitalizm toplumu saptanmış olan belirli amaçlara en iyi ve sağlam bir biçimde ulaşma olanağı verecek araçların seçimiyle ilgilenen formel akılcılık açısından rasyonalize eder Ve toplumun bu açıdan rasyonalizasyonu, eleştirel teorinin savunucularına göre, birtakım irrasyonel sonuçların ortaya çıkışını engelleyemez Dahası araçsal akıl dünyayı ve başka insanları konu alır ve değerlendirirken, onları nasıl sömürebileceğimiz sorusunu temele koyar Olgu değer ayrımını benimserken, değerlere bilgi ve yaşamda son derece önemsiz bir rol verir Modern toplumlara özgü söz konusu düşünme tarzı, totaliter yönetim tarzı ve tahakküm arzusuyla yakından ilişkilidir Bu açıdan ele alındığında, eleştirel teorinin esas hedefinin araçsal akılcılık, ve özellikle de doğa bilimlerinin gerçek bilginin tek geçerli türü olma iddiası olduğu söylenebilir Bundan dolayı, eleştirel teori, son çözümlemede bilimin ve kapitalizmin temellerine ilişkin bir eleştiri ve analiz olmak durumundadır

Elitizm: Bir toplumda, başta politik alan olmak üzere, tek tek hemen her alanda ön plana çıkan, doğuştan getirdiği yetenekleriyle veya sonradan kazandığı birikimlerle seçkinleşen insan ya da grupların varolduğunu veya olması gerektiğini savunan yaklaşım ya da tavır Eşitlikçiliğe karşıt bir yaklaşım olan elitizmin bilinen ilk büyük savunucusu Platon, modern dönemde ise Nietzche’dir

Empati: Kişinin başka bir kişinin istek ve duygularını anlayabilmesi, başka bir kimsenin halini kavrayabilmesi durumu Kişinin kendisi başka bir bilincin yerine koyarak, söz konusu bilincin duygularını, isteklerini ve düşüncelerini, onun bu yaşantılarını o anda be etmeksizin anlayabilmesi yeten kişinin, kendi zihninde ya da içinde, bir kişinin rolünü kabul edip, benimsemesi hali

Emperyalizm: Gelişmiş ülkelerin zayıf ya da az gelişmiş ülkeleri ekonomik, politik ve kültürel bakımdan baskı altında tutması, onları hakimiyeti altına alması süreci ya da işlemi

Napolyon’un siyasi ve askeri özlemlerini ifade etmek üzere kullanılmaya başlayan emperyalizm terimi, Avrupa’nın 1870’li yıl*larda başlayan yayılmacılığıyla daha anlamlı hale gelmiştir Emperyalizmi ya da emperyalist süreci açıklayan üç farklı teori vardır Bunlardan birinci ve en eskisi, emperyalizmi iktisadi terimlerle açıklayan Marksist görüştür Emperyalizmi kapitaliz*min en yüksek aşaması olarak gören ve onun temeline iktisadi sömürüyü koyan söz konusu Marksist görüşe göre, emperyalizmde, 1- Üretimin artması ve sermayenin yoğunlaşması, 2- Banka sermayesi ile sanayi sermayesinin kaynaşması ve bu mali sermaye temeli üzerinde mali bir oligarşinin meydana gelmesi, 3- Mal ihracatı yerine, sermaye ihracatının özel bir önem kazanması, 4- Dünyayı paylaşan kapitalist birliklerin önem kazanması ve 5- Dünya topraklarının büyük kapitalist devletler tarafından paylaşımı söz konusu olur

Emperyalizmi liberal görüşten hareketle açıklayan yaklaşım ise, onu emperyalist toplumlardaki kapitalizm ve endüstrileşme öncesi bir sosyal tabakanın varoluşuyla açıklar Toprağa bağlı ve askeri bir aristokrasiyle özdeşleştirebilecek olan bu tabakanın, atalara özgü idealleri ve toplumsal konumudur ki, toplumu modern kapitalist toplumun çıkarına olmayan bir şeye zorlar Üçüncü görüş ise emperyalizmi, stratejik ya da politik nedenlerle analiz eder Bu yaklaşıma göre, emperyalizm, politik bakımdan hakim devlet ya da devletlerin güçsüzleri, büyük çoğunluğu iktisadi olmayan nedenlerle ve farklı mekanizmalarla siyasi hakimiyeti altına almaya çalış- t tıkları tarihsel bir fenomendir

Empirizm: Genel olarak, özellikle, deneysel bilimin on altıncı yüzyıldan itibaren kazandığı önem ve kaydettiği başarıların bir sonucu olarak, F Bacon, T Hobbes, J Locke, G Berkeley ve D Hume gibi İngiliz düşünürleri tarafından savunulan, tüm bilgilerin deneyime, duyu algısına dayandığı görüşü

Endüstri devrimi: Batı uygarlığında, kabaca 1780 ve 1820 yılları arasında kalan tarihsel döneme ve bir dizi teknik buluşun, buhar makinesi ve lokomotifin icadının üretim sürecinde, insan gücü ve emeğinin yerini mekanik enerjinin almasına olanak veren süreci başlattığı döneme verilen ad

Endüstri toplumu: Endüstri toplumu sonrasında ortaya çıkan endüstrileşmenin yarattığı toplum modeli

Böyle bir toplum türünün temel özellikleri şöyle sıralanabilir: 1- Ortak bir dil ve kültür birliğini yaşayan ulus devletlerinin doğuşu; 2- Geçim ekonomisinin ortadan kalkışıyla birlikte, üretimin ticarileşmesi; 3- Makine üretiminin hakim üretim şekli olması ve üretimin, küçük işletmelerde değil de, fabrikada gerçekleşmesi; 4- Tarımla uğraşan insan sayısının, nüfus içindeki oranının düşmesi; 5- Toplumun kentlileşmesi; 6- Kitle kültürünün yükselişi; 7- Siyasetin kitle partileri etrafında örgütlenişi ve nihayet, 8- Bilimin yaşamın tüm alanlarına ve özellikle de üretim sürecine uygulanması, toplumsal yaşamın aşamalı ve sürekli olarak rasyonalizasyonu

Çoğunluk ya da her zaman kitle toplumuyla özdeşleştirilen ya da birleştirilen endüstri toplumuna Batıda kapitalizm, Doğuda ise sosyalizm örnek verilmiştir Başka bir deyişle, toplum bilimciler hem kapitalizm ve hem de sosyalizmi endüstri toplumu olarak değerlendirirken, Marksistler, endüstri toplumunu kapitalizme özgü bir toplum modeli olarak görmüşlerdir Öte yandan, endüstri toplumu, toplumdaki temel, merkezi ilkenin teorik bilgi olduğu, ekonomide hizmet sektörünün ağır bastığı, toplumsal yapıda ise, teknik işlerle uğraşan profesyonellerle entellektüellerin yeni bir sınıf meydana getirip, ön plana çıktığı postendüstriyel toplumla karşı karşıya getirilmiştir

Endüstriyalizm: İnsanın bilgisinde ve doğa üzerinde egemenlik kurma sürecinde, makine üretim sanatlarının ya da tekniğinin kazanılması ve mekanik güç kullanımının öğrenilmesiyle belirlenen evre; maddi ilerlemedeki belli bir aşama; ekonomik gelişme ve toplumsal kalkınmanın endüstrileşme yoluyla olacağını savunacağını öne süren görüş

Buna göre, cansız güç kaynaklarının, üretimi mekanikleştirmek amacıyla, üretim sürecine uygulanmasının ardından ortaya çıkan ekonomik büyümeye endüstrileşme adı verilir Bu süreç, endüstrileşme öncesi toplum yapısına göre, iş bölümünü, kapitalistle işçi arasındaki yeni üretim ilişkilerini kentleşmeyle endüstrinin coğrafi olarak merkezileşmesini, vb, içerir Başlangıçta kapitalist toplumlarda gözlenen bir gelişme olarak ortaya çıkan endüstrileşme süreci günümüzde tek bir ekonomik sistemin sınırlarını aşmış durumdadır

Enformasyon toplumu: Bilginin en temel ürün, en değerli kaynak olduğu, işgücünün önemli bir bölümünün enformasyon endüstrisinde çalışanlardan meydana geldiği toplum modeli

Yüzyılımızın son on yılında kendini iyice gösteren enformasyon toplumunun üç gelişme evresinden geçtiği söylenmektedir Birinci evre on dokuzuncu yüzyılın ortalarında başlamış ve iletişimin elektrifikasyonuyla karakterize olmuştur İkinci evre ise, yüzyılın ortalarında enformasyonun toplumun merkezinde bulunduğu kabulüyle ifade edilir Üçüncü evre ise, enformasyon sistemlerinin birbirleriyle, ulusal sınırları aşan sistemlerle ve diğer toplumsal dizgelerle bütünleşmesini anlatır

Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefe Sözlüğü

Eski 07-22-2012   #9
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefe Sözlüğü



Engels, Friedrich: 1820-1895 yılları arasında yaşamış ve hayatı boyunca Karl Marx’ın çalışma arkadaşı olmuş olan düşünür Marksist öğretiye önemli ölçüde katkı yapmış ve ortak öğretilerinde, doğa bilimi, milletler sorunu, askerlik ve uluslararası ilişkileri uzmanlık konuları olarak üstlenmiş olan Engels’in temel eserleri, Marx’la birlikte yazmış olduğu Die Heilige Familie [Kutsal Aile],Die Deutsche İdeal ogie [Alman İdeolojisi], Manifest der Kommunistischen Partel [Komünist Manifesto], ve kendi başına kaleme aldığı Anti -D ühring, Ludwig Feuerbach und der Ausgang der Klassischen Deutschen Philosophie [Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman felsefesinin sonuç ve Dialektik der Natur [Doğanın Diyalektiği]dur

Engels, Ludwig Feuerbach adlı kitabında, filozofları idealistler ve materyalistler diye ikiye ayırmış, bunlardan idealistlerin madde karşısında zihnin, materyalistlerin ise zihin karşısında maddenin önceliğini savunduklarını belirtmiştir Buna karşın, Doğanın Diyalektiği’nde, bilimsel düşüncenin diyalektik bir yapıda olduğunu, bilimin daha önce felsefenin kapsamı içinde kalan birçok konuyu kendi kapsamına dahil ettiğini savunan Engels, gerçekliğin doğasıyla ilgili spekülasyon anlamında felsefenin, Hegel’le birlikte sona erdiğini ve yalnızca düşünce ve düşüncenin yasalarıyla ilgili bir teori anlamında felsefeye yer kaldığını öne sürmüştür

Marx’ın ölümünden sonra, ondan biraz ayrılarak, hukuk ve ideoloji gibi üstyapısal öğelerin ekonomik temel karşısında belli bir bağımsızlığı olduğunu ve zaman zaman temeli belirlediğini söyleyen Engels, diyalektik materyalizm olarak tanınan öğretiyi geliştirmiş olan kişidir Marksizmi doğal bir bilimsel temel üzerinde geliştirmeye çalışmış olan Engels, Darwin’den çok etkilenmiş ve toplumsal gelişmenin evrim ilkelerini savunan bir tarzda geliştiğini savunmuştur

Entelektüalizm: Genel olarak, zihni, bilginin ve eylemin gerçek ilkesi olarak gören öğreti, zihinsel fenomenlerin duygular ve irade karşısında önce ve üstün olduğunu öne süren felsefe anlayışı; insan zihninin daha soyut ve daha kavramsal bir düzeyde gerçekleşen bilişsel yeti ya da parçasını her alanda temele alan, ön plana çıkaran yaklaşım; varolan her şeyin, en azından ilke olarak fikirlere, yani zihinsel gerçeklere indirgenebileceğini savunan anlayış; tüm psikolojik olayları fikir, düşünce ve yargılara bağlayan felsefe görüşü

Entelektüel: Geleneksel anlamı içinde, düşünsel veya zihinsel etkinliğe yönelmiş, bilgili, değerlendirme ve eleştiri gücü yüksek, topluma öncülük etme misyonu yüklenmiş aydın, çağdaş varoluşçu filozof Camus’nun deyimiyle ‘zihni kendi kendisini gözleyen kişi

Rönesanstan itibaren, yaklaşık 19 yüzyıla kadar Avrupa’da entelektüeller, aralarında başta filozof ve bilim adamları olmak üzere, yüksek kültür ürünlerini ve değerlerini yaratan insanlar olarak görülmüştür Bu dönem boyunca, göreli bir bağımsızlığa sahip olan ve toplum içinde çok önemli ve saygıdeğer bir konum işgal eden entelektüeller, geleneğe bağlı toplumlara yeni fikirler ve yeni bilgiler sokmak suretiyle, tarihin akışını değiştiren üstün insanlar olarak ele almıştır Fakat özellikle 19 yüzyılın ikinci yarısından itibaren, entelektüeller Batı’da itibar ve popülarite kaybına uğramışlardır Bu itibar ve popülarite kaybının en önemli nedeni de, hiç kuşku yok ki demokrasi, kitle kültürünün yükselişi ve bürokratizasyon süreçleridir

Önce dünya tarihinin akışını değiştirme, sonra da yüksek kültür yaratma gücünü yitiren entelektüeller, 20 yüzyılla birlikte, yavaş yavaş hakim ideolojileri eleştirme yeteneklerini de yitirmeye başlayarak, ya önemli ölçüde marjinalleşmişler veya kaçı*nılmaz olarak, bağımsızlıklarını yitirip, kamusal alanın veya yönetim kurumlarının maaşlı dünyasına dahil olmak durumunda kalmışlardır

Epiktetos: M S 55-135 yılları arasında yaşamış Stoalı filozof ve ahlâkçı

Siyaset felsefesi alanında, Epiktetos, insanı, Tanrı’dan başka insanları da içeren büyük bir sistemin üyesi olarak görmüştür Ona göre, her insan öncelikle, kendi toplumunun bir yurttaşıdır Ama o, bir yandan da, tanrıların ve tüm insanların oluşturduğu daha büyük bir topluluğun üyesidir Kent devleti bu topluluğun yalnızca kötü bir kopyasıdır İnsanlar akıllı yanlarıyla, Tanrı’nın çocuklarıdırlar ve kendilerinde tanrısal öğeler taşırlar Bu nedenle, insanlar, Epiktetos’a göre, kentlerini ve yaşamlarını Tanrı’nın iradesine göre yönetmeye çalışmalıdır

Epistemoloji: Felsefenin, bilişsel süreçlerin oluşumlarından ziyade, bilgiyi genel olarak ele alan, bilgiyle ilgili problemleri araştıran, bilginin kaynağını, doğasını, doğruluğunu, sınırlarını inceleyen dalı

Erastusçuluk: Laik otoritenin kilise karşısında her konuda üstünlüğü ve önceliği olduğu inancı Vatandaşları aynı dine bağlı toplumlarda, dini ya da dünyevi tüm suçları cezalandırma hakkı ve görevinin devlette olması gerektiği tezi

Erdem: Ahlâki bakımdan her zaman ve sürekli olarak iyi olma eğilimi, iyi ve doğru eylemlerde bulunmaya yatkın olma durumu İnsan varlığına en zengin, en gerekli ve dolgun anlamını veren ahlâki niteliklerin toplamı İnsan iradesinin gerektiği takdirde büyük özverilerde bulunmak ve ciddi engelleri aşmak pahasına, ahlâki iyiliği amaçlama, iyilik uğruna hareket etme gücü

Estetik: Sanat ya da güzellik alanında söz konusu olan değerleri konu alan felsefi disiplin; felsefenin güzeli ya da güzelliği konu alan, iyi, çirkin, hoş, yüce, trajik gibi güzellikle yakından ilişkili olan kavramları araştıran, doğal nesne ya da insan yaratısı olan ürünlerde sergilenen güzelliklerle ilgili yargı ve yaşantılarımızda söz konusu olan değerleri, tavırları, haz ve tatları analiz eden dalı; estetik nesnelere, estetik tecrübenin nesnelerine yönelen temaşada söz konusu olan problemlerin çözümü ve kavramları olan felsefi disiplin

Eşitlik: Ahlâki ve toplumsal bir ideakolalak, insanların birbirleriyle, aynı insan doğasına sahip olmak bakımından, aynı konum ve değerde olmaları hali İnsanların birbirleriyle eşdeğerde olduğunu, bundan dolayı insanlar arasında ayırım gözetil*memesi gerektiğini dile getiren ilke

Eşitlik, İlkçağ Yunan felsefesinde, Yunanlı-barbar, özgür yurttaş-köle ayrımına karşın, bir akla sahip olmanın insanı dış dünyadan ayırdığı, bundan dolayı bir insanın akıl yürüten parçasının başka bir insanın akıl yürüten parçasıyla aynı olduğu ve insanların, hayvanlar olarak değil de, insanlar olarak bir ve aynı olduğu düşüncesini ifade eder Ortaçağda ise, eşitlik dünyadaki eşitsizliğin Tanrı’nın varolan şeyler için tasarladığı düzenin bir parçası olduğu, kadın ya da erkek, köle ya da özgür, tüm insanların, maddi ya da fiziki bakımdan farklı olabilseler de, tinsel bakımdan eşit, yüce Tanrı karşısında bir ve aynı oldukları düşüncesiyle belirlenir

Modern çağda, içeriği biraz daha zenginleşen bir kavram haline gelen eşitlik, sırasıyla, tüm insanların farklı yetenek ve kapa*sitelerle dünyaya geldiği, bundan dolayı her insana kendinde olanı tam olarak gün ışığına çıkartması, kendisini tam anlamıyla gerçekleştirmesi için imkan tanınması gerektiğini dile getiren fırsat eşitliği düşüncesini; temelinde, insan varlığının yüceliğine duyulan saygının, insan varlıklarının her zaman, bir araç olarak değil de, bir amaç olarak görülmeleri gerektiğini ifade eden ahlak ilke bulunan, tüm insanların yasa karşısında eşit olması gerektiği düşüncesini; ‘bir insan, bir oy’ ilkesiyle belirlenen, ve insanlar her ne kadar politik bilgi ya da bilgelik bakımından farklılık gösterebilseler bile, insan olma olgusunda, insana yönetimde sesinin olması hakkını veren mutlak bir şeyler bulunduğu, ya da kendisi için neyin iyi olduğunu en iyi insanın kendisi bilse de, bir seçimde çoğunluğun, seçilecek en bilgece politikayı tespit edebileceği düşüncesiyle şekillenen, siyasi eşitlik i/kesini; toplumu meydana getiren bireyler ve tabakalar arasında bir ayırım göze*tilmemesi gerektiğini belirten ve ekonomik eşitlik düşüncesiyle desteklenen toplumsal eşitlik düşüncesini; tüm ırkların aynı değerde olduğunu, bir ırkın diğerinden üstün tutulmaması gerektiğini savunan, ırk eşitliği ilkesini; kadın ve erkeklerin, insana özgü tüm faaliyetleri gerçekleştirmek bakımından aynı düzeyde bulunduğunu ve dolayısıyla kadınlara da sanat, edebiyat, iş ve yönetim alanlarında erkeklerle aynı fırsatların tanınması gerektiğini öne süren kadın-erkek eşitliği düşüncesini ve nihayet, yoksulluğun en aza indirgenerek, tüm insanlara maddi refahtan, yetenek ve ihtiyaçlarına göre pay ve*rilmesi gerektiğini dile getiren ekonomik eşitlik ilkesini ifade eder

Eşitlik mantık alanında ise, iki kavram ya da sınıfın tam tamına aynı kaplama sahip olması durumunu gösterir

Eşitlikçilik: Genel olarak, tüm insanların eşit oldukları ve özgürlükleri, hakları, değerleri ve elde edecekleri fırsatlar bakı*mından eşit muamele ve kabul görmeleri gerektiğini savunan görüş Tüm insanların toplumsal ve siyasal (ve bazen ekonomik) olarak eşit oldukları inancı Bütün insanlarda bulunan ortak bir özelliğin ya da yetinin, insanlar arasında bir ayırım gözetilmemesini, insanların aynı muameleye tabi tutulmalarını gerektirdiği görüşü

Söz konusu özellik ya da yeti, ruh, akıl, acı çekme, ahlâk duygusu ya da aynı Tanrı tarafından yaratılmış olma özelliği olabilir Hukukta ve siyasette, hakları ya da imkanları bakımından insanlar arasında ayırım gözetilmemesini, var olan ayırımların giderilmesini öngören ilke olarak eşitlikçilik, her bireyin içinde bulunduğu maddi koşullardan bağımsız olarak, aynı değeri taşıdığını varsayar, fakat doğuştan ya da sonradan kazanılmış farklı bireysel yetenek ve nitelikleri birbirleriyle eş tutmaz

Etik: Ahlâk ve ahlâklılığın olgusal ve tarihsel olarak yaşanan bir şey olduğu, tek tek her bireyin şu ya da bu ölçüde şekillendirdiği somut bir ahlâki hayatı bulunduğu, bu hayat içinde cisimleşen ahlâki değerler, peşinden koşulan ideallerini söz konusu olduğu kabulleri üzerinde, ahlâk adını verilen söz konusu tarihsel olguya yönelen felsefe disiplini; ahlâkın eylemin pratiği olduğu yerde, eylemin teorisini oluşturan felsefe türü

Evren: Varolmuş olan, varolan ve varolacak olan her şey Bütün bir doğal dünya Gözlemlenen ya da varolduğuna inanılan madde ve enerjinin tümünü birden içeren fiziki sistem Yıldızları, gezegenleri, yeryüzünü, gaz ve bulutları, vb kapsayan, maddeyle dolu mekanın bütünü Tikellerden tümellerden meydana gelen bütün Kendisine aşkın olar Tanrı dışında, varolan her şeyi kapsayan sistem

Evrensel: Evrensel düzen, evrensel zorunluluk deyimlerinde olduğu gibi, evrenin bütününe yayılan, evrenin bütünü ve evrendeki her şey için geçerli olan Hiçbir istisna kabul etmeyen

Buna göre, bir düşünce, ilgili tüm insanların, onun doğruluğunu teslim etmesi anlamında evrenseldir

Evrenselcilik: Genel olarak, geçerliliğin ve doğruluğun ölçütü olarak tüm insanların onayını temele alan, tüm insanların onayı dışında hiçbir otorite kabul etmeyen görüş

Evrim: Bir şeyin, bir değişim ve gelişimler dizisi, derece derece gerçekleşen bir değişme süreci içinde, daha kompleks, daha farklı bir organizma ya da organizasyona doğru gelişmesi, dönüşmesi Bir şeyin potansiyelinin belli bir sonuç, hedef ya da amaç yönünde gelişmesi Değişme ya da oluş türlerinden biri olarak, ağır ağır, yavaş yavaş, farkına bile varılmadan gerçekleşen değişim

Biyolojide, canlı varlıkların yeryüzünün tarihi boyunca geçirdikleri dönüşümlerin tümü Canlı varlıklar ve doğal çevreleri söz konusu olduğunda, canlılara ve kalıntılarına ilişkin empirik gözlemden çıkan bir sonuç olarak, basitten karmaşığa, homojenlikten heterojenliğe geçiş süreci

İşte bu bağlamda, biyolojide çeşitli hayvan ve bitki türlerinin daha önceki zamanlarda yaşamış hayvan ve bitki türlerinden türediklerini ve bu türler arasındaki farklılıkların kuşaklar boşunca ve uzun bir zaman dilimi içinde, aşama aşama geçirilen değişikliklerden kaynaklandığını öne süren teoriye, tüm hayvan ve bitki türlerinin birbirlerinden türediklerini ve bundan dolayı, canlılar dünyasında bir kesinti ya da kopukluk olmadığını savunan kurama evrim teorisi denmektedir

Buna mukabil, yalnızca bir gelişme sürecinin ürünleri olarak görülen olgu sınıflarına ilişkin araştırmada kullanılan ve esas işlevi, 1- Gelişme sürecinin temel adım ya da evrelerini göstermek ve 2- Gelişme sürecinde yer alan evreleri meydana getiren çeşitli değişmelerin nedenlerini ortaya koymak olan yönteme evrim yöntemi adı verilmektedir

Düzen, değişme ve ilerlemeyi içeren evrim kavramı canlı organizma için kullanıldığında, mutasyon ve doğal ayıklanma yoluyla gerçekleşen değişimi ifade eder İşte buradan hareketle, bir organizmanın gelişimiyle insan toplumunun gelişimi arasında bir analoji kurulmuş ve başta, Sain Simon, Comte, Spencer ve Marx gibi düşünürler bir toplumsal evrimden söz etmişlerdir

Evrimci etik: Evrim temeli üzerinde yükselen, ahlaki ve ahlâki kurumları evrim idesine tabi kılan, insan varlıklarının şeylere ve kişilere hayat mücadelesinde ayakta kalma kapasitelerine ya da bu mücadeleye yaptıkları katkıya göre değer biçtiklerini öne süren etik türü

Evrim ilkesini toplumsal alan dışında, etiğe de uygulayan, sosyolojinin toplumla, etiğin de insan ve insan davranışıyla, evrim*biyolojinin organik doğanın fenomenleriyle olan ilişkisine tekabül eden aynı ilişki tarzı içinde olduğunu öne süren evrimci etik, örneğin dostluk ve diğerkamlığa, bu değerler insan türünü şiddetten koruyup, türün bekasına katkıda bulundukları için, değer verildiğini belirtir

Evrimci etik, evrimci biyolojinin verilerine dayanırken, bireyi, evrim içinde olan doğal bir varlık olarak alır, onun gerek bi*reysel, gerekse toplumsal hayatını, çatışmanın hakim olduğu bir süreç olarak değerlendirir Çatışmayı öne çıkarır, ve hayatın özde bir çatışma olduğunu söylerken, bir yandan da hem bireyin hayatının akıldışı güçler ta-rafından belirlendiğini, hem de insanın bu güçlerin bilgisi kazanmak suretiyle geleceği şekillendirebileceğini öne sürer Evrimci görüşe göre, bu çatışmadan son çözümlemede, ilerleme idesinde tezahür eden, temel bir ahenk çıkacaktır Görüş, ahlâklılığı işte bu ahengin bir türevi veya bir koşulu olarak görür Örneğin, insanın ahlâki karakteri ve davranışını da evrim geçirmiş olmaya bağlayan Darwin, ahlâklılığın temelinde yer alan vicdanı da doğal ayıklanmayla açıklar

Evrimci etik, ahlâklılığın ve ahlâki değerlerin temeline insanla ilgili doğal olguları yerleştirdiği için, doğalcı bir etik görüşü*dür Antropolojik bir temellendirmeyi benimseyen evrimci etik anlayışı, toplumsal ve dolayısıyla ahlâki hayatını doğadaki aynı evrim yasalarına uyduğunu, söz konusu evrim sürecinin mutluluk oranında büyük bir artışa yol açtığına ve açacağına inandığı, ve egoizmin yerini özgecil iğe bırakacağına, “savaş halinden barış durumuna, doğadan akla, içgüdüden fazilete geçileceğine inandığı için, iyimser bir etik anlayışıdır Bununla birlikte, evrimci etik birçok doğalcı bilimci etik görüşü gibi, olguyla değerin iki ayrı alan meydana getirdiğini göremediği, gerçekle ideal olan arasındaki farkı unuttuğu» olandan olması gerekene veya olgudan değere geçtiği için, doğalcı yanlışa düşen bir etik görüşüdür

Evrimci filozlar: Sistemlerinde Darwin tarafından geliştirilmiş olan evrim teorisine merkezi bir yer veren filozofların meydana getirdiği hiçbir şekilde homojen olduğu söylenemeyen birlik

Evrimi apaçık bir olgu olarak kabul eden filozoflar arasında, C Darwin ve E Haeckel örneklerinde olduğu gibi, bir bölüm baş*tan sona doğalcı, bilimci ve maddeci olmuştur Diğer bazıları ise, H Spencer örneğinde olduğu gibi, en azından agnostik bir tavır takınmışlardır Fakat evrimci filozofların azımsanmayacak bir bölümü, H Bergson ve 5 Alexander örneklerinde olduğu gibi, Darwin’in evrim teorisini dine çok daha sempatik bakan metafiziksel veya değer biçici bir çerçeve içine yerleştirmişlerdir Yine, C Lloyd Morgan evrim düşüncesini, teizme açık kapı bırakacak şekilde, indirgemeci ve mekanistik olmayan bir tarzda yorumlamıştır Teilhard de Chardin gibi bazıları da, evrimi panteistik bir sistem içinde ifade etmiştir

Evrimcilik: Çoğu zaman ilerlemeye duyulan inançla birlikte ortaya çıkan ve evrimin, evrendeki en temel değişme tarzı olduğunu savunan görüş Evrim düşüncesi, yani tüm tezahürleri ve görünüşleri içinde evrenin ve yaşamın, tüm boyutlarıyla doğanın, bir gelişme sürecinin ürünü olduğu düşüncesi üzerine kurulan sistem; tanrısal düzen ve yaratılış düşüncesinden farklı olarak, türlerin çeşitliliğini, evrende hüküm süren değişim, dönüşüm, çevre koşullarına uyum sağlama ve gelişmenin sonucu olarak gören öğreti, çeşitli hayvan türlerinin evrim yoluyla dönüşüme uğradıklarını öne süren teori

Evrimcilik düşüncesi, sanıldığının aksine, İlkçağ felsefesine dek geri gider Dünyanın gelişmesini canlı bir varlığın gelişmesine benzeten Yunanlılar, yaşamın ve varlığın kökünü suda bulan Thales örneğinde olduğu gibi, bütün varlık türlerinin ya tek bir varlıktan, ya da su, hava veya Empedokles’in dört öğesi gibi, sayıca sınırlı varlıklardan türemiş olduğunu düşünmüşlerdir Evrende türlerin sürekliliği ilkesini benimseyen Yunan düşüncesinde, Aristotelesin sistemi de, varlıklarda salt maddeden düşünce yetkinliğine geçişi ifade etmek isteyen bir tür evrimcilik ortaya çıkar

Evrimci Pozitivizm: Pozitivizmin, bilginin deneyime dayandığı, olguları konu aldığı ve özel bilimler tarafından tüketildiği tezlerini korumakla birlikte, sosyal pozitivizmde olduğu gibi, topluma ya da tarihe değil de, fizik ve biyolojiye yönelen ya da dayanan pozitivist anlayış

Herbert Spencer tarafından savunulan bu tür bir pozitivizm, bir ilk nebuladan başlayıp, uygarlığın en yüksek ürünlerine dek uzanan sürekli ve doğrusal bir ilerleme olarak evrensel bir evrim düşüncesine dayanır Spencer bu tür bir evrim sürecinin gerçekliğin tüm alanlarında hüküm sürdüğünü ve bu farklı evrimlerin temel özelliklerini ortaya çıkaracak ayrı bilimler bulunduğunu savunmuştur Bu bakış açısından felsefe, evrim sürecine ilişkin en genel bilgiyi sağlayan disiplindir Evrimci pozitivizm, tinselcilikten olduğu kadar, maddecilikten de uzak olan bir felsefedir Buna göre, Spencer, evrim sürecinin hem madde ve hareket, hem de tinsellik ve bilinç açısından yorumlanabileceğini öne sürmüştür

Eylem: Bir şey yapma bir işlemi gerçekleştirme bir etkinlikte bulunma, bir işlevi yerine getirme bir şey üzerine etkide bu*lunma bir iş, davranış ya da olayla sonuçlanan, güç ya da enerji uygulama durumu

Ezeli-ebedi: Zamanın bitimsiz olması, sonunun gelmemesi durumu Bütünüyle zamandışı olma hali Zamanı içerme, fakat zamanı, bir anlamda aşma durumu Ezeli-ebedilik zamanın karşısında olup, ezeli-ebedi olan, zaman içinde olmayanı, zaman içinde başlangıcı ve sonu olmayanı gösterir Varlığa gelen her şeyin, her türlü sonlu varlığın zaman içinde varolduğu yerde, ezeli-ebedi varlık, varlığa gelmeyen, yaratılmamış ve yok edilemez olan, önce ve sonra kabul etmeyen, bir bütün olarak zamanın dışında olan varlıktır

Ezeli-ebedi kavramı ilk kez olarak Yunan felsefesinde ortaya çıkmıştır Bu felsefeye göre, Kranos ya da zaman yaratılmış değildir, zamanın başlangıcı ve sonu yoktur Varolan her şey zaman içinde, ezelden ebede doğru akıp gider Ezeli ve ebedi olana yabancı olan insan varlığı, ancak bu ezel ile ebed arasında kalan zaman süresinin anlarını bilebilir

Ezoterik: Kamuya açık olmayan, herkesin anlaması için yazılmamış, yalnızca bir Kurum ya da bir okulda, bir mezhepte veya belli bir alanda, oldukça ileri bir düzeye ulaşmış kişiler için saklanmış, yalnızca onlar tarafından anlaşılabilir olan gizli inanç, ideoloji ya da öğretiler için kullanılan terim

F

Fabyanizm: Bir grup İngiliz sosyalisti tarafından geliştirilen ve kapitalizm içinde başlayıp sosyalizme dek süren gelişmenin sürekliliğini savunan öğreti

Fabyanizm, Marksizmin sosyalizmin doğuşunu, işçi sınıfının giderek artan sefaletiyle temellenen bir devrime bağladığı yerde, işçilerin 19 yüzyılda, yoksullaşmadıklarını, tam tersine ekonomik durumlarının iyileştiğini ve gelecekte daha da iyileşeceğini savunmuş ve 19 yüzyılın toplumsal reformlarını sosyalizmini, kapitalist toplum çerçevesi içindeki başlangıcı olarak değerlendirmiştir Buradan da anlaşılacağı üzere, Fabyanizm, devrim yoluyla değil de, aşamalı olarak gerçekleşecek bir sosyalizmin savunucusu olmuştur

Farabi: 870-950 yılları arasında yaşamış olan İslam düşünürü Asıl adı Ebu Nasr Muhammed ibn Uzluğ Tarhan olan Farabi’nin felsefe açısından büyük başarısı veya önemi, onun İslam kültüründe felsefeyi en tepe noktaya çıkarmasından ve felsefeyi İslam teolojisinden kesin olarak koparmasından ya da vahyi şu ya da bu ölçüde veya da olsa felsefeye tabi hale getirmesinden meydana gelir

Eserleri: 1- Aristoteles mantığı ve Yunan felsefesini Arapça’ya aktaran, açıklayan ve yorumlayan risale ve kitaplarla, 2- Özellikle mantık, metafizik ve siyaset felsefesi alanındaki kendi özgün görüşlerini serimleyen yapıtlar olmak üzere ikiye ayrılan Farabi’nin en önemli kitapları arasında Ihsa el-UIum (Bilimlerin Sayımı], Kitab’ül Cedel [Diyalektik], Kitab el-Burhan (İspata dair Kitap], Tahsil ‘üs Sa’ade [Mutluluk Sanatı], Medinetü’l Fazıla [Erdemli Toplum], Fusulül Medeni (Siyaset Felsefesi) sıralanabilir

Farklılık politikası: Ötekinin varlığını ve özgüllüğünü reddeden, kadını erkeğin yokluğu ve eksikli ötekisi olarak olumsuz bir biçimde tanımlarken, Batılı olmayan boyları yok sayan veya onların farklılıklarını tanımayıp, diğer kültürleri Batı uygarlığının adi yansımaları diye değersizleştiren Avrupa veya erkek merkezci yaklaşıma karşı, postrnodernizm ve feminizm tarafından geliştirilen ve ötekinin farklılığını, özgünlük ve özgüllüğünü olumlamaya dayanan yaklaşım ya da strateji

Böyle bir strateji, her şeyden önce Batı düşüncesinin özdeşliğe, neredeyse farklılığı yok saymak pahasına, imtiyazlı bir yer verdiğini öne sürer Bu tavrın temelinde ise, aynı Batı düşüncesinde Platon’dan beri hakim olan bir ‘mevcudiyet metafiziği’ yer almaktadır Fakat farklılığı kutsayan bu yeni ve postmodernist yaklaşıma göre, fazlasıyla problematik olan şey, bulunuş metafiziği ve dolayısıyla da, özdeşlik lehinde bir tercihin, kaçınılmaz olarak birtakım toplumsal ve pratik boyutları olmasıdır O cinsel ya da ırksal farklılıkları göremez Göremediği gibi, kendisiyle bir ve aynı olmayanı, kendisinden farklı olanı doğallıkla ya yok sayar, ya da kendisine benzetir veya kendisine tabi kılıp baskı altında tutar

Faşizm: 1- Birinci dünya savaşını izleyen yıllardaki toplumsal ve ekonomik krizlerin sonucu olan milliyetçi ve otoriter politik harekete, saldırgan bir ulusçuluğu, tutkulu bir demokrasi karşıtlığıyla birleştiren ve üstün güçleri olan bir liderle seçkin bir grubun yönetimde bulunmasını isteyen siyasi yönetim modeli

Fichte’nin milliyetçiliğine, Carlyle’ın seçkinciliği ve Nietzsche’nin üstün insan düşüncesiyle George Sorel’in görüşlerine da*yandığı için, bir teoriden ziyade bir inanca karşılık gelen faşizm, milliyetçilik, komünizmden duyulan nefret, demokratik siyasete karşı güvensizlikten başka, tek partili bir devlete duyulan bağlılıkla karizmatik liderlere duyulan inancı içerir

Faşizmin iki temel öğesi vardır: Bunlardan birinci unsur, milletin en yüksek değer olduğu inancından oluşur Milletin gücü refah ve mutluluğunun, onu meydana getiren bireylerin istek ve ihtiyaçları karşısında mutlak bir önceliği vardır Millete hizmet etmek, ve gerektiği zaman, onun için ölmek, bireyin en büyük ödevidir İkinci olarak, etkili ve güçlü bir millet, bireylerin iradelerinin, üstün bir liderde cisimleşen, somutlaşan birliğidir Liderin, inançlarından ve kararlarından uzaklaşıp, ayrılmanın olanaksız olduğu partisi, toplumsal yaşamın tüm boyutlarını kontrol altında tutmalıdır

2- Öte yandan, faşizm, ekonomik bir açıdan ve Marksist terminoloji içinde, siyasi iktidar yolunu işçi sınıfına kapatan burjuvazinin diktatoryası olarak da tanımlanabilir

Faşizm, bir yönetim biçimi ya da modeli olduğu kadar, aynı zamanda bir yaşam tarzı, daha doğrusu bir mizaç ya da bakış açısıdır Buna göre, faşist bakış açısının en belirgin özelliği irrasyonalizmdir Batı’nın rasyonel geleneğine şiddetle muhalefet eden faşizmin psikolojisinde, kuşkucu, eleştirel düşünce yerine, fanatizm egemen olur Bünyesinde barındırdığı bu irrasyonalizm nedeniyle, faşizmi (ırk, parti dogması, liderin karizması veya kişiliği benzeri) tabu konuları vardır

Faşizm yine insanların eşit olduğu fikrini reddeder ve eşitsizliği bir olgu olarak kabul etmekle kalmayıp, bir ideal haline getirir Öte yandan, faşist yaklaşım ya da davranışın yapısının şiddet olduğu akıldan çıkarılmamalıdır İrrasyonalizmi ve davranışın evrensel olarak kabul görmüş standartlarını reddetmesi nedeniyle, faşizm amaca giden yolda her aracı mübah sayar Yine, aynı nedenle, faşizm bireyi devlete kurban eder Başka bir deyişle, faşist anlayışta devlet amaç, birey de araçtır Buradan da anlaşılacağı üzere, faşist devlet kendi dışında hiçbir değerler bütünü ya da toplumsal birlik tanımayacak derecede totaliterdir

Eşitsizlik ve şiddetin faşizan kabulü, doğal olarak yönetimin hem teorik ve hem de pratik olarak bir elitin elinde olacağı sonucunu doğurur Faşist anlayışa göre, bazı insanlar yönetmek, diğerleri de itaat etmek için doğmuşlardır Faşizm, sadece bir sistem, bir yönetim tarzı olmakla kalmayıp, aynı zamanda bir yaşama tarzı olduğu için, toplumsal etkinliğin hemen tüm alanlarında, tartışmadan ziyade, otoriteyi kullanır Faşizm bu bağlamda antifeministtir ve aile içinde güçlü bir baba otoritesini destekler Okullarda disiplin, çocukların kafalarına ve yüreklerine sokulan en yüce değerdir Sanayide de otorite, emekle sermaye arasındaki serbest pazarlığın yerini alır Otoritenin önemini vurgulayan faşizm, yalnızca emretmek isteyenleri değil, fakat itaat etmek özlemi duyanları da cezbeder Her toplumda, kendi başına düşünüp, karar ve sorumluluk almak yerine, birinin peşinden gitmek ve ona boyun eğmek isteyenler vardır ve faşizmin yayılmasındaki başlıca psikolojik koşullardan biri özgürlükten kaçıştır

Uluslararası alanda ise, ırkçılık ve emperyalizm eşitsizlik ve şiddetin iki temel faşist ilkesini ifade eder Tıpkı millet içinde lider ya da elitin geri kalanlara üstün olması ve iradesini onlara şiddet yoluyla kabul ettirebilmesi gibi, elit ulusun diğerlerine üstün olduğu kabul edilerek, onları yönetme yetkisi-ne sahip bulunduğu düşünülür Faşizm, bu bağlamda, uluslar arasında eşitlik olduğu ilkesine dayanan uluslararası teşkilatlara ve bu arada dünya barışına karşıdır

Felsefe: Yunanca seviyorum, peşinden koşuyorum, arıyorum’ anlamına gelen phileo ve ‘bilgi, bilgelik’ anlamına gelen sophia sözcüklerinden türeyen terimin işaret ettiği entelektüel faaliyet ve disiplin

Buna göre, felsefe Yunanlılar için, ‘bilgelik sevgisi’ ya da ‘hikmet arayışı’ anlamına gelmiştir Başlangıçtaki bu özgün anlama göre, her türden bilimsel araştırmacıya filozof adı verilmiştir

Başlangıçtaki söz konusu anlamına rağmen, felsefenin bir tanımını vermek oldukça zordur Bunun en önemli nedeni, hemen bütün felsefe tanımlarının tartışmalı olmasıdır Bu ise büyük ölçüde felsefe denen faaliyet ya da disiplini anlamının, veya felsefe anlayışlarının tarihin akışı içinde çağdan çağa, hatta filozoftan filozofa kökten bir biçimde değişmesidir Örneğin, Platon ve Platoncular için felsefe, empirik gerçekliği değil de, idealar alemini, soyut kendilikler dünyasını betimleyen ve bütün doğruları nihai ilkelerden çıkarsamak suretiyle temellendiren a priori bir disiplindir Oysa Aristoteles’te felsefe, gerçekliğin daha genel yönlerini betimlediği için, bilimlerin bir devamı olmak durumundadır Felsefe bilimlerin ya kraliçesi, ya da onların önündeki engelleri ortadan kaldırdığı için, ağır işçisidir

Ortaçağda dini inançları temellendirmek için, teolojinin hizmetkarı olma görevini üstlenen, başta ilahi gerçeklik ve onun dünya ile olan ilişkisi olmak üzere, yine gerçekliği betimleyen felsefe, empiristlerin, ama özellikle de J S Mill ve W O Quine gibi radikal empiristlerin gözünde de, diğer bütün disiplinler gibi, gerçekliği betimleyen bir etkinlik olmak durumundadır

Felsefenin anlamı ve göreviyle ilgili bu mutabakatı bozan filozof, ünlü Kopernik devrimiyle Kant olmuştur Zira ona göre, felsefenin nesnelerden ziyade, nesneleri bilme tarzımızla meşgul olması gerekir Başka bir deyişle, Kant, bilimin gerçekliği betimlediği yerde, felsefenin şu ya da bu türden nesnelerle, Platon ‘un varoluşunu öne sürdüğü cinsten kendiliklerle uğraşmadığını savunmuştur Felsefe, bunun yerine dış dünyadaki nesneleri deneyimleyebilmemizin veya bilebilmemizin zorunlu önkoşullarını araştırırBir de bunları bir şekilde tamamlayan, bilimin kendine özgü bir teknolojik, kültürel mana kazandığı 19 yüzyılın felsefe konsepsiyonlarından, bilime, bilimlere dayanan bilimsel felsefeyle dünyayı ve insanın dünyadaki yerine ilişkin genel bir görüş, bir dünya görüşü olarak felsefe anlayışından söz edildiğinde, herhalde felsefenin özü itibariyle rasyonel bir eleştirel düşünce, dünyanın genel doğasıyla (metafizik ya da varlık teorisi), dünya ile ilgili inançların mahiyeti ve haklılandırılması (epistemoloji) ve dünyamızdaki eylem tarzımız üzerine sorgulayıcı ve de refleksif bir düşünce etkinliği olduğu söylenebilir

Buna göre, felsefenin konusu ‘nihai ve en yüksek şeyler’, genel olarak varlık, bir bütün olarak evrenin kendisini ya da insanın eylemlerini, yaşamını ve yazgısını en temelli bir biçimde etkileyen şeylerdir Varlığı bir yönüyle ya da belli bir bakımdan ele alan bilimlerden farklı olarak, felsefe, varlığı bir bütün olarak ele aldığı, varlığı varlık olmak bakımından incelediği, olanı betimleyen bilimlerden farklı olarak olması gerekene yöneldiği için, konularına uygun düşen yöntem ya da yöntemleri kullanır

Buna göre, felsefenin konuları arasında yer alan şeyler, duyuların ya da duyusal kavrayışın çok ötesinde kaldığı için, felsefe duyuları kullanmaktan özenle kaçınır Felsefe saf düşünceye, refleksiyona dayanır ve a priori bir araştırmadır Buna göre, felsefe bir kavram analizinden oluşur ya da kavramsal analiz temeli üzerinde yükselir Öte yandan, felsefe ulaştığı sonuçları kanıtlamak için, belirli ve kesin birtakım işlem ya da yöntemler kullanmaz

Felsefe bilimle kıyaslandığında, bilimin dünyada yer alan şeyleri betimlerken, felsefenin onları sınıfladığını söylemek gerekir Bilim bilgi verirken, felsefe bilginin ne olduğunu, neyi ve nasıl bilebileceğimizi araştırır Öyleyse, felsefe varolan şeylerle ilgili olarak akla dayalı bir açıklama sağlar; bilimlerin ayrı ayrı ele aldığı olgu sınıflarının tümünü birden açıklayacak en genel ilkelere ulaşmaya çalışır Bu anlamda felsefe, varlığın ilk ilkelerinin bilimidir Özel bilimlerden kazanılan tüm bilgilerin eleştirisini ve sistematizasyonunu gerçekleştiren en genel bilim, bilimlerin bilimidir Ve nihayet, felsefe insanın yaşamını, değerlerini ve amaçlarını sorgulayan, bu alanda insan yaşamının ve eylemlerinin kendilerine dayanacağı genel ilkelerin bilgisi*dir

Felsefe bir faaliyet, bir düşünce faaliyetidir İnsanın soru sorabilme yeteneğine dayanır ve bu bağlamda, o belirli türden sorular hakkında belirli bir türden düşünme faaliyetidir Felsefeyi tüm diğer disiplinlerden ayıran en önemli özelliği, felsefenin bu türden sorular üzerinde düşünürken, mantıksal argüman ya da akıl yürütmeye dayanmasıdır Buna göre, filozoflar, bu mantıksal akıl yürütmeleri ya kendileri yaratırlar ya da başkalarının akıl yürütmelerini eleştirirler Filozoflar, aynı zamanda bu akıl yürütmelerin temelinde bulunan kavramları analiz eder ve açıklığa kavuştururlar

Filozoflar, insan yaşamını ilgilendiren her şey hakkında akıl yürütebilir, her şeyi felsefi bir problem konusu yapabilirler Filo*zoflar, örneğin bizim apaçık ve doğru olduklarına inandığımız inançlarımızı sorguya çekerler Yaşamın anlamını meydana getirdiğini söylediğimiz temel sorular üzerinde dururlar Dinle, Tanrı’nın varoluşuyla, doğru ve yanlışla, dış dünyanın varoluşuyla, bilginin kaynağı ve sınırlarıyla, bilimle, sanatla ve daha birçok konuyla ilgili sorular üzerinde akıl yürütüp, bu sorulara genel geçer ve nesnel yanıtlar getirmeye çalışırlar

Felsefenin değeri: Felsefenin çok eşit1i fonksiyonlarının bir sonucu olarak önem kazanıp değerli olması durumu

Felsefe sözcüğünü işitir işitmez birçok insanın ilk tepkisi, biraz da alaycı bir dille felsefenin hiçbir işe yaramadığını söylemek olur Felsefeden maddi değerlerin ve zenginliklerin meydana getirilmesine, maddi anlamda refahın oluşturulması na doğrudan doğruya katkıda bulunması, elbette beklenemez Fakat, maddi zenginlik ve refahın insan tarafından bir değer cetvelinin en tepesine yerleştirilen bir şey olmadığı unutulmamalıdır Zira, insanlar maddi bakımdan refahı ve maddi değerleri bizatihi kendileri için değil de, mutluluğa götüren yolda birer araç oldukları için isterler

Bu bağlamda, felsefe de, mutluluk amacı için bir araç olabilir Nitekim, her insan maddi zenginliklere sahip olmaktan haz duymaz, bazıları da düşünmekten, insan yaşamının anlamını araştırmaktan, gerçekliği temaşa etmekten haz alır Bu hazza yabancı olan insanlar bile, onun nitelik yönünden birçok hazdan çok daha üstün olduğunu teslim etmekten geri kalmamışlardır Demek ki, felsefe her şeyden önce insana haz verir İnsan varlığının bir beden kadar bir ruha da sahip olduğunu, insanın gerçek amacına yalnızca bedensel isteklerini karşılamakla kalmayıp, ruhsal ihtiyaçlarını da giderdiği zaman ulaşabileceğini unutmazsak, bu durum daha açık hale gelir İnsanın ruhsal ihtiyaçlarının en başında ise, merakını gi*derme, öğrenme, evreni ve kendisini anlama, şu dünyada geçen yaşamını anlamlandırma isteği vardır Bu isteği ise, yalnızca felsefe karşılayabilir

Felsefe, şu halde, bireysel düzlemde, bireyin yaşamında önemli birtakım işlevler gerçekleştirir Çünkü, felsefe her şeyden önce insan olarak varoluşumuzun anlamıyla ilgili bazı temel soruları ele alır İnsanlar, yaşamlarında zaman zaman ‘Niçin bu dünyadayım? ‘Yaşamımızın bir amacı var mı?’, ‘Bir şeyi doğru ya da yanlış kılan nedir?’, ‘Zihin bedenden farklı mıdır?’, ‘Ölümden sonra insana ne olur?’ türünden felsefi sorular sorarlar İçimizden her birinin bu felsefi sorular üzerinde düşünmesinde, varoluşumuzu anlamlandırmak açısından büyük yarar vardır Nitekim Sokrates incelenmemiş, sorguya çekilmemiş bir yaşamın yaşanmaya değer olmadığını söylemiştir

İnsan, vahşilerden farklı olarak akıllı bir varlıktır ve bu özelliği dolayısıyla yaşamını birtakım ilkelere, temel kabullere dayandırır Yaşamın kendisine dayandığı ilkeleri, temel kabulleri hiç sorgulamadan gerçekleştirilen bir varoluş sıradan ve temelsiz bir varoluştur ve böyle bir yaşam sürmek, hiç servisten geçirilmemiş bir arabayı kullanmaya benzer Arabanın şimdiye kadar freni hiç bozulmamış, tekeri patlamamış, yağı bitmemiş ve de motoru sağlam olabilir Fakat bu, onun gelecekte de her bakımdan iyi ve sağlam olacağı anlamına gelmez Benzer şekilde, insanın yaşamını kendilerine dayandırdığı ilke ve kabuller gerçekten de sağlam ve doğru olabilir, bununla birlikte, bu ilke ve kabullerin sağlam ve doğru oldukları, ancak ve ancak bu kabuller felsefe yardımıyla bir eleştiri süzgecinden geçirildikten, enine boyuna irdelendikten sonra bilinebilir

Felsefe, bundan dolayı bu dünyadaki yaşamımızda, yolumuzu kaybetmememizi sağlayan, bizi gereği gibi yönlendiren en önemli araçtır Ünlü çağdaş filozof Ludwig Wittgenstein insanın bu dünyadaki durumunu bir şişe içindeki sineğin durumuna benzetmiştir Wittgenstein ‘a göre, şişenin içine sıkışmış olan sinek şişeden dışarı çıkmak ister, fakat bunu nasıl başarabileceğini bilmez İşte, felsefenin işlevi ve amacı sineğe şişeden nasıl çıkacağını göstermektir Wittgensteun’in yapmış olduğu benzetmeye göre, biz insan varlıkları bu dünyadaki yaşamımız sırasında, zaman zaman kendimizi kapana kıstırılmış hisseder ve yolumuzu bulmakta güçlük çekeriz İşte felsefe, biz insan varlıklarının kapana kıstırılmışlık duygusundan kurtulmamızı sağlamak suretiyle, yönümüzü bulmamıza yardım eder

Felsefe, bundan başka, insana birçok konuda doğru ve açık seçik düşünebilmeyi öğretir Felsefi düşüncenin yöntemleri, insana hemen her konuda akıl yürütebilmesi için gerekli temelleri hazırlar Böyle bir düşünce türü, insanın bir probleme birçok yönden bakabilmesini, sorunlara önyargısız yaklaşabilmesini, hiçbir şeyi mutlaklaştırmayıp, her şeyi eleştiri süzgecinden geçirebilmesini sağlar

Felsefe, genel bir düzlemde veya toplumsal platformda da çok önemli hizmetler sağlar Günümüzde, kimi eksiklerine karşın, demokrasinin en iyi yönetim biçimi olduğu hemen herkesçe kabul edilmektedir Felsefe, bu bağlamda bir yönetim biçimi olarak demokrasinin gelişmesine ve işleyişine önemli katkılar yapar Zira, demokrasi en iyi bir biçimde, insanlar eleştirel bir bakış açısına sahip oldukları, iyiyle kötüyü, gerçek ve sağlam akıl yürütmeyle demagojiyi birbirinden ayırabildikleri zaman, tüm iddialar için delil ve dayanaklar aramayı, olan biteni farklı yönlerden görebilmeyi, daha iyi ve doğru olmak için kendilerini ve başkalarını sorgulayabilmeyi öğrendiklerinde; ve bağnaz olmayıp, önyargısız ve hoşgörülü olabildikleri zaman, yürür İnsanlara bu temel alışkanlıkları ve erdemleri kazandıracak ve onları geliştirecek olan da yalnızca felsefedir, felsefi bir bakış açısıdır

Yine toplumsal düzlemde, felsefenin onun adını hiç işitmemiş olanların yaşamları üzerinde bile doğrudan bir etki yaptığı unutulmamalıdır Felsefe, dolaylı yoldan yazılı eserler, medya ve sözlü gelenek aracılığıyla dünyaya ilişkin bakış açımızı etkiler Örneğin, Hıristiyanlığın ve İslâmiyetin bir din olarak biçimlenmesinde felsefenin çok büyük bir rolü olmuştur Aynı şekilde, siyaset alanında felsefi kavram ve fikirlerin etkisinin büyük olduğunu söylemek gerekir Örneğin, Amerikan Anayasası çok büyük ölçüde İngiliz filozofu John Lock”un siyaset konusundaki fikirlerinin sonucudur ve Jean Jacques Rousseau’nun düşünceleri de Fransız Devriminin doğuşunda küçümsenmeyecek bir rol oynamıştır Yine, Karl Marx ve Friedrich Engels’in düşünceleri dünyada son elli altmış yıl içinde kurulmuş olan sosyalist yönetim biçimlerinin gerekli fikri temellerini sağlamıştır

Felsefenin disiplinleri: Felsefeyi meydana getiren, felsefeyi belirleyen temel disiplinler, felsefenin alt dalları İnsan yaşamında birçok işi ve işlevi birden gerçekleştiren felsefenin söz konusu çok işlevliliğine dikkat çekmek için, Wittgenstein felsefeyi bir alet kutusuna benzetmiştir Tıpkı farklı aletler içeren bir alet kutusunu birçok farklı işte kullanmamız gibi, felsefe de, aynı anda birçok işlevi yerine getirir

1- Felsefenin birçok farklı iş ve işlevi gerçekleştirmesi, insanın ve insan yaşamının zenginliğinin, onun gündelik yaşamının doğurduğu problemlerin ve tecrübelerin karmaşıklığının bir sonucudur Bundan dolayı? felsefenin birinci işi, bize nasıl eylememiz gerektiği konusunda yardım etmektir Biz insanlar kendi kişisel yaşamlarımızda doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, ahlâksal olanı ahlâki olmayandan ayırmak ve yapmamız gereken şey ile yapmamamız gereken şey arasında mutlak bir ayırım ortaya koymak isteriz Aynı şekilde, en iyi ve en mutlu bir yaşamın neden meydana geldiğini merak eder, mutluluğa erişmek için çabalarız İşte, bize konuda yardım edecek olan felsefe disiplini, etik ya da ahlâk felsefesidir

2- Öte yandan, zorunlu olarak bir toplum içinde yaşadığımıza ve başka insanlarla ilişki içinde bulunduğumuza göre, hayatımızın niteliği kaçınılmaz bir şekilde başkalarının davranışlarından etkilenir Bu bağlamda, belli bir yönetim biçiminin oluşturduğu temel üzerinde, bireyleri barış ve işbirliği içinde olan bir toplum için birtakım kural ve genel yasaların gerekli olduğunu farkederiz Bize bu konuda yardım eden felsefe ise, siyaset felsefesidir Söz konusu felsefe türü, farklı yönetim tarzlarını, hangi yönetim biçiminin diğerlerinden daha iyi olduğunu ve yasaların temellerini araştırır

3- Nihayet, düşüncemiz genişleyip, kendimizin ve içinde yaşadığımız toplumun sınırlarını aştığımızda bu kez evreni, bu dünyadaki yaşamımızı, bu yaşamdan sonrasını, evreni ve bu dünyadaki varoluşumuzun bir Tanrı’yla olan ilişkisini ele alır ve din felsefesinden yardım isteriz Felsefenin bu dalı, buradan da anlaşılacağı gibi, Tanrı’nın varoluşu, insanın bu evrendeki yazgısı gibi konuları ele alır

4- Dördüncü olarak, zaman zaman yeni kavrayışlar kazandığımız, neyi bilip neyi bilmediğimiz, neye doğru dediğimiz ve neleri bilip neleri bilemeyeceğimiz üzerinde düşündüğümüz olur Bu konularda ise, bize bilgi felsefesi ya da epistemoloji yardım eder

5- Son olarak, gerçekten var ve birincil olanın ne olduğu, varlık bakımından neyin geçici, neyin kalıcı olduğu konusunda meraka düştüğümüz olur Bu konuda ise, varlık felsefesinin yardımından faydalanırız İşte sözünü ettiğimiz bu beş temel alan felsefenin konularını meydana getirir ve felsefeye bir giriş sağlar: Varlık, bilgi, din, toplum ve değer Mantık ise, söz konusu disiplinleri meydana çıkaran düşünce tarzının kurallarını koymak bakımından tüm felsefe disiplinlerinin temelinde yer alan disiplin olarak ortaya çıkar

Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefe Sözlüğü

Eski 07-22-2012   #10
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefe Sözlüğü



Felsefi düşünce: En genel anlamı içinde, soru sormanın sonucu olan ve insanla, insan yaşamıyla ilgili problemlere karşı ilginin gelişmesiyle başlayan düşünce türü

Buna göre, felsefe zor ve çözülemeyen yaşam problemleriyle karşılaşmaktan, bu problemlerle uğraşmaktan korkmayan bir yaklaşım, düşünsel bir tavır olmak durumundadır Felsefe insan yaşamının anlamıyla, varlık, bilgi ve değerle ilgili sorulara bir yanıt getirmeye, bu konularda ortaya çıkan problemleri çözümlemeye çalışırken, işe sıfırdan başlamayıp, belli bir bilgi birikimine sahip olunduğunu varsayarak çözüm getirmeye çalışır Çünkü insanların yaşamlarında neyin önemli olduğunu değerlendirebilmeleri için, hayatla ilgili bazı deneyimlere sahip olmaları gerekir Demek ki, felsefe insan yaşamının anlamıyla ilgili sorulara yanıt verirken, başka bilgi türleri tarafından sağlanan bilgilerden yararlanarak, genel, bütüncül ve kuşatıcı yanıtlar getirmeye çalışır

Bununla birlikte, felsefeyi felsefe yapan şey, insan yaşamının anlamıyla ilgili sorulara yanıt vermekten çok, sorular sormak, problem görebilmektir Zira, insan için önemli olan, yalnızca felsefe okumak ve felsefeyi bilmek değildir, felsefe yapmaktır, felsefi davranabilmektir Felsefe yapmak ise, felsefi hissetmeyi ve felsefi düşünmeyi gerektirir Felsefe yapmak varlığı ve bilgiyi bir bütün, insan yaşamıyla ilgili olay ve problemleri çok boyutlu olarak görmek ve her yönüyle kavramaya çalışmak anlamına gelir

Felsefi düşünce, araştırmaya ve eleştirel bir tavra dayanan bir düşüncedir Yani, felsefi düşünce, kendisine veri olarak aldığı her tür malzemeyi aklın eleştirici süzgecinden geçirir Her şeyi olduğu gibi kabul eden, merak etmeyen ve kendisine sunulanla yetinen bir insan için felsefe söz konusu olamaz Felsefi düşünce, şeylerin niçin oldukları gibi olduklarını merak eden, hayatı bütün boyutlarıyla görmeyi, yaşamın bütün boyutlarını göz önünde bulundurmayı bilen, açık ve sorgulayan bir zihnin ürünüdür

Felsefi düşünce, akıl temelli soruşturma ve refleksif bir düşünme yönteminin sonucu olan bir düşüncedir Felsefede söz konusu olan düşünce, kendi üzerine dönmüş olan ve kendisini konu alan bir düşüncedir Buna göre, felsefeci, doğrudan doğruya doğa, tarih, toplum üzerinde eleştirici bir bakış açısıyla düşünebileceği gibi, çeşitli bilimler tarafından sağlanan malzeme üzerine de düşünebilir Yine, o bir problemi yalnızca bir bakış açısından, bir bakımdan ele alan diğer disiplinlerin, bilgi türlerinin tersine, bir problemi bütün yönleriyle ele almayı içerir Felsefi düşünce, ayrıca çözümleyici ve kurucu bir düşüncedir Yani, felsefi düşüncenin analiz ve sentez gibi işlevleri söz konusudur Analiz söz konusu olduğunda, filozof, kendisinin de içinde bulunduğu ve bir parçasını teşkil eniği dünyayı anlamak ve kavramak için kendisine sunulan her türlü bilgi, deney, algı ve sezgi sonuçlarından oluşan düşünceyi analiz eder, açıklığa kavuşturur Fakat filozof, bununla yetinmez, yani dünyayı parçalanmış bir halde bırakmaz; analize koşut olan başka bir düşünme tarzı ile, üzerinde düşünülmüş, çözümlenmiş, aydınlığa kavuşturulmuş malzemeden hareketle dünyayı yeniden inşa eder, bir birlik ve bütünlüğe kavuşturur Nihayet, felsefi düşünce evrenseldir, çünkü insan yaşantısına giren her şey felsefeye konu oluşturabilir En basit bir algı öğesinden (örneğin, dokunduğum masanın sertliği) en karmaşık bir düşünme sistemine (örneğin, Einstein’ın genel rölativite teorisi) kadar her şey felsefeye inceleme konusu olabilir Öte yandan, felsefede söz konusu olan insan yaşantısı, şu ya da bu insanın değil, genel olarak insanın yaşantısıdır

Feminist: 1- Bir öğreti olarak feminizmi benimseyen kişi 2- Feminizmi meydana getiren tezlerin önemli bir bölümünü kabul eden veya somutlaştıran etkinlik veya yaklaşım için kullanılan niteleme

Feminizm: 1- Genel olarak, fakat dar bir anlam içinde, kökleri 19 yüzyılda bulunmakla birlikte, daha ziyade 1960’lu yıllarda gelişen, ve kadınlar için erkeklerle eşit sosyal ve politik haklar talep eden hareket veya öğreti Feminizm, erkeklerin kadınlar üzerindeki, bir işbölümüyle sonuçlanan cinsel farklılıklardan kaynaklanmış, tahakküm ve sömürüsünün oldukça uzun bir tarihi olduğunu öne sürerken, en ılımlı düzeyde cinsel ayırımcılığın son bulmasını ister, fırsat eşitliği talebinde bulunur 2- Özel olarak, ama daha geniş bir çerçeve içinde ve ikinci kuşak feminizmi anlamında erkek ve kadın cinsiyetleri arasındaki ilişkiyi bir eşitsizlik, tabiyet ya da baskı ilişkisi olarak gören ve dolayısıyla bu baskının kaynaklarını ya da nedenlerini ortaya çıkarıp, baskıyı ve eşitsizliği ortadan kaldırmayı amaçlayan teori

Buna göre, feminizm, özellikle ikinci kuşağıyla birlikte daha felsefi unsurlar kazandıkça, kadınlar tarafından algılanan sosyal eşitsizlikleri sorgulamadan daha fazla bir şeyler yapmaya, gitgide daha yoğun bir teorik çerçeve kazanmaya başlamıştır Bu çerçeve içinde feminizm, kadınları erkeklerle ilişki içinde, kaçınılmaz olarak oldukça dezavantajlı bir konuma yerleştiren hayli derinlere kök salmış ideolojik yapılara yönelir Örneğin, Batının politik kurumlarını haklılandırmada oldukça önemli bir yer işgal eden toplumsal sözleşme öğretisi bu tür ideolojik yapılardan biridir Bu düzlemde, bilinç ya da benliğin öznelliğin merkezi olmadığını gösteren Lacancı psikanalizin vukuflarından ilham alan feminizm, dil, felsefe ve hukuktaki toplumsal cinsiyet eğilim ve yönelimlerini sorgular Dolayısıyla feminizm bu aşamada, feminizmin sosyal eşitlik talebiyle ortaya çıkan ilk düzeyinden farklı olarak, kadınların sadece erkekler gibi olmayı amaçlamamaları gerektiğini öne sürer Kadınları bekleyen görev, özü itibariyle dişil olan yeni bir dil, hukuk ve felsefe geliştirme mücadelesi içinde olmaktır Kadını sözde erkeğin eksik ve aşağı ötekisi olarak tanımlayan bir düşünce geleneğine meydan okuyan feminizm, o halde daha radikal bir düzeyde, dil, toplum ve kültürün erkeğin perspektifinden, eni çıkar ve arzuların evrenselleştirilmesi temeli üzerinde inşa edildiğine ve kadının tam ve gerçek temsile yeni bir toplumsal inşa temeli üzerinde ulaşılabileceğine inandığı için, toplumsal dokunun yeni baştan düzenlenmesini ister

Feminizm, son çözümlemede en azından kurumlaşmış bir iktidar ilişkisi olarak gördüğü şeye saldırdığı için, genel yönelimi itibariyle bir sol hareket olarak tanımlanır

Fenomen: Genel olarak algının nesnesi, algılanan ya da bilince görünen şey gözlemlenebilir olan olay ya da olgu

Feodalizm: Batı Avrupa’da ortaya çıkıp Ortaçağ boyunca egemen olmuş olan tarıma dayalı üretim tarzıyla belirlenen eko*nomik sistem ve toplum türü Marksist terminolojide, köleliğe dayanan ekonomik sistemi izleyip, kapitalizmden önce gelen ve derebeylerin egemenliği ve sertlik düzeniyle belirlenen ekonomik ve toplumsal sistem

Söz konusu sistemde, merkezi iktidar ya da devlet gücü oldukça zayıf olup, hükümdarın gücü soyluların yerel gücü tarafından sınırlanmıştır Aynı şekilde merkezi bir pazar ekonomisinden de yoksun olan feodal toplumda, toplumsal birlik ve uyum, kan bağı ya da ekonominin kurallarına değil de, kişisel ilişkiler sistemine dayanır

Fetişizm: Genel olarak, doğaüstü bir gücü ve etkisi, büyülü ya da aşkın güçleri olduğuna inanılan tapınma objesine tapan dini uygulamaların bütünü 2 Daha özel olarak da, insan elinden çıkma ürünlerin, insanın yaratılarının bağımsız bir varoluşa sahipmiş gibi görünüp yaratıcı üzerinde, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, belli bir baskı uygulaması durumu 3 Psikanaliz açısından, belirli nesnelerden görme ya da dokunma duyusu yoluyla doyum elde etmeye çalışmaktan oluşan cinsel sapıklık

Fıkıh: Temel kaynakları Kur’an ve sünnet olan İslam hukukuna verilen ad

Fıkıhın amacı, yasa koymaktan çok, ana kaynaklara, yani Kur’an ve sünnete uygun hükmü araştırmaktır Fıkıh, ana kaynaklara! dayanarak uygun hükmü oluştururken, icma, kıyas, istihsan, mesalihi mürsüle, sedd’i zerayi, istishab gibi ikincil kaynaklara da yönelir Bunlardan icma, İslam bilginlerinin bir konudaki görüş birliği; kıyas ise, bir hükmü, benzerliği dolayısıyla başka bir konuya uygulama anlamına gelir İstihsan açık kıyası bırakıp, gizli kıyasa başvurma olarak ortaya çıkarken, mesalihi mürsele açık bir hükmün bulunmadığı konularda, toplum yararını gözetmek şeklinde anlaşılır Öte yandan, sedd’i zerayi kötülüğe giden yolları kapatmak; istishab ise, bir şeyin değişmiş olduğunu ortaya koyan bir kanıt sunuluncaya kadar, eski durumun geçerli olduğunu kabul etmek anlamına gelmektedir

Fırsatçılık: Davranış ya da eylemini birtakım değişmez ilkeler tarafından değil de, içinde bulunulan koşullar tarafından biçimlenmesine ya da belirlenmesine izin verme tavrı; olan ile olması gereken, olguyla değer arasındaki ayırımı hiç dikkate almadan ya da olması gerekeni bilinçli bir biçimde göz ardı ederek, uygun fırsatlardan, kişisel çıkar sağlama amacıyla, yararlanmaya çalışma eğilimi ya da kesin ve değişmez ilkeleri olmayan, hal ve koşullara göre, kendisine en elverişli görünen fikirleri ve kararları benimseyen kişinin tutumu

Filozof: 1- En genel anlamda, düşünce ve teorileriyle başta kendisi olmak üzere halkının ve insanlığın ufkunu genişletmiş bir şeylerin yepyeni perspektiften görülmesini sağlamış kişi

2- Biraz daha özel bir anlam içinde, hayata iyi yönleriyle bakan, hoşgörülü, güçlükleri tevekkülle karşılayan kalender kimse

Fobi: Belirli nesne, durum ya da kimseler karşısında duyulan, yersiz, temelsiz, mantıkdışı ancak önlenemez korku

Fonksiyon: Bir nesnenin, bir şeyin ya da bir kişinin ait olduğu bütün ya da bir sistem içindeki kendine özgü faaliyeti Bir şeyin, ait olduğu sınıfa özgü olan tarzda eylemde bulunma yetisi ya da gücü Bir organın, parçaları birbirine bağımlı bir bütün içinde oynadığı kendisine özgü ve belirleyici, karakteristik rol Bir şeyin kendisi özgü doğal eylemi Aralarında bağımlılık ya da karşılıklılık ilişkisi bulunan düzenli nesne kümeleri arasındaki ilişkileri ifade eden kavram

Fonksiyonalizm: Sosyal bilimlerde, bir toplumsal kurum ya da pratiğe dair açıklamada, onun kökenini değil de, yerine getirdiği işlevini, o kurum ya da pratiğin, bir parçası olduğu daha büyük bir sosyal bütünün işleyişine, gelişimine ya da bekasına yaptığı katkıyı temel alan öğreti

Sosyolojide, toplumun her öğesinin belli bir fonksiyonunun bulunduğunu, toplumu meydana getiren bu öğelerin karşılıklı bir etkileşim ve bağlantı içinde olduğunu savunan, tıpkı kalbin fonksiyon ya da işlevinin kan dolaşımını sağlamak olması gibi, bir organizma olan toplumda, kurumların bütün için ve bütün adına gerçekleştirecek işlev ya da fonksiyonları olduğunu öne süren anlayış; toplumu, dengesi çok çeşitli bileşenlerinin bütünleşmesine bağlı bir sistem olarak gören yaklaşım

Fordizm: Amerikan otomobil üreticisi Henry Ford tarafından geliştirilen ve işin verimini malların standartlaştırılması ve yeni bir iş organizasyonuyla arttırmayı amaçlayan sınai örgütlenme ve faaliyet tarzı Bu bağlamda, Fordizm için üretimde önemli olan şey, olabildiğince çok parçanın standartlaştırılarak, büyük seriler halinde üretilmesini sağlamaktır İşin, ardışık işlemlerle büyük üretim birimleri tarzında düzenlenmesi ve bu işlemlerin de en yüksek derecede standartlaştırılması gerekir

Fordizm, terimi daha genel olarak da, modern topluma özgü kütlesel üretim, yükselen tüketim standartları, artan dış ticaret, refah devleti gibi fenomenleri kapsayan bir deyim olarak kullanılır

Formel: 1- Özel konu yada içerikten bağımsız olarak geçerli olan, yalnızca mantıksal bir anlamı bulunan; 2- Maddeyi ya da somut gerçekliği soyutlayarak, gerçekliğin yalnızca formunu ya da yapısını göz önüne alan yaklaşım; 3- Salt formla ilgili olan; 4- Olguları, maddi gerçekleri dikkate almayan tavır; 5- Amaçlarla, nihai hedeflerle değil de, salt araçlarla ve süreçlerle ilgili olan yaklaşım için kullanılan sıfat

Frankfurt Okulu: 1923 yılında, Frankfurt’ta kurulan; 1933 yılında Almanya’dan sürgün edildikten sonra, Amerika’ya yerleşen, fakat daha sonra, 1950’li yılların başında, Frankfurt’ta yeniden kurulan Sosyal Araştırma Enstitüsü çevresinde toplanan kimi önemli düşünürlerin meydana getirdiği çağdaş akım ya da hareket

Okulun önemli üyeleri arasında, ünlü bir filozof, sosyolog ve sosyal psikolog olan Max Horkheimer, ünlü bir filozof, sosyo*log ve müzikolog olan Theodor Adorno, bir psikanalist ve sosyal psikolog olan Erich Fromm, büyük bir düşünür olan Herbert Marcuse, tanınmış bir siyaset bilimcisi olan Franz Neuman, bir denemeci ve edebiyat eleştirmeni olan Walter Benjamin ve nihayet önemli bir sosyolog ve filozof olan Jürgen Habermas bulunmaktadır Çağdaş Marksist hareketlerin en önemlilerinin başında gelen Frankfurt Okulunun görüşleri, Eleştirel Teori başlığıyla ifade edilir

Frankfurt Okulu’nun ortaya çıkışında, Batı Avrupa’daki sol işçi sınıfı hareketlerinin, Birinci Dünya Savaşını takip eden yıl*lardaki ağır yenilgisi, Avrupa’daki sol hareketlerin Moskova’nın denetimi altına giren hareketler şeklinde gelişmesi, Rus Devriminin Stalinizme dönüşmesi, ve nihayet faşizm ve nazizmin yükselişi oldukça etkili olmuştur Bu çerçeve içinde değerlendirildiğinde, Marksizmden etkilenen, Marx’ın idealist yanıyla, Hegelci diyalektiği ön plana çıkartmaya çalışan Frankfurt Okulu, sosyalizmin, tarihin planının ya da gelişme seyrinin zorunlu ve kaçınılmaz bir parçası olduğu görüşüyle, doğru toplumsal eylemin, yalnızca doğru parti çizgisinde olması gerektiği görüşünün yanlışlığının sosyolojik ve felsefi düzlemdeki ifadesi olarak değerlendirilebilir

Buna göre, Frankfurt Okuluna mensup olan düşünürler, her şeyden önce klasik Marksizmdeki ekonomik determinizmi, ekonomizm ve kaba materyalizmi şiddetle eleştirmişlerdir Başka bir deyişle, Frankfurt Okulu düşünürleri, Marx’ın ekonomi politiğe yaptığı katkıyı önemsemekle birlikte, söz konusu görüş ve katkının günümüz toplumunu anlamak bakımından yetersiz kaldığını savunmuşlardır

Yine, günümüzün ileri kapitalizmini analiz edip eleştiri süzgecinden geçiren Frankfurt Okulu düşünürleri, genel görüşlerine uygun bir epistemoloji geliştirerek, bir yandan bilginin tarihsel olarak koşullandığı ya da belirlendiği görüşünü korurken, diğer yandan da bu bilgiye ilişkin doğruluk iddialarının toplumsal veya sınıfsal çıkarlardan bağımsız olarak rasyonel bir biçimde değerlendirilebileceğini ileri sürmüşlerdir Frankfurt Okulu düşünürleri, bundan başka, Marksistlerin karşı karşıya kaldıkları problemlerin çözümünde, Weber ve Freud gibi düşünürlerin düşünce ve teorilerinin çok önemli ipuçları sağladığını düşünmüş ve Marksist toplum teorisini varoluşçuluk ve psikanalizle tamamlama yoluna gitmişlerdir

Frankfurt Okulu mensupları ayrıca, kültür ve modernizmle ilgili problemler üzerinde yoğunlaşmışlar ve bu bağlamda, kapitalist toplumun temel ilkesi olan araçsal akılcılığa karşı tavır almışlardır Modern toplumda, bürokrasinin ve örgütlülüğün yayılması sonucu, araçsal aklın, eşdeyişle toplumsal yaşamın, araçları, önceden belirlenmiş hedefler doğrultusunda verimli olarak kullanmaya yönelik ilginin yayılması suretiyle daha çok rasyonelleştiğini dile getiren Eleştirel Teori savunucuları, ekonominin değil de, kültürün önemini vurgulamış ve müzik, edebiyat, ve estetik alanında önemli çalışmalar yapmışlardır

Frankfurt Okulu, tüm bu düşünceleri nedeniyle, yani klasik Marksizmi, ekonomik determinizmini eleştirmek suretiyle dönüşüme uğrattığı, Marksist teorideki kimi boşlukları, sosyoloji ve psikolojiden ödünç aldığı birtakım öğelerle kapattığı ve nihayet kapitalist toplumda, işçi sınıfının mücadelesi yoluyla gerçekleşecek devrimsel bir değişim imkanını yadsıdığı için, revizyonist birhareket olarak görülür

Freud, Sigmund: 1856-1939 yılları arasında yaşamış ve ünlü psikanaliz öğretisini geliştirmiş olan tanınmış Avusturyalı hekim ve psikolog Temel eserleri: Zur Psychopathologie des Alltagslebens [Gündelik Yaşamın Psikopatolojisi], Die Traumdeutung [Rüyalar ve Yorumları], Uber Psychoanalyse [Psikanaliz Üzerine Beş Ders], Totem und Tabu [Totem ve Tabu], Zur Einführung des Narzissmus [Narsisizmin İncelenmesine Giriş], Unbehagen in der Kültür [Uygarlığın Huzursuzluğu], Jenseits des Lustprinzips [Haz İlkesinin Ötesinde], Der Man Moses und die monotheistische Religion [Musa ve Tektanrıcılık]

Öncelikle hipnoz üzerinde çalışmış olan Freud, daha sonra hastayı uygun yollarla tedavi etmenin yollarını aramış ve böylelikle de, serbest çağrışım yöntemiyle hastanın aklından geçen her şeyi eksiksizce anlatması ilkesine dayanan psikanalizi geliştirmiştir Başka bir deyişle, psikoloji teorileri daha önce kafasında bulunan düşüncelerden ziyade, nörolojist ve pskiyatr olarak yaşadığı deneyimlere dayanan Freud’un çığır açıcı katkısı, insan zihnindeki bilinçaltının yapısını, süreçlerini ve mekanizmasını keşfetmesinden meydana gelir Nitekim, bilinçaltının gözler önüne serilmesine dayanan bir teknik ve genel bir psikoloji teorisi olarak gelişen psikanaliz, bilincimizden uzaklaşmış olan, bilinç yüzeyinde olmayan içerik*lerin birtakım yollarla, örneğin rüyalarla, günlük yaşantıdaki önemsiz eylemlere ortaya çıkabileceği varsayımına dayanmaktadır

Freud, klinik çalışmalarında nevrozluların baskı ve çatışmalarını incelerken, bu çatışmaların nevrotiklere özgü olmadığını, bunların aynı zamanda normal, sağlıklı ve iyi uyumlu kişilerin de bir karakteristiği olduğunu ve nevrozların sözcüğün geleneksel anlamıyla patolojik değil, fakat psikolojik stres ve gerginliklerin etkisiz ve çarpıtılmış alternatif yolları olduğunu keşfetmiştir O, dil kaymalarının, bildik isim ve olayları unutmanın, günlük yaşamda normal insanların başkaca alışılmadık davranışlarının bir hata eseri olmadığını gözler önüne sermiştir Bütün bunlar, Freud’a göre, bireyin onları gizleme ve bastırma çabalarına karşın yüzeye çıkan düşüncelerin emareleridir

Bilinçaltının ve bu arada cinsel dürtülerin etkisini saptayan Freud, inandığı psikolojik nedensellik ilkesi uyarınca, yetişkinlerdeki nevrotik çatışmaların kaynağını çocukluk deneyimlerinde aramıştır O bu çalışmaların ışığında, nevrotiklerle çocukların ve bu arada ilkel insanların zihinsel süreçlerinde birtakım benzerlikler saptamış ve buradan hareketle kimi genellemelere ve modern uygarlıkla ilgili birtakım sonuçlara ulaşmıştır

Freud modern uygarlığı insanın içgüdüsel hayatındaki iki temel tipi temele alarak analiz eder İnsan varlığı, ona göre, bir yandan sevmek ve işbirliği yapmak, yardımlaşmak diğer yandan da saldırmak ve yıkmak itkisine sahiptir O bunlardan birincisine Eros adını verirken, bunun dışavurumunun sevgi yoluyla olduğunu söyler Erotik dürtünün amacı bir şeyi bir şeye bağlamak, daha büyük bütünlere ulaşmaktır Oysa ikinci dürtü, yani ölüm içgüdüsü saldırmak, çözmek, yıkmak ister ve ölüm arzusuyla doludur Freud, işte bu bağlamda, uygarlığın kendi varlığını bir kimsenin ailesi için beslediği sevgiyi başkaları, toplum ve son çözümlemede de devlet için duyduğu daha geniş dostluk ve sadakate yöneltmesine borçlu ol*duğunu gösterir Demek ki, uygarlığın gelişimi ve ilerlemesi, insanın içindeki yardımlaşma ve saldırgan dürtülerin sürekli çatışmasının bir sonucudur İnsanın tatminsizlik ve çatışmalarının ise, kendine ve başkalarına yönelik saldırgan tavırlara dönüştüğünü unutmamak gerekir

Freud’a göre, buradan çıkan sonuç açıktır: Uygarlık özü itibariyle insanın içgüdülerini uysallaştırma ve evcilleştirme süreci olup, bu sürecin gelecekteki evresinin nasıl olacağı bilinmemektedir Çağının akılcılığının ve iyimserliğinin son derece zayıf temellere dayandığını gösteren Freud’a göre rasyonalizm, insanın bilinçaltında pusuya yatmış bir irrasyonalizmin mahiyeti yeterince bilinmeyen kudreti tarafından tehdit edilmektedir Nitekim, o bir yandan uygar toplum insanın insana olan düşmanlığından doğan çözülme tarafından sürekli olarak tehdit edilmektedir derken, bir yandan da kişisel ve toplu saldırganlığın, özel mülkiyetin kaldırılmasıyla birlikte, yok olup gideceği şeklindeki komünist teze şiddetle karşı çıkmıştır O, daha 1930 yılında, Sovyetler Birliği’nde özel mülkiyetin ilgasıyla birlikte bir sevgi ve yardımlaşma çağının açılmayacağını; tam tersine, burjuva sınıfının ortadan kaldırılmasının ardından zulmün sona ermeyeceğini, Rusların saldırgan eğilimlerini dış dünyaya yönelteceklerini söylemiştir Yine, Freud’a göre, insan varlıkları doğa güçlerine öylesine boyun eğdirmişlerdir ki, bütün insan ırkının yok oluşu başlı başına bir ihtimal haline gelmiştir

Freudçu Marksizm: Batı marksizmi geleneği içinde, psikanaliz ile Marksizminde bir sentezini yapan, ya da ziyade Marksist toplum teorisini Freudçu düşünceye dayandıran görüş

Söz konusu görüş ya da yaklaşımı temsil eden en önemli iki düşünür Wilhelm Reich ve Herbert Marcuse’tür Bunlardan Oedi*pus kompleksinin evrenselliğini reddeden Reich, nevrozların doğuşunda kapitalizmin rolünü araştırmış ve psikanalizin kapitalist toplumun baskıcı ideolojisinin bir eleştirisi olduğunu göstermeye çalışmıştır Söz konusu görüşleri nedeniyle sadece Komünist Partisi’nden değil, Uluslararası Psikanaliz Derneği’nden de atıl an Reichl’a kıyaslandığında, Marcuse hiç kuşku yok ki biraz daha şanslıdır Görüşleri 1960’lı yılların öğrenci olaylarında, gerek Almanya’da ve gerekse Amerika Birleşik Devletlerinde sempatiyle karşılanmış olan Marcuse, dürtülerin bastırılmasının uygarlığın zorunlu bir koşulu olduğunu, fakat günümüzde bu bastırmanın kendine özgü tekniklerinden dolayı daha mahiyet kazandığını söylemiştir

G

Gazali: Eleştirel bakış açısı ve kuşku yöntemi ile felsefe ve din arasında kesin ve mutlak bir ayrım yaparak, felsefeye karşı çıkmış olan ünlü İslam filozofu

Gelenek: Gerçek ya da hayali bir geçmişle olan sürekliliğin önemini ima ederken, belirli eylem normlarını kutsayan ve öğreten pratik veya uygulamalar bütünü Bir topluluğun, mevcut toplumsal yapısını ve değer sistemini çok büyük sarsıntılar yaşamadan koruyup devam ettirmek amacıyla, kendinden önceki kuşaklardan devraldığı, belli bir dönüşüme uğratarak sonraki nesillere aktardığı, başta inançlar, düşünüşler ve kurumlar olmak üzere, her tür sosyal pratik

Bu çerçeve içinde, bir toplumun gelenekleriyle ilgili olanı; geleneğe eski alışkanlıklara dayanan şeyi; modern dünyaya değil de, kadim dünyaya ait olanı tanımlamak için geleneksel nitelemesi kullanılır Buna göre, kentli, kapitalist, modern endüstri toplumunun tam zıddı olan toplum türüne geleneksel toplum adı verilmektedir Bir toplumun aktüel varoluşunun temelinde olduğu kadar, geleceğinin inşasında da hareket noktası kabul edilen geçmiş yaşantı, tecrübe ve alışkanlıkların meydana getirdiği normatif unsurlara geleneksel değer denmektedir Öte yandan, iktidarın meşruiyetinin, elde ediliş tarzı ve değişiminin geçmişteki uygulamalara bağlı kılındığı otorite tarzı geleneksel otorite diye tanımlanır

Yine aynı anlam içinde sözgelimi eğitimde, program, yöntem, ölçme, öğrenci-öğretmen ilişkileri açısından çağdaş eğitime ters düşen, öğrencinin değil de öğretmenin etkin olduğu eğitim anlayışı geleneksel eğitim olarak tanımlanır

Gelenekçilik: Genel olarak, geleneğe dayanan inanç sistemine, gelenekler yoluyla aktarılan adet ve düşünce tarzlarına bağlılıkla belirlenen tavır; geleneksel ve yerleşik veya kurumsallaşmış olanı yeni ve modern olana tercih etme tutumu; geleneksel değerlerin korunup yaşatılması gerektiğini savunan yaklaşım

Gemeinschaft ve Gesellschaft: Ünlü sosyolog Ferdinand Tönnies’in Almanca’da cemaat ve cemiyet anlamına gelen temel toplum birimleri için kullandığı terimler

Doğal irade ve rasyonel irade ayırımına dayanan söz konusu cemaat cemiyet ayırımında, cemaate hakim olan unsurlar kan bağı, komşuluk, arkadaşlık, akrabalıktır Başka bir deyişle, aile, akrabalık sistemleri, klanlar ve dini cemaatlerin kendisine örnek olarak verilebileceği Gemeinschaft ya da cemaatte, dürtüleri, bilinçdışı güdüleri, duygusal istekleri ve duyguların kendiliğinden dışavurumunu kapsamına alan doğal irade çok etkilidir Burada ilişkiler senli benli, yüzyüze, içten ve süreklidir; cemaate hakim ola özellik birlik ve dayanışma olup, onda bireylerin siyasi, ticari amaçlara hizmet etmeye rolleri duygusal ağırlıklıdır

Buna karşın, cemiyet, rasyonel iradenin eseri olup, kendisi için değil de, bir amaç için varolur Kentleşme, endüstriyel hayat, toplumsal hareketlilik, ayrıcinstenlik gibi unsur ve özelliklerle karakterize olan Gesellschaft, gayrişahsi ilişkilerin, kişisel çıkarların ön planda olduğu toplumsal birimdir Gesellschaft tipi ilişkilere örnek olarak, modern yönetimlerin bürokrasisi, ordular ve endüstri örgütleri verilebilir

Tönnies’in Avrupa’nın modernleştirilmesiyle ilgili tezine göre, birincisinden ikincisine doğru geçiş bir rasyonalizasyon süreciyle olur

Genel irade: Halkın iradesi; genelin, çoğunluğun çıkarını gözeten egemen güç Toplum ya da devletin sahip olduğu, o toplumdaki bireylerin ya da bireylerden meydana gelen grupların eylemlerini başlatan, yönlendiren ve eylem tarzlarıyla ilgili kararları veren, özerk ve egemen kişilik ya da güç Her bir insanın iradesini yansıtmak ya da ifade etmekle birlikte, insanların iradelerine aşkın olan ve bütünün iyiliğini gözeten siyasi bilinç Bir toplumu meydana getiren insanlar arasında söz konusu olan, ahlâki, siyasi, toplumsal ve ekonomik değer ve amaçlarla ilgili görüş birliği Toplumdaki insanlar arasında varolan ve siyasi ve ahlâki kararların temelini oluşturan genel ve nesnel uzlaşım

Genetik: 1- Bir şeyin doğuşuyla ilgili olan 2- Bir şeyin kökeni ve gelişimiyle ilgilen

Gizemcilik: Genel olarak, kişinin gerçekliğin duyu algısına veya akıl ya da kavramsal düşünceye açık olmayan bilgisine erişebileceğini; gerçekliğin bilgisinin normal duyumsal ya da bilişsel süreçlerin dışında kalan yollarla kazanıldığını; gerçek*liğin doğasının normal deneysel ya da rasyonel yollar tecrübe edilemez olduğunu; gerçeklikle ilgili kesin bilgi ve nihai hakikate, deneyim ya da akıl yoluyla değil de, mistik bir tecrübe veya akıldışı gizemli bir sezgi yoluyla erişilebileceğini savunan öğreti veya disiplin

Görecilik: Kişiden kişiye değişmeyen nesnel bir hakikat, herkes için geçerli olan mutlak doğrular bulunmadığını, hakikatin ya da doğruların bireylere, çağlara ve toplumlara göreli olduğunu savunan anlayış; kişiden kişiye, çağdan çağa, toplumdan topluma değişmeyen birtakım doğrular, evrensel hakikatler bulunduğunu reddeden tavır Mutlak veya değişmez ya da evrensel standart ya da ölçütlerin bulunmadığını öne süren yaklaşım; bir teorinin, kendisinin dışında ve kendisinden bağımsız olan doğruluk ölçütleri sağlayamaması durumu

Gramsci, Antonio: 1891-1937 yılları arasında yaşamış olan ünlü İtalyan düşünür; Marksist felsefe geleneğindeki en özgün ve yaratıcı filozoflardan biri olan Croce, George Sorel ve Hegel den yoğun bir biçimde etkilenmiştir Temel eserleri: İl Materialismo storico e la Filosofia di Benedetto Croce [Tarihsel Maddecilik ve Bendetto Crocenin Felsefesi], Gli intellettuali e l’Organizzazione della Cullura [Entellektüeller ve Kültürün Organizasyonu], Note sui Machiaveili, saha politica e saha stata moderna [Machiavelli, Politika ve Modern Devlet Üzerine Deneme] ve hapishanede kaleme almış olduğu Quaderni dei Carcere [Hapishane Defterleri]

Bütünüyle ekonomik faktörler üzerinde yoğunlaşmak yerine, tarihsel ve kültürel etmenlere büyük bir önem veren Gramsci Sovyet Ortodoksisi’nden ayrılmış ve Marksizmi önce bir tarih felsefesi olarak yorumlamış ve sonra da onu bir siyaset ya da praksis felsefesi olarak yeni baştan inşa etme çabası içinde olmuştur Başka bir deyişle, klasik Marksist felsefeyi Croce’den öğrendiği Hegelcilik ve tarihselcilikle zenginleştiren Gramsci‘ye göre, felsefe, toplumsal bir etkinlik olup kültürel normlar ve değerler evreninden, sağduyu olarak herkes tarafından paylaşılan dünya görüşünden başka bir şey değildir Bundan dolayı, ona göre, tüm felsefeler somut olup bir yer, bir zaman ve bir halka aittir Gramsci felsefeyi bu şekilde kavrayıp tasarlarken, Marksizmin toplumun siyasi ve kültürel üstyapısını belirleyen temel ya da altyapı olarak ekonomi anlayışına karşı çıkmıştır Onun gözünde, sağduyunun dönüşümü ve yeni felsefi perspektiflerin gündeme gelişi olarak siyaset, tarihsel değişmede bağımsız bir öğeyi gösterir

Gramsci’nin, bununla birlikte esas katkısı hegemonya kavramıyla ilgili çözümlemesinde yatar Hegemonya kavramını, belli bir grubun bir birlik oluşturma diğer gruplar üzerinde tahakküm kurma savaşı olarak tanımlayan filozof, yönetici sınıfların tahakkümünün zor kullanma ya da doğrudan kontrol dışında ve bunlardan çok daha etkili bir biçimde bağımlı kümelerin rızasıyla sağlandığını öne sürmüştür 0 ilgili rızayı sağlayan aygıtlara hegemonik aygıtlar adını vermiş ve bu aygıtlar yoluyla hakim ideolojinin geçerli ve doğal bir söylem hale geldiğini belirtmiştir

Buradan hareketle, bir proletarya hegemonyası anlayışı geliştiren Gramsci‘ye göre, proletaryanı n iktidarını uygulayabilmesi için en elverişli koşullar, bu sınıfın aynı zamanda hem yönetici ve hem de hakim sınıf olmasıyla gerçekleşebilir Bunun içinse entellektüel ve etik yönetimin devlet egemenliğinden önce gelmesi gerekmektedir Gramsci, proletaryanın söz konusu amacı gerçekleştirebilmek için sınıflar arası bir ittifak kurması gerektiğine inanır Hem iktisadi, hem de entellektüel bir düzlemde oluşturulacak bu tarihsel blokun temelinde, ona göre Komünist yer almalı ve öncülük etmelidir

Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefe Sözlüğü

Eski 07-22-2012   #11
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefe Sözlüğü



Guattari, Felix: Çağdaş ünlü Fransız psikanalist, Freudçu Marksist düşünür La Revolution molecu1aire [Moleküler Devrim] L’Incanscient Machinique [Makine Bilinçdışı] gibi eserlerin yazarı olan Quattari, esas Deleuze‘le birlikte yaptığı ortak araştırmalarla ve onunla beraber kaleme almış olduğu Anti -Oedipe, Rhizome [Köksap] ve Mille Plateaux [Bin Yayla] adlı eserlerle anılmaktadır

Genelde postyapısalcı ve postmodern bir gelenek içinde yer almakla birlikte, varolan yapı, halihazırdaki statüko karşısında her türden teslimiyetin ve uzlaşmacılığın paradigması olarak gördüğü bir postmodern durum düşüncesine şiddetle muhalefet eden biridir, Guattari, O modernliği her ne kadar eleştirse, belli bir ilerleme fikrinin iflas ettiği konusunda diğer postmodernistlerle hemfikir olsa da, modern politik değerleri onaylamaktan geri durmaz ve demokrasinin yeniden icade edilmesi çağrısında bulunur

Başka bir deyişle, modernite eleştirisinin merkezinde bir bilgi ve rasyonalite eleştirisinden ziyade, kapitalist toplumun eleştirisi bulunan Guattari, bu bağlamda, büyük ölçüde Marksizme ve Freud’un görüşlerine yaslanmıştır O rasyonel, kurucu özne düşüncesini reddetmiş ve dinamik bir bilinçdışı lehine, bilinçli beni ya da benliği tahrip etme çabası içinde olmuştur Bu bağlamda, psikanaliz teorisi, psişik bastırma kavramı, ve aile ile faşizmin analizi üzerinde odaklaşan Guattari, Deleuze’le birlikte arzunun üretkenliğini vurgulayan, arzuyu güçsüzleştirerek hareketsiz kılma çabası içindeki toplumsal güçleri mahkum eden bir tarzu felsefesi geliştirmiştir

Bununla birlikte, Guattari, söz konusu arzu felsefesinden önce, psikanalizin postmodern muadili olarak düşünülen bir şizoa*nalizle, modern düşüncenin özne/nesne, gerçeklik/fantezi, dirimselcilik/mekanizm benzeri geleneksel ikili karşıtlıklarını yapı bozuma uğratmıştır Bu çerçeve içinde akılcı temsil ve yorum şemalarını, arzuyu sabit

Güneş Merkezli Teori: Antikçağda, Aristarkhos tarafından ortaya konmuş olmakla birlikte, temelde Polonyalı ünlü ast*ronom Kopernik tarafından geliştirilen ve dünyanın evrenin merkezinde olduğunu ve hem kendi ekseni ve hem de güneşin çevresinde döndüğünü dile getiren astronomi teorisi Bununla birlikte, Kopernik’in sistemi temele alınarak yapılan daha sonraki çalışmalarla, güneşin bütün evrenin değil de, yalnızca güneş sisteminin merkezi olduğu kanıtlanmıştır

H

Hadis: Hz Muhammed’in değişik olaylar ve problemler karşısında inananları aydınlatmak, Kuranın bazı ayetlerini daha açık bir dille ifade etmek için söylediği sözler bütünü

Dini bir bilim olarak hadis, bu çerçeve içinde, Peygamberin sözleri ile davranışlarını, eylemlerini aktaran bilgileri derleyen, bu bilgileri yazılı bir biçimde düzenleyip sınıflandırarak inceleyen bilim dalına karşılık gelir Zira, Kuran’da Hz Muhammed’in ki*şiliği Müslümanlara örnek olarak gösterildiği için, onun yolunu izlemek, Allah’ın sevgi ve bağışını kazanmanın önkoşulu sayılmış ve bu durum Müslümanlar arasında inanç, ahlâk, ibadet gibi konularda Kuran’dan sonra hadisleri ikinci kaynak olarak benimsemelerine yol açmıştır Buna göre, hadis Hz Muhammed’in sözlerini toplar, sınıflandırır ve Peygambere atfedildiği halde, gerçekte ona ait olmayan hadisleri belirlemenin yöntemini geliştirir

Hak: İnsan varlığına, bir kimseye var olan yasalarla, evrensel beyannameler ya da en azından sözlü bir gelenekle tanınan belli şekillerde hareket etme özgürlüğü, yetkisi ya da imkanı İnsana Tanrı, kral, yasa, toplumsal bilinç ya da gelenek gibi bir otorite kaynağı tarafından verilen, desteklenen, kutsanan yetki, özgürlük ya da ayrıcalık Bireylere toplumsal ilişkiler ve ahlâki bakımından tanınan davranış özgürlüğü

Hak biraz daha özel olarak da, toplumsal bir çerçeve içinde, hukuki düzenin, insan açısından korunmaya değer çıkarları koru*yabilmek amacıyla insanlara tanıdığı yetki şeklinde tanımlanabilir

Hak kavramını açıklayan üç ayrı öğretiden söz edilebilir Bunlardan birincisi olan irade teorisine göre, hak, hukuki düzenin insana tanıdığı irade gücüdür İkincisi olan çıkar teorisi ne göre ise, hak hukuki düzenin koruduğu çıkardan başka bir şey değildir Bu iki teorinin eksiklerini gidererek bir sentezini yapmış olan karma teori açısından ise hak, hukuki düzenin kişiye, sahip olduğu çıkarı koruması için tanıdığı irade gücüdür

Haklar çeşitli şekillerde sınıflanabilir Her tür sınıflamanın başında gelecek hak türü, doğal halda belirlenir Buna göre, doğ*rudan doğruya insan doğasından çıkan ve bir insan varlığı olma olgusu tarafından öngörülen hak ve özgürlüklere doğal haklar adı verilir Bunlar, her zaman ve her yerde geçerli olan haklardır Doğal haklar, bir başkasına devredilemeyecek ve hiçbir şekilde vazgeçilemeyecek hak ve özgürlükler olarak anlaşılır Bu hakların en belli başlıları, yaşam, özgürlük, eşitlik, mutlu olma, çalışma gibi haklardır

Öte yandan, kabul edilmiş standartlara uyduğu, Tanrı’nın isteklerine uygun düştüğü, ideallerimizi somutlaştırdığı; başkalarının çıkarlarına zarar vermediği; ve nihayet kendilerinin ahlâki değerleriyle ilgili sağlam kanıtlar bulunduğu için belli eylem ya da faaliyetleri gerçekleştirme hakkına, ahlâki hak adı verilir

Üçüncü olarak kişinin siyasi iktidarın kullanımına katılma amacına yönelik seçme, seçilme, siyasi parti kurma, ve partilere girme, siyasi iktidarı eleştirme, sansüre ya da kovuşturmaya uğramama gibi haklarına, siyasi haklar adı verilir Buna karşın, bir toplumun yurttaşlarına, o toplumun hukuki ya da yasak oyucu güçleriyle verilen haklara vatandaşlık haklan adı verilmektedir Öte yandan, iyi bir eğitim, sağlık, meslek sahibi olma uygun bir yaşam standardına ulaşma, baskı altında tutulmama, fırsat eşitliği gibi bireylere toplum tarafından sağlanan temel hak ya da ideallere insan hakları adı verilmek durumundadır

Yine, hukuki sistemi, ithamlara karşı savunma, başkalarını suçlama, başkaları karşısında korunma, yasaları değiştirme gibi işlerde kullanma, bütün bu konularda yasa karşısında eşit muameleye tabi olma türünden haklara ise hukuki haklar adını vermemiz gerekir

Haklara, son olarak, kişinin belirli yaşam alanlarının gizli tutulması amacına hizmet eden ve onun maddi ve manevi varlığıyla ilgili olup, bu varlığın geliştirilmesini hedefleyen kişisel haklan örnek verebiliriz Bu hakların belli başlıları arasında konut dokunulmazlığı, haberleşme özgürlüğü, özel yaşamın gizliliği yerleşme ve seyahat Özgürlüğü din ve vicdan düşünce ve ifade, bilim ve sanat özgürlüğü verilebilir

Hakikat Rejimi: Fransız düşünürü Foucault’un her toplumun hakikatle ilgili bir genel politikası, yani doğru diye kabul edip fonksiyonel hale getirdiği söylem tipleri, in sana doğruyla yanlış önermeleri birbirinden ayırma olanağı sağlayan mekanizmaları ve örnekleri, değerleri hakikate ulaşma hedefine göre ayarlanmış teknik ve prosedürleri olduğu, her toplumda doğru sayılan şeyi söylemekle yükümlü olanlara belli bir statü verildiği görüşünü ifade ederken kullandığı terim

Bilginin bu hakikat rejimi açısından ele alınmak durumunda olduğunu, hakikatin iktidarın hiçbir şekilde dışında olmadığını öne süren Michel Foucault’ya göre, hakikatin bir ekonomi politiği vardır Söz konusu ekonomi politiği belirleyen beş temel özellik bulunmaktadır Bu özelliklerin başında, hakikatin bilimsel söylem formunda ifade edilip, onu üreten kurumlarda merkezleştiği gerçeği gelmektedir Yine hakikat, sürekli bir ekonomik ve politik teşvike konu olduktan başka, sınırsız bir yayılma eğilimi sergiler ve tüketim objesi olur Ve yine hakikat, Poucault’ya göre, egemen birkaç büyük ekonomik ve politik aygıtın, örneğin üniversite, ordu ve medyanın politik tartışma ve toplumsal planda karşı karşıya gelmeleriyle ilgili bir sorun ya da konudur

Bu bağlamda, bilginin üretildiği toplumun bir güç ilişkileri evreni olduğunu öne süren ve dolayısıyla, gücü epistemik strateji olarak tanımlayan Poucault, gücün söylenmesi, yapılması gereken şeyi engellediğini ve söylenebilecek şeyi seçtiğini öne sür*müştür Başka bir deyişle, bilgi güç ilişkisi düzenleyici türden bir ilişki olup, pratikte görülebilir Ona göre, bilgi, güç kullanımı olmadan, tanımlanmamış, belirsiz ve formsuz bir şeydir Bilgi, politik ekonomi, söylem formasyonu ve politik teknoloji olup, bilmek de yargıda bulunma ve egemenlik altına alma gücünü kullanmaktır Bundan dolayı, Foucauw’ya göre, güç olmadan bilgi, bilgi olmadan da güç olamaz Bilgi güç, güçte bilgidir

Hareket: Hareket, sosyal bilimlerde, belli bir alanda belli bir değişikliğin yapılmasını isteyen bireylerin ya kendi başlarına ya da belli kişilerin önerliğine gerçekleştirdikleri toplu gösteriye belli bir sonuca erişmek isteyenlerin örgütlü topluluğuna karşılık gelir

Hayek, Friedrich August von: 1899-1992 yılları arasında yaşamış Avusturya doğumlu İngiliz iktisatçısı ve filozofu Temelde ya da öncelikle, bir iktisatçı olarak tanınan Hayek’in temel eserleri Road ta Serfdam [Köleliğe Giden Yol], The Pure Theory of Capital [Saf Sermaye Teorisi], The Constitution of Liberty [Özgürlüğün Anayasası], Law, Legislation and Liberty [Yasa, Yasama ve Özgürlük]’dir

İktisat alanındaki veriminden ötürü Nobel Ödülüne layık görülen Hayek’in iktisatçılığının ardalanında önemli felsefi vukufların olduğu söylenir Söz konusu vukufların temelinde ise epistemolojik birtakım kavrayışlar yer almaktadır Ona göre, insan bilgisi sınırlı olup, akıl her zaman birtakım engellerle karşı karşıya kalır Bu sınırlamalar, büyük bir toplumun yapısı araştırılıp işleyişi incelenmeye ve doğru tahmin edilmeye kalkışıldığı zaman, sadece toplumun karmaşıklığından dolayı değil, fakat insanın toplumsal ve iktisadi davranışı bilmede söz konusu olan genel güçlükler dolayısıyla da, belirgin ve hayli keskin bir hal olur Bununla birlikte, milyonlarca bireysel faile dağılan bilgi, kendiliğinden gelişen gelenek ve alışkanlıklarda yoğunlaştığı için, özetlenip serbest pazarın işleyişinden çıkartılabilir Hayek’in epistemolojisi işte bu durumun bir sonucu olarak onu akılcı reformistler karşısında kurumsal ve etik muhafazakarlığın, müdahale ekonomisinin karşısında da serbest pazarın savunucusu olmaya sevk etmiştir Onun muhafazakar görüşüne göre, devletin serbest piyasadaki kontrolü veya serbest piyasadaki müdahalesi enflasyon, işsizlik, durgunluk ve çöküntü gibi iktisadi hastalıkların yalnızca daha da artmasına yol açar Nitekim, o parça parça gerçekleştirilen ılımlı reformların ve devlet müdahalelerinin kaçınılmaz olarak Hitler gibi diktatörlere kapı açan ulusal yıkımlarla sonuçlanacağını tekrar tekrar ifade etmiştir

Haz: Genel olarak, hoşa giden bir şeyin yarattığı, uyandırdığı duygu Acının karşısında yer alan ve psikolojik bir olgu olarak, hoşumuza giden ve bizi çeken bir şeye sahip olmaktan doğan tatlı ve keyif verici duyum Bir arzunun, isteğin tatmin edil*mesinin ya da ihtiyacın karşılanmasının sonucu olan duygu İradi bir tercihin hayata geçirilmesinden kaynaklanan hoşnutluk duygusu

Hegel, George Wilhelm Friedrich: Büyük bir sistem kurarak, Kant’ın imkansız olduğunu söylediği şeyi gerçekleştirmiş, yani rasyonel bir metafizik kurmuş olan ünlü Alman filozofu 1770-183 1 yılları arasında yaşamış olan Hegel’in temel eserleri: Phanomenologie des Geistes [Tinin Fenomenolojisi], Wissenschaft der Logik [Mantık Bilimi], Enzyklopadie der Philosophischen Wissenschaften im Grundrisse [Felsefi Bilimler Ansiklopedisi], Grundlinien der PhilIosophie des Rechts [Hukuk Felsefesinin İlkeleri]

Metafiziği: Alman idealizminin kurucusu olan Kant, aklın kendisinin apriori kategorileri ve bilginin formlarını, kalıplarını sağladığı için, bilginin mümkün olduğunu söylemişti O bilginin, bu apriori kalıplarının insandan, içeriğinin ise dış dünyadan, insanın dışındaki gerçeklikten geldiğini savunmuştu Buna göre, insan zihni, bilgiye apriori, deneyden bağımsız olan formları, kategorileri sağlar, bu formların malzemesi, içeriği ise insandan bağımsızdır, dışarıdan gelir Hegel, işte bu noktada bilginin formları kadar içeriğinin de zihnin eseri, ürünü olması gerektiğini savunur Nitekim o, bilginin tüm öğelerinin zihnin eseri olduğunu kabul etmiştir

Hegel’e göre insan, bilgide kendisinin dışında olan, kendisinin yaratmadığı ve insandan bağımsız olan bir dünyayı tecrübe etmektedir Bu doğal dünya bütünüyle zihnin eseridir, fakat biz insanların zihinlerinin eseri değildir; bilgimizin nesneleri bizim zihinlerimiz tarafından yaratılmamıştır Bundan Hegel’e göre, şu sonuç çıkar: Bu dünya, bu dünyayı meydana getiren ve bilgimizin konusu olan nesneler, sonlu bireyin, insanın zihninden başka bir zihnin eseri olmalıdır Bilginin nesneleri ve dolayısıyla bütün bir evren mutlak bir öznenin, mutlak bir Zihin, Akıl ya da Tinin ürünüdür Hegel’in Tin, Geist, İde, Mutlak, Mutlak Zihin adını verdiği bu tinsel varlık, tüm bireysel, sonlu insan ruhlarının dışındaki nesnel bir varlıktır Hegel, Mutlak Zihnin, Geist’in özüne, insan aklı tarafından nüfuz edildiğine inanır, çünkü Mutlak Zihin, insan akımın işleyişinde olduğu kadar, doğada da açığa çıkar Yani, Geist kendisini Hegel’e göre, doğada ve insan aklında ifade eder Ona göre, gerçekliğin tümü yalnızca bir İde, Mutlak ya da Nesnel Akıl, bir Mutlak Tin aracılığıyla anlaşılabilir Bu Mutlak Akıl dünya tarihi boyunca bir evrim süreci içinde olmuştur Mutlak Akıl aşkın, kendi kendisine yeten, kendi kendisinin mutlak olarak bilincinde olan, tam olarak bağımsız bir varlık olmaya çalışmaktadır Söz konusu evrim süreci, mutlak Aklın tam olarak rasyonel ve anlaşılır bir varlık haline gelme çabasıdır Düşünce ile varlığın, mantık ile metafiziğin bir ve aynı gerçekliğin iki farklı yüzü olduğunu söyleyen Hegel’de Mutlak Zihin statik bir varlık değil, fakat dinamik bir süreçtir Bu Mutlak Zihin, dünyadan ayrı bir varlık değil, fakat özel bir bakış açısından görüldüğünde, dünyadır Hegel‘in dinamik bir süreç olarak betimlediği bu mutlak varlık, onun diyalektik adını verdiği üçlü adımlardan oluşan hareketlerle değişir ve gelişir İşte dünya, varlık, tarih, kültür ve uy*garlık dediğimiz her şey Mutlak Zihnin üçlü adımlardan oluşan diyalektik hareketlerinden meydana gelir Evren, kendisinde mutlak Aklın amaçları ya da hedeflerinin gerçekleştiği bir evrim sürecidir

Hegel’in bu anlayışı, teleolojik ya da organik bir anlayıştır Evrimde en önemli şey, başlangıçta varolandan ziyade, sonuçta ortaya çıkandır Hakikat bütündedir, ama bütün yalnızca evrim süreci tamamlandığında gerçekleşir Mutlak olan özü itibariyle bir sonuç, bir tamamlanmadır Felsefe, buna göre, sonuçlarla ilgilenir; o, bir evrenin başka bir evreden nasıl zorunlu olarak çıktığını göstermek durumundadır Bu hareket doğada ve hatta tarihte bilinçsiz olarak gerçekleşir Hegel’e göre, düşünür bu sürecin bilincinde olabilir; o bu süreci betimleyebilir Düşünür evrenin anlamını bildiği, evrensel dinamik aklın kategorilerini, işlemlerini yakaladığı zaman, en yüksek bilgi düzeyine yükselir Filozofun zihnindeki kavramların diyalektik evrimi, dünyanın nesnel evrimiyle çakışır; öznel düşüncenin evrimi ve kategorileri, evrenin kategorileriyle bir ve aynıdır Düşünce ve varlık özdeştir

Yöntem: Mutlak varlığın bilgi ya da düşünce süreciyle doğal süreci kapsayan gelişme süreci, Hegel’e göre, diyalektik yoluyla gerçekleşir Diyalektik, hem düşünmenin hem de bütün varlığın gelişme biçimidir Düşünme de varlık da hep karşıtların için*den geçerek, karşıtları uzlaştırarak gelişir Felsefenin görevi şeylerin doğasını anlamak, şeylerin doğasının, varoluşunun, özü*nün ve amacının ne olduğunu bildirmek ise eğer, felsefenin yöntemi bu amaca uygun bir yöntem olmak durumundadır Yöntem, evrendeki rasyonel süreci yeniden yaratıp ifade etmelidir Bu amaca ise, Hegel’e göre, gizemli bir biçimde, dahinin sezgileriyle veya daha özel bir yolla ulaşılamaz

Hegel felsefenin, Kant’ın da belirtmiş olduğu gibi, kavramsal bilgi olduğunu öne sürer Fakat biz gerçekliği soyut kavramlarla tüketemeyiz; zira gerçeklik, soyut kavramların gereği gibi yansıtamayacağı, hareket halindeki dinamik bir süreçtir Çünkü gerçeklik olumsuzlamalarla, çelişkilerle ve karşıtlıklarla doludur Bir şeyi gerçekte olduğu şekliyle anlatabilmek için, Hegel’e göre onun hakkındaki tüm doğruları ifade etmemiz, onun tüm çelişkilerini belirtmemiz ve bu çelişkilerin nasıl uzlaştırıldığını göstermemiz gerekir Bu ise, diyalektik yöntemle olur

Buna göre, düşünce diyalektik olarak ilerlediğinde, en basit, en soyut ve içerik bakımından en boş olan kavramlardan daha kompleks, daha somut ve daha zengin kavramlara doğru ilerler Hegel’in diyalektik yöntem adını verdiği bu yönteme göre, biz işe soyut ve tümel bir kavramla başlarız (tez); bu kavram bir çelişkiye yol açar (antitez); birbirlerine çelişik olan bu iki fikir, ilk iki kavramın bir birliğini ifade eden üçüncü bir kavramda uzlaştırılır (sentez) Yeni kavram da yeni birtakım problem ve çelişkilere yol açar, öyle ki bunların da başka kavramlarda çözümlenmesi gerekir Diyalektik süreç, bundan dolayı kendisinde tüm karşıtlıkların hem barındığı ve hem de çözüldüğü, nihai ve en yüksek kavrama ulaşılıncaya kadar sürer

Bununla birlikte, tek bir kavram, en yüksek kavram bile olsa, bütün bir gerçekliği göstermez Tüm kavramlar yalnızca kısmi doğrulardır Bilgi bütün bir kavramlar sisteminden meydana gelir Doğruluk ve bilgi, tıpkı rasyonel gerçekliğin kendisi gibi, canlı bir mantıksal süreçtir Buna göre, bir düşünce zorunlu olarak başka bir düşünceden çıkar; bir düşünce, başka bir düşünce meydana getirmek üzere kendisiyle birleşeceği düşüncede, bir çelişkiye yol açar Diyalektik hareket düşüncenin mantıksal olarak kendi kendisi açmasıdır

Hegel’e göre, filozof un yapması gereken şey, düşüncenin tanımlanan şekilde kendi mantıksal akışını izlemesine izin vermektir Bu süreç tam olarak ve gereği gibi gerçekleştirildiğinde, dünyadaki süreçle bir ve aynı olan bir süreçtir Hegele göre, Mutlak’ın, Geist’ın diyalektik hareketinin birinci adımında O, kendisindedir Burada Geist, henüz bir imkanlar ülkesidir O, kuvve halinde olan gücünü henüz gerçekleştirmemiştir (Tez) Bununla birlikte onun kendisini bilmesi, tanıması için, Geist’ın kendisine bir gerçeklik kazandırması gerekir

Geist, Mutlak Zihin bu amaçla kendisini ilk olarak doğada gerçekleştirir (Antitez) Doğa dünya dediğimiz şey, Hegel’e göre, karşıtlaşmış, farklılaşmış hale gelen mutlak varlıktır Soyut ve farklılaşmamış halde bulunan İde’nin tek tek varlıklar haline gelerek kendi dışında bir varlık haline dönüşmesidir O, şimdi kendisinden başka bir şey olmuş, özüne aykırı düşmüştür Geist, Mutlak Zihin Tin doğada kendisine yabancılaşmış, kendi özü ile çelişik bir duruma düşmüştür Bu çelişki, diyalektik sürecin üçüncü basamağında, kültür dünyasında ortadan kalkar (Sentez) Bununla da, Geist yeniden kendini bulur, kendine döner, ancak o, bu kez bilincine tam olarak varmış, özgürlüğe kavuşmuş durumdadır Zira, Geist’in yasası, doğal dünyada zorunluluk, buna karşın kültür dünyasında özgürlüktür

Kültür felsefesi: Geist, kendisini kültür dünyasında diyalektiği n üçlü hareketi gereğince, Sübjektif Geist (Öznel Ruh), Objektif Geist (Nesnel ruh) ve Mutlak Geist (Mutlak Ruh) olarak açar Buna göre, subjektif Geist en alt düzeyinden en üst düzeyine kadar insan ruhunu meydana getirin Geist, kendisine yönelmiş Özgür bir varlık, kendisini bilip tanıyan bağımsız bir gerçeklik haline gelmek için, doğadan yavaş yavaş sıyrılır O, henüz gelişmemiş bir ruh halindedir ve bu haliyle antropoloji biliminin araştırma ve inceleme konusu olur Ruhun henüz doğadan tümüyle sıyrılamadığı bu aşamada, ona karşılık gelen kavrayış biçimi duyumdur Ruh, daha sonraki aşamada ‘duygu haline’ ya da hissetmeye geçer Hissetmenin en gelişmiş ve tamamlanmış şekli ‘kendini hissetme’dir ve bu, bilince giden bir ara basamaktır Bilinç, böylelikle duyum, algı ve anlayış aşamalarından geçerek kendini özgür bir Ben (Ruh, Zihin) olarak tanır

O, bundan sonra başka benlikleri de tanır ve kabul eden Böylelikle, Geist kendisini Nesnel Tin olarak gerçekleştirir ve ortaya ahlâklılık ve Devlet çıkar Bu durum benin kendi içinde kalmaktan kurtularak genel kurallara ve öznellikten nesnelliğe yükselmesi demektir Böylece, herkes için geçerli olan, herkesi kavrayan nesnel Ruh ya da Tin ortaya çıkmış olur Tarih dediğimiz şey, Hegel’in gözünde, halklarda beliren Ruhun gelişmesinden başka bir şey değildir Tarihin belli bir anında, belli bir halk, Tinin gelişmesini üzerine alır Ruhun hukuk, devlet, ahlâk ve tarih alanındaki bu nesnelleşmesi boyunca kendine dönmesi, kendini tanıması, mutlak Ruhun bilincine varması söz konusudur Özel isteklerin, tutkuların ve eğilimlerin alanında, herkes için geçerli nesnel ilkeleri ortaya koyarak, onları hukuk, ahlâk devlet şeklinde kabul eden Tin, bütün ko*şullardan sıyrılarak kendini tanımaya, kendi özünü farketmeye başlar Böylelikle, Mutlak Ruh haline gelir

Tarih Felsefesi: Hegel, şu halde tarihin kaba olguların toplamından meydana gelen gelişigüzel bir bütün, olayların anlamdan yoksun bir ormanı değil de, Tinin kendi kendisini diyalektik olarak açımladığı anlamlı bir süreç, özgürlük bilincinin bir iler*lemesi olduğunu düşünmüştür Tarihin teleolojik bir tarzda anlaşılması gerektiğini öne süren, tarih felsefesinin tinin ve özgürlüğün “gelişme basamaklarını bir bütüne doğru gitmek üzere birbirine bağlanan ‘halkalar’ olarak, halkların kültürel gelişiminde onların geliştirdikleri devlet tiplerinde izlediklerini” söyleyen Hegel, dünya tarihine mal olmuş dört dünya devletini, sırasıyla 1- Doğulu, 2- Grek, 3- Roma, 4- Hıristiyan Cermen olarak, özgürlük bilinci açısından şöyle de*ğerlendirmiştir

Çin, Hint ve İran’ı kapsayan Doğu dünyasında zorba hükümdar dışında hiç kimsenin özgürlüğü yoktur Modern anlamı içinde kendine ait bir iradeden yoksun bulunan öznelerden meydana gelen Doğu uygarlığında sadece hukuk değil, fakat ahlâklılık da dış baskı ve zorlamanın ürünü olmak durumundadır Özgürlük bilincinin ilk kez olarak zuhur ettiği, özgür bireysellik idesi tarafından şekillenen Grek dünyasında da bireyin özgürlüğü yeterince gelişmiş değildir Yunan’da özgürlük bilincinin yeterince gelişmemesinin iki nedeni vardır: Bunlardan birincisi, Yunan özgürlük düşüncesinin köleliğe izin vermesidir Dolayısıyla, Doğuda en iyi durumda yalnızca tek bir kişinin Özgür olduğu yerde, Grek dünyasında, sadece bazı, köle olmayan insanlar özgürdür İkincisi, kendi kent devletleriyle ayrılmazcasına birleşmiş, hatta özdeşleşmiş olan Yunanlılar da, özgürlük için gerekli olan eleştirel düşünce ve refleksiyondan yoksundurlar Doğunun despotik yönetim modeline bir anlamda yeniden dönüşü ifade eden Roma dünyasında bireyin özgürlüğü tanınır Bununla birlikte, Hegel’in “bireyin soyut özgürlüğü” adını verdiği bu özgürlük, gerçek özgürlük veya somut bireysellik olmayıp, Roma’nın mutlak iktidarı karşısında sallantılı bir durumda bulunan, yalnızca hukuki veya formel bir özgürlüktür Nitekim bu dönemde bireyler, ona göre, gerçek özgürlüğe, Stoacılık, Epikürosçuluk veya Şüphecilik gibi felsefelere sığınarak ulaşabilmişlerdir

Hegel‘in özgürlük bilincinin gelişmesi olarak gördüğü dünya tarihinde pozitif çözümü Hıristiyanlık sağlar Zira, Hıristiyanlık içinde, insanın insan olarak özgür olduğu bilincine varılmış ve böylece tin, özgürce kendi özgül doğasını yapmaya geçmiştir Bu bilinç, önce dinde, yani tinin en derin köşesinde ortaya çıkmıştır; ama bu ilke dünyasal özünü de kurmuştur Örneğin, Hıristiyan dininin kabulüyle birlikte kölelik ortadan kalkmış ve böylece, devletlerde özgürlük yavaş yavaş egemen olmuştur

Modern dünyada özgürlük yolundaki en önemli adım ise, hiç kuşku yok ki Reformasyondur Bu bağlamda anahtar tenimler olarak “basitlik” ve “yürek”i kullanan Hegel’e göre, Reformasyonla birlikte, tek tek her insan varlığının Tanrı’ya doğrudan tinsel bir temas içinde olabildiği, birey vicdanının hakikat ve iyiliğin nihai yargıcı olduğu ortaya çıkmıştır Ama esas Aydınlanmayla birlikte, kendilerinin gerçekliğin efendileri olduklarını düşünen insanlar kendi kimliklerini akıl olarak belirleyip evrensel düşünce özgürlüğüne sahip olduklarını görmüşlerdir Kendi akıl yürütme güçlerini hakikat ve iyiliği yargılamada özgürce kullanabileceğini gören Aydınlanma insanı, bütün eşya ve kurumlarıyla dünyanın ancak aklın genel ilkelerine uyduğu zaman, onaylanıp temellendirilebileceğine inanır Aydınlanmanın başka ülkelere aktardığı evrensel ilkelerin değerini tanıyan Hegel, bununla birlikte, onun bir bütün yapısı hakkında eleştirel bir tavır takınır

Aydınlanma Eleştirisi: Aydınlanmanın Verstand düzeyinde kaldığını, Vernunft düzeyine hiçbir zaman erişemediğini, dolayı*sıyla onun insanları açıkça bireyler olarak ayırt ederken, birbirlerinden bağımsız bireyler olarak gördüğünü, fakat onların için*de yer aldıkları cemaati unuttuğunu söyleyen Hegel’e göre, Aydınlanmanın siyaset teorisi de atomistiktir İşte bundan dolayı da, Aydınlanma sadece bizi çevreleyen dünyadaki dışsal, bireysel nesneleri görür; fakat dünyayı Tanrı, Geist, ya da akıl tarafından konmuş bir düzen olarak görmez Aydınlanmanın gördükleri doğru olmakla birlikte, iflah olmazcasına kısmidir O her şeyin kutsiyetini elinden alır, çünkü dünyayı insanın inceleme ve kullanımına açık bir nesneler yığını olarak görür; onu aklın tezahürü, sudüru olarak görmez Aydınlanmanın değer teorisinin yararcı bir teori olmasının nedeni, Hegel’e göre, budur Bütün nesneler kullanılmaya hazır şeyler olarak görülür Onların bir saygı tavrı talep eden daha yüksek bir şeyin tezahürü olarak görüldükleri boyut ortadan kalkmıştır Nesnelerin değeri kendilerinin dışında, özneler, insanlar tarafından kullanılmaları olgusunda bulunmalıdır

Aydınlanma ve Aydınlanmanın sonucu olan Fransız Devriminin aynı temel üzerinde bir diğer yanlışı da, onun soyut felsefe ilkeleri halkın eğilim ve yönelimlerini hiç dikkate almadan uygulamaya kalkışmasından oluşur Ki bu teşebbüste, varolan cemaatle onu meydana getiren bireylerden tecrit edilmiş bir tarzda değerlendirilmemesi gereken akla dair yanlış bir kavrayıştan kaynaklanmaktadır Hegel‘e göre, böyle bir teşebbüste hukuk ve ahlâk düzeni halka bir dayatma olup çıkacağı için, o bireyin özgürlüğü bakımından bir kısıtlama oluşturur Bu nedenle, ihtiyaç duyulan biricik şey, bireyin çıkarlarıyla bütünün çıkarlarının ahenk içinde olacağı, rasyonel bir tarzda düzenlenip örgütlenmiş, organik bir cemaattir

Özgürlük ve Etik Anlayışı: Nasıl ki soyut felsefe ilkeleri bireylerin taleplerini, cemaatin ihtiyaçlarını hiç dikkate almadan uygulamaya kalkışmak Hegel için kabul edilmezse, aynı şekilde bireylerin kendilerini vicdan ve kanaatlerine göre yönetmeleri de asla yeterli olmaz Bu, sadece öznel özgürlük olur Nesnel dünyanın, yani bütün toplumsal ve politik kurumlarıyla gerçek dünyanın da rasyonel bir biçimde düzenlenmiş olması gerekmektedir Çünkü nesnel dünya rasyonel olarak düzenlenmezse, kendi vicdanlarına göre eylemde bulunan bireylerin hukuk ve ahlâkla çatışmaya düşmeleri kaçınılmaz olur Bu durumda, mevcut hukuk ve ahlâk düzeni bireylere düşman hale gelir, onların özgürlüklerine getirilmiş bir sınırlama olup çıkar Oysa nesnel dünya rasyonel bir biçimde düzenlendiği zaman kendi vicdanlarına göre hareket eden bireyler özgürce nesnel dünyanın hukuk ve ahlâkına göre eylemeyi seçeceklerdir Şu halde, ahlâkın hem öznel ve hem de nesnel bir boyutu olduğunu söyleyen Hegel‘e göre, bu takdirde bireylerin özgür seçimleriyle bir bütün olarak toplumun ihtiyaçları arasında tam bir ahenk olacağı için, özgürlüğe getirilecek bir sınırlamadan söz etmek mümkün olmaz

Hegel bireyin organik cemaatte sahip olacağı hakiki özgürlüğü ortaya koymazdan önce, büyük bir güçle karşı çıktığı liberal özgürlük anlayışını tartışmaya açar Söz konusu özgürlük anlayışına göre, birey müdahaleye maruz kalmadığı, istediğini yapabildiği ve yapmak istemediği şeyleri yapmaya zorlanmadığı sürece özgürdür Bu özgürlük anlayışı, liberal iktisatçıların, tüketicilerin serbest pazarda satın almayı seçebilecekleri mal ve hizmetler üzerinde hiçbir sınırlama olmadığı, onlar tüketici tercihlerinde serbest bırakıldıkları zaman, Özgür olduklarını öne süren hürriyet anlayışıdır Hegel, formu olması, fakat içerikten yoksun bulunması anlamında formel veya soyut özgürlük adını verdiği bu özgürlük anlayışının keyfi olduğunu iddia eder Hegel bu öznel özgürlük anlayışının yüzeyin gerisine nüfuz edemediği ve bireylerin güya kendi kendilerini belirleme görüntüsü altında, tercihlerinin gerçek nedenlerini araştıramadığı için, bir yandan da yapay ve yüzeysel olduğunu düşünür Oysa Hegel’in kendisi bu tercihlerin, bireylerin kendi kendilerini belirlemelerinin sonucu olmak bir yana, çoğunluk insanları etkin bir biçimde denetleyen dış faktörler tarafından belirlendiğine inanır Hatta ve hatta, o tüketim toplumunu, daha sonra karşılamak üzere, çoğunluk gerçek olmayan birtakım ihtiyaçlar yarattığı için, yüzyıl öncesinden eleştirip mahkum eder Ona göre, daha büyük konfor, daha fazla lüks ihtiyacı, insan varlıklarında kendiliğinden doğmaz, fakat onun yaratılmasında menfaati olanlar tarafından telkin ve teşvik edilir

Hegel’e göre, ihtiyaçlarımız ve dolayısıyla isteklerle arzularımız içinde yaşadığımız toplum tarafından şekillenir; dahası, toplumun kendisi de tarihsel süreç içinde bir evre olmak durumundadır Bundan dolayı, bireyin her istediğini yapabilmesi anlamında soyut özgürlük asla gerçek özgürlük olamaz; hiçbir müdahale ya da sınırlama olmadan her istediğini yapmak Özgür olmak değildir; bu, özgürlüğe değil, fakat sadece bireyin kendi yaşadığı zamanın tarihsel güçlerine tabi olduğuna işaret eder

Buna karşın, gerçek özgürlük bu güçlerin bizi denetlemesine izin vermek yerine, bizim bu güçleri kontrol edebileceğimizi görmekle ilgili bir şeydir Fakat bu nasıl mümkün olur? Hegel kendimizi başkalarının iradeleriyle çatışan bir iradeye sahip bağımsız insan varlıkları olarak gördüğümüz takdirde, başka insanların varoluşunun bize her zaman, özgürlüğümüze sınır koyan, kısıtlamalar getiren yabancı hatta düşman bir şey olarak görüneceğini söyler Bu durum, klasik liberal gelenekte olduğu gibi alınması gereken bir olguyu, dünyanın varolma tarzını ifade eder, dolayısıyla, onun için yapılabilecek hiçbir şey yoktur Oysa, Hegel için bu problem, bütün insanların ortak bir akıl yürütme melekesinden pay aldıklarını gördüğümüz zaman, kolaylıkla aşılabilecek olan bir problemdir Dolayısıyla, ona göre, eğer bir cemaat rasyonel bir temel üzerine inşa edilebilirse, tek tek her insan onu, kendisine yabancı bir şey olarak değil, fakat kendi rasyonel iradesinin bir tezahürü, cisimleşmesi ya da ifadesi olarak kabul edip benimser Çünkü, ödevimiz rasyonel bir tarzda temelleneceği ve akıl sahibi varlık olarak özümüzü ya da doğamızı gerçekleştirmek çıkarımıza olduğu için, işte o zaman ödevimizle kişisel çıkarımız örtüşür veya başka bir deyişle, kişisel çıkarla komünal değerler arasında ahenkli bir bağ kurulabilir

Hegel katışıksız bir biçimde rasyonel olan soyut bir ahlâk anlayışının, belli bir zaman ve mekanda yaşayan insan varlıkları olarak özümüzün bir parçasını meydana getiren moral değer ve ahlâki geleneklerle bir şekilde birleştirilmesi gerektiği inancındadır Başka bir deyişle, o bir toplum içinde şekillenen ahlâki doğamızla varlığımızın rasyonel boyutunun bir sentezini yapmaya kalkışır Hegel’e göre, böyle bir sentez gerçekleştiği zaman, içinde her birimizin bir yandan bütünün iyilik ve mutluluğuna katkıda bulunurken~ kendi gerçek tatmin, özgürlük ve mutluluğumuzu doya doya yaşayacağımız organik bir cemaate erişiriz Yani burada, hem istediğimizi yapabilmek bakımından, öznel anlamda ve hem de tarihimizin akışı tarafından belirlenmek yerine, onu rasyonel bir tarzda oluşturabilmemiz bakımından, nesnel anlamda özgür oluruz

GWF Hegel, Bütün Yapıtları (Seçmeler) (çev H Demirhan), Ankara, 1976; G W F Hegel, Tinin Görüngübilimi (çev A Yardımlı), İstanbul, 1986; G W F Hegel, Hukuk Felsefesinin Prensipleri (çev C Karakaya), İstanbul, 1991; T Bumin, Hegel, İstanbul, 1998; P Singer, Hegel, Oxford, 1983; P, Singer, “G W F Hegel maddesi” The Oxford Corn panion ta PhiJasophy (ed Ted honderich ), Oxford, 1995

Hegelcilik: Hegel’in ve öğrencilerinin geliştirdiği öğreti Hegelci düşünce geleneğinin filozofun bakış açısı, metafizik görüşü ve diyalektik anlayışının, metafizik, estetik, siyaset, toplum teorisi, teoloji ve din felsefesi alanında, Hegel’den sonra yaşamış olan çeşitli düşünürler ve araştırmacılar tarafından benimsenmesi suretiyle sürdürülmesi

Sistematik olarak sınıflandırıldığında, Almanya içinde ve dışında Hegelcilik olarak ikiye ayrılır 1- Almanya’daki Hegelcilik üç ana başlık altında ifade edilebilir: a- Rozenkranz, Fischer ve Zeller tarafından temsil edilen birinci akım, yani Ortodoks Hegelcilik, Hegelci görüşü hiçbir değişikliğe uğratmadan aynen sürdürür b- Yeni-Hegelcilik olarak bilinen ve bir yandan Hegel’in idealizmini sürdürürken, bir yandan da devleti en yüce amaç olarak gören Kroner ve Liebert’in temsil ettiği yaklaşım c- Hegel’in diyalektik yöntemini ve oluş kavramını benimserken, idealizmini yadsıyan, Feuerbach ve Marx’ın yaptığı gibi dini, Stirner’ın yaptığı gibi yerleşik kurumları eleştiren sol Hegelcilik

2- Almanya dışında ise Hegelcilik İtalya’da Benedetto Croce ve Giovanni Gentile, İngiltere’de Francis Bradley ve Bernard Bosanquet, ABDde ise Josiah Royce tarafından çok güçlü bir biçimde temsil edilmiştir Fransa’da ise varoluşçu bir Hegel yoru*mu geliştiren Jean Wahl’den Alexander Koj ve bir yandan Hegel ile Heidegger’in düşüncesini birbirleriyle uzlaştırmaya çalışır*ken, diğer yandan Phanemonolagie’yi insanın her türlü yabancılaşmadan kurtuluşunu ilan eden bir bildiri olarak yorumlamıştır

Hegelcilik tarihsel gelişimi içinde ele alındığında, onda bu kez dört ayrı evreyi birbirinden ayırmak gerekir 1- Bunlardan birincisi Hegelci Okul içinde Hegelin sağlığında başlayarak 19 yüzyılın ortalarına kadar süren ve üçlü bir bölünmeyle sona eren çekişme dönemidir Sağ ya da muhafazakar Hegelciler diye bilinen ve doğrudan Hegel’in Öğrencilerinden oluşan bir grup Hegelciliğin İncil öğretisine ve muhafazakar politikalara ters düşmediğini savunurken, genç ya da Sol Hegelciler diyalektiği hareket ve değişme ilkesi olarak yorumlamış, siyasal ve kültürel gerçekliğin değişimini amaçlamıştır Bunların dışında kalan merkez grup ise Hegel’in sisteminin oluşumuyla ve mantık problemleriyle ilgilenmiştir 2- 19 yüzyılın ortalarından 20 yüzyıllarına kadar olan ikinci evrede ise Hegelcilik Almanya dışında yayılmış ve ortaya çıkan Yeni-Hegelcilik daha ziyade mantığa ve diyalektiği yenileme işine ağırlık vermiştir 3- Yirminci yüzyılın başlarından Hegelciliğin Almanya ‘da yeniden canlanması, Hegelciliğin tarihindeki üçüncü evreyi meydana getirir Dilthey’ın Hegel’in gençlik dönemi yazılarını ortaya çıkarmasından sonra yaşanan bu canlanma döneminde filoloji ve tarihsel araştırmalar öne çıkmış, Hegel’in düşüncesi Aydınlanma ve romantizm çerçevesinde ele alınmıştır 4- İkinci Dünya Savaşına rastlayan son dönemde ise Marksist araştırmaların yeniden canlanması, Marx-Hegel karşılaştırmalarının gündeme gelmesine ve özellikle siyasal-toplumsal problemler üzerinde durulmasına yol açmıştır

Hegel eleştirisi: Felsefe tarihinin en önemli filozoflarından biri olan Hegelin felsefesinin şu ya da bu yönüne, örneğin tarih*sel determinizmine veya idealizmine, idealist tarih diyalektik anlayışına karşı çıkan düşünürlerin gerçekleştirdikleri Hegel karşıtı kritik

Birçok filozofu çok derinden etkilemekle birlikte, sert eleştirilerin de hedefi olan Hegel’i ve felsefesini herhalde en ağır eleş*tiren filozof, Hegel çağı diye nitelenebilecek bir dönemde Kierkegaard olmuştur Kierkegaard Hegel ‘i her şeyden önce, bireyi tümden unutan, onu bütün içinde bir nokta, önemsiz bir uğrak haline getiren, nesnel ve evrensel bir sistem inşa ettiği için eleştirir Nitekim, o gerçekliğin oluşum ve gelişimi sürecinde bir uğrak olmayı şiddetle reddeder

Hegel’in nesnel idealist sisteminde, tam ve hakiki tek bir gerçeklik vardır; bu gerçeklik de, rasyonel olanın gerçek ve gerçek olanın da rasyonel olmasından dolayı, İdea veya Geist’e, Mutlak Tine tekabül eden rasyonel bütündür İşte bu gerçeklik görüşünce, her şey bütünle ilişki içinde ve bu ilişki sayesinde varolur Kierkegaard’a göre, on~arca kaygı içinden bir kaygıyı ve en önemsiz duygularımızdan birini ele alalım Bu duygu, Hegel’in sisteminde sadece bütünün, benim hayatım olan bütünün bir parçası olarak varolabilir Ama benim hayatımın da yine, ait olduğum kültürle, bir yurttaşı olduğum ülkeyle, icra ettiğim iş ya da meslekle ilişki içinde varolduğu unutulmamalıdır Öte yandan, devletle olan ilişkimin ve bu devletin de sadece büyük bir tarihsel sürecin kendisini bu süreçte açımlayan İdea ya da Geist’in bir parçası olduğunu hesaba katmak gerekir Hayli kuşatıcı olan bu sistemde, böylelikle, her şeyi ihtiva eden somut bir tümel kavramına erişiriz En sıradan duygudan, tüm diğer somut tümellerin, örneğin sanat eserlerinin, halkın, devletin kendisinin bir parçası oldukları tümel İdeaya kadar gidebiliriz Biricik gerçeklik ezeli-ebedi gerçeklik olduğu için bu tümel İdea şeylerin başlangıcında da varolmuştur, onların sonunun geldiği zaman da varolacaktır

Varoluşla sistemin çelişik olduğuna, Hegel’in tek kişiyi ortadan kaldırdığına inanan Kierkegaard, bu sistem içinde bir uğrak, bir nokta olmayı kabul etmez; evrensel gelişme düşüncesine düşman ve yabancı olan filozof, bir nokta, bir uğrak değil, fakat kendisidir “Yahu, bu adam burnunu da sürmez mi?” dediği Hegel’in bütünü aradığı, nesnellik ve evrensellik için yanıp tutuştuğu yerde, Kierkegaard Öznelliği, bireyselliği öne çıkarır, zira ona göre, bir sistem veya bir bilgi sistemi tarafından hiçbir şekilde kavranamayacak olan şeyler vardır Ona göre, bir insan hemen her şeyi soyutlayabilir, onları bir soyutlamayla ifade edebilir, fakat kendisini asla soyutlayamaz: “Kendimi, uykuda bile unutamam

Kierkegaard, Hegel’in her şeyi açıklama teşebbüsüne karşı, şeylerin açıklanmak yerine, yaşanması veya deneyimlenmesi gerektiğini söyler Bundan dolayı, felsefesinde doğa bilimindeki nesnel, evrensel, zorunlu doğrular aramaya kalkışmak yerine, hakikatin öznel, tikel ve kısmi olduğunu öne sürer Ona göre, egzistansın bir sistemi olamaz, dolayısıyla tercihimizi varoluştan, nesnel değil de, öznel hakikatten yana kullanacaksak, sistem düşüncesinden, tıpkı kendisinin yapmış olduğu gibi, uzaklaşmamız gerekmektedir, çünkü sistemle düşünmek, bütün Danimarka’yı çok küçük Ölçekli bir Avrupa haritasıyla dolaşmaya benzer

Kierkegaard Hegel’i yine, sisteminde iç ve dış dünyalar arasında bir ayrım yapmadığı, ve özgürlük duygusuna hiç yer vermedi*ği için eleştirir Özgürlüğü insanın büyüklüğünü ve ihtişamını meydana getiren şey olarak gören Kierkegaard’a göre, Hegel in*sanı dünya tarihinin bir aracı haline getirmiş, onu güya materyalist bir determinizmden kurtarırken, tinsel bir determinizme tutsak etmiştir Başka bir deyişle, Hegel bireysel varoluşun somutluğunu kavramlar alanına özgü birtakım soyutlamalarda ortadan kaldırmıştır Kavramsal bir şema da fiili bir durumu değil fakat bir imkanı temsil ettiğine göre, bireyin bu imkanı gerçekleştirip gerçekleştirememesi, kavramlara değil, fakat bireye bağlıdır Şu halde, her şeyin başı sonu varolan bireydir; nitekim, o en sonunda dayanamayıp “Hegel’in sisteminin gerisinde ne vardır?” diye sorar Hegel’in her şeyi kuşatan sisteminin gerisinde, devasa bir sistem inşa etmeye çalışan bir birey, varoluşu ve sistem özlemiyle bütün sistemi yanlışlayan Hegel vardır

Hegemonya: Bir toplumda hakim sınıf ya da yönetici sınıfın iktidarını doğal ve meşru göstermesi, kendi sınıfsal çıkarlarını evrensel çıkarlar olarak ifade etmesi durumu; Marksist teorisyen Antonio Gramsci tarafından kapitalist bir toplumda, yönetici sınıfın ideolojisini kitlelere çok büyük bir çoğunlukla güce hiç başvurmaksızın empoze edişini açıklamada kullanılan kavram

Marx’ın tarihsel materyalizminde ortaya çıkan hegemonya kavramı esas Antonio Gramsci’nin çalışmalarıyla daha büyük bir önem ve anlam kazanmıştır Burjuva hegemonyasının en önemli aracının sivil toplum olduğunu öne süren Gramsci’ye göre, hakim sınıfların tahakkümü, güç kullanımı ya da doğrudan kontrolden ziyade, bağımlı sınıf ya da kümelerin rızasıyla sağlanır Hakim sınıf alternatif bakışları, farklı söylemleri dışlar ya da marjinelleştirirken, belli düşünce ve bakışlar üretip, onları yerleşik hale getirir O, burjuva kapitalizminin inanç sisteminin, söz konusu ideolojinin ilkelerini kitleler için özlenen idealler olarak veya şeylerin doğal düzeni diye takdim eden sanatlar ve kitle iletişim araçları tarafından iletildiğini savunur

Gramsci’nin düşüncelerinden yola çıkan yapısalcı Marksist teorisyen Louis Althusser ise hegemonyayı açıklarken, Batı top*lumlarının çok çeşitli “ideolojik devlet aygıtları” (İDA) ile “baskıcı devlet aygıtı” (BDA)’ndan meydana geldiğini söyler Ona göre, hakim sınıfın ideolojik ilkelerini, gündelik yaşamın ayrılmaz bir parçası haline gelecek şekilde topluma yaymak, İDA’ların, yani eğitim sisteminin, sanatların, kitle iletişim araçlarının görevidir İDA’ların amacına ulaşamamaları durumunda BDA yani hükümet, polis ve ordu, düzeni şiddet ihtiva eden yollarla oturtmak ve yerleştirmek için vardır

Postmodernist düşüncede, hegemonya kavramı Ernest Laclou ve Chantal Mouffe tarafından yeniden ele alınıp gözden geçiril*miştir Buna göre, hegemonyanın olumsal doğasını vurgulayan düşünürler, Marksist teorinin aşikar başarısızlıklarını tashih etmek üzere geliştirilmiş bir şey olduğuna işaret ederler Klasik Marksist teorinin köşe taşlarından birini oluşturan tarihsel zorunluluğa göre, işçi sınıfının sonunda kendisini sömürenlere karşı ayaklanmaları gerekmektedir İşte hegemonya bunun niçin gerçekleşmediğini açıklarken klasik Marksist tarihsel zorunluluk anlayışını kuşkulu hale getirir Onların gözünde hegemonya çoğulcu bir Marksizmin geliştirilmesine duyulan ihtiyacın bir kanıtı olmak durumundadır


Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefe Sözlüğü

Eski 07-22-2012   #12
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefe Sözlüğü



Hellenik felsefe: MÖ altıncı yüzyılın başlarında MÖ 323 yılına dek sürmüş olan Yunan felsefesi

Felsefe, felsefenin doğuşu için, yüksek bir refah düzeyiyle merak olmak üzere, iki koşul arayan Aristoteles’in yorumuna uygun olarak, çeşitli yolların kesiştiği bir kavşakta bulunan ve özellikle ticaret yoluyla zenginleşmiş olan Milet kentinde başlamıştır Kişinin merak duyması, kendisine sunulanla yetinmeyip, şeylerin niçin oldukları gibi olduklarını anlamaya çalışması gerektiğini söyleyen ikinci koşul da Miletli filozoflarda varolmuştur Miletliler Doğu düşüncesinden etkilenmiş olsalar da, Yunan mitolojisinin sunduğu açıklamayla yetinmemiş, varlıkların niçin oldukları gibi olmaları gerektiğini anlamaya ve açıklamaya çalışmışlardır

Bundan dolayıdır ki, felsefe, felsefi düşünüş öncesindeki insanın yaptığı gibi, görmek ya da inanmakla ilgili bir konu değil*dir Felsefe merak etmekle, düşünmekle, kısacası akıl ile ilgili bir konu, gözle görülen varlıkların meydana getirdiği çokluğun gerisinde gizli olan birliği, görünüşün arkasındaki gerçekliği aramakla ilgili bir faaliyet olarak ortaya çıkıp gelişmiştir Daha önceki düşüncenin dini düşünceyle ve pratik ihtiyaçlarla karıştığı yerde, Hellenik felsefe daha çok dini ya da mitolojik düşünceden kopuşun sonucunda, yalnızca insan aklına dayanan bağımsız bir düşünce faaliyeti olarak başlamıştır

Hellenik felsefe, üç döneme ayrılabilir: 1- Doğa Felsefesi Bu dönemde yer alan filozoflar, felsefenin üç temel konusu olan varlık, bilgi ve değerden birincisini, yani varlık konusunu ele almışlar, varlıktaki değişmeyi, varlığın nedenlerini, doğadaki çokluğun kendisinden türediği birliği, yani arkhe konusunu araştırmışlardır Doğa felsefesi dört okul ya da problem çerçevesi içinde ele alınabilir: a) Thales, Anaximandros ve Anaximenes’ten oluşan maddeci, birci Milet Okulu b) Matematiksel çalışmalarıyla seçkinleşen ve felsefede, formu, yapı ve işlevi ön plana çıkartan Phytagorasçı Okul c) Daha çok birlikten çokluğa geçiş ve dolayısıyla, değişme problemi üzerinde durmuş olan Herakleitos ve Parmenides d) Dünyadaki apaçık değişme olgusunu Parmenidesin varlıkla ilgili görüşleriyle uzlaştırmaya çalışmış ve bu çerçeve içinde, varlığın temeline birden çok arkhe yerleştirmiş olan çokçu filozoflar: Empedokles, Anaksagoras ve Atomcular

2- İnsan Üzerine Felsefe Yunan felsefesinde, M Ö V yüzyılın ortalarıyla birlikte, doğa felsefesinin yerini, pratik felsefe olarak da tanımlanan, insan üzerine felsefe almıştır Bu dönemde filozoflar, düşüncelerini insanın kendisiyle yaşamına yöneltmişlerdir Bundan dolayı, bu tür bir felsefe, insanın kendisiyle, doğası, değerleri ve yetileriyle, onun doğadaki yeriyle ilgili olan, insanın başka insanlarla olan ilişkilerini konu alan bir felsefedir İnsan üzerine olan bu felsefenin temelinde yer alan motif, doğa felsefesinde olduğu gibi, saf merak olmayıp, insan yaşamının ve insanın eylemlerinin nasıl iyileştirilip, geliştirilebileceğini bulma şeklinde ortaya çıkan pratik bir motiftir

Hellenik felsefedeki bu değişimin toplumsal, siyasi ve felsefi nedenleri vardır, Buna göre, bu çağda felsefenin merkezi olan Atina’nın toplumsal yapısı bozulmuş, kent, göz kamaştırıcı bir refah döneminin ardından, M Ö 431 yılında, otuz yıl sonraki yıkılışını hazırlayan, uzun ve zorlu bir savaşa girmiştir Savaş yenilgisinin ardından, Atina, bir de veba salgının tüm dehşetini yaşamıştır Bundan dolayı, Atina artık yüksek bir refah düzeyi olan bir kent olmaktan çıkarak, insan yaşamıyla ilgili problemlerin kendilerini çok daha derinden hissettirdiği bir kent olup çıkmıştır

Öte yandan, Yunan felsefesinde, felsefenin merkezi olan Atina aynı zamanda, yurttaşların yöneticilerini seçmekle kalmayıp, kendilerinin de siyasal yaşama etkin bir biçimde katılabilecekleri küçük bir demokrasiydi İşte bu durum, siyasal yaşamın gerisinde yatan ilkeler ve kişinin siyasal yaşamda başarılı olmasını sağlayacak sanatlar hakkında daha çok şey öğrenme arzusunu güçlendirmiştir Yine, doğa felsefesinin, ortalama insanın bakış açısından iflas etmiş olduğunu söylemek gerekir Başka bir deyişle, ortalama aydının bakış açısından, doğa filozoflarının aynı konuda karşıt görüşlere ulaşmalarından dolayı, doğa felsefesi hepten anlamsız ve gereksiz hale gelmiştir Bu tür bir felsefenin iki temsilcisi vardır: Sofistler ve Sokrates

3- Sistematik Dönem Hellenik felsefenin son dönemi, eleştirici bir felsefeden oluşan sistematik dönemdir Yunan felsefi düşüncesinin ulaştığı bu düzeyde, Platon ve Aristoteles, insanın bilgiye ulaşırken kullandığı güç ve yetilerin güvenilirlik ve yeterliliklerini sorgulamaya başlamıştır Bilgimiz, gerçekte neye dayanmaktadır? Bilgilerimiz duyularımıza mı yoksa aklımıza mı dayanmaktadır? Duyularımızın bizi gerçeklikle ilişkiye sokabileceğinden emin olabilir miyiz? Zihinsel faaliyet ve işlemlerimiz güvenilir mi?

Bu dönemin iki büyük filozofu olan Platon ve Aristoteles, felsefelerinde, kendilerine dış dünya hakkında düşünme ve spekü*lasyonda bulunma izni vermezden önce, yetilerimiz, zihinsel faaliyetlerimiz ve işlemlerimizi çözümlemek ve sınamadan ge*çirmek gerektiği inancıyla, işe bu soruları sorarak başlamışlardır Yine, aynı dönemde, Yunan felsefesinin ilk iki döneminde, doğa ve insan konularında elde edilen bilgiden de yararlanan Platon ve Aristoteles, tarihin tanıdığı ilk ve en büyük felsefe sistemlerini kurmuşlardır Bu dönem, nihayet, bilimsel araştırmayla felsefe faaliyetinin, eğitim ve Öğretimin kurumsal bir nitelik kazandığı dönem olmuştur Bu çağda, eğitim ve araştırma faaliyeti için, Platon Akademiyi, Aristoteles de Liseyi kurmuş ve faaliyetlerini sürdürmüşlerdir

Hellenistik Felsefe: Kent devletinin sona erdiği MÖ 323 yılıyla Hellenistik çağın son büyük imparatorluğunun Roma’nın bir parçası olduğu MÖ 30 yılı arasındaki dönemin felsefesine verilen ad

Bu dönemde yer alan dört büyük felsefe okulu sırasıyla, Akademi, Peripatetik okul, Epikürosçu ve Stoacı okuldur Bu dört okuldan, hazcı ahlâkı ve Tanrı’nın evrene müdahalesini reddeden varlık görüşüyle Epiküros felsefesi, daha ağır basan ve döneme çok büyük ölçüde damgasını vuran felsefe olmuştur Amaçlı bir evren anlayışıyla en yüksek insani iyi olarak, aklın doğru ve yerinde faaliyetine duyulan inanç ise, en güçlü ifadesini Stoacılarda bulmuştur Stoacıların görüşlerinde somutlaşan bu amaçlı evren görüşü, son çözümlemede Sokrates’ten miras alınan bir görüş olarak Epiküros’un varlık görüşüyle karşıtlık içindedir

Bu dönemde ortaya çıkan başka bir felsefe okulu da, dogmatik oldukları gerekçesiyle tüm felsefelere ve özellikle de Stoacı felsefeye gösterilen tepkiyle seçkinleşen, kuşkuculuk olmuştur Nihayet dönemin sonlarına doğru, Poseidoinos Panaetios ve Antiokhos, Stoa felsefesini Platon ve Aristotelesçi öğretilerle birleştirmeye çalışmıştır

Hellenistik felsefenin en önemli özelliği, bu felsefenin konularını mantık fizik ve etik şeklinde düzenlemesidir Mantık, Aris*toteles’ten miras alınan bir tavırla, bilgi teorisini de kapsayacak şekilde, doğru bilgiye ulaşmanın yöntemi ve felsefenin vazgeçilmez aracı olarak görülmüştür Nitekim, bu anlayışın bir sonucu olarak, özellikle Stoacılar mantık alanına çok önemli katkılar yapmışlardır Aynı şekilde, fizik de arka planda kalıp, yalnızca etik için bir temel ve hazırlık olma fonksiyonunu yerine getirmiştir Bundan dolayı, bu dönemde filozoflar, fizik ya da varlık alanında yeni teoriler geliştirmek yerine, Sokrates öncesi doğa filozoflarının görüşlerini aynen benimsemişlerdir Bu bağlamda, Stoalıların Herakleitos’un fiziğini Epiküros’un ise Demokritosun atomcu görüşünü pek büyük bir değişiklik yapmadan benimsediğini söylemekte yarar vardır

Hellenistik felsefede ön plana çıkan çalışma alanı ya da disiplin, etik olmuştur Bunun nedeni, bireyin amacına ulaştığı, iyi bir yaşam sürdüğü, kendisini her bakımdan evinde gibi hissettiği kent devletinin yıkılması, kent devletinin yerini alan imparatorlukla birlikte, bilinen dünyanın sınırlarının genişlemesi ve bireylerin kaçınılmaz bir biçimde dünyaya topluma ve kendilerine yabancılaşması, yalnız ve başıboş kalmasıdır

Böylesi bir toplum düzeninde, felsefeden beklenebilecek tek şey, ilgisini birey üzerinde yoğunlaştırması, bireyin felsefeden beklediği yol göstericilik görevini yerine getirmesidir Bu dönemde, felsefenin herkesçe kabul görmüş amacı, insanı mutlu bir yaşama ulaştırmak, bireye güven ve bilgelik kazandırarak, onun yaşadığı yabancılaşma ve yolunu kaybetmişlik duygusunu aşmasını sağlamaktır İşte bundan dolayı, Hellenistik dönemin en büyük ve en önemli iki sistemi olan Epikürosçulukla Stoacılık kişisel bir ahlâk üzerinde yoğunlaşmışlar, siyasi ya da toplumsal düzenle ilgili problemlere pek az önem vermişlerdir Bir tinsel bağımsızlık ve kendi kendine yetme idealini ön plana çıkartan iki akımın da ahlâkı, fiziklerinin katkısız materyalizmini yansıtacak şekilde doğalcı ve ‘bu dünyacı’, yani içinde yaşadığımız dünyayla, bu dünyadaki yaşam ve değeri temele alan bir ahlâk anlayışıdır

Hiççilik: Genel olarak tanrının var oluşunu, ruhun ölümsüzlüğünü, iradenin özerkliğini, aklın otoritesini, değerlerin nesnelliğini, bilginin imkanını, tarihin mutlu sonunu yadsıma türünden bir reddiye dışında, bir de umutsuzluk, düş kırıklığı duygusu ihtiva eden görüş Genel bir psikolojik ya da felsefi hal olarak hiççilik, tüm ahlâki, dini, siyasi ve toplumsal değerden yoksun olma, varlık / yokluk, gerçeklik / gerçekdışılık, doğru / yanlış, bilgi / kanaat türünden tüm ayırımları yadsıma durumu ve tavrını, ifade eder

Buna karşın, siyaset alanında hiççilik, her tür toplumsal düzenin kötü olup, yıkılması gerektiğini öne süren, egemen bireyin özgürlüğü adına, otoritenin zorbalığına karşı çıkan tavırda ifadesini bulur

Hiper: Batı dillerinde en üstün, en yüksek en üstte olmaklık bildiren önek

Hipotez: Bilim ya da metodolojide, gözlemlenen olgularla ve olgular arasındaki ilişkilerle ilgili açıklama taslağı ya da belirli olgulara ilişkin geçici bir açıklama işlevi gören önerme ya da kabul Olguları açıklama gücüne sahip görünen ve deney yoluyla sınanmaya elverişli bir yapıda olup, ilgili olgular ya da veriler tarafından desteklenebildiği gibi, ret de edilen önerme

Hobbes, Thomas: 1588-1679 yılları arasında yaşamış ve daha çok siyaset felsefesi alanındaki görüşleriyle ün kazanmış olan İngiliz düşünür Temel eserleri: De Corpore Politico [Politik Toplum Üzerine], De Cive [Yurttaşlık Üzerine], De Corpore [Cisimler Üzerine], De Homine [İnsanlar Üzerine], Elementa Philosophiae [Felsefenin Unsurları] ve Leviathan

Temeller Bilginin kaynağı ve sonuçları itibariyle empirik olduğunu, tüm bilgilerimizin temelinde duyumların, duyu-deneyinin bulunduğunu, zaman ve mekanın yalnızca hayali tasarımlar olduğunu, felsefenin ise sonuçlardan nedenleri, nedenlerden de sonuçları çıkarsama faaliyetine karşılık geldiğini öne süren Hobbes, yaşadığı süre içinde, biri entellektüel, diğeri siyasi olan iki devrime tanıklık etmiştir Bu devrimlerden siyasi olanı, yani mutlak monarşinin parlamenter demokrasinin temsili kurumlarıyla sınırlanması söz konusu olduğunda, Hobbes tam bir karşı devrimcidir Buna karşın entellektüel devrim yani Ortaçağın tanrımerkezli ve Aristotelesçi dünya görüşünün bırakılarak, yeni doğa bilimleriyle, mekanik açıklamanın ve deneysel yöntemin benimsenmesi söz konusu olduğunda, o tam bir devrimcidir

Uygun ve gerekli politik kurumların insan doğasıyla ilgili gerçek ya da olgulardan, insan doğasıyla ilgili bu olguların da evrenin doğasıyla ilgili olgulardan çıkarsallacağı birlikli bir bilim görüşü geliştirmeyi amaçlamış olan Hobbes da felsefesinde, tıpkı bir rasyonalist gibi, geometrinin yöntemini benimsemiştir, zira geometri, ona göre, kesin a priori birkaç ilkeden çıkarsanabilir olup, bilgi veren sonuçlardan, önermelerden meydana gelmektedir Felsefeyle bilim arasında bir ayırım yapmayan, felsefesi, bilimsel yöntemin kapsamını kişilere ilişkin araştırmayla siyaseti de içine alacak şekilde genişletmek-ten meydana gelen Hobbes, her problemin ilke olarak doğa bilimlerinin yöntemleriyle çözülebileceğine inandığı doğa bilimlerinin yöntem ve araştırmalarının kişileri ve siyaseti açıklamak için de kullanılabileceğini savunduğu için pozitivist bir düşünür olmak durumundadır

Politik felsefesi: İşte buradan, etik anlayışından hareketle geliştirdiği siyaset felsefesinde, karşı devrimci bir tavrı benimse*yen, yeni yeni ortaya çıkıp büyük bir hızla gelişen burjuvazinin tarafını tutmayan Hobbes, bu alandaki büyük ününü sözleşmeci devlet anlayışıyla mutlak iktidarı sağlam bir temele oturtmasından almıştır Başka bir deyişle, Hobbes’ta mutlak iktidar, kralların Tanrı’dan aldıkları yetkiye değil de, doğrudan doğruya bireylerin çıkarlarına dayandırılmıştır

Hobbes’ta devlet insanların korunmaları için sözleşmeyle meydana getirilmiş yapay bir yaratık olup, onun siyaset felsefesindeki çıkış noktası doğal insandır İnsanların doğal yaşama halindeyken, altın çağda yaşamayıp, cehennem hayatı içinde olduklarını savunan, bu dönemde eşit ve özgür olan insanların birbirleriyle sürekli bir savaş içinde olduklarını öne süren filozof böyle bir durumda gelişme ve uygarlığın ilerlemesinin beklenemeyeceğini söylemiştir Buradan çıkışın tek yolu, insanların bir sözleşmeyle kendi sınırsız özgürlüklerine son vermeleri, bir üçüncü lehine haklarından vazgeçmeleridir Hobbes’a göre onların sözleşmeyle yarattıkları bu yapay insan, bu ejderha, onları temsil edip yönetecektir

O, bu yüce egemen gücün söz konusu ejderhanın, insanların yaptıkları sözleşmeyle bağlanmış olmadığını söylemiştir Topluma karşı hiçbir yükümlülüğü olmayan ejderha ya da devletin çok geniş yetkileri vardır Gerek hukuk, gerek din, gerekse mülkiyet, kısacası her şey sınırsız yetkilerle bezenmiş bu üstün güce bağlı olmak durumundadır Hobbes’a göre, hukukun tek bir kaynağı (vardır, bu kaynak da, egemen ve üstün gücün iradesidir Mülkiyet de, egemen gücün verdiği bir ödünden başka bir şey değildir Buna göre, sözleşmeden önce, herkesin her şey üzerinde hakkı vardı, ama gücü gücüne yeteneydi İşte mülkiyet güvenliğini getiren devlet, gerektiği zaman, mülkiyeti dilediği gibi düzenleyebilir Ona göre, devlet olmadan, mülkiyetin anlamı yoktur

Aynı durum, din için de geçerlidir İnsanların aynı anda iki efendiye birden hizmet edemeyeceğini söyleyen Hobbes, iç barışı sürdürebilmenin tek yolunun, devlet başkanının aynı zamanda kilisenin de başkanı olması, dini de denetimi altında tutması olduğunu söylemiştir

Holbach, Paul-Henri Baron de: Yeni ve özgün bir düşünce geliştirmemiş olmakla birlikte, Lamettrie tarafından kurulmuş olan Fransız materyalizmini daha ayrıntılı ve kesin bir sistem haline getirmeye çalışmış olan filozof 1723-1789 yılları arasında yaşamış olan Holbachın temel eseri Siyasetname de la Nature [Doğa Sistemi’dir

Toplum Felsefesi: Holbach’ın yararcı etik bağlamında düşündüğü ideal toplum modeli, aslında varolan burjuva toplumunun idealize edilmiş şeklidir Buna göre, eylem için biricik aklı motifin kişinin kendi hazzı, özçıkarı ya da mutluluğunun peşinden koşması olduğunu öne süren Holbach, iyi düzenlenmiş bir toplumun bireyin kişisel mutluluğunun peşinden koşmasının sosyal otorite tarafından hiçbir şekilde engellenmediği bir toplum biçimi olduğunu söyler Dolayısıyla, öz-çıkar ile ahlâklılık arasında çatışma varsa eğer, bu, bireylerin ahlâki kusur ve zaaflarından ziyade, toplumsal düzenlemenin kusurlarından ve eğitimin yetersizliğinden kaynaklanır Dolayısıyla, bütünüyle bireyden hareket eden toplum merkezci düşüncesi neredeyse, özel çıkarla kamu yararı arasında bir çatışma olamayacağını öne sürecek boyutlara varan Holbach’ın ideal yönetim tarzı da, temelinde ahlâkın bulunduğu yönetim şekli olarak etokrasidir Athocratie, ou le Gouvernement fonda sur la Morale [Etokrasi ya da Ahlâka Dayanan Yönetim adlı eserinde, devletin rolünü aydınlanmış öz-çıkar, kişinin kendi kendisini sevmesi, kendi hazzını araması temeli üzerine yükselen sosyal etiğin yaygınlaştırılarak pekiştirilmesi şeklinde tanımlayan filozof devletin, toplumun refahıyla üyelerinin mutluluğunun kendisine bağlı olduğu işbirliği ile ilgili erdemleri yaratmak ve geliştirmek için mümkün olan her şeyi yapması gerektiğini öne sürer Toplumsal barışın kendisi de zaten, toplum ve bireylerin karşılıklı olarak birbirlerine sunacakları hayırlı hizmetlere dayanır

Holizm: Bütüncülük Genel olarak, canlıyla cansız, organikle inorganik faaliyet arasında gerçek, temel ve indirgenemez bir farklılık bulunduğunu; canlı organik bütünleri oluşturan parçaların bütün içinde, bütünün dışında olduğundan daha farklı bir biçimde fonksiyon gösterdiklerini; bir fenomeni anlamak için, onu bütünlüğü içinde, yani onun bir parçası olduğu bütünü anlamak gerektiğini; ve dolayısıyla bütünün her zaman öğelerinin yalın toplamından daha fazla bir şey olup, karmaşık bir fenomenin, salt onu meydana getiren öğelerin analizi yoluyla anlaşılamayacağını savunan anlayış, yaklaşım ve öğreti

Sosyolojide, toplumsal grup ve kurumların veya bizzat toplumun kendisinin ayrı ve kendisine özgü bir bütünselliği olduğunu ve onun salt bireysel bileşenlerinin incelenmesi suretiyle anlaşılamayacağını öne süren görüş, ya da yaklaşım Toplumsal bir araştırmanın konusunun, bireysel eylemler değil de, bütünler olması gerektiğini savunan ve Comte, Durkheim ve Lovy-Strauss gibi düşünürler tarafından benimsenen yaklaşım, toplumların bütünler olarak görünmeleri gerektiğini çünkü birer bütün olarak toplumların bireylerin özellik ya da karakteristikerinden türetilemeyen özelliklere sahip olduğunu ve dolayısıyla analizin bireylerin davranışlarından değil de büyük ölçekli kurumlarla bu kurumlar arasındaki ilişkilerden başlaması gerektiğini söyler

Homo homini lupus est: İlk kez olarak Romalı ozan Plautus tarafından kullanılmış olmakla birlikte İngiliz filozofu Hobbes tarafından insanların haklarından bir kısmını toplumsal bir sözleşmeyle egemen bir yöneticiye devretmelerinden ve devletin kurulmasından önceki durumlarını insanların kendi çıkarlarını hayata geçirmek için her yola başvurma tavırlarını ifade etmek üzere yeniden ortaya çıkarılan ve insanın, insanın kurdu olduğu anlamına gelen Latince deyim

Hukuğun işlevi: Hukukçu ve hukuk felsefecilerine göre, hukuğun gerçekleştirmek durumunda olduğu üç işlev vardır: 1- Egemen gücün istediği ve belirlediği nihai bir durum ya da hedefe ulaşmak Örneğin sosyalist hukuk sistemlerinde, hukuk çoğunluk sosyalist toplum amacı için bir araçtan başka bir şey değildir

2- Hukuğun ikinci işlevi insanlar arasında bir çatışma olduğu her yerde, adalet dağıtmaktır

3- Hukuğun üçüncü ve sonuncu işlevi insanlara yurttaşlarla ilgili beklentilerine makul sınırlar koyarak toplumsal çatışmaları çözmektir

Hume, David: 1711-1776 yılları arasında yaşamış olan ünlü İngiliz filozofu Temel eserleri: Atreatise of Human Nature [İnsan Doğası Üzerine Bir Deneme], An Enquiry concerning Human Understanding [İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma], Political Discourses [Politik Konuşmalar], The Natural History Religion [Dinin Doğal Tarihi], An Enquiry Concerning the Principles of Morals [Ahlâkın İlkeleri Üzerine Araştırma]

Temeller: insan zihninde olup bitenlere Newton’un deneysel yöntemini uygulayarak, yeni bir insan bilimi kurmayı ve geliştirmeyi öneren Huma, tüm iyi niyetine ve yüksek amaçlarına rağmen, İngiliz empirizminin temel tezlerini koruduğu için son çözümlemede kuşkuculuğa düşmekten kurtulamamıştır


Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefe Sözlüğü

Eski 07-22-2012   #13
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefe Sözlüğü



Husserl, Edmund: Çağımızda fenomonoloji olarak bilinen çağdaş felsefe okulunun kurucusu olan ünlü Alman filozof 1859 yılında, Moravya’da dünyaya gelmiş olan Husserl, önce matematik tahsil etmiş ve daha yirmi üç yaşındayken, ünlü bir matematikçinin asistanı olmuştur O, daha sonra psikoloji alanına da yönelmiş, bu alandaki çalışmalarının da etkisiyle, yeni ve orijinal bir öğreti meydana getirmiştir Temel eserleri: Logische Untersuchungen (Mantık Araştırmaları), Philosophie der Arithmetik (Aritmetik Felsefesi), Cartesianische Meditationen (Kartezyen Düşünceler), Formale und Transendentale Logik (Formel ve Transendental Mantık) Krisis der Europaischen wissenschaften und die Tranzsendentale Phanomenologie (Avrupa Bilimlerinin Krizi ve Transendental Fenomenoloji)

Temeller, Bilimsel aklın, pozitivist düşünüşün, ahlâki ve kültürel değer alanını da kapsayan yayılmacılığına, pozitivizm ve doğalcılığın doğa bilimlerinden hareketle oluşturduğu bir değer ve yaşama felsefesine karşı çıkmış olan Husserl, ‘tin’in doğal dünyanın nesneleriyle aynı tür ya da düzeyden bir varlık olmadığını ve dolayısıyla, doğa bilimlerinde geçerli olan aynı açıklama kategorilerine tabi tutulamayacağını savunmuştur

Husserl’in doğalcılığa” bu kadar şiddetle karşı çıkmasına neden olan şey, doğalcılığın içerdiği kuşkuculuk ve göreciliktir Bu bağlamda Hegel ve Dilthey’ın başarısız olduğunu öne süren filozof, görecilikle baş etmenin tek yolunun kuşkuculuğu (paranteze almayı) veya Aydınlanma akılcılığının eleştirel tavrı benimsemek olduğunu söylemiştir

Başka bir deyişle, kesin ve dakik bir felsefenin her türlü ön kabulden bağışık olması ve tıpkı Descartes’la Kant’ın yaptığı gibi, özne ya da bilinçten hareket etmesi gerektiğini belirten Husserl’e göre, mutlak, bilinçte olmak durumundadır Felsefede Kant ve Fichte’nin mirasçısı, Descartes’ın izleyicisi olmak durumunda olan Husserl, mutlakların felsefe sahnesinden uzaklaşmasının, yalnız felsefe için değil, fakat uygarlık için de gerçek bir kriz doğurduğu inancındadır Husserle göre, kuşkuculuk, işte bu durumun bir sonucudur Nietzsche‘nin göreciliği ve Dilthey’ın tarihselciliğidir ki, bu kuşkuculuğu ortadan kaldıramadıktan başka, onun pekişmesine hizmet etmişlerdir Felsefenin bilim adamları ve empiristler tarafından reddedilmesi de, açık bir başarısızlık itirafından başka bir şey değildir Bundan dolayı, Husserl fenomenolojisiyle, felsefeye bilimsellik statüsü kazandırmayı, Avrupa düşüncesini akıl yoluna sokmayı amaçlar

Fenomenoloji: Buna göre, transendental bir filozof olarak Husserl, her tür bilginin nesne kuran öznelliğin başarılarında temel*lendiğini öne sürmüş ve yaşamı boyunca, bilmenin öznelliği ile bilinen içeriğin nesnelliği arasındaki ilişkiyi araştırmıştır Bu*nunla birlikte, bilinçten ya da özneden yola çıkarken Husserl, psikolojizm batağına düşmekten de ısrarla sakınmıştır O, aritmetiğin doğrularının psikolojik sayma süreçleri ya da işlemleriyle ilgili empirik genellemeler olmadığına, olduğu takdirde, bu süreçlerin doğallıkla kişiden kişiye, toplumdan topluma ve çağdan çağa farklılık göstereceğine inanır Zorunlu doğruları bilinçteki çağrışımlara, empirik genellemelere indirgemek olanaklı değildin böyle bir şey yapılırsa, her şeyden vazgeçerek, psikoloji ve antropolojiyle yetinmek gerekir

Husserl buna göre, tıpkı Descartes ve Kant’ın yaptığı gibi, inançlarımızdan bazılarının bilgi adını almaya hak kazanabilmesi için, yalnızca doğru olmakla kalmayıp, diğerlerine temel olacak şekilde zorunlu olması gerektiğine inanmıştır Bundan dolayı, bilincin dışına çıkmamak gerekir Bilincin dışına çıkmak, kendinde şeylerle deneyimin nesneleri arasında bir ayırım yapmak, kuşkuculuğu davet etmektir Öte yandan, bilince, psikolojinin yaptığı gibi, çağrışımcı bir bakış açısından yönelmek de psikolojizme yol açmaktır Öyleyse, yapılması gereken şey, deneyime ilişkin yeni ve nesnenin bilincin dışında gerçekten varolup varolmadığına bakmaksızın geçerli olacak bir tasvir sunmaktır

Husserl, bu çerçeve içinde bilincin apaçıklığına dayanır Onun kurduğu fenomenoloji, nesnel doğruya ulaşmak amacıyla, öz*nelliğe dönüşten meydana gelir Hakikat bilinçte, bende bulunmak durumundadır, başka hiçbir yerde değil Buna göre, fenomenoloji, deneyimin tecrübenin zorunlu ve tümel doğrularını çıkarsamak ve tasvir etmek amacıyla, bilincin özsel yapılarının incelenmesinden oluşur Fenomenolojik tasvirin amacı, deneyimde verilen özlere ya da idealara ulaşmak, deneyimin çeşitli olgularının ve teorilerinin göreliliğinin ötesine geçerek, doğrudan ve aracısız sezgide verilen yönlerini yakalamaktır Husserl, Kant ve Hegel’den farklı olarak, dedüksiyon ya da diyalektiğe değil de, apaçıklığa; duyuların açıklığına değil de, bilincin doğrudan ve aracısız olarak sezilen apaçıklığına yönelir

Başka bir deyişle, ona göre, nesne kuran öznellik olarak bilincin doğasını anlamak için, bize dünyayı özsel yönleriyle bilme imkanı verecek olan saf ya da transendental bilinç alanına girmemiz gerekmektedir Bilinci fenomenolojik bir biçimde ya da saf fenomen olarak veya göründüğü şekliyle incelemek durumunda olduğumuzu söyleyen Husserl’e göre, fenomenoloji, gözlemden çok, algıyı içermekte olup, bilinç akışının bireysel bileşenlerini gözlemez, fakat zihinsel fenomenlerin özünü sezgi yoluyla kavrar

Husserl işte, bu çerçeve içinde, sözcüklerin anlamını açıklayan sözel ve analitik nitelikteki bir bilgiden daha fazla bir şey olan her tür bilginin deneyime tecrübeye dayanmak zorunda olduğunu savunmuştur Buna göre, sözel ve analitik bir bilgi, kavramların analizine dayandığı ve deneyime dayanmadığı için, bize yeni bir bilgi vermez Bundan dolayı, söz konusu analitik nitelikteki bilginin dışında kalan her tür bilgi deneyime dayanmalıdır Bununla birlikte, o, deneyimi empiristlerden biraz daha geniş bir çerçeve içinde anlar Deneyimden söz ettikleri zaman, empiristler ya fiziksel nesnelerin tecrübe edildiği duyu deneyini ya da zihinsel fenomenlerin tecrübe edildiği içebakışı düşünürler Husserl ise, başka bir deneyim türü daha olduğunu savunur Bu deneyim türünde, fiziksel dünyanın da, zihinsel dünyanın da kapsamı içinde yer almayan belirli varlıklar, bize doğrudan ve aracısız bir biçimde verilir Duyu deneyindeki doğal nesnelerle, içebakışta söz konusu olan zihinsel fenomenler, birlikte, zaman içinde var olan gerçek varlıkların dünyasını meydana getirir Husserl’e göre, bu gerçek dünyadan başka, ezeli-ebedi olan ideal varlıkların oluşturduğu bir başka dünya daha vardır İşte, idealar, şeylerin özleri bu dünyayı oluşturur

Onun şeylerin özleri deyimiyle dile getirdiği ideal varlıklar, hemen hemen Platonun İdealarına karşılık gelir Belirli bir türün ör*neği olarak belli bir şeyin özü, tam olarak bu türün kendisidir Buna göre, yazı yazarken şimdi parmaklarımın arasında tuttuğum bir nesnenin, yani kalemin özü ‘kalem’ türüdür Masamı kaplayan kırmızı örtüye baktığım zaman, duyularımla bu somut şeyi algılarım, ancak aynı zamanda zihnim de kırmızılığın özünün neden meydana geldiğinin bilincine varır Edmund Husserle göre, insan zihni burada kırmızılığın özünün bilincine varırken, yine deneyim söz konusudur Bununla birlikte, bu deneyim beş duyu aracılığıyla gerçekleşen duyu de-neyi değildir Burada söz konusu olan deney zihinsel bir deneyimdir

Yani, insan zihni kırmızılığın özünün bilincine varırken, bu özü doğrudan ve aracısız olarak kavrar Bu deneyim türünde, şeyhlerin özleri, bize tıpkı duyu deneyindeki doğal cisimler gibi, doğrudan ve aracısız olarak verilir Husserl, şeylerin özlerini tecrübe ettiğimiz bu deneyim türüne özlere ilişkin sezgi adını verir Ona göre, biz özlere ilişkin bu sezgi aracılığıyla, kesin ve kuşku duyulamaz önermelere, sonuçlara ulaşırız Husserle göre, matematiğin nesneleri, aksiyomları da aynı şekilde bilinir Matematiğin aksiyomları, yalnızca sayılar ve diğer matematiksel nesneler hakkında, sezgiler aracılığıyla kazanılmış bilginin dilsel ifadeleridir ‘Doğal sayı’, ‘nokta’, ‘doğru çizgi’, ‘düzlem’ gibi ifadeler, duyu deneyiyle tecrübe edilebilir olan gerçek nesnelerin adları değildir Bu ifadeler, bize Husserl’in özlere ilişkin sezgi adını verdiği söz konusu deneyim biçimi içinde doğrudan ve aracısız olarak verilen ideal nesnelerin adlarıdırlar Husserl’e göre, özlere ilişkin bu sezgi aracılığıyla, biz matematiğin kendisine konu aldığı ideal varlıkların belirli özelliklerini, ilişkilerini, vb, bilme durumuna geliriz

Öze ilişkin sezgi, Husserl’in paranteze alma adını verdiği bir dizi fenomenolojik tekniğin ardından gelir Ona göre, ideal özler alanı duyularla algılanan tüm nesnelerin ötesinde bulunur Bununla birlikte, onlar asla havada, boşlukta kalan şeyler değiller*dir İdeal özler de duyusal yaşantılara dayanır Ancak bu yaşantılar, birçok rastlantılar ve arızi niteliklerle yüklü olduklarından, özlere yükselebilmek için, onları bir yana bırakmak ya da parantez içine almak’ zorundayız

Husserl’e göre, felsefe bir bilimdir Felsefe zihne verilmiş olan özlerin tasvir edilmesinin bilimidir Şu halde, Husserl’in felsefesinde en önemli nokta, zihne verilmiş olan varlığın özünü algılamaktır Bunun için de fenomenolojik yöntem kullanılarak, varlığın özünü meydana getirmeyen somut özellikler ayıklanır Varlığın somut özellikleri parantez içine alınmak suretiyle ayıklanınca, onun bireysel yanı ortadan kaldırılmış olur Bu ise onun özüne varılması anlamına gelir

Hümanist: Hümanizmi benimsemiş, dolayısıyla insan insani ilgi ve çıkarları temele alan kişi, disiplin ya da yaklaşım için kullanılan sıfat

Hümanizm: Genel olarak akıllı insan varlığını tek ve en yüksek değer kaynağı olarak gören, bireyin yaratıcı ve ahlâki gelişiminin, rasyonel ve anlamlı bir biçimde, doğaüstü alana hiç başvurmadan, doğal yoldan gerçekleştirilebileceğini belirten, ve bu çerçeve içinde, insanın doğallığını, özgürlüğünü ve etkinliğini ön plana çıkartan felsefi akım İnsanın kendisinin ve ilgili çıkarların çok temel bir öneme haiz olduğunu savunan yaklaşım; insan varlıklarına varolanların meydana getirdiği genel varlık şeması içinde özel bir konum atfeden öğreti

Bir yanında insanlığın tanrısal düzene bağımlı olduğunu söyleyip doğa üstü aşkın varlık alanına özel bir konum izafe eden doğaüstücülüğün veya teizmin, diğer yanında ise insan varlığının diğer canlılarla aynı düzeyde bulunduğunu savunup, onun bilimsel bir tarzda ele alınması gerektiğini savunan doğalcılığın bulunduğu hümanizm, insan varlıklarında geliştirilmesi ve kendi başına ele alınıp kutsanması gereken eşsiz güçler, benzersiz yetenekler bulunduğunu savunur Özünde, ateizme ya da agnostisizme dayanan ve dini ya da dini inancı dışlayan bir ahlâkı savunan yaşam görüşü olarak hümanizm, insan varlıklarının kendi içinde bir değer taşıdıklarını, insanla ilgili tüm diğer hak ve değerlerin temelinde, insanın insan olarak değerine duyulan saygının bulunduğunu öne süren; 1 insandan umudunu kesen, insan yaşamına herhangi bir anlam yüklemeyen, insanı yalnızca Tanrı’nın inayetiyle kurtulabilecek değersiz ve sıradan bir varlık olarak gören, 2 insan bilinciyle ilgili görüşünde, determinist ya da indirgemeci olan her düşünce sistemine şiddetle karşı çıkan anlayışı veya tavrı ifade etmek durumundadır

Kökenleri antik Yunan düşüncesine, insanı felsefi düşüncenin merkezine geçiren Sokrates’e, ‘insan her şeyin ölçüsüdür’ diyen Protagoras’a kadar geri giden, ama esas Rönesans döneminde, Tanrı’dan uzaklaşan dikkatin insana yönelmesiyle ortaya çıkıp, ilerlemeci Aydınlanma ve modernist hareketle gelişen hümanizm, 20 yüzyılda ise, İngilizce konuşan dünyada, ateizm ya da laik bir akılcılıkla eşanlamlı bir terim haline gelmiştir Buna karşın, kıta Avrupa’sında hümanizm, insanla doğanın geri kalanı arasındaki ontolojik farklılığı temele alan ve topluma, tarihe, kültüre ilişkin açıklamada, önceliği insana veren felsefeleri gösterir

Hümanistler, bu çerçeve içinde, insan varlıklarına özgü, onların ürünlerini, bu’ ürün ister tarihsel bir olay, ister ekonomik sistem ya da ister edebi bir eser olsun, standart bilimsel açıklamayla birleştirilen nesnel ve indirgemeci analizler tarafından açıklanabilmesini imkansız kılan, birtakım nitelik ve yetiler bulunduğunu savunmuşlardır İşte a) varoluşçuluğun, insanı ve insan bilincini ön plana çıkartan ve insanın evreni, ya da insanın öznelliğinin meydana getirdiği evren dışında başka bir evren bulunmadığını iddia eden felsefeleriyle; b) insanın ezeli-ebedi doğruları temaşa etme ve aşkın bir gerçeklikle doğrudan bir ilişki içine girebilme gücüne sahip olduğuna inanan personalizm; c) insanı her şeyin ölçüsü yapan insan merkezli görüşünden dolayı, pragmatizm; d) Lukacsz’ın genel yabancılaşma ve şeyleştirme sürecini, insanlığın yitirilmesi olarak değerlendiren görüşü; yabancılaşma üzerinde odaklaşan genç Marxla irtibatlandırılan Marksist hümanizm, çağdaş hümanizmlere örnek olarak verilebilir

Bununla birlikte, yine içinde bulunduğumuz yüzyılda, 1970’lerden başlayarak, yapısalcıların ve yapıbozumcuların eserlerinde güçlü bir hümanizm eleştirisi felsefenin gündemine gelmeye başlamıştır Kendi kendini belirlemeye, seçimleriyle toplum üze*rinde veya tarihin akışında ciddi değişim veya farklılıklar yaratabilmeye muktedir özerk insan varlığı konsepsiyonuyla belirle*nen hümanizm, Levi-Strauss, Althusser ve Foucault gibi düşünürlerin eserleriyle, bu dönemde ağır bir yara almıştır Zira bu düşünürler toplumsal, ekonomik ve psikolojik yapıların etkileri üzerinde durmuş ve bu etkilerin bireylerin eylemlerini nasıl etkileyip belirlediklerini gözler önüne sermiştir Bilinç nedensel ya da yapısal olarak belirlenmiş olup, bireyin kendi kendisini belirlemesi bir yanılsamadan başka bir şey değildir Birey bir oyuncu değil, yaşam adı verilen oyunda bir piyondur

I

Irkçılık: Bir halkın, bir grup İnsanın diğer halk ya da İnsanlardan farklı olmakla kalmayıp, aynı zamanda diğerlerinden fiziksel, entelektüel ya da ahlâki bakımdan daha iyi, daha güçlü, daha yüksek ya da daha yaratıcı olduğunu, bu üstünlüğün atalardan miras alınmış olan biyolojik farklılıklardan kaynaklandığını savunan anlayış Birbirlerinden ayrılan çeşitli İnsan ırkları bulunduğunu, bu ırklar arasında eşitlik bulunmadığını, üstün ırkların aşağı ırklara hükmetmesi gerektiğini öne süren inanç

Buna göre, daha yüksek ırk ya da halkların daha aşağı ırk ya da halklar üzerinde egemenlik kurma, hatta onları köleleştirme hakkına sahip olduğunu, bundan dolayı ırkların ya da halkların birbirleriyle karışmaması gerektiğini, ırk ya da halklar arasında söz konusu olabilecek cinsel ilişki ve evliliklerin daha ustun ve yüksek ırk ya da halkların bozulmasına yol açacağını savunan görüş olarak ırkçılık, zaman zaman başka ırklardan İnsanların daha aşağı düzeyden doğasıyla ilgili tutum ve inançlarla belirlenen önyargı, zaman zaman da, kişilere ırklarına bakılarak, ekonomik, toplumsal, hukuki ve eğitimsel açıdan farklı muamele edilmesi gerektiğini savunan sosyal ve siyasi öğreti şeklinde karşımıza çıkar

Islah edici adalet: Cezanın, ceza vermiş olmak için değil de, benzer eylem ve suçların yeniden ortaya çıkmaması için, suç işlemiş olan kişinin karakterini ve bu arada çevresini değiştirmek amacıyla verilmesi gerektiğini savunan adalet anlayışı

İ

İbni Haldun: 1332-1406 yılları arasında yaşamış ünlü İslam tarihçisi ve düşünürü Temel eseri Mukaddime olan İbni Haldun, bir tarihçi olarak, deneyime, gözleme dayanan, konusu kültür varlıkları ve toplumsal yaşam olan, toplumun geçimini, kültür aşamalarını, iç yapısını, geçirdiği değişim ve dönemleri inceleyen bilim olarak tanımladığı tarih biliminde, önemli bir kilometre taşı oluşturur

İnsanın alışkanlıklarının, doğuştan getirmeyip, sonradan kazandıklarının ifadesi olduğunu, aynı şekilde toplumların ve kavimlerin bir karakteri varsa, bu karakterin de onların alışkanlıkları ve kazandıklarının eseri olduğunu ve dolayısıyla, geleneklerin, adetlerin in-san doğasını değiştirdiğini savunan İbni Haldun, toplumu ve uygarlığı incelemek için, İnsan toplumuna etki eden olguların nedenlerini aramak gerektiğini belirtmiştir Temel ve açıklayıcı ilkeyi İnsan toplumunun şekil değiştirmesinde arayan İbni Haldun, İnsan toplumunun öz olduğunu ve bu özün ilineklerinin türlü toplum kategorilerini meydana getirdiğini öne sürmüştür

İbni Haldun’a göre, 1- Bilimler ve sanatlar İnsanı hayvanlardan ayıran en temel özelliklerdir 2- İnsanların tek başlarına varolamama ve dolayısıyla birlikte yaşama ihtiyaçlarından, devlet ve hükümdarlık doğmuştur 3- Mekanik sanatlar, gıdayı bölme zorunluluğunun sonucudur 4- Topluma bağlılıktan işbirliği zorunluluğu doğmuştur Toplumsal yaşam, işte bu du*rumun bir sonucudur

İnsan, İbni Haldun’a göre, yaşadığı toplum içinde birçok alışkanlık kazanır Bunlar, onun genel niteliklerini yaratır Başka bir deyişle, İnsanın özü, kazandığı alışkanlıklara bağlı olarak biçimlenir İbni Haldun’un, sosyoloji alanında deneyime dayanan, İnsan doğasının sonradan kazanılmış olduğunu dile getiren bu görüşü düşünce tarihinde oldukça özgün sayılabilecek bir görüştür O, toplumun temelinde olduğunu söylediği dayanışmayı üçe ayırır Buna göre, göçebelerde birliği sağlayan temel ilke olan kan bağı, kentlerde toplumsal bağlılık şeklinde ortaya çıkar Buna karşın İnsanlar arasında, daha çok duygulara dayanan geçici ve köksüz bir dayanışma vardır Dayanışmanın en gelişmiş şekli, toplumu devlete dayalı bir organizasyona götürür

Devletle toplum arasındaki bağ, ona göre, maddeyle form arasındaki ilişkiye benzer Nasıl ki madde formdan, form da maddeden ayrı olarak varolamazsa, aynı şekilde devlet ve toplumdan birinin olmadığı yerde, diğeri de olamaz Bundan dolayı, toplumda başlayan dağılma devlete, devletteki dağılma da topluma yayılır Devlet, yapısı gereği bir organizmaya benzer; küçük birimlerin bir araya gelişiyle doğar, ilk çocukluk ve gençlik çağlarını yaşadıktan sonra, olgunluk dönemine erişir Devletin en güçlü dönemini gösteren bu çağdan sonra gelen yaşlılık döneminde, kaçınılmaz olarak çözülme ve dağıl*ma başlar İbni Haldun, kökünü tarih, coğrafya, iktisat ve psikolojiden alan bu determinist devlet ve tarih görüşünü, tavırlar ya da aşamalar teorisiyle ifade etmiştir

Devleti doğuştan çöküşe götüren bu aşamalar, ona göre beşe ayrılmak durumundadır: 1- Toplumsal dayanışmadan doğan zafer tavrı 2- Yönetimin tek elde toplanması ve dolayısıyla baskıyla belirlenen istibdat tavrı 3- Toplumun barış ve mutluluk içinde yaşamasıyla belirlenen ferağ tavrı 4- Devlet yönetimini elinde bulunduranlarda, kurumlar ve ailede çözülmenin başladığı, çöküş aşaması 5- İsraf aşaması

İbni Rüşt: Endülüs’te Kurtuba kentinde doğmuş ve gençliğinde felsefe, matematik, fıkıh, tıp ve kelam çalışıp, uzun yıllar he*kimlik yaptıktan sonra, zamanını Aristoteles felsefesine şerhler, yorumlar yazarak geçirmiş olan ünlü İslam filozofu En önemli eserleri Gazali’nin Tehafüt’üne karşı kaleme aldığı Tehafüt-el-Tehafüt, dinle felsefenin uzlaştırılmasına dair bir kitap olan Faslu’l Makal, farklı disiplinlerde kullanılan yöntemleri ve genel olarak da yöntem konusunu ele alan E1-Keşf an Minhaci’l-edille’tir

İbni Sina: Felsefe, ve özellikle metafizik alanında çok güçlü izler bırakmış olan ünlü İslam düşünürü ve alimi Onun Ortaçağ düşüncesinin en geniş kapsamlı ve en derinlikli sistemlerinden birini ortaya koyan felsefesi, Doğuda felsefenin ulaştığı en yüksek noktayı veya düzeyi gösterir

Aristoteles’e çok şey borçlu olmakla birlikte, özellikle epistemoloji ve metafiziğinde Yeni-Platoncu öğretileri benimseyen İbni Sina’nın en büyük başarısı Aristoteles felsefesiyle Platonik felsefenin kusursuz bir sentezini oluşturmuş olmasından kaynaklanır Bununla birlikte, onun esas büyük başarısı, İslam dinini kendi sisteminin terimleriyle ifade etmekten veya yorumlamaktan meydana gelir Çok sayıda eser kaleme alan İbni Sina’nın en önemli eserleri arasında, fizik ve metafizik konusuyla ilgili olan Kitabü’ş-şifa; tıp konusunda geniş kapsamlı bir eser olan Kanun fi’t-tıb; psikolojiyle ilgili eserler ola*rak Kitab ün-nefis ve EI-Mebde vel-Mead; felsefe konusunda el-Necat bulunmaktadır

İçe göçme: Postmodern düşünür Baudrillard’ın postmodern dünyada çok çeşitli olguların ilgili oldukları düzlemlerde, nicesel yeğinlik kazandıktan sonra infilak etmek suretiyle, hem kendilerini ve hem de İnsanların onlarla ilgili düşünce ve varsayımlarını yok etme durumları ve eğilimleri için kullandığı terim

Buna göre, içe göçme, anlamın medyada, medya ve toplumsalın da kitlelerde kaybolması, bütün sınırların yok olup gitmesi ve böylelikle de her şeyin değersizleşip anlamsız]aşması sürecini tanımlar Medyada sürekli bir mesaj bombardımanına tabi tutulan, eğlence, reklam ve politika akışı içinde şaşkına çevrilen, sürekli olarak tüketmeye davet edilen kitleler, her şeye kayıtsız hale gelirken, bütün anlamların, ima ve kışkırtmaların infilak edip içe göçtüğü sessiz bir yığına dönüşürler Bundan sonra artık ne sosyolojiye ne de politikaya yer vardır

İdeal: 1- Yalnızca düşüncede mevcut olup, gerçeklikte bulunmayan şey 2- Türünün yetkin örneği olan şey, kopya edilecek, kendisine öykünülecek model

Bu bağlamda, filozof ya da düşünürlerin, varolan düzen karşısındaki hoşnutsuzluklarının bir sonucu olarak tasarladıkları düzene; olması gerekene yönelen teorisyenlerin, birtakım ilkeleri temele alarak, İnsanların tam olarak gelişebileceklerini, gerçek bir refah ve mutluluğa ulaşabileceklerini düşündükleri toplum düzenine, gerçeklikte değil de, sadece düşüncede varolan düzen anlamında, ideal düzen adı verilir Nitekim, düşünürler böyle bir toplum düzenini belirleyen ölçütler olarak özgürlük, eşitlik ve adalet ilkelerini, birtakım idealleri temele almışlardır

İdealist: 1- En yalın bir biçimde bağlanacak ideal ya da idealleri olan kişi, 2- İdealizmin şu ya da bu türünü benimseyen yaklaşım, akım ya da kişi için kullanılan niteleme

Buna göre, örneğin toplumsal gelişmenin belirleyici ve itici gücü olarak, fikirleri, idealleri, mutlak bir Zihin ya Aklı, İnsanların bilincini, soyut bir İdeyi gören, toplumların ve tarihin gelişimini ya mutlak bir İde veya evrensel akıl ile ya da seçkin kişiliklerin faaliyetiyle açıklayan tarih anlayışına idealist tarih anlayışı adı verilir

İdealizm: En genel ve felsefi olmayan gündelik anlamı içinde, yüksek ahlâki amaçlara bağlanma, zihnin tasarım, ide ve ideallerini maddi, kaba gerçekliğin tam karşısına geçirme ve onlara, İnsanın değerler cetvelinde başat bir rol ve konum yükleme tavrı; ideallerin, maddi ve deneyimsel gerçekliğin sınırlama, eksik ve kusurlarından bağımsız olduktan başka, yetkin ve mutlak olanı hedefleyen yönelimler olmalarından dolayı, yetkin olanın önceliğini ve üstünlüğünü vurgulama yaklaşımı

İdeoloji: Genel olarak siyasi ya da toplumsal bir öğreti meydana getiren ve siyasi ve toplumsal eylemi yönlendiren düşünce, inanç ve görüşler sistemi; bir topluma, bir döneme ya da toplumsal bir sınıfa özgü inançlar bütünü; bir toplumsal durumu yansıtan düşünceler dizgesi; İnsanların kendi varoluş koşulları ve ilişkilerinden doğan yaşam tarzlarıyla ilgili tasarımların tümü

1- Başlangıçta, bir ideler ve fikirler bilimi, idelerin kökenleriyle aralarındaki ilişkilere dair empirik bir araştırma olarak tanımlanmış olan ideoloji, 18 yüzyılın sonlarında, Destutt de Tracy tarafından, kimi ideologların düşünceleriyle bu düşüncelerin kaynağını incelemeyi amaçlayan felsefe sistemi anlamına gelecek şekilde yorumlanmıştır Bu anlamda, yani idelerin ve fikirlerin bilimi, düşüncelerin kaynağına, dildeki ifadelerine ve akılyürütmede bir araya gelişlerine ilişkin inceleme ve araştırma anlamında ideoloji, öznel ve nesnel ideoloji olarak ikiye ayrılmıştır Bunlardan nesnel ideoloji, duyumsal varlık olarak İnsanla dış dünyadaki şeyler arasında bir bağ kuran, ve İnsan düşüncesinin kaynağını dış dünyadaki nesnelerde bulan anlayıştır Buna karşın öznel ideoloji, düşünen öznenin kendi içine kapanan bilinci üzerinde yoğunlaşır

2- İdeoloji kavramı, 19 yüzyıldan itibaren söz konusu bilimsellik statüsünü yitirerek, rasyonel düşünce ve açık seçik algının önündeki, başkalarının, özellikle de politik hasımların düşüncelerini olumsuz etkilediği ve çarpıttığı düşünülen bir tür engel olarak yorumlanmaya başlanmıştır Burada ideoloji, etkisi altına aldığı İnsanların düşüncelerinde sürekli olarak ve sistematik bir tarzda hatalı bakış ve yorumlara yol açan tahrif edici faktörü gösterir Söz konusu anlamı içinde ideoloji, yanlış ya da tahrif edilmiş fikirler, inançlar bütününe; bir toplumda hakim sınıfın fikirler dünyasında yarattığı, somut gerçeklikten kopuk olup, toplumdaki egemen sınıfa ezilen sınıf üzerindeki iktisadi egemenliğini pekiştirme imkanı veren fikirler toplamına tekabül eder Hakim ideoloji olarak da bilinen bu ideolojinin yaptığı olumsuz etkiyi Marx, İnsanların ve İnsanlar arasındaki ilişkilerin bir camera obscuradaki (karanlık odadaki) gibi baş aşağı görünmesine yol açan’ olumsuz bir etki diye tanımlamıştır

3- İdeoloji, nihayet ve özde, kollektif bir davranış tarzının temeli olarak, muhafazakarlık, liberalizm, sosyalizm benzeri, ayrı politik bakış açılarıyla birleşen ve siyasi bir öğretiyi meydana getiren genel fikirler sistemini ifade eder

İktidar: 1- Genel olarak, eylemde bulunma, bir şeyler yapabilme doğal gücü ya da yeteneği 2- Etkide ya da eylemde bulunma imkanı veren hukuki, siyasi ya da ahlâki güç Formel olarak, A’nın B’yi, B’nin yapmayı tercih etmediği bir şeyi yapmaya zorlama gücü ya da kudreti 3- Devlet yönetimini elinde bulunduranların, bir toplumu yönetenlerin siyasi, hukuki ve fiili gücü 4- Yönetenlerin, yönetme yetkisini elinde bulunduranların kendileri, hükümet

Bir toplumun varolduğu her yerde, yönetici bir gücün, siyasi bir iktidarın varoluşu doğal ve anlaşılır bir şeydir İnsanlık bu du*rumu ya da olayı, siyasi meşruiyet veya egemenlik teorileri yoluyla her zaman haklılandırmaya ve doğal halinden toplum sözleşmesi yoluyla toplum haline geçişle açıklamaya çalışmış veya Marksizmin yaptığı gibi, bunu bir sınıfın iktisadi egemenliğinin bir yansıması olarak değerlendirmiştir

Öte yandan, iktidarın tarih içinde çok büyük bir dönem boyunca monarşik bir yapı arz ettiği, tek elde toplanmış olduğu bilinir Modern dönemde, mutlakiyetçiliğe karşı verilen uzun süreli mücadelelerin ardından, iktidarın çok çeşitli işlevleri, onun kötüye kullanılmasını önlemek maksadıyla, birbirinden ayrılmıştır Kuvvetler ayrılığı olarak bilinen bu ilkeye göre, yasama kuvveti yasaları yapar, yürütme organı (hükümet) yasaları uygular, yargı da yasaların uygulanmasından kaynaklanan anlaşmazlıkları çözer

Siyasi düşüncenin tarihi, bugün iktidar gerçeğinin birbirlerini tamamlayan iki farklı düzeyde ele alınabileceğini ortaya koymaktadır Bunlardan birincisi, farklı sosyal güçler arasında göreli bir denge sağlayan önlemlerin tümü, yetkilerin kullanımıyla ilgilidir Bu bağlamda, klasik iktidar analizi toplumsal yaşamın özelliklerine karar vermenin kim tarafından ve hangi amaçlarla saptanabileceğini saptamak amacıyla ilkeler düzeyinde gelişmiş ve iktidarın meşruiyeti problemi ele alınırken, sorun çıkar sorunu olarak vazedilmiştir Bu durumda iktidar, genel çıkarı sağlamak için siyasi olarak kurulan organları tanımlar Söz konusu yaklaşım, hukuki, siyasi ve temsille ilgilenen bir yaklaşım olup, iktidarı yasaklar ve çıkarlar çerçevesinde ele alırken, iktidarın bastırıcı fonksiyonunu öne çıkarır

Buna karşın, ikinci düzey analizini iktidarın fonksiyonel niteliği üzerinde yoğunlaştırır, bir sosyo-ekonomik yapıda bireyleri toplumla bütünleştirmeye ve programlamaya yarayan iktidar uygulama yöntemleri üzerinde yoğunlaşır Söz konusu düzey, yaklaşım ya da analiz türü iktidarın çoğulcu görünümüne ağırlık verirken, iktidarı belirli kurumlarla sınırlanmış bir şey olarak değil de, aile, okul, ordu, vb, sosyal birimleri meydana getiren hiyerarşik ilişkilerin her aşamasında uygulanan yaygın bir şey olarak görür Hal böyle olunca da, iktidarı çıkar, yasak ve baskı çerçevesi içinde kavramak yerine, onu iktidar mekanizmalarını yaratabilecekleri olumlu etkiler dizisi içine yerleştirmek suretiyle anlamak gerekir Bu ikinci yaklaşımın günümüzdeki en önemli temsilcisi ünlü Fransız düşünürü Michel Fucault ‘dur

İktidar seçkinleri: Ünlü Amerikalı sosyolog Wright Mills’in modern Amerikan toplumunda iktidarı elinde bulunduran, siyasi liderler, endüstri patronları ve askeri liderleri tanımlamak için kullandığı terim Bu üçlü küme, iktidarlarının temeli saisadi olmadığı için, yönetici sınıf olmaktan ziyade, bir iktidar seçkinleri kümesi oluşturur

İlahiyat: İslam düşüncesinde, din ve ilahi varlığı, yani Allah’ın varlığını ve sıfatlarını konu alan disipline verilen ad Allah’ın sıfatlarını, varoluşunu, Allah ile diğer varlıkların ilişkilerini konu edinen İslami bilim

İlerleme: On sekizinci yüzyılda, ama daha çok ve özel olarak on dokuzuncu yüzyılda tanımlanan, ve aklın, bilimsel bilgiyle teknolojinin toplum alanındaki tezahür ya da yansımasını ifade eden terim

Buna göre, ilerleme on dokuzuncu yüzyıldan itibaren endüstrileşmeye eşitlenmiştir Bu dönemde, teknolojik gelişmenin maddi refah açısından önemli gelişmeler sağlayacağı, sağlık standartlarının yükselişine yol açıp, İnsan yaşamını uzatacağı düşünülmüştür Yine endüstrileşme ve ilerlemenin haklı olarak aynı zamanda yurttaşlık haklarıyla İnsan haklarının güçlenip gelişmesi sonucunu doğuracağı, eğitim bakımdan gelişmeye yol açacağı savunulmuştur

Bütün bunlar çoğunluk gerçekleşmekle birlikte, yirminci yüzyılda ortaya çıkan dünya savaşları, faşist ve totaliter yönetimler ilerlemeye duyulan inanca önemli ölçüde zarar vermiştir Bugün ilerlemeye inananların, ilerlemeyi temele alan teorilerin yanıtlamak durumunda olduğu temel sorular şunlardır: 1- İlerlemeden hangi toplumsal gruplar yararlanmaktadır?, 2- Neyin ilerleme olduğuna kim karar verecektir?, ve nihayet 3- İlerleme adına nelerden vazgeçilecektir
İlerlemecilik: Genel olarak evrenin ana gerçeğinin devamlılık ve kalıcılık değil de, değişme olduğu inancıyla, her şeyde bir gelişme ve ilerleme aramak eğilimi Siyasi ve toplumsal açıdan ilerlemeyi, toplumsal koşulları iyileştirmeyi ve söz konusu iyileştirmenin gerçek bir toplumsal adalete yol açacağını savunan görüş

İletişim: Zihinler ya da benler arasında kurulan, ve düşünce, mesaj, niyet ve anlamların bir zihinden diğerine aktarılmasını sağlayan etkileşim; belirli bir düşünce, mesaj ya da bilinç içeriğinin, söz, konuşma ya da söylenimler türünden fiziki araçlarla, bir İnsandan, kışı ya da zihinden bir başkasına aktarılması süreci Belli bir şeyi anlatmak isteme, önermesel bir tavrı (yani bir inanç, arzu, üzüntü, vs,yi) bir dinleyici ya da dinleyiciler topluluğuna dilsel veya başkaca yollarla aktarma eylemi

İlkelcilik: İlkel yaşam ve toplum biçimine yüksek bir değer biçen ve uygarlığın katkılarını göz ardı ederek, ilkel yaşam tarzını ve İnsandaki ilkel saflık ve basitliği özleyen anlayış; uygarlık tarihini başlangıçtaki saf ve kusursuz bir durumun bozulması olarak gören, kurtuluşun ancak saf, basit ve ilkel bir yaşama geri dönülmesiyle söz konusu olabileceğini savunan görüş

İman: Dini bir çerçeve içinde, yaratan vE yasalarını koyan bir Tanrı’nın varoluşunu ve vahyi tartışılmaz kabul etme veya tasdik etme tavrı

Örneğin iman İslam dininde, Allah’ın varlığını tasdik etme; varoluşu tasdik edilen Allah’ı her türlü yalan ve kuşkudan azade kılmak ve uzak tutma anlamına gelir Tas-dik, sözlü ve fiili tasdik olmak üzere, iki şekilde olur Bunlardan sözlü tasdik de, kendi içinde, kalpte ve dilde olan tasdik olarak ikiye ayrılır Zaten hakiki tasdik, hem kalpte ve hem de dilde olan tasdiktir

Birçok Hıristiyan mezhebi, işte buradan hareketle, imanı, kalbin tasdiki, dilin ikrarı ve amellerin işlenmesi olarak tanımlanmıştır Fakat küfrün karşıtı diye sunulan iman, bir din içinde sadece Tanrı’nın varlığını tas-dik etmeyle sınırlı tutulmaz Örneğin, yine İslam dininde, Hz Muhammed imanı Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve kadere inanma olarak tanımlanmıştır İmanın konularını veren bu unsurlar, imanın temel koşulları olarak karşımıza çıkar

İnanç: 1- Genel olarak, bir şeyin ya kimsenin varlığına, bir iddianın doğruluğuna inanma, biri için güven besleme durumu 2- Yine genel bir çerçeve içinde özü itibariyle temsili bir karaktere sahip olup, bir önermeyi kendisine içerik olarak alan, ama son çözümlemede iradi davranışın kontrolü altında bulunan, zihin hali

3- İnanç, biraz daha özel bir anlam içinde, doğruluğuyla ilgili olarak kesin sonuçlu kanıtların, sağlam verilerin bulunmadığı, fakat yine de doğruluğu lehinde belirli dayanakların söz konusu olduğu ö gibi bir önermenin doğru olduğunu düşünme ya da savunma; kesin bilgiden daha zayıf olmakla birlikte, temelsiz sanıdan çok daha güçlü olan bilgi parçası anlamına gelir

İnşacılık: Sosyolojide, sosyal yaşamın toplumsal yaratılmış veya inşa edilmiş özünü ön plana çıkartan toplumun İnsan varlıkları tarafından etkin ve yaratıcı bir biçimde oluşturulduğunu, sosyal dünyanın, verili bir şey olmayıp bireyler ve toplumsal gruplar tarafından inşa edildiğini savunan görüş

İrade: Eylemlerimizi, arzu, niyet ve amaçlarımıza göre, kontrol altında tutabilme ve belirleme gücü; kişinin belli eylem ya da eylemleri gerçekleştirmede sergilediği kararlılık; belli bir durum karşısında, gerçekleştirilecek olan eylemi, herhangi bir dış zorlama ya da zorunluluk olmaksızın, kararlaştırma ve uygulama gücü; eyleme neden olan eylemi başlatabilen yeti

İradecilik: Hukuk ve siyaset felsefesinde, hukuki pozitivizim olarak da bilinen ve devletin yasalarının egemen güç ya da yasa koyucunun iradesini yansıtıp, bağlayıcı güçlerini bu kaynaktan aldığını savunan öğreti

İrfan: İslam felsefesi ya da düşüncesinde, Tanrı’yı ve Tanrı’nın sıfatlarını bilmeye yarayan tüm yollar için kullanılan terim

Bu yollar, iki başlık altında toplanır: 1- Bilim adamlarına bilginlere özgü olan ve sonuçtan nedene, eylemden sıfata ve sıfattan öze geçmeye yarayan istidlal ya da çıkarım yolu 2- Evliyaya özgü olan, ve gönlü temizlemekten ve gönülden madde ve sevgisini atmaktan oluşan iç temizliği -İrfan, tasavvuf geleneğinde, ayrıca kişinin “kendisini bilmesi” olarak tanımlanır

Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefe Sözlüğü

Eski 07-22-2012   #14
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefe Sözlüğü



Irigaray, Luc: Çağdaş Fransız feminist düşünür Parlern ‘est pas jamais neutre [Asla Yansız Olmayan Konuşma], La Sexe linguistique [linguistik Cinsiyeti, Sexes et Geneologies [Cinsiyetler ve Soy kütükleri], Je, tu, nous: Pour une Culture de la Diffarance [Ben, Sen, Biz: Bir Farklılık Kültürüne Doğru]

Felsefeye psikiyatri ya da psikoloji alanından gelen Irigaray çağın önemli kadın düşünürlerinin başında gelir Derrida’nın metafiziğin zorunlu kıldığı bastırma ve marjinalleştirmelere dair açıklamasından ilham alan Irigaray tüm dikkatini kültür ta*rafından baskı altına alınana yöneltmiştir O nitekim, kadının gerek metafizik ya da felsefede ve gerekse de kültürde dışlanmış olduğunu öne sürer Kadın Batı ‘nın kültürel imarjinerinde var değildir Batı kültürü Freud’un Totem ve Tabu’sunun baba katlinden çok daha eski olan bir ana katli üzerine inşa edilmiştir

Buna göre, Irigaray öncelikle felsefe tarihinde unutulmuş olan kadını arar O bu bağlamda, görme duyusundan, nesne bilgi*sinden uzaklaşan ve özü varlığın, formu gerçekliğin ölçüsü yapan Platon’dan başlayarak, günümüze kadar olan bütün bir Batı felsefesi geleneğini eleştirir Irigaray bununla da kalmayıp, dildeki cinsel yönelimleri araştırmıştır Kadının fallik olan dilde temsil edilmediğini öne süren filozofa göre, iletişimde bulunmak ve başkalarıyla ilişki kurabilmek, yani sosyal olabilmek için kadınlar ya erkeklerin dilini konuşmak ya da kendi dillerini yaratmak zorundadırlar Geleneğin kendisini eksik bir Gestalt, erkek öznenin uçuk, akıldışı, hiçbir zaman tam olamayan bir yansıması olarak gördüğünü söylediği kadının dilde temsil edilmediğini tekrar tekrar ifade eden Irigaray, özgül kadınca söylemin eski/yeni sözlerini egemen düzenin çeşitli şekillerde yıkıldığı köşe taşlarına yerleştirmeye çalışmıştır Buna göre, o kadın cinsel organının biçimiyle ilgili bambaşka yapılar ortaya atarak psikanalizin fallüsüyle alay etmiş, erkek düşüncesinin kadın için aynada oluşturduğu imgeyi par*çalamaya veya boşaltmaya kalkışmıştır

Irigaray aynı şeyin kadının sosyal statüsü için de geçerli olduğunu dile getirdikten sonra, kadının erkeğin, erkeğin de kadının yerinde hiçbir zaman olamayacağı bir farklılık etiği geliştirmiştir Bir cinsel farklılık etiğinin kadın jeneolojileriyle olan bağlarını yeniden kurması gerektiğini savunan Irigaray’a göre, kadının jeneolojisini yeniden inşa etmek veya canlandırmak, bastırılmış kadını desteklemek, ona bir ifade imkanı kazandırmak, kendine özgü kültürünü iade etmektir O kadınların son yıllarda kazandıkları hakların büyük bir bölümünün onların erkek postuna bürünmelerine izin veren haklar 9lduğunu iddia eder Ona göre, eşit haklara sahip olma ve hukuk düzeninin tarafsız olduğu mitosuna karşı, farklılık, ilk olarak haklarda kadınlar için ayrılık yapılmasıyla aşikar hale getirilmelidir Zira bu durumda yapılan klasik hukukun erkek ,damgalı şekli karşısında kadınları eşitliğe zorlamak olacaktır İkinci olarak da, cinslerin hukukta ilk kez kendilerini göstermeleri gerekmektedir

İslam felsefesi: İslam kültür çerçevesine mensup olan ülkelerde, veya İslam uygarlığının hakim olduğu toplumlarda, İslamın kültürel değerlerini özümsemiş düşünürlerin geliştirmiş oldukları, 8 yüzyılın son çeyreği ile 16 yüzyıl, fakat en etkili bir biçimde, 10 ve 12 yüzyıllar arasında vücut bulan tefekkür faaliyeti En önemli yönü, kültür ya da daha ziyade düşünce tarihi çeşitli uğrakları arasında büyük kopmaların olmadığı bir bütün olarak değerlendirildiği takdirde, İlkçağ Yunan felsefesiyle Skolastik felsefenin özellikle son dönemi arasında bir köprü olma işlevi yerine getirmesi olan düşünce türü ya da geleneği

1- Birçok düşünürün katkı yaptığı İslam felsefesinin doğuşunda, öncelikle Müslümanların bu dünyadaki yaşamlarını düzenle*yip, kurala bağladıktan başka, ahiret alemi için de rehber olan Kuran’ın indirilmiş olması etkili olmuştur Yani, Kuran’ın Müslümanların yaşayışı için bir rehber olma niteliği, Kuran’ın yazılması, okunması, anlaşılması, yabancı dilleri, dinleri ve ulusları araştırma, Tanrı ve evren üzerine bilgi edinme sonucunu doğurmuştur Kuranı okumak ve anlamaktan doğan düşünce ayrılıklarına sımsıkı bağlı olan kelamın kaynağında da Kuran bulunmakla birlikte, kutsal kitabın kelam ya da İslam teolojisi için doğrudan ve mutlak bir ilham kaynağı olduğunu söylemek pek de doğru sayılamaz Çünkü Kuran Hıristiyan Batıya hakim olan dogmatik teolojiye benzer bir şeye yol açmamıştır

2- İslam felsefesinin doğuşunda, ayrıca İslam dininin Şam ve Bağdat’ta, putperestlik ve Hıristiyanlıkla yüz yüze gelişi ve bu durumun yol açtığı gerginlik, Tanrı’nın evrendeki mutlak kudreti ve bunun, İnsanın eylemlerinden sorumlu oluşuyla olan ilgisinin ortaya çıkardığı ahlâki problemler ve nihayet, İslam yaşam görüşünün birliğini koruma zorunluluğu problemi etkili olmuştur Bu karmaşık problemlere ilişkin tartışma, İslamın kendi sınırları çerçevesinde, önce Kelam içinde, yedinci yüzyılın ortalarında başlamıştır Fakat bu problemlerin çözümü, tartışmaların bir sonuca bağlanması için, Kuran, Hadis, Kelam ve Tefsire ek olarak, İslam kültür çevrelerinde, felsefi kavram ve yöntemlere gerek duyulmuştur Söz konusu kavram ve yöntemleri ise, İslam felsefesine, kendisinden önceki büyük felsefe gelenekleri, fakat özellikle de, İlkçağ Yunan felsefesi sağlamıştır

3- İslam felsefesi, sadece Yunan’dan beslenen Hıristiyan Batı felsefesinin tersine, coğrafi olarak Yunanistan’la Asya’nın, kül*türel olarak da Doğuyla Batı felsefesinin kesiştiği bir merkezde gelişmiştir Yani, kültür mirasında sadece antik Grek felsefesi bulunan Hıristiyan felsefesinin aksine, İslam felsefesi, bu temele ek olarak Doğu bilgeliğinin mirasından faydalanmıştır Buna göre, İslam felsefesinin antik Yunan felsefesi dışındaki ikinci büyük kaynağı, Hint, İran, Mezopotamya ve Mısır’dır Iran ve Hint’ten gelen dinle karışık felsefi eserler, Hint’ten gelen Brahman ve Buda dinleri, İran’dan gelen Zerdüşt ve Mazdaizm dinleri ile Zend-Avesta gibi yarı dini yarı ahlâki eserler, yeni gelişmekte olan İslam düşüncesi için önemli bir kaynak meydana getirmiş ve ona daha sağlıklı bir sentez yaratma imkanı sağlamıştır Sözgelimi, İslam kozmolojisi ve metafiziğinde yıldızların ve göksel cisimlerin oynadığı önemli, ama Kuranın gerçeklik şemasında yer almayan rol, Yunanlıların yıldızların ve diğer göksel cisimlerin konumu ve ayaltı evren üzerindeki yaratıcı etkileriyle ilgili inançlarına olduğu kadar, Ortadoğu’nun bilimsel ve felsefi geleneklerine bağlanabilir

4- İslam felsefesinin Batılı kaynağı söz konusu olduğunda, bu kaynak doğal olarak klasik Yunan felsefesidir Bu bağlamda, İslam filozofları, Aristoteles’i neredeyse XIll yüzyıla kadar pek tanımayan Hıristiyan felsefesinin aksine, başlangıcından itibaren hem Platonculuk ve Yeni-Platonculukla ve hem de Aristotelesçi felsefeyle tanışmış ve söz konusu felsefeleri, onlara, mümkün varlık ve zorunlu varlık örneklerinde olduğu gibi, başkaca yeni kavramlar ekleyerek İslam kültür çevresine dahil etmişlerdir Bu da, İslam felsefesinin, yine Hıristiyan felsefesiyle kıyaslandığında, kıymeti özellikle İbn Sina dan sonra pek bilinmemiş olan, önemli sentezlere yol açma potansiyeline sahip, bir diğer üstünlüğüdür Bununla birlikte, sentezleme yeteneği yeterince gelişmemiş olan Doğu düşüncesinde ve biri nispeten mistik, diğeri nispeten daha rasyonel iki felsefe geleneğinin İslam felsefesiyle olan ilişkisi bağlamında, kimi istisnalar hariç, ya biri ya da diğeri ağır basmış, son çözümlemede de, ağır basan gizemcilik, iyi başlamış ve güzel gelişmiş olan İslam felsefesinin rasyonel bir felsefe olarak gelişip süreklilik kazanmasını engellemiştir

Buna göre, İslam felsefesi daha ilk zamanlarından itibaren, birbirinden bağımsız iki düşünce çizgisi sergiler Bunlardan birincisi ilk İslam filozofu olarak kabul edilen el-Kindi’yle irtibatlandırılan Yeni -Platoncu çizgidir İskenderiye ‘nin Yeni Aristotelesçiliğinden ziyade, Atina’da gelişen Yeni-Platoncu geleneğe yakın duran bu çizginin İslam dünyasına tanıttığı Plotinos’un görüşleri, burada oldukça ciddi sayılabilecek bir yankıya yol açmıştır Daha ziyade Yeni-Platoncu bir karakter sergileyen bu çizginin alternatifi ise, Nesturl alim ve mütercim Metta ibn Yunus tarafından kurulan Bağdat Aristotelesçileri Okulunun, adı üzerinde Aristotelesçi çizgisidir Aristotelesçiliği dolayımsız olarak Aristoteles felsefesinin İskenderiye ‘deki şerhçilerine geri giden, hatta onu da aşıp İskender Afrodisi ve Themistios’a uzanan bu çizginin önemli temsilcileri öncelikle Farabi, Sicistani ve özellikle de Ispanya’da İbn Bacce, İbn Tufeyl, İbn Rüşd’dür Söz konusu iki çizgi kendisine onları zamanının ilgilerine uygun olarak sentezleme görevi veren İbn Sina’da birleşir

5- İslam felsefesi, problemleri ve gelişimi itibariyle, son çözümlemede din-felsefe karşıtlığına indirgenebilecek olan iki temel karşıtlığın yarattığı gerilimden muzdarip olmuş ve söz konusu gerilim nedeniyle yaratıcılığını yitirerek önemli ölçüde sekteye uğramış-tır Bunlardan birinci karşıtlık, İslam peygamberine inen vahiy ile, yabancı bir dilde ve farklı bir entellektüel atmosferde doğup gelişen öğretiler bütünü arasındaki zıtlıktır Buna bağlı olan ikinci karşıtlık ise, gelenek ile ilerleme arasındaki karşıtlıktır Söz konusu karşıtlıklar bağlamında, İslam felsefesinde benimsenen üç ayrı tavırdan söz etmek mümkündür Birinci tavır, İslam’da felsefenin öncüsü olan el-Kindi’nin benimsediği ve daha sonra da Farabi ve İbn Sina tarafından devam ettirilen, felsefeyle dinin farklılıklarını, şu ya da bu, ama mutlaka karşıtlar arasındaki gerilimi olabildiğine yumuşatacak şekilde, birbirleriyle bağdaştırma veya uzlaştırma tavrı olmak durumundadır İkinci tavır ise, dini felsefeye tabi kılarak, felsefe geleneğini ilerleme için sağlam bir temel haline getirme yaklaşımı veya tavrıdır İbn Rüşd’ün olabildiğince ılımlı bir görünüm sergilediği bu tavırda, Razi, dini ve geleneği yoksayacak kadar ileri gitmiştir Bu tavrın karşılığı olan üçüncü tavır, dine ve geleneğe dört elle sarılarak, bilime ya da ilerlemeye karşı çıkarken, felsefeye bütünüyle düşman olur Gazali’nin kusursuz temsilcisi olduğu bu tavır, Doğuda felsefenin adeta kökünü kazırken, onun yalnızca Batı’daki İslam top*raklarında, Endülüs’te gelişebilmesine izin vermiş, ya da aynı anlama gelecek şekilde, felsefenin İslam dünyasından Hıristiyan Batıya göçmesine neden olmuştur

6- İslam felsefesi, özellikle Kindi, Razi, Farabi, ve İbn Rüşd’deki uğrağı itibariyle ve parlak döneminde, genelde rasyonalist bir felsefe olarak ortaya çıkar; deneyimden çok düşünceye, duyu verilen yerine akıl ilkeleriyle mantık kurallarına dayanır, baştan sona realist bir yaklaşım gösterir ve içinde yaşanılan dünya yerine, ideler dünyası ile veya bu iki dünya arasındaki ilişkiyle ilgilenir Felsefeyi başlangıçta, İskenderiye’de gelişen eğitim müfredatına uygun olarak, mantığı bir alet ve içinde fizik, matematik ve metafiziğin yer aldığı teorik felsefe ve kapsamı içine etik, iktisat ve siyasetin girdiği pratik felsefe diye tasnif eden İslam felsefesi, İbni Sina ‘dan itibaren özellikle üç alan, mantık, fizik ve metafizik üzerinde yoğunlaşmıştır Onun esas amacı dinle felsefe arasında içten bir bağlantı kurmak, dinin kapsamı içine giren konuları felsefe görüşleriyle uzlaştırmak olmuştur İslam felsefesi, şu halde inanca dayanan bir felsefe olup, onun, tıpkı Hıristiyan Batı’da olduğu gibi, birleştirici, inançla akıl arasındaki ayrılığı, dinin lehine olacak şekilde giderici bir niteliği vardır İnsanı da konu edinmekle birlikte, yoğun bir biçimde etkilendiği Yeni-Platoncu felsefeye uygun olarak, İnsanı maddi yanından sıyırmış ve İnsanın gerçek bileşeni olarak, yalnızca ruhu görmüştür

7- İslam felsefesi, kaynağı veya yaklaşımı itibariyle değil, fakat bu kez tarihsel olarak sınıflandığında, onun dört ayrı döne*me ayrıldığı söylenebilir: a) VIII yüzyılın son çeyreğinden IX yüzyılın ortasına dek süren, en önemli temsilcisinin el-Kindi ol*duğu oluşum dönemi, b) IX yüzyıl ile XI yüzyıl arasında kalan, en önemli temsilcilerinin Farabi ve İbn Sina olduğu yaratıcı dönem, c) XII ve XV yüzyıllar arasında kalan, ve İslam fondemantalist gelenekçiliğinin Müslümanlara yönelik, İslamı bütün yeniliklerden ve rasyonalist felsefeden arındırma çağrısına karşı temsilciliğini Batıda İbn Bacce, Ibn Tufeyl ve İbn Rüşd’tün, Doğuda ise Sühreverdi’nin yaptığı yeniden inşa ve tepki dönemi d) XVI yüzyılın gerileme dönemi

8- İçerik açısından değerlendirildiğinde, İslam felsefesinin belli başlı konuları arasında, her şeyden önce Tanrı’nın bulunduğunu söylemek gerekir Başka bir deyişle, İslam felsefesinin konuları, tıpkı Hıristiyan Ortaçağ felsefesinin hiyerarşik varlık anlayışında olduğu gibi, en yüce varlık olan Tanrı’dan başlayarak, İnsana ve maddeye kadar inen bir varlıklar dizisinden oluşur Varlık türlerinin en yüksek noktasında, Kuranla beslenen monoteizm inancına uygun olarak, Tanrı vardır Tanrı, özü bakımından bütün olarak bilinemez olan varlıktır; Tanrı’nın özü aklın, bilgi gücünün, anlama yetisinin sınırlarını kesinlikle aşar Tanrı ‘nın zatı ya da özü bilinemese de, nitelikleri araştırma konusu olabilir Buna göre, Tanrı “kadim”dir, tüm varlık türlerinden öncedir O’nun başlangıcı ve sonu yoktur; Tanrı en olgun, en yetkin varlıktır Yaratıcıdır, ezeli ve ebedidir Tanrı her şeyi bilir, her şeyi görür ve her şeyi duyar İbadetin biricik konusu olan Tanrı eşsiz ve biricik olup, bağışlana*mayacak en büyük günah ona eş koşmaktır O’nun bütün bu nitelikleri, tanrısal sıfatları ancak, akıl yoluyla anlaşılabilir

Evren, İslam felsefesine göre, Tanrı’nın eseridir yaratılmıştır Evrenin bir başlangıcı vardır ve o er geç yok olacaktır Tanrı’dan türemiş olan evren O’nun sonsuz bir ‘zuhur” alanıdır Evrenin yetkinliği Tanrı’nın yüceliğini, yaratıcı gücünün enginliğini gösterir Tanrı ‘kadim” olduğundan yaratılan evren “hadis”tir, yani sonradan varolmuştur Tanrı’nın ilahi iradesi gereği, yaradılış eylemi, kaçınılmaz bir zorunluluk olarak ortaya çıkar Başka bir deyişle, Tanrı’nın varlığı, yaratmayı, ve dolayısıyla evreni gerekli kılar İslam felsefesi, evrenin yaratılışıyla ilgili olarak, üç ayrı görüş öne sürmüştür: 1- Yaratma eylemi bir kez olmuştur Tanrı her olayı yeniden yaratmaz 2- Evren, sürekli bir yaratılma eylemi içindedir, her oluş, sonradan ortaya çıkan her olay, yeni baştan ve Tanrı tarafından yaratılmaktadır Yaratma bir kez olup biten bir şey olmayıp, sürekli-din 3- Evren kadimdir, yaratılmamıştır, dolayısıyla Tanrı ile eş zamanlıdır Tanrı ile bir oluş akımı içindedir Evrenin kendi yasaları, kendi kuralları vardır Her olay kendi özü gereği, bağımsız bir kurala göre ortaya çıkar

İslam felsefesi genel olarak ruhun, İnsandan önce yaratılmış olduğunu, ve bedene sonradan girdiğini savunur Ruh bedenden bağımsız bir töz olarak varolur ve İnsan öldüğü zaman ölmez Ölüm, yalnızca ruhun bedenden ayrılması, geldiği tanrısal kaynağa geri dönmesidir İnsan varlığı ruhun özünü bilemez, yalnızca ruhun dışa vuran eylemlerini düşünün ve yorumlar Ruhun maddeyle en küçük bir ilgisi yoktur İnsanda bilmeyi, düşünmeyi canlılığı İnsan olarak eylemde bulunmayı sağlayan ruhtur İnsan varlığının ikinci bileşeni, ruhtan sonra yaratılmış ve geçici olan, yok olup giden bedendir İslam felsefesinin tüm düşünürlerine göre, bedenin duyular adı verilen değişik nitelikte yetenekleri vardır Bununla birlikte, duyular yalnızca ruhun yardımıyla iş görebilir Bedene canlılık veren ruh, duyuların çalışmasını algı gücünün gelişmesini sağlar İnsanda, Tanrı’nın ona verdiği bir cüzi irade vardır

Akıl ve irade gibi yetiler, İslam felsefesinin farklı okullarının değişik üyelerine göre, İnsana Tanrı’nın birer armağanı olup, tanrısal bir yapı sergilerler İnsan aklının üç ayrı başarısı vardır: a) İnanmak b) bilmek ve c) düşünmek İnsan taşıdığı bu güçler yüzünden inanan, inanmayı bilen bir varlıktır İnsan özgür iradenin taşıyıcısı olduğundan, eylemlerinden dolayı, Tanrı karşısında sorumludur Tanrı, evreni yarattıktan sonra, İnsanı tüm eylemlerinde serbest bırakmıştır Eylem bağımsız bir ‘irade”nin yönetimi altında ortaya çıktığı için, gerçek fail olan İnsanda sorumluluk vardır Bu nedenle, ‘İnsan Tanrı katında, yaptıklarının hesabını vermek” zorundadır

Bu ortak akaid temeline rağmen, İslam felsefesinde, filozoflar irade özgürlüğü konusunda ikiye ayrılırlar Bir grup filozofa göre, her fiil ya da eylemin mutlak faili Tanrı olduğundan, İnsan yaptıklarından ya da eylemlerinden sorumlu değildir Çünkü, her şey Tanrı’dan gelir, İnsanın iradesi kendi elinde değildir, ve İnsan Özgür bir varlık olmadığı için, sorumluluğu da yoktur Buna karşın, ikinci grup filozofa göre, İnsan tüm davranış ve eylemlerinde özgürdür Tanrı her şeyi bildiği için, özgün bir iradesi olan İnsanın ne yapacağını da önceden bilir ‘Takdir”, yapılacak olanların ‘önceden” bilinmesi yüzündendir Tanrı ‘takdir ettiği için, İnsan eylemde bulunmaz”, İnsanın nasıl eylemde bulunup davranacağı ‘önceden” Tanrı tarafından bilindiği için, “takdir’ edilmiştir ‘Takdir”, gerçekleştirilecek olan davranışın sınırlandırılması değil, bilinmesi sonucudur Bu bakımdan İnsanı tüm eylemlerinden sorumludur Yine, İslam felsefesine göre bu dünya geçicidir Ruh, geldiği yerde dönecektir, onun için sonsuz hayat imkanı vardır Her İnsanın, dünyadaki eylemlerine göre, öte dünyada göreceği bir karşılık bulunmaktadır İyilik yapanlar, hayır işleyenler mutluluk, kötülük yapanlar da ceza görecektirler Tanrı adil olduğu için, her işin, her eylemin karşılığını verecektir İnsan, özgür iradesi ile “hayr” ve ‘şer”den birini seçmek zorundadır

İslam felsefesinin diğer önemli problemleri arasında, peygamberin bilincinin doğası ve karakteristikleriyle, onun mistiğe özgü bilinçten nasıl farklılaştığı, peygamberin bilgisinin mahiyeti gibi konuları da içeren peygamberlik (nübüvvet) problemiyle felsefe ve dini birbirleriyle uyumlu hale getirme problemi bulunmaktadır Sonuncu problem bağlamında büyük bir çoğunlukla benimsenen çözüm, ki bu İslamda felsefenin altın çağında felsefeyle dinin birbirlerine İslam kültürünün gelişimine büyük bir ivme kazandıracak şekilde nasıl sağlam bir biçimde eklemlendiğini gösteren bir çözümdür, felsefeyle dinin ayrı ayrı ulaştığı sonuçların, kaynakları aynı nihai ve en yüksek gerçeklikte bulunduğu için, birbirleriyle tutarsız olamayacaklarına işaret eden çözümdür Bütün bunların dışında ebedi saadet, ödül ve ceza ve mucizeler konusunu ele alan İslam felsefesi, ayrıca din dilinin mahiyeti üzerinde de durmuştur

İş bölümü: Üretimin emek ya da işin teknik, toplumsal ve cinsel bir çerçeve içinde bölümlenmesi ya da farklılaşması durumu

Buna göre, iş bölümü deyimi üç farklı şekilde kullanılmıştır Bunlardan birincisi, 1- İşin teknik bir çerçeve içinde bölünmesi olup, doğrudan doğruya üretim sürecine işaret eder On sekizinci yüzyıl iktisatçısı A Smith terimi, üretim sürecindeki uzmanlaşmayı, işi ayrı işçiler tarafından gerçekleştirilen sınırlı işlemlere bölme tavrının sonucu olan aşırı ihtisaslaşmayı ifade etmek için kullanmıştır O, her bir işçinin işin bir bölümünü aynı anda yaptığı işbölümünü emeğin verimliliğini arttırdığı, aynı basit işi sonsuzca tekrarlayacak olan işçinin maharet ve becerisini yükselteceği, vb gerekçesiyle sa*vunmuştur

İşbölümüne, toplumsal çatışmaya yol açtığı, sınıfsal eşitsizlik, özel mülkiyet ve yabancılaşmanın kaynağı olduğu ve İnsani yaratıcılığı yok ettiği gerekçesiyle başlangıçta karşı çıkan Marx, daha sonra sınıf ve işbölümünün ayrı fenomenler olduğunu söyleyerek, işbölümünün endüstri toplumunun bir gereği olduğunu ve sosyalist toplumda da devam edeceğini söylemiştir

İşbölümünün ikinci türü, 2- Toplumsal iş-bölümü olup, bir bütün olarak toplumdaki farklılaşmayı gösterir Sosyolojinin kurucusu olarak görülen Comte, işte bu çerçeve içinde, işbölümünün bireyler arasındaki karşılık bağımlılık ilişkilerini arttırmak suretiyle toplumsal dayanışmayı arttırırken, bir yandan da toplumda bölünmeye yol açabileceğini söylemiştir İşbölümünün üçüncü türü ise, 3- İşin kadın ve erkek cinsine göre bölümlenmesinden, rollerle faaliyetlerin kadın ve erkeklere göre farklılaştırılmasından oluşur

J

Jameson, Frederic: Marksizm veya Marksist eleştiriyle postmodernizm arasında bağ kuran, postmodernizm ve postyapısalcılığın katkılarıyla zenginleştirilmiş bir Marksist kültür teorisi geliştiren çağdaş düşünün Temel eserleri: Marxism and Form (Marksizm ve Biçim], The Prison House of Langage (Dil Hapishanesi], The Political UnconscloUS (Politik Bilinçdışı]

Postmodern bir çağı belirleyen en önemli değişimleri, yüksek kültürle aşağı kültür arasındaki katı ayrımın çökmesi modernist eserlerin eleştirel boyutlarını yitirmeleri kültürün neredeyse bütünüyle metalaşması, hem tarihsel bir geçmiş ve hem de farklı bir gelecek duygusunu silen bir mevcudiyetçiliğin varoluşu olarak teşhis eden Jameson, postmoderni kapitalist toplumun gelişimindeki bir aşama, postmodernizmi geç kapitalizmin hakim kültürel mantığı olarak yorumlamıştır

Başka bir deyişle, Jameson’a göre, kapitalizmin her aşamasına karşılık gelen bir kültürel form vardır Piyasa kapitalizminin hakim kültürel ifadesi sanatsal realizm, tekelci kapitalizmin kültürel ifadesi de modernizmdir Metalaşma dinamiklerini sosyal ve kişisel hayatın tüm alanlarına yayan, çok uluslu kapitalizmin bütün enformasyon ve bilgilerin bilinçdışı kürelerine sızmış olduğu geç kapitalizminin kültürel ifadesi ise postmodernizmdir

K

Kaderiye: Her hareketin, her eylemin önceden Tanrı tarafından yaratıldığını, takdir edildiğini ileri süren Cebriye anlayışına karşı çıkan ve İnsanın yaptığı işlerin yaratıcısı olduğu, özgür bir iradeye sahip olduğu görüşünü benimseyen İslam mezhebi

Bu mezhebe göre, Tanrı İnsana akıl ile birlikte bir yapabilme gücü (kader) vermiş ve onu özgür bırakmıştır; bundan dolayı, kul her eyleminden sorumludur Kaderiye mezhebine göre, Tanrı yalnızca iyi yaratmış olup, kötü İnsan ya da şeytanın eseridir İnsan bu ikisinden birini seçmede bütünüyle özgürdür Bununla birlikte, bu durum Tanrı’nın İnsanın her davranışını önceden bilmediği anlamına gelmez

Kamusal: Özel kişisel yada mahrem olana karşıt olarak kamuyla, meslekler veya siyasi alanla ilgili olan için kullanılan nite*leme

Bu bağlamda, bir bütün olarak toplumun çıkarını, bireylerin ya da grupların bencil çıkarlarından ayırt etmek için kamusal çıkar deyimi kullanılır Buna göre, bir toplumun tüm üyelerinin, statüye, zenginliğe veya konuma bakmaksızın paylaştıkları ortak bir hedef politika ya da amaca kamusal çıkar adı verilir

Yine, liberal politik düzenin feodal düzenin yerini aldığı sırada oluşmuş olan, yurttaş ya da bireylerin toplulukla ilgili sorunları ve konular üzerinde tartışma, fikir beyan etme imkanı buldukları, sosyo-politik sorunların çözülmesinde kişilerin değerler, erek ve normlar üzerinde mutabakata yarma ve katkı yapma şansına sahip oldukları estetik/ebedi eleştiri veya politik muhalefet alanı kamusal alan olarak tanımlanır Sivil toplumla devlet arasındaki bir alan olarak kamusal alan, burjuva toplumunun ihtiyaçlarını devlete ileten ilerici, eleştirel ve kültür tartışan bir alan biçiminde gelişmiştir


Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefe Sözlüğü

Eski 07-22-2012   #15
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefe Sözlüğü



Kant, Immanuel: 1724-1804 yılları arasında yaşamış olan ünlü Alman filozofu Temel eserleri: Kritik der Reinen Vernunft [Saf Aklın Eleştirisi], Kritik der Pratischen Vernunft [Pratik Aklın Eleştirisi] ve Kritik der Urteilkraft [Yargı Gücünün Eleştirisi]

Temeller Modern felsefenin gelişim seyrine uygun olarak epistemolojiyi ön plana çıkartmış olan Kanıt, öncelikle Hume’dan etkilenmiştir Kendi deyişiyle Hume onu dogmatik uykusundan uyandıran, spekülatif felsefe alanındaki araştırmalarına yeni bir yön veren filozof olmuştur Öte yandan, o Descartes’ın akılcılığının da birtakım olumlu yönler içerdiğini saptamış ve zihnimizin, matematikle uğraştığı zamanki işleyiş tarzı karşısında adeta büyülenmiştir Kanıt, bundan başka asıl, on yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda göz kamaştırıcı gelişmeler kaydeden bilimden, özellikle de fizikten etkilenmiştir Kant’ın gözünde bilim, öncülleri kesin olan ve yöntemleri, ancak Hume’unki gibi felsefi bir kuşkuculuk benimsendiği zaman, sorgulanabilen evrensel bir disiplindir Bir bilim adamı, Kanta göre, bir yandan kendisinden önceki bilim adamlarının ulaştığı sonuçları kabul eder; yine, bu bilim adamı kabul ettiği bu sonuçlara ek olarak, yeni araştırmalara giriştiği zaman, deneysel yöntemler kullanır Bilim yansızdır ve nesneldir

Öte yandan bilimin, özellikle de Newton tarafından geliştirilen modern fiziğin çok başarılı sonuçlar doğurmuş olan yöntemi, Kant’a göre, rasyonalizmi de empirizmi de aşarak gelişmiştir Başka bir deyişle, fizik bilimi, rasyonalizmin ulaştığı sonuçları da empirizmin ulaştığı sonuçları da yanlışlayarak gelişimini sürdürmektedir Buna göre, kendisine en sağlam bilgi modeli olarak düşünülen matematiği örnek alan rasyonalizm, şeylerin bizatihi kendilerine yönelmeden, şeylerin kendileriyle bir temas kurmadan, yalnızca düşünceleri birbirlerine bağlamak-la yetinip, şeylerin kendileriyle ilgili olarak a priori sonuçlara ulaşır Oysa fizik, matematiği de kullanarak şeylerin bizzatihi kendilerine yönelmekte, şeylerin kendileriyle, rasyonalizm tarafından kurulamayan teması, başarılı bir biçimde kurmaktadır

Kant’a göre, İngiliz filozofu Hume’un empirizmi, belirli bir nedenden daima aynı sonucun çıkacağını hiçbir zaman kesin ola*rak bilemeyeceğimizi savunmak suretiyle, nedensellikle ilgili olarak kuşkucu bir tavrı benimsemiştir Oysa, çok başarılı sonuçlar elde etmiş olan fizik bilimi hemen tümüyle nedensellik ilkesine dayanmaktadır Kanıt bu bağlamda, kendisine düşen işin, rasyonalizm tarafından da, tempirizm tarafından da açıklanıp temellendirilemeyen bilimi, özellikle de fizik bilimini temellendirmek, bilimsel bir biçimde düşündüğü zaman, İnsan zihninin nasıl işlediğini bulmak olduğunu düşünmüştür

Başka bir deyişle, o felsefedeki ilk ve temel misyonunun bilimi temellendirmek, daha sonra da ahlâkın ve dinin rasyonelliğini savunmak olduğuna inanmıştır Bununla birlikte, bu hiç de kolay bir iş değildir, çünkü bilim ve din yüzyıllardır birbirlerine karşı amansız bir mücadele içinde olmuşlar ve bilim, dinin otoritesi karşısında mutlak bir zafer kazanma yoluna girmiştir Bu zafer, Kant’a göre, bilimin bakış açısından iyi ve olumlu olmakla birlikte, ahlâk ve dinin bakış açısından tam bir felakettir

Bilimin dinin müdahaleleri karşısında özerkliğini kazanması hiç kuşku yok ki iyi bir şeydir, fakat bu, bilimsel olmayan tüm inançlarını, din ve ahlâkın temelsizleşmesi ve anlamsızlaşması anlamına geliyorsa, bilimin zaferi, İnsanlık açısından, dinin bakış açısından gerçek bir felakettir Kanıt, öyleyse, yalnızca din, bilim ve ahlâkı temellendirmek durumunda kalmamış, fakat rasyonel bir varlık olmanın ne anlama geldiğini gösterme durumunda kalmıştır O, işte bu amacı gerçekleştirebilmek için, hem Descartes’ın rasyonalizminden ve hem de Humeun empirizminden önemli gördüğü öğeleri alarak, transendental epistemolojik idealizm diye bilinen kendi bilgi kuramını geliştirmiş, yükselen bilimin felsefi temellerini gösterdikten sonra, özgürlük ve ödev düşüncesine dayanarak Hıristiyan ahlâkını savunma çabası vermiştir

Bilgi Görüşleri: Düşüncesinde rasyonalist felsefeyle empirist felsefenin bir sentezini yapan Immanuel Kant, bilgide hem dene*yimin ve hem de aklın katkısının kaçınılmaz olduğunu öne sürmüştür O, ilk olarak en basit bir deneyimin, duyu izlenimlerinin bile a priori bir öğeyi, deneyden türemeyen, fakat deneyi yaratan ve mümkün kılan bir öğeyi içerdiğini göstermiştir Söz konusu a priori öğelere karşılık gelen zaman ve mekana, deneyin transendental koşulları adını veren Kanıt, böylelikle Hume’un matematiksel bilimlerin tümüyle analitik bir yapıda olduğu görüşüne karşı, matematiğin mekan ve sayıyla ilgili yargılarının sentetik doğasını ortaya koyabilme imkanı bulabilmiştir

Başka bir deyişle, zihnin bilgideki temel, ayırıcı faaliyetini deneyimden gelen ham ve işlenmemiş malzemeyi bir sentezden geçirmek ve bu malzemeyi birleştirip, ona bir birlik kazandırmak olarak tanımlayan Kant’a göre, zihin söz konusu sentezi, her şeyden önce, çeşitli tecrübelerimizi sezginin belirli kalıpları içine yerleştirerek gerçekleştirir Sezginin söz konusu kalıpları ise zaman ve mekandır Buna göre, biz şeyleri zorunlulukla zaman ve mekan içinde olan şeyler olarak algılarız Bununla birlikte, zamanı ve mekan duyu-deneyinden türetilmiş ideler, izlenimler ya da kavramlar değildirler Zaman ve mekanla, Kant’a göre, doğrudan ve aracısız olarak sezgide karşılaşılır Bunlar sezginin a priori, yani her türlü deneyimden önce gelen ve her tür deneyin onsuz olunamaz koşulları olan kalıplarıdırlar Yani, bunlar duyu-deneyindeki nesneleri her zaman kendileri aracılığıyla algılamakta bulduğumuz gözlüklerdir O zamanı ve ‘mekanla ilgili bu öğretisine transendental estetik adını verdikten sonra, transendental analitiğe, kategoriler öğretisine geçmiş ve tıpkı, duyarlık ya da deneyimin a priori algı formları içermesi gibi, doğaya ilişkin araştırma ve bilginin de bağıntı, töz ve nedensellik türünden a priori ilkeleri içerdiğini göstermiştir

En sıradan düşüncede bile, sistematik olmayan bir tarzda varolan bu kategoriler, matematiksel-mekanik bir doğa biliminin temel öğeleri olarak ortaya çıkar ve rasyonel bir doğa kavrayışını mümkün hale getirir Başka bir deyişle, düşüncenin ya da İnsan zihninin duyu-deneyinden gelen malzemeye bir birlik kazandırması veya söz konusu malzemeyi bir sentezden geçirmesiyle ilgili olan belirli kategorilerin bulunduğunu ifade eden Kant’a göre, zihin söz konusu sentez ya da birleştirme faaliyetini çeşitli yargılar ortaya koymak suretiyle gerçekleştirir, öyle ki bu yargılar bizim dünyaya ilişkin yorumumuzun temel bileşenlerini meydana getirir Deneyimde söz konusu olan çokluk, Kant’a göre, bizim tarafımızdan nicelik, nitelik bağıntı, töz gibi belirli değişmez formlar ya da kavramlar aracılığıyla değerlendirilir ya da yargılanır Örneğin, nicelikle ilgili bir yargı söz konusu olduğunda, zihnimizde bir ya da çok olan vardır Nitelikle ilgili bir yargı öne sürdüğümüz zaman, ya olumlu ya da olumsuz bir önerme ortaya koyarız Bağıntıyla ilgili bir yargıda bulunduğumuz zaman ise, ya neden ile sonucu ya da özne ile yüklem bağıntısını düşünürüz

Bütün bu düşünme tarzları, Kant’a göre, zihnin duyu-deneyinden gelen malzemeyi birleştirme, bu malzemeyi sentezden geçirme ya da söz konusu malzemeye bir birlik kazandırma faaliyetinin temel bileşenleridir Ve biz bu sentez faaliyetiyle de duyu izlenimlerinin çokluğundan yani sonsuz sayıdaki darmadağınık izlenimden, tek bir tutarlı dünya resmi elde ederiz

Kant’a göre, duyu deneyinin kapsamı içine giren her nesne, bu kategorilerden birine ya da diğerine uymak durumundadır Zira anlama yetisi, İnsan zihni bu kategorilere uymayan bir şeyi hiçbir şekilde konu alamaz, alsa bile anlayamaz Görünüşlerin, fenomenlerin bir şekilde anlaşılabilmeleri için, onlara anlama yetisinin kategorileri aracılığıyla bir yapı kazandırılması gerekmektedir Anlama yetisinin kategorilerine uymayan bir şey İnsan zihni tarafından bilinemez Kant’a göre, duyu-deneyimiz belirli bir yapı ve bir birlik sergilemektedir İşte duyu-deneyinin sergilediği bu yapı ve birlik, ancak ve ancak görünüşleri kendi kategorilerine göre düzenleyen anlama yetisinin faaliyetiyle açıklanabilir

Bununla birlikte, kategoriler düşüncenin ya da bilginin öznel koşulları olduklarından, burada bunların nasıl olup da nesnel bir geçerliliğe sahip olabildiği, yani nesnelere ilişkin bilgimizi mümkün kılan koşulları sağlayabildikleri sorusu ortaya çıkar Kant’a göre, a priori kavramlar olarak kategorilerin nesnel geçerliliği, İnsanın nesnelere ilişkin duyu-deneyinin yalnızca bu kategoriler sayesinde mümkün olabilmesi olgusuna dayanır Duyu-deneyinin bir nesnesi, yalnızca bu kategorilerle düşünülebilir Bir nesneyle ilgili bir düşünce, onunla ilgili tüm yargılar ve dolayısıyla ona ilişkin bilgi, yalnızca kategorilerin sağladığı kavramsal çerçeve içinde olanaklıdır

İnsan zihninin yalnızca, kategorileri aracılığıyla kendilerine bir yapı kazandırdığı fenomenleri bilebileceğini, bunun ötesi ne giderek şeylerin bizatihi kendilerini bilemeyeceğini, duyu deneyindeki nesnelerin İnsan zihninin işleyişine uyduğu için bilinebildiklerini söyleyen ve tüm empirik yasaları İnsan zihninin yasalarına indirgeyen Kant’ın bu bilgi anlayışının en önemli sonuçları, mutlak bir determinizm, bilginin sınırlılığı ve metafiziğin imkansızlığıyla ilgili sonuçlardır Bilgimiz iki bakımdan sınırlıdır Bilgi, her şeyden önce duyu-deneyinin dünyasıyla sınırlanmıştır Bilgimiz ikinci olarak, algılama ve düşünme yetilerimizin deneyimin ham malzemesini işleme ve düzenleme tarzlarıyla sınırlanmıştır Kant elbette ki, bize görünen dünyanın nihai ve en yüksek gerçeklik olmadığından kuşku duymaz Nitekim, o fenomenal gerçeklikle, yani bizim duyular aracılığıyla tecrübe ettiğimiz dünya ile numenal gerçeklik, yani duyusal olmayan ve akılla anlaşılabilir olan dünya arasında bir ayrım yapmıştırBir şey algılanmadığı zaman nedir? Şeyin bizzatihi kendisi ne anlama gelir?

Metafiziği: Biz algılamadığımız şeyleri elbette ki bilemeyiz Bizim bildiğimiz şeyler numenler, şeylerin kendileri değil de, fe*nomenlerdir, şeylerin görünüşleridir Bizim bildiğimiz nesneler duyular aracılığıyla algılanan nesnelerdir Biz buna ek olarak, duyusal dünyanın bizim zihnimiz tarafından yaratılmadığını biliyoruz Zihin, bu dünyayı yaratmak yerine, şeylerin kendilerinden türetilmiş olan ideleri ona yüklemektedir Bu, bizden bağımsız olarak var olan, ancak bizim kendisini yalnızca bize göründüğü ve bizim tarafımızdan düzenlendiği şekliyle bilebildiğimiz bir dış gerçekliğin varolduğu anlamına gelir Böyle bir gerçeklik bizim bilgimizi arttırmaz, fakat bize bilgimizin sınırlarını gösterir

Immanuel Kanıt bu öğretisiyle bilimsel bilginin olanaklı olduğunu göstererek, Newton fiziğini temellendirir, fakat varlığın genel ilkeleri, Tanrı’nın varoluşu, ruhun ölümsüzlüğü gibi konuları ele alan geleneksel metafiziği olanaksız hale getirir Çünkü metafizik alanında, ruh, Tanrı, evren kavramlarını düşündüğümüz zaman, burada duyu-deneyi tarafından sağlanan malzeme bulunmaz Bilginin iki temel öğesinden biri olan deney, tecrübe öğesi metafizik alanında söz konusu olmadığı için, akıl burada antinomilere düşer Öyleyse, metafizik alanında bilimsel bilgi olanaklı değildir

Etiği: Bununla birlikte, Kanıt görünüş- gerçeklik ya da fenomen-numen ayırımını İnsan varlığına uygulayarak, ahlâk imkanını kurtarır Zira, ona göre, İnsanın bir fenomen, bir de numen tarafı vardır Yani, İnsanın biri duyusal, diğeri akılla anlaşılabilir olan iki farklı boyutu vardır Duyusal yönüyle ele alındığında, İnsan doğadaki mekanizmanın bir parçasıdır Başka bir deyişle, İnsan fiziki eğilimleriyle, içgüdüleriyle fenomenler dünyasının bir öğesidir

Buna karşın, İnsan kendisini hayvandan ayıran aklıyla, fenomenler dünyasının üstüne yükselir, aklı sayesinde, nedenselliğin, doğal zorunluluğun hüküm sürdüğü dünyanın ötesine geçip özgür olur Başka bir deyişle, metafiziğin ancak pratik akıl alanında, ahlâki iradenin kesin kanaatleriyle mümkün olabileceğini savunan ve deneyimdeki a priori öğeyi çıkarsama yöntemini, ahlâk alanında ahlâki yargılara da uygulayan Kanıt, önce ahlâki yargıları psikolojik bir açıdan değerlendirmiş ve sonra kategorik buyrukla, yani formel olarak koşulsuz olma özelliğiyle, ahlâk alanındaki a priori öğeyi yakalamıştır

Ona göre, kategorik buyruğun, yani İnsandan İnsan olduğu için belli şeyleri yapması isteyen ahlâk yasasının, iyi iradenin tanınması, İnsanın yüceliğini, gerçek kişiliğini ve İnsan varlıklarını kişiler olarak birbirlerine bağlayan halkayı oluşturur Pratik ve ahlâki temeller üzerinde gelişen bir metafizik öne süren Kant’ın felsefesinde, bu ikinci alan, teorik aklın zorunlulukla belirlenen duyusal dünyasından sonra, pratik aklın özgürlükle belirlenen akılla anlaşılabilir dünyası olarak ortaya çıkar Akılla anlaşılabilir özgürlük dünyasının fiziki ve doğal dünyayla olan ilişkisinin ne olduğu sorusu ise, Kant’ı her iki dünyayı da uyumlu kılan bir tanrısal düzen postülasıyla, ölümsüzlük postülasına götürür ki, bu postülalar da ifadesini Tanrı düşüncesinde bulmaktadır

Kapitalizm: En genel anlamı içinde, sermayenin, genel temel üretim aracı olduğu ekonomik sistem veya üretim tarzı için kullanılan genel terim

Bir üretim tarzı ya da ekonomik sistem olarak kapitalizmi belirleyen en temel özellikler şöyle sıralanabilir: 1- Üretim araçları*nın özel mülkiyeti ve denetimi 2- Ekonomik faaliyetin kar elde etmek amacıyla yapılması veya özel karın teşebbüs faaliyetinde başlıca saik olması 3- Söz konusu ekonomik faaliyeti düzenleyen bir pazarın varlığı 4- Karın, sermaye sahiplerine ait olması 5- Üreticilerin, kullanmak amacıyla değil de, satmak amacıyla üretmek durumunda olmaları 6- Değişim biriminin belli bir zaman karşılığı parasal ücret olması 7- Sistemdeki temel değişim aracının para olup, 8- üretim sürecinin üretim araçlarına sahip bulunan kapitalist ya da onun adına yöneticisi tarafından denetlenmesi 9- Sermaye birikiminde borç/kredi kullanılırken, mali kararlar üzerinde tam bir denetimin bulunması, ve nihayet, 10- sermayedarlar arasında rekabet

Kökeni, feodalizm içinde tüccar sermayenin ve dış ticaretin büyümesi olgusuna geri götürülen kapitalizmin birinci evresi, on beşinci yüzyılla on sekizinci yüzyıl arasında kalan ticari sermayenin evresi olarak bilinir Buna karşın, ikinci evre olan endüstriyel evre, sanayi devrimi adı ile bilinen ve enerji kullanan makinelerin ortaya çıkışı ve gelişimiyle başlayan evredir Kapitalizmin gelişiminde bundan sonra gelen evre, tekelci kapitalizm olup bu evrenin başlangıç tarihi ikinci sanayi devriminin gerçekleşmesiyle büyük ölçekli endüstriyel süreçlerin ortaya çıktığı 20yüzyılın başlarıdır

Kapitalizm aynı zamanda, belli bir sosyal adalet öğretisiyle bireysel haklar anlayışını içeren bir ideoloji olarak görülmüştür Buna göre, kapitalizm ideolojisi gelir ve refah düzeyiyle ilgili eşitsizliklerin, bireylerin ekonomik faaliyetlere yaptıkları farklı katkıların toplumsal bakımdan adil olan karşılıkları olduğunu savunur Söz konusu ideoloji, kapitalist toplumun var oluşu ve sağlıklı gelişimi için, belli bir takım hak ve özgürlüklerin gerekli olduğunu iddia eder Buna göre, örneğin bireyler devletin keyfi iktidarından korunup, aynı devlet bireylerin ekonomik çıkarlarını, mülkiyet hakkını savunmak ve ticari sözleşmelerin geçerliliğini teminat altına almak suretiyle korumalıdır
Karşı kültür: Geleneksel davranış tarzına, geleneksel değerlere, kısacası varolan yerleşik kültüre karşı çıkıp, ona bir alternatif oluşturan yeni, fakat yeterli toplumsal temelden yoksun olan kültür türü

Karşı kültür deyimi, radikal öğrenciler, hippiler ve kimi entellektüeller, 19601ı yılların sonlarına doğru, siyaset, iş ve aile ya*şamı konusunda, uzlaşımsal bir çerçeve içinde kabul görmüş değerlerle davranış kalıplarına ters düşen görüş ya da teoriler geliştirdikleri zaman popüler hale gelmiştir Karşı kültür her şeyden önce geleneksel ve uzlaşımsal aile yaşamının engelleyici ve bastırıcı yönlerine karşı çıkışı, İnsanlara kendi hayatlarını yaşamalarına izin verme konusunda ısrarlı olmayı, çok çeşitli türden uyuşturucuyla tanışıklık içinde olmayı ve cinsel özgürlüğün erdemlerinin savunuculunu yapmayı içerir

Kautsky, Karl: 1854-1938 yılları arasında yaşamış olan ünlü Avusturyalı demokratik sosyalist teorisyen

Sosyalizm yolunda demokrasiye sımsıkı sarılan Kautsky, ihtilalci komünizme yönelik şiddetli eleştirileriyle ün kazanmıştır Ona göre, demokrasi burjuva egemenliği ve hegemonyasının bir şekli değildir Burjuvazi aslında mülkiyet koşuluna bağlı sınırlı bir oy hakkına inandığı için, evrensel oy hakkının uygulanır hale gelmesi, Kautsky’nin gözünde, işçi sınıfının başarısıdır Onun gözünde demokrasi evrensel oy hakkıyla, sınıf mücadelesini sille tokat savaştan bir zeka savaşına dönüştürme yöntemidir Demokrasi, daha yüksek bir yaşam tarzının kendisiyle gerçekleştirilebileceği tek ve yegane yöntemdir ve sosyalizmin ilan ettiği şey medenileşmiş İnsanların haklarıdır’ Onun sosyalizme, ve sosyalizm hedefine varmak için demokrasiye olan inancını pekiştiren başka bir etken de, Nazi deneyimi olmuştur Kautsy nazizm benzeri rejimleri yıkmak için ihtilalci yöntemlerin kullanılabileceğini kabul etmekle birlikte, anayasal yönetimin bir kez kurulmasından sonra, sosyalizm yolunda yalnızca ve tamamen demokratik araçların kullanılacağına inanır

Kautsky, komünizme yönelik eleştirisi söz konusu olduğunda, komünist partileri, siyasi değil de, askeri teşkilatlara benzetir Bu tür partiler kendi liderlerini ve sloganlarını seçmez, bunun yerine liderlerini üstlerinden alırlar Komünizmi yalan ve aldatmacaya dayalı bir ‘köle ekonomisi’ sistemi olarak görürken, komünist diktatörlüğün, varolduğu sürece, modern işçi sınıfının kurtuluş mücadelesi için ciddi bir tehdit ve büyük bir tahribat oluşturduğunu savunur

Kavimcilik: 1- Genel olarak bir halk kavim ya da bir grup İnsanın, kendi halk ya da kavimlerinin, kendi değer, din, ırk, kül*tür ya da dillerinin diğerlerinden daha üstün olduğu inancı; 2- Biraz daha özel olarak da, teknik ve bilimsel bakımdan güçlü ve sömürgeci olup, ırkçı önyargılarla körleşmiş Batı Uygarlığının kendi üstünlüğüne inanırken, diğer uygarlıkları küçümsemesi ve kendi üstünlük iddiasını güçlendirecek malzemeler bulmaya çalışması tavrı

Böyle bir tavra antropoloji içinde, Levi Straus, bilim felsefesi ve kültürel problemler bağlamında ise, Paul Feyerabend tarafından şiddetle karşı çıkılmıştır

Kavram: Bir şeyin bir nesnenin zihindeki ve zihne ait tasarımı; soyut düşünme faaliyetinde kullanılan ve belli bir somutluk ya da soyutluk derecesi sergileyen bir düşünce, fikir yada ide

Kelam: Birtakım kanıtlara başvurarak, temel dini hükümleri açıklayan, sistemleştiren ve savunan; İslam inancının ilkelerini akıl temeline oturtmayı, açıklamayı amaçlayan disiplin

Dinde geçen temel kavramları konu alan, İslam mezheplerinin kurucularını ve dogmalarını, felsefi okulların görüşlerini, paganizmi ve metafizik problemleri inceleyen disiplin olarak kelam, Allah’ın özünden ve sıfatlarından, peygamberlikle ilgili konulardan, varlıkların hallerinden, başlangıç ve sonlarından söz eder Kesin birtakım kanıtlar ortaya koyarak ve bu arada karşıt görüştekilerin itiraz ve kuşkularını gidererek, dini inançları temellendirmeye ve kanıtlamaya çalışır

Materyalist görüşler, Hıristiyanlık ve İslam inançlarından birini ya da hepsini birden reddeden görüşler karşısında İslamiyetin savunmasını yapma amacının bir parçası olarak ortaya çıkmış olan dini-felsefi disiplin olarak kelamın kaynağında Kuran ve hadisler vardır Hicretin ilk yüzyılının sonlarına doğru ortaya çıkan kelam, itikat, tevhid, Tanrı’nın sıfatları, kaza ve kader, ahiret, ruhun ölümsüzlüğü, ölümden sonra diriliş gibi konuları işlemiştir Zamanla İslam görüşlerini savunmayı ana ilke edinen kelam, Kuranın ayetlerine anlam vermek, O’nu anlamak, temellendirmek, her türlü İslam dışı inançla mücadele etmek ve İslamla ilgili arılaşmazlıkları çözmek amacı gütmüştür Yaratılanı yaratanı göstermesi ba*kımından ele alan kelam, Tanrı’nın özünü ve niteliklerini, yaratan-yaratılan ilişkisini de inceler

Kierkegaard, Sören: 1813-1855 yılları arasında yaşamış olup, varoluşçu felsefenin öncüsü olarak tanınan Danimarkalı filozof Temel eserleri: Enten -Eller [Ya/Ya Da), Forfrens DagBog (Baştan Çıkarıcının Güncesi], Frygt og Baeven [Korku ve Titre*me], Sygdommen Til Döden [Umutsuzluk Üzerine İnceleme]

Aydınlanmanın geliştirdiği doğa bilimlerini örnek alan bilgi ve akılcılık anlayışına şiddetle karşı çıkan Kierkegaard, Aydınlan*manın nesnelliği vurgularken, geleneksel din ve ahlâkın hakikatlerine karşı aldığı düşmanca tavırdan rahatsız olarak, öznel hakikatin önemini vurgulamıştır Hegel gibi, inanç ve aklı, hümanist bir teolojiyle daha yüksek bir düzlemde uzlaştırmaya çalışmak yerine, inançla aklın uzlaşmaz Olduğunu savunan ve inançla akıl arasındaki yarığı daha da genişleten Kierkegaard, fideizm yoluna girmiştir

Başka bir deyişle, rasyonalist bilgi görüşüne karşı çıkan, nesnel bilgi idealinin içsel yaşama, bireyin öznel deneyimine kör olduğunu savunan, onun İnsan yaşamını anlamaya hiçbir katkısı olmadığını söyleyen Kierkegaard’a göre, rasyonalist sistemler gerçekliğin tümünü bir düşünce sistemi içine sıkıştırır, her şeyi akla indirger; akıl dışındaki öğeleri ve hepsinden önemlisi varoluşu unutur Varoluş terimini Kierkegaard İnsan için kullanır, zira var olmak belirli bir birey olmak, çabalayan, alternatifleri hesaba katan, seçen, karar veren bir birey olmak anlamına gelir Aklı, toplumu, vb, ön plana çıkartan bir felsefe kişiselliği, kişisellik ilkesi olan varoluşu, İnsanın varoluşunu meydana getiren öğeleri hiç dikkate almaz Oysa gerçek felsefe ancak varoluş felsefesi olabilir, yani felsefe derinden derine kişisel bir özellik taşımalıdır Felsefe genel olana değil, özel olana, nesnel değil de öznel olana yönelmelidir

Kierkegaard’a göre, İnsan yaşamı, soyut düşünceye göre çok daha önemlidir Dahası, genel felsefi problemlerin, soyut düşüncelerin İnsanın en önemli anlarında hiçbir yardımı olmaz Ona göre, İnsan yaşamının en önemli anları, bireyin bir özne olarak kendisinin bilincine vardığı kişisel anlardır Bu kişisel ve öznel öğeler, yalnızca nesnel öğeleri, tüm İnsanlarda ortak olan nitelikleri dikkate alan rasyonel düşünce tarafından açıklanamaz Oysa, her İnsanın, her kişinin biricik varoluşunu meydana getiren bu öznelliktir Tanınmaya ve açıklanmaya muhtaç olan budur

İnsan için önemli olanın kişiliğin geliştirilmesi olduğunu savunurken, Kierkegaard İnsan varoluşunu, varoluş halini betimleyip, İnsanın ne olduğuyla ne olması gerektiği arasında bir ayrım yapar Ona göre, İnsanın yaşamında İnsanın özünden varoluşuna doğru bir hareket vardır Hıristiyan dininde bu harekete ilişkin geleneksel açıklama günah kavramından oluşur Kierkegaarda göre de, İnsanın özü Tanrı’yla, sonsuz olan yüce varlıkla ilişkiyi gerektirir İnsanın varoluş hali, onun özünden uzaklaşmasının, yani Tanrı’ya yabancılaşmasının bir sonucudur Bundan dolayı, İnsanın bu dünyadaki yaşamı, ‘korku’yla, ‘yılgınlık’la ve İnsanın sonluluğundan duyduğu ‘sıkıntı ‘yla doludur Bir İnsanın eylemleri, onu Tanrı’dan daha’da uzaklaştırırsa, onun yabancılaşması ve umutsuzluğu daha da artar

Akıl yoluyla kanıtlanabilecek ahlâki bir sistem ya da din olamayacağını, ahlâk ya da din içinde, bize belli bir biçimde yaşamamız gerektiğini gösterecek, hiçbir rasyonel kanıt olmadığını savunan Kierkegaard, dini ya da ahlâki doğrularla ilgili kesinliğin, İnsan varlıklarında söz konusu olan kesinsizlik öğesini ortadan kaldırırken, özgürlüğü de yok edeceğini öne sürer Öte yandan, rasyonel kanıt, bize doğru yaşamakta olduğumuzu entellektüel olarak gösterse bile, bizi hiçbir zaman öznel olarak ikna edemez Bundan dolayı, onun gözünde kesinsizlik ya da belirsizlik, öznel hakikat açısından bir kusur olmak bir yana, onun özünü meydana getirir Kesinsizlik, İnsan yaşamı açısından en önemli olan şeyin, seçme özgürlüğümüzün doğal bir sonucudur

Kierkegaard’a göre, kesinsizlik özgürlüğü içerir Bizim, teorik kesinliğe ulaşamasak bile, hakikati arama gibi bir sorumluluğumuz vardır O, İnsanın, şu ya da bu biçimde yaşamak, ve seçiminin sonuçlarıyla birlikte yaşamak durumunda olduğu için, seçimde bulunmaktan başka bir alternatifi bulunmadığını söyler Bir seçimde bulunmamak da, daha az bilinçli bir seçim olsa bile, bir tercihtir Ona göre, biz, özgürlüğümüzün farkından olmadığımız zaman bile, sorumluyuz İşte, İnsandaki endişe ve tasanın korku ve yılgınlığın kaynağında bu durum, yani özgürlük ve sorumluluğumuz vardır

Kierkegaard’da aralarında çok yakın bir ilişki bulunan korku ve özgürlük kavramları, ikici bir metafiziği yansıtır Başka bir de*yişle, onda İnsan varlıkları, hayvansal olan-la tanrısal olanın, sonluyla sonsuzun bir karışımını ifade eder Buna göre, İnsan varlığı zamansal olanla ebedi olanın, sonluyla sonsuzun, tinle maddenin, özgürlükle zorunluluğun bir sentezidir Özgürlük imkanı tinsel doğamıza bağlıdır Fakat İnsan varlıklarının bir de hayvani doğaları vardır Bu nedenle, İnsan özgürlüğünü, hep bir çatışma ve korku olarak yaşar İşte İnsan varlığının en temel seçimi, özgürlüğünü benimseyip, hayata geçirme ya da özgürlükten kaçıştır Kierkegaard, özgürlükten kaçışı 19 yüzyıl toplumunun, burjuva ahlâkının en temel özelliği olarak ifade eder İnsanlar uzlaşımsal davranış tarzlarına uymakta, ortalama olana sığınmaktadırlar Ölümün kaçınılmazlığı gerçeğiyle yüzyüze gelmek yerine, gelip geçici hazların sağladığı tatminle yetinip, unutmayı ve yılgınlığı seçmektedirler

Kierkegaard, bu durumu ve çıkış yolunu, estetik varoluş tarzı, ahlâki varoluş evresi ve nihayet dini varoluş tarzından meydana gelen üç ayrı varoluş evresiyle göstermeye çalışmıştır Ona göre, her İnsan gerçekleştirmek durumunda olduğu bir öze sahiptir Bu öz ise, İnsanın Tanrı’yla ilişki içinde olması olgusu tarafından belirlenir İnsan bu dünyadaki yaşamı sırasında, üç varoluş tarzından her birinde olabilir

Fakat İnsanının yaşadığı yabancılaşma, umutsuzluk ve suç duygusu, İnsana bu varoluş tarzlarının niteliğini ve bunlar arasındaki farklılıkları öğretir Kierkegaarda göre, İnsanın yaşadığı bu olumsuz duygular, ona bazı varoluş tarzlarının diğerlerinden daha sağlam ve gerçek olduğunu gösterir Sağlam ve gerçek bir varoluş tarzına ulaşmak ise, akılla değil de, inançla ilgili bir konudur

Kitle toplumu: Batı tipi toplumları özellikle de ABD’yi tanımlamak için kullanılan terim

Kitle toplumu kavramı, öncelikle büyük ölçekli sanayileşmeyi, büyük kentleşme hareketlerini ve işbölümünde yüksek düzeyde uzmanlaşmayla yönetimi bir bütün olarak bürokratikleşmiş bir toplumsal ortamı ifade eder

Kitle toplumu terimini kullanan yazar ve düşünürler, çoğunluk bireyin toplumuyla olan ilişkisi üzerinde yoğunlaşırken, bireyin modern toplumda sahip olduğu özgürlük derecesini, bireyin toplumsal çevresini nasıl algılayıp, ona ne şekilde değer biçtiğini incelerler Bu bağlamda, biri İnsandaki özgürlük kaybına, artan vasatilik ve yanılsamayla birlikte yabancılaşmaya dikkat çeken, diğeri ise geleneksel bağların ortadan kalkışının İnsana yeni avantajlar sağladığını dile getiren iki ayrı ve karşıt görüş varolmakla birlikte, genel kanaat kitle toplumunu eleştirel bir gözle değerlendirir Sözgelimi, Gasset ve Heidegger gibi, terimi ilk kez olarak kullanan düşünürlere göre, kitle toplumu, özgürlüklerini çok büyük ölçüde yitirmiş, geleneksel kültürün uygarlaştırıcı etkisiyle aydınlanmamış, basmakalıp değerleri benimsemek zorunda kalan yabancılaşmış, ilkel, kültürsüz, alelade İnsanlardan oluşan bir yığındır Frankfurt Okulu düşünürlerinden Adorno ve Horkheimerin gözünde kitle toplumu, İnsanların edilgen, ilgisiz, atomize varlıklar haline geldikleri, geleneksel bağlarından, dinsel kimliklerinden koparıldıkları, kitle iletişim araçlarının tek yönlü baskısı altında yalnızlaştıkları, tepeden tahakküme imkan veren bir toplum biçimidir

Kitle toplumu, kapitalizmin bir ürünü olup, sanayileşme, kentleşme ve modernleşme süreçleriyle ortaya çıkmıştır Bütün bu süreçler, bireyler arasındaki farklılıkların ortadan kalkmasına, bireylerin özgürlüklerini yitirmelerine, onların birbirlerinden yalıtlanmalarına, bireylerin birbirlerine daha benzer hale gelmelerine neden olmuştur Kitle toplumunun kültürel alandaki ifadesi ise, kitle kültürüdür Başka bir deyişle, kitle toplumunda kitleyi oluşturan bireylerin hemen hemen tamamı okuryazar olsa da, onlar klasik eğitimden yoksun kaldıkları için, sıradan veya düşük düzeyde, ve hiçbir zaman seçici olmayan beğenilere sahip olurlar Kitle toplumunda, yüksek kültürle aşağı kültür arasındaki sınır çizgisi yok olur veya daha doğru bir deyişle, yüksek kültürün yerine, hem yüksek kültürü ve hem de geleneksel toplumların halk kültürünü yok eden ve aleladiliği, uyumluluğu, edilgenliği ve kaçışı teşvik eden bir kitle kültürü gelişir

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.