Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Forum İslam > İslami Yazılar & Hikayeler

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
>islami, sözlük

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #316
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




AZÂB, AZAP
Otorite sahibi bir kimse tarafından yapılan işkence, eza, cefa; beden ve ruha tesir eden eziyet
Bir terim olarak, Allah'ın günahkârlara dünya veya ahirette vereceği ceza, sıkıntı ve eziyet demektir Kabir azabı, Cehennem azabı
İslâm'da azab dünyevî ve uhrevî olmak üzere ikiye ayrılır:
1 Dünyevî azab Yüce Allah eski devirlerde imandan uzaklaşan, gönderdiği peygamberlere itaat etmeyen, Allah'a isyan eden kavimleri helâk etmiş, onları dünyada azaplandırarak sonraki nesillere ibret yapmıştır Hz Nuh (as)'ın kavminin sular altında kalması, sadece kendisiyle birlikte bir gemiye binen insanların ve hayvanların kurtulması, Âd ve Semûd kavminin başına gelen felâketler, Nemrud'un ve Firavun'un helâk oluşu, erkeklerin kadınları bırakarak birbirlerine yaklaştığı Lût kavminin yere batırılması dünyadaki azaba örnek verilebilir Bunlar Kur'an-ı Kerîm'de ibret için zikredilen kıssalardır
Dünyevî azabın bir de eziyet, sıkıntı, fakirlik vb şekillerde imtihan amaciyle karşılaşılan şekli vardır Bu imtihanların gayesi insanın sabır ve tahammül gücünün ölçülmesi, buna karşılık günahlarının affedilmesi, ya da manevî derecesinin yükselmesidir Ayette şöyle buyurulur: Ey müminler itaat edeni asî olandan ayırt etmek için sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden yana eksiltmek ile imtihan ederiz (ey habibim) sabredenleri müjdele" (el-Bakara, 2/155) Buna göre, dünyadaki bazı sıkıntı ve ızdıraplar ahirette sevaba, dünya hayatının sonraki yıllarında refaha dönüşebilmektedir Münkirler için dünyadaki azap da ahiretteki azap da aleyhlerinedir Kur'an-ı Kerîm'de; "Onlar için dünyada rezillik ve aşağılık ahirette de elem verici bir azap ve cehennem ateşi vardır" (el-Bakara, 2/114; Hacc, 22/9) buyurulmaktadır
2 Ahiretteki azab: Ahiret azabı kabir azabıyla başlar Kabir hayatı hemen dünya hayatının bitimiyle başladığına göre, insanoğluna azap uzak değildir Çünkü ayet ve hadislerde azabın kabirde başlayacağı belirtilmiştir Cenâb-ı Hakk buyurur:
"Kim benim zikrimden (Kuran'dan) yüz çevirirse, o kimse için (kabirde) dar, sıkıntılı bir yaşayış vardır Biz onu kıyamet gününde kör olarak haşredeceğiz O şöyle diyecek: Ey Rabbim, beni niçin kör olarak haşrettin? Halbuki ben daha önce görüyordum' Allah diyecek: Bu böyledir Çünkü sen, sana ayetlerimiz geldi de, onları unuttun Bugün de unutulma sırası sendedir" (Tâhâ, 20/124)
Hz Peygamber, salih kullar için kabrin Cennet bahçelerinden bir bahçe olacağını, günahkârlar için ise Cehennem çukurlarından bir çukur hâlini alacağını bildirmiştir (Tirmizî, Kıyâme, 26)
İbn Ömer'den nakledildiğine göre Allah Resulu şöyle buyurmuştur:
"Sizden biriniz vefat ettiğinde sabah ve akşam ona kendi makamı gösterilir: O kimse Cennetlik ise Cennet'e gireceklerin makamı; Cehennemlik ise, Cehennem'in hücrelerinden bir yer gösterilir Ve ona, burası senin ebedî durağındır Kıyamet günü seni Allah buraya göndererektir,' denilir" (Tecrîd-i Sarih Terc, 678)
Ebû Hüreyre'den, Hz Peygamber'in şu duaya devam ettiği nakledilmiştir: "Ya Rabbî! Kabir azabından, hayat ibtilâsından, ölümün şiddetinden, mesih-deccalin fitnesinden sana sığınırım"(Tecrîd i Sarih Terc, 677)
Kıyamete kadar bu şekilde sürecek bir kabir hayatı sonunda, mahşer yerinde hesap ve mizandan sonra sevapları günahlarından fazla gelenler Cennet'e, az gelenler ve inkârcılar ise Cehennem'e gireceklerdir Günahkâr müminler bir süre azap gördükten sonra, sonunda yine Cennet'e gireceklerdir Kâfirler ise ebedî Cehennem'de kalacaktır Kur'an-ı Kerîm'in bir çok ayetinde Cehennem azabından, bu azabın dehşet ve korkunçluğundan söz edilir:
Defterleri sol tarafından verilen günahkârlara gelince; onlar ne acıklı durumdadırlar Onlar ateşin alevi ve kaynar su içindedirler Bir de üzerlerinde Cehennem'in kapkara dumanı olan bir gölge var O gölge ne serindir, ne de mülayim Çünkü onlar dünya hayatında zevklerine düşkün kimselerdi" (el-Vâkıa, 56/41-46)
İslâm'da azap ilâhî adaletin gerçekleştirilmesi içindir Dünya hayatında uygulanan ceza ve azaplar hukukî müeyyidelerdir Bu da toplum içinde işlenebilecek kötülük ve suçların önlenmesi ve diğer insanlara bir ibret teşkil etmesi içindir Ahiret azabı mümin insanlar için geçicidir Bu geçici azabın sonunda Allah'ın bir lûtfu olarak Cennet nimeti verilecektir Allah'ın bütün emir ve yasaklarının hak olduğuna iman eden, yegane din ve nizamın onun dini ve nizamı olduğunu kabullenip bütün emir ve yasaklarının yer yüzünde uygulanması gerektiği inancında olan, Allah'a hiç bir şekilde şirk koşmayıp, ancak bazan insanî fıtrat gereği olarak günah işleyen kimseler, bu günahlarının karşılığı olan cezayı çektikten sonra, ebedî azaba çarptırılmayıp, af edilirler Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: Âllah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz Bunun dışındaki günahları dilediği kimse için affeder " (en-Nisâ, 4/48) Buna göre küfrün dışında kalan diğer günahlar Cenâb-ı Allah'ın iradesine kalmış bir husustur O isterse bağışlar isterse azap eder Fakat onun emir ve yasaklarını dinlemeyen, Kur'an'a sırt çevirip hükümlerinin uygulanamayacağını söyleyen veya böyle inananların düşüncesini paylaşan insanlar, küfürde olacakları için, ebedî azaba çarptırılacaklardır
"Gerçekten küfredip (Peygamberliği ve İslâm'ın bütün hükümlerini reddedip insanları Allah'ın dininden ve hak yoldan alıkoymakla) zulmedenleri, Allah asla mağfiret edecek değildir Onları Cehennem yolundan başka bir yola erdirecek değildir Onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar ' (en-Nisâ, 4/168-169) Ayrıca (Cinn, 72/23) ve (Ahzâb, 33/65) ayetleri aynı hususu hatırlatmaktadır
Allah ve Resulu ayet ve hadislerde, ahiret nimetlerini müjdeleme yanında dünyada emir ve yasaklara uymayanlara, haksızlık ve zulûm yapanlara, inkâr yoluna sapanlara, Allah'ın hükümlerine sırt çevirenlere azap edileceğini bildirmiştir Bundan maksat da insanları kötülüklerden ve inançsızlıktan kurtarmaktır
AZAD ETMEK

Bir köleden köleliği kaldırmak, onu hürriyetine kavuşturmak Arapça karşılığı itk olup, sözlükte: güç, kuvvet, bolluk, güzellik, kerem ve iyilik gibi anlamlara gelir Köle de azad edilmekle daha önce yapamadığı işleri yapmaya güç bulduğu, insanlar arasında itibar kazanıp kölelik darlığından kurtulduğu için hadise bu terimle ifade edilmiştir
İnsanda asıl olan hürriyettir Ancak m VI yüzyılda yeryüzünde kölelik gerçeği var olduğu için, İslâm köleliği birden kaldırmamış, köleliğin statüsünü, hak ve sorumluluklarını düzenlemiş; her fırsatta köle azadını teşvik ederek, köleliğin kalkması yolunda ilk ciddî adımı atmıştır Kölelik temelde küfrün eseridir İslâm'ın getirdiği azad müessesesi ise bu eseri yok etmek gayesini gütmektedir Kölelik hükmen ölüm gibidir Çünkü o, malda tasarruf, şahitlik ve kendi nefsine velî olma ehliyetinden mahrumiyet demek olduğu gibi; köleden cuma namazı, hac, cihat ve cenaze namazı gibi bir çok ibadetlerdeki yükümlülüğü kaldırır İşte bir köleyi hürriyetine kavuşturan, bütün bu haklardan onun yararlanmasını sağlayacağı için mânen onu diriltmiş gibi sevaba nail olur (İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, IV, 232; el-Askalânî, Bulüğu'l-Merâm, Terceme ve Şerh, A Davudoğlu, İstanbul 1967, IV, 292) Buna karşılık bir kudsî hadîste; hür bir kimseyi köle diye satmaya kalkışanın hasmının kıyamet gününde Yüce Allah olacağı bildirilir (Buhârî, Büyû, 106, İcâre, 12, 15; İbn Mâce, Rehin, 4; Ahmed b Hanbel, II, 292, 358, III,143, IV, 274)
Köle azadı meşrû ve mendup sayılmıştır
Ayetlerde şöyle buyurulur: "Hata dışında bir mümin diğer bir mümini öldüremez Kim bir mümini hata ile öldürürse, bir mümin köle azad etmesi, bir de ölünün ailesine diyet teslim etmesi gerekir Ancak, ölünün ailesinin bağışlaması müstesnadır Eğer ölen, size düşman olan bir kavimden olur da mümin olursa öldürenin sadece bir köle azad etmesi gerekir Eğer dlen sizinle aralarında anlama olan bir kavimden ise, öldürenin, ölenin ailesine diyet teslim etmesi ve bir mümin köle azad etmesi gerekir" (en-Nisâ, 4/92)
Bozulan yeminin keffâreti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on yoksulu yedirmek veya giydirmek, yahut da bir köle azad etmektir" (el-Mâide, 5/89)
Karılarına "zıhar" yapıp, sonra sözlerini geri almak isteyenlerin, karılarıyla temasta bulunmadan önce, bir köle azad etmeleri gerekir" (el-Mücâdele, 57/3), " Azad edecek köle bulamayanın ise, karısıyla temasta bulunmadan önce aralıksız iki ay oruç tutması gerekir " (el-Mücâdele, 57/4) Diğer yandan zekât verilecek sınıflardan birisi, azad olmak için para biriktiren kölelerdir (et-Tevbe, 9/60)
Köle azadını teşvik eden çok hadisler vardır Bunlardan bazıları: "Bir kimse mümin bir köleyi hürriyetine kavuşturursa, onun her uzvuna karşılık, kendisinin bir uzvu Cehennem ateşinden kurtulur " (Buhârî, Itk, 1; Müslim, Itk, 24) "Evlâd, babasının hakkını ödeyemez Ancak onu köle olarak bulup, satın alır da azad ederse o başka" (Müslim, Itk, 25; Ebû Dâvud, Edeb, 120; Tirmizî, Birr, 8; İbn Mâce, Edeb, 1)
Hz Peygamber köle azadında öncülük ederek, ömrü boyunca altmışüç köleyi hürriyetine kavuşturmuştur Hz Âişe'nin altmışyedi; Hz Ebû Bekir (ra)'in bir çok; Hz Abbas (ra)'ın yetmiş; Hz Osman'ın muhasarada iken yirmi; Hakîm b Hızâm'ın yüz; Abdullah b Ömer'in bin köleyi azad ettiği nakledilir (el-Askâlânî, age, IV, 294)
On dört asır önce kölelerin müslümanların kardeşi ilân edilmesi onlar hakkında yediğinden yedirme, giydiğinden giydirme, ağır iş yüklememe, "oğlum, kızım" diye hitapta bulunma gibi prensiplerin konulması, insan hakları bakımından son derece önemli bir adımdır (Ebû Dâvud, Edeb,123, 124) Buna göre, köle ve câriyelerin, yanında bulundukları ailenin yaşantısı seviyesinde yaşadıkları ve o ailenin bir ferdi gibi muamele gördükleri söylenebilir Yirminci yüzyıl başlarında yeryüzünde kölelik müessesesi kalkarken, İslâm aleminde de, hürriyet prensibinden hareketle köleliğe son verilmiştir

AZÂZÎL
Şeytan'ın başka bir adı Yahudi ve Hristiyan kaynaklarında Azazel, Azael, Hazazel diye de geçen bu kelimeye Kur'an-ı Kerîm'de ve Kütüb-i Sitte'de rastlanmaz Bununla beraber İslâmî literatürde karşılaşılan bu kelime Azrâil ile karıştırılmamalıdır İbni Kuteybe, Azâzîl'i İblis'in isimlerinden birisi olarak açıklamaktadır (el-Maârif Beyrut 1390/1970, 8; Ayrıca Bkz İbn Manzur Lisanü'l-Arab, Beyrut (ty) VI, 29) Hallâc-ı Mansur, bu konuda geniş bilgi vermektedir Ona göre de Azâzîl, İblis'tir Azâzîl, Hz Âdem'e secde etmediğinden lânetlenmiş ve azledilmiştir Önceleri gökte meleklere iyi, güzel şeylerden bahsederken sonra bu isyankâr tutumu yüzünden itibarını kaybetmiş olduğu için böylece adlandırılmıştır İblis ile Azâzîl adları arasında bir türeme ilişkisi vardır (Hallac-ı Mansur, Kitabü't-Tavâsîn, terc, Y Nuri Öztürk, İstanbul 1976, 109 vd) Diğer müslüman yazarlarda da Azâzîl; İblis, Şeytan kelimeleriyle belirtilen varlığın bir adı olarak görülür
İbrânî dilinde Azazel, Tanrı'nın kuvvetlendirdiği anlamına gelir Kefaret gününde (Yom Kippur) mabeddeki serviste yer alan iki keçiden halkın günahını yüklenen birinin gönderildiği yer veya meleğin adıdır Ancak kelimenin anlamında, kökünde etimolojisinde büyük çapta tartışma vardır Tevrat'ın Levililer Kitabında Azazel'le ilgili şöyle bir anlatım yer almaktadır:
"Ve Hârun bir kura Rab için ve bir kura Azazel için olmak üzere iki ergeç üzerine kura çekecek Ve Harun Rab için üzerine kura düşen ergeci takdim edecek, ve onu suç takdimesi olarak arzedecektir Fakat Azazel için üzerine kura düşen ergeci, onun için kefaret etmek, onu Azazel için çöle salıvermek üzre, canlı olarak Rabbin önünde durduracaktır "(16/8-10) Bu cümlelerde keçinin kendisine vakfedildiği Azazel teriminin üç açıklaması vardır:
1-) Kelime keçinin kendisini nitelendirir Kelimenin biraz değişmiş şekli o şekilde kullanılmasa da, Arapça "azele" (sürdü, azletti) ile ilgilidir 2-) Kelime, keçinin salıverildiği yere işaret eder Bu bazı Rabbî yorumcuların görüşüdür Bazı kimseler kelimeyi "engebeli" anlamında Arapça "azza" ile ilgilendirirler Burası "çöldeki" Dudael'dir Azazel'in buraya gönderildiği Hanok'un (Hz İdris) kitabında 10/4'te yazılıdır
3-) Kelime çölde yaşayan bir cin'in adıdır Bu görüş, bir çok modern Kutsal Kitap tefsircileri tarafından kabul edilmiştir Ancak Azazel hakkında en eski rivayeti muhtevi apokrif yahudi kitaplarından Hanok'un kitabında bu varlık insanoğullarını iğfal eden asi cinlerin elebaşılarından biri olarak yer almaktadır İnsan kızlarının güzelliğine kapılarak Hermon dağından inmiş iki yüz cin'in reisleri arasında Azazel'in de adı geçer A II/90) O, "insanlara kılıç, kalkan yapmayı öğretti", kadınlar ondan "süs ve gözkapaklarını güzelleştirme sanatı"nı öğrendiler Burada gözden kaçırılmaması gereken husus, hiç bir yerde cinlere keçi sunulmamasıdır Gerçekte ona (keçi) günah ve murdarlık yüklenmemiştir Bu, ancak bertaraf etme vasıtasıdır, yatıştırma değil (The Interpreter's Dictionary of the Bible, New York 1962, I, 325-326)
Azazel'e gönderilen keçi konusu Azazel'le ilgili tartışmanın diğer bir kanadını oluşturmaktadır Bu keçi, bir kurban değildir Konu Tevrat'ta geçen cüzzamlının temizlenmesi âyininde tarlanın üzerinde uçması için serbest bırakılan kuş ile karşılaştırılabilir (Levililer, 14/4-7) Keçi, İsrail'in günahını çöle taşımak, halkı günahlarından temizlemek için gönderilmektedir (Judaica, Jerusalem 1970, II,1000) Bu keçinin öldürülüp öldürülmediği kesinlik taşımamaktaysa da, onun çöle ulaşması ve yine geri dönmemesi gerektiğinden (günahla yüklü olduğuna inanıldığından), baş rahibin âyinlerle başlattığı bu iş sonunda her halde o öldürülmekteydi Yahudilerin sürgünde kaldıkları Babil'de de hastalığı keçiye yükletip onu çöle salıvererek orada öldürülmesi geleneği vardı Yahudiler de bir yer veya ruhanî güç anlamında Azazel'e keçiyi gönderip orada onu geri dönmemesi için uçuruma itiveriyorlardı Azazel'in tabiatüstü bir ruhanî varlık olduğu anlaşılmaktadır Çünkü bir keçi Tanrı'ya, bir keçi de ona gönderilmektedir Burada, Azazel, Tanrı'ya denk tutulmuş olmaktadır Tanrı'ya yakılmış sunu, Azazel'e ise bir günah sunusu yapılmaktadır Çöl, cinlerin, görülmeyen ruhanî varlıkların meskeni olarak görüldüğünden (Levililer, 13/21, 17/7, 34/14) kötülük, kaynağına iade edilerek ondan kurtulmak istenmektedir Azazel'i bir yer, dağ; keçi, melek, sonradan bir cin haline dönüştürülmüş bir sami hayvan sürüsü tanrısı, kayan ilk yıldız olarak yorumlayan görüşler (Güstaw Davidson, A Dictionar of Angels, London 1967, 63-64) varsa da, Hanok'un kitabında açıklanan yeryüzüne inmiş cinler arasında adı geçen varlık olması ağırlık taşımaktadır Azazel'in de arasında bulunduğu bu varlıklar insan kızları ile birleşiyorlar, meydana gelen devler dünyaya kötülük saçıyorlar, tûfan suları yeryüzünü basmadan önce Tanrı bu cinleri cezalandırıyor Bu arada Azazel'in de el ve ayaklarını büyük meleklerden Rafael'e bağlatarak onu Dudael'deki çölde bir çukura attırıyor Azazel, orada lânetli olarak son güne kadar kalmaya mahkûm ediliyor
İşte İslâmî literatüre de İsrâiliyat arasında giren Azâzîl; çöl cinlerinin reisleri arasında bulunup, karanlık gecelerde yolculara eziyet eden bir varlık halinde düşünülmüş olmalıdır İslâmî kaynaklar Azâzîl'i, İblis'in önceki adı olarak görürler İbni Abbas'a (ra) dayandırılan bazı rivayetlere göre İblis'in adı Azâzîl idi Azâzîl, Cennet'in muhafızları arasında yer aldığından melekler arazında cin denen bir gruba mensuptu (Süleyman Ateş, Kur'an-ı Kerîm'in Yüce Meâli ve Çağdaş Tefsiri, Ankara 1982, s 58) O, bir cindir Onun nesli, grubu, ordusu vardır (el-Kehf, 18/50, Şuarâ, 26/95


__________________
Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #317
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük





ÂZER
Hz İbrahim (as)'ın babası Kur'an'da "Âzer" ismiyle zikredilir Tarih kaynaklarında İbrahim (as)'in babasının Süryânîce "Tarah" olduğu belirtilir Buna göre, Yakup ve İsrail gibi biri isim diğeri lâkap olmak üzere "Âzer ve Tarah" aynı şahsa ait isim ve lâkap demektir Bazıları "Âzer" in çok yaşlı ihtiyar anlamına geldiğini veya bir put ismi olduğunu söylemişlerdir Ayrıca Tarah'ın, İbrahim (as)'ın babası, Âzer'in ise amcası olduğunn ifade eden görüşler de vardır (Tecrîd-i Sarih Tercümesi, IX, 126)
Kur'an'da şöyle buyurulur: "Ey babacığım, işitmeyen, görmeyen ve seni herhangi birşeyden koruyamayan şeylere niçin tapıyorsun?" (Meryem, 19/43)
"İbrahim babası Âzer'e, putları ilâh olarak mı benimsiyorsun? Doğrusu, ben seni ve milletini açık bir sapıklık içinde görüyorum" demişti" (el-En'âm, 6/74)
Muhammed b İshak, "Âzer, Hz İbrahim'in babasıdır ve Kûfe çevresinde "Kûsâ" köyü halkındandır" demiştir (Tefsîru't-Taberî) Ebû Hayyân tefsirinde; Âzer'in, marangoz, yıldız bilimci ve mühendis olduğunu ve Nemrud'un da yıldızlara ve hendeseye özel merakı bulunduğundan, ona nezdinde itibar ettiğini bildirir
Hz İbrahim ve babası, Hz Muhammed (sas)'ın ecdadındandır Çünkü İbrahim (as), oğlu İsmail'i Filistin'den Hicaza getirmiş; Nûh tufanından sonra izi kaybolan bugünkü Kâbe'nin bulunduğu yerde, Hacer'le birlikte bırakmıştır Daha sonra oraya gelip yerleşen Cürhümî kabilesi ve İsmail (as)'ın nesli Mekke'nin ilk yerlileri olmuştur İşte Hz Muhammed (sas) de Mekke'de İsmail (as)'ın, dolayısiyle Hz İbrahim'in torunlarından olarak dünyaya gelmiştir
Putperestliğin tarihi çok eskidir Hz Nûh (as) kavmini tevhîd inancına çağırmış, inananlar bir gemide kurtulurken, puta tapanlar helâk olmuştur Bundan sonra yine bazı kavimler, dünya olayları ile yıldızlar arasında bağlantı görmüş, yıldıza tapar olmuş; yıldız kaybolunca, onun suretini yaparak puta tapmıştır Bazıları da âlemi meleklerin idare ettiğini düşünerek, meleklere ve suretlerine tapmışlar Bazı kavim ve insanlarda sevdikleri kişilerin suretlerini yapıp ara sıra onlara tazim ederken, aşırı sevgilerini ibadete kadar götürmüşlerdir Sonra gelenler öncekileri taklid ederken putperestlik dünyaya yayılmıştır
İşte İbrahim (as) devrinde de Nemrud; kendisini ilâh ilân etmiş ve kavmi ona ibadet etmeye başlamıştı Bu arada inandıkları ilâhları temsil etmek üzere puthanede de putlar vardı İbrahim (as)'ın babası Âzer de Nemrud tarafından bu puthaneye görevli tayin edilmişti
Sa'lebî'nin naklettiğine göre, daha önce adı Tarah iken, puthanede adı Âzer'e çevrilmiştir Çünkü Âzer puthanedeki bir putun adı idi (Tecrid-i Sarih Tercümesi, IX, 126) İbrahim (as)'ın babasını inancından dolayı tenkit etmesi, onu hak dine çağırması adaba aykırı değildir Çünkü evlâdın ana-babaya itaat veya karşı gelme ölçüsü şu ayette belirtilmiştir: Ana-baban, hakkında bir bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşman için baskı yaparlarsa, onlara boyun eğme ve dünyada onlara iyilikle muamele et" (Ankebût, 29/8) Hz İbrahim'in davranışı bu ayetin hükmü dışında bir davranış değildir
AZİL
Azil, arapça bir kelime olup, ayırmak ve uzaklaştırmak anlamına gelir Terim olarak ise; kadın hamile olmasın diye erkeğin menisini dışarıya atmasıdır Azil; İslâm'dan önce ve İslâmî devirde iki sebeple yapılıyordu: Ya cariye gebe kalmasın diye buna başvurulur (çünkü gebe kalan cariye satılmaz); yahut hür olan kadın gebe kalmasın veya memedeki çocuğa bir zarar gelmesin diye yapılırdı Hz Peygamberin azil hakkında çeşitli hadisleri vardır Kendisine azlin hükmü sorulduğunda; "O gizli ve'ddir"demiştir (Müslîm, Nikâh, 141; İbn Mâce, Nikâh, 61) Burada ve'd; kız çocuğunu diri diri mezara gömmek, demektir Ancak daha sonra Allah Resulu'nun azle izin verdiği anlaşılıyor
Câbir (ra)'den şöyle dediği nakledilmiştir: "Bizim cariyelerimiz vardı ve onlardan azil yapıyorduk Yahudiler, işte küçük mev'ûde yani çocuğu diri diri toprağa gömme budur, dediler Bunun üzerine mesele Resulullah (sas)'a soruldu: "Yahudiler yalan söylemiş, eğer Allah onu yaratmak istese onu sen reddedemezdin" buyurdular (Ebû Dâvûd, Nikâh, 48; Nesaî, Nikâh, 55; Ahmed b Hanbel, III, 22, 49, 51) Ebû Saîd el-Hudrî ve Enes b Mâlik'ten de aynı nitelikte hadisler nakledilmiştir Yine Câbir (ra) şöyle demiştir: "Biz Resulullah (sas) devrinde Kur'an inerken azil yapıyorduk Eğer ondan bir şey yasak edilecek olsa bizi Kur'an nehyederdi" (Buhârî, Kader, 4), Müslim'in rivayetinde "Bu, Resulullah'ın kulağına vardı, fakat bizi ondan nehyetmedi" ilâvesi vardır
Yukarıdaki hadislerden ilki azlin çirkin bir iş olduğuna delâlet eder İbn Hazm bunu esas alarak azli haram saymıştır İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu ise; diğer hadislere dayanarak, bir erkeğin hür olan karısının izni ile, cariyenin ise izni olmaksızın dahi azil yapmasının câiz olduğunu söylemişlerdir
Doğum kontrolünün caiz olup olmaması da azlin hükmü ile yakından ilgilidir Azli kabul etmeyenler, bunun kadere karşı çıkmak, ona çatmak anlamına geldiğini; bunda müslümanların nüfusunu azaltma gayesi bulunduğunu ileri sürerler Bu konuda ayrıca şu delillere dayanırlar: Kur'an-ı Kerîm'de "Çocuklarınızı fakirlik korkusuyla öldürmeyin Onları da, sizi de biz rızıklandırırız Şüphesiz, onları öldürmek büyük bir suçtur" (İsrâ, 17/31) buyurulur Hz Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Nikâh benim sünnetimdir Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, benden değildir Evlenin, çünkü ben diğer ümmetlere sizin çokluğunuzla övüneceğim" (İbn Mâce, I, 592, H No: 1846)
Erkeğin veya kadının sağlığına zarar vermeyen diğer korunma çeşitleri ve ilâçla gebeliği önleme çocuğa henüz ruh verilmeden önceki dönemlerde azil kapsamına girer Azli caiz gören İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu; bugünkü, ruh verilmeden önceki doğum kontrolünü de caiz görürler
Diğer yandan azlin, kaderde yazılan çocuk doğumlarını da değiştirmeyeceği belirtilmiştir Azil yoluyla doğum kontrolü yapan bir sahabe; daha sonra Allah Resuluna gelerek, ailesinin gebe kaldığını haber vermiştir (Ebû Dâvud Nikâh, 48


el-AZÎM

Yüce Allah'ın isimlerinden biri
Pek azametli Azamet, büyüklük demektir Hakiki büyüklük Allah'a mahsustur Allah hiç bir şeye muhtaç değildir ve yarattığı her şeyde O'nun büyüklüğünü görmek mümkündür Allah'ın azametini tefekkür eden insan; O'nun büyüklüğü karşısında gafletten kurtulur, imanı kuvvetlenir; acz, fakr ve kusurlarını anlar, Kur'anı Kerîm'de Allah'u Teâlâ, kudret-i Rabbâniyenin mucizatını göstererek, insanların bunları düşünerek ibret almalarını beyan buyurur Alemin düzenliliğini, yaratılış gayesini, verilen nimet ve güzellikleri, dünyanın geçiciliğini, süt veren hayvanlardaki icazı, gece ve gündüzün dönüşümünü düşünen insan, Allah'u Teâlâ'nın sonsuz ihsanlarıyla kullarını nasıl donattığı karşısında O'nun büyüklüğünü idrak eder
Yeryüzündeki bütün denizler mürekkep olsa Allah'u Teâlâ'nın azametine delâlet eden kelimelerini, yazıp bitiremezler Akıl, Allah'ın yüceliğini kavramaktan acizdir Ancak, O'nun mucizelerini akledebilir Kâfir ve müşrikler ise akletmezler: sağır, dilsiz ve kördürler (el-Bakara, 2/171) Oysa müslümanlar; ayette bildirildiği gibi
"Çok büyük Rabb'ın adını tesbih ederler " (el- Vâkıa, 56/74, 96; el-Hakka, 69/52) Yine Bakara suresinde Allah'ın büyüklüğü şöyle beyan buyurulur: Allah, (o Allah'tır ki) kendinden başka hiç bir ilah yoktur (O, zatî, ezelî ve ebedî hayat ile) diridir (bakîdir) Zatiyle ve kemâliyle kâimdir (Yarattıklarının her an tedbir ve hıfzında yegane hakimdir, her şey onunla kâimdir) Onu ne bir uyuklama tutabilir ne de bir uyku Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur O'nun izni olmadıkça katında şefaat edecek kimmiş? O, yarattıklarının önlerindekini, arkalarındakini bilir (Yaratılmışlar) O'nun ilminden yalnız kendisinin dilediğinden başka hiç bir şeyi kavrayamazlar O'nun kürsüsü gökleri ve yeri (kucaklamıştır, o kadar) vâsidir Bunların gözetilmesi O'na ağır gelmez O, çok yüce, çok büyüktür " (el-Bakara, 2/255)

AZÎMET

Allah'ın yapılmasını emrettiği ve yapılmamasını istediği hususlarda tam bir titizlik gösterip bir emir ve yasaklara kuvvetle ve kesin kararlılıkla uymakla ilgili bir fıkıh ıstılahı Azimet, kuvvetle, ısrarla ve büyük bir kararlılıkla bir şeyi istemek veya yapmaktır Azimetin karşıtı olarak; ruhsat tabir ve ıstılahı kullanılmıştır Bir İslâmî emir ve hükmü tam ve mükemmel olarak yerine getirme hususunda dikkat ve sağlam irade kullanılırsa bu tavır azimettir Fakat bu hükmü tam ve mükemmel bir şekilde yerine getirmek mümkün olmazsa o zaman ruhsatları kullanmak sözkonusudur
Bu duruma göre azimet; farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, mekruh ve haramların tümünü içerir Meselâ vaktinde ve bütün şartlarını yerine getirerek namaz kılmak bir azimettir Fakat hastalık halinde oturarak; yolculukta cem ve takdim yaparak kılmak ruhsattır Oruç, normal zaman ve şartlarda bütün müslümanların tutması ve yerine getirmesi gereken bir ibadettir Fakat hastalık ve yolculuk halinde daha sonra kaza etmek şartıyla orucu Ramazan'dan sonraya bırakmak bir ruhsattır
Zaruretler bazı haram ve yasak olan şeyleri mübah kılar İşte buna ruhsat denir Bu açıdan haram olan şeyler üç kısma ayrılır:
1-Hiç bir şekilde işlenilmesine ruhsat verilmeyen haramlar Meselâ bir kimse ne kadar tehdit ve baskı altında kalsa da başkasını öldürmesi veya bir uzvunu kesmesi caiz değildir Buna ruhsat verilmemiştir
2-Zaruret ile sakıt olan haramlar Zaruret bunların işlenmesini mübah kılar ve haram olmasını ortadan kaldırır Ölmek tehlikesiyle karşı karşıya kalan kimse, ölmeyecek kadar murdar et yiyebilir Tedavi maksadıyla doktor, kadın ve erkeklerin avret mahallerine bakabilir
3-Haram olması tamamen ortadan kalkmayıp, zaruret anında ruhsat ihtimali olan ve mübah muamelesi gören haramlar Meselâ bir kimsenin malına tecavüz etmek haramdır Aç kalıp da ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalan bir kimse başkasının malını rızası olmasa da alıp yiyebilir Bundan dolayı günahkâr olmaz ve sorguya çekilmez Ancak sonra mal sahibine hakkını vermesi veya helâlleşmesi gerekir (Ali Haydar, Mecelle Kavaid-i Külliye Şerhi, İstanbul, 1317, 28-29)
Aslî emir ve hüküm olduğundan dolayı ibadetlerde azimeti kullanmak esastır Bir mazeret olmadığı müddetçe ruhsatlara başvurmamak, takvaya en yakın olan yoldur Meselâ Allah'ı inkâra veya onun emir ve hükümlerini redde zorlanan bir insanın, bu imanında direnip kâfirler tarafından şehit edilmesi bir azimettir Fakat böyle bir işkenceye katlanamayıp, bir an için imanı içeride gizleyerek, kâfirlerin dediğine uymak bir ruhsattır Aynı şekilde yolculuk veya hastalık anında ölüm söz konusu ise, o zaman azimetle amel edip oruç tutmağa kalkmak haramdır Böyle tehlikeli bir durumda ruhsatı tercih etmek müslüman için farzdır Açlıktan ölmek üzere olan bir kimsenin de başka bir yiyecek olmadığı takdirde ölü hayvan eti veya domuz eti yemesi de onun için farzdır Böyle bir durumda da azimetle amel edilemez (es-Serahsî, el-Usûl, Kahire, 1372, I, 118, 121)

el-AZİZ

Kıymetli, değerli seçkin izzet sahibi, muhterem, kuvvetli, üstün, yüce, şeref sahibi, bulunmaz derecede az ve nadir olmak; her şeye gücü yetmek, hiç bir zaman yenilmemek
Aziz, arapça "azze" kökünden gelmekte olup, "izz" masdarından bir sıfattır, "eizze" ve "eizzâ" şeklinde gelen kalıpları da vardır
Istılahta ise; "Aziz" Yüce Allah'ın isimlerinden birisidir O'nun mutlak hâkimiyet ve üstünlüğünü ifade eder O hiç bir şekil ve surette asla yenilgiye uğramayan, herşeye gücü yetendir O, haksızlık yapılamayacak kadar güçlüdür' O en üstündür, en yücedir, şeref ve izzet sahibidir
İzzet; tam olarak zilletin, yani aşağılık, düşüklük ve acizliğin zıddıdır
Aziz ve izzet ile bunların zıddı olan zelil ve zillet kelimeleri halk arasında da kullanılmakta ve genellikle aynı lûgat anlamını korumaktadır Bir hitap sözcüğü olarak kullandığımız "aziz" kelimesi, hitap ettiğimiz topluluğa veya kişiye bir şeref ve üstünlük atfetmekte ve bir iltifat ifade etmektedir Aynı zamanda bir saygı ve bağlılık sözcüğüdür
Yüce Allah'ın isimlerinden olan "el-Aziz" ismi, Kur'an-ı Kerîm'de doksanbir yerde geçmektedir Fakat hiç bir yerde tek başına zikredilmemiş; daima Esmâ-ı Hüsnâ'dan diğer bir isimle beraber vârid olmuştur Bunların başında el-Hakîm gelmektedir ki, toplam kırk yedi yerde beraber geçmektedir Bunu onbeş yer ile el-Alîm, daha sonra sırasıyla el-Kavî, er-Rahîm, Zuntikâm, el-Hamîd, el-Gaffâr, el-Cebbâr, el-Gafûr, el-Vehhâb, el-Kerîm ve el-Muktedir isimleri takip eder Aziz isminin geçtiği doksanbir ayetin ellisi Mekkî, kırkbiri ise Medenî'dir Burada dikkati çeken önemli bir husus da, Yüce Allah'ın azamet ve kudretini ifade eden bu Aziz sıfatının daha ziyade Cemâl sıfatlarıyla beraber zikredilmesidir Bu doksanbir ayetin onüçünde Zuntikâm, el-Kavî ve el-Cebbâr isimleriyle yani Celal sıfatlarıyla beraber geçmektedir Geriye kalan yetmişsekiz ayette ise Cemâl sıfatlarıyla beraber geçmektedir O ne kadar merhametli ve ne kadar affedicidir Zirâ O azîzdir, izzet sahibidir, kullarına en çok acıyandır
Aziz isminin geçtiği ayetlerden bir kaç tanesi şunlardır: el-Bakara, 2/129, 209, 220, 228, 240 ve 260; Âli İmrân 3/6, 18, 62 ve 126; Hûd, 11/66; eş-Şuarâ, 26/9 ve 68; es-Seb'e, 34/6; Sâd, 38/9 ve 22; el-Fâtır; 40/2; ed-Duhân, 44/49

AZÎZ HADÎS

En az iki ravinin rivayet ettiği hadîs Âhâd haberler arasında yer alan Azîz hadîsin tarifinde muhaddisler ihtilaf etmişlerdir İbnü's-Salâh, (Ulûmü'l-Hadîs, s 243) ve onu izleyen İmam Nevevî (et-Takrîb ve't-Teysîr, s 375) Azîz hadisi şöyle tarif etmişlerdir: "Zührî ve Katâde gibi hadisleri muteber olan imamlardan iki veya üç kişinin rivayetleriyle infirâd ettikleri hadîse azîz denir" İbn Hacer'e göre ise, en az üç ravisi olan haberlere meşhûr, en az iki ravisi olanlara azîz denir (İbn Hacer, Nuhbetü'f-Fiker Şerhi, Çev Talât Koçyiğit, Ankara 1971, s 28) Haberin bu şekilde isimlendirilmesi, ya az bulunduğu için veya başka bir isnadla kuvvetlenmesi sebebiyledir İbn Hıbbân el-Büstî, Azîz hadîsi, senedinin sonuna kadar hep iki kişinin diğer iki kişiden rivayet ettiği hadis şeklinde tarif ettiği için, bu tür hadîsin hiç bulunamayacağını iddia etmiştir İbn Hacer, İbn Hıbbân'ın bu anlayışına cevaben der ki: "İbn Hıbbân, bütün tabakalarda yalnız iki kişinin iki kişiden rivayetini kastediyorsa, bu doğrudur; gerçekten bu çeşit bir rivayet bulmak hemen hemen imkânsız gibidir Fakat bizim anlayışımıza göre azîz hadîs, isnadının başından sonuna kadar ravisi ikiden az olmayan haberdir" Buna Buhârî ve Müslim'in Enes b Mâlik'ten müştereken, Buhârî'nin ayrıca Ebû Hüreyre'den rivayet ettikleri şu hadis örnek gösterilmektedir: Resulullah (sas) buyurmuştur ki:
"Herhangi biriniz beni anasından, babasından ve çocuğundan daha çok sevmedikçe hakkıyle iman etmiş olmaz " (Buhârî, İman, 9; Müslim, İman, 67) Bu hadisi, Enes'ten Katâde ve Abdülazîz b Suheyb; Katâde'den Şu'be ve Saîd, Abdülazîz'den de İsmaîl ve Abdülvâris rivayet etmiş; bunların herbirinden de birer cemaat rivayet etmiştir (İbn Hacer, Nuhbetü'l-Fiker Şerhi, s 28; Subhi Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, Çev Yaşar Kandemir, Ankara 1973, s199; Talât Koçyiğit Hadis Istılahları, Ankara 1980, s 56)
Yalnız bir sahabîden rivayet edildiği hâlde daha sonraki tabakalarda en az iki ravisi olan hadislere de azîz denmiştir (Ahmed Naîm, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi Mukaddimesi, I,108) Bazen bir hadise azîz ve meşhur denildiği de olur İki sahabînin rivayetiyle azîz sayılan bir hadis,daha sonra pek çok kimsenin rivayetiyle meşhur olabilir
Herhangi bir tabakada yalnız iki ravi tarafından rivayet edilen hadîsler olarak tarif edebileceğimiz azîz hadîs;ravilerinin durumuna göre sahîh, hasen veya zayıf olabilir

AZRÂİL

Allah'ın kendisine verdiği emirle canlıların ruhlarını almakla görevli olan ölüm meleği Kur'an-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde bu şekliyle değil, doğrudan anlamı olan Melekü'l-Mevt (ölüm meleği) terimi kullanılmaktadır
"De ki; üzerinize memur edilen ölüm meleği, canınızı alır Sonra Rabbinize döndürülürsünüz " (es-Secde, 32/11)
Azrail (as) Cenâb-ı Hakk'ın emrindeki öteki melekler gibidir Dört büyük melekten birisidir O yalnızca kendisine verilen emri yerine getirir ve eceli tamam olmuş kulların ruhlarını alıp bu ruhu isteyene götürür Onun emrinde de bazı melekler vardır Bu melekler de kendilerine Allah'u Teâlâ tarafından ulaştırılan emirleri yerine getirirler
" Nihayet birinize ölüm gelince elçilerimiz onun canını alırlar, onlar hiç geri kalmazlar" (el-En'âm, 6/61)
Kur'an-ı Kerîm'de, meleklerin kâfir olan bir kul ile mümin olan bir kulun canlarını alışları tasvir edilmektedir Kâfirlerin can verişleri şöyle tarif edilmektedir:
"Melekler, kâfirlerin canlarını alırken onları görseydin Onların yüzlerine ve arkalarına vuruyorlar: Haydi, yangın (Cehennem) azabını tadın diyorlardı " (el-Enfal, 8/50)
Nâşitat meleklerinin müminlerin canlarını da tatlılıkla alışları şöyle ifade edilmektedir:
"Melekler iyi insanlar olarak canlarını aldıkları kimselere de: Selâm size, yaptıklarınıza karşılık Cennet'e girin' derler" (en-Nahl, 16/32)


Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #318
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




el ÂHİR

Allah'ın isimlerinden biri Zıt anlamıyla kullanılan el-Âhir, "varlıkların geçmişinden sonra bâki olan" demektir (Âlusî, Ruhu'l-Meânî Fî Tefsî'l-Kur'ani'l-Azîm ve's-Seb'i'lMesânî, Beyrut (ty) XXIV, 100-101; et-Taberi, Câmiü'I-Beyân an Te'vili Âyâti'l-Kur'an, nşr, AM Şâkir, Mısır 1374/1955, XXVII, 215)
Nitekim Hz Peygamber (sas): "Allah'ım! Sen evvelsin ki, senden önce bir şey yoktur; Âhirsin ki, senden sonra bir şey olmaz " diyerek, bu anlamda tefsir etmiştir (Müslim, Zikr, 61; Tirmizî, Daavâd, 19; İbn Mâce, Dua 2; Ahmed b Hanbel, II, 381)
El-Âhir ismi, Kur'an'da, Allah'tan başkası hakkında her zaman mevsufla kayıtlı olarak gelir: el-Yevmü'l-âhir, el-Âhîrin, el-Hayâtü'l-âhire (sonraki hayat) takdirindedirler Elif lâmlı ve mutlak olarak, yalnız bir ayette Allah'ı tavsif eder: "O'dur Evvel, Âhir, Zâhir ve Bâtın " (el-Hadîd, 57/3) Bu sıfat, yalnız bu ayette görünmekle beraber Allah'ın bâkî olduğu, başka ifadelerde de yer almaktadır "Ondan başka ilâh yoktur, onun dışındaki her şey yok olacaktır Hüküm onundur ve ancak ona döndürüleceksiniz" (el-Kasas, 28/88) "Allah daha Bâkidir" (Tâhâ, 20/75) Allah Âhir olduğu içindir ki, istisnasız olarak bütün insanlar, dünya hayatının sona ermesinden sonra kendisine döndürüleceklerdir O mutlak anlamda Evvel ve Âhirdir Zira onun dışında ne ilk ne de son sebep vardır Kâmil varlığı içinde, kendisine yeten, müstağni varlıktır (Prof Dr Suat Yıldırım, Kur'an'da Ulûhiyyet, İstanbul 1987, 264)
Kur'an'da, ulûhiyyetin zaman üstü bir özelliğe sahip olduğu terimlerden çok, birtakım sade kavramlarla ve müşahhas ifadelerle bildirilir
Vahiy metafizik tefekkürden başka bir özellik taşıdığından, genellikle metafizikte rastlanan tecrîd terimlerini ihtiva etmez Ancak Ulûhiyyetin mahluk plânını aştığı daha canlı, daha geniş kitlelerce anlaşılır, dolayısıyla daha etkin ifadelerle gösterilir Meselâ Kur'an'da "Rabbinin katında bir gün, saydıklarınızdan bin yıl gibidir " (el-Hac, 22/47) buyrulur
El-Âhir vasfı, Allah'ın zâtî sıfatlarından olan Bekâ sıfatının esasıdır Öbür zıt vasıflar gibi, bu da ancak mukabiliyle birlikte anılmalıdır Nitekim Kur'an da, "Evvel ve Âhirdir" diye iki zıt vasfı bir arada zikretmektedir
Kur'an-ı Kerim'de: "O, Evveldir, Âhirdir, Zâhirdir, Bâtındır" (Hadîd, 57/3) derken şunu kast ediyor denilebilir: Hiçbir şey yok iken Allah vardı ve her şey yok olduktan sonra Allah yine var olacaktır O, evveldir, âhirdir ve aynı zamanda zâhirdir Çünkü her şey ondan zuhur eder, onun sıfatlarından, fiillerinden ve nûrundan meydana gelir Demek ki her şeyin ilk yaratıcısı ve ilk bilinen zat olmasından dolayı evvel; her şeyi yok eden ve sonu belirleyen zat olmasından dolayı da âhirdir Cennet ve Cehennem ehline ebedi hayat verileceğine göre, Allah'ın âhir olması (yani her şey yok olduktan sonra sadece Allah'ın kalması) nasıl izah edilebilir? diye sorulacak olursa cevabını Kur'an'ın kendisi şöyle cevap veriyor "Allah'tan başka her şey yok olacaktır" (el-Kasas, 28/88) Diğer bir ifâde ile, hiçbir mahlûk kendiliğinden bir ebediliğe sahip değildir Şayet herhangi bir varlık hayatına devam ederse, bu Allah'ın emriyle olur Çünkü her mahlûk fânidir Cennet ve Cehennem'de ebedî kalmalarına gelince, onlar bizzat zâtî sıfatları nedeniyle değil, Allah'ın emriyle orada hayatlarını sürdüreceklerdir Tıpkı meleklerin zâtî sıfatlarıyla ebedî olmayıp, Allah'ın emriyle hayat bulabilmeleri ve verilen süre kadar hayatiyetlerini devam ettirebilmeleri gibi Yani kâinatı yaratan ve idare eden Allah'tır Bundan dolayı da o hem evvel hem âhirdir (Mevdûdî, Tefhimü'l-Kur'an, Terc, VI, 112-113)


Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #319
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




ÂHÂD HABER

Râvî sayısı bakımından mütevâtir* derecesine ulaşmamış hadîsler için kullanılan bir usûl-i hadîs ıstılahı
Âhâd, lügatta, "bir" manasına gelen "ehad" ve "vâhid" kelimelerinin çoğuludur Matematikte birler hanesini ifade eder Haber, herhangi bir şey veya mesele ile ilgili olarak nakledilen bilgi anlamındadır Hadîs ilminde ise Hz Peygamber'in kavlî, fiilî ve takrîrî sünnetlerinin sözle ifadesi demek olan "hadîs" kelimesinin müterâdifi olarak kullanılır Bazı âlimler, Hz Peygamber hakkındaki rivayetler için "hadîs", Sahâbe ve Tâbiûn sözleri için de "haber" tabirini kullanmayı tercih etmişlerdir Bu itibarla "âhâd hadîs" yerine "âhâd haber" deyimi yaygınlaşmıştır
Hz Peygamber'den, Sahâbe'den ve Tâbiûn'dan nakledilen haberler, onları rivayet edenlerin sayıları bakımından değişik isimler almışlardır Bir haber, ilk kaynağından itibaren her nesilde yalan üzere birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir kalabalık tarafından rivayet edilmişse buna "mütevâtir haber" denir Eğer herhangi bir nesilde haberin râvî sayısı en az üçe düşerse "meşhûr" veya "müstefiz"; ikiye düşerse "azîz"; bire düşerse "garîb" veya "ferd" adını alır Mütevâtir dışında kalan haber çeşitlerinin hepsine birden "âhâd haber" denir (Talât Koçyiğit, Hadîs Istılahları, 118)
İlk asırlarda yalnız bir kişinin rivayet ettiği hadisler hakkında "haber-i vâhid" tabiri kullanılıyordu Nitekim İmâm Şafiî, haber-i vâhidi, "Hz Peygamber'e veya ondan sonraki bir şahsa ulaşıncaya kadar bir kişinin bir kişiden rivayet ettiği haber" şeklinde tarif etmiştir (eş-Şâfiî, er-Risâle, 160) Ancak daha sonraki devirlerde bu tabir, iki, üç ve hatta daha çok kimsenin birbirinden naklettikleri fakat mütevâtirin şartlarına hâiz olmayan bütün haberler hakkında kullanılmıştır (Koçyiğit, age s, 22)
Haber-i vâhidin kesin bilgi ifade edip-etmediği ve buna bağlı olarak da onunla amel edilip-edilemeyeceği konusundaki görüşlere gelince, şöyle özetlenebilir İslâm âlimlerinin bir kısmı, râvileri âdil (güvenilir) ve senedi Hz Peygambere kadar muttasıl (kesiksiz) olan âhâd haberin ilim yani kesin bilgi ifade ettiğini ve ameli gerektirdiğini kabul etmişlerdir Bazıları ise "zan* ifade eder" demişlerdir Zan ifade etmesi, râvilerinde yanılma ihtimalinin bulunması dolayısıyladır (Talât Koçyiğit, Hadis Târihi, 183-189)
Âhâd haberler kesin bilgi vermezler Gerekli bilgilerin bulunması halinde bile sadece zan ve galip zan ifade ederler Âhâd haberler küfür ve iman konusunda delil olamazlar Zira akîdeyi ilgilendiren bir konudaki deliller zan ifade etmemelidirler Akâid'te zan geçerli değildir Âhâd haberler fıkhi ve ahlâkî konularda amel edilen haberlerdir
Âhâd haberlerin delil olamayacağını savunan âlimler genellikle şu ayetleri delil göstermişlerdir:
"Bilmediğin şeyin peşine düşme " (el-İsrâ, 17/36) ve "Zan, hakdan hiçbir şey ifade etmez" (en-Necm, 53/28) Ayrıca bu görüşü savunanlar ashâbın tek kişi tarafından rivâyet edilen bir haber için genellikle şahid* istediklerini ve bazı sahâbelerin tek yoldan gelen haberle amel etmeyişlerini de ileri sürerler Ama genellikle âhâd yolla gelen haberler kabul edilmiş ve akîde dışındaki konularda amelde delil sayılmışlardır
Aralarında Ahmed b Hanbel'in (241/855) de bulunduğu bir grup, haber-i vâhidin kat'iyyet ifade ettiği görüşündedirler (Âmid, el-İhkâm, I,108) İbn Hazm der ki: "Resulullah'a (sas) varıncaya kadar hep adil kimselerin rivayet ettiği haber-i vâhid hem ilim* hem de amel* ifade eder" (İbn Hazm, el-İhkâm, I, 119)
İslâm âlimlerinin çoğuna göre âhâd haberler zan ifade ettiğinden itikadî meselelerde tek başına huccet * sayılmazlar Zira itikatta zannî olmayan kesin delîle itibar edilir Mâmafih bu görüşte olmayan ve akâîd meselelerinde de, sahîh olmak şartıyla mütevâtirâhâd farkı gözetmeksizin bütün hadîsleri delîl olarak kabul eden âlimlerde mevcuttur Ahmed b Hanbel, İbn Teymiyye,* İbn Kayyim (Ali Osman Koçkuzu, İslâm Dininde Haber-i Vâhidin İtikâdî ve Teşriî Yönlerden Yeri ve Değeri, 63) ve İmâm Eş'arî* (Ebû Zehrâ, Târîhu'l-Mezâhibi'l İslâmiyye, I, 185) bu kanaattedirler
Amelî konulara gelince; İslâm âlimlerinin genel kanaatı bu çeşit haberlerin amelî ve ahlâkî konularda delil olması şeklindedir Ancak burada en önemli şart, haberin Hz Peygamberden sudûr etmiş olduğunun ve doğru nakledildiğinin tespitidir Bunun için de, râvisi gereken şartlara haiz olmalı, hadîs her türlü illet ve kusurdan uzak ve hadîs tenkidinin gerektirdiği şartları kendinde toplamış bulunmalıdır (Koçkuzu, age, 132) İmâm Şâfiî* ve Ahmed b Hanbel başta olmak üzere fakihlerin çoğunluğu haber-i vâhidin sıhhati hakkında, Hz Peygamber'den itibaren güvenilir (sika) râvîler tarafından rivayet edilmesinden başka bir şart aramamışlardır (Ebû Zehv, el-Hadîs ve'l-Muhaddisûn, 282) İmam Mâlik* ayrıca, Cumhûr'un ve Medînelilerin büyük ekseriyetinin haber-i vâhid hilâfına hareket etmemiş olmalarını şart koşar (Ebu Zehv, age, 281) İmâm Ebû Hanîfe'nin haber-i vâhidleri kabulü için ileri sürdüğü şartların en mühimleri şunlardır:
1 Mütevâtir ve meşhûr sünnete aykırı olmaması
2 Kur'an-ı Kerim'in genel hükümlerine ve manası açık ayetlere aykırı olmaması
3 Herkesin bilmesi ve nakletmesi gereken konularda olmaması
4 Güvenilir râvîlere muhalefet edilmemiş olması (Ebû Zehv, age, 281-282)
Ebû Hanîfe zamanında hadis uydurma hareketi korkunç bir şekilde yayıldığı için o, haber-i vâhidlerle amel etme konusunda ağır şartlar ileri sürmüş, pek titiz davranmış, haber-i vâhidlerin çoğunu reddetmiş, kıyası birtakım hadîslere tercih etmiştir O bunda mâzûrdur (Subhi es-Sâlih, Hadîs İlimleri ve Hadîs Istılahları, 266)
Haber-i vâhidin dinde delil olarak kullanılıp kullanılamayacağı hususundaki münakaşaların, Mu'tezilenin zuhuru ile ortaya çıktığı göz önünde bulundurulursa, bu münakaşalarda söz konusu edilen haber çeşidinin sadece bir kişinin haberi olduğunu, aziz ve meşhur denilen haber çeşitlerini bu münakaşaların şümûlü içinde mütalâa etmemek gerektiğini kabul etmek icap eder (Talât Koçyiğit, Hadis Istılahları, 24)
Hz Peygamber'den yapılan her rivayetin tevâtür derecesine ulaşması elbette mümkün değildir Ona nisbet edilen her haberi tenkid süzgecinden geçirmeden kabul etmek ne kadar yanlış ise, râvîlerin hatası veya yanılma ihtimali var diye hadîsleri reddetmek de o derece yanlıştır Bu gerekçe ile hadîsleri bütünüyle reddedenler sapıklığa hatta küfre düşerler Sahîh hadîsin şartlarını taşıyan âhâd haberler, sadece amelî ve ahlâkî konularda değil, itikâdî konuların açıklanmasında da birer dînî delil sayılırlar


AHBÂR

Yahudi âlimleri ve din adamları hakkında kullanılan Kur'anî bir tabir Hahamlar
Yahudiler, Ahbâr kelimesini belli bir grup âlim ve yahudiliği insanlara öğreten, yahudi şerîatını ve dinî hükümleri bilen kimseler için kullanmışlardır Bunlar yahudiler arasında çıkan anlaşmazlıklara ve problemlere çözümler getirmekte idiler
Kur'an-ı Kerim'de geçen Ahbâr kelimesi muhtemelen İbrânice'den Arapça'ya girmiş bir tabir olup, ayetlerde hristiyanların papazları ile birlikte zikredilerek her iki din mensuplarının din adamlarını ilâh edindikleri ve onların tavsiye ve direktiflerine uydukları bildirilmektedir
"Onlar, Ahbâr'ını (hahamlarını) ve ruhbanlarını (papazlarını) ve Meryem oğlu İsa Mesih'i Allah'tan başka Rab'ler edindiler Halbuki onlar, ancak "bir" olan ve kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı Allah onların ortak koştuklarından münezzehtir" (et-Tevbe, 9/31)
Ahbâr ve Ruhban tabirleri aynı sûrede birkaç ayet sonra tekrar zikredilirken onların insanlara yaptıkları haksızlıklar dile getirilmektedir:
"Ey iman edenler, Hahamlar ve papazlardan pek çoğu haksız yere insanların mallarını yerler, onları Allah'ın yolundan alıkoyarlar" (et-Tevbe, 9/34)
Yahudiler arasında büyük bir itibar ve nüfûza sahip olan Ahbâr, dinî hükümleri arzu ettikleri gibi evirip çevirerek insanları kendilerine bağlamış ve Tevrat'ı istedikleri gibi yorumlayarak dini tahrif etmişlerdir
Hz Peygamber'in Medine'ye hicretinden sonra bu yahudi Ahbâr'ından ve ileri gelenlerinden olan Abdullah b Selâm müslüman olmuş ve bunların dinde yaptıkları tahribatı müslümanlara anlatmıştır
Tevrat'ın hükümlerini uygulamaları gerekirken hep bundan uzak kalan Ahbâr, Kur'an-ı Kerim'de "Allah'ın hükümleriyle hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir Zalimlerin ta kendileridir Fâsıkların ta kendileridir" şeklinde anlatılmışlardır Bu ayetler Ahbârı ve onların yolunu izleyerek Allah'ın hükümlerinden uzak kalıp bunları uygulamayanların durumunu açıklamaktadır

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #320
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




AHD-İ ATİK

Eski ahid, eski sözleşme Ehl-i kitap yani yahudî ve Hristiyanlarca kutsal sayılan kitaplardan bir kısmı Ahdi atik'in Rab Yahve (Yahova) ile İsrailoğulları arasındaki bir sözleşme olduğuna inanılır Yahudi inancına göre Rab, Hz İbrahim (as) ile bir sözleşme yapmış, aynı sözleşme daha sonraki peygamberler ile de tekrarlanmıştır Bu sözleşme ile Rab Yahova İsrailoğullarını kendi kavmi ilân etmiş ve onları diğer insanlardan üstün kılacağını, onları Arz-ı Mev'ud* (Vadedilmiş Topraklar)'a götüreceğini söylemiştir Yahudiler de bu vaade karşılık Rablerine verdikleri sözü tutup onun emirlerinden çıkmayacaklardı Ahd-i Atik'in ilk otuzdokuz bölümünün kutsallığı konusunda görüş birliği olup, bunlar Kitab-ı Mukaddes'in ilk kısmını oluştururlar Dokuz tanesi ise sadece Katolikler tarafından kutsal sayılmaktadır
Ahd-i Atik üç büyük bölümden oluşmaktadır Bunlardan Nebiim ve Kütübim kısımları Hz Davud'a indirilen Zebur'dur Ahd-i Atik'in en önemli bölümü ise Tora (Tevrat) olup Hz Musa'ya indirilen kısımlardır Bunlara Esfâr-ı Hamse (Beş Sifr) adı verilmektedir ki bunlar: Tekvin, Huruç, Levitik, Âdât ve Tesniye'dir Bizim Tevrat dediğimiz bunlardan ibarettir
Tevrat kelime olarak İbranî'ce olup "şeriat ve hak sözler" anlamını taşımaktadır Kur'an-ı Kerim'de de Tevrat kelimesi için "İnsanlar için bir hidayet" olarak indirildiği (Âli İmrân, 3/3-4) ifade buyurulmaktadır Hz Musa hayattayken okuma yazma bilenlerin azlığı ve bu ilâhî kitabı ezberleyenlerin hemen hemen yok oluşu Tevrat'ın elde çok az nüshasının bulunmasına sebep olmuştu Zamanla az olan bu nüshalar çeşitli sebeplerden dolayı korunamamıştı Bilhassa Babil İmparatoru Buhtunnasır'ın Kudüs'ü zapt ve tahrip ederek İsrailoğulları âlimlerini öldürmesi ve şehri tahrip sırasında elde mevcut olan Tevrat nüshalarının yanması Tevrat'ın aslının kaybolmasına yol açmıştı Bunun için de İsrailoğullarının elinde ilâhî bir emirler manzumesi kalmamış, dini hüküm ve itikad esaslarını düzenleyen kutsal kitap kaybolmuştu
İsrailoğulları peygamberlerinden Hz Süleyman (as)'dan sonra gelen yirmidört yahudi hükümdarı, Hz Musa (as) ve ondan sonraki peygamberlerin getirdiği tevhîd akidesini terkederek irtidat etmiş, hatta çoğu putperestliğe geri dönmüştü Bu dönemde İsrailoğulları arasında son derece yaygın hale gelen putperestliğin etkisiyle Mescid-i Aksa'nın içi putlarla dolmuştu
Bize gelen bilgilere göre MÖ 622 yılında İsrailoğulları'nı yöneten Buşia adında bir hükümdar tekrar Hz Musa'nın getirdiği dine dönmüştü Bu hükümdar döneminde yaşayan Azra adında bir kâhin, kaybolmuş olan Tevrat'ın asıl nüshasını Kudüs'te bulup çıkardığını ileri sürmüş ve İsrailoğulları'na kendi uydurduğu bir kitabı Tevrat diye kabul ettirmişti Eldeki Tora (Tevrat)'yı Azra yazmış ve bunun için Hz Musa (as)'ya indirilen Esfâr-ı Hamse (Beş Sifr) dışında birçok ilâve yapılmıştı Zira bu ilâvelerde Hz Musa'nın ölümünden ve ondan sonra meydana gelen olaylardan da söz edilmektedir Hz Musa'nın vefatıyla ilâhî vahiy kesildiğine göre, bu bilgilerin Azra'nın ilâveleri olduğu gayet açıktır Böylece tek kişinin bilgi ve rivayetine dayalı olan bu kitap Tevrat olarak kabul görmüş, nüshaları çoğaltılarak yahudiler arasında yayılmıştı Asırlarca sonra ve kaybolduğu kesinlikle bilindiği halde bu yolla ortaya çıkarılışı, bu kitabın sıhhati hakkında bize belli bir fikir ve kanaat vermektedir Kur'an-ı Kerim'de de Tevrat'ın tahrif edildiği hususunda şöyle buyurulmaktadır:
"Halbuki onlardan (Hahamlık görevi yapan) bir grup, Allah'ın Kelâmını dinleyip iyice anladıktan sonra bunu bile bile tahrif ediyorlar" (el- Bakara, 2/75)
Bu duruma göre bugünkü Yahudilerin elinde olan Tevrat Cenâb-ı Allah tarafından Hz Musa (as)'ya indirilen ve Kur'an-ı Kerim'de zikredilen kitap değildir
Tevrat'ın bugün elde mevcut olan nüshalarına gelince, üç adet olup, şunlardır:
1- Başta Yahudiler ve Hristiyanlardan yalnız Protestan mezhebince kabul edilen ve İbrânice olan nüsha
2- Roma ve Doğu kiliseleri tarafından kabul gören Yunanca nüsha
3- Sâmirî dilinde yazılmış ve yalnız Sâmirîlerin mûteber saydıkları nüsha
Bu nüshalar Tevrat'ın en mûteber nüshaları olduğu halde aralarında birçok tezatlar, birbirine benzemeyen bilgiler, birbiriyle uyum sağlamayan bölümler vardır Meselâ Hz Âdem (as)'in yaratılışından Hz Nuh (as) tufanına kadar geçen zaman Yunanca nüshada 2260, Sâmirî dilinde yazılan nüshada 1307 ve İbrânice nüshada 1650 yıl olarak kaydedilmektedir Azra'nın bulduğunu söylediği nüsha bir dilden diğer dile aktarılırken, bir çok kısım, fıkra ve olay çıkarılmış; yer yer birçok tahrifata uğramıştır Nüshalar arasında çok açık bir üslûp farkı göze çarpmaktadır Bu nüshalarda bazı peygamberler hakkında verilen bilgilerde peygamberlerin "İsmet"* sıfatı ile çelişen hususlar bulunmaktadır Ayrıca birçok hurafe* ve masal özelliği taşıyan kısımlar vardır Bu bilgilerin Allah tarafından bir peygambere vahyedilmesinin mümkün olmadığı gayet açıktır Bu nüshalara sahip çıkan grupların her birinin diğer nüshaların uydurma olduğunu ileri sürüp yalnız kendi nüshalarını kabul etmeleri de ayrı bir durumdur Fakat bütün bunlara rağmen elde bulunan bu kutsal kitapta ilahî bazı bilgileri çağrıştıracak özellikler vardır



AHD-İ CEDİD

Yeni ahid, yeni sözleşme Hristiyanlara göre, putperestliğe sapan yahudîlerin bu durumlarına acıyan Cenâb-ı Allah, İsrâiloğulları ile yeni bir sözleşme yapmıştır Bu sözleşme Hristiyan inancına göre, Allah'ın kendi oğlunu insan şeklinde dünyaya göndermesi, Mesih'in çarmıha gerilmesi ve öldürülüp tekrar diriltilmesi gibi sapık bilgilerle yoğrulmuş bir akîdeyi yansıtan muharref kitap İncil'den ibarettir Buna göre Ahd-i Cedîd yalnız hristiyanlara ait olan kutsal kitaba yani İncil'e verilen isimdir Yahudiler ve hristiyanların müşterek olarak inandıkları Ahd-i Atik'in otuz dokuz bölümü ile Ahd-i Cedîd biraraya getirilerek bunlara "Kitâb-ı Mukaddes" adı verilmiştir
İncil'in Hz İsa'ya Cenâb-ı Allah tarafından indirildiği hususunda Kur'an-ı Kerim'in Mâide Suresi, 5/46 âyeti ile şöyle buyrulmaktadır:
"Ardından da (bu peygamberlerin) izlerince Meryem oğlu İsa'yı kendinden önce gelen Tevrat'ın bir tasdikçisi olarak gönderdik Ona da içinde bir hidâyet, bir nur bulunan İncil'i verdik Bu ondan önceki Tevrat'ın bir doğrulayıcısı ve takva sahipleri için bir hidayet ve öğüt vericidir"
"Göz nuru" anlamına gelen İncil, Hz İsâ (as)'ın kendi konuştuğu İbrânî dilinin bir lehçesi olan Süryanice ile nâzil olmuştur Fakat bugün Hz İsâ'nın konuştuğu lehçe ile tam olarak uyuşan bir nüshası yoktur Bu da bugün hristiyanların elinde bulunan İncil nüshalarının tamamen değiştirilmiş olup aslının bulunmadığını göstermektedir Zira İncil'in Hz İsâ'nın dünyadan ayrılışından en az elli yıl sonra ve başkaları tarafından yazıldığı bilinen bir husustur Ahd-i Cedîd'in içinde dört adet İncil mevcut olup bunların hepsi Hz İsâ (as)'ın hayatını anlatmaktadır
Bugün elde olup Hristiyanlar tarafından kabul gören dört İncil, ilk dönemlerde birçok Hıristiyan tarafından reddedilen ve asla kabul görmeyen kitaplardı Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde din adamları ve kiliselerin elinde çok sayıda ayrı ayrı İnciller vardı Bunun için Hıristiyan dünyasında büyük ayrılık ve kargaşalıklar görülüyordu Nihayet hristiyanlığı Bizans'ın resmi dini olarak kabul eden imparator Konstantinos'un buna müdahale etmesiyle Miladî 325 yılında hristiyanlığın inançlarını ve kutsal kitabını tesbit etmek üzere İznik'te bir konsil (Ruhanî Meclis) toplandı Bu konsile hıristiyan dünyasından ve çeşitli mezhep ve ekolden bin civarında din adamı ve hıristiyan bilgini katılmıştı
Bunların içinden Hz İsâ'nın ilâh olduğuna inanan üç yüz on sekiz kişinin kararıyla bugünkü dört İncil kabul edilerek diğer kitaplarla birlikte hepsine "Ahd-i Cedîd" adı verildi Bu konsilde günlerce süren tartışmalar neticesinde Hz İsâ'nın ilâh olduğu hususu kararlaştırılmış fakat bu karara çok az kimse katılmıştı Matta, Luka, Yuhanna ve Markos adını alan bu dört adet İncil'in Hz İsâ'ya indirilen ve Kur'an-ı Kerim'de zikredilen Semâvî kitapla ilgisi olmadığı, içindeki birçok basit, birbiriyle çelişen bilgi ve hikâyelerden anlaşılmaktadır
Her şeyden önce bu İncillerdeki uslüp aslâ ilâhi bir özellik taşımamaktadır Hz İsâ'nın dünyadan ref'i esnasında üç gün zindanda kaldığı Petros risalesinde yazıldığı halde diğerlerinde mevcut değildir Eldeki İncillerin hiç biri sahih bir rivâyetle adını taşıdıkları müelliflerine ulaştırılamamaktadırlar Bu dört İncil ele alındığında gerek kısım gerekse âyet sayısı itibariyle ve konuyu ele alış şeklinden aralarında çok büyük ve derin farkların ortaya çıkması, bunların ayrı ayrı kimseler tarafından yazıldığını göstermektedir
Bugün hristiyanların elinde bulunan bu dört İncil'den Matta 28 kısım, Luka 24 kısım, Yuhanna 21 kısım ve Markos da 16 kısımdan ibarettir
Bütün bu bilgilere göre bugün bir müslüman olarak Tevrat, Zebur ve İncil'in ilâhi birer münzel kitap olduklarına iman ediyor isek, şu mevcut değiştirilmiş halleriyle değil, Cenâb-ı Allah'ın Hz Musâ, Hz Dâvud ve Hz İsâ'ya indirdiği şekillerine ve sahih metinlerine iman ediyoruz Ancak bununla beraber Kur'an'ı Kerim'in gelişiyle bunların bütün hükümleri mensuh olmuştur Tek hüküm ve şeriat olarak Allah'ın son-mesajı Kur'an-ı Kerim'in hükümleri geçerlidir

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #321
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




AHFÂD

Torunlar "Hafîd" kelimesinin çoğulu olup, bir kimsenin sonuna kadar olacak çocuklarını ihtiva eder Şöyle ki, oğul ve kızların çocukları ve bu torunların çocukları Sonuna kadar hepsi ahfâddır
İslâm hukukunda ahfâd'a dair muhtelif meselelerde bazı hükümler vardır Meselâ vakıf konusunda, ahfâda dair hükümlerden bazıları şöyle sıralanabilir Birisi yaptığı vakfın gelirini "evlâdıma şart ettim" dese, bu vakıf sadece o kişinin çocuklarını kapsar, torunlarına şâmil olmaz Başka bir görüşe göre bu şart ahfâda da şâmildir
Vakfedenin sözünde evlâd tabirinin, ahfâda da şâmil olduğuna dalâlet eden bir delil, bir karine bulunursa bu vakıfa ahfâd da dahil olur Bu konuda da âlimler arasında ihtilaf yoktur Meselâ vakıf yapan kişi, "vakfımın gelirini, nesiller boyunca evlâdıma şart ettim" dese, bu vakfın içine ahfâd da dahil olur (Ömer Nasuhî Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, I, 360)
Nikâh konusunda ahfâdın hükmü ise, kişinin kesinlikle, erkek olsun kadın olsun, bunlarla evlenememesidir Böyle bir evlilik dinen haram ve yapılan akid de bâtıldır Ahfâd kişinin furû'una girdiğinden nesebî yakınlığı dolayısıyla evlenmesi yasak olan zümreler içinde sayılmıştır
Aynı şekilde ahfâd furû' içinde yer aldığından, kişi kendi ahfâdına zekât veremez
Miras konusunda ise, evlâd var iken ahfâd hacb*edilir Yani ölen kişinin mirasına önce evlâtları, şayet bunlar öldüyse, bunların çocukları, yani torunlar, belli esaslar ve usûller dahilinde mirasçı olurlar
Öbür taraftan muhtaç olan baba, dede ve annelerin nafakaları da evlâd veya ahfâd üzerinedir Fakat muhtaç olan bir kişinin oğlu veya kızı varsa, bu durumda ahfâdının bu kişiye nafaka vermesi gerekmez (Bilmen, age II, 500 vd)


AHİLİK
Selçuklular ve Osmanlılar döneminde Anadolu'da kurulan üretici, esnaf ve çiftçi yardımlaşma teşkilâtı, Ahî Arapça'da "Kardeşim", Türkçe'de "Cömert" olan akı anlamında kullanılmaktadır İslâm ortaçağında ortya çıkmış bulunan ve daha çok bir esnaf teşkilâtı olan Ahîlik (veya fütüvvet) yiğitlik ve cömertlik esasları üzerinde kurulmuştur Öncelikle esnafın mensup olduğu bu teşkilât daha sonraları ve özellikle sınır boylarında fetihlerin Batı'ya doğru götürülmek istendiği noktalarda bütün sınır boyu sâkinlerinin katıldığı bir kuruluş haline gelmişti Arapça'da genç, yiğit, delikanlı ve cömert kişi anlamında olan "Fetâ" kelimesinden türetilerek adına "Fütüvvet" denilen bu teşkilâtın mensupları birbirlerine kardeşim anlamında olan "Ahî" kelimesiyle hitap ettikleri için bu kelimeden alınarak teşkilât mensuplarına da "Ahîler" denilmekteydi Ahîlik teşkilâtı özellikle Anadolu'nun yurt edinilmesinde ve bilhassa halk ve esnaf arasında İslâmî prensip ve emirlerin uygulanmasında büyük bir rol oynamıştır
Gerek Selçuklu ve gerek Osmanlı Sultanlarından bazılarının ve özellikle ilk Osmanlı sultanlarının da bu teşkilâta vezirleriyle birlikte üye olduklarını görüyoruz Anadolu'nun birçok şehrinde tekkeleri olan Ahîler Osmanlı devletinin kuruluşu dönemlerinde fetih hareketlerinde büyük rol oynamış ve aynı zamanda gazî ünvanı ile cihad hareketine katılmışlardı
Bundan anlaşıldığına göre Ahîler yalnız kendi üyeleri ve mensuplarının haklarını korumak gayesiyle aralarında oluşturdukları bir örgüt olmaktan çok; inanç birliği için biraraya gelmiş, İslâm'ın menfaatlerini koruyan bir kuruluş idiler Toplum içinde bir dayanışma sağladıkları gibi, halkı ve devlet adamlarını cihâda ve fetihlere teşvik ediyorlardı
Ahîlik, aslında, ilk kuruluşu ve gelişmesinde, asla bir tarikat değildi Fakat tarikatların prensip ve teşkilatından yararlandığı muhakkaktır Daha sonraları bu teşkilatın mensupları Mevlevî ve Bektaşî tarikatlarına girmişlerdi Mevlevîlerin ileri gelenlerinden Mevlânâ Hüsâmeddin'in babası olan "Ahî Türk" Konya'daki Fütüvvet* teşkilâtının başı idi Aynı şekilde Kırşehir'deki bir Bektâşî zaviyesi şeyhinin Ahîlik teşkilatına bağlı olduğunu görüyoruz Fakat bütün bunlara rağmen Ahîlik teşkilatı Sünnîlik ve ılımlı Şiilik çizgisini korumuştur Anadolu'daki Ahîlerin en ileri gelen reislerinden olan Ahi Evren'in Sünnî ve Şâfî olduğu bilinmektedir
Ahîlerin Fütüvvet teşkilatına tam üye ve lâyık olabilmeleri için, ilim ve san'atla uğraşmış veya uğraşmakta olan kimseler olması gerekir Özellikle üyenin cuma akşamları yapılan toplantılarda okunan Kur'an-ı Kerim, hadîs, menâkıb, tasavvuf edebiyatı ve hikmet gibi derslere ve ilim meclislerine katılması gerekir
Ahî teşkilâtının prensip ve özelliklerini en iyi anlatan ve yansıtan onların "Fütüvvetnâme"* adıyla yazdıkları belgelerdir On üçüncü yüzyılda yazıldığı bilinen bir fütüvvetnâme'de ahîlik prensipleri ve ilkeleri şöyle tesbit ediliyor:
"Bir ahînin ancak on sekiz dirhem gümüşe eşit bir sermayesi bulunabilir Ahî mutlaka helâlinden kazanmalıdır Bütün ahîlerin bir sanatı olmalıdır Ahîler yoksullara yardım etmelidir Ahî en iyi şekilde cömert olmalıdır Âlimleri sevmeli onlara saygı duymalıdır Ahîlerin iyi, anlayışlı ve temiz giyimli kimselerle sohbet etmesi lâzımdır Ahîler fakirleri sevmelidir Hakkı kaybolanların hakkını aramak teşkilâtın görevidir Ya bu hak alınır yahut helâl edilir Ahî alçak gönüllü olup, namazını asla kazaya bırakmamalıdır Utanma duygusuna sahip ve nefsine hâkim olmalı, beylerin ve zenginlerin kapısına gitmemelidir Aksine sultanlar onun kapısına gelmelidir "
Ahilik teşkilâtında mertebe sistemi şöyle idi En başta bir "Şeyhu'lMeşâyih" adıyla bir lider bulunur Buna Ahî-Baba denirdi Bunun altında bir önceki lider olarak "Şeyh" ünvanını taşıyan sâbık şeyh yer alır
Üçüncü mertebede "Halife", ondan sonra "Nakipler" gelirdi Daha sonra altı bölükten oluşan ve ilk üç bölüğüne "Ashâb-ı Tarîk" (Yol arkadaşları) adı verilen "Ahîler" yer alıyordu Teşkilâtın en son mertebesinde "Yiğitler" vardı ki bunlar teşkilâta yeni katılan kimseler idiler
Ahîlerin kendilerine özgü kıyafetleri vardı Başlarına beyaz keçe külâh giyer, üstüne sarık sararlardı Ayaklarında şalvar, bellerinde yünden örülmüş bir kuşak bulunurdu Ayaklarına mest giyer, bellerinde uzun kamalar taşırlardı
Ahîler gündüz çalışır, akşam "tekke'ye* gelip yemeği birlikte yerlerdi Bu tekkelerinde misâfir ve yolcu eksik olmazdı Çünkü misâfir ve yolculara karşı çok iyi ve misafirperver davranırlardı Ahîler zalim ve haksızlara karşı amansız bir mücadele verdikleri gibi, kendi aralarında da herhangi bir üye Ahîlik prensiplerine aykırı davranıp müşterisini aldatırsa, yalan söylerse derhal Ahî-Baba tarafından yargılanır ve mutlaka cezalandırılırdı İşte bundan dolayı Ahîlik teşkilâtı İslâmî ticaret anlayışını koruyan, bir iman, yiğitlik, cihad ve ahlâk ocağı idi
Moğolların Anadolu'yu istilâları sırasında Ahîler tam bir cihad* anlayışıyla bu amansız düşmana karşı koyarken, aynı dönemde yaşayan Mevlevîler* ise Moğollarla işbirliğine gitmişlerdi Ama bütün bu güzelliklere rağmen bu teşkilât da her teşkilât için mukadder olan akıbete uğramış ve zamanla bozulmuştur İlk dönemlerde teşkilatta tam bir Sünni akîde hakim iken daha sonraları bu çizginin dışına çıkılmış; devlete karşı isyan eden ahlâksızlığa meyilli, kimliği belirsiz kimseler bu teşkilât içinde görülmeye başlayınca eski özelliklerini kaybetmiştir Fatih devrinden sonra ahîlik teşkilâtı eski itibarını kaybedip, gücünü koruyamamıştır



ÂHİR ZAMAN


Hz Peygamber (sas)'in İslâm'ı tebliğinden başlayıp kıyametin kopmasına kadar geçecek olan müddet hakkında kullanılan bir terim
Bu tarif çerçevesinde Resulullah'a "Âhir zaman Peygamberi" denilmektedir Bunun anlamı da "Son Peygamber" demektir
Bizden önce yaşamış ümmetlerin geçirdikleri zamanın tümü bir gün içinde sabahtan ikindiye kadar geçen zamana; bu ümmetin yaşadığı zaman ise ikindiden akşama kadar geçen vakte benzetilmiştir Kıyametin yaklaştığı zamana da aynı şekilde "Âhir zaman" denilmektedir Bu zamanın kesin olarak ne zaman başlayacağı da belli olmadığı için sadece bu döneme yakın bazı belirgin alâmetlerin görüleceği ifade edilmiştir (geniş bilgi için bk Kıyamet ve Kıyamet Alâmetleri)
İslâm'da âhir zaman denince dünya hayatının son dilimi ve son dönemi hatıra gelmektedir Zira akidemize göre başlangıcı olan bu âlemin mutlak sonu da vardır Fakat bu sonun kesin olarak zamanı bildirilmemiştir Bu bilgi yalnız Allah'a mahsustur Ancak İslâm akidesini bozmak isteyen bazı batıl inanç sahipleri bu konuda tarihler vererek belirlenmemiş ve belirlenmediği nasslarla sabit olan bir hususta (el-A'raf, 7/187; Lokman, 81/34; Cibril Hadisi)* doğru olmayan ve tahminlerden öteye gitmeyen rakamlar vermektedirler Ancak, Hz Peygamber'in gelişi ile kıyamete yakın olan son dilimin başladığı hususunda İslâm bilginleri de görüş belirtmişlerdir Âhir zamana İslâm'ın MVII yüzyılın başlarında yani 610 yılında vahyin başlamasıyla girildiği hususunda bazı hadislerde işaretler vardır (Müslim, Fiten, 132 vd) Başlangıcı hakkında işaretler verilmişse de sonu ile ilgili bilgi yalnız yaratana has kılınmıştır Bunu kimsenin bilmesine imkân yoktur





AHKÂF SÛRESİ

Kur'an-ı Kerim'in kırkaltıncı suresi Surenin on, onbeş ve otuzbeşinci ayetleri hariç geri kalanı Mekke'de nazil olmuştur Sure, yirmiyedinci ayetinde söz konusu edilen Âd kavminin bulunduğu bölge olan Ahkâf'tan adını almıştır Sure Ha-Mim şeklinde huruf-u mukattaa ile başlayan yedi surenin sonuncusudur Otuzbeş ayetten ibaret olan Ahkâf suresi üçyüzkırkdört kelime ve ikibinüçyüz harften meydana gelmiş olup fasılaları nûn ve mim harfleridir
Bu sure Mekke'de nazil olduğu için daha çok imanî ve akîde konularını ele almıştır Allah'ın birliğine, onun kâinatta var olan her şeyin mutlak Rabbi olduğuna iman konusunu işlemektedir Vahye, risâlete, peygamberlerin getirdiği mesajlara, bir çok peygamberin gelip geçtiğine iman etme hususlarını konu edinen Ahkâf suresi, Kur'an ve Kur'an'dan evvel indirilmiş bulunan semavî kitaplara, Kıyamet gününe, dirilişe, insanların hesaba çekilecekleri ve yaptıklarının karşılıklarını iyi veya kötü alacakları hususlarına iman etmenin gereklerini anlatmaktadır
Sure yukarıda söz konusu ettiğimiz hususlara imanı her yönüyle gönüllere kadar indirmekte, kalbin her teline dokunarak değişik alanlarda olayı dile getirmektedir Sure bu iman konusunun belli bir insan kitlesini değil, bütün kâinâttaki varlıkları ilgilendirdiğini belirtir İsrailoğullarından bir grubun İslâm'a karşı tutumunu söz konusu ederek olayı ele almakta ve ayrıca cinlerden bir grubun Kur'an-ı Kerim'e karşı tavırlarını anlatmaktadır Yahudilerden bazı kimselerin son derece yanlış ve sapık bir anlayışa kapıldıklarını, diğer bazı kimselerin ise, olumlu davranışlarını ve sağlam fıtratlarını dile getirip bunlardan örnekler sunar Suredeki anlatım tarzı insanın kalbini kâinatın ufuklarında, göklerde ve yerde gezindirerek ona Kıyamet ve ahiretten tablolar çizmektedir Hz Lut (as) kavminin iman etmemelerinden dolayı başlarına gelen felâketleri ve içinde yaşadıkları şehirlerinin kötü sonunu anlatmaktadır
Surenin anlatım ve akışına göz attığımızda dört ayrı bölüm içinde olayların değerlendirildiğini görüyoruz
Birinci bölüm, surenin başlangıcı olup Kur'an'ın Allah katından vahiy yoluyla indirildiği ilk ayette ifade edildikten sonra, kâinat içindeki ahenk ve mükemmel nizamın Allah tarafından yönetildiği belirtilmekte ve buna insanların dikkati çekilmektedir Bu güçlü ifadelerden sonra iman ve akîde konusu ele alınmakta Allah'a şirk koşmanın son derece basit ve dayanaksız bir tutum olduğu belirtilerek reddedilmektedir
"(Ey Muhammed) Kâfirlere de ki, "Söyleyin bana Allah'ı bırakıp ondan başka şu tapındıklarınız yeryüzünde ne yaratmışlardır? Yoksa onların ortaklıkları göklerde mi? Eğer şu inancınızda doğru yolda iseniz o halde size indirilmiş bir kitap veya sizden öncekilerden size intikal etmiş bir bilgi kalıntısı varsa bana getirin" (4)
Böylece Allah'ı bırakıp karşılık vermeyen, duyup işitmeyen, konuşmayan, cansız putlara veya ölüp gitmiş insanlara tapınmanın sapıklığı ve basitliği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır Bununla da kalmamakta; o tapındıkları put ve tâğûtların kıyamet gününde insanlarla çekişerek o sıkıntı dolu hesap gününde kendilerine tapanlardan uzak olduklarını ifade edecekleri bu sûrede anlatılmaktadır
Surede ayrıca müşriklerin Resulullah'a karşı tutumları anlatılıp, Kur'an'ı kendisinin uydurduğunu ve bunun bir büyü olduğunu belirtmeleri üzerine onlara verilen Kur'anî cevaplar ve meydan okumalar sergilenmektedir Ayrıca İsrailoğullarının bazı yanlış tutumları dile getirilerek onların iman ettiği Hz Musa ve kitapları Tevrât'ın Kur'an tarafından tasdik edildiği bildirilerek onlardan iman edenlerin doğru davranışları takdir edilmektedir Nihayet bölümün sonunda zulmedenlerin yanlışlıkları ahlatılıp uyarıldıklarını ve salih amel işleyenlerin müjdelendiklerini görüyoruz
"Muhakkak Rabbimiz Allah 'tır deyip de sonra dosdoğru gidenlere korku yoktur Ve onlar üzülecek de değillerdir İşte onlar Cennet ehlidirler İşlediklerine karşılık olarak orada ebediyyen kalacak ve (mükâfatlandırılacak)lardır" (13)
İkinci bölümde de doğru ve sapık iki insan fıtratının akîde karşısındaki tutumları örnek olarak anlatılmaktadır Doğumlarından erginlik çağına varıp sorumluluk yüklenerek tecrübelerle karşı karşıya kaldıkları zaman takındıkları tavır ve giriştikleri hareketleri izlenmektedir Bu iki örnekten biri Rabbine şükredip anne ve babasına karşı iyi davranmakta, ahde vefa gösterip Allah'a yalvararak günahlarından tevbe etmektedir Diğeri ise, Allah'a karşı isyankâr davranarak anne ve babasını üzmekte, onlara itaât etmeyerek âhireti inkâr etmektedir Bunun için de büyük bir sıkıntı içine gömülüp bitkin bir duruma düşmektedir
"Onlar öyle kişilerdir ki yaptıklarının en iyisini onlardan kabul ederiz ve onların kötülüklerinden vazgeçeriz Onlar Cennet halkıdırlar Bu dünyada kendilerine va'dedilen doğru vaad'in gerçekleşmesidir" (16)
"İşte bunlar da kendilerine azap sözü gerekli olmuş kimselerdir Kendilerinden önce geçen cin ve insan toplulukları arasında azabın içinde bulunacaklardır Gerçekten onlar ziyana (hüsrana) uğrayanlardır" (18)
Bu kısım bir Kıyamet tablosuyla sona erip bu tablonun acı sonu gözler önüne serilmektedir
"O kâfirler ateşe sunuldukları gün: (Kendilerine) denir ki: Dünya hayatınızda sizin için temiz olan her şeyi harcadınız, onların zevkini sürdünüz Bugün ise yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve doğru yolu terketmenizden dolayı bugün alçaltıcı bir azap ile cezalandırılacaksınız " (20)
Üçüncü bölümde ise, kendilerine gelen peygamberi ve ilâhi emir ve mesajları reddettikleri için Âd kavminin başlarına gelen son derece acı ve elîm âkıbeti dile getirmektedir Kendileri hayat ve mutluluk bekledikleri rüzgârdan, öldürücü ve yok edici bir azap görünce nasıl perişan oldukları anlatılmaktadır
"Onu vadilerine doğru yayılan bir bulut şeklinde görünce dediler ki: "Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur " Hayır o, acele beklediğiniz şeydir Acıklı azabı getiren rüzgârdır Rabbinin emriyle her şeyi yıkar, mahveder Derken onlar öyle bir hale geldiler ki evlerinden başka bir şey görünmez oldu (her şey yok oldu) İşte biz suç işleyen toplumu böyle cezalandırırız " (24-25)
Bu ayetlerle Kur'an'ın muhatabı olan o günün Mekkeli müşrikleri ile Kıyamet'e kadar gelip geçecek bütün inkârcı ve Allah'ın emirlerini reddeden kimselere Âd kavminin durumu anlatılarak acı sonlarının nasıl olduğu hatırlatılmaktadır
"Bilin ki onları sizi yerleştirmediğimiz sağlam yerlere yerleştirmiştik Ve kendilerine kulaklar, gözler ve kalpler vermiştik Ne var ki bu kulakları, gözleri ve kalpleri onlara bir fayda sağlamadı Çünkü Allah'ın ayetlerini (emir ve hükümlerini) bile bile inkâr ediyorlardı Alay ettikleri şey onları mahvetti" (26)
Bu kısmın sonunda Mekkelilerin çevresinde bulunan kavimlerin başına gelenler hatırlatılarak, tapındıkları put ve tağûtların kendilerine yardım etmekten aciz oldukları, yalanlarının ortaya çıktığı ifade edilmektedir Böylece onların bu örneklerden etkilenip imâna gelmeleri için ikazda bulunulmaktadır
Dördüncü bölümde de cinlerden ve onların Kur'an'a karşı olan tavrından söz edilmektedir Nihayet sure:
"Görmezler mi ki gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan Allah, ölüleri de diriltmeye kadirdir Evet o her şeye kadirdir" (33) mesajıyla sona ermektedir


Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #322
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük





ÂCİR


Kiraya veren, kira akdinde kiran sahibi, iş akdinde işçi anlamına gelen bir terimdir Âcir, kira veya iş akdinde akdi yapan tarafı ifâde eder İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre icâre* akdinin rükünleri; icap,* kabul*, akdin tarafları ve akdin konusu yani menfaat ve ücret olmak üzere dört tanedir Hanefilere* göre ise, yalnız icap ve kabul rükün olup, diğerleri akdi * tamamlayan şartlardır Akdi yapanlar âcir (mûcir) ile müstecir (kiracı) dan ibarettir Akdi yapan tek kişi olabileceği gibi bir topluluk da olabilir Mesela, bir köy halkı bir öğretmen veya bir imam yahut bir müezzin tutsa, bunlar hizmet yapınca ücretlerini köy halkından isterler
Kira akdinin meydana gelmesi için akdi yapanların akıllı* olması gerekir Bu yüzden akıl hastasının veya temyiz kudretine sahip olmayan küçüğün yapacağı kira akdi geçerli olmaz Hanefîlere göre, velisi izinli olan mümeyyiz* küçüğün, aldanma (gabn*) olmayan bir ücret karşılığında yapacağı kira akdi geçerlidir Şâfiîler* ise böyle bir kira akdini mutlak olarak geçersiz sayarlar Ancak böyle bir akit yapılmışsa kiraya veren kira bedeline hak kazanır Eğer mümeyyiz küçük, kiraya vermeye izinli değilse, akit velisinin icâzetine* kadar askıda kalır Çocuğun şahsı veya malı üzerinde velî olan kimsenin yapacağı kira akdi geçerlidir Çocuk, kira süresi bitmeden önce büluğ* çağına girerse, akit, süre sonuna kadar devam eder Ancak velîsi, çocuk üzerinde iş akdi yapmışsa, bu akit büluğ ile sona erer
İcâre akdi taraflarının -eğer erkekse- mürted* olmaması gerekir Çünkü mürtedin mâlî tasarrufları askıdadır İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre ise mürtedin tasarrufları geçerlidir, (el-Kâsânî, Bedâyetu's-Sanâyi, IV, 176-179; el-Fetâvâ-i Hindiyye,IV, 410-411; el-Mevsûatü'l-Fıkhıyye, Kuveyt 1980, I, 258, 259; Muhammed Ebû Zehra, Usulü'l-Fıkh, s 331-332; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, IV, 400 vd; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s 128-129 Geniş bilgi için bk İcâre)


ACZ


Bir nesneye gücü yetmemek, kudreti olmama durumu, güçsüzlük, kifâyetsizlik Bu sıfatları üzerinde bulunduran kimseye de âciz denir Acz, kudretin zıddıdır Bir şeyi yapmaya gücü yetmeyen kimse ondan âcizdir
İslâm'da mükellefiyet (yükümlülük)'ler kudrete bağlıdır Bir şeyi yapmaktan âciz olan onunla mükellef* değildir Allah hiç kimseyi gücünün yetmeyeceği bir şeyle yükümlü tutmaz Allah kullarının âciz kaldığı konularda onlar için bazı kolaylıklar getirmiştir Meselâ su bulamayan ya da kullanmaktan âciz olan kimse teyemmüm eder Namazda ayakta durmaktan âciz olan kimse namazını oturarak kılar, oturmaktan da âciz ise işâretle kılar Ramazan orucunu tutamayacak kadar hasta ve âciz olan kimse yer, sonra iyileşince kaza eder Hacca gitmeye kudreti olmayana hac farz değildir
Acz, ehliyet* ârızalarındandır Bir işi yapmak için insanın ona ehil olması gerekir Buna edâ ehliyeti diyoruz ki iki kısma ayrılır:
1- Ehliyet-i Kâsıra: Kudreti noksan olanların ehliyetidir Çocukların ve delilerin akılları eksik olduğundan kudretleri de noksandır Bu gibi kimselerin fiilleri namaz ve oruç gibi Allah hukuku ile ilgili ise edâsı sahîh ve muteber olur, kul hakkıyla ilgili ise yapılan işin cinsine göre üç durum söz konusudur:
a- Hibe ve sadaka kabul etmek gibi kendileri için faydalı olan şeyler geçerlidir
b- Borç vermek ve bağışta bulunmak gibi, kendileri için zararlı olan hususlar sahih değildir, geçersizdir
c- Alışveriş gibi olan şeyler ise velisinin iznine bağlıdır
2- Ehliyet-i Kâmile: Aklı tam olanların ehliyetidir Ergenlik çağına gelmiş ve aklı yerinde olan kimselerin ehliyeti gibi (Ömer Nasuhi Bilmen Hukuki İslâmiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, I, 228)



ÂD KAVMİ

Kur'ân'da adı geçen eski bir Arap kavmi
Hz Âdem* (as) ile başlayan tevhîd mücadelesinin mâhiyeti, Kur'an-ı Kerim'de kıssalar yoluyla insanlara tebliğ edilmiştir Esasen kıssaların nakledilmesinin sebeblerinden birisi de onlardan ibret alınmasıdır Meydana gelen olayların sebeblerini iyi tesbit etmek ve aynı hataları tekrarlamamak esastır Nitekim Kur'an-ı Kerim'de: "Andolsun onların kıssalarını açıklamada selîm akıl sahipleri için birer ibret vardır Bu (Kur'an) uydurulacak bir söz değildir Ancak kendinden evvel indirilen kitap'ların tasdîki, (Dine ait) her şeyin tafsilidir" (Yusuf, 12/111) hükmü beyan buyurulmuştur Dikkat edilirse selîm akıl sahiplerinin ibret alması ön plândadır
Âd kavminin yaşadığı beldenin ismi Ahkâf'tır Müfessirler Yemen ile Umman arasındaki geniş bir beldenin, bu isimle anıldığını kaydederler
Kur'an-ı Kerim'de: "Âd (kavmi)ne gelince: Onlar yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve "Kuvvetçe bizden daha güçlü kimmiş!" dediler Onlar kendilerini yaratan Allah'ı -ki o, bunlardan pek kuvvetlidir- hiç düşünmediler mi? Onlar bizim mu'cizelerimizi bilerek inkâr ediyorlardı" (el-Fussilet, 41/15) hükmü beyan buyurulmuştur Fizikî yapıları hakkında değişik rivâyetler vardır Fakat gerek boy, gerek fizikî güç olarak, gayet kuvvetli oldukları bilinmektedir Hz Âdem (as)'in boyunun altmış zira (arşın) olduğu, Buhârî'de kaydedilen haberlerle sabittir Kendisinden sonra gelen nesillerin giderek kısaldığını iddia edenler, Âd kavminin boyunun altmış ziradan aşağı olduğunu ifade etmişlerdir Bazı müfessirler ise, Âd kavminin, boy itibariyle Hz Âdem'den de büyük olduğu üzerinde durmuşlardır (Kurtubî, XX, 48; Buharî, Enbiyâ, I; İbn Hanbel, II, 3 1 5-325)
Hz Hûd döneminde Âd kavminin lideri Şeddâd'tır Temel hedefi, yeryüzündeki bütün insanları kendisine boyun eğdirmektir Heykeller çevresinde geliştirdiği siyâsî yorumlarla, zorbalığı ve kan dökmeyi meşrû gösterme gayretinde olmuştur (eş-Şuarâ, 26/130; Hûd, 11/59) Bu lider Hz Hûd (as)'un tebliğine muhatap olmuştur Fakat gerek kendisi, gerek kavmi, vahye karşı, heykellerine (putlarına) ön planda yer veren mevcut siyâsî yapıyı savunmuştur Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de: "İşte Âd kavmi! Onlar Allah'ın âyetlerini bilerek inkâr ettiler Peygamberlerine isyan ettiler Böylece başları (liderleri) olan her zorbanın emrine uyup gittiler Onlar bu dünyada da, kıyâmet gününde de lânet cezasına tâbi tutuldular" (Hûd, 11/59-60) hükmü beyan buyurulmuştur
İnsanlara kuvvetle ve silâhla gâlip gelen zorbalara boyun eğmek bir zillettir Nitekim Âd kavmi heykel'lere izâfe edilen siyâsî teorilere ve zorbalara boyun eğdiği için, lânetlenmiştir Esasen İslâm'ın dışındaki bütün sistemler temelde zulme* ve zorbalığa dayanırlar
Âd kavmi, gerek siyâsî, gerek ekonomik açıdan büyük bir güçtü! "Bağ-ı İrem" diye anılan; muhteşem sarayların süslediği büyük bir şehir, dillere destan olmuştu! Kur'an-ı Kerim'de: "Ey Muhammed, Rabbinin, ülkelerde benzeri yaratılmayan, sütunlara (büyük saraylara) sahip İrem şehrinde yaşayan Âd kavmine ne yaptığını görmedin mi?" (el-Fecr, 89/6-8) denilmek suretiyle, bu mahiyet meydana konulmuştur Fakat heykellere (putlara) tapan Âd kavmi, zorbalıkta ve zulümde de şöhret sahibiydi! Yeryüzünde kendilerinden daha güçlü hiçbir şeyin bulunmadığına inanmışlardı Kendi içlerinden Hz Hûd* (as)'a peygamberlik görevi verildiğinde, büyük bir mücadele başladı Akılları ve bilimsel teorileri, zorbaların safında yer almak gerektiğini esas alıyordu Şimdi bu mücadeleyi Kur'an-ı Kerim'i esas alarak özetleyelim: "Hani kardeşleri Hûd onlara: "Allah'dan korkmaz mısınız?" demişti "Şüphesiz ben size gönderilmiş, emin bir peygamberim Artık Allah'tan korkun ve bana itaat* edin Sizden buna karşılık hiçbir ücret istemiyorum Benim mükâfatım âlemlerin Rabbinden başkasına aid değildir Siz her yüksek yerde bir âlâmet (saray, kule) bina edip, eğlenir misiniz? Tutup yakaladığınız vakit,zorbalar gibi yakalar mısınız? Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin Size bilip durduğunuz şeylerden (nimetlerde) yardım eden, size davarlar, oğullar, bağlar, ırmaklar ihsan eden Allah'tan sakının Ben cidden üstünüze gelecek büyük bir günün azâbından korkuyorum" (eş-Şuarâ, 26/124-135)
Bu tebliğ karşısında Âd kavminin ileri gelenleri, ulusal çıkarlarını bahane ederek, iftira kampanyasını başlatırlar
"(Âd) kavminin ileri gelenlerinden kâfir bir cemâat de: "Biz seni muhakkak bir beyinsizlik içinde görüyoruz Seni muhakkak yalancılardan sayıyoruz" dedi (Bunun üzerine Hûd) "Ey kavmim" dedi Bende hiç beyinsizlik yoktur Fakat ben âlemlerin Rabbi tarafından (gönderilmiş) bir peygamberim Size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ediyorum Ben sizin emin bir hayırhahınızım Size o korkunç âkıbeti haber vermek için içinizden bir kimse (vasıtasıyla) Rabbinizden size bir ihtar gelmesi tuhafınıza mı gitti? Düşünün ki o, sizi Nûh kavminden sonra hükümdarlar yaptı, size yaratılışta onlardan ziyâde boy-pos (ve kuvvet) verdi O halde Allah'ın nimetlerini unutmayıp hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz" (el-A'raf, 7/66-69)
Şeddâd'ın çevresinde yer alan politik güçler, Hûd (as)'un tebliğine engel olabilmek için, değişik yöntemlere başvuruyorlardı:
"Dediler ki: "Sen bize yalnız Allah'a kulluk* etmemiz, atalarımızın ibâdet etmekte olduklarını bırakmamız için mi geldin? O halde sıddıklardan (doğru sözlülerden) isen bizi tehdit etmekte olduğun şeyi (azâbı) getir bize!" (el-A'raf, 7/70)
" Bize, bizi ilâhlarımızdan (heykellerimizden, putlarımızdan) alıkoymak için mi geldin? Doğru sözlülerden isen, bizi tehdit ettiğin şeyi başımıza getir" (el-Ahkâf, 46/22)
"Dediler ki: "Ey Hûd! Sen bize açık bir mûcize* getirmedin Biz de senin sözünle tanrılarımızı (heykellerimizi, putlarımızı) bırakmayız Senin söylediklerine inanıcılar da değiliz Biz: "Tanrılarımızdan bazıları seni fenâ çarpmış " (demekten) başka bir şey söylemeyiz" (Hûd, 11/53-54)
Hûd (as)'un tebliği* karşısında iyiden iyiye hırçınlaşan Âd kavmi, heykellerinin kendilerini koruyacaklarından oldukça emin görünüyordu Hâkimiyetin kayıtsız-şartsız kendilerine ait olduğu iddiasına iman etmişlerdi Bu hâkimiyetlerini, heykellerinin ifâde ettiği ideolojileri sayesinde sürdürdüklerini kabul ediyorlardı Sürekli olarak;
"Biz azâba uğratılacak da değiliz" (eş-Şuara, 26/138) diyerek kendi kendilerini ikna etme yoluna gidiyorlardı Hûd (as)'un tebliğini kabul eden müminlere, işkence etmekten asla çekinmeyen ve zindanlarda çürütmeyi hedef alan Âd kavmi alay ederek: "Haydi tehdit ettiğin azâbı getir" sloganına sarılmıştı! Kısa bir süre sonra azâbın belirtileri görüldü Akarsular kurumaya, yeşillikler sararmaya başladı Ünlü İrem bağları birer birer yok oluyordu Kuraklık etrafı kasıp kavuruyordu O yiğit yapılı, güçlü kuvvetli insanlar bir yudum suya, bir dilim ekmeğe muhtaç hale gelmişlerdi Bu noktada Hûd (as) yeniden tebliği denedi ve;
"Eğer şimdi yüz çevirirseniz (ne diyeyim) Ben size ne ile gönderilmişsem, işte onu tebliğ ettim Rabbim sizin yerinize diğer bir kavmi getirir de, ona (Allahü Teâlâ 'ya) hiçbir şeyle zarar veremezsiniz Şüphesiz ki benim Rabbim her şeyi koruyandır" (Hûd, 11/57) dedi
Âd kavminin Şeddâd ve çevresinin geliştirdiği ideolojiyle beyni yıkanmıştı! Heykellerinin izinden ayrılmıyorlardı Belirli bir süre sonra her zaman yağmur getiren bulutların geldiği yönde bir bulut gördüler, sevindiler Çünkü kuraklığı "tabiat kanunlarıyla" açıklama âdetleri vardı Bunun "Allahü Teâlâ (cc)'nın bir ihtarı" olduğunu kabule yanaşmıyorlardı Şimdi hadisenin cereyan ediş şeklini Kur'an-ı Kerim'den öğrenelim:
"Artık onu (azâbı) vâdilerine doğru gelen bir bulut halinde görmüşlerdi Dediler ki: "Bu bize yağmur verici bir buluttur" (Hûd) "Hayır" (dedi) bu çarçabucak gelmesini talep ettiğiniz (bu hususa beni sıkıştırdığınız) şeydir Bir rüzgârdır ki, onda elem verici bir azâb vardır O (Rüzgâr) Rabbimin emriyle her şeyi helâk edecektir" (el-Ahkâf, 46/24-28)
İnkârcı Nûh kavmi tufan sonucu helâk edilmişti! Âd kavmi ise, korkunç bir rüzgârla, şirk'in ve zulmün cezasını bu dünyada gördü:
"Âd kavmi (Peygamberleri Hûd'u) yalanladı İşte benim azâbım (ve bundan evvel) tehditlerim nice imiş (düşünün) Çünkü biz (haklarında) uğursuz ve (uğursuzluğu) sürekli bir günde onların üstüne çok gürültülü bir fırtına gönderdik (Öyle bir fırtına) ki, insanları, sanki onlar köklerinden sökülmüş hurma kütükleri imiş gibi tâ temelinden kopar(ıp, helâke) uğratıyordu" (el-Kamer, 54/18-20)
Bu azâb sırasında Hz Hûd (as) ve beraberinde bulunan müminlerin durumu ne olmuştu? Bunu da Kur'an-ı Kerim'den öğreniyoruz:
"Hûd'u ve beraberindeki iman edenleri rahmetimizle kurtardık " (el-Âraf, 7/22)
Âd kavminin durumu, bütün insanlara büyük bir ibrettir Politik ve ekonomik güçlerine güvenerek şirki ve zulmü yaymak için gayret sarfeden, bütün müstekbir'lerin zaferleri geçicidir! Elbette azâbın en şiddetlisine şahid olacaklardır Kısacık dünya hayatı için zorbalara boyun eğen ve şirkin hâkimiyetine râzı olanlar Âd kavmini asla unutmamalıdırlar


AD KOYMAK

İsim vermek Yeni doğan çocuğuna güzel bir isim koymak, öncelikle babanın sonra annenin görevlerindendir Konulan ismin, güzel bir mânâsının olması, İslâm inancına ve hükümlerine uygun olması gerekir İslâm'da çocuğa genellikle doğduğu gece isim verildiği gibi, doğumunun üçüncü veya yedinci gününde ad konulmaktadır Rasûlullah (sas), oğlu İbrâhim dünyaya gelince: "Bu gece bir oğlum doğdu; ona atam İbrâhim'in adını verdim" buyurmuşlardır Bu hadis, ismin ne zaman konacağı hususunda önemli bir delildir (Ebû Dâvud, Cenâiz, 24) Ayrıca bir kimseye birden fazla isim verilebileceği de yine Rasûlullah (sas) belirtilmiştir (Buharî, Menâkıb, 17; Müslim, Fezâil, 124)
Anlamı İslâmî akîdeye uygun olmayan, dinin yasakladığı bir anlam taşıyan isimlerin çocuklara verilmesi uygun değildir Hz Peygamber (sas) yeni Müslüman olanların şirk dönemindeki isimlerini değiştirmez, genellikle aynen bırakırdı Ancak bu isimler arasında, mânâsı çirkin veya Allah'tan başkasına kulluğu ifâde edenler varsa, meselâ müşriklerin taptığı putlardan biri olan Uzzâ'nın kulu anlamındaki Abdüluzzâ, Kâ'be'nin kulu anlamındaki Abdülka'be ve benzeri isimleri genellikle, Allah'ın kulu mânâsında Abdullah veya Rahman'ın kulu mânâsında Abdurrahman gibi isimlerle değiştirirdi Kesmek anlamına gelen Sarim ismindeki bir sahâbinin ismini de, mutlu anlamına gelen Saîd; Berrâ olan bir kadının adını Zeyneb olarak değiştirmiştir (Buhârî, Edeb, 108; Ebû Dâvud, Edeb, 62; İbn Mâce, Edeb, 32) Ayrıca, Firavun ve Kârun gibi zulüm ve küfür önder ve sembolleri olan isimlerin verilmesi de İslâm'da yasaktır
"Allah katında isimlerin en güzeli Abdullah ve Abdurrahman'dır" hadisi (Buhârî, Edeb, 105-106; Müslim, Âdab, 2; İbn Mâce, Edeb, 2; Tirmizî, Edeb, 64; İbn Hanbel, II, 24, 128) isim koyma hususunda İslâm'ın genel prensibini belirlemektedir Çocuklarımıza vereceğimiz isimler, Allah'a kulluk ifâde eden, İslâmî gayelere ve insan haysiyetine uygun, çevremizdeki insanların genellikle hoşlanacakları, kulağa hoş gelen, İslâm büyüklerinden hâtıra kalan mânâsı güzel olan isimlerden herhangi biri olabilir Daha önceden pek duyulmamış diye, yapmacık ifâdeler taşıyan, İslâm toplumunda hiç kullanılmayan uydurma ve müslüman olmayanlara ait isimlerin çocuklarımıza ad olarak verilmesi doğru değildir Çünkü, Rasûlullah (sas) "Kıyâmet gününde babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız Bu bakımdan çocuklarınızın isimlerini güzel koyunuz" (Ebû Dâvud, Edeb, 61; İbn Hanbel, V, 194) buyurmuştur


ÂDÂB
Ahlâk, terbiye ve nezâket kuralları Birini ziyafete davet etme mânâsını ifade eden edep, İslâm'ın güzel saydığı söz ve davranışlardır Bu itibarla edep, insanların kendisine davet olunan bilumum hayır, zarâfet, usluluk ve güzel ahlâk demektir Seyyid Şerîf, (et-Tarifât) adlı eserinde edebi, "bütün hatâ türlerinden kendisiyle korunulan şeyi bilmekten ibarettir" diye tarif etmektedir Edeb, insanı ayıplanma ve kötülenme sebeplerinden koruyan nefsin köklü bir kuvvetidir "Nefs edebi" ve "ders edebi" olmak üzere ikiye ayrılan edeb'in birincisi acelecilik ve sinirlilik gibi doğuştan olan edeb, ikincisi ise daha sonra elde edilen ve "mekârim-i ahlâk"* (güzel ahlâk) olarak da isimlendirilen edebtir
Ayrıca münazara-mübahase ilmini içine alan bir edeb türü daha vardır ki, âlimler bunu "edeb-i bahs" diye isimlendirirler Edeb'in bu türü ilmî münazaralarda tarafların birbirlerine karşı gösterecekleri ahlâkî kaideleri ihtiva etmektedir Yakın zamanlara kadar medreselerde bir ilim dalı olarak okutulagelmiştir
Fıkıh ıstılahına göre ise edeb, "Hz Peygamber (sas)'in sünnetine uygun olarak yapılan hareketlerdir" Daha geniş ifadesiyle Allah'ın ve Peygamber'in emir ve yasaklarına uygun biçimde hareket etmektir
Âdâb fıkhî terim olarak ele alındığında 'sünnet-i gayr-i müekkede' hükmündedir Onun için bu davranışta bulunana sevap yazılır, yapmayana ise günah yoktur O yüzden âdâb bazen nafile, * bazen müstehap, bazen mendub, bazen de tatavvu' ve fazilet kavramlarıyla eş anlamda kullanılır Âdâb kaideleri Hz Peygamber (sas) tarafından tavsiye ve teşvik edildiği için yapılan bu davranışa müstehab adı verilir Yapıldığında bir sevap kazanmak söz konusu olduğundan buna mendub denir Yapılırken bir zorunluluk olmadan yapıldığı için buna tatavvu' adı verilmiştir Fıkhî bir terim olarak farz ve sünnetlerden sonra ibâdetlerin âdâbı anlamında bu anlamlarda kullanıldığı bilinmektedir Meselâ abdestin farz ve sünnetleri sayıldıktan sonra "Âdâbu'l vudû", namaz için "Âdâbu's-salât" terimleri kullanılmıştır
Edeb'in çoğulu âdâb'tır En güzel ve hiçbir zaman eskimeyecek olan edeb ve ahlâk, Kur'an'da öğretilen ve Hz Peygamber (sas)'in sünneti ile tatbik edilip yaşanan âdâbtır
Kâinatı en mükemmel bir düzen ve intizam üzere yaratan Allah, yaratıkları içinde insanı en güzel bir kıvamda yaratmıştır (et-En, 95/4) Diğer yaratıkları da onun istifadesine vermiştir Böylece insanı âlem için hâkim duruma getirerek onu muhatab ve mükellef kılmıştır Peygamberleri vasıtasıyla saadet yollarını göstermiş, iyi ve güzeli, kötü ve çirkini öğretmiştir Her şeyi mükemmel olarak yaratan Allah, insanlara da kendileri için en doğru olan yaşayış ve hareket yollarını bildirmiştir Dolayısıyla Allah'ın bize öğrettiği edeb ve ahlâk, değişmeyen en güzel ve doğru ahlâktır Bu ahlâkı en güzel şekilde yaşayan da Hz Peygamberdir (sas): "Gerçekten sen, çok büyük bir ahlâk üzeresin" (Kalem, 68/5) âyeti ile Allah'ın iltifatına mazhar olan Hz Peygamber kendi hakkında "Ben, ahlâkın güzelliklerini tamamlamak için gönderildim" (Muvattâ, Hüsnü'l-Hulk, 8) buyurmuş ve Kur'an'dan ibaret olan güzel ahlâkını hayatında yaptığı tatbikatı ve tavsiyeleri ile ümmetine tebliğ etmiştir "Onun şahsında Allah'ı ve Âhiret gününü umanlar ve Allah'ı çokça hatırlayanlar için güzel edeb ve ahlâk numuneleri vardır " (Ahzab, 33/21)
Her konuda olduğu gibi, güzel ahlâk konusunda da örneğimiz olan Hz Peygamber (sas) ahlâkça insanların en güzeli idi Peygamberimiz güzel ahlâkı tarif ederken şöyle buyurmuştur: "İyilik güzel ahlâktır; fenalık da, kalbin yatışmadığı ve halkın duymasını hoş görmediğin şeydir" buyurmuştur
"İnsanların en hayırlısı ahlâkça en güzel olanıdır" "Kıyâmet günü müminin mîzanında güzel ahlâktan daha ağır bir şey bulunmaz ve her halde Allah, çirkin ve kötü sözlü kimseyi sevmez " "İmânı en olgun kimseler, en güzel ahlâklılardır En hayırlılarınız, kadınlarına hayırlı olanlardır"
"Bir mümin güzel ahlâkıyla gece ibâdet eden, gündüz oruç tutan kimselerin derecelerine erişir", "Güzel ahlâk güler yüz hayırlı işlerde el açıklığı, bir de kimseye eziyet etmemektir " buyuran Hz Peygamber (sas), Ebû Hureyre'nin (ra) bir sorusu üzerine, Allah'tan korkmanın ve güzel ahlâklı olmanın Cennet'e girmeye sebep olacağını, güzel ahlâklı bir insana Cennet'in yukarı kısmında bir ev verileceğini, Peygamber'e en sevgili olan insanın ve Kıyâmet'te onun meclisine en yakın olacak insanın ahlâkı güzel olan kişi olacağını bildirmiştir (Riyazu's-Sâlihîn, 1/49-54)
Muhaddisler, Hz Peygamber'in bizzat yaşadığı ve ümmetine tavsiye ettiği edeb ve ahlâk kaidelerini ihtiva eden hadîsleri, tasnîf ettikleri hadîs kitaplarında "Kitâbu'l Edeb", "Bâbu'l Edeb" gibi başlıklar altında toplamışlardır (bk Buhârî Edeb; Müslim Edeb, Muvattâ Hulk) Buna ilâveten İmam Buhârî "El-Edebu'l Müfred" isimli kitabını, Hz Peygamber'in (sas) ahlâkî yaşayış ve emirleri ile ilgili hadîslerini derleyerek meydana getirmiştir
Edeb, insanlara karşı bütün davranış ve muamelelerinde terbiyeli ve ahlâklı olmaktır Selâm vermek, güler yüz göstermek, tırnak kesmek, sakal* bırakmak gibi nice İslâmî edebler vardır ki, bunlar Hz Peygamber'in birer sünneti olduğu gibi, daha önce geçen peygamberlerin de sünnetidir
Rivâyetlerle sabit olan edeb ve güzel ahlâk hakkındaki Peygamberî emirler bütün ümmeti ilgilendirdiği için edeb verme ve terbiye etme konumunda olan her kişinin bu emirleri önce şahsında tatbik etmesi, daha sonra da terbiyesi altında bulundurduğu kişileri bu güzel ahlâk ile ahlâklandırmaya çalışması gerekir "Ey inananlar, nefsinizi ve ehlinizi tutuşturucusu taşlar ve insanlar olan ve kâfirler için hazırlanmış bulunan Cehennem ateşinden koruyunuz" (Tahrim, 66/6) buyuran Cenâb-ı Allah hem nefsimizi hem de elimiz altında yetiştirmekle mükellef bulunduğumuz çoluk çocuğumuzu Allah ve Peygamberi'nin razı olduğu güzel ahlâk ile ahlâklandırarak bu suretle Cehennem'in azâbından korumamız gerektiğini ifâde etmiştir
Her insan, elinin altında bulundurduğu kimselerin her türlü hak ve hukukundan eğitim ve öğretiminden, terbiyesinden, sorumludur (Tecrîd-i Sarih trc, Hadis no: 487) Ebeveynin evlâd üzerindeki eğitiminin önemi hakkında Allah'ın Rasûlü: "Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar Bundan sonra anası, babası onu Yahudi yaparlar, Nasrânî yaparlar, Mecusî yaparlar Nitekim behîme, derli toplu bir behîme olarak doğurulur Siz kusursuz doğan bu hayvan yavrularının içinde kulağı, dudağı, burnu, ayağı, kesik olanını hiç görüyor musunuz? " buyurmuştur (Müslim, Kader, 25) Hadîsi rivâyet eden Ebû Hureyre devamla: "İsterseniz şu âyeti okuyunuz" dedi "O halde sen yüzünü bir muvahhîd* olarak dîne, Allah'ın o fıtratına çevir ki, insanları bunun üzerine yaratmıştır" (er-Rûm, 30/30) Zikredilen âyet ve hadîsi şerif, insanın fıtraten temiz ve saf olduğunu, ahlâkın en güzeli olan İslâm'ı kabule kabiliyet ve istidatlı bulunduğunu ortaya koyar Ancak, insana verilen yanlış bir eğitim onu kötü ahlâk sahibi ve inançsız bir insan durumuna getirir Bu nedenle çevrenin ve ebeveynin çocuk üzerindeki te'dib terbiyesi tartışılmayacak kadar önemlidir (Müslim, Kader, 22) Allah insanı fıtraten temiz yarattığı halde onun fıtratına uygun edebi verme işini babaya havale etmiştir Babanın evlâda en güzel ve kalıcı hediyesi, onu iyi terbiye etmesidir Terbiye edilmiş sâlih bir evlâd ölümünden sonra da baba için hayırlı amellerin yazılmasına sebep olur
Ebû Hüreyre, Allah Rasûlü'nün şöyle dediğini nakletmiştir: "Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı altıdır: Ona rastladığın zaman kendisine selâm ver, seni yemeğe davet ederse icâbet et Senden öğüt isterse öğüt ver Aksırır da Allah'a hamd ederse "yerhamükellah" (Allah sana merhamet etsin) de Hastalanırsa kendisini ziyaret et Ölürse cenazesinde hazır bulun" (Buhârî, Cenâiz, 2; Müslim, Selâm, 4-6)
Hadiste yer alan edebler:
1) Rastladığı zaman din kardeşine selâm vermek İslâm âlimlerinin çoğuna göre selâm vermek sünnet, almak ise farzdır Başka hadislerde selâmın yaygınlaştırılması ve bunun toplumda karşılıklı sevgi ve muhabbetin artmasına sebep olacağı bildirilmiştir
2) Davete icâbet etmek Bu davet düğün, sünnet cemiyeti ve benzerlerini kapsamına alır Düğün davetine "velîme" * denir ki, buna icabet vacibtir Çünkü hadiste "Her kim velîme davetine icabet etmezse Allah'a ve Resûlü'ne isyan etmiş olur" (el-Askalâni, Buluğu'l-Meram Trc A Davudoğlu, IV, 315) buyurulmaktadır Diğer davetlere icabet menduptur Çünkü onlar hakkında velîmede olduğu gibi tahdîd yoktur
3) Öğüt isteyene öğüt vermek İstemeden nasihatta bulunmak menduptur Çünkü hayra ve iyiliğe delâlettir
4) Aksırır da "elhamdülillah" derse, bunu işiten "yerhamükellah" der Hadiste: "Biriniz aksıracağı zaman hemen iki avucunu yüzüne koysun ve bunlarla sesini kıssın" (Ebû Davûd, Edeb, 90) buyurulur Aksırık tekerrür ederse, üç defaya kadar "yerhamükellah" (teşmit) da tekrarlanır Aksırık insan için bir nimettir
5) Hasta ziyareti yapmak Hasta ziyaretini farz-ı kifâye sayanlar varsa da, İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre menduptur Bunda hastayı tanımakla tanımamak ve hısım olmakla olmamak aynıdır Hz Peygamber (sas) müslüman hastalar yanında gayr-ı müslim hizmetkârını ve amcası Ebû Tâlib'i ölüm döşeğinde ziyaret etmiştir Hizmetçi, bu ziyaret bereketiyle İslâm'a girmiştir
6) Cenazede bulunmak Cenaze tanıdık olsun veya olmasın hazır bulunmaya çalışmak gerekir
Ebu Hüreyre'den rivâyet edilen başka bir hadis şöyledir:
"Kendinizden aşağı olana bakın Sizden daha üstün olana bakmayın Çünkü bu türlü hareket Allah'ın size olan nimetini küçümsememeniz için daha uygundur"
İnsanoğlu genellikle kendisinden üstün bir kimse görünce onun gibi olmak ister ve Allah'ın kendisine verdiği nimetleri küçümser Ötekine yetişmek için bu nimetlerin artmasını diler Fakat dünya işlerinde kendisinden aşağı olanların durumuna bakarsa, elindeki nimetin kadrini bilir ve şükreder Başka bir hadiste "Biriniz mal ve yaratılış (hilkât)ça kendinden üstün birini gördü mü, kendinden aşağı olana bakıversin" (Buhârî, Rikâk, 30; Müslim, Zühd, 8; Tirmizî, Libas, 38)
Nevvâs b Sem'ân (ra) Allah Rasûlü'ne birr ve ism'in anlamını sormuş, o, şu cevabı vermiştir: "Birr, ahlâk güzelliğidir İsm ise, kalbini rahatsız eden ve başkalarının bilmesini istemediğin şeylerdir"
Güzel ahlâk şu hadiste tarif edilir: "Güzel ahlâk, güler yüzlü olmak ve eziyet etmemektir" (el-Askalâni, age, IV, 321)
İbn Mes'ud (ra) Allah Rasûlü'nün şöyle dediğini nakletmiştir: "Eğer bir yerde üç kişi iseniz, kalabalığa karışmadıkça, ikiniz ötekini bırakarak gizli bir şey konuşmasın Çünkü bu, onu üzer" (Müslim, Selâm, 26, 27, 28; İbn Mâce, Edeb, 50)
İbn Ömer, Rasûlullah'ın şöyle dediğini nakleder: "Bir kimse birini yerinden kaldırarak oraya kendisi oturamaz Lâkin açılın ve genişleyin ", "Bir kimse yerinden kalkar da sonra o yere dönerse, orası için başkasından daha fazla hak sahibidir" (Müslim Edeb, 21; Ebû Dâvûd, Edeb, 28-139)
İsraftan sakınma ve nimetin kadrini bilme ile ilgili bir hadis şöyledir: "Birinizin lokması yemekte yere düşerse, üzerindeki bulaşığı gidersin ve yesin, onu şeytana bırakmasın"
Selâmlaşmada âdâb: Ebû Hüreyre'den, Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur: "Küçük büyüğe, yürüyen oturana ve sayıları az olanlar çok olanlara selâm versin " (Buhârî, İsti'zân, 4-7; Müslim, Selâm, 1, Edeb, 46; İbn Hanbel, III, 444) Hz Câbir (ra)'den: "Yaya giden iki kişi karşılaştıklarında hangisi önce selâm verirse o daha fazla ecir kazanır" hadisi rivâyet edilmektedir
Ahlâk, hulk kelimesinin çoğuludur ve Arapça bir kelimedir Huy, tabiat mânasında kullanılır İnsanın yaradılışından gelen ve cemiyet içinde yaşanarak kazanılan iyi ve güzel huylar, insanın yaradılışından gelen bu hususiyetler, Kur'an'ı Kerim ve Sünnet'te sınırları çizilen, insanların iyiliğini ve mutluluğunu hedef alan kaidelerin hayata geçirilmesiyle kazanılan iyi ve güzel davranışların bütünü Zıddı, ahlâksızlıktır
Her toplumun kendi sosyal yapısına göre ahlâk anlayışı vardır Bir topluma göre ahlâkî bir davranış kabul edilen bir fiil bir başka topluma göre ahlâksızlık olarak kabul edilebilir İslâm dışı toplumlarda flört ve zina gibi fiiller normal bir olay kabul edildiği halde, İslâmî toplumlarda bu durum, Allah'ın emri ile haram kılınmış, en büyük ahlâksızlıktır Öyleyse müslüman toplumumuza göre ahlâk ve ahlâksızlığın ölçüsünü Allah'ın yasakladığı ve yasaklamadığı fiiller olarak kabul ederiz
Şamil İA
Âyet ve Hadisler Işığında Âdâb-ı Muâşeretten Örnekler
-Herkese karşı tatlı dilli, güler yüzlü açık kalbli olmak Allah iyi huylu güler yüzlü kimseyi sever
-Herkes ile güzel görüşmek, halka eziyet vermekten sakınmak "Müslüman diğer müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kişidir"
-Kötülüğe karşı iyilikte bulunmak ve halkın eziyetlerine karşı sabırlı olmak Allah katında sıddîkların mertebelerine erişmek için zulmedeni affetmek, irtibatı kesenle irtibat kurmak esirgeyene esirgemeden vermek gerekir
-Küskünlüğe, dargınlığa, düşmanlığa son vermek Müslümanın müslümanla üç günden fazla dargın durması helâl değildir
-Dargın iki müslümanın arasını bulmaya çalışmak Yalan söylemenin câiz olduğu yerlerden biri, dargınların barışmalarını sağlamak için söylenen yalandır Bu da sadaka vermek kadar hayırlı bir iştir
-İnsanların kusurlarını araştırmamak, bilakis bu kusurları örtmeye çalışmak Başkasının kusurunu arayan, önce kendi kusurunu görmelidir Başkasının kusurunu örten bir müslümanın kusurunu da Allah örter ve onu affeder
- Dostlar birbirlerini arkalarından müdafaa etmelidir, haklarındaki yanlış fikirleri düzeltmelidirler Kardeşine yardımda bulunana Allah da yardım eder
-İnsanlara karşı kötü zan ve töhmette bulunmamak, nefret uyandırmamak, dedikodu yapmamak Bu sözlerin konuşulduğu yerleri terketmek
-Her insanla, kapasite ve mevkilerine göre konuşmak Câhille ilmî konuşma yapılamayacağı gibi, âlimle de câhille konuşulduğu gibi konuşulmaz İnsanlara akıllarına göre hitap edilmelidir
-Büyüklere hürmet ve saygı; küçüklere, düşkünlere şefkat ve merhamet; özellikle aile arasındaki fertlere iyi muamele etmek İslâm'ın esaslarındandır Allah ana babaya saygısızlık bir tarafa "öf " demeyi dahi yasaklamıştır Başkasına merhamet etmeyene merhamet olunmaz
-Herkes hakkında hayır dilemek ve, yardımda bulunmak müslüman kardeşliğinin bir özelliğidir Ancak bu yardımlaşma kötülükte değil, iyilikte olmalıdır Mümin kendisi için arzu ettiği güzel şeyleri Müslüman kardeşi için de arzu etmelidir Kendini kötülüklerden koruduğu gibi etrafındakileri de korumaya çalışmalıdır
-Selâm, müslümanlar arasında sevgi bağlarının kurulmasında önemli bir araçtır Selâm vermek sünnet, almak ise farzdır Peygamberimiz (sas) selâmı yaymamızı, tanısak da tanımasak da her müslümana selâm vermemiz gerektiğini bununla da imanımız olgunluğa erdiği için Cennet'e gireceğimizi müjdelemiştir Bu nedenle gençler ihtiyarlara, binek üzerinde olanlar yürüyenlere, yürüyenler oturanlara, arkadan gelenler önden gidenlere, bir kişi çok kişiye selâm vermelidir Selâma daha güzel bir şekil de karşılık vermek gerekir "es-Selâmu aleykum" diyene "ve aleykumu'sselâm ve rahmetullâhi ve berekatuhu" denmelidir Verilen selâmı alma durumunda olmayana selâm vermek mekruhtur Yemek yiyene, namaz kılana, Kur'an okuyana, hutbe dinleyene selâm verilmemelidir Kâfirlere selâm verilmez Açıktan açığa Allah'ın emrini çiğneyen ve bu hâlinde ısrarlı olana da selâm verilmez Topluma verilen selâma bir kişi karşılık verirse, diğerlerinin selâm alma sorumluluğu kalkar Selâm getiren birinden selâmı almak, mektupta yazılı selâma ya mektupla ya da o anda sözle karşılık vermek gerekir Eve girerken ev halkına selâm verildiği gibi ayrılırken de selâm vererek ayrılmak faziletli bir iştir Boş bir yere girilirken de "es selâmu aleyna ve alâ ibâdillahi's-Sâlihîn" diyerek selâm verilir Selâm, müminin mümine yaptığı hayırlı bir duadır "Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun " Mânasına gelen selâmlaşmanın yerini basit kelimeler tutmaz
-Karşılaşan iki müslüman birbirlerinin ellerini tutarak müsafaha* eder, Peygamber'e (sas) salavât okur, hal hatır sorarlar Bu durumda olan kişiler henüz birbirlerinden ayrılmadan Allah onlara mağfiret eder
-Aksırana karşı hayır dua etmek Aksıran kişi "elhamdülillah"der, yanındaki müslüman "yerhamükellah" yani "Allah sana merhamet etsin " diye dua eder, aksıran kişi de "yehdîna ve yehdîkumullah " yani Allah bizi de sizleri de hidâyete dâim kılsın" diye karşı duada bulunur Buna "teşmît" denir
Müddessir sûresi 4 âyetinde "Giydiklerini temizle Kötü şeylerden sakın" şeklinde temizlik emredilmektedir Giydiklerini temizlemek kalbi, ahlâkı ve ameli temizlemeden kinâye olarak kullanılmaktadır Elbiseyi giyen şahsın ve onun dokunduğu her şeyin temizliği Kur'an ahlâkına uymanın gerektirdiği bir temizliktir Her türlü nefsânî arzulara, şeytânî hileler ve alışkanlıklara mârûz kalan bir ortamda Kur'an'ın öngördüğü temizliğe dikkat etmek ve onu gerçekleştirmek insana büyük bir izzet kazandıracağından maddî ve manevî yönden temiz olmayan kimselerin kirlerine bulaşmadan ayrılmak mümin için önemli bir davranıştır Bâtıl inanışları, kötü âdet ve alışkanlıkları câhiliyyet halkının daldığı ve insanı lekeleyen ve âhirette sorumlu tutacak her türlü bâtılı terketmek Kur'an ahlâkının istediği muaşeret edeplerindendir
Gönlün temiz tutulması da Kur'an-ı Kerim'de emredilmiştir "Bilmediğin şeyin ardına düşme; doğrusu, kulak göz ve kalb bunların hepsi o şeyden sorumludur"(el-İsrâ, 17/36) buyrulması bunun açık delillerindendir
-Müslüman gittiği meclise temiz elbiseyle gitmelidir Yaşlı ve bilgili kimselerden üstte oturmamalı, kendine söz düşmedikçe konuşmamalı, söylenilen faydalı şeyleri dinlemelidir Sonradan gelenlere yer vermeli, birbirlerine karşı güler yüzlü, tatlı sözlü olmalıdır Meclisten ayrılırken arkadaşlarından izin alarak ve selâm vererek ayrılmalıdır
"Ey inananlar, toplantılarda size 'yer açın' denince yer açın ki Allah da size genişlik versin 'Kalkın' dendiği zaman da hemen kalkın ki Allah içinizde inanmış olanları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin Allah, işlediklerinizden haberdardır" (el-Mücadele, 59/11) buyrularak bir toplum kuralı belirtilmiş olmaktadır Bu kural cemiyet ve cemaat muaşeretindendir
- Müslümanlar uygun zamanlarda mümin kardeşlerini, büyüklerini ve yakın akrabalarını ziyaret etmeli, onların gönüllerini hoş etmeye çalışmalıdır Ancak ziyâretin, çok uzun ve usandırıcı olmamasına özen göstermelidir Ziyârete gelenlere imkân nisbetinde ikram etmelidir Allah'a ve âhirete inanan, misâfirine izzet ve ikramda bulunmalıdır
- Müslüman, din kardeşinin davetine icabet eder, ziyâretinde bulunur Böylece aralarında muhabbet artmış olur Peygamber (sas), "Sizden birinizi kardeşi düğün yemeğine veya benzer bir ziyâfete davet edince icabet etsin" buyurmuştur Ancak bu tür yerlerde Allah'ın yasakladığı içki ve benzeri şeyler bulunuyorsa oraya gitmemelidir Kötülükleri engelleyeceğine kanaat getirirse, gidebilir Merâsimler külfetten ve gösterişten uzak olmalıdır
- Müslümanlar, din kardeşleri yanlarına geldiklerinde, hürmet olsun diye ayağa kalkabilirlerÂlim zatların ellerini öpmek câizdir Ancak dünyalık bir menfaat elde etmek için el öpmek, boyun bükmek, hele hele dalkavukluk yapmak asla doğru değildir Büyüklerin huzurunda yerlere kadar eğilmek ve yeri öpmek haramdır
-Müslümanlıkta komşuluğun büyük ehemmiyeti vardır Komşu haklarına son derece riayet etmeli, onlara zarar verecek her türlü hareketlerden kaçınmalıdır Kötülüklerinden, komşusu emin olmayan kimse gerçek mümin olamaz
- Hastaları ziyârette bulunmak, onların afiyetlerine dua etmek dinî bir görevdir Hz Peygamber (sas) bir hadisinde: "Beş şey vardır ki, kardeşine karşı müslümana vazife olur Bunlar da, verilen selâmı iâde, aksırana hayır dua, davete icâbet, hastayı ziyâret ve cenazeleri mezara kadar takip etmektir " buyurmuştur Müslümanlar, vefat eden din kardeşlerinin cenazelerini kabirlerine kadar üzüntülü ve düşünceli götürür kabre defnederler, haklarında rahmetle duada bulunurlar İmkân buldukça müslümanın cenaze namazını da kılmalıdır Kabirlerini ziyâret ederek haklarında hayır duada bulunmak bir vefa borcudur Ancak kabir ziyâretleri İslâmî ölçüler içerisinde olmalı, aşırı ta'zim hareketlerinden sakınmalıdır Kabir ziyâreti insana ölümü ve geleceğini hatırlatır, uyanmaya vesile olur
- Evlere ve odalara girerken usule riayet etmek gerekir Cahiliye devrinde evlere hücum edilircesine girilirdi Ziyâretçi eve girer ve girdikten sonra da 'girdim' diye seslenirdi Çok defa, ev sahibinin ailesiyle onları başkasının görmesi doğru olmayan hâlde, kadın veya erkeğin avret yerlerinin açık olduğu olurdu Bu hâl, üzüntü verip gönülleri yaraladığı gibi evleri emniyet ve huzurdan yoksun bırakırdı Ayrıca gözler tahrik edici yerlere takıldığı zaman nefisleri bu şekilde fitneye sürüklerdi İşte bu sebepten dolayı Allah müslümanları yüksek bir âdâb-ı muaşeretle terbiye etmiştir Evlere girmeden izin isteme âdâbı ve ev halkına güven verip onlardan kuşkuyu gidermek için girmezden evvel selâm verme âdâbını getirmiştir
"Ey inananlar, kendi evlerinizden başka evlere, izin alıp halkına selâm vermeden girmeyiniz Herhalde bunun, sizin için daha iyi olduğunu düşünüp anlarsınız" "Eğer orda kimseyi bulamazsanız size izin verilinceye kadar içeri girmeyin Bu sizin için daha iyidir" (en-Nur, 24/27-28) Aynı şekilde erginlik çağına erişmemiş çocuklarla hizmetçilerin başkalarının odalarına girerken izin almaları yolunda eğitilmeleriyle bunların girmesinin ancak hangi vakitlerde olabileceği de belirtilmiştir:
"Sizden henüz erginlik çağına erişmemiş çocuklar üç vakitte sizden izin istesinler Sabah namazından önce, öğlenden sonra elbisenizi çıkarıp yatacağınız vakit ve yatsı namazından sonra Bunlar, sizin üstünüzün açılabileceği üç vakittir Bunun dışında ne size ne de onlara bir günah yoktur " (en-Nur, 24/58)
İşte böylece İslâm, gerek başkaları için gerek ev halkı için çiğnenmesi asla doğru olmayan özel bir dokunulmazlık koymuştur İslâm'da devletin temeli aile olduğundan, insanlar evlerinde yabancı kimselerin anî baskınlarına maruz bırakılmaz Ancak ev sahiplerinden izin isteyip, onların müsâadesi alındıktan sonra girilebilir
-Müslümanın davranışları yumuşak ve yavaş olmalıdır Bu muaşeret kuralı için Kur'an-ı Kerim'de tavsiye ve emir buyrulan açık ve anlaşılır şu âyet ne güzeldir:
"İnsanları küçümseyip yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme Zira Allah, kendini beğenip övünen kimseyi sevmez Yürüyüşünde mutedil ol, sesini de kıs Çünkü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir" (Lokman, 31/18-19)
-Müslüman doğru sözlü olmalıdır Kur'an-ı Kerim, Müminlerin doğru ve dikkatli konuşmasını, söyleyecekleri sözü ölçülü ve bu sözün nereye varacağını düşünerek söylemelerini emretmekte ve onları sâlih amele yol açan güzel söz söylemeye yönlendirmektedir Çünkü Allah, doğruların, doğru sözlülerin yardımcısıdır Doğru sözlülerin hareketlerini hatadan korumayı, işlerini düzeltip yoluna koymayı kendilerine bir mükâfat olarak vâdetmiştir Bu güzel davranışı yerine getiren müminin hatalarını Allah'u Teâlâ'nın bağışlaması ne engin bir rahmettir İnsanoğlunu da ancak Allah'ın bu bağış ve rahmeti kurtarabilir:
"Ey inananlar, Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin ki Allah işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse büyük bir başarıya erişmiş olur " (elAhzab, 33/71)
- Müslüman israf etmemelidir İsrâf, herhangi bir şeyi gereğinden fazla kullanmak demektir "Yeyin, için fakat israf etmeyin, Allah israf edenleri sevmez" (el-A'raf, 7/31) buyurulmaktadır Yine "Allah, israfçı ve yalancı kişiyi hidâyete erdirmez " (el-Mü'min, 40/28) düsturu yer almaktadır En'am Sûresi 141 âyeti de yine bu hükmü beyan etmektedir: "İsraf etmeyin, çünkü Allah israf edenleri sevmez"
İnsan iyilik yaparken de isrâf yapmamalıdır "onlar infak ettikleri zaman bile israf etmezler" (el-Furkan, 25/67)
Ayrıca kusurları bağışlamak her işi güzel bir niyetle ve saf bir kalb ile yapmak, işlerinde doğruluktan ayrılmayıp dirayet ve akıl dairesi içinde yürütmek, büyüklerin dine uygun emirlerine itaat etmek, halkın itimadını ve güvenini kazanmak, her işte aşırı gitmemek, münasip kişilerle güzel bir sûrette görüşüp konuşmak, kendisine emânet edilen sırlara ve eşyaya hainlik etmemek, zulümden uzaklaşarak insafla hareket etmek, insanlara karşı mütevâzî olmak, sözünde durarak ahdine vefa göstermek, ihtiyaç sahiplerine karşı cömertçe davranmak, insanlar hakkında daima iyi zan beslemek, lüzumsuz ve kalb kırıcı sözlerden sakınmak, her yaptığı işi hakkâniyet ölçüleri içinde yapmak, kızgınlık ve şiddetten sakınarak yumuşak huylu olmak, namusu, haysiyeti ve mukaddes değerleri korumak, daima hayır ve iyilik yolunu tutmak, dostluğa önem vermek, hakkına razı olmak, vaktini boşa geçirmeden çalışmak, korkaklığı terkederek yiğit ve cesur olmak, yapılan iyiliklere karşı teşekkür etmek, şehevî duygularına hakim olmak her türlü belâ ve musîbetlere sabretmek, bir işte azim ve sebat sahibi olmak, günahlardan kaçınmak, herkesin mertebesini bilip hakkında ona göre muamele etmek, kanaat sahibi olmak, şaka ve nüktelerinde bile ahlâk dışı olmamak, başkalarını kötülemekten kaçınmak, kendini yüksek görmemek, içi başka dışı başka olmamak, insanlığa ve inançlarına uygun olan her şeyi yapmak, bu işi yapmadan evvel o işin ehli ile istişâre'de bulunmak, yaptığı iyilikleri başa kakmamak, ağır başlı ve vakur olmak, koğuculuk yapmamak gibi güzel meziyetler insanlar arasında saygınlık ve muhabbet doğurur Bunlara riayet etmek İslâm'ın ortaya koyduğu muaşeret âdâbındandır


Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #323
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




ADEM

Yokluk, hiçlik, fena, bulunmama İki çeşit adem bulunduğu belirtilmiştir Bunlardan biri mutlak, diğeri ise mukayyed yokluktur Meselâ "Evde ekmek yoktur" cümlesinde ekmek; eve nisbetle yoktur Yani bu durum, ekmeğin mutlak olarak değil, belirli bir anda bulunmamasını gösterir Bu şekilde, "var fakat mevcut değil" manasındadır Mutlak yoklukta, böyle bir şartlı yokluk söz konusu değildir Kesin bir yokluk durumu vardır
Tasavvufta mutlak ve gerçek vücud Allah'ın varlığıdır Bu yüzden tasavvufta eşya ve madde bir "yokluk" olarak kabul edilmiştir Çünkü madde ve eşya yokluktan hâsıl olmuştur Aynada görülen şeylerin gerçek varlığı bulunmadığı gibi, madde aynasında görünen ve akseden şeylerin de kendi başlarına bir varlıkları bulunmamaktadır
İbnü'l-Arabî'ye göre: "Kâinattaki her şey bir vehim ve hayalden ibarettir " Bunların gerçek ve belli başlı bir varlıkları yoktur Bu konuda da İbnü'l-Arabî'nin özellikle Eflatun'da görülen "gerçek ve onun yansıması olan ideler âlemi" görüşüne bir yaklaşma vardır Dolayısıyla eski Yunan'dan bir etkilenme söz konusudur Bu konudaki tartışmalar, nassların çizdiği hudutların dışına bile çıkacak noktaya maalesef gelebilmiştir Batı'da olduğu gibi akıl, bu hususları tahlil etmek için bayağı zorlanmıştır



ÂDETULLAH

Allah'ın kanunu, sünneti Âdet, geri dönmek manasına olan Avd'dan isimdir Aslı avdettir Aynı zamanda âdet; İsti'mâlin eş anlamlısıdır
Âdet, Kur'an-ı Kerim'de "Sünnet" lâfzı ile teblîğ buyurulmuş ve müfessirler tarafından düstûr, kanun diye izah edilmiştir Kur'an-ı Kerim'in Ahzâb, Fâtır, Fetih gibi birçok surelerinde âdet, hep sünnet lâfzıyla tabir buyurulup, bütün bunlarda Allah'ın âdetlerinden, kanunlarından sözedilmiş ve Âdetullah'ın değişmesinin mümkün olmadığı bildirilmiştir Âdetullah ile ilgili ayetlerin çoğunda, bilhassa geçmiş ümmetlerin müşriklerine, dünyevî ve uhrevî ceza tayininde carî bulunan ilâhî kanun tebliğ edilmiştir (bk el-Enfâl, 8/38; el-İsrâ, 17/76-77; el-Fâtır, 35/42-43)
Âdet; selim tabiatlarda makbul olup, devamlı yapılan işlerde insanların içinde istikrar bulmuş hususlardan ibârettir Âdet üç çeşittir: Genel örf âdetleri (ayak basma gibi) Özel örf; (her grubun terimleri Nahiv'de ref' kelimesi gibi) (Şer'î örf, salât, zekât ve hac gibi Bunlarda lügat manasının yerine şer'i manalar kullanılır) (et-Tehânevî, Keşşâf-u Istılâhâti'l-Fünûn, İstanbul 1984, II, 958)
İlâhî âdetler, kevnî ve ilâhî sünnetlerdir Tabiat kanunları Âdetullahtır Kevnî sünnetler, Allah'ın genel hikmeti gereği değişmez (el-Fetih, 48/23) Şu kadar ki bazı kere özel tercih hikmeti gereği Cenâb-ı Allah sebebi veya tesiri yok eder Sebepsiz veya alışılmamış sebeplerle müsebbibâtı yaratır; böylece âdât-ı İlahiyye haricinde harikulâde olaylar yaratır
Kevnî sünnetlerin veya tabiat kanunlarının koyucusu olan mutlak yaratıcı, harikulâdeye has olan birtakım kanunlar koymaktadır İşte o kanunlara göre, bazen insanlar aracılığıyla birtakım harikulâde olaylar meydana gelebilir
Cenâb-ı Hakk, Kur'an-ı Kerim'de Âdetullah'ı ve hikmetlerini zikrederek Müslümanlara, daha önce bilmedikleri her şeyin varlığını bildirdi ve kendisinin yaratıklar üzerinde kanunları olduğunu haber verdi Bu gerçekten hareketle, bu sünnetleri bir ibret ve nasihat olmak üzere en güzel bir şekilde "Allah'ın Sünnetleri İlmi" diye bir ilim dalında toplayıp incelemek mümkündür Bilindiği üzere Allahü Teâlâ, bazı ayetlerde kanunlarını açıkça göstermiştir Bazan sebebi bir ayette, onun sonucunu da diğer bir ayette zikretmiştir O, geçmiş milletlerin haberlerini zikrederken genellikle âdetini zımnen göstermiştir Adetullah'ı izah eden ayetlerden bazısı şunlardır:
"Biz bir Resul göndermedikçe, hiçbir kimseye azap edecek değiliz" (el-İsrâ, 17/15)
"Allah, bir topluma verdiği nimeti, onlar kendilerinin (iyi) hâlini (fenalığa) çevirmedikçe bozmaz" (er-Ra'd, 13/11)
Bunlardan başka, Allah'ın, peygamberlerini fertlere değil toplumlara gönderdiğini (Hûd, l l/25), cihada icabet etmeyen bir kavmin yerine başka bir kavmi getireceğini (et-Tevbe, 9/38-39), servetin sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir şey olmaması için zekât ve sadakaların yanı sıra, ganimetlerden fakirlere daha fazla pay verilmesini (el-Haşr, 59/7) belirten ayetler Âdetullah'ı ifade eden hükümlerdir


Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #324
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




ÂDİLE


Doğru olmak, düzeltmek, eşitlemek anlamlarına gelen bir İslâm miras* hukuku terimi Belirli hisse sahiplerinin (ashâbü'l-ferâiz) mirastan alacakları payların toplamının ortak paydaya (mahrec) eşit olması halini ifade eder
Paylar toplamının ortak paydadan fazla olması durumunda "avl*" daha az olması durumunda da "red" söz konusudur Ancak, paylar toplamının ortak paydadan küçük olması halinde mirasçılar arasında asâbe*den birisi bulunursa geri kalanı o alacağından yine denklik sağlanarak red söz konusu olmaz Bu duruma da "âdile' denir Örnek: Ölenin anne, baba ve iki kızı mirasçı olarak kalsa, anne altıda bir, baba altıda bir ve iki kız üçte iki pay alırlar Paylar toplamı altı ve ortak payda (mahrec) da altı olduğundan, mesele "âdile' kabilindendir (es-Serahsî, el-Mebsût, Beyrut, (ty) XXIX, 160, 161; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, Bulak 1310, VI, 468; Ömer Nasuhi Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, İstanbul 1969, V, 211)


ADL

Denklik, adâlet, dengeli davranma, doğruluk, hakkâniyet
Adl, "A-De-Le" fiilinden masdardır Bazen "Idl' şeklinde de kullanılmaktadır "Adl', denkliği basîretle idrak olunan; "Idl' ise duyularla idrak olunanı ifade eder "A-De-Le" doğru olmak, doğru davranmak, aynı düzeyde yapmak anlamlarına geldiği gibi, "meyletmek, sapmak" anlamlarına da gelir; yalnız bu anlamda masdarı adı değil "udül"dür
Allah insanı adı üzere; yani düzgün, eli, ayağı, gözü, kulağı, kısaca bütün organları birbirine denk gelecek ve dünya hayatını sürdürmesini sağlayacak bir özellikte yaratmıştır; yani onu tam bir denge üzerinde var etmiştir: "O seni yarattı, tesviye etti ve ölçülü bir biçime koydu (adele)" (el-İnfitâr, 82/7)
Allah, nasıl insanı adı üzere yarattıysa, onun da yeryüzünde adı üzere davranmasını, yani her zaman koyduğu mizan*a uygun hareket etmesini ister: "Allah "adl'le emreder" (en-Nahl, 16/90); "İnsanlar arasında "adl'le hükmolunmasını emreder" (en-Nisa, 4/58) İslâm'da adâlet mülkün, yönetimin temelidir, âlemin nizamı, "amel ve itaatta kaçınılmaz ahlâki bir fazilet"tir Adl, tevhîd ile özdeştir; birbirinden ayırmak mümkün değildir Çünkü, ancak Tevhîd* üzere olunduğu zaman adâleti gerçekleştirmek mümkün olabilir; madem ki kâinattaki düzeni belirleyen ve insanın hayatı için bir mizan ve sistem koyan Allah'tır, o halde insan, Tevhîd üzere yaşayıp Allah'ın mizanına uyarak adl'de bulunabilir Allah'ın ahkâmına tam anlamıyla iman etmemiş bir kimse adı üzere olamaz
Allah mutlak adildir; fakat kullar Allah'a karşı adâlette bulunamaz; yani O'nu bir başka şeyle denk sayamaz; O'nu bir tartının bir kefesine, bir başka şeyi de öbür kefeye koyamaz Böyle bir hareket ve inanç, kesinlikle şirktir Allah'a ortak koşmak demektir; zira Allah hiçbir şeyle tartılamaz, ölçülemez Kur'an'da "Sonra kâfir olanlar Rablerine adı ediyorlar" (el-En'âm, 6/1) buyurulur; yani, kâfirlerin Allah'tan başka Rabler ve ilâhlar kabul edip, bunları Allah'la birlikte aynı kefeye koyup tarttıkları ifade olunur; bu ise Allah'a ortak koşmak, O'na başka varlıkları eşit görmektir
Şu halde, kulun, Allah'ın mutlak adil olduğunu kabul edip, O'nun koyduğu mizanın iki kefesini de denk tutmaya çalışması, yani adı üzere olması, Allah'ı bir başka şeyle tartmaya kalkışmaması İslâmî akîdenin, yani Tevhîd'in gereğidir
Kur'an-ı Kerim'de Cenâb-ı Allah Hayrü'l-Hâkimîn yani adâletle hükmedenlerin en hayırlısı (el-A'râf, 7/87) olarak ifade edilirken, en büyük adâlet sıfatına sahip olan varlık anlamında kullanılmıştır
Adl, Cenâb-ı Allah'ın doksandokuz güzel isminden biri olarak sayılmıştır (Tirmizî, Da'avât, 83) Allah'ın asla zulmetmediği, hak ile hükmedip çok adil olduğu anlamında kullanılan adı sıfatı onun mahlûklarına büyük nimetler vermede âdil olduğunu ifade eder Allah'ın mutlak adil olduğunda bütün İslâm âlimleri arasında tam bir ittifak olmakla birlikte adâlet sıfatının izahında Mutezile* fırkası ayrı bir izah getirmiştir


Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #325
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




ADLİYE

İnsanlar arasındaki anlaşmazlıklara ve ihtilâflara bakıp, yargı fonksiyonunu yerine getiren devlet organı Eskiden bu göreve kazâ* denirdi

Adâlet konusu son derece hassas bir meseledir Cenâb-ı Hakk Kur'an-ı Kerim'de bu hususu şöyle beyan etmektedir: "Allah size emanetleri (kamu görevlerini) ehil (ve erbab)ına vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder Allah bununla (emaneti ehline vermeyi ve adâletle hükmetmeyi emretmekle) size gerçekten ne güzel öğüt veriyor! Şüphe yok ki Allah(u azimü'ş-şan, sözlerinizi ve hükümlerinizi) hakkıyla işiticidir, (bütün yaptıklarınızı) hakkıyla görücüdür" (en-Nisa, 4/58) Görüldüğü gibi adâlet konusu oldukça geniştir Fakat dikkati çekecek nokta, ayet-i kerîmede Allah adil olmanın şartının emaneti (yani toplumdaki görevleri) ehil insanlara vermekle gerçekleşeceğine işaret etmektedir Bundan da anlaşılıyor ki, adâlet müessesesi olan adliye, ancak adâlet kavramını tam olarak gerçekleştirebildiği takdirde toplumda gerçek rolünü oynayabilir
İslâm, Arap yarımadasında ortaya çıkmadan evvel, gerçek adâletin temsilcisi olabilecek bir devlet olmadığı gibi, adâleti gerçekleştirecek bir yargı organı da mevcut değildi Kabîleler arasından seçilen hakemler, kendi usûllerine göre hüküm verirlerdi Ellerinde, hangi konulara ne tür hükümler verileceğine dair yazılı bir kaynak yoktu Aynı zamanda, verilen hükmün tatbiki için herhangi bir icra* kuvveti mevcut değildi Hüküm, kabilenin güç ve nüfûzuna göre ya tatbik ediliyor veya güçlü taraf haksız da olsa kendisini haklı çıkarıyordu
Hz Peygamber'in İslâm devletini kurmasından sonra ortaya koyduğu yazılı anayasa*, birçok meselede olduğu gibi adâletin sağlanması noktasında da o zamana kadar gerçekleştirilemeyen bir hâkimiyet tesis etmekteydi O döneme kadar, kendi haklarını güçleri nisbetinde almaya çalışan kabileler; Medine anayasasından sonra kendi haklarını belirlenmiş bir otoriteden isteme durumunda kalıyorlardı Bu otorite İslâm devlet başkanı olan Halife* idi Kur'an ve Hadis, en büyük hukuki ve adli otorite kabul edildi Bu iki ana kaynaktan çıkacak hükümlere itiraz söz konusu değildi
Kur'an'ı Kerim'de kazâ fonksiyonunu hâkimlerin ifa edeceği belirtilmişti Kadı bu görevlerini yerine getirirken, bazı memurlar çalıştırırdı Bunların görevleri, statüleri ve maaş durumları açıkça belirtilirdi
İslâm adliye teşkilâtında hâkimlerin tek başlarına bir hüküm verme durumu var ise de heyet* usulüyle de hükümler verilmesi hakkında müsbet görüşler öne sürülmüştür Osmanlı devletinde Hâkim'in yanı sıra, bir heyetin varlığı ve bu kimselerin çeşitli sahâlarda uzman insanlardan teşekkül eden ve kararlarda etkili olan bir yargı görevlileri vardı
Hz Peygamber kendi döneminde yargı görevini bazı sahâbilere bırakmaktaydı Bu dönemde yeni fethedilen topraklara vali tayin ediliyordu Bu valiler idarî işlerle birlikte, adlî ve kazâi işlerden de sorumlu bulunuyorlardı Bu kimselerin İslâm fıkhını çok iyi bilen kimseler olması dikkati çekiyordu Hz Peygamber tayin edilen valilere, idare ve diğer kanunlar hakkında bilgi veriyordu Kendisi ise son karar mercii olarak mühim rolünü ifa etmekteydi Hz Peygamber'in adlî müesseseyi ahiret ve dünya ile alâkalı hükümlerle etkin bir duruma getirmiş olduğunu biliyoruz Bu durum dört büyük halife döneminde de aynı şekilde devam ediyordu Halîfeler hem hâkim ve hem de idareci olarak görevlerini ifa ederlerdi Hz Ömer'in Ebu Musa el-Eş'arî'ye göndermiş olduğu kazâi talimatnâmenin İslâm adliye tarihi açısından büyük bir önem taşıdığı kaynaklarda belirtilmektedir Halife Ömer İbn Abdülaziz, idarî ve mahkeme işlerinde yenilik getiren halifelerden biriydi Abbâsi halifelerinin bugünkü Adâlet Bakanlığı tarzında "Kadı'l- Kudât"*lık ihdas ettiğini ve Harun Reşid döneminde buraya meşhur âlim ve Hanefî mezhebinin önde gelen fâkihi Ebû Yusuf*'un tayin edildiği görülür
Daha sonra Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde de aynı tür müesseselerin biraz geliştirilerek devam ettirildiğini görmekteyiz Osmanlı devletinde daha beylik döneminden itibaren başlayan kadılık müessesesi, âlimlerin tayin edildiği bir mevkî idi Sultan I Murad zamanında Kadıaskerliğin (kazasker) tesis edildiği görülür Daha sonra Kadıaskerlik * ülke sınırlarının genişlemesi ile Anadolu ve Rumeli Kadıaskerliği olmak üzere ikiye ayrıldı
Devletin idari bölümlenmesi olarak eyâlet, sancak ve daha alt birimler olan kaza ve nahiyelerde kadılıklar kurulmuştu Kadılar aynı zamanda siyasî idarenin de başkanı durumundaydılar Böylece hem idarî ve hem de hukukî otoriteyi temsil ediyorlardı Büyük şehirlerde meselelerin biraz daha fazla oluşu sebebiyle birden fazla mahkeme bulunur; ayrıca kadılara yardımcı olarak "Naibler" * görev yaparlardı
Bunun dışında adlî meselelerden sayılan ve devletin en büyük organı olan Divân-ı Hümâyun'da halkın bazı şikâyetleri dinlenir, hal yoluna koyulurdu Bu arada özellikle devlet bünyesindeki hukukî problemlerin Divân*da tartışılıp hâl yoluna koyulduğu bilinmektedir Divân-ı Hümâyun, aynı zamanda bir yüksek mahkeme vazifesini de görürdü Buna, daha önceki dönemlerde devlet başkanlarının başkanlık ettiği "Divânü'lMezalim" adı verilmekteydi Ülkenin çeşitli yerlerinde verilen mahkeme kararlarına itiraz durumu burada yeniden gözden geçirilirdi Divânü'l Mezalim'de veya Osmanlılar dönemindeki Divân-ı Hümâyun'da alınan kararlar hemen infaz edilirdi Zamanla Divân'ın önemi azaldı Özellikle padişahların Divân toplantılarına katılmaması, bu müessesenin ciddiyetine gölge düşürdü
Osmanlı Devleti'nde, merkezî otoritenin zayıflamasından sonra bilhassa taşrada çeşitli yolsuzluk, hırsızlık ve isyanlar çıkmıştı Padişahlar bunların ortadan kalkması ve adâletin tesis edilmesi için kadılara "adâletname" denilen fermanlar göndererek, halka iyi davranılmasını istemişlerdir Bu tür teşebbüsler, adâletin gerçekleşmesi ve zulmün hafiflemesi noktasında önemli etki sağlamıştır
Sultan Mahmud devrinde başlayan Batıcı hukuk çalışmalarından sonra "hukuk'ta Batı tarzında düzenlemeler görüldü Adlî teşkilât da bu doğrultuda İslâmî esas ve şekilden uzaklaşarak Batı'nın bir kopyası haline geldi
Yalnız, Batı'dan en önemli farkı; toplumdaki problemleri çözemeyen iğreti bir müessese olarak varlığını sürdürmesiydi


Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #326
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




ADN CENNETİ

Cennet'in en güzel yerlerinden biri
"Adn" sözlükte yerleşmek, bir yerde iskân etmek anlamına gelir
Adn Cenneti, peygamberlere, sıddîklara, şehidlere mahsus, içinde gözlerin hiç görmediği, insanın hatırından geçmeyen muazzam güzelliklerin bulunduğu muhteşem Cennet'in adıdır Bu tarif Hz Peygamber'den rivayet edilen bir hadîse dayanılarak yapılmıştır Allahü Teâlâ buraya giren kimseleri överek "Sana girecek olanlara ne mutlu!" buyurmuştur
Ayrıca Adn Cenneti'ne Cennet'teki bir şehir veya nehir ismi diyenler de vardır (ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Beyrut (ty) II, 207; el-Beydâvî, En vâru't- Tenzîl, Mecmefu't- Tefâsir III, 157; en-Nesefî, Medarikü'l-Tenzîl; III, 157-8; el-Hâzin, Lubâbü'tTevîl, III, 157) Bunlardan başka Cennet'in en üst makamı, Cennet'in ortası, birçok kapılı burçları olan Cennet'teki bir köşk diyenler de vardır (el-Hazin, age, III, 158) Ancak bu görüşlere pek itibar edilmeyip Adn Cenneti'nin ayrı bir makam ve hatta "Cennetler"den ibaret olduğu ifade edilmektedir
Adn Cenneti Kur'an-ı Kerim'de ondan fazla yerde geçmektedir Dünyada yaptıkları işe göre buraya girebilecek olan müminler ve Adn Cenneti'nin güzelliği bu ayetlerde açıklanmıştır: "Allah mümin erkeklere ve mümin kadınlara, kendileri içinde ebedî kalıcılar olarak, altından ırmaklar akan Adn Cenneti'ni ve çok güzel meskenler va'd etti Allah'ın rıdvânı (rızası) hepsinden daha büyüktür İşte bu, büyük kurtuluştur" (et-Tevbe, 9/72) "Sana Rabbinden indirilen şeyin gerçekten hak olduğunu bilen kimse, (onu bilmeyen) kör gibimidir?Ancak sağduyu sahipleri iyice düşünürler O sağ duyu sahipleri ki, Allah'a verdikleri ahdi yerine getirirler, anlaşma ve sözleşmelerini bozmazlar Yine onlar ki, Allah'ın ulaştırılmasını (yerine getirilmesini) istediği şeyi ulaştırırlar Rablerinden korkarlar ve kötü hesabtan da endişe ederler Onlar ki, Rablerinin rızasını dileyerek sabrederler, namazlarını dosdoğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açıktan Allah yolunda harcarlar, kötülüğü iyilikle savarlar; işte bunlara dünya yurdunun güzel sonucu, girecekleri Adn Cennetleri vardır Bunlardan, eşlerinden, çocuklarından, kendilerini düzeltip, iyiler sınıfına girenler de onlarla beraber oraya gireceklerdir Melekler de her kapıdan onların üzerlerine girerler de, "sabretmenize karşılık selâm size, burası dünya yurdunun ne güzel sonucudur!' derler" (er Ra'd, 13/19-24; Ayrıca bk en-Nahl, 16/31) Diğer bir ayette de (el-Kehf, 18/30-31) söz konusu cennetlere gireceklerin özellikleri olarak şunlar sayılmaktadır: Allah'a iman etmeleri ve güzel, yararlı işler (salih amel) yapmaları Öbür bazı ayetlerde de (Meryem, 19/60-61; Tâhâ, 20/75-76) tevbe edip, iman eden ve yararlı işler yapanların da Adn Cenneti'ne girecekleri haber verilmektedir Kur'an-ı Kerim'de hayatlarında iman ederek kendilerine zulmetmeden, orta (muktesid) bir yol tutanlar, hayırda ileri gidenler de aynı şekilde bu Cennet'e girecekleri ve burada altın bileziklerle ve incilerle süslenecekleri, elbiseleri ipekten olacağı açıklanarak, Adn Cenneti'ne girdikten sonra Allah'a hamdederek, kendilerinin sonsuz olarak kalacakları bir konağa yerleştirilecekleri ve artık orada kendilerine ne bir yorgunluk, ne bir usanma, ne de bir bıkkınlık gelmeyeceği (Fâtır, 35/32-) anlatılmaktadır
Adn Cennetlerine girenlerin her an Cemalullah'ı görebilecekleri bizzat Hz Peygamber (sas) tarafından bildirilmektedir (Buhârî, Tefsir 55; Müslîm, İman 296)
Müfessirler Adn Cenneti hakkında iki görüş olduğunu ifade ederler Birincisi el-Kesşâf'da da geçtiği gibi, Adn Cenneti belirli bir yerin özel ismidir Nitekim çesitli rivayetler bu görüşü desteklemektedir Meselâ, Hz Peygamber de bir gece kendisini iki meleğin uyandırarak, çok güzel bir şehre götürdüklerini, Cennet-i Adn'ı ve buradaki kendi menzilini (konağını) gösterdiklerini anlatmışlardır(Tecrid-i Sarih Tercemesi, XI, 111)
İkinci görüşe göre ise, Adn Cenneti, Cennet'in bir sıfatıdır Bazı âlimler bunun için, bütün Cennetler Adn Cennetidir demişlerdir (el-Hazin, age, III 158) Meâllerini verdiğimiz ayetler de, daha çok bu görüşü destekler mahiyettedir


Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #327
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük



el-AFÜV

Allah'ın isimleri olan doksandokuz Esma-i Hüsna*sından biri Çok affeden, günahları silen, tevbe edeni bağışlayan, suç işleyene ceza uygulamayan anlamındadır
Allah'ın kullarını bağışlaması suçlarını affetmek şeklinde olduğu gibi mükellefiyetlerini hafifletmek ve kolaylaştırmakla da ortaya çıkar
Allah'ın affetmesi, inanan ve işlediği suçtan dolayı pişmanlık duyarak tevbe eden hakkındadır İşlediği suçta ısrar edip ona devam eden için af değil, öç almak söz konusudur: "Allah geçmişi affetmiştir Kim düşmanlık ederse Allah ondan öç alır Allah daima galiptir, öç alandır" (el-Mâide, 5/95) "Odur ki kullarından tevbeyi kabul eder, kötülüklerden geçer ve yaptıklarınızı bilir" (eş-Şûrâ, 42/25) Yüce Allah, bağışlanacak muttakilerin vasıflarını sıralarken şöyle buyurmaktadır: "Ve onlar bir kötülük yaptıkları, ya da nefeslerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler Günahları da Allah'tan başka kim bağışlayabilir? Ve onlar, yaptıklarında bile bile ısrar etmezler" (Âlû İmrân, 3/135)
Af mağfiretten daha şumullüdür Cezadan önce de sonra da olabilir Mağfiret ise cezadan önce olur Af günahların izlerini de silip büsbütün yok etmektir Mağfiret ise günahların üstüne bir perde çekmektir Af intikamın zıddıdır Yüce Allah bazı suçluları intikamıyla sorguya çeker, bazılarını da affiyle sevindirir Allah günahkâr kullarına af ve lütfûyle muamele etmeyi onları cezalandırmaktan daha çok sever ve onları hemen cezalandırmaz Tevbe etmeleri için mühlet verir Bağışlanabilmelerinin yollarını gösterir
Ancak Cenâb-ı Hakk şirk ve küfür suçu ile huzuruna gelen kullarını affetmez Zira şirk, af kapsamına girmez (en-Nisa, 4/48) Allah tevbe eden kullarını bağışlar
O hâlde Allah, affı çok olmakla birlikte, kulun affedilmesi için birtakım kayıtlar da koymuştur Kulun, affedilmeğe yaraşır davranışlar içerisine girmesi gerekir Bir ayette, toplumlarına kötüler ve kötülükler hakim olduğu halde bunlara karşı gelmeyenler arasında sadece güçsüzlerin, yani karşı gelme gücü bulunmayanların affedileceği bildirilerek şöyle buyurulmaktadır: "Nefislerine* yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler: "Ne işte idiniz?' dediler (Bunlar): "Biz yeryüzünde aciz düşürülmüştük' diye cevap verdiler Melekler dediler ki: "Peki, Allah'ın yeri geniş değil miydi ki onda göç edip gönlünüzce yaşayabileceğiniz bir yere gideydiniz?' işte onların durağı Cehennem'dir, ne kötü bir gidiş yeridir orası! Yalnız hiçbir çareye gücü yetmeyen ve göç için yol bulmayan, gerçekten zayıf erkekler, kadınlar ve çocuklar hariç Çünkü Allah'ın bunları affetmesi umulur Allah çok affeden çok bağışlayandır " (en-Nisâ, 4/97-99)
Allahü Teâlâ, kendisi affedici olduğu gibi inanan kullarının da affedici olmalarını teşvik etmektedir Muttakîlerin vasıfları anlatılırken şöyle buyurulmaktadır: "Onlar bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, Öfke*lerini yutkunurlar, insanları affederler Allah da güzel davrananları sever" (Âlû İmrân, 3/134)
Hz Peygamber (sas) de bir hadîslerinde şöyle buyurmaktadır: "Sadaka hiçbir zaman malı eksiltmez Allah, kişinin affetmesi sebebiyle ancak şerefini arttırır Allah için alçak gönüllü davranan kimseyi Allah mutlaka yükseltir " (İmam Malik Muvatta Sadaka, 12; Tirmizî, Birr, 81)
Cenâb-ı Hakk, adâleti gereği suçlu ve günahkârı cezalandırmaya kadir olduğu halde lütfu ile affettiği ve edebileceği Kur'anı ifade ile belirtilmiştir Aslında af, cezalandırmaya güç bulan kuvvetli ve nüfuzlu kimse tarafından yapılması halinde değer kazanır

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #328
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




ÂFÂK

Ufuklar, gök ile yerin birleşmiş gibi göründüğü yer, kenar, sınır, etraf, dış dünya Ayrıca Âfâk, objektif kelimesi karşılığında kullanılan bir terimdir
Kur'an-ı Kerim'de bir yerde geçen âfâk tâbiri "dış dünya" anlamında kullanılmaktadır: "Biz onlara (kudretimize dalâlet eden) ayetlerimizi hem âfâk'ta (dış dünya) hem de enfüslerinde (iç dünyalarında) göstereceğiz Tâ ki onun hakkın ta kendisi olduğu açıkça belli olsun Rabbinin her şeyi görüp gözetici olması sana yetmez mi? " (Fussilet, 41/53)
Bu ayetin tefsiri çeşitli şekillerde yapılmıştır Âfâk'ın İslâm devletinin ilerde büyük fetihler yapacağına, İslâm'ın dünyanın dört bir yanına ulaşacağına işaret olduğu ifade edilmektedir Ayrıca Süddî ve Mücâhid ile Hasan-ı Basrî gibi müfessirler, âfâk'ın Bedir* zaferi veya Mekke'nin fethi olduğunu kaydederler Bu iki fetih ve başarıyla Cenâb-ı Hakk'ın Hz Peygamber ve onun ümmetine yardım ettiği, küfrü ve yandaşlarını yalnız bıraktığı görülmekte olup âfâk'ın yani dış dünya gözüyle görünen ayet ve mu'cizelerin, bu ve bunlara benzer hususlar olduğu belirtilmektedir
Atâ İbn Ebi Rebâh'tan gelen tefsire göre, âfak tabiri ile dış dünyada var olan bütün canlı ve cansız varlıkların hepsi ve madde âlemi kastedilmektedir
Allah'ın bu ayetteki va'di gerçekleşmiş, kâfirlerin Mu'cize isteklerinin karşısında gerek Resulullah (sas) döneminde gerek daha sonraki dönemlerde ve ondört asırdan beri gerçekleşen İslâmî başarılara her gün biri daha eklendiği gibi Cenâb-ı Hakk iç ve dış dünyadaki ayetlerini sürekli olarak açıklamaya devam etmektedir İnsanoğlu âfâk'ı ve enfüsü* dış dünyada tezahür eden olaylarla ve varılan bilgilerle biraz daha yakından anlamaktadır Ayrıca insanlar dış dünyalarında, yeryüzünde gördüklerinin dışında ve bütün kâinâtta milyarlarca varlığın mahiyetini, her yönüyle öğrendiler, her gün daha da yeni bilgiler elde etmektedirler "onun hakkın ta kendisi olduğunu anlayıncaya kadar ayetlerimizi onlara Âfak'ta ve Enfüs'te göstermeye devam edeceğiz " ilâhî buyruğu insanoğlunun bugün sahip olduğu âfâki bilgileri açıklamaktadır Bu dış dünyadaki madde plânını oluşturan bilgilerin yanı sıra çıplak gözle insanlara İslâm'ın başarısı ve kâinata hâkimiyeti de gösterilmektedir Bu hâkimiyet âfâk'ın bir tecellisi ve tezahürüdür


AFV

Suç, kusur, kabahat, hata ve günahı bağışlamak, yapılan suçtan dolayı cezalandırmamak, suç işleyeni kınamamak Suçlu veya maznun hakkındaki infazdan, hukukî uygulamadan vazgeçilmesi anlamında bir İslâm hukuku ıstılahı
Affetmek, Cenâb-ı Allah'ın sıfatlarından biridir Allah'u Teâlâ kendisine ortak koşma (şirk) suçu dışında kalan diğer suç ve günahları hesap gününde affedebilir Bu da Cenâb-ı Hakk'ın kullarına merhametini ve büyüklüğünü göstermektedir Günahlarından tevbe eden kulları affetmesi ise daha büyük bir ihtimaldir
"Ey iman edenler, içten gelerek yapılan bir tevbe ile Allah'a tevbe ediniz Umulur ki, Rabbiniz günah ve kötülüklerinizi örter" (Tahrîm, 66/8) Cenâb-ı Allah bu ayet ile tevbeden sonra affetme ihtimalini göstermiştir Tevbe ile birlikte günahkâr bir kulun yapması gereken husus Rabb'inden af dilemesidir
Cenâb-ı Allah'ın günahkâr kullarını affettiği gibi, müminler de birbirlerini affetmesini bilmelidirler Diğer insanlara karşı kin ve nefret duygusu beslemek mümin kişinin benimseyeceği bir davranış değildir Zira Hz Peygamber (sas) Mekke'de kendisine eziyet edenleri, Bedir, Uhud ve Hendek gazvelerinde kendisine karşı savaşıp İslâm'ı yok etmek isteyenleri bile sonradan İslâm'a girince affetmiştir
Cenâb-ı Hakk: "Güzel söz söylemek ve affetmek, peşinden eziyet gelen bir sadakadan daha hayırlıdır Allah Gani'dir, (Hiçbir şeye muhtaç değildir) Halim'dir (Yarattıklarına karsı yumuşak davranandır)" (el-Bakara, 2/263) diye buyurup, affetmenin faziletinden bahsetmektedir Ayrıca şöyle buyurur:
"(Ey rasulüm) sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillere aldırış etme " (el-A'raf, 7/199) Ayrıca Kur'an-ı Kerim'de "af" tabiri fazlalık anlamında kullanılmıştır: "Sana (hayır yolunda) neyi infak (ve tasadduk) edeceklerini sorarlar De ki: "Affı (yani ihtiyacınızın dışında kalanları) veriniz" (el-Bakara, 2/219)
Hz Peygamber (sas) de bu konuda şöyle buyurmuşlardır:
"Elinizden geldiği kadar müslümanların cezalarını kaldırmaya çalışınız Onun için bir çıkış yolu varsa serbest bırakınız Devlet başkanının afta hata etmesi cezalandırmada hata etmesinden daha iyidir " (Ahmed b Hanbel, V 160)
İslâm'ın geldiği dönemde Cahiliye devri insanları herhangi bir suç işleyen kimseyi kesinlikle cezalandırma eğiliminde idiler Af ancak üst düzeydeki kabile şeyhleri ve akrabaları için uygulanırdı Bunun dışında kalanlar mutlaka cezaya uğratılmakta idiler Kur'an-ı Kerîm'in şahsi mağduriyetlerde suçluyu affetmeyi tavsiye ettiği (Ali İmrân, 3/124; Mâide, 5/13) görülmektedir
Ancak günah ve suç işleyenlerin suçları sabit olduğunda ve bunun affedilmesi halinde toplumda kötü örnek olacaksa İslâm devletinin yöneticileri bunu affedemezler Ancak kısas ve ta'zirlerde cezaların affı genel bir prensip olarak uygulana gelmiştir Fakat had*lerin tatbikinde affetmek pek câiz görülmemiştir Kısas ve ta'zirlerde af durumu daha çok mağdur ile suçlu arasında olan bir olay kabul edilmiştir Mağdur isterse affeder Bu durumda haksızlığa uğrayan taraf suçluyu affettiğinde onu mükâfatlandırmak Allah'a aittir (eş-Şûra, 42/40) Bu affı yapan mümin mağdur olmasına rağmen böyle bir affi yapmasının takvâ*ya daha yakın olduğunu Cenâb-ı Hakk'ın şu mesajlarından bilmektedir:
"Onu bağışlamanız takvâya daha yakındır " (el-Bakara, 3/237) Böylece affetmek İslâm kardeşliğinin bir gereği olduğu gibi müslümanlar arasında da minnet duygusunun gelişmesine ve müminlerin birbirlerine şükran duygularıyla yaklaşmalarına zemin hazırlayacaktır Nitekim insanı cezalandırmaya yetkili ve hak sahibi olmasına rağmen af yolunu tercih eden kişi daima toplum tarafından takdirle karşılanmıştır Bu da İslâm ahlâkının bir tezahürüdür Suçluyu affetmek asla adâletsizlik değildir Zira Cenâb-ı Hakk küfür ve şirkin dışında kalan her hata ve günahı dilediği takdirde affedebileceğini ifade buyurmaktadır:
"Allah kendisine ortak koşulmasını mağfiret etmez Ancak ondan başkasını dilediği kimseler için mağfiret eder" (en-Nisa, 4/48)
Buna karşılık Allah'a karşı isyan ve İslâmî emirlerin çiğnenmesinde uygulanacak hadlerin kadı tarafından kesin olarak karara bağlanmasıyla devletin affetme yetkisi ortadan kalkar Ancak delillerin ve suç unsurlarının tesbitinde eksiklik söz konusu olursa devletin cezayı düşürmesi mümkündür Mağdurun olmadığı ve bir mağdur tarafından açılmamış davalarda ve hadlerin uygulanmasında af kesinlikle mümkün değildir Hırsızlık ve zina iftirası gibi durumlarda mağdur doğrudan doğruya kendisi af yetkisini kullanarak suçluyu affedebilir Dava açılmadan önce böyle bir af söz konusu olursa ceza düşer Böyle durumlarda gerçekleşen af suçun işlenmiş olması halinde sadece dünyevî cezası affedilmiş olur Ahirette ise hesabı Allah'a aittir Hırsızlık gibi suçlarda mahkeme bir hüküm vermiş ise mağdur affetse bile infâzın durdurulması söz konusu değildir Böyle durumlarda ceza uygulanır
İslâm'da kul hakkının daha çok olduğu kısaslarda cezanın düşmesinin prensip olarak kabul edilmesi davada kul hakkının ağır bastığı zaman mümkündür
"Öldüren, ölünün velisi tarafından affedilirse, örfe uymak ve diyeti güzellikle ona ödemek gerekir Bu, Rabbinizden size bir kolaylık ve rahmettir" (el-Bakara, 2/178)
"Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ile kısas yapılır Yaralarda da kısas vardır Fakat kim hakkından vazgeçerse, bu onun günahlarının affına bir sebeptir Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir " (el-Mâide, 5/45) ayetleri mağdurun affetme imkânı ve yetkisinin olduğunu göstermektedir Bu gibi durumlarda af kul hakkı olduğu için suçluyu mağdur veya velisinin affetmesine ve kısasın uygulanmamasına rağmen devlet suçluyu ta'zir etme hakkına sahiptir Ancak mağdurun ölmesi halinde onun veli ve yakın akrabaları bu kısasta yetkilerini kullanma hakkına sahiptirler Mağdurun velisi veya varisleri suçluyu affedebilirler Ancak böyle bir affın yapılabilmesi için akıl ve bülûğ şart koşulmuştur Yani affedecek kimsenin âkil ve baliğ olması gerekir Bazen diyet* veya mal karşılığında suçlu affedilebilir Bu da aslında af olmaktan çok sulh* kapsamına girer
Kamu hakkının söz konusu olduğu ve kamuya karşı işlenmiş bulunan suçlarda devlet affetme yetkisine sahiptir Kul hakkının çiğnendiği durumlarda ise affetme yetkisi öncelikle mağdurundur Her iki durumda yani hem kamu hakkının hem kul hakkının birlikte ihlâl edildiği bir suçun işlenmesi halinde ise, bir tarafın affetmesiyle diğer tarafın hakkı düşmez Affetmeyen taraf cezanın uygulanmasını isteyebilir

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #329
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük



A'RAF
Her şeyin tümseği yüksek yer, burç, sırt, tepe, örfler, âdetler, iki şey arasında kalan kısım arf kelimesinin çoğulu Bu nedenle atın yelesine, horozun ibiğine de arf denmiştir Kur'an'da üç ayette geçer:
"İki (taraf) arasında (surdan) bir perde ve A'râf üzerinde de, (Cennetlik ve Cehennemliklerin) her biri simalarıyla tanıyacak adamlar vardır ki onlar henüz oraya (Cennete) girmemiş, fakat onlar girmeyi şiddetle arzu eder olarak Cennet yârânına: "Selâmün Aleyküm " diye nidâ ederler
Gözleri ehl-i Cehennem tarafına çevrildiği zaman da "Ey Rabbimiz bizi zalimler gürûhu ile beraber bulundurma" derler
(Yine) A'râf yaranı (kâfirlerden) simalarıyla tanıdıkları (elebaşı) bir takım adamlara şöyle nidâ ederek derler: "Ne çokluğunuz (yahut topladığınız mallar), ne de (hakka karşı) yeltenmekte devam ettiğiniz o kibr (ve azamet) size hiç bir fayda vermedi " (el-A'râf, 7/46-48)
Müfessirlere göre bu ayetlerdeki A'râfdan maksad, Cennetle Cehennem arasındaki sur benzeri bir perdenin yüksek tepeleridir
İbn Cerîr'in rivayetine göre Huzeyfe (ra)'e A'râf'ın ne olduğu sorulduğunda şöyle demiştir: "A'râf; iyilikleri ile kötülükleri eşit gelen insanlardır Kötülükleri Cennet'e girmelerine, iyilikleri de Cehennem'e girmelerine mani olmuştur Bunlar, Cenâb-ı Hak onların hakkında hüküm verinceye kadar bu sur üzerinde kalacaklardır"
Kimler A'râf'ta bulunacaktır? Bu hususta çeşitli rivayetler varsa da konuyu şöyle özetlemek mümkündür: İyilikleriyle kötülükleri denk gelenler A'râf'ta bekletileceklerdir Nitekim İbn Merdûye'nin Câbir b Abdullah'dan merfu olarak rivayet ettiği bir hadis'te: "Peygamberimiz (sas)'e iyilikleriyle kötülükleri denk gelenlerin durumu sorulduğu zaman, Hz Peygamber, "Onlar A'râf'ta bulunacaklardır Onlar oraya isteyerek girmemişlerdir" buyurmuştur Daha sonra bunlar Allah'ın lûtfuyla Cennet'e gireceklerdir (Muhtasaru Tefsîr, ibn Kesîr, II, 22)
Bazılarına göre de fetret devirlerinde ölenlerle müşriklerin çocukları da burada kalacaklardır
A'râf konusunda daha başka açıklamalar da yapılmıştır Ez cümle Hasan-i Basrî Hazretleri "A'râf marifetten gelir Bu da Cennetliklerle Cehennemlikleri simalarından tanıyan bazı kimseler demektir Belki de şimdi aramızda olanları vardır" şeklinde izah etmiştir


Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #330
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük



Â'RÂZ
Başka bir nesne ile varolan, kendi basına varolmayan "devamlı olmayan şey" Terim anlamı ise; "başkasına yani cevher ve cisme bağlı olarak varlığını gösterebilen ve devamlı olmayan şey"dir (Nûreddîn es-Sâbûnî, el-Bidâye, Ankara 1982, 19)
İslâm âlimleri, Allah'ın varlığını ispatta genellikle "hudus" delilinden yararlanmışlardır Hudus deliliyle, alem (Allah'tan başka her şey)in hadis (sonradan) olması prensibinden hareket ederek Allah'ın yegâne yaratıcı olmasını ispat ederler Hudus delilini ileri sürmeğe de âlemin aslını oluşturan iki unsuru zikirle başlarlar O da, âlemin cevherler ve ârâzdan meydana gelmiş olmasıdır Ârâzı anlayabilmek için önce cevherin tarifini yapmak lâzımdır Cevher, "kendi başına boşlukta yer tutan ve başkasına bağlı olmadan kendini gösterebilen şey"e denir Esasen cevherin tarifi şöyledir: "Bölünmeyen en küçük parçaya cevher denir" Cevherlerin birleşmesiyle meydana gelene cisim denir Demek ki boşlukta yer kaplayan bir varlığa cevher, bunun çeşitli sıfatlarına ve özelliklerine de ârâz denir Meselâ, taş cevher; katılığı ise arazdır
İslâm alimlerinin ârâz konusundaki açıklamalarında belirgin bir fark yoktur Eş'ariyye ve Mutezile ârâz'ın izahı konusunda ayrı görüşler ortaya koymaktadırlar Eş'ariye'ye göre ârâz, sonradan meydana gelen ve yer işgal eden bir nesne ile var olan şeydir Buna göre, menfi sıfatlar ve yokluklar, yer kaplayan bir cisme hâl, yahut sıfat olamazlar Allah ise, zaman ve mekan sınırları içinde bulunması söz konusu olmadığından, O'nun sıfatları ârâz olamaz
Mutezile'ye göre ise araz yoklukta varlığını sürdürür Eğer varlığa çıkacak olsa, yer kaplayan bir cisim ile ayakta durabilir Böylece Mutezile, bu görüşü ile "yokluk"u bir varlık alanı olarak kabul etmektedir Mutezile ekolünden Ebu Huzeyl Allaf ve onu izleyenler, Mutezile'nin bu görüşünü benimsememişlerdir
Ârâzlar, ancak cevher ve cisimlerde varlıklarını gösterebilirler Çünkü bunlar madde değildirler Maddenin çeşitli vasıflan ve özellikleridirler Önce madde olmalı ki ondan sonra bir sıfat, bir özellik sözkonusu olabilsin
Ârâzlar otuzdan fazladır Renkler, tatlar, kokular, hareket-durma gibi oluşlar, sesler bunlardandır
Ârâzların belli başlı özellikleri şunlardır: Ârâzlar, bir yerden başka bir yere taşınmazlar Ârâzlar, ârâzlarla bulunmazlar Ârâzlar, devamlı olmazlar Bir ârâz, iki yerde bulunmaz (el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, İstanbul 1286 h, 190 vd)
Ârâzlar hadistir Ârâzların hadis oluşunu biz tecrübeyle, müşahedeyle ve delille biliyoruz Sükûndan sonra hareketin; karanlıktan sonra ışığın; beyazlıktan sonra siyahlığın gelmesi gibi Sükûn gelince, hareket yok olmakta, hareket gelince de sükûn yok olmaktadır
Cevher ve cisimler de mutlaka ârâzlarla bulunurlar, ârâzsız olamazlar Ârâzlar hadis olduğuna göre hadis olan ârâzsız bulunamayan cevher ve cisimler de zorunlu olarak hadis olacaktır Böylece âlemin (Allah'tan başka her şeyin) hadis (sonradan) olduğu ortaya çıkınca, hadis olmayan bir yaratıcının bunları yaratması zarurî oluyor Böylece Allah'ın varlığı ispat edilmiş oluyor (Sâdeddîn er-Taftâzânî, Şerhû'l-Akâid, İstanbul 1970, 46 vd)


Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.