Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Forum İslam > İslami Yazılar & Hikayeler

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
>islami, sözlük

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #301
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




BELÂGAT

İyi, güzel, tesirli ve pürüzsüz söz söyleme; edebiyat kaideleriyle ilgili ilim Terim olarak iki şekilde tanımlanmıştır:
a- Sözün zorlama ve yapmacıktan uzak olup yorumlamaya gerek olmaksızın kolay anlaşılır olması; yerinde ve adamına göre söylenmesidir
b- İnsanın belîğ, tesirli söz söyleme gücü ve yeteneği kazanmış olmasıdır
Belâgat bir ilimdir Sözün düzgün kusursuz, yerinde ve adamına göre söylenmesini öğretir Belâgat üçe ayrılır:
a- Meânî (manalar) ilmi: Muhtelif cümle şekilleri ve bunların kullanılışından bahseder
b- Beyan ilmi: Maksadı açık ve güzel bir şekilde ifade etme sanatını öğretir Teşbih, mecaz, istiare ve kinaye gibi sanatlardan bahseder
c- Bedî' ilmi: Sözü ifade ve mana yönünden en güzel şekilde söylemenin yollarını gösterir


BEL'AM İBN BÂÛRA

Hz Musa (as) zamanında yaşamış ve sonradan irtidat etmiş olan ilim adamı
A'raf suresinin 175-176'ncı ayetleri münasebetiyle ismi çeşitli tefsir ve tarih kitaplarına girmiş olan Bel'am İbn Bâura (veya Bel'am İbn Eber)' nın, İsrâiloğulları'ndan, devler ülkesinden, Yemen diyarından veya Ken'an ilinden Allah'ın dinini öğrenmiş, ilim ve irfan sahibi, duası müstecap, yanında Allah'ın ismi a'zamı bulunan ve fakat sonradan itaatsızlığa düşmüş bir kimse olduğu şeklinde rivayetler vardır Her ne kadar Lût (as)'ın kızlarından biri ile evlenmiş olduğu söylenirse de, bunun Yahudiler tarafından müslümanlar aleyhine uydurulmuş bir iftira olduğu bilinmektedir (Taberî, Tefsiru't-Taberî, Mısır, 1373/1954, IX, 119-120; Fahruddin er-Râzî, Mefâtîhu'l-Gayb, Mısır, 1308, XV, 54; D B Macdonald, İA, "Bel'âm İbn Bâura" Mad)
Bel'am'a konu teşkil eden ayet meâlleri şöyledir: " Habibim! Onlara, şeytanın peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz âyetlerden sıyrılarak azgınlardan olan kişinin olayını anlat Dileseydik, onu âyetlerimizle üstün kılardık; fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu Durumu, üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir İşte ayetlerimizi yalan sayan kimselerin hâli böyledir Sen onlara bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler " (A'raf, 7/175-176)
Bel'am'la ilgili olarak İslâmî kaynaklarda şunlar anlatılmaktadır: "Rivayete göre Mûsa (as), Ken'âniler' in Şam'daki topraklarına girmişti Bu sırada Bel'am, el-Belkâ köylerinden Bal'â'da bulunuyordu Ken'âniler'den bazıları Bel'am'ın yanına gelerek: "Ey Bel'am, Mûsa İbn İmrân İsrâiloğulları'nın başında olduğu halde bizi yurdumuzdan sürmek ve öldürmek üzere geldi Bizim ülkemize İsrâiloğulları'nı yerleştirecek Senin kavmin olan bizlerin ise yerleşecek bir yerimiz yok Sen duâsı kabul edilen bir kimsesin Onları defetmesi için Allah'a duâ et", dediler Bel'am: "-Yazıklar olsun size! O Allah elçisidir; melekler ve mü'minler de onunla beraberdir; onlar aleyhine nasıl duâ edebilirim! Bildiğimi bana Allah öğretti" diye red cevabı verdi Kavmi duâ etmesi hususunda ısrar ettiler Bel'am da eşeğine binerek, İsrâiloğulları'nın çıkmakta olduğu dağa doğru ilerledi Bu dağ, Husban dağıdır Biraz gittikten sonra eşeği yere çöktü Eşeğine binerek biraz ilerledikten sonra hayvan yine çöktü Bel'am biraz evvelki gibi hareket ettikten sonra tekrar hayvanına bindi Biraz yol alınca eşek yine çöktü O, yine eşeği yerinden kalkıncaya kadar dövdü Nihayet eşek, Bel'am aleyhinde bir delil teşkil etsin diye, Allah'ın izni ile konuşarak şöyle dedi: "Ey Bel'am, nereye gidiyorsun? Meleklerin önümde durarak beni yolumdan çevirdiklerini görmüyor musun? Allah elçisi ile mü'minler senin kavmin aleyhinde duâ etmektedirler" Fakat Bel'am, buna aldırış etmeden eşeğini döverek yoluna devam etti Nihayet eşek onu Husban dağına çıkardı, Mûsâ (as)'ın ordusunun ve İsrâiloğulları'nın karşısına götürdü Bel'am onlara bedduâ etmeye başladı; fakat İsrâiloğulları'na beddûa ederken Allah onun dilini kendi kavmi aleyhine çevirdi Yanında bulunan halk, onun kendi aleyhlerine bedduâ etmekte olduğunu görünce: "Ey Bel'am! Ne yaptığını biliyor musun? Sen İsrâiloğulları'na hayır duâda, bize bedduâda bulunuyorsun" dediler O: "Ben bunu kendi ihtiyarımla yapmıyorum, Allah dilime hâkim oldu" dedi Bunun üzerine dili ağzından çıkarak göğsü üzerine sarktı Sonra kavmine: Dünya ve âhiret benim elimden gitti, artık hileye başvurmaktan başka çare yoktur" dedi (Taberi, age, IX, 124-126; Râzî, age, XV, 54; İbnü'l-Esir, el-Kâmil fi't-Târih, Beyrut 1385/1965, I, 200 vd; İbni Kesir, e!Bidâye ve'n-Nihâye, Riyad 1966, I, 322 vd)
Her ne kadar müfessirler âyetlerin nüzûl sebebi olarak daha çok Bel'am'ın ismi üzerinde durmuşlarsa da, sözkonusu âyetlerle anlatılmak istenenin Bel'am olduğu yolundaki rivayetleri ve onunla ilgili olarak anlatılan kıssaları doğrulayacak -güvenilir- hiç bir eser yoktur Aynı şekilde yalnız Bel'am'ın, âyetlerin nüzulüne sebep teşkil etmiş olması da doğru değildir (Kâsımî, Mehâsinü't-Te'vil, VII, 2906)
te yandan, âyetlerde bahsi geçen kişinin, Bel'am'ın dışında, Ümeyye İbn Ebi's-Salt, er-Râhib Ebu Amr, İsrâiloğulları'ndan duâsı makbul bir kişi, münafık olan her kişi veya yahudi, hristiyan ve haniflerden olup da Hakk'tan ayrılan herkes olduğu şeklinde de rivayetler vardır (Taberi, age, IX,119 vd; Râzî, age, XV, 54; Zemahşeri, el-Keşşaf, Beyrut 1366/1947, II, 78; Mes'üdî, Mürûcü z-Zeheb, Mısır 1384/1964, I, 52; İbni Kesir, age, I, 322)
Öyle anlaşılıyor ki âyetler, Bel'am ve hareketleri itibariyle onun gibi olan herkese şâmildir Çünkü Allah'ın âyetlerini yalnız bir veya birkaç kişiye hasretmek doğru olmaz; onlar geniş kapsamlıdırlar Burada asıl üzerinde durulması gereken konu; Bel'am'la ilgili olarak söylenen ve İslâmî kaynaklara girmiş olan bilgilerin büyük çoğunluğunun İsrâiliyyâta dayanmış olmasıdır (DB Macdonald, İA, II, 464-465; Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Ankara 1979, s 242) Çünkü İslâmî kaynaklarda zikredilen bilgiler -bazı isim ve ifade değişiklikleri hariç- Kitab-ı Mukaddes'te geçen bilgilerin tamamen aynısıdır (Kitabı Mukaddes, İstanbul 1981, Sayılar XXII, 2-41; XXIII 1-30; XXIV, 25; XXII, 16; Yeşu XXIV, 9)
Ancak Bel'am, dünyevî çıkar ve hesaplar için Allah'ın dinini tahrif eden bir ilim ve din adamını küfür sistemlerine ve kâfir yöneticilere yaranmak maksadıyla Allah'ın hükümlerini çiğneyen ve asıl gayesinden saptıran kimseleri temsil etmektedir
nsanları "Allah (cc) adını kullanarak"' aldatan, hevâ ve heveslerini tatmin için "Tevhid akîdesini" tahrip eden "Bel'am'ın" etkisi korkunçtur İslâm topraklarında; kâfirlerin istilâsını hazırlayan güç, "Bel'am"dır
Allah (cc)'ın indirdiği hükümlere karşı ayaklanan ve İslâm'a küfreden yönetimlerle yani Tağûtî güçlerle din adına uzlaşan ve müslümanları da
"Allah (cc) adını kullanarak" aldatan, Kur'ân'daki ifâdeyle "köpek sıfatlı" kimselerin ortak ismi Bel'am' dır Bu köpek sıfattı kimseler de; Allah (cc)'ın indirdiği hükümlerin bir kısmını kabul, bir kısmını "zamanın değişmesi" gerekçesiyle sükûtla geçiştirirler Günümüzde, başta resmî ideolojiyi kabul eden ve İslâm'ı o ideolojiye hizmetçi kılmaya çalışan müesseseler olmak üzere, çok sayıda Bel'am benzeri vardır Bunlar "çok dindar" görünmekle birlikte, Tağut'a itikad ve iman etme noktasında titizdirler "Ulü'l-Emr"i İslâm'a karşı ayaklanan güçlere izâfe ederek, mü'minleri yanıltırlar İşte bunlar çağdaş Bel'am'lardır



BELED SÛRESİ

Kur'an-ı Kerîm'in doksanıncı suresi, yirmi ayet, altmışyedi kelime üçyüzyirmialtı harftir Sure müşriklerin Resulullah'a düşman kesilerek O'na karşı her türlü zulüm ve haksızlığı revâ gördükleri bir dönemde Mekke'de nazil olmuştur Fasılası, "dâl, elif, fâ', hâ" harfleridir İsmini, birinci ayetteki "beled" kelimesinden almıştır Bütün mekkî surelerde olduğu gibi; bunda da itikad ve ibadetin sağlamlaştırılması, ahirette hesap ve cezaya imanın perçinleştirilmesi ve iyilerle kötülerin birbirinden ayrılması hedeflenmiştir
Bir önceki sûre olan Fecr suresine bir karşılık verilir Orada zamanın eşref saatlerine yemin edilip insanın refah veya darlıkla imtihan edildiği: mal hırsı, miras yiyiciliği, yetime ve fukaraya bakmamak gibi kötü huyları ile âkibetinin kötülüğü hatırlatılarak; sureye en nihayet nefs-i mutmainne sahibinin iyi kullar arasında Cennet'e gireceğinin bildirilmesiyle son verilmişti
Bir önceki surede mesajları izleyen bu surede ise mekânların en kutsalı olan Mekke'ye yemin ve onun fethine işaretle söze başlanılmış; insanın meşakkatlerle içli dışlı yaratıldığı beyan buyurulmuş; köle azat etmenin, açlık zamanında yedirmenin İslâm'ın matlubu olduğu ve aynı zamanda bunun, yukarıda zikri geçen nefs-i mutmainne'nin bu hayırlı sonuca varabilmesi için gerekli olduğu gösterilmek istenmiştir
Surede en önemli yer, sureye adını veren "Beled"' kelimesi ile onu kayıtlayan hill kelimesidir
Sure kasemle başlıyor Bu kasemde Kur'an insan hayatının değişmez gerçeklerine temas ediyor: "Şu beldeye yemin ederim ki, sen bu beldede oturmuşsun " (1-2)
Buradaki beldeden murat, Mekke'dir Allah'ın haremgâhı, yeryüzünde Allah için inşa edilen ilk ev " Muhakkak ki, insanlar için kurulan ilk ev, mübarek ve âlemlere yol gösteren (Kâbe)dir " (Ali İmrân, 3/96) Burası bir emniyet ve huzur sığınağı olmak için kurulmûştu Bu mübarek evin ağacı da kuşu da canlı olan her şeyi de haramdır; el sürülemez Ayrıca bu ev Araplar'ın atası ve bilcümle müslümanların manevi babası Hz İsmail'in babası Hz İbrahim (as)'in evidir
Yüce Allah sevgili Peygamber'ine ikramda bulunarak onu ve oturduğu beldeyi hatırlatıyor Belde, bu özellikleriyle ayrı bir hürmet, ayrı bir şeref ve azamet kazanıyor Müşrikler ise bu mübarek evin hürmetini çiğniyor, orada Peygambere ve müslümanlara işkence ediyor ve onları öldürmek istiyorlardı Halbuki bu ev şerefli bir evdi Hz Peygamber'in orada ikamet etmesi de şerefine şeref katmıştı Onlar bu hürmeti ve azameti göstermek şöyle dursun; ayaklar altına bile alıyorlardı Böylelikle Hz İbrahim (as) dininin sahipleri olduklarını iddia eden müşriklerin iğrenç ve çirkin durumu ortaya çıkıyordu
Sonra,doğana ve doğurulana kasem edilmesi, dikkatlerimizi bu varlığın merhalelerinden bir merhalenin yüce değerine ve oradaki sonsuz hikmete yüce sanata çekmektedir Bu merhale doğup çoğalma merhalesidir Annenin ve doğan yavrunun doğumun başlangıcında katlandığı zahmetlere, gelişen varlığın büyüyüp mukadder olan noktaya ulaşmasına dikkatler çekilmektedir
Bu kasem,insan denilen varlığın hayatındaki değişmez bir gerçek üzerine yapılmaktadır; "Biz insanı gerçekten meşakkat içinde yarattık " (4) Meşakkat ve zorluk, zahmet ve yorgunluk,savaş ve mücadele içerisinde Nitekim bir başka sûrede; "Ey insanoğlu, sen Rabbin için çalışıp çabaladın Artık mutlaka O'na kavuşacaksın " (el-İnşikâk, 84/6) buyurulmaktadır
İlk hücre, zorlayıp çabalamadan, çırpınıp yorulmadan hayatı ve beslenmesi için Rabbı'nın izniyle gerekli şartları bulmadân ana rahminde karar kılamaz Karanlık dünyadan çıkıncaya kadar sürekli bir çırpınış içerisindedir Annenin kanından emebildiği kadarını emer Annenin tattığı yemeklerin özünü alır Rahim denilen küçük âlemden çıkarken boğulurcasına baskı ve sıkıntılara maruz kalır Ve bu andan itibaren en büyük yorgunluk ve zahmet başlar
Dişlerinin çıkış anı bir zahmettir Boyunun uzayışı bir zahmettir Sabit adımlarla ilerleme bir zahmettir Öğrenim bir zahmet, düşünce bir zahmet, kazanılan her tecrübe bir zahmettir:
Bilahare yollar ayrılır Kimi akîdesi ve davası için zahmetlere katlanır, kimisi de şehveti ve menfaati için Birinin yorgunluğunun sonu Cennet, diğerinin ise Cehennem Ama hepsi yükünü omuzuna alır, taşır; Rabbı'na ulaşıncaya kadar basamak basamak merdivenleri tırmanır Ama oraya varınca en büyük acı mücrimlerin; huzur ise müminlerin olur
"Yoksa kimsenin kendisine güç yetiremiyeceğini mi sanıyor? (5)"
"Yığın yığın mal tüketmişimdir, diyor "(6)
"O kimsenin kendisini görmediğini mi sanıyor "(7)
İşte meşakkatler içerisinde yetişen insan, hesaba çekilmeyeceğini, tüm yaptıklarının kendisine kâr kalacağını sanıyor Azgınlık ve zalimlik ediyor Şunun bunun malını alıyor, çalıyor; biriktiriyor; ahlâksızlık ediyor, haddi aşıyor; korku nedir, çekinme nedir bilmiyor, infak'a çağrıldığı zaman " yığın yığın mal tüketmişimdir" diyor (6) Allah'ın mürakabesinin üzerinde olduğunu ilminin çepeçevre kuşattığını unutuyor mu? (7)
Daha sonra sure, kendisine bunca nimetler verilen insanın nankörlük ederek cimrice davrandığını; Allah için infaka davet edildiğinde, kendisiyle Cennet arasındaki engelleri kaldırmaya çağrıldığında " o sarp geçidi aşmaya girişemedi"ğini, (11) malından fedakârlık ederek muhtaçlara vermediğini, Allah için köle azat etmeye katılmadığını ifade ediyor: "Bilir misin sen o sarp yokuşun ne olduğunu? O geçit, bir kul azat etmektir Yahut şiddetli bir açlık gününde yemek yedirmektir "(12,13,14) "Sonra da iman edenlerden, biribirine sabır tavsiye, merhameti tavsiye 'edenlerden olmaktır " (17) diyerek, insanın mal ile nasıl imtihan edildiğini veciz bir şekilde ifade etmektedir
Neticede Allah'ın ayetlerini tasdik edip iman edenler sıfatını kazananların amel defterleri sağından verilenler olduğunu (18), aksine Allah'ın ayetlerini inkâr edenlerin kitaplarının sollarından verileceği ve onların, üzerlerine ateşin kapılarının sımsıkı kapatılacak olan mutsuzlar olduğu ifade edilmektedir (19, 20


__________________
Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #302
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




BAKİ MEZARLIĞI

Hz Peygamber (sas) zamanında Medine İslâm devletinin gerçekleşmesinden sonra kurulan bir mezarlıktır Buna el-Bakî', Cennetü'l-Bakî, Bakî'u'l-Garkad isimleri de verilmiştir Fakat genellikle kısaca el- Bakî' denilmektedir Bu mezarlığa ilk defnedilen sahabî, İslâm'ın Medine'de yayılmasında büyük emeği geçen ve İslâm'da ilk defa müslümanlara cuma namazı kıldıran Es'ad b Zürare* oldu Başka bir kanaate göre el-Bakî'ye ilk defa Osman b Maz'un defnedilmiştir Daha sonra Medine-i Münevvere'nin bu meşhur mezarlığına ashabtan vefat edenlerle Hz Peygamber'in yakınları, oğlu İbrahim gömülmüştü Hz Fâtıma ve oğlu Hz Hasan burada medfundurlar Resulullah (sas), hayatta iken bu mezarlığa sık sık uğrar ve burada yatan ashaba dua ederdi El-Bakî' mezarlığı İslâm tarihi boyunca önemli şahsiyetlerin defnedildiği bir mezarlık olmuştur El-Bakî Medine'nin dışında bulunmaktadır Suudî ailesinin Hicaz'a hakim
olmasından sonra burada bulunan mezarlar tamamen düz bir satıh haline getirilmiş ve içine girilip ziyaret yapılması yasaklanmıştır


BÂLİĞ

Çocukluğunu geride bırakarak kendi kişiliğine ve cinsiyetine kavuşan erkek Bu durumdaki kadına da bâliğa denir
Bir erkeğin veya kızın bâliğ olacak yaşa erişmesine bulûğ çağı ya da erginlik çağı adı verilir
Bir insanın bâliğ olması, belirli bir ölçüye vurulamaz Yaş kesin ve belirli bir ölçü değildir Ancak, bu durumu insanın fizyolojik yapısıyla izah edebiliriz Her insanın gelişimi ve vücut yapısı aynı özelliği taşımaz Bazı insanların daha erken bulûğa erdiği görülebilir
İnsanın bâliğ olmasında iklim özelliğinin de etkisi vardır Sıcak iklimlerde daha erken yaşlarda bulûğa erildiği görülebilmektedir
Bulûğ çağının başlangıcı kızlarda dokuz, erkeklerde oniki yaştır Son sınırı her ikisi için onbeş yaştır
Erkeğin bâliğ olması ihtilam olmasıyla, kızın bâliğa olması ay hâli görmesiyle kesinleşir Bu yaşa geldikleri halde kendilerinde bu özellik görülmeyenler hükmen bâliğ olmuş sayılırlar Bâliğ kimseler hakkındaki hükümler bunlar için de geçerlidir
İbn Ömer Uhud savaşına katılmak istediği halde peygamberimiz ona izin vermemiştir Ancak onbeş yaşına geldiği zaman ona Hendek savaşına katılma izni verilmiştir (Buhârî, İbn Mace)
Bâliğ olan insan, bazı sorumluluklar yüklenir İslâm ve akıl bir insanın mükellef olmasını gerektirdiği gibi, bâliğ olmak da mükellefiyeti gerektirir Her bâliğ insan akıllı olması halinde İslâm'ın bütün hükümlerini yerine getirmekle yükümlü olduğu gibi, İslâm'ın bütün emirlerinin yaşanması ve yeryüzünde uygulanmasından da sorumludur Allah'a olan kulluğunu Allah'ın emirlerini yerine getirmekle ifa edebilir



el-BÂRÎ'

Cenâb-ı Allah'ın isimlerinden biri Bir örnek ve emsâle ihtiyaç duymadan yaratan zat anlamına
Eşyayı ve her şeyin âzâ ve cihazını birbirine uygun ve mülâyim bir halde yaratan Her şeyin vücudu mütenâsip, yani âzâsı, hayat cihazları ve anâsırı keyfiyet ve kemiyet itibariyle birbirine uygun ve yaraşık olarak yaratıldığı gibi her şeyin hizmeti ve faydası umumi ahenge uygun yaratılmıştır Öyle ki, bütün eşya birbirine lâzım ve mülâyim ve bu namütenâhi âlemler gûya ki, bir tek makina imiş gibi, her şey bir şey için ve bir şey her şey içindir
Kur'an'da Bârî kelimesi, halik ve musavvir ile birlikte zikredilmektedir
Bârî vasfı Kur'an-ı Kerîm'de üç yerde açıklanır Haşr suresinde: "O, öyle Allah'tır ki, vücuda getireceği herşeyi hikmeti muktezasınca takdir edendir Onları var edendir Varlıklara sûret verendir En güzel isimler O'nundur Göklerde ve yerde ne varsa (hepsi) O'nu tesbih (ve tenzih) eder O, galib-i mutlaktır Yegane hüküm ve hikmet sahibidir " (el-Haşr, 59/24) Allah bir şeyi, bir şeyden olmayarak yaratır (ibda) Yani yoktan yaratır Şeyler, maddesiz olarak ketm-i ademden çıkar Cenâb-ı Hakk'ın, âlemi yaratması bakımından üç değişmez sıfatı vardır: İbda, Halk, Tedbir, İbda, bir şeyi yoktan var etmektir Halk, bir şeyi bir şeyden var etmektir Tedbir de, bütün alemi idare etmek demektir (el-Bakara, 2/54)
Bârî, Berae fiilinden gelir ve yaratıcı demektir Yaratmak (halk), iki manaya delâlet eder: Takdir ve yok olan şeye vücud vermek; hiçbir asıl ve misali yok iken icat etmek Bazen de inşa manasına kullanılır Her şeyi tam anlamıyla takdir ve icat ederek yaratan yaratıcı, ancak Allah'tır "O öyle halik ki, bârî yani öyle temiz yaratıcı ki, yarattıklarını temiz ve sağlam bir nizam üzere seçip tesviye ve tekamül ettirerek birbirinden farklı özellikler ile temyiz ettirir" (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1936, VI, 4876)
Bedea fiil kökünden gelen bad'a kelimesi, icat etmek, örneksiz yapmak demektir Aynı zamanda Allah'ın aletsiz, zamansız ve mekânsız icat etmesi anlamında kullanılır (Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, İstanbul 1986, s 197)

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #303
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük



BA'S, BA'S'I İNKÂR

Öldükten sonra dirilmeyi reddetmek Hayatının başlangıç ve sonu olmayan tek varlık, Allah'tır Diğer bütün varlıkların bir başlangıç ve bir sonu vardır Her canlı gibi insan da doğar, büyür ve eceli gelince ölür Ölen insan için kabir hayatı başlar, kıyamete kadar devam eden kabir hayatından sonra kıyametin kopması ve ikinci defa İsrafil'in (as) sûr'a üfürmesiyle kabirlerdeki bütün cesetler kendi ruhlarıyla birleşerek yerlerinden kalkıp, hesaplarının görüleceği geniş bir sahaya toplanırlar Ahiret hayatının diğer merhalelerinden geçtikten sonra, iman ve amelleri nisbetinde Allah'ın kendilerine takdir etmiş olduğu Cennet veya Cehennem'e giderek ahiret hayatının devamını yaşamaya başlarlar
İşte insanın öldükten sonra dirilmesi ve ahiret hayatına başlamasına "ba's" denir Öldüren ve dirilten Allah'tır Ölümün ve dirilmenin nasıllık ve niceliğini tam manasıyla bilmemekle birlikte; bunlar hakkında verilen haberlerin doğruluğuna kesinlikle inanmamız istenmektedir Haberin doğruluğu, onu bildiren zatın doğruluğuna bağlıdır Ölümü ve öldükten sonra dirilmeyi haber veren, Allah ve O'nun peygamberidir Bilindiği gibi öldükten sonra dirilmeye iman etmek imanın esaslarından biridir Cibril Hadisi* adı ile şöhret bulan bir hadiste Peygamberimiz (sas) imanın şartları konusunda şu ifadeleri kullanmaktadır: "Allah'a, Meleklerine, Kitabına, Allah'a kavuşmaya, ve Peygamberlerine ve öldükten sonra dirilmeye inanman, bir de bütün kadere inanmandır " (Müslim, İmân, 8) Hadiste bildirildiği gibi altı maddeden ibaret olan iman esaslarının hepsine birden inanmak farzdır Bunlardan bir tanesini bile inkâr etmek, bütününü inkâr demektir Dolayısıyla öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmek küfür olup ebedî Cehennem azabını gerektirir "Ba's" olayının dünyada benzerlerini görmek son derece mümkün ve kolay bir husustur
"Allah -ölenin- ölümü zamanında, ölmeyenin de uykusunda ruhlarını alır Bu suretle hakkında ölümü hükmettiği ruhu tutar, diğerini muayyen bir vakte kadar salıverir Şüphe yok ki bunda iyi düşünecek bir kavim için kesin ibretler vardır " (ez-Zümer, 39/42)
Bütün varlıkları yaratan ve herkesin sırlarını bilen Allah, ömürleri tamam olup ölecek olan nefisleri öldükleri zamanda ve ömürleri tamam olmayıp ölmeyecek olanları uykuları zamanında tutar, onları cesetlerine bırakmaz İbn Abbâs'ın ifadesine göre:
"İnsanda bir nefis ve bir ruh vardır Aralarındaki fark güneş ile şuaları gibidir Nefis, kendisiyle akıl ve temyiz yapılan; ruh da teneffüs ve hareket yapılandır Ölüm halinde ruh ve nefis birlikte vefat ederken, uykuda yalnız nefis vefat eder" Ayetten ve izahından anlaşılacağı gibi ölüm ve öldükten sonra dirilmenin bir benzerini insan oğlu uyuma ve uyanmasıyla yaşamaktadır
Geçmişte ve günümüzde inananların dışında- insanların büyük bir kısmı öldükten sonra dirilme gerçeğini iki sebepten kabul etmek istememişlerdir Birincisi, akıl ile idrak edememeleri, ikincisi de dünyada yaptıkları isyanlarının hesabını verme korkusu Her iki tür insana cevap ve müminlerin imanlarını takviye açısından Kur'an'da konu ile ilgili bir çok ayet vardır Ayetlerden bir kısmı bu dünyada meydana gelen öldürme ve diriltme olaylarını göz önüne sermektedir:
a) İsrailoğullarından biri, zulmen öldürüldü fakat, cezanın tatbik edilebilmesi için katil bulunamadı Allah onlara bir sığır kesmelerini emretti, sığır kesildi ve yine ilâhî emir gereği, kesilen sığırın bir parçası maktûle vuruldu, maktûl de Allah'ın izni ile dirilerek kendisini kimin öldürdüğünü söyledi (el-Bakara, 2/73)
b) Babil hükümdarı Buhtunnasrın, Kudüs ve civarını zaptedip harabeye çevirdi Halkının bir kısmını öldürdü, bir kısmını da esir aldı Esirler içerisinde bulunan -kuvvetli rivayete göre Hz Üzeyir (as) Bâbil zindanlarından kaçarak Kudüs'e geri dönüp oranın harap halini görünce de buranın eski haline nasıl geleceğini üzüntü ile düşünmüştü Bunun üzerine Allah, Üzeyir'in (as) ruhunu alır ve yüz sene müddetle onu bu vaziyette bırakır Yüz sene sonra dirilince yanındaki yiyeceklerinin aynen durup bozulmadığını, merkebinin ise kemiklerinin bile çürüyüp parçalandığını görür Üzeyir (as) bu durumda ancak bir gün veya daha az bir zaman kaldığını zanneder Sonra Allah kudretiyle, Üzeyir'in (as) merkebinin kemiklerini bir araya getirerek etlerini giydirir Bütün bu hâdiseler Allah'ın emriyle meydana gelmektedir (el-Bakara, 2/259)
3) Hz İsa'nın (as) mucizelerinden biri de ölüleri diriltmektir (Âli İmrân, 3/49)
4) Hz İbrahim (as), Allah'tan, ölüleri nasıl dirilteceğini göstermesini istedi Ancak bu isteğinin, inançsızlığından değil, bilâkis kalbinin mutmain olması için olduğunu ifade etti Allah O'na "O halde kuşlardan dördünü tut, onları kendine çek (iyice incele), sonra (kesip) her dağın başına onlardan birer parça koy Sonra onları kendine çağır; koşarak sana geleceklerdir " (el-Bakara, 2/260) buyurdu Hz İbrahim de emredilenleri yapmış, kestiği kuşların etlerini birbirine karıştırarak her birinden birer parçayı dağlara koymuş, sonra da onları çağırdığında kuşların her bir parçasının kendi vücutlarıyla birleşerek Allah'ın izniyle canlanıp yanına geldiklerini görmüştür
5) Kur'an kâfir kral Dekyanos zamanında yaşayan birkaç mümin gencin, kralın zulmünden kaçarak mağarada saklanmaları hadisesini (Ashabu'l-Kehf* olayını) anlatır Özetle Kur'an'ın bildirdiğine göre bu gençler gizlendikleri mağarada üçyüzdokuz yıl uyurlar Uyandıklarında bir gün veya daha az bir müddet uyuduklarını sanan gençler, içlerinden birini yiyecek almak üzere şehre gönderirler Şehir değişmiş, kral değişmiş, halk hristiyan olmuştur Alış veriş için kullanmak istediği paranın kâfir yönetici Dekyanos zamanına ait olduğu farkedilir Genç ve arkadaşlarının hazine bulduğunu zanneden halk, gençle birlikte mağaraya gelirler Genç, arkadaşlarına haber vermek üzere mağaraya girer ve bir daha dışarı çıkmaz (el-Kehf, 18/9-26)
Yukarda bildirilen ve Kur'an'la sabit olan bu olaylar, öldükten sonra dirilme hadisesinin, bizzat insan hayatı üzerindeki canlı misalleridir Bunlardan başka Allah, insanlardan Ba's'ı anlamak ve ibret almak isteyenler için tabiattan da bir çok örnekler ve misaller vermiştir: Hac suresi beşinci ayette Allah, öldükten sonra dirilme konusunda kuşku içinde olanları ikaz etmek üzere şöyle buyuruyor:
"Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz (bilin ki) biz sizi (önce) topraktan, sonra nutfe (sperma)den, sonra alaka (embriyon) dan,sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim Dilediğimizi belirtilmiş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz Sonra güç (ve kabiliyetler)inize ermeniz için (sizi büyütüyoruz) içinizden kimi (henüz çocukken) öldürülüyor, kimi de ömrün en kötü çağına (ihtiyarlığa) itiliyor ki, bilirken bir şey bilmez hale gelsin (çocukluğundaki gibi vücutça ve akılca güçsüz bir duruma düşün) Yeri de kurumuş, ölmüş görürsün Fakat biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır ve her güzel çiftten bitirir " "Bu böyledir Çünkü Allah, tek gerçektir (Her şey O'nunla varlık kazanır) ve O, ölüleri diriltir ve O, her Şeyi yapabilir Allah kabirlerde olanları diriltecektir " (el-Hacc, 22/5-7)
"O ki rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci gönderir Nihayet onlar, ağır ağır bulutları yüklenince, onu ölü bir memlekete yollarız; onunla su indirir ve türlü türlü meyveler çıkarırız İşte ölüleri de böyle çıkaracağız Herhâlde bundan ibret alırsınız " (el-A'râf, 7/57)
Mekke müşriklerinden Adîy b Rabîa, Hz Peygamber'e (sas) kıyamet hakkında soru sordu o da kıyametin kopacağını ve bütün insanların kabirlerinden dirilerek kalkacaklarını söyledi Anlatılanları aklı ile kavrayamayan Adiy ve benzerlerine cevap olmak üzere Allah, "İnsan, bizim kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanıyor? Evet, toplarız, onun parmak uçlarını bile düzeltmeye gücümüz yeter " (el-Kıyame, 75/3, 4) ayetini inzal ediyor
Bunlardan başka daha bir çok ayetlerde Allah, -kâfirlerin inkârlarına rağmen- insanların, ölümlerinden ve toz toprak olmalarından sonra, vakti gelince tekrar dirilteceğini, hesaplarının görülmesi için mahşere sevkedileceklerini belirtmektedir Verilen bu bilgiler, gayb alemine ait bilgilerdir Bunların mantık veya müsbet ilimle izah ve ispatı söz konusu değildir Ancak, ayetler üzerinde düşünen insanlar dirilme olayının gerçekliğini kavrayabilirler İnsanı ve tüm varlıkları, modeli yok iken ilk defa yaratmaya muktedir olan bir varlık, onları öldürdükten sonra tekrar diriltmeye de güç yetirebilir Müminler, dirilmeye inanırlar İnanmayanları ise Allah "kâfir" olarak nitelendirmiştir (et-Tegabün, 64/7) Ayrıca geniş bilgi için Kur'an-ı Kerîm'in şu ayetlerine bakılabilir: 2/28, 6/29, 30, 94, 16/38, 17/51, 20/102, 31/28, 58/6, 64/7, 36/52, 22/7, 19/33, 17/49


Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #304
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




BASAR

Allah'ın sıfatlarından biri Işık, renk, şekil, miktar ve her türlü davranışın, güzellik ve yanlışlıkların idrak edildiği duyudur
Kur'an-ı Kerîm'de görmek anlamına gelen Basîr' sözcüğü 36 ayette geçmektedir Ayetlerin çoğunda (el-Bakara, 2/96,110, 233, 237; Âli İmrân, 3/156, 163; el-Maide, 5/71; el-Enfâl, 8/39; Sebe' 34/11; Fussilet, 41/40; el-Hucurât, 49/18; el-Hadîd, 57/4; Mümtehine, 60/3; Teğabun, 64/2) basîr sözcüğü, a-m-l' fiilî ile birlikte "Allah yaptıklarınızı görür, Allah onların yaptıklarını görüyor" biçiminde değişik şekillerde geçmektedir Bazı ayetlerde (Âli İmrân, 3/15, 20; Mü'min, 40/44) basîr sözcüğü,kul anlamına gelen İbad sözcüğü ile birlikte "Allah kullarını görür, görmektedir" biçiminde geçmektedir Bazı ayetlerde (el-İsrâ,17/1; el-Hacc, 22/61, 75; Lokman, 31/28; Mü min, 40/20, 56; eş-Şûra, 42/11; el-Mücadele, 58/1) basîr sözcüğü, işitmek anlamına gelen semi sözcüğü ile birlikte geçmektedir Bazı ayetlerde (el-En'am, 6/50; er-Ra'd 13/16; el-Fâtır, 35/19; Mü'min, 40/58) basîr sözcüğü, kör anlamına gelen amâ sözcüğüyle birlikte geçmektedir Hûd suresinde (11/24) basîr sözcüğü, ama sözcüğüyle sağır anlamına gelen esamm' sözcüğü ile birlikte geçmektedir Mülk suresinde (67/19) Allah'ın her şeyi' gördüğü bildirilmekte, Fâtır suresi (35/31) ile Şûra suresinde (42/27) basîr sözcüğü, haber alan veya haberdar olan anlamına gelen habîr sözcüğüyle birlikte geçmektedir
Allah her şeyi görür Onun görmesi her şeyi ve her tarafı kuşatır Hiç bir şey onun görmesine engel olamaz Hiç bir şey de onun görmesinden gizli kalamaz Bazı şeyleri görüp, bazılarını görmemesi mümkün değildir Gizlilik, kapalılık, aydınlık, karanlık onun için söz konusu değildir
Allah'ın görmesiyle, kulların görmesi arasında bir kıyas yapılamaz Zira Allah'ın görmesi yaratıklarda olduğu gibi göz aracılığıyla değildir Allah her türlü maddilikten uzaktır, mahluklara benzemekten münezzehtir Allah'ın her şeyi görme sıfatına sahip olduğuna iman etmek gerekir Allah Teâlâ gizli ve açık herkesin ne yaptığını ve ne yapacağını görür, Mesafe, zaman ve karanlıklar Cenab-ı Allah'ın görmesine asla engel değildir

BASÎRET

İdrak, zeka, ilim, tecrübe, kalp ile görme, doğru ve ölçülü bakış, uzağı görme, kavrayış, feraset Başımızdaki göze basar, kalp gözüne de basîret denir (Rağıb el-ısfahânî, el-Müfredat, 49) Buna göre basîret; kalp gözüyle görüş, işin iç yüzüne nüfuz etmek bir şeyin içini -dışını, önünü- sonunu, aslını ve hakikatini bilmektir Bu nedenle basîret-i kalp, kalp uyanıklığı; basîretsiz,gafil, basîreti bağlanmak gaflette bulunmak anlamına gelir
Basîret ilâhî bir nur ve hakkın batıldan ayırt edilmesine yarayan bir bilgidir Kalplerinde bu özellik bulunmayan kimseler hakkında Allah Teâlâ "Onların kalpleri vardır ama onunla gerçekleri anlayamazlar" (el-A'raf, 7/179) buyurmuştur Basîret Kur'an-ı Kerîm'de tekil şekliyle iki yerde geçer:
a- "Ey Muhammed! De ki, benim yolum budur Ben ve bana uyanlar basiretle insanları Allah'a çağırırız" (Yusuf,12/108) Burada basiret açık delil, kesin bilgi manasında kullanılmıştır
b- "Özürlerini sayıp dökse de insanoğlu kendi kendine şahiddir" (el-Kıyamet, 75/14) ayetinde şahit manasına kullanılmıştır Görme yani basar hem insanlarda hem hayvanlarda olduğu halde basiret duygusu sadece insana verilmiştir Etraftaki eşyayı, uzaktaki bir cismi iyi ve mükemmel bir şekilde rahatça gören gözler olduğu gibi, bunu çok az görenler de vardır Aynı şekilde eşyanın hakikatini tam anlamıyla idrak eden fevkalâde basiret olduğu gibi bu eşyanın gerçeklerini göremeyen kalp gözleri de vardır İnsanın kötülük ve ahlâksızlıklara dalması onun basîretini bağlar Fakat Allah'a itaat, salih bir amel, mükemmel ve gerçek bir tevhidi akide, mümine üstün bir basiret verir Hz Peygamber (sas)'in "Mümin'in ferasetinden korun, zira o Allah'ın nuru ile bakar" (Tirmizî, Tefsir Suretu'l-Hicr, 6) buyurması mümindeki basiret ve kavrama kabiliyetinin üstünlüğünü gösterir Basiret sahibi bir mümin başkalarından önce kendi kusur ve eksikliklerini görür Resulullah şöyle buyurur: "Allah bir kulu hakkında iyilik murad ederse, ona, kendi kusurlarını görme kabiliyetini verir " (Müslim, Kader, 4,5) "Ey basiret sahipleri ibret alınız " (el-Haşr, 59/2) ayeti, insanın ilerisi için daha tedbirli davranıp Allah'ın emirlerine ters düşmekten sakınmasını sağlamak maksadıyla yapılan bir hatırlatmadır Bu da müminin basiretini gösterir
İman bir basirettir Basireti açık olanlar Allah'ın dinine ve hükümlerine talip olurlar Basireti kapalı olanlar da Allah'ın nizam ve hükümlerine sırt çevirirler

el-BÂSIT

Allah'ın güzel isimlerinden biri Bâsıt: genişleten, açan ve bolluk veren Allah Teâlâ'nın esma-i hüsnası (doksan dokuz güzel ismi)nden biridir Ebû Hüreyre (ra)den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Allah Teâlâ'nın doksandokuz ismi olduğu zikredilmiş, bunlardan birinin de "el Bâsıt" olduğu belirtilmiştir (Tirmizî, Daavat, 82)
Dilediği kullarının rızkını genişleten veya ruhları cesetlere yayan anlamına gelmektedir Yaratıkların hayatı, Allah'ın kudret elindedir O, istediği kulundan ihsan ettiği serveti evlâd ve ıyâli, hayat zevkini, gönül ferahlığını alıverir (bk el-Kâbıd) İstediği kuluna da yepyeni bir hayat, neşe ve rızk* bolluğu verir ki; bu da el-Bâsıt isminin tecellisidir Allah hakîmdir; kuluna bazen kabz, bazen bast ile muamele buyurur Bunun hikmetini o bilir Allah, her kulunu imtihana tâbi tutar
Beseta fiilî kabzetmenin zıddı olup, genişletmek, açmak, vüs'at vermek, yaymak manalarına gelir İsm-i fâil olan "bâsıt" da açan yayan, genişleten demektir İmam Gazzali, Basıt, "Kulların Allah'ın vereceği rızka ümit beslemesi için, kalplerini hazırlayan" anlamına gelir, demektedir Rızık, fakir ve zengin herkese ulaştırılır Bu da Cenâb-ı Allah'ın Bâsıt' isminin tecellisidir Basıt, her türlü nimeti bahşeden anlamına da gelmektedir Allah Teâlâ Kur'ân'da şöylece açıklar: Eğer Allah, rızkı kullarının hepsine bol bol verseydi, yeryüzünde azgınlık ederlerdi Ama o, dilediğini bir ölçüye göre indirir Doğrusu O, kullarından haberdardır; onları görendir " (eş-Şûrâ, 42/27) "Allah'a -kat kat karşılığını artıracağı güzel bir ödünç takdiminde kim bulunur? Allah (kimini) daraltır, (kimini) genişletir Siz ancak O'na döndürüleceksiniz" (el-Bakara, 2/245) "Hayır, Allah'ın iki eli de (vermeye haddi-hesabı olmayan bir şekilde) açıktır O, nasıl dilerse, öyle infak eder " (el-Maide, 5/64)
Bir başka ayette insana cimrilikten ve israftan uzak orta bir yol tavsiye edildikten sonra, rızkı genişleten ve daraltanın Allah olduğu bildirilir:
"Elini boynuna bağlayıp asma, onu büsbütün de açma, sonra kınanır, pişmanlık içinde açıkta kalırsın Şüphesiz ki Rabbın rızkı dilediğine genişletir, dilediğine de bir ölçüye göre daraltır Çünkü her halde o, kullarından haberdardır ve onları mutlaka görür " (el-İsrâ, 17/26-27)
Diğer bir ayette ise şöyle buyurulur: Allah dilediğinin rızkını genişletir ve bir ölçüye göre daraltır (İnkârcı maddeciler) ise dünya hayatıyla sevinirler Oysa dünya hayatı ahirete göre ancak az bir geçimlik ve çok az bir yararlanmadan ibarettir " (er-Ra'd, 13/26)
Ayrıca daha bir çok ayette Allah, kiminin rızkını genişlettiğini, kimininkini de daralttığını haber vermektedir Allah, dilediğini yapar; mevcudatın malikidir; takdir ettiğine karşı çıkılamaz Allah bunu ayrıca açıklar: "Ey Muhammed, Rabb'inin rahmetini onlar mı taksim edip paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz taksim ettik " (ez-Zuhruf 43/32) Allah, rızkın insanlar arasında eşit olmamasında derin ibretler bulunduğunu da beyan buyurmuştur
Ayet-i kerimelerde görüldüğü gibi Allah Teâlâ dilediği kuluna genişlik ve bol rızık verir Allah'ın bu nimetine erişen kimse şımarıp gururlanmamalı, O'na daha fazla şükretmelidir (Ayrıca bk Rezzâk, Rızk)





BA'SU BÂDE'L-MEVT

Öldükten sonra tekrar dirilmek
Buna "haşr-ı ecsâd (cesedlerin birleşmesi) neş'e-i uhrâ (ikinci yaratılış) da denir Bu dirilme İsrafil (as)'ın sûra ikinci defa üflemesiyle olacaktır Buna iman etmek İslâmî akîde gereğidir Kur'an-ı Kerîm'de "Sonra sûra bir defa daha üflenecektir Bir de görürsün ki insanlar kabirlerinden doğrulmuş bakıyorlar " (ez-Zümer, 39/68) buyurulur O zaman Allah Teâlâ insanların dağılan parçalarının aslî uzuv ve parçalarını bir araya getirecek ve Âlem-i Berzah*'da bulunan ruhlarını bedenlerine iade ederek diriltecektir
Öldükten sonra dirilmenin vukû bulacağını Allah ve Resulu haber vermektedir Bu konuda akıl, ilim ve duygularla bilgi elde edilemez Fakat bunlar öldükten sonra dirilmenin vukû bulmayacağını da ispat edemez Öyle ise öldükten sonra dirilme aklen mümkündür Aklen mümkün olan bir şey hakkında nass* varid olunca artık ona inanmak gerekir
Kur'an-ı Kerîm öldükten sonra dirilme üzerinde çok durur Çünkü Mekke müşrikleri bunu bir türlü kabul edemiyorlar ve şiddetle karşı çıkıyorlardı Kur'an-ı Kerim'de ifade edildiği gibi: "Hayat ancak dünya hayatıdır Biz tekrar diriltilecek değiliz " (el-En'am, 6/28) diyorlardı Kur'anı Kerim öldükten sonra dirilmenin olacağını sadece haber vermekle yetinmez, ispat etmek için bir takım aklî deliller de getirir Bunlardan bir kısmı şöyledir:
1-Bir şeyin benzeri ve örneği yok iken onu ilk defa yaratan, öldükten sonra tekrar benzerini meydana getirmeye elbette kadirdir "Bütün varlıkları yoktan var eden ve sonra da tekrar diriltecek olan Allah'tır Bu, O'na pek kolaydır " (er-Rum, 30/27) Halef oğlu Ubey bir gün Hz Peygamber (sas)'e geldi Elinde bulunan çürümüş bir kemiği ufalayarak:
"Böyle çürüdükten sonra bunu tekrar kim diriltecek?" dedi Bunun üzerine aşağıdaki ayetler indi: "İnsan kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmez mi ki, hemen apaçık bir hasım kesilir Yarattığımızı unutarak bize misal getirir ve "çürümüş kemikleri kim diriltecekmiş" der De ki:
"Onları ilk defa yaratan diriltecektir O, bütün yaratılanları çok iyi bilir " (Yâsîn, 36/77-79; İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'ani'l-Azîm, IV, 581)
Bu ve benzer ayet-i kerimelerde öldükten sonra dirilme ispat edilirken ilk yaratılıştan hareket edilmiş, örneği ve benzeri yok iken ilk defa yaratmanın güçlüğü yanında ikinci defa benzerini yaratmanın daha kolay olduğuna dikkat çekilmiş, âlemi ilk defa yoktan var eden yüce Allah'ın, ölüleri tekrar diriltmeye haydi haydi kadir olacağı vurgulanmıştır
2-Uyku küçük ölüm sayıldığı gibi uyanma da küçük hayat sayılır İnsanlar uykudan sonra uyandıkları gibi öldükten sonra da dirileceklerdir (el-En'am, 6/60)
3- Yağmursuzluk ve kuraklık sebebiyle yeryüzündeki bitkiler ve yeşillikler kururlar Sonra yağmur yağınca ya da sulanınca tekrar canlılık kazanırlar "Yeryüzünü kupkuru görürsün Üzerine su indirdiğimiz zaman harekete geçip dirilir Bu, Allah'ın delillerindendir Şüphesiz toprağa can veren Allah, ölüleri de diriltir Muhakkak o, herşeye kadirdir " (Fussilet, 41/39) "Sen yeryüzünü kupkuru görürsün Fakat, biz, oraya su indirdiğimiz zaman harekete geçer kabarır her çeşit güzel bitkiler bitirir İşte bütün bunlar delildir ki, Allah haktır, ölüleri diriltecektir Allah herşeye kadirdir, kıyamet kopacaktır, bunda şüphe yoktur Allah kabirlerdekileri kaldıracaktır " (el-Hacc, 22/5-7)
4- Adem (as)'ı topraktan yaratıp neslini meniden yaratan kudret, öldükten sonra diriltmeye de kadirdir Kur'an-ı Kerîm'de: "Ey insanlar! Eğer tekrar diriltilmemizden şüphe ediyorsanız, ilk yaratılışınızı bir hatırlayın Yaratmadaki kudretimizi açıkça göstermek iççin biz sizin aslınızı topraktan,sonra onun neslini nutfe (meni) den yarattık " (el-Hacc, 22/5)
5- Göklerin ve yerin yaratılması öldükten sonra insanların tekrar diriltilmesinden daha güçtür Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılması, insanların (ikinci defa) yaratılmasından daha büyük bir iştir Fakat insanların çoğu bunu bilmezler " (Mü'min, 40/57)
6- Kur'an-ı Kerîm'de öldükten sonra dirilme hakkında geçmişte vuku bulmuş misaller de verilmiştir Kehf suresinde anlatılan Ashabu'l-Kehf* hadisesi, Bakara suresinin ikiyüz altmışıncı ayetinde anlatılan Hz İbrahim (as)'in paramparça ettiği dört kuşun tekrar diriltilmesi hadisesi, aynı surenin ikiyüzellidokuzuncu ayetinde anlatılan -tefsirlerin belirttiğine göre Üzeyir (as) hadisesi bunlara misaldir
Bunların dışında başka deliller de vardır Hz Ali öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden birine: "Benim dediğim olursa sen zararlı çıkarsın, fakat senin dediğin çıkarsa ben bir şey kaybetmem" diye cevap vermiştir Mevlâna hazretleri de: "Toprağa hangi tohum atılmıştır da bitmemiştir? İnsanların tekrar dirileceğinden niçin şüphe ediyorsunuz?" demiştir (Ayr bk: Ba's)



el-BÂTIN
Allah'ın isimlerinden biri Gizli, yaratıkların gözlerinden gizli olan, görülemeyen anlamına Allah Teâlâ'nın varlığı, hem aşikâr, hem gizlidir Aşikârdır; çünkü varlığını bildiren işleri, nişanları, gözsüzler bile görmüş ve bu eşyanın hakikatler hakikatı yüce varlığa umumi şehadetini, sağırlar bile işitmiştir Gizlidir; çünkü kul, Allah'ı künhüyle bilemez, ama varlığını hisseder Allah'ı tam bir biliş ile tanımak hiçbir mahlûk için mümkün değildir Akıl ve bilgi sonludur, sınırlıdır, ezel ve ebedin bilgisine ulaşamaz Resulullah (sas), müslümanları belli bir sınıra kadar gitmeleri hususunda uyarmış; daha ileri gideceklerin ya inkâr yahut şirk, yahut deliliğe varacaklarını buyurmuştur Allahu Teâlâ'nın zatı mutlak bir sırdır O sırrı ancak kendisi bilir Kula yaraşan; onun ilmini araştırmak, O'na ibadet etmektir
Bâtın olan Allah, yaratıklarının duyu organlarıyla idrak edemedikleri, görüş ve ilimlerinin kapsayamadığı yegane zattır Allah, vücudu ile zâhir, künhü ile bâtındır O'nun künhüne vukûfiyet imkânsızdır O, eserleriyle tezahür eder ama künhünün sırrını kimse bilemez Bu meyanda Hz peygamber'in bize öğrettiğine göre, O' nun zatı düşünülemez; buna güç yetmez Ancak O'nun nimetleri ve kudretinin eserleri hakkında düşünmek mümkündür "O, hem evveldir, hem ahirdir, hem zâhirdir, hem bâtındır O, her şeyi kemaliyle bilendir " (el-Hadîd, 57/3) ve " Hiçbir göz O'nu (dünyada) ihata ve idrak edemez Fakat o, (ilmiyle) bütün gözleri (varlıkları) ihata eder " (el-En'am, 6/103) ayetlerinde Allahü Teâlâ bu hususu açıklamaktadır ve Hz Musa'ya buyurduğu gibi,"Buyurdu: 'Beni kesinlikle göremezsin, fakat şu dağa bak Eğer o, yerinde durabilirse sen de beni görürsün' Derken Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça ediverdi" (el-A'raf, 7/143)


BÂTIN


Bir şeyin içi, gözle görülemeyen tarafı, Allah'ın isimlerinden biri
Bâtın kelimesi Kur'an'da değişik anlamlarda kullanılmıştır Bâtın, her şeyden önce Esmau'l-Hüsna*'dan biridir: "O evvel (her şeyden önce) dir, Ahir (kendisinden sonraya hiç bir şeyin kalmayacağı son)'dur Zâhir (varlığı aşikâr)'dır Bâtın (gerçek mahiyeti insan için gizli) olandır " (el-Hadîd, 57/3) Ebû Hüreyre (ra)'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte de Allah Teâlâ'nın doksandokuz ismi olduğu zikredilmiş, bunlardan birinin de el-Bâtın* olduğu belirtilmiştir (Tirmizî, Daavat, 82) Bâtın, bazı ayetlerde de gizli anlamınadır: "Günahın gizlisini (bâtın) de açığını (zâhir) da bırakın!" (el-En'âm, 6/120) " Âçık (zâhir) ve gizli (bâtın) olarak size bolca nimetler ihsan ettiğini görmez misiniz?" (Lokmân, 31/20) Râğıb el-Isfahânî, son ayette geçen zâhirî nimeti peygamberlik müessesesi; bâtınî nimeti de akıl olarak yorumlamaktadır (el-Müfredât fî Garîbi'l-Kur'an, Mısır 1970, s 97) Zâhirî nimeti sağlam vücûd, bâtınî nimeti güzel ahlâk olarak anlayanlar da vardır
Bâtın, hadislerde genellikle bir şeyin içi anlamında geçmektedir Meselâ, "batınu'l-keff elin içi, "bâtınu'l-kademeyn" ayağın çukuru demektir
Hadislerde Bâtın'a, Cenâb-ı Hakk'ın adı olarak da rastlamak mümkündür Ebû Dâvud, Edeb, 95) Bu isim, Cenâb-ı Hakk'a izafe edildiğinde "kendisini zatı itibariyle gereği gibi tanımak mümkün olmayan zat" anlamına gelir
Allah'ın "evvel" sıfatı "âhir" sıfatıyla beraber kullanıldığı gibi, "bâtın" sıfatı da "zâhir" sıfatıyla beraber kullanılır Ayrı olarak kullanılmazlar (Râgıp el-Isfahânî, el-Müfredât, s 52)
Allah evveldir; O'ndan evvel hiç bir varlık yoktur O'nun öncesi mevcut değildir
Allah âhirdir; varlığının sınırı yoktur Her şey yok olacak yalnız Yüce Allah bâkî kalacaktır
Allah zâhirdir; varlığı her şeyden aşikârdır Çünkü kâinattaki herşey O'nun varlığına delildir Sıfatlarının tezahürüyle, ilim ve kudretinin tecellisiyle varlığı apaçık olarak bilinmektedir
Allah "bâtındır", zâtı ve mahiyeti kavranamaz, niceliği ve nasıllığı bilinemez Allah zatı itibariyle gizlidir Zatının hakikatı duyu organlarıyla bilinemez O'nun gizli oluşu, aşikâr oluşunun şiddetindendir Hakikatı, akıl ve idrakin ihatasına sığmaktan yücedir
Zâhir ve bâtın kelimelerinin Kur'an'da geçmesi, bu iki kelimenin terim olarak yerleşmesinde etkili olmuş, özellikle fakîhlerle mutasavvıflar arasında bazı münakaşaların çıkmasına yol açmıştır Her şeyin bir zâhiri ve bâtını bulunduğunu, ilimlerin de zâhirî ilimler ve bâtınî ilimler olmak üzere ikiye ayrıldığını ifade ederek Cibril hadisi*nde anlatılan "İslâm"ı, zâhir ve dış; "Îman"ı, bâtın ve iç olarak değerlendirmişlerdir Zâhirî ameller, dış organlarla yapılan amellerdir ki; ibadet, taharet, namaz, oruç, hac, zekât, nikâh ve benzerleri bu gruba girer Bâtınî ameller ise kalplerin, tasdik, yakin, îman ve ihlâs gibi amelleri, murakabe gibi halleridir Sûfiler, ihlası târif ederken "kulun fiillerinin zâhir ve bâtında eşit olmasıdır" diyerek zâhirî amellerle bâtınî amellerin dengesine dikkat çekerler Zâhir ve bâtın dengesinin bâtın lehine bozulması mutasavvıfları ürkütmez; fakat bu dengenin zâhir lehine bozulması mutasavvıfları rahatsız eder Nitekim Cüneyd el-Bağdâdî'nin "Zâhirini süslemeye çalışanın bâtını haraptır" sözü bu anlamdadır
İlmin de ameller gibi zâhirî olanı ve bâtınî olanı vardır Zâhirî amellere ve görünen şeylere aid açık bilgi ve zâhir ilmi; kalp, gönül ve keşfle ilgili bulunan ilme bâtın ilmi denir Bu manaya göre ayetlerin de hadîslerin de bir bâtınî tarafı olduğunu düşünmek tabiîdir Mutasavvıfların,Hüzeyfetü'l-Yemân'ın rivayet ettiği bir hadîs-i şerîfe istinaden "Allah'ın kulunun kalbine yerleştirdiği bir sırr olarak" (Münâvî, Feyzu'l-kadir, IV, 326) nitelendirdiği "ilm-i bâtın" asla ilm-i zâhir'e muhalif olmamalıdır Nitekim Ebû Saîd el-Harrâz'a atfedilen ve bütün mutasavvıfların ortak kanaati hâline gelen "Zâhire muhâlif her bâtın bâtıldır" (Sülemî, Tabakatu's-Süfiyye, s 231) görüşü bunu teyid etmektedir




Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #305
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




BÂB-I FETVÂ
Fetva kapısı
Bab, kapı; fetva ise, sorulan bir mesele hakkında verilen cevap demektir Bir terim olarak, sorulan İslamî bir meseleye dair fakîhin verdiği cevap, ortaya koyduğu hüküm anlamına gelir Osmanlı devletinde Şeyhülislâmlık dairesine "bâb-ı fetvâ", "bâb-ı meşîhat", "şeyhülislâm kapısı" adı verilmiştir
Şeyhülislâm tabiri IV Hicrî asrın ikinci yarısında ortaya çıkan şeref ünvanlarından birisidir Bu, daima âlimlere özgü bir ünvan olarak kalmıştır XI yüzyılda Şâfiî ve Hanbelîler kendi âlim ve şeyhlerine bu ünvanı verirken, XII yüzyılda Fahruddîn er-Râzî Şeyhü'l-İslâm ünvanını almıştır Bu arada şeyhülislâm yalnız fakîhlere ve özellikle Memlükler devrinin başlangıcında fetvaları ile şöhret bulan veya çok sayıda fakîhin tasvibini kazanmış bulunan fıkıh âlimleri için kullanılır olmuştur Diğer yandan İbn Teymiyye (ö 728/1327) ile İbnü'l-Kayyim el-Cevziyye (ö 751/1350)'nin öğrenci ve taraftarları hâlâ bu iki fakîhi şeyhülislâm ünvanını gerçekten hak eden İslâm âlimleri olarak zikrederler Bu iki âlim, zulme karşı direnen ve şeyhülislâm ünvanını gerçek anlamıyla, hak eden alimlerdir Şeyhülislâm ünvanı İstanbul müftüsüne tevcih olunmaya başlandığı zaman resmi bir hüviyet kazandı Bu makam Osmanlı devletinde zamanla, diğer İslâm ülkelerinde hiçbir zaman erişemediği dinî ve siyasî bir önem kazanmıştır (Cüveynî, Cihân-Guşâ, II, 23; es-Subkî, Tabukât, Kahire,1324, III,117; Câmi, Nefahâtü'l-Üns, Kalküta 1859, s 33, 376; el-Menâr, IX, 34; İlmiye Sâlnâmesi, s 306)
XVIII yüzyıl sonuna doğru Osmanlı devleti yönetimi yenileşmeye başlayınca, reîsi, Şeyhülislâm olan bir idare kısmı meydana geldi Şeyhülislâma çeşitli görevler için yardımcılar verildi Meselâ; ona vekâlet etme yetkisine sahip kethudâ veya kahyâ; devlet nezdinde kendisini temsile yetkili olan telhisci; halk tarafından talep olunan fetvaları tertip ve tanzimle yükümlü mektupçu veya fetva emini bunlar arasında sayılabilir Bütün bu memurlar ayrı birer daireye sahiptiler Bu teşkilât Tanzimat devrinde güçlendi ve yerleşti Şeyhülislâma resmî makam olarak eski yeniçeri ağasının dairesi tahsis edildi İşte, bu zamandan itibaren cumhuriyet döneminde ilga oluncaya kadar bütün şeyhülislâmlık dairelerinin faaliyet gösterdiği binaya "Bâb-ı Fetvâ" veya "Şeyhülislâm Kapısı" adı verilmiştir Burası vakıflar idaresi dışında, dinî temellere dayanan bütün müesseselerin idare ve kontrolünü üstlenmişti Böylece Şeyhülislâm, statü bakımından XIX yüzyılda giderek oluşan diğer nâzırlar (bakanlar)la eşit duruma geldi ve hükümet üyelerinden birisi sayıldı Hatta Mithat Paşa'nın 1876'da ilân ettiği Kânun-ı Esasî'nin yirmiyedinci maddesine göre, diğer nâzırlardan üstün duruma getirildi Madde şöyledir:
"Sultan, sadrazam ve şeyhülislâmı kendisi seçer, diğer nâzırlar ise, sadrazam tarafından tayin olunurlar"
İlmiye Sâlnâmesi'ne göre, o zamanlar Şeyhülislâmlığın başlıca şûbeleri şunlardır: 1) Fetvâhâne, 2) Meclis-i Tetkikât-ı Şer'iyye, 3) Ders Vekâleti ve Meclis-i Mesâlih-i Tâlibiye, 4) Tetkik-i Mushaf ve Müellefât-ı Şer'iye Meclisi, (bu daire; Kur'an tablarının ve fıkıh eserlerinin kontrolünü yapıyordu) 5) Meclis-i Meşâyih, tarikatlarla ilgili işleri düzenler 6) Beytü'l-Mâl veya Emvâl-i Eytâm idareleri Şeyhülislâm kapısında ayrıca kadıaskerin, kassâmın ve İstanbul kadısının yüksek şer'iye mahkemeleri de bulunmakta idi Yine kadıların tayini ve benzeri çeşitli meseleler için görüş ve kanaatlerine başvurulan çok sayıda encümenler mevcuttu (İlmiye Sâlnâmesi, Matbaa-ı Âmire, 1334, s 322-641; JH Kramers, " Şeyhülislâm " mad İA )
BÂBÎLİK
Mirza Ali Muhammed Bâb'ın (1819-1850) kurmuş olduğu batıl mezhep
Mirza Ali Muhammed 1819'da Şiraz'da doğdu Necef'te Seyyid Ali Reştî (ö 1843)'den ders aldı Seyyid Ali Reştî, ona ölümünden sonra yerine geçecek halife olmasını ve Mehdî olarak ortaya çıkmasını telkin etti ve buna ikna etti Mirza, davetini 1844 de Şiraz'da ilân etti1850 yılında Tebriz'de Şah Nasûriddin'in huzurunda, âlim ve fakihlerle yaptığı münazara sonunda irtidat ettiğine hükmedilerek idam edildi (Muhsin Abdülhamid, İs!âm â Yönelen Yıkıcı Hareketler, Çev S Yeprem-H Güleç, Ankara 1973, 6970)
Bâbiyye'ye bağlı müfrit kimseler Nasûriddin Şah'a suikast yapmaya kalkışınca birçokları öldürüldü Mirza Ali'nin öğrenci ve müridlerinden Suph-i Ezel, Mirza Yahya ve kardeşi Mirza Hasan Ali Bağdat'a kaçtılar Oradan İstanbul'a, daha sonra Edirne'ye sürgün edildiler Her iki kardeş arasında anlaşmazlık meydana geldi Suph-i Ezel ve adamları oradan Kıbrıs'a Baha ve adamları da Akka'ya sürgün edildi
Mirza Ali Muhammed cahil ve tutarsız görüşler ortaya atan bir sapıktır O, önce kendisinin İmam-ı Muntazar* (beklenen imam)'a, açılan bir "Bâb" (kapı) olduğunu iddia etti Sonra bizzat imamın kendisi olduğunu söyleyip, daha sonra peygamberlik taslamaya başladı Sonunda da kendisine ilâhî ruhun hulûl ettiğini söyleyerek tanrılık iddiasında bulundu İmam-ı Muntazar'a açılan kapı anlamında gelen "Bâb" kelimesinden adını alan Bâbîlerin inançları şöyle özetlenebilir:
Mirza Ali Muhammed'in bütün geçmiş peygamberlerin gerçek temsilcisi olduğuna inanmak,(inançlarına göre Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâm, Bâbilik'te birleşir Bu üç din arasında herhangi bir ayrılık yoktur); Allah'ın Mirza Ali'ye hulûl ettiğine inanmak, Ahirete inanmak, Hz Muhammed'in peygamberlerin sonuncusu olduğuna inanmak
Mirza, ebced* harflerini zikretmiş ve bunlar için belirlediği sayılardan tuhaf anlamlar çıkartmıştır (Muhammed Ebu Zehra, İslâm da Siyasi ve İtikadi Mezhepler Tarihi, Çev E Ruhi Fığlalı-Osman Keskioğlu, İstanbul 1970, 286-287) Bâbîliğe göre "ondokuz" sayısı mukaddestir Onlara ait takvime göre bir yıl ondokuz aya, aylar ondokuz güne bölünmüştür Dolayısıyla bir yıl 19x19=361 gündür
Böylelikle Bâbiliğin İslâm ile ilgisi olmayan ayrı ve yeni bir din olduğu görülmektedir Bu batıl din, İslâm, hristiyanlık, yahudilik, mecûsilik ve putperestliğin karışımından oluşturulan ve İslâmî prensipleri yıkmayı hedef alan siyasî bir yapıya sahiptir Bu dinin kurucusu peygamberlik ve velâyet aracılığıyla kendisi için "Vasıta-i Kübra" yahut "Bâbûddin, Bâb" ünvanlarını kullanmıştır Daha sonra kendisine "Nokta" veya "Hâlikü'l-hayr" adını verdi Çünkü artık o, nebi değil, ilâhî özelliklere sahip olduğunu iddia ediyordu Bâb'ın ilk telif ettiği kitap "er-Risâletü'l-Hidâye fi'l-Ferâizi'l-İslâmiye" adlı eseri idi Bâbiye'ye mensup olanlar Karmatîler gibi etrafta fesat ve fitne çıkarmaya ve insanları dalâlete sürüklemeye kalkıştılar Onlar savaşta ölenlerin kırk gün sonra dirileceğine inandıkları için çırılçıplak olarak düşman üzerine hücum ederlerdi
Bâbiye peygamberlere iman eder Ölüm "Lika-i Bâb" için bir yokluktan ibarettir Öldükten sonra sevap ve ikab, lezzet, ızdırap ve elem vardır Onlar öldükten sonra ruhlarının ikinci kez geri geldiklerine inanırlar Yani onlarda tenasüh vardır Ölümden sonra dirilme, Haşir ve Neşir, Bâb'ın tekrar dünyaya gelişi ve kıyamı ile tamamlanır Onlara göre Kur'an'ın hükümleri mensuhtur
Amelle ilgili görüşlerine gelince:
Kadınlar gerek miras ve gerekse diğer hususlarda erkeklere eşittirler Bâbileri ondokuz kişilik bir kurul yönetir Mallarının beşte birini yılda bir defa bu kurula vergi olarak verirler Bütün cezalar kaldırılmıştır Ancak nakdî ceza ve karı kocanın beraber yaşamasına engel olmak hariçtir Evlenme onbir yaşından itibaren mecburidir Boşanma iyi karşılanmaz Dul kalan erkekler doksan, kadınlar doksanbeş gün içerisinde evlenmeye mecburdurlar Onbir ilâ kırkiki yaş arasındaki kimseler her sene güneşin doğuşu ile batışı arasında bir ay (on dokuz gün) oruç tutmaya mecburdurlar Oruç kırkiki yaşından sonra kalkar İnsanlar muaf olur Ramazan Bayramına "İyd-i Rıdvan" denir Bu bayram "19" gündür Biri kendisine, onsekizi müritlerine aittir Muharremin birinci günü "İyd-i Mecit"tir; çünkü Bâb o gün doğmuştur Bağlılarından biri iktidarı ele geçirirse Mekke ve Beyt-i Mukaddes yani Kabe gibi bütün kutsal yerleri, peygamberlerin ve evliyanın mezarlarını tahrip etmekle yükümlüdür Şarap içmek haramdır Tütün içmek haram ise de Bâbiler bunu sonradan caiz görmüşlerdir İslâm'ın açık bir emri olan tesettür gereksizdir Nikâh akd olunurken veli, vekil, şahit gerekli değildir Sadece eşlerin kabulü yeterlidir Zekât ve sadaka "Bâbî" olana verilir
Seyahat tavsiye olunmaz Hacılar ve tacirlerin dışındakilere deniz seyahati yasaktır Cenae namazı hariç cemaatle namaz kılınmaz Fakat camilerde vaz dinlemek tavsiye olunur Sarhoşluk veren içkiler yasaktır Her ondokuz günde bir defa su içirmek için bile olsa ondokuz kişiyi davet etmek lâzımdır Dilencilik yasaktır Mirasın özel bir paylaştırma usûlü vardır
Bâbiye fırkası, Asl-ı Bâbiye, Kurretiyye, Ezeliyye ve Bahâiyye* olmak üzere dört kısma ayrılır Asl-ı Bâbiye; ancak Bâb'a bağlı olup el-Beyân adlı eseri ile amel edenlerdir Bâb'dan sonra yazılan eserlere asla itibar etmezler
Kurretiyye; Bâb'ın müritlerinden "Zerrin Tâç" adında güzelliği ile şöhret bulmuş bir kadına tâbi' olan gruptur İran müctehidlerinden birinin kızı olan Zerrin Taç ilk zamanlarda arşa "Kalb-i Nebi", Cebrâil'e "Akl-ı Nebi" diyen Rüştiyye reisi Kâzımü'l-Hüseynî'ye bağlı idi Seyyît Kâzım Reştî'nin vefatından sonra Bâb'ı imam edindi Gâib olan Bâb'a iman etti Bâb ile mektuplaşmaya başlayınca, Bâb kendisine Kurretü'l-Ayn dediğinden, Zerrin Taç, "Kurretü'l-Ayn" lâkabını aldı Kurretü'l-Ayn kadınlardan tesettürü kaldırdı Mükellefiyet ve farzları tamamen gereksiz gördü Bir kadının dokuz erkek ile evlenmesinin caiz olduğu gibi bazı hükümler koydu İslâm şerîatının mensuh, Bâb şerîatının hak olduğunu iddia edecek kadar küstahlığa kalkıştı Kurretü'l-Ayn öldürüldükten sonra Kurretiyenin çoğu katlolunmuş, ancak pek azı kendilerinin İsna aşeriyye'den olduklarını ilân etmekle kurtulmuştu
Ezeliyye; Bâb'ın talebelerinden Mirza Yahya'ya bağlı olanlardır Bunlar müslüman olarak görünürler Zâhirde bütün farzları yerine getirirler Takiyye yaparlar Bahâileri tekfir ederler Mirza Yahya, Bâb tarafından Suph-i Ezel lâkabını almıştır Bundan dolayı bağlılarına "Ezeliyye" denilmiştir
Bahâiyye veya Bahâilik'e gelince: Mirza Ali Baha, oğlu Abbas'ın gayretiyle halkı Edirne'de kendi adına davet ettiği için Suph-i Ezel ile arası açılmış idi Suph-i Ezel Kıbrıs'a sürgün olunduğu sırada o da Akka'ya sürüldü Bunun adamları yetmişüç kişi idi Baha, Akka'da Bâb'ın halifeliğinden Mehdiliğe, velâyet-i mutlaka'ya, nübüvvet-i amme'ye ve hassa'ya, hatta ilâhiyete kadar çıktı "el-Eykan" adlı bir eseri vardır İran'da Rusya'da, Suriye'de, Mısır'da, Hint'te, Amerika'da pek çok Bahâiler vardır Bahâiler indinde Bâb, Mehdî, Bahâ, Mesihtir Daha sonra Bahâ ilâh olmuştur Bâb'ın vahyi olduğu gibi, Bahâ'nın da levhalardan ibaret vahyi vardır
Bâb ve Bahâ mucize göstermekten aciz olduklarından peygamberlerin mucizelerini inkâr ederler Bahâiyenin de Bâbiye gibi dini hükümleri vardır Akdes adlı kitap bu hükümleri ihtiva eder Sabah, öğle ve akşam olmak üzere dokuz rekat namaz kılarlar Kıble Akkâ'dır Cenaze namazı altı tekbirdir Cenazeden başka cemaatle namaz kılınması gereksizdir Nevruz bayram günüdür Hac, Akkâ'da gömülü olan Bahâ'yı ziyarettir
Bu duruma göre Bâbîlik ve ondan türemiş olan bütün kolları bazı İslâmî ıstılahları kullanmalarına rağmen, İslâm ile ilgisi olmayan ayrı ve uydurulmuş bir din görüntüsü taşımaktadır
Bu mezhep bugün İran'dan başka Amerika, Afrika ve Avrupa'da taraftar bulmuştur

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #306
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük



BAĞİ, BAĞY

İstemek; istemede ileri gitmek; çabayla arzulamak; sınırı aşmak; hakkıyla yetinmeyerek başkasının canına, malına, ırzına kasdetmek; saldırıya yeltenmek veya saldırmak; haksız yere yükselmek isteyerek tecavüzde bulunmak; kendisine sulhün yolları ve biçimleri gösterildiği halde haksızlıkla üst olma sevdası gütmek Bağy "beğa" fiilinin masdarı ve isim olarak kullanılır
Kur'an-ı Kerîm'de "De ki: O her şeyin Rabbi iken ben Allah'tan başka Rabb mi isteyecekmişim? (ebğî rabben)"(el-En'âm; 6/164); Allah'ın dininden başka bir din mi arzuluyorlar (yebgun)?" (Âli İmrân, 3/83);
"De ki: Ey Kitap Ehli! Neden eğriliğini arzulayarak (tebguneha) iman edeni Allah'ın yolundan alıkoyuyorsunuz?" (Âli İmrân, 3/99); Aranızda çıkmış olsalardı, sizin için bozgunculuktan başka birşey artırmazlar ve fitneye düşmenizi arzulayarak (yebgune) hemen içinize sokulurlardı" (et-Tevbe, 9/47) gibi ayetlerde geçmektedir Daha çok "yeryüzünde bağy etmek" şeklinde kullanılır
Aynı kelimeden türeyen "ibteğa" fiilî bir şeyi istemede çaba göstermek anlamındadır Eğer, istenilen şey iyiyse, eylem de iyidir Nitekim, Kur'anda "Yüce Rabbin vechini ibtiğa" (el-Leyl, 20), "Rabbi'nin rahmetini ibtiğa" (İsrâ,17/27) ve özellikle Allah'tan fazl veya Allah'ın fazlını ibtiğa" (el-Bakara, 2/198, en-Nahl, 16/14, el-İsrâ, 17/66, Kasas, 28/73) şekillerinde geçtiği gibi, kalplerinde maraz olan kişilerin fitne ve te'vilini ibtiğa ile müteşabihlere uydukları da belirtilir (Âli İmrân, 3/7)
Yine aynı kelimeden türeyen "inbeğa" fiilî ise yaraşmak, uygun düşmek, istenmesi uygun olmak anlamlarında "Biz ona şiiri öğretmedik, bu ona yaraşmaz da (ma yenbeği leh) (Yâsin, 36/69) ayeti gibi ayetlerde kullanılır İnsanlar arasında ayrılıkların, özellikle, ümmet halinde sağlam bir yapı (Bünyânun marsûs) oluşturan tevhîd toplumunun içinde tefrikaların başgösterip ihtilafların çıkmasında ana neden bağy'dir Allah katından gelen apaçık ilim, hak ve beyyine'lerden sonra eğer tefrika doğuyor ve ihtilaflar başgösteriyorsa, bu; bazı insanların Allah'ın dininin kendilerine biçtiği hak ve yere razı olmayıp, başkalarının hakkına tecavüze yeltenmesinden ileri gelmektedir Bu konuda Kur'an oldukça nettir Bağy'in nedeni ise şu iki ayet-i kerîmede oldukça açık ve anlamlı biçimde ortaya konmaktadır:
"O'dur sizi karada ve denizde yürüten, ne zaman ki bir gemide olursunuz; güzel bir rüzgârla onları akıp götürürken ve buna sevindiklerinde birden gemiye şiddetli bir kasırga gelip, her yerden dalga kendilerine ulaşır ve sarıldıklarını sanırlar o zaman dini O'na has kılarak Allah'a yakarırlar: Eğer bizi bundan kurtarırsan, mutlaka şükredenlerden oluruz "Ne zaman ki Allah kendilerini kurtarır, işte o zaman haksız yere yeryüzünde bağy ederler " (Yunus, 10/22-23)
" Eğer Allah rızkı kullarına yaysaydı, yeryüzünde bağy ederlerdi" (Şûrâ, 42/27)
İnsanlar zaman zaman darlıklarla, zaman zaman bolluklarla karşılaşırlar Özellikle, Tevhîd toplumu kuruluşta oldukça büyük zorluklardan ve "Allah'ın yardımı ne zaman?" deme noktasına değin, büyük fırtınalardan ve sarsıntılardan geçer Sonunda Allah rahmet kapısını onlar için açar, yer de ayaklarının altından onlara bol bol rızık verir, bu durumda zayıflayan kalpler, özellikle cahiliyedeki mevkilerini İslâm'da bulamayanlar ve rızkın, bolluğun şımarttığı kimseler Allah'ın dininin kendilerine verdiği paya razı olmayıp daha çok mal, şöhret, mevki gibi etkenlerle başkalarının hakkına el atmaya yeltenirler Böylece bağy eylemi ortaya çıkar
Resulullah (sas) "Cezası en çabuk verilen şerr bağy"dir buyurmuş, İmam-ı Cafer es-Sadık da, "İblis, ordularına emreder: Aralarına haset ve bağy ekin, çünkü bunlar Allah katında şirke denktir der" demiştir Kur'an' da "Bir kötülüğün karşılığı, misli bir kötülüktür Kim affeder ve ıslah ederse sevabı Allah'a aittir O, zalimleri sevmez Kim de zulme uğradıktan sonra yardımlaşırsa, onların üzerine yol yoktur (Kendilerine bir şey yapılmaz, ceza verilmez) Yol ancak insanlara zulmedenler ve yeryüzünde haksız yerde bağy edenler üzerinedir Onlardır acıklı bir azabın kendileri için olduğu kişiler" (Şûrâ, 42/40-42) buyurulmakta; "kendilerine bağy isabet ettikten sonra (haklarını almak için) yardımlaşanlar" övülmekte ve bu sıfatın müminlerin sıfatı olduğu belirtilmekte (Şûrâ, 42/39) ve "Birbiriyle savaşan iki mümin topluluktan biri diğeri aleyhine bağy ederse, bütün müminlerin bağilerle Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşmaları"emrolunmaktadır (Hucurât, 49/9) Kur'an'da ayrıca "fâcir olması, kendisi için olmayan şeye yeltenmesi" anlamında kadının bağyinden de söz edilmektedir (Meryem, 19/20, 28)
Ali ÜNAL
Bir terim olarak ise bâğî; hak ve adalet ile ülkeyi yöneten İslâm devlet başkanına veya nâibine karşı, bir te' vile, yani kendince doğru görülen bir delile, bir sebebe dayanarak itaat dairesinden çıkan, bununla birlikte müslümanların öldürülmesini, mallarının müsaderesini, zürriyetlerinin esir edilmesini helâl görmeyen ve silâhlı güce sahip olan müslüman, demektir
Buğât (Bağîler) arkalarında silâhlı bir güç olan asîlerdir Kendi yorumlarına göre bir delile dayanarak bazı hükümlerde müslümanlara ve İslâmî yönetime muhalefet ederler Askerî bir güçle bir bölgeyi ele geçirirler ve orada kendi yönetimlerini hakim kılarlar Hâricilerin Hz Ali'ye karşı takındıkları tavır gibi Hâricîler veya diğer adıyla Harûrîler Hz Ali'ye isyan ettiler, onun ve müslümanların kanlarını ve mallarını gasbetmeyi kadınlarını esir etmeyi helâl saydılar Haricîler* Resulullah (sas)'ın ashabını tekfir ederler Her günahın insanı küfre götürdüğü kanaatini taşırlar Böylece dinde çok sert ve şiddetli bir yol izlediler (İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, IV, 408 vd; es-Semerkundî, Tuhfetü'l-Fukahâ, III, 251; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtar, III, 338) Bunların dışındaki bâğîler ise; hâricîlerin mübah gördüğü gibi müslümanların mallarını ve çocuklarının esir edilmelerini mübah görmezler
Hz Ali; "Din kardeşlerimiz bize bağyetti (isyan etti)" derken, bağy'i isyan anlamında kullanmıştır Bâğîler İslâm nazarında dinden çıkmış sayılmazlarsa da ümmetin ittifakı ile dalâlet* ehlidirler Dinden çıkmadıklarının delili şu ayettir: "Eğer müminlerden iki tâife çarpışırlarsa siz hemen onların aralarını bulun" (el-Hucurât, 49/9) Ancak bunlar tevhid toplumunun dağılmasına, za'fa uğramasına İslâm devleti bünyesinde ayrılıkların çıkmasına, müslüman kanının dökülmesine yol açan bir kitledir
Bâğîlerle ilgili bazı hadisler, bu konuda uygulanacak hükümleri kapsarlar:
İbn Ömer (ra), Hz Peygamber' in şöyle dediğini nakletmiştir: "Her kim bize karşı silâh taşırsa bizden değildir" (Buhârî Fiten,7, Diyât, 2; Müslim, İman, 161, 163; Fiten, 16_ Nesaî, Tahrim, 26; Tirmizî, Hudûd, 26; İbn Mace, Fiten, 11) Burada silâh taşımak, harbetmek anlamındadır
Ebû Hüreyre'den, Allah elçisinin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Her kim, İslâm devlet başkanına itaatten çıkar ve İslâm cemaatinden ayrılır da ölürse, onun ölümü cahiliyye* ölümüdür" (Buhârî, Fiten, 2; Ebû Dâvûd, Sünnet, 27) Bu hadis, bir kimse cemaatten ayrılır, ancak o cemaate karşı harbetmezse; bizim de kendisi ile muharebe edemiyeceğimize delildir Çünkü Hz Peygamber, onunla muharebe etmemizi emir buyurmamış, yalnız onun ölüm hâlinin cahiliyyet ölümüne benzediğini haber vermiştir Şu halde o, bu fiilî ile dinden çıkmaz, demektir Hz Ali'nin Hâricilere söylediği şu sözler de bunu gösterir: "İstediğiniz tarafta olun, sizinle aramızdaki hukuk, haram kan dökmemeniz, yol kesmemeniz ve hiç bir kimseye zulüm etmemenizdir Eğer bunları yapacak olursanız size harp ilân ederim" (Ahmed b Hanbel, Taberânî ve Hâkim) Bir başka hadis-i şerifte Hz Peygamber (sas) şöyle buyurur: "Cezası en çabuk verilen kötülük bağy'dir "
İbn Ömer (ra)'den Allah Resulu'nun şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bilir misin ey İbn Ümmi Abd (bu zat, Abdullah b Mes'ud'dur Çünkü o, bu lâkapla anılırdı) bu ümmetin bâğîlerine Allah'ın hükmü nasıl olacaktır?" dedi O: Allah ve Resulu bilir! cevabını verdi Resulullah (sas):
"Bu grubun yere düşen yaralısına dokunulmaz, esiri öldürülmez, kaçanı aranmaz, ganimeti de taksim edilmez" buyurdu İbn Hacer el-Askalanî, Buluğu'l-Meram, Terc ve Şerh A Davudoğlu, İstanbul 1967, III, 559)
Buna göre asîlerle ilgili hükümleri şu noktalarda toplamak mümkündür:
1) Âsî ve bâğîlerle savaşmak caizdir Bu konuda icmâ (ittifak) vardır Ayette; "Siz bâğîlik eden taife ile çarpışın " (el-Hucurât, 49/9) buyurulmuştur Ancak onlarla savaşa başlamazdan önce, kendilerini bu isyandan vazgeçmeğe davet gerekir Nitekim Hz Ali Hâricîlere karşı böyle hareket etmiştir Hâricîler, Hz Ali'den ayrıldıktan sonra Ali (ra) kendilerine İbn Abbâs'ı göndermişti İbn Abbâs onlarla çeşitli görüşmeler yaptı Bu münazara ve görüşmelerin sonucunda tamamı sekizbin kişi olan Hâricîlerin dört bini isyandan vazgeçtiler Diğerleri ise inatlarında ısrar ettiler Bu defa Ali (ra) kendilerine; "İstediğiniz tarafa gidin, sizinle aramızda (uyulması gereken şey) haram kan dökmemeniz, yol kesmemeniz ve hiçbir kimseye zulüm etmemenizdir" diye haber göndermiştir Hâricîler ashab-ı kiramdan Abdullah b Habbab b Eret'i şehit ettiler Hamile olan hanımının da karnını deşerek içindeki cenîni çıkardılar Hz Ali bunları duyunca Hâricîlere bir mektup yazarak Abdullah b Habbab'ı şehit edenin kısasını istedi Hâricîler; "Onu hepimiz öldürdük" deyince, Hz Ali onlarla savaşa izin verdi (İbn Hacer el-Askalânî, Bulûğu'l-Meram, III, 560-561)
2) Âsî ve bâğîlerin yaralıları hemen öldürülmez Ancak Hanefîlere göre, orduları varsa yaralıları öldürülür, kaçanları da takip edilir Hz Ali bu konuda şöyle demiştir: "İsyancılara galip geldiğiniz zaman kaçanı aramayın, yaralıyı hemen öldürmeyin, savaş aletine bakın ve onu alın Ondan başkası mirasçılarınındır" (el-Askalânî, age, III, 561, 562)
3) Âsîlerden alınan esir öldürülmez Çünkü onlarla yapılan savaşın amacı, onların savaş yapmasına engel olmaktır
4) Âsîlerin kaçan esirleri takip edilmez Hanefîlere göre, âsîlerin orduları varsa esirler takip edilir Çünkü bu takdirde tekrar saldırıya geçmeleri muhtemeldir
5) Bâğîlerin malları ganîmet olarak alınmaz Hadîste şöyle buyurulur:
"Müslüman bir kimsenin malı ancak kendi gönül rızası ile helâl olur "(Veda hutbesi) Hz Ali Cemel ve Sıffin vakalarında ölenlerin hiç birisinin eşyasına el sürdürmemiştir
6) Yere düşen yaralılar öldürülmez Hanefîlere göre âsîlerin savaşta sebebiyet verdikleri mal ve can kayıpları ödettirilmez Çünkü ayet-i kerîmede;
"Allâh'ın emrine dönünceye kadar" (el-Hucurât, 49/9) buyurularak ödetmeden söz edilmemiştir
Bilginlere göre; bâğîleri öldürmekten dolayı, meşrû devlet başkanına tabi müslümanlara günah ve keffâret gerekmez Onlar telef ettikleri şeyleri de tazmin etmezler (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VII,169) Çünkü onlar, bu savaşı emir üzerine yapmışlardır Diğer yandan âsîlerin canları bile diyet veya kısasla tazmin edilmeyince, malları öncelikle tazmin edilmez (es-Serahsî, el-Mebsût, I, 128; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi ; VII,141; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, IV, 414; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, II, 448; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 220; İbn Kudâme, el-Muğnî, VIII, 113)
Âsîler, ehl-i adl (meşrû devlet tebeası)in yolunu kesseler, onlara had uygulanmaz Çünkü onlar, bir te'vîle dayanarak, onların mallarını mübah saymışlardır Âsî, ehl-i adlin malını çalsa, devlet başkanı, âsîler beldesinde velâyetinin (cezaları uygulama yetkisinin) bulunmaması sebebiyle onun elini kestiremez Hanefîlere göre bâğîlere, devlet başkanının onların beldesinde velâyetinin bulunmaması yüzünden hadler tatbik edilmez (İbn Kudâme, el-Muğnî, VIII, 113) Âsî, İslâm beldesi (dâru'l-İslâm)'nde hırsızlık yapsa had cezası tatbik edilir Bunu helâl saysa da sonuç değişmez Çünkü dâru'l-İslâm'da onun silâhlı gücü yoktur (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', VII, 141; es-Semerkandî, Tuhfetü'l-Fukahâ, III, 252; eş-Şîrâzî, age, II, 221)
İsyancıların, istilâ ettikleri beldeler halkından topladıkları zekâtları, öşürleri, haraçları, daha sonra o beldeleri geri alan meşrû devlet başkanı yeniden talep edemez Çünkü İslâm devlet başkanının bu vergilere hak kazanması, halkı himaye etmesi karşılığındadır İstilâ halinde ise bu himâye kesintiye uğramıştır Ancak halkın zekâtlarını yeniden vermesi daha güzeldir Çünkü isyancılar zekâtı genellikle yerine sarfetmezler Öşür ise yoksullara ait olduğu için; isyancılar yoksul iseler, bu zekât yerine sarfedilmiş olur Haracın sarf yeri ise, harbîlere karşı cihadda bulunacak olan müslümanlardır İsyancılar ise müslüman olup, ihtiyaç halinde harbîlere karşı cihat yapabilecekleri için; alacakları haraç, yerine sarfedilmiş sayılır Ancak geleceğe ait bu kabil vergileri, yine İslâm devlet başkanı almaya başlar Çünkü isyancıları etkisiz kılınca velâyeti açığa çıkmış olup o beldeler halkını yeniden himaye altına almış bulunur (Ömer Nasuhi Bilmen, Istilâhâtı Fıkhıyye Kâmusu, İstanbul 1968, III, 420)
İslâm devletinin isyancılara karşı, işin başında kesin tavır koyması bazı hadislerde öngörülmüştür Arface b Şurayh, Allah Resulu'nun şöyle dediğini nakletmiştir: "İşiniz toplu ve düzenli iken size biri gelir de topluluğunuzu dağıtmak isterse onu hemen öldürün" (Müslim, İmare, 59) Müslim aynı hadîsi şu ifadelerle rivayet etmiştir: " Nice fitne ve fesatlar vukû bulacaktır Bu ümmet toplu iken bir kimse onun hâlini perişan etmek ve onları dağıtmak isterse, kim olursa o!sun onu, hemen kılıçla öldürün" (Müslim, İmare, 60)
Bu hadisler, bir ülkede müslümanların bir kimseyi Emirü'l-Mü'minîn seçerek etrafında toplamalarına rağmen, bazılarının isyan edip bu seçilen zatın aleyhine başkaldırmaları halinde bunların ölüm cezasını hak ettiklerini gösterir


Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #307
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




BAHÂÎLİK-BAHÂİYYE


Bahâullah Mirza Hüseyin Ali Nuri (1817-1892)'nin kurduğu batıl bir mezhep
Bâb lâkabıyla tanınan Mirza Ali Muhammed 1844 yılı Mayıs ayında insanlığa yeni bir haber getirdiğini bildirip, Bâbilik* mezhebini kurdu Devlet güçlerine başkaldırmaları sonucu Bâbilerin birçokları öldürüldü Bâb Mirza Ali Muhammed 1850 yılının Temmuz ayında irtidat suçuyla Tebriz'de kurşuna dizildi
Bâb'ın yakınlarından olduğunu ileri süren Mirza Hüseyin Ali, Bâb tarafından haber verilen ve zuhur edeceği bildirilen kişinin kendisi olduğunu açıklayıp, bu mezhebi Bahâilik adıyla yeniden faaliyete geçirdi
Bâbilerin İran şahı Nasirûddin'e karşı giriştikleri bir suikast teşebbüsünden sonra Mirza Hüseyin Ali İran'da tutunamayınca, Osmanlılar'a sığındı Bir müddet Edirne'de ikamet etti Burada sapık inançlarını yaymaya çalışınca Akka'ya sürgün edildi
Bahâullah, davet ettiği dinin yeni bir din olduğunu, Allah'ın kendisine hulûl ettiğini ve her şeyi kendisine vahyettiğini iddia ediyordu Bu inanç ve mezhebini "el-Kitâbü'l-Akdes" adını taşıyan eserinde topladı Kendisinin gaybı bildiğini söyler ve vuku bulacak bir takım haberler verirdi Ölümünden sonra büyük oğlu Abbas, Mısır, Avrupa ve Amerika'yı dolaşarak gezdiği yerlerde Bahâîliği yaymağa çalıştı
Bahâîlik üzerinde Babîliğin, Bâtınîliğin, Hurûfîliğin ve Hristiyanlığın açık etkileri görülmektedir Bahâîliğin temel ilkesi genel bir dilin konuşulması ve genel bir yazının kullanılmasıdır Din birliği esas olup dünya tek vatan, insanlar da bu vatanın vatandaşıdır Vahiy süreklidir Kimseye kötülük yapmamak, mütevâzi olmak şarttır Dünya barışının sağlanması zorunludur Haksızlığı önlemek için haksızlık yapana karşı bütün insanların birleşmesi gerekmektedir Kadınların hak ve hukukunu gözetmek esastır
Her Bahâî bir defaya mahsus olmak üzere malının 19/1'ini vergi olarak cemaate öder İki kadından fazlasıyla evlenmek yasaktır Boşanma asla caiz değildir Ancak eşlerden biri kadınlık veya erkeklik görevini yapamıyorsa o zaman boşanmak mümkündür İddet beklemek gibi bir şart söz konusu değildir Boşanan bir kadın hemen ertesi gün evlenebilir Cenaze namazları dışında cemaatle namaz kılmak yoktur İbadet için müslümanlar gibi abdest alırlar
Ayrıca cünüplük için de yıkanırlar İbadet için kıbleleri Hayfa şehridir Günde üç defa ibadet edilir Yılda ondokuz gün oruç tutarlar Bu oruçları İslâm'da olduğu gibi değil, sadece bir perhizden ibarettir Hac ibadetine benzer ve yalnız erkeklere farz olan bir ibadetleri olup adına hacc diyorlar Bu hacc ibadetlerini de Bahâullah'ın Akka'daki mezarını ziyaretle yaparlar Ayrıca bunun belli bir zamanı yoktur Herkesin istediği zamanda bu ziyaretini yapması mümkündür Bu dinlerinde haram ve helâl işleri kimse tarafından belirlenmiş değildir Herkes kendi istek ve mantığına göre yaşantısını düzenleme hakkına sahiptir
Bahâî takvimine göre bir yılda ondokuz ay vardır Her ay ondokuz gündür Normal yılların hesaplanması 19x19+4 şeklinde, artık yılların hesaplanması 19x19+5 şeklindedir Ondokuz günde bir kez ziyafet toplantıları yapılır
İngiltere, Almanya, İsviçre, Türkistan ve Amerika'da Bahâîlik'le ilgili yayınlar yapılmaktadır Amerika'da iki yılda bir "Bahâî World" (Bahâî Dünyası) adıyla yayınlanan bir yıllıkları vardır
Avrupa, Amerika, Avustralya ve Asya'nın çeşitli ülkelerinde Rûhânî Mahfil adı verilen ve dokuz kişilik bir kuruldan oluşan Bahâî dernekleri ve toplantı merkezleri ile Washington da büyük bir mâbedleri vardır Bahâilik, İslâm ülkelerindeki dirilişi, canlanışı önleme amacını taşımaktadır Emperyalist Batı rejimlerinin ilgi ve desteği de bundan dolayıdır
Bahâîliğin genel merkezi İsrâil'in Hayfa kentindedir



BAHÎRA

Cahiliye devrinde beşinci doğumunda dişi deve doğurduğu için kulağı kesilerek salınıverilen deve Cahiliyye döneminde Araplar belli doğumlardan sonra devenin kulağını yarar ve onu serbest bırakırlardı Deve bundan böyle bir çeşit dokunulmazlık statüsüne kavuşurdu Sahibi artık ne sütünden, ne yününden ne de etinden yararlanabilirdi (İmam Şafiî, Ahkâmu'l-Kur'an, Beyrut 1980, I, 144) Bundan sonra deve, putlar içindir: putlara hizmet eden kâhinler ondan yararlanır (Kurtubî, el-Câmi'li Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut 1965, VI, 335)
Kaç doğumdan sonra devenin bu statüye kavuştuğu konusunda farklı rivayetler vardır Bazı rivayetlere göre beş doğumdan, bazılarına göre, doğurduğu yavruların hepsinin dişi olması durumunda, bazılarına göre ise beşinci olarak doğurduğunun erkek olması durumunda bu işlem sözkonusu olurdu (Kurtubî, age, VI, 336) Beşinci doğumu dişi olduğunda kadınlar onun et ve sütünden yiyemezlerdi (İbn Kuteybe, Tefsîru Garîbi'l-Kur'an, Beyrut 1978, s 147)
Doğumların adedi ve kimlerin o develerden yararlanabileceği konusunda başka rivayetler de mevcuttur
Kur'an-ı Kerim, Mâide suresinin 103 ayetinde Arapların bu geleneğinden bahsetmekte ve böyle bir şeyin caiz olmadığı ifade edilmektedir
Muhtemelen, Peygamber (sas)'e bu konuda sorulmuş bir soru üzerine Kur'an'da bu konuya temas edilmiştir Nitekim sözkonusu ayet, Peygamber'e yöneltilmiş sorular siyakında geçmektedir
Hiç şüphesiz bu develerin durumunun Kur'an'da zikredilmiş olmasının başka hikmetleri de mevcuttur Tevhid akîdesinden uzaklaşmış toplumlarda şekil olarak olmasa bile, espri ve içerik olarak benzer âdetler mevcuttur Meselâ günümüzde kimi karşılama törenlerinde hayvanların kurban edilip kanlarının, kendileri için kesildikleri kişilerin alnına sürülmesi; mezarlara adak adanması aynı espriyi taşımaktadır
Kur'an bu develerden bahsetmekle bu tür adakların da caiz olmadığını anlatmaktadır
Cahiliyenin ilkel kalıntılarından olan bahîra geleneği; sâibe, vesîle ve hâm âdetleriyle birlikte İslâm'ın yasakladığı âdetlerdendir Mâide suresinin sözkonusu ayetinde şöyle buyrulur:
Allah kulağı kesilip salıverilen bahîra, putlara adak edilen sâibe develeri, putlar için kesilen vesileyi, sırtı yüke haram kılınan hâm'ın hiçbirini meşru' kılmamıştır Ancak kâfirler Allah'a yalan iftira etmektedirler Çoğunun da akılları ermez "





BAHÎRA

Resulullah (sas)'ın amcası Ebû Talib ile birlikte gittiği Suriye seyahati sırasında Busra şehri civarında karşılaştığı hristiyan din adamı
Hz Peygamber (sas) yaklaşık dokuz veya on yaşlarında iken himayesinde kaldığı amcası Ebu Talib'in ticaret maksadıyla düzenlediği bir Suriye seferine katılmıştı Mekke'den Suriye'ye giden yol üzerinde Kudüs ile Dımeşk şehirleri arasında bulunan bir yerde bir hristiyan manastırı vardı Bu manastır Busra şehri ile Lut gölüne yakın idi Ebû Talib'in kervanı her zaman olduğu gibi bu manastıra yakın bir yerde konaklamışken bu tapınakta yaşayan Bahira adındaki din adamının dikkatini çeken bir husus olur Kervan uzaktan manastıra doğru yaklaşırken onu adeta sıcaktan koruyan bir bulut parçası sürekli olarak kafilenin üzerinde ve onunla birlikte yürüyordu Bu kervanın bir bulut parçası tarafından gölgelendiğini gören rahip, kervandakileri yemeğe davet eder Ebu Talib ve arkadaşları kervanda bulunanların en küçüğü olan Hz Muhammed'i nöbetçi bırakıp rahibin bu davetine icabet etmişlerdi Davetliler manastıra geldiği halde bulutun kervan üzerinde kaldığını gören rahip, dışarıda kimsenin kalıp kalmadığını sorunca dokuz on yaşlarında bir erkek çocuğunun olduğunu söylemişlerdi Rahip Bahîra onun da getirilmesini istemiş ve asıl merakını bu çocuğu görünce gidermişti
Nakledildiğine göre Bahîra Süryânî rahiplerden idi Kendi döneminin ilimlerine vakıf bir zattı Hz İsâ'nın ulûhiyetini reddettiğinden diğer rahiplerin hışmına uğramış; bağlı bulunduğu manastırın reisi tarafından kovulmuştu Bunun üzerine Bahîra, Busra civarında bir manastıra çekilmişti Yanında kilisenin ileri gelenlerince nesilden nesile intikal eden "el-Enbâ" isminde bir kitap bulunuyordu ki bu kitapta Arabistan'da gelecek son peygamberin vasıfları anlatılıyordu (Tecrid-i Sarîh Tercemesi, VI, 525-526)
Rahip Bahîra'nın elindeki İncil nüshasında ve söz konusu kitapta bulunan yakın zamanda gelecek peygamberin bütün özellikleri, bu çocukta mevcuttu Bahîra Hz Muhammed' in sırtına bakarak iki omuzu arasındaki peygamberlik mührünü görmüş ve amcası Ebû Talib'e şöyle demişti:
"Senin bu yeğenin ilerde büyük bir şöhrete kavuşacaktır Bana sorarsan onu Suriye'ye yahudilerin çok bulunduğu bir yere götürme Onda bulunan alâmetleri görürlerse O'nu öldürmeye kalkışmalarından korkulur Onun için bu çocuğu al ve buradan götür"
Tarih kaynaklarının verdiği bilgilere göre Hz Peygamber'in zuhuruna yakın dönemde yaşayan bütün yahudi ve hristiyanlar gelecek peygamberin bütün özelliklerini tanıyor ve yakın bir zamanda davetine başlayacağını biliyorlardı Bazı Batılı araştırmacı ve ilim adamları son derece basit bir iddiada bulunarak Hz Peygamber'in birçok bilgiyi hatta Kur'an'ı Rahip Bahira'dan aldığını ve İslâm'ı bu bilgiler üzerinde bina ettiğini ileri sürerler Dokuz, on yaşlarında bir çocuğun bir iki saatlik bir görüşme sırasında bu kadar bilgiye sahip olmasının imkânsız olduğu, aklı başında olan her insanın takdir edeceği bir husustur Kaldı ki Kur'an, indiği günden günümüze kadar kendisine güvenen herkese:
"Eğer Kur'an'ın Allah'tan başkası tarafından olduğunu iddia eden varsa, bu Kur'an'ın bir benzerini, bunu yapamıyorsa on suresinin, bunu da beceremiyorsa bari bir suresinin benzerini getirsin " (el-Bakara, 2/23; Hûd, 11/13) diye meydan okumaktadır

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #308
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük





BAHS

Bir şey hakkında etraflıca söz söyleyip gerçeği araştırma; bir konu hakkındaki ayrıntılar; münakaşa, mübahasa, münazara, cedel Bir iddia üzerine sözü doğru çıkan tarafından kazanılmak üzere, ortaya bir şey koyma
Dinimize göre karşılıklı iki kişi veya tarafın bir konu üzerinde "Senin dediğin çıkarsa sen bana şu kadar para vereceksin" diye bahse girmeleri caiz değildir Bu, kumar hükmünde olup haramdır Bu İslâm'ın ilk yıllarında câiz idi, daha sonra haram kılınmıştır
İslâmî tebliğin ilk yıllarında İranlılarla Doğu Romalılar savaş halinde idiler Putlara tapan Mekke müşrikleri kendileri gibi çok tanrıcı olan İranlıları tutuyorlardı Müslümanlar ise kitap ehli olan Doğu Romalılar'ın galip gelmesini istiyorlardı Neticede İranlılar galip geldi Bu durum müşrikleri şımarttı Müslümanlara: "İranlılar nasıl ehl-i kitap olan Rumları yendiyse biz de sizi yeneceğiz" demeğe başladılar Bunun üzerine Rum suresinin ilk ayetleri indi: "Elif, Lâm, Mîm (Bulunduğunuz bölgeye) en yakın bir yerde Rumlar yenildi Onlar bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde yeneceklerdir Eninde sonunda emir Allah'ındır O gün müminler sevinirler: Allah'ın yardımıyla Allah dilediğine yardım eder O galiptir, merhamet sahibidir (Bu), Allah'ın vaadidir Allah vaadinden caymaz; fakat insanların çoğu bilmezler " (er-Rûm, 30/1-6)
Bu ayetler inince Ebû Bekir es-Sıddîk (ra) müşriklere: "Sevinmeyin vallahi Rumlar birkaç yıl içinde İranlılara galip geleceklerdir" dedi Bunun üzerine müşriklerden Übey b Halef:
"Yalan söylüyorsun, haydi aramızda bir müddet tayin et seninle bahse girelim" dedi Üç yıl içerisinde Rumların galip gelip gelmeyeceği hususunda on deve üzerine bahisleştiler Hz Ebû Bekir (ra) olup bitenleri Hz Peygamber (sas)'e anlatınca Efendimiz (sas) ayette geçen "birkaç sene sözünün üç ile dokuz sene arasında bir zamanı ifade ettiğini, bu yüzden seneyi uzatmasını, develerin sayısını da artırmasını istedi Bunun üzerine Hz Ebû Bekir ile Übey b Halef anlaşarak seneyi dokuza, develerin sayısını da yüze çıkardılar Kur'an'ın vaadi gerçekleşti 624 yılında Rumlar İranlılar'ı yendiler Aynı yıl müslümanlar da Bedir muharebesinde müşrikleri mağlûp ettiler Bu arada Übey b Halef ölmüş olduğu için Hz Ebû Bekir yüz deveyi onun varislerinden aldı Hz Peygamber (sas) ona: "Bunu tasadduk et" buyurdu (Tirmizî, Tefsir, 30, V/342-345; Nesefî, Medârik, III, 265) Bu, kumar haram kılınmadan önceydi (Nesefî, aynı eser, III/226; İbn Cüzey, Kitabü't-Teshîl, III, 261)
Ancak tek taraflı olarak taraflardan biri diğerine "sen kazanırsan veya senin dediğin çıkarsa sana şu kadar para vereceğim; ben kazanırsam veya benim dediğim olursa senden bir şey almayacağım" dese bu caiz olur, kumar hükmüne girmez Bir de üçüncü bir kişi veya kuruluş ortaya bir ödül kor, meselâ koşuda, güreşle veya ilmi münazarada kazanan tarafa şu kadar ödül vereceğim"' derse bu caizdir Nitekim güreş müsabakalarında müsabakayı tertipleyen komitenin galip gelenlere ödül vermesi bu türden olup caizdir (bk el-İhtiyar, III,169)
Hanefî fakihlerinden Şemsü'l-Eimme el-Hulvânî şöyle demiştir:
"Talebelerden biri arkadaşına: "Gel seninle ilmi meselelerde münazara edelim, şayet sen beni yenersen şu kadar para vereceğim, ama ben seni yenersem bir şey istemem" dese bu, caiz olup alınan para helâldır" (bk el-Fetâvâ el-Hindiyye, V, 324)




BÂÎN TALAK


Yeniden bir mehir tesbit ederek nikâh kıymadıkça karı ile koca arasındaki evlilik bağını kesip onları biribirinden ayıran ve nikâhtan doğan karşılıklı hak ve görevlere derhal son veren boşama türü
Bâin talâkın üç şekilde meydana geldiğinde İslâm hukukçuları ittifak etmişlerdir (İbn Rüşd, Bidâyetü'l Müctehid, II, 61):
1- Nikâhtan sonra fakat cinsi münasebette bulunmadan ve sahih halvet olmadan yapılan boşama
2- Üç talak ile yapılan boşama,
3- Kadının isteği ile bir bedel karşılığında anlaşarak yapılan boşama,
Hanefiler, kinayeli veya mübalâğa ve şiddet ifade eden sözlerle yapılan boşamayı da bâin talak sayarak, maddeyi dörde çıkarmışlardır (Hayreddin Karaman, M İslâm Hukuku, I, 303)
Bâin talak, beynûnet-i* suğrâ (küçük ayrılık) ve beynûnet-i kübrâ (büyük ayrılık) olmak üzere iki kısma ayrılır Buna hürmet-i hafife ve hürmeti galiza da denir Bir veya iki talak ile meydana gelen bâin talaka beynûnet-i suğrâ; üç talak ile meydana gelen bâin talaka da beynûnet-i kübrâ adı verilir
Eşini ric'î (dönülebilen) talak ile boşamış olan bir kimse, iddet müddeti (üç ay) içerisinde kararından vazgeçip evine dönmezse, bu boşama bâin talaka dönüşür ki, tekrar evlenmek isteseler, mehir ve nikâh gerekir
Beynûnet-i suğrâ ile boşanan eşler, derhal boşanmış olduklarından birbirine mirasçı olamazlar Koca, karının hakkı olan mehirini henüz vermemiş ise hemen ödemesi gerekir
Bâin (bir veya iki) talakla karısını boşamış olan kimse, karısı başka biriyle evlenmeden, yeni bir mehir ve yeni bir akidle onunla tekrar evlenebilir Beynûnet-i kübrâ (üç talak) ile boşayan kimse ise, kadın başka biriyle evlenmeden, onunla tekrar evlenme hakkına sahip değildir (Seyyid Sâbık, Fıkhü's-Sünne, II, 277) Bu konuda Kur'an-ı Kerîm'de: "Boşama iki defadır Ondan sonrası ya iyilikle tutmak veya güzellikle salmak vardır Bundan sonra kadını tekrar boşarsa, kadın başka biriyle evlenmedikçe kendisine helâl olmaz" (el-Bakara, 2/229-230), buyurulmaktadır
İki veya üç defa yapılan boşamaların aynı anda veya ayrı ayrı zamanlarda yapılması önemlidir Normal olarak boşamaların ayrı ayrı zamanlarda yapılması gerekir Başka bir deyimle bir iddet müddetinde yani üç ayda bir defa boşama yapılır Üç ay geçtikten sonra ikinci defa boşar Bir üç ay geçtikten sonra tekrar üçüncü defa da boşarsa, beynûnet-i kübrâ meydana gelmiş olur İslâm hukukçuları bu konuda görüş birliğine varmışlardır Fakat, bir anda iki veya üç talak ile boşama yapılırsa, iki ve üç talak meydana gelir mi yoksa bu, bir talak mı sayılır hususunda görüş ayrılıkları vardır Bazıları yukarıda geçen ayetin zâhirini delil göstererek, bir anda iki defa boşarsa iki, üç defa boşarsa üç sayılır derken; diğerleri de bir anda iki veya üç defa yapılan boşamalar bir talak hükmündedir demişlerdir Çünkü Hz Peygamber (sas) ve Hz Ebû Bekir devrinde ve Hz Ömer'in ikinci yılına kadar, aynı anda yapılmış olan iki üç veya daha fazla boşamalar, bir talak kabul edilmiştir (İbn Rüşd, age, II, 61) Dinde kolaylık esas olduğuna göre, toplumun temelini oluşturan aile yuvasının dağılmasını önlemek için, aynı anda yapılan iki, üç veya daha fazla boşamaların bir talak sayılmasında fayda vardır Bununla kadının mağduriyeti önleneceği gibi pişmanlık kapısı da kapatılmamış olur

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #309
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük



BAKARA SÛRESİ

Kur'an-ı Kerîm'in ikinci ve en uzun suresi Medine'de ilk nazil olan suredir Kur'an'ın en son inen ayeti de bu urenin 281 ayeti olduğu için tamamlanması onbir yıl sürmüştür Ayet sayısı ikiyüzseksenaltı, kelimeleri altıbinyüzyirmi, harfleri yirmibeşbinbeşyüzdür Fasılaları mim, nûn, dâl, be, re, kâf, lâm harfleridir
Medine'de inmesi ve en uzun sure olmasından dolayı, İslâmî hükümlerle ilgili birçok konuları ihtiva etmektedir Fatiha suresi Kur'an'ın bir özeti olarak kabul edilirse, Bakara suresi de Kur'an'ın bir tafsilidir Surede İslâm'ın önemli ve başlıca temel esaslarını kabul edip etmeme durumu değerlendirilmektedir Tevhîd akîdesinin hak olduğunu ispat etmek için çeşitli tabiat olaylarındaki hikmetler ve ayetler anlatılmıştır Yalnız dilleriyle iman eden münâfık kitlenin halleri ve Hz Âdem (as)'ın kıssası teferruatıyla aktarılır İsrailoğullarına verilen nimetler ve onların bu nimetleri inkârları, Hz Peygamber'e düşmanlıkları ve müslümanların aleyhine olan tavırları ifade edilir Daha önce gönderilen kitap ve şerîatların neshedildiği, İslâm'ın en son ve en mükemmel din olduğu, Hz İbrahim (as)'ın getirdiği tevhid akidesi, İsrailoğulları'nın bu dini ve tevhid anlayışını benimsememeleri, Hz İbrahim'in Kâbe'yi inşa edişi, kıblenin Kudüs'ten Mekke'ye tahvili ve Kâbe' nin İslâm dinindeki yeri ,anlatılır Müslümanların birçok güçlüklere uğrayacakları, karşılaşılan bu sıkıntıların sona ereceği ve İslâm'ın er geç muzaffer olacağından bahsedilir Daha sonra İslâm'da helâl ve haramlar ele alınır Ayrıca, İslâm'ın namaz, oruç, zekât hacc, cihat ve şehadet gibi emirleri anlatılır İçki, adam öldürme, zina, nikâh, kısas, yetimlerin haklarından, kadınların hayız hâllerinden, talak, iddet ve nafakalarından bahsedilir
Allah'ın emir ve yasakları, iman edip tağut*a karşı durmanın önemi ve imanın ancak tağutun hükümlerinden uzak olmakla tamamlanabileceği anlatılır Sonunda İslâm'da borçlanmanın, şahitliğin, rehinin ve bunlarla ilgili diğer hüküm ve prensiplerden; faizin yasak oluşundan, toplum içinde borç vermek suretiyle müslümanların birbirlerine yardımcı olmaları gerektiğinden ve sure ile gelen bütün hükümlerin, İslâm toplumunun ve devletin vazgeçilmez temel unsurları olduğundan bahsedilir
Bakara suresi adını 67-71 ayetlerde geçen "Bakara" kelimesinden almıştır Bakara kelimesi Bakar'dan gelmektedir ki sığır demektir Kelimenin sonundaki te, tekil için kullanıldığında bir tek sığır demek olur Eğer te'nis (dişilik) için olursa inek demek olur Genellikle bu ikinci şık kabul edilmiştir
Sureye adını veren bu olay, Hz Musa (as) döneminde meydana gelmiştir Zira altmış yedinci ayette Hz Musa kavmine bir inek kesmelerini söylediği zaman, bunu çok garipseyerek "Sen bizimle alay mı ediyorsun?" demişlerdi Meselenin aslı şu idi:
İsrailoğulları içinde zengin bir adam vardı Bunun da bir kızı ve fakir bir yeğeni vardı Yeğeni amcasından kızını istedi Adam kabul etmedi Genç de buna kızarak "Yemin ederim, amcamı öldürüp, malını da, kızını da alacağım" dedi Delikanlı amcasına gelerek" amca şuraya tacirler gelmiş, onlara gidelim de bir şeyler satın alayım Seni yanımda görürlerse bana mal verirler" dedi Amcası da geceleyin yeğeni ile birlikte çıktı Yeğeni yolda onu öldürüp, evine döndü Sabah olunca da, hiç bir şey bilmiyormuş gibi amcasını aramaya başladı Bulamayınca akşamki yere doğru gitti Birkaç kişi amcasının başında toplanmıştı Onlara: "Amcamı siz öldürdünüz" diyerek diyetini istedi Ağlayıp, üstünü başını yırtmağa başladı Sonunda durumu Hz Musa'ya arz etti Hz Musa (as) da onlara diyet vermelerini emretti Onlar da "Ya Musa, Rabbine dua et, katili meydana çıkarsın Aksi takdirde bizim için ayıp olacaktır" dediler Musa da onlara bir inek kesmelerini, etini maktûle dokundurmalarını söyledi Onlar da "böyle şey olur mu?" diye garipsediler Hz Musa'nın bu talebinden kurtulmak ve başlarından atmak için ineğin nasıl bir inek olduğunu sordular Her seferinde Mûsa'ya karşılık vererek bunu yapmaktan kaçındılar Çok uzun tereddütlerden sonra vasıfları surede belirtilen ineği bulup kestiler Etinin bir kısmını maktûle dokundurunca maktûl dirilip kendisini yeğeninin öldürdüğünü söyledi ve tekrar düşüp öldü Bunun üzerine katile miras vermediler, ondan sonra da bu hüküm devam etti (Sâbunî, Safvetu't-Tefâsir, 1/76) Aynı konu Kitab-ı Mukaddes'de de geçmektedir (Â'dâd, 7, 63-68; Tesniye, 21, 1-9)
Görüldüğü gibi olayda öldükten sonra dirilmeye açık işaret vardır Bunun yanı sıra, İsrailliler'in Mısırlılar'dan görerek benimsedikleri öküze tapma olayının dolaylı yoldan kaldırılması da vardır
Bakara suresinin fazileti hakkında birçok hadîs-i şerif vârid olmuştur:
"Her şeyin bir zirvesi vardır Kur'an'ın zirvesi de Bakara suresidir Her kim onu evinde geceleyin okursa üç gün o eve şeytan girmez Kim de onu evinde gündüzün okursa o eve üç gün ,şeytan girmez " (Suyûtî, Câmiu's-Sağîr; Ebu Yâ'lâ, İbn Hibbân, Taberânî, Beyhakî)
"Kur'an'ın en faziletli suresi Bakara suresidir Onun da en büyük ayeti Âyetü'l-Kürsî'dir Bir evde Bakara suresi okunursa şeytan onu dinlemeye tahammül edemeyerek oradan dışarı fırlar " (Suyûtî, Camiu's-Sağîr)
"İki parlak sureyi, Bakara ile Âli İmrân surelerini okuyun Çünkü bunlar kıyamet gününde iki gölgelik yahut iki kuş bölüğü gibi gelir, okuyucularını mahşerin sıcağından korurlar, onları müdafaa ederler Bakara suresini okuyun Ona sahip olmak bereket, onu terketmek pişmanlıktır Sihirbazlar onu elde etmeğe güç yetiremezler " (Suyutî, Camiu's-Sağîr; Müslim, 1/553, hadis no: 804)
"Her kim Bakara suresini okursa başına Cennet tacı geçirilir " (Dârimî 2/447, 10572)
"Bakara suresini öğretmek bereket, terketmek ise pişmanlıktır Sihirbazlar onu elde etmeğe güç yetiremezler O Kur'an'ın çadırıdır " (Dârimî, 2/446, 10570)
Bakara suresinin 255 ayeti olan Âyetü'l-Kürsî ayrı bir özellik taşımaktadır Bu konuda da iki hadis zikretmekle yetineceğiz
"Her şeyin bir zirvesi vardır Kur'an'ın zirvesi de Bakara suresidir Onda öyle bir ayet vardır ki o ayet Kur' an ayetlerinin efendisidir O da Âyetü'l-Kürsî'dir " (Tirmizî, V,157, hadis no: 2878)
Bakara suresinin Âmene'r-Resûlû olarak meşhur olan son iki ayetinin de çok büyük faziletleri vardır
"İbn Abbas'ın rivayetine göre, bir gün Cebrail (as) Peygamber (sas)'in yanında otururken yukarıdan kapı sesi gibi bir ses duydu Başını kaldırdı: "İşte bugün gökten bir kapı açıldı Şimdiye kadar bu kapı açılmamıştı Gökten bir melek indi O da bugüne kadar inmemişti Melek selâm verdi ve: "Müjde, sana iki nur verildi ki senden önce hiçbir peygambere verilmemiştir Bunlar: Fatiha suresi ile Bakara suresinin son ayetleridir Kim bunlardan bir harf okursa muhakkak sevabını görür " (Müslim, I, 554, hadis no: 806) buyurdu
Ebu Mes'ud'un rivayet ettiği hadîs ise şöyledir: "Her kim Bakara suresinin son iki ayetini okursa onu her türlü kötülükten korurlar " (Müslim, I, 555, hadis no: 807)
Numan b Beşir'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulmaktadır: "Cenâb-ı Allah gökleri ve yeri yaratmadan iki bin sene evvel bir kitap yazdı Ondan iki ayet indirerek Bakara suresini tamamladı Bunlar bir evde üç gece okunursa o eve ,şeytan yaklaşmaz " (Tirmizî, V, 160, hadis no: 2882)


el-BÂKÎ

Allah'ın güzel isimlerinden biri
Varlığının sonu olmayan, varlığın devamı, önü ve sonu olmamak anlamına gelmektedir Başlangıcı olmamak anlamıyla Allahu Teâlâ'ya "el-Kadîm"; sonu olmamak anlamında da "el-Bâkî" denir Bu manalara yakın "el-Ezelî, el-Ebedî" ism-i şerifleri de vardır Ezel, geçmişte başlangıcı olmayan; ebed, ilerde sonu olmayan demektir Allah'ın varlığı imtidad, istimrar ve devam bakımından zaman methumunun içine girmez Zaman, yaratılmışlara hastır Kâinat yokken zaman da yoktu, fakat Allah vardı Kâinat bittiğinde zaman da bitecektir, ancak Allah bâkîdir Dünyadaki her şey fanîdir, Allah ise bâkîdir
Allahu Teâlâ Rahmân suresinde şöyle buyurur: "Yeryüzünde bulunan her şey fanîdir Ancak yüce ve cömert olan Rabb'ının varlığı bâkîdir " (er-Rahmân, 55/26-27)
Vâcibu'l-Vücud olan Cenâb-ı Hakk'ın, vücuddan ayrılması mümteni olduğuna, vücud da, varlığının evveli olmamak manasına gelen Kıdem'i gerektirdiğine göre, Kıdem'i sabit olanın ademi mümtenidir Kıdemi sabit olan Cenâb-ı Hakk, beka sıfatına haiz olmakla bakidir (bk Bekâ) "O, evveldir ve ahirdir, hem zahirdir, hem batındır O, her şeyi kemâliyle bilendir " (el-Hadid 57/3) Sebepler O'ndan başlar, müsebbebler O'na müntehi olur O, başlangıçsızdır, sonu da gelmez, isim ve sıfatlarıyla ezelidir


Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #310
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




AREFE
Zülhicce Kamerî ay'ının dokuzuncu günü Yani Kurban Bayramından bir önceki gün demektir Türkiye'de Ramazan Bayramı'ndan bir gün öncesine de Arefe günü denir Bu günde hacılar Arafat Dağı'na çıkarlar Hacıların buradaki duruşlarına Vakfe* adı verilir Resulullah'ın Arefe günü hakkında şöyle dediği kaydedilir:
"Arefe günü vakfe sırasında Cenâb-ı Hakk'ın Cehennem'den azat ettiği kulların sayısı diğer günlerde azat edilenlerle kıyaslanmayacak kadar çoktur Allah, Arefe günü vakfe yapanlara yaklaşır Sonra onlarla meleklere karşı iftihar ederek 'bunlar ne istiyorlar ki bütün işlerini bırakıp burada toplandılar' der" (Müslim, Hacc, 1348) Ayrıca şu hadis de o gün yapılacak amelin kazandıracağı sevabı bildirir: "Cenâbı Allah'ın Arefe günü oruç tutanların ikinci ve daha sonraki yıllarının günahlarını örteceğini ümid ederim" (Müslim, Sıyâm, 1162) Ancak Arefe günü vakfe yapacak hacıların oruç tutmamaları müstehaptır Fakat hacı olmayanların oruç tutmaları mübahtır
Arefe günü Arafat'ta vakfeye duran hacılar topluluğu mahşerin küçük bir örneğini gösterirler Bütün hacılar, siyahı, esmeri, beyazı ve kızılı tamamen eşit şartlarda, aynı tip elbiseye bürünmüş, emîri-me'muru, zengini-fakiri, hep bir arada ihramlar içinde başları açık, yalınayak vakfeye durmuş Allah'a yalvararak günahlarının bağışlanmasını isterler Sosyal yönden büyük bir eşitlik arzeden bu manzara İslâm'ın insana bakış açısını göstermektedir

ÂRİYET
Geçici olarak, vadesiz alınan yahut verilen şey, ödünç
Âriyet veya âriyyet, emanet verilen şeye veya âriyet akdine ait bir isimdir "Âre" fiilinden alınmış olup, mastarı gidip-gelmek demektir Teâvür' den geldiği de söylenmektedir Emanet bir şey istemek âr ve ayıp olduğu için "âr" kelimesine nisbet edilmiştir Ancak Hz Peygamber de âriyet aldığı için, bu akdin ayıp bir iş olmadığı söylenmiştir (el-Mu'cemü'l- Vasît, I-II, s 642; es-Serahsî, el-Mebsût, XI, 133; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, VII, 99 vd; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, IV, 524)
Es-Serahsî ve Malikiler âriyet vermeyi şöyle tarif ederler: "Âriyet akdi, yararlanmayı bir bedel olmaksızın temlîk etmektir" Şafiî ve Hanbelîlerin tarifi ise şöyledir: "Âriyet akdi, yararlanmayı bedelsiz olarak mübah kılmaktır" Yine âriyet, bir malın birine meccânen, yani herhangi bir bedel almaksızın ve geri alınmak üzere temlîk olunmasıdır (es-Serahsî, age, XI, 133; el-Mevsılî, el-İhtiyar, III, 55; Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, IV, 144, 145)
Buna göre, âriyet akdi, bir maldan meccânen yararlanmayı sağlayan bir akittir
Âriyet akdinin meşrû oluşu Kitap, Sünnet ve İcmâ delillerine dayanır
Kur'an-ı Kerim'de doğrudan âriyet akdinden söz eden bir ayet yoktur Ancak karşılıklı yardımlaşmayı teşvik eden, yardımlaşmayı engelleyenleri kötüleyen ayetler bu akdi de kapsamına alır
Ayetlerde: "İyilik ve takvâ üzerine yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın" (el-Mâide, 5/2); "Onlar zekâtı da menederler" (Mâûn, 107/7) buyurulur Zekât olarak ifade edilen "mâûn" çeşitli tefsirlerde kap-kacak, çanak-çömlek, iğne, balta, kova, su, ateş ve tuz gibi âriyet olarak verilmesi âdet olan şeylerdir (Hafîdu İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, Mısır (ty), II, 359) Bu iki ayet, insanların muhtaç oldukları şeyleri birbirine âriyet yoluyla vererek ihtiyaçlarını gidermelerini öngörmektedir Bu mendûb bir ameldir
Resulullah (sas), Ebû Talha'dan emanet olarak bir at aldı ve ona bindi (Buhârî, Müslim, Enes b Mâlik'ten, Ahmed b Hanbel, eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, V, 299) Başka bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Hz Peygamber Huneyn gününde Safvân b Ümeyye'den bir zırhı emanet olarak aldı Bunun üzerine Safvân şöyle dedi: "Bunu gasp olarak mı aldınız ya Muhammed" "Resûlullah (sas): Hayır, tazmin edilecek bir âriyet olarak aldım " buyurdu " (Ebû Dâvud, Nesâî, Ahmed b Hanbel, Zeylaî, Nasbü'r-Râye, IV, 116; eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, V, 299)
Hanefilere göre âriyet akdinin rüknü, malın sahibinin icab (teklif)ından ibarettir Âriyeti alanın kabûlü ise istihsâna göre bir rükün olmayıp, kıyasa göre rükün sayılır (el-Kâsânî, age, VI, 214)
Âriyet akdinin şartları: a) Âriyet verenin âkil (akıllı) olması gerekir Hanefilere göre bülûğ şartı yoktur Diğer fakihlere göre ise, âriyet verenin teberrua ehil olması gerekir b) Âriyet isteyenin kabzı Çünkü bu, bir teberrû akdidir Âriyet hükmü, hibede olduğu gibi kabzsız sabit olmaz c) Âriyet verilen şeyden istihlâk edilmeksizin yararlanmanın mümkün olması (el-Kâsânî, age, VI, 214; Vehb ez-Zühaylî, el-Fıkhu 'I-İslâmî ve Edilletühu, V, 56-57)
İslâm âlimleri ev, arazi, elbise, hayvan, nakil aracı gibi devam etmesiyle birlikte kendisinden yararlanmak mümkün olan her şeyde âriyet akdinin geçerli olduğunu kabul ederler
Harbîye silâh ve atı; mümin olmayana mushafı ve bu nitelikteki kitabı âriyet olarak vermek haramdır (es-Şirâzî, el-Mühezzeb, I, 363)
Âriyet akdi mutlak ve mukayyed olmak üzere iki kısma ayrılır: 1) Mutlak âriyet: Bir kimsenin bir şeyi, bizzat kendisinin mi yoksa başkasının mı kullanacağı ve nasıl kullanılacağı gibi hususları belirtmeden âriyet olarak almasıdır Bir hayvanı binmek veya yük yüklemek için aldığını belirtmeden âriyet almak gibi Bu durumda örfe göre sahibi imiş gibi hareket edebilir (es-Serahsî, age, XI, 144; el Kâsânî, age, VI, 215; İbnü'l-Hümâm, VII, 107; İbn Âbidîn, age, VI, 527) 2) Mukayyed âriyet: Bu, süre ve yararlanma veya bunlardan birisi hakkında kayıt konulmuş âriyettir Burada mümkün olduğu kadar kayda uyulur (el-Kâsânî, age, VI, 215-216; İbnü'l-Hümâm, age, VII, 107 vd; es-Serahsî, age, XI, 137 vd)
Âriyet verenin borçları: Âriyet verilen şeyi teslim etmek Âriyet alanın aldığı şeyden yararlanabilmesi için, malın kendisine teslim edilmiş olması gerekir Çünkü âriyet malı kullanmak ona sahip olmayı gerektirir
Faydalanmaya elverişli malı vermek Bazı mallardan yararlanma ancak istihlâkla mümkün olur Bunlar ölçü, tartı veya sayıyla satılan misli şeylerdir Nakit para, buğday, şeker gibi Bazı mallar tüketilmeksizin yararlanmaya elverişlidir Bu tür kullanım şekline "âriyet" denir
Yararlanmanın karşılıksız olması Âriyet veren kimse malı kullanandan ücret isteyemez (Mecelle, mad: 812) Eğer maldan yararlanma karşılığında bir bedel sözkonusu olursa bu akde "kira akdi" denir (es-Serahsî, age, XI, 133; İbn Rüşd, age, II, 359; el-Mevsılî, el-İhtiyâr, III, 55; Bilmen, age, IV, 144)
Âriyet verenin hakları: Âriyet verilen şeyi geri isteme İmam Ebû Hanîfe ve İmam Şâfiî'ye göre âriyet akdi her zaman feshi mümkün olan bir akittir Âriyet veren dilediği zaman verdiği şeyi geri isteyebilir (el-Kâsânî, age, VI, 216; Mecelle, madde: 807)
Âriyet verilen şeyin akde veya şeyin niteliğine yahut tahsis maksadına uygun olarak kullanılmasını istemek
Âriyet alanın aldığı şeyi, mülk sahibinin istemesi veya sürenin sona ermesi üzerine geri vermesi gerekir Âriyet malı belirlenen şartlara veya örfe göre kullanmak; bu konuda sınırı aşmamak gereklidir Âriyet verilen şeyin koruma ve bakım masraflarını âriyet alanın karşılaması asıldır Bu malı kendi mülkü gibi koruması gerekir
Âriyet alanın, emanet malı aşırı bir şekilde kullanması ve bu yüzden telef olması hâlinde, bedelini ödemesi gerekir (Mecelle, madde: 814) Mal sahibi emaneti geri istediği hâlde, âriyet alan vermez ve bu arada telef olursa yine bedelini öder (es-Serahsî, age, XI, 143; el-Kâsânî, age, VI, 216; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, VI, 215) Hadiste: "El, aldığı şeyden onu geri verinceye kadar sorumludur " (Ebû Dâvud, Büyû, 88; İbn Mâce, Sadakât, 5; Ab Hanbel, V, 8, 13)
Âriyet şeyin izinsiz olarak üçüncü kişiye verilip zayi olması da bedelin ödenmesini gerektirir (es-Serahsî, age, XI, 144)
Şu durumlarda âriyeti tazmin gerekmez: Normal olarak kullanılırken zayi olan âriyet Âriyet, âriyet alanın elinde emanet hükümlerine tabidir Emanet, kasıt veya ihmal olmadıkça tazmin edilmez (Mecelle, madde: 813) Kullanma şekli sınırlandırılmış âriyette sınırı aşmaksızın kullanmaktan dolayı mal zayi olsa bedelin ödenmesi gerekmez Kullanma için şart konulmamışsa bu konuda örfe uyulur (İbn Rüşd, age, II, 360)
Âriyet akdi, âriyet verenin malı geri istemesi veya taraflardan birisinin vefat etmesi yahut da kullanma süresinin bitmesiyle sona erer (es-Serahsî, age, XI, 143; el-Kâsânî, VI, 215; Bilmen, age, IV, 198, 201)

ARZ-I MEV'UD

Va'dedilmiş yer Hz İbrahim ve onun soyundan gelenlere verileceği va'dedilen arazî Bu tabir Kur'an-ı Kerîm'de "Bereketli arz" olarak kaydedilmektedir (el-Enbiyâ, 21/71) Hz Yusuf (as)'ın Mısır'a götürdüğü İsrailoğulları zamanla Firavunların yönetimi altında zulme uğramış, mustaz'af* bir kitle haline gelmişti Kur'an'da Hz Musa (as)'ın onlara şöyle dediğini biliyoruz "Ey Kavmim, Allah'ın size takdir ettiği Arz-ı Mukaddes'e girin arkanıza dönmeyin Yoksa hepiniz nice zararlara uğrayanlardan olursunuz " (el-Mâide, 5/12) Hz Musa'nın sözleriyle Allah'ın İsrailoğullarına mukaddes kıldığı belde bildirilmiş ise de bunun neresi olduğu kesin olarak bilinmemektedir Ken'an ili olarak bilinen yer Filistin, Şam, Ürdün'deki Ken'an bölgesi yahut Kudüs şehri midir, bu hususta kesin bir bilgiye sahip değiliz Ancak o dönemlerde bu bölgede büyük bir devlet hüküm sürdüğünden, israiloğulları buraya gelmek istememişler, bunun için de Hz Musa'ya: "Git sen ve Rabbin, savaşınız; biz buracıkta oturacağız" demişlerdi (el-Mâide, 5/24) Bundan sonra İsrailoğulları'nın buraya gidemeyeceği, ancak bu bölgeye salih kulların mirasçı olacakları Hz Dâvud'a vahyedilen Zebur'da belirtilmiştir: "Andolsun ki biz zikir (Tevrat)'dan sonra (Davud'a indirilen) Zebûr'da yazdık ki "Arz'a (arz-ı Mev'ud 'a) benim salih kullarım varis olur"(el-Enbiyâ, 21/105) Arz-ı Mev'ud'un değerini takdir edemeyen İsrailoğulları yeryüzünün salihleri olamamış fakat daima bunun özlemini duymuş ve bu toprakları ele geçirmek için her türlü hileye başvurarak her şeyi mübah görmüşlerdir Arz-ı Mev'ud Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahûdiler tarafından kutsal kabul edildiği için her üç ümmet de buraları ele geçirme gayreti içine girmiş ve bu bölgede tarih boyunca mücadeleler sürmüştür Yahudiler Allah'ın Peygamberlerini öldürüp onun dinine ve emirlerine sırt çevirdiklerinden Allah onların bu kutsal yerlere mirasçı olamayacaklarım belirtmiştir Yukarıda ifade edildiği gibi yeryüzüne Allah'ın salih kulları varis olacaktır Bu ilâhi hüküm bütün kutsal kitaplarda mevcuttur (bk el-Enbiyâ, 21/105; Mezmurlar, 37/29, 69/32-36) İslâm'dan önceki dinler ve Hz Peygamber'den önceki kutsal kitap ve şerîatler, Kur'an ile neshedildiği için, bütün insanların İslâm'a ve Kur'an'a tabi olması halinde Allah'ın salih kulları olmaları mümkündür Arz-ı Mev'ud'a ancak Allah'ın son şerîatı olan İslâm'a iman etmekle vâris olunabilir


Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #311
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük



ASABE
Sarmak, kuşatmak, şiddet, kuvvet, yardım ve himaye, baba tarafından olan yakın akrabalar Bir miras hukuku terimi olarak ise; yalnız başına olduğunda bütün mirası Ashabü'l Ferâiz'den* mirasçı bulununca onlardan artanı alan ve ölene (mûris'e) araya kadın girmeksizin bağlanan erkek hısımlarla bu hükümde olan diğer kimselerdir Oğlu, oğlun ilânihaye oğlu gibi Bunların belirli miras hisseleri ayet ve hadislerde belirlenmemiştir
Asabe önce ikiye ayrılır: Kan hısımlığı sebebiyle asabe, köle ve câriyeyi hürriyetine kavuşturmaktan doğan asabe
Kan hısımlığı sebebiyle asabe üçe ayrılır:
A) Kendi başına asabe olanlar (Binefsihi asabe) Bunlar ölenle (mûrisle) aralarına kadın girmeyen erkek hısımlardır Bunlar dört sınıf olup şunlardır:
1) Ölenin araya kadın girmeyen erkek fürûu Oğlu, oğlunun oğlu gibi Ayette: "Ölenin çocuğu (oğul veya kız) varsa ana ve babadan herbirine terikenin altıda biri vardır" (en-Nisâ, 4/11) buyurulur Burada, babaya belli hisse verilerek, oğul asabelikte (artanı almada) ondan öne alınmıştır
2) Ölenin araya kadın girmeyen erkek usûlü Babası, babasının babası gibi Ayette: "Ölenin çocuğu olmayıp da, O'na ana ve babası mirasçı olduysa, üçte biri anasınındır" (en-Nisâ, 4/11) buyurulur Burada annenin hissesi belirlenmiş, artanın da babaya ait olacağına işaret edilmiştir
3) Ölenin babasının araya kadın girmeyen erkek fürûu Ölenin ana-baba bir veya baba bir erkek kardeşleri ile bunların ilânihaye oğulları gibi Bununla ilgili olan Kur'anî hüküm şudur: "Eğer (mirasçı) erkek kardeş ise çocuksuz (ve babasız) ölen kız kardeşinin (ölümüyle) bıraktığı mirasın tamamını alır" (en-Nisâ, 4/176) Cenâb-ı Allah'ın hükmüne göre çocuğu ve babası olmayan kimse ölür ve geride ana-baba bir veya baba bir erkek kardeşi kalırsa, mirasın tamamı, ashabü'l-ferâiz'den kimse varsa, bunlardan artanı bu erkek kardeşindir
4) Ölenin dedesinin erkek fürûu Ana-baba bir veya baba bir amcalarla, bunların ilânihaye erkek çocukları Hadiste şöyle buyurulur: "Nebî (sas) mirası ana-baba bir erkek kardeşe, sonra baba bir erkek kardeşe, sonra ana-baba bir erkek kardeşin oğluna, sonra baba bir erkek kardeşin oğluna verdi Amcaların durumunu da aynen bunlar gibi zikretti" (el-Mavsilî, el-İhtiyar, V, 93; Hafidu İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, II, 321-322)
Birden çok asabe birlikte bulunursa en yakın ve en kuvvetli olan tercih edilir Diğerleri mirastan düşer Resulullah (sas): "Ashabü'l-Ferâize hisselerini veriniz Onlardan artan miras, en yakın erkek hısımındır" (Buhârî, Ferâiz, 5, 7, 9-10; Müslim, Ferâiz, 2-3; Tirmizî, Ferâiz, 8) buyurmaktadır
Buna göre asabeye miras verilirken şu prensiplere uyulur:
1) Yakın olan uzak olanı düşürür Bu da ikiye ayrılır:
a) Sınıfta yakınlık: Bir önceki sınıftan asabe varken sonraki sınıfta bulunanlar miras alamaz Meselâ, oğul varken baba veya erkek kardeş miras alamaz Ancak baba aynı zamanda ashabü'l-ferâiz'den olduğu için bu durumda altıda bir alır
b) Derecede yakın olan uzak olanı düşürür Bu durum aynı sınıfta, birden çok asabe bulunması hâlinde sözkonusu olur ve ölene en yakın olan tercih edilir Meselâ; birinci sınıftan oğul ile oğlun oğlu birlikte mirasçı olsalar, derecede (batında) yakın olan oğul, torunu düşürür
2) Kuvvetli olan zayıfı düşürür Bu durum, sınıf ve derecesi aynı olan birden çok asabe birlikte bulunursa sözkonusu olur Meselâ; ana-baba bir erkek kardeş ile baba bir erkek kardeş birlikte bulunsalar, hısımlığı kuvvetli olan öz kardeş, baba bir kardeşi düşürür
Asabe'ye miras verilirken bu, sınıf, derece, yakınlık ve kuvvet durumlarının daima gözönünde tutulması gerekir Ana-bir erkek kardeşlerle, ana bir amcalar zevi'l-erham* grubu içinde yer alırlar
B) Başkası ile birlikte asabe olanlar (Bigayrihi asabe) Bunlar kadınlardan olmak üzere dört çeşit hısımlardır Erkek kardeşleri ile birlikte müşterek asabe olurlar
1) Ölenin kızları Bunlar ölenin oğulları ile müşterek asabe olurlar Cenâb-ı Allah; "Allah size (miras hükümlerini şöylece emir ve) tavsiye eder Çocuklarınız hakkında, erkeğin hissesi iki kızın hissesi kadar" (en-Nisâ, 4/11) buyurur
2) Ölenin oğlunun kızları Bunlarda ölenin aynı derecede (batındaki) oğlun oğlu ile asabe olurlar Yukarıdaki ayette evlad kelimesi oğul ve kız anlamı yanında bunlar olmayınca oğlun oğlu veya kızı anlamına da gelir (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, II, 311-312)
3) Ana-baba bir kız kardeşler Bunlar öz erkek kardeşlerle birlikte olunca asabe olurlar (en-Nisâ, 4/176)
4) Baba bir kız kardeşler Bunlar da baba bir erkek kardeşlerle birlikte asabe olurlar (en-Nisâ, 4/176)
C) Başkasının bulunması ile asabe olanlar (Maagayrihi asabe) Bunlar ölenin kızları veya oğul kızları ile birlikte bulununca asabe olan kız kardeşlerdir Bunlar iki kısımdır:
I) Ana-baba bir kız kardeşler Ölenin kızı veya oğlunun kızı ile asabe olurlar Hz Peygamber (sas): "Kız kardeşleri, kızlarla birlikte bulununca, asabe yapınız" (Buhârî, Ferâiz, 12; Dârimî, Ferâiz, 4) buyurmaktadır
2) Baba bir kız kardeşler, yine ölenin kızı veya oğlunun kızı ile asabe olurlar Bu konudaki delil, yukarıda zikrettiğimiz hadistir Ana-baba bir kız kardeş bulunmayıp da, kız veya oğul kızı ile beraber baba bir kız kardeş bulunursa asabe olur
Burada asabe olan kız kardeşler, ölenin kızı veya oğul kızı ashabü'l-ferâiz sıfatıyla belirli hissesini aldıktan sonra, artanı alırlar Aynı kuvvette sayıları birden fazla olunca, artanı kendi aralarında eşit olarak paylaşırlar Üç tane ana-baba bir kız kardeşin asabe olması gibi (Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, Şahıs, Aile, Miras Hukuku, İstanbul 1983, s 495-507)

AŞERE-İ MÜBEŞŞERE

Hayatta iken Hz Peygamber (sas) tarafından Cennet'le müjdelenen ashabın ileri gelenlerinden on kişi için kullanılan bir tabir
Kur'an-ı Kerîm'de bu hususta herhangi bir delil mevcut olmamakla birlikte, Resulullah'ın sahîh hadisleriyle sabit olan bu ashabın Cennetlik oluşları, İslâm'ın genel prensipleri dahilinde gayet tabi bir olaydır Aşere-i Mübeşşere tabirinin yanısıra "el-mubeşşirun bi'l-Cenneh" tabiri de bu sahabeler hakkında kullanılmıştır Bu meşhur on sahabi şunlardır: Hz Ebû Bekr (ö 634), Hz Ömer (ö 643), Hz Osman (ö 655) Hz Ali (ö 660), Hz Abdurrahman b Avf (ö 652), Hz Ebû Ubeyde b el-Cerrâh (ö 639), Hz Talha b Ubeydullah (ö 656), Hz Zubeyr b Avvam (ö 656), Hz Sa'd b Ebi Vakkâs (ö 674), Hz Said b Zeyd (ö 671)
Bu büyük sahabilerin kendilerine has özellikleri vardır Meselâ: Mekke'de ilk müslüman olan bu şahsiyetler Hz Peygamber'e ve İslâm davasına büyük katkıları olan kişilerdir Bu büyük sahabilerin hepsi İslâm devletinin müşriklere karşı giriştiği ilk büyük cihat hareketi olan Bedir gazvesinde bulundukları gibi, Hz Peygamber'e, O'nu ve İslâm'ı sonuna kadar koruyacaklarına dair Hudeybiye gününde ağaç altında Bey'at etmişlerdir İslâm akidesi için Allah yolunda en yakın akrabalarına karşı çarpışmaktan geri durmamışlardır Hadis âlimlerinden bazıları eserlerine bu on sahabinin rivayet ettikleri hadîslerle başlamışlardır Ayrıca sırf Aşere-i Mübeşşere'nin hayatlarını konu alan müstakil eserler kaleme alınmıştır Bunların faziletleri ve Resulullah tarafından Cennet'le müjdelendikleri sahih hadis kaynak ve mecmualarında sabittir (Tirmizî, Menâkıb, 25; Ahmed b Hanbel, I, 193)

ASHÂB

Peygamber Efendimize iman ederek O'nu gören ve müslüman olarak ölen kimseler
Lügat itibariyle ashab, arkadaş manasına gelen "sâhib" kelimesinin çoğuludur İslâm ıstılâhında "Hz Peygamber'in arkadaşları" için, daha geniş kapsamıyla Resulullah'ı gören müminler için kullanılmıştır Sahabî ve çoğulu olan sahabe terimleri de aynı manayı ifade eder
Sahabî sayılabilmek için az da olsa Resulullah ile görüşmek şarttır Bu sebeple Hz Peygamber döneminde yaşamış, O'na iman etmiş, hatta O'nunla haberleşip yazışmış, O'na destek sağlamış kişiler ashâbtan sayılmaz Meselâ o dönemin meşhur Habeşistan Kralı Necâşî Ashame böyledir İyiyi kötüden ayırdedebilecek temyîz yaşında Peygamber Efendimiz'i gören çocuklar ise ashabtandır Meselâ Hz Peygamber'in iki torunu Hasan ile Hüseyin'in durumu böyledir Hz Peygamber'e iman eden ilk kişi olarak ilk sahabî, Resulullah'ın mübarek eşi Hz Hatice'dir Son sahabî ise, genellikle kabul edildiğine göre 100/719 senesinde vefat eden Ebü't-Tufeyl Âmir b Vâsile el-Leysî el-Kinânî'dir Bu tarihten sonra yaşayan bir sahabînin varlığı bilinmemekle beraber İslâm âlimleri, Hz Peygamber'in hayatının sonlarında söylediği: "Yüz sene sonra bugün yaşayanlardan hiç kimse hayatta kalmayacaktır " (İbn Hacer, el-İsâbe, Mısır 1328, I, 8) hadîsine dayanarak ashabın bulunabileceği son zaman sınırı olarak 110/729 senesini belirlemişlerdir İslâm aleminde çok sonraki dönemlerde bile zaman zaman görüldüğü gibi artık bu tarihten sonra sahabî olduğunu iddia edenler çıksa da onlara itibar edilmez Sahabenin mutlaka Hz Peygamber (sas)'i bir an da olsa görmüş veya sohbetinde bulunmuş olması gerekir Amâlık, sağırlık veya dilsizlik gibi sebeplerle, görme ve sohbetten biri gerçekleşemezse, bu durum sahabî olmaya engel değildir Nitekim Ashabın ileri gelenlerinden ve Peygamberimiz'in müezzinlerinden olan Abdullah İbn Ümmi Mektûm, âmâ olduğu için Hz Peygamber'i görememiş fakat, sohbetlerinde bulunmuştur
Hz Peygamberi dünya gözüyle görmek şarttır O'nu (sas) rüyasında görenler sahabi sayılmaz
Hz Peygamber (sas)'i kendisine peygamberlik gelmeden önce gören veya O'nunla sohbet eden, fakat peygamberlikten sonra göremeyen kişi de sahabî sayılmaz
Peygamberlikten sonra Resulullah (sas)'i gören kimsenin müslüman olması ve daha sonra dinden çıkmış olmaması gerekir Binaenaleyh; henüz müslüman değilken Peygamberimizi gören bir kimse daha sonra müslüman olsa ve Hz Peygamber (sas)'i göremese, sahabi sayılmaz Yine, müslümanken Hz Peygamber (sas)'i gören ve sahabî olan bir kişi, daha sonra irtidat edip dinden çıksa, sahabîlikten de çıkar Ancak, tekrar müslüman olur ve Hz Peygamber'i görürse yine sahabî olur
İslâm'ın en güzel ve doğru bir şekilde öğrenilebilmesi için Hz Peygamberin, dolayısıyla Ashab-ı Kirâm'ın hayatını iyi bilmek gerekir Çünkü Hz Peygamber (sas) ve O'nunla içiçe yaşamış olan Ashab-ı Kirâmın hayatında müslümanlar için çok güzel örnekler vardır Alimler, Hz Peygamberin hayatını tafsilatlı bir şekilde tesbit ettikleri gibi, ashabın hayatıyla ilgili bilgileri de tesbite gayret etmişlerdir İslâm'ın ilk asırlarından itibaren sahabe biyografilerini tesbit için pek çok eser yazılmıştır Bu kitaplarda sahabe, ya Hz Peygambere yakınlık ve fazilet derecelerine göre veya isimlerine göre alfabetik bir şekilde ele alınmıştır Bu tür kaynaklarda toplam olarak ancak, 10000 kadar sahabenin hayatı hakkında bilgi verilmektedir Aslında ashabın sayısı kesin olarak tesbit edilebilmiş değildir Ancak genellikle Hz Peygamber vefat ettiği zaman 114000 sahabînin bulunduğu kabul edilir Hayatları kitaplara geçen sahabîler; tanınan, bilinen, çeşitli özellikleriyle meşhur olan kimselerdir Hayatlarıyla ilgili bilgiler sonraki asırlara intikal etmeyen veya Mekke-Medine gibi önemli merkezlerden uzakta yaşıyan sahabîlerin isim ve hayatları bu kaynaklarda yer almamıştır
Hz Peygamber'in arkadaşları ve yakın dostları olan Sahabe-i Kirâm, O yüce Peygamber (sas)'in şahsiyet ve dostluğundan çok istifade etmiş, kendilerine örnek alarak O'nun istediği gibi müslüman olmaya çok gayret göstermişlerdir İslâm'ın güçlenip yayılması için canlarıyla başlarıyla çalışmışlar, bu yolda, ölüm de dahil olmak üzere hiç bir şeyden çekinmemişler, Allah ve Resulunu, çoluk-çocuklarından, mallarından, hatta canlarından daha çok sevmişlerdir; Allah yolunda hiç çekinmeden yurtlarından hicret etmiş ve kanlarını akıtarak canlarını vermişlerdir Böylece Ashab-ı Kirâm'ın, Hz Peygamber'le beraber olmaktan kazandıkları üstünlükleri ortaya çıkmaktadır Nitekim bu ve benzeri özelliklerinden dolayı sahabe, Kur'an-ı Kerîm'in müteaddit yerlerinde bizzat Allah'u Teâlâ tarafından, hadîsi şeriflerde de Peygamberimiz tarafından methedilmektedir
"Böylece sizi (Ashab-ı Kirâm) vasat bir ümmet yapmışızdır; insanlara karşı hakikatin şahitleri olasınız, bu Peygamber de sizin üzerinize tam bir şahit olsun diye" (el-Bakara, 2/143)
"Siz (sahabe) insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız " (Âli İmrân, 3/ 110)
"İslam'da birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar yok mu? Allah onlardan razı olmuştur Onlar da Allah'dan razı olmuşlardır Allah bunlar için, kendileri içinde ebedî kalıcılar olmak üzere, altlarından ırmaklar akan Cennetler hazırladı İşte bu, en büyük bahtiyarlıktır" (et-Tevbe, 9/100)
"O ağacın altında müminler sana bey'at ederlerken, andolsun ki Allah onlardan razı olmuştur da kalplerindekini bilerek üzerlerine manevî bir kuvvet (moral) indirmiş ve onları yakın birfetih ile mükâfatlandırmıştır" (el-Feth, 48/28)
"Muhammed Allah'ın Resulu'dur O'nunla beraber olanlar (ashab) da kâfirlere karşı çetin ve metin, kendi aralarında merhametlidirler Onları rükû' edici, secde edici olarak görürsün Onlar Allah'dan daima fazl-u kerem ve rıza isterler Secde izinden meydana gelen nişanları yüzlerindedir" (el-Feth, 48/29)
Ehl-i Sünnet nazarında ashabın büyük bir değeri vardır Bu ve bunlara benzer bir çok Kur'an ayetinde açıkça veya îmâ ile ashabın faziletinden bahsedilmiştir Peygamber Efendimiz'in pek çok hadîslerinde toplu olarak, ya da fert fert ashabın faziletine yer verilmiştir ki, hemen hemen bütün ilk ve mûteber hadîs kaynaklarında bu hadîsler, "Fedâilü's-Sahabe= Sahabenin Faziletleri': veya benzeri başlıklar altında toplanmıştır Meselâ bu hadîslerinden birisinde Peygamber Efendimiz: "Nesillerin en hayırlısı, benim neslimdir " buyurmuştur (Buhârî, Fedâilü Ashabi'n-Nebî, 1; Müslim, Fedâilü's-Sahabe, 210-215)
Bir başka hadîslerinde de şöyle demiştir: "Ashabım hakkında Allah'tan korkun, ashabım hakkında Allah'tan korkun! Benden sonra onları kendinize hedef haline getirip düşmanlık etmeyin! Kim onları severse bana olan sevgisinden dolayı sever Kim de onlara kin beslerse bana olan kini dolayısıyla böyle yapar Kim onlara eziyet ederse bana eziyet etmiş olur Kim bana eziyet ederse Allah'a eziyet etmiş demektir Her kim de Allah'a eziyet ederse çok geçmeden Allah onun belâsını verir" (Ahmed b Hanbel V, 57)
Peygamber Efendimiz'in Allah'tan alarak tebliğ ve yaşayışında tatbik ettiği veya bizzat kendisinin koyduğu dînî esasların, daha sonraki müslüman nesillere ancak ashaba dayanan sıhhatli nakillerle ulaşabildiği düşünülecek olursa, İslâm açısından ashab-ı kirâmın gerçekten bu övgülere ve kendilerine saygı gösterilmesi konusundaki ikazlara lâyık oldukları açıkça anlaşılır Bu sebeple ashabtan birinden bahsederken isminin arkasından "Radıyallâhü anh = Allah ondan razı olsun!" demek, bize düşen saygı görevinin gereğidir İslâm dîninin sıhhatli bir şekilde sonrakilere aktarılmasında temel unsur ashab olduğu içindir ki Ehl-i Sünnet âlimlerine göre Kur'an ve Sünnet'in de övgüsüne nail olan ashab-ı kirâm, tamamıyla adalet ve itimat sahibidirler
Sahabe-i Kirâm bir pervane gibi Peygamberimiz'in etrafında dolaşır ve O'ndan (sas) bir şeyler öğrenmeye gayret ederdi Çeşitli dünya meşgalelerinden dolayı Hz Peygamber'in yanına gelemeyenler, ertesi günü başkalarına sorarak eksiklerini giderirlerdi Bazıları İslâm'ı öğrenmek için, boğaz tokluğuna Peygamberimizi (sas) takip eder bazıları da Efendimiz'in sözlerini yazarak tespit etmeye çalışırdı Ashab, Hz Peygamber'i dinlerken sanki başlarında birer kuş var da, hareket etseler uçup gidecekmiş gibi pür dikkat kesilir, ayrıldıktan sonra da duyduklarını daha iyi öğrenebilmek için aralarında müzakere ederlerdi
İslâm'dan önceki ümmetler, peygamberlerinin hayatı, sözleri ve davranışları ile ilgili bilgileri daha sonraki nesillere sıhhatli bir şekilde ulaştıramamışlardır Diğer hususlarda olduğu gibi, müslümanların bu hususta da üstünlüğü vardır Ve bu üstünlük Ashab sayesinde olmuştur O da, Hz Peygamber'in hayatı ile ilgili -en ince ayrıntısına kadar- bilgileri, O'nun sözlerini, davranışlarını, takrirlerini, ahlâkî ve cismanî özelliklerini sonraki nesillere sağlıklı bir şekilde aktarmadır Bugün, Hristiyanlar Hz İsâ'nın, Yahudiler Hz Mûsâ'nın sözlerini -İncil ve Tevrat dışındakileri- ancak kulaktan dolma, esâtîr (uydurulmuş hikâyeler) halinde, mesnetsiz bilgiler olarak elde edebilmektedirler Halbuki müslümanlar, Peygamberimiz'in binlerce, onbinlerce hadis ve sünnetine, senedli bir şekilde ve tâ o zamana kadar uzanan yazılı belgeler halinde sahip durumdadırlar Müslümanlar bunu Ashab'a borçludur Onlar, Peygamberimiz'den duydukları, yazdıkları hadisleri hiçbir değişikliğe uğratmadan, kendilerinden sonrakilere ulaştırmışlar ve bunu bir ibadet vecdi ile yapmışlardır Daha sonra gelen nesiller de hadisleri aynı şekilde bir sonrakilere naklederek günümüze kadar sağlam bir şekilde gelmesine hizmet etmişlerdir
Peygamberimiz'in vefatından ve Hz Ömer zamanındaki fetihlerden sonra İslâm devletinin muhtelif bölgelerine dağılan bazı sahabîler, oralarda bereketli birer ilim merkezi oluşturmuşlar ve yeni müslüman olanlara İslâm'ı ve Hz Peygamber'in sünnetini öğretmişlerdir Böylece, İslâm dininin sağlam bir şekilde Arap yarımadası dışına yayılması da, Ashab'ın yaptığı hayırlı hizmetlerdendir
Ancak Ashab'ın İslâm'a girişleri ve hizmetleri, İslâm uğruna çektikleri çileler ve gösterdikleri çabalar, hicretler ve gazvelerdeki durumlarının üstünlüğü yanısıra; her şeye rağmen birer insan oldukları da gözönünde bulundurulduğunda, Ashab'ın hepsinin birbiri ile aynı değerde olmayacağı âşikardır Bu bakımdan, farklı görüşler de bulunmakla beraber derece itibâriyle ashab-ı kirâm genellikle oniki tabakaya ayrılmıştır:
1 Aşere-i mübeşşere (Cennet'le müjdelenen on sahabî ki bunların başında ilk dört halife gelir) ve Hz Hatice, Hz Bilâl gibi ilk müslüman olanlar,
2 Hz Ömer'in müslüman oluşu sırasında müşriklerin Dâru'n-Nedve'de durum müzakeresi yaptıkları zamana kadar müslüman olanlar,
3 I ve II Habeşistan hicretine katılan ashab,
4 I Akabe Bey'atı'nda bulunan sahabîler,
5 II Akabe Bey'atı'na katılanlar,
6 Peygamber Efendimiz, hicreti sonunda Kubâ'ya geldiği zaman orada
Resulullah'a kavuşup Medine'ye yerleşen muhacirler,
7 Bedr Gazvesi'ne katılan Ashabı Kirâm,
8 Bedr Savaşı ile Hudeybiye Musâlahası arasında hicret edenler,
9 Hudeybiye'de yapılan Bey'atü'r-Rıdvân'a* katılanlar,
10 Hudeybiye Musâlahası ile Mekke fethi arasında hicret edenler,
11 Mekke'nin fethedilmesi üzerine müslüman olan Kureyşliler,
12 Hz Peygamber'i Mekke Fethi sırasında, Vedâ Haccı'nda veya bir başka yerde gören çocuklar (Hâkim en-Neysâbûrî, Ma'rifetü Ulûmi'l-Hadîs, Beyrut 1977 s 22-24)
Diğer taraftan Ashab arasında büyük değeri haiz olanlar, Muhacirun (Mekke Fethi'ne kadar Medine'ye hicret edenler) ve Ensar (Hz Peygamber'e ve müslümanlara kucak açıp destek olan Medineli müslümanlar) diye adlandırılan iki temel zümre olmuştur
İslâm âleminde, Ashab'ın faziletine, menkıbelerine ve hayatlarına dair bir çok eser yazılmıştır Bunlar içerisinde en hacimli ve muhtevalısı, İbn Hacer el-Askalânî'nin (ö 852) el-İsâbe fi Temyîzi 's-Sahabe adlı kitabıdır Bunun dışında şu iki kaynak da büyük önem taşımaktadır:
İbn Abdilberr (ö 463), el-İstîâb fî Ma'rifeti'l-Ashab;
İbnu'l-Esîr (ö 630), Üsdu'l-Gâbe fî Ma'rifeti's-Sahabe



ASHÂBU'L-ESER

Eser, meydana getirilen şey, nişan ve alâmet demektir Terim olarak ise gerek Hz Peygamber (s a s)' den ve gerekse sahabeden rivayet edilen şeylere denir (Riyazü's-Sâlihîn ve Tercemesi (Mukaddime), 1-2) Ashâbu'l-Eser de eser sahipleri, eser taraftarları ve eserciler demektir
Hz Peygamber (sas)'in bu dünyadan göçmeleriyle başlayarak İmam Şafiî'nin yaşadığı asra kadar gelip geçen fıkıh bilginleri iki kısma ayrılır:
a) Ashâbu'l-Eser Buna ashab-ı rivayet de denir
b) Ashâbu'l-Rey Buna ehl-i rey de denir (M Ebû Zehra, Ebû Hanife, (O Keskioğlu Tercümesi) Üçdal Neşriyatı, s 161)
Asr-ı saadette müslümanlar, ortaya çıkan problemlerini Hz Peygamber (sas)'e arzediyorlar, gerekli cevabı alarak dönüyorlardı Hz Peygamber (sas)'in vefatından sonra İslâm devletinin hudutları genişledi Örf ve âdetleri başka başka olan yeni milletler İslâmiyet'e girdiler Ashab'ın bir kısmı da Hicaz bölgesinden çıkıp başka yerlere dağıldılar Hayat hadiseleri çoğaldı Ortaya yeni yeni meseleler atıldı Halk bu meseleleri sahâbelere sordular
Ashab'ın bazıları Hz Peygamber (sas)'den hadis rivayet ederek esere bağlanmayı tercih ettiler Rivayete çok yer verdiler Allah'ın dinine kendi reylerini karıştırmaktan kaçınmak için fetva vermemeyi tercih ettiler (M Ebû Zehra age, s 164-166) Vuku' bulmayan hadiseler hakkında peşin hüküm vermiyorlardı Bunlar Hicaz bölgesinde bulunuyorlardı Medine, merkezleriydi Burada başka ırktan insanlar ve hâlli gerekli hukuki meseleler yok denecek kadar azdı Çok nadir durumlarda rey ile fetva verilirdi Medine ekolüne mensup hukukçular Ömer b el-Hattab, Zeyd b Sabit, Abdullah b Ömer, Hz Âişe ve Abdullah b Abbâs'dır (Allah hepsinden razı olsun) (Hayreddin Karaman, İslâm Hukukunda İctihad, s 102) Bu ekole bağlı tabiin âlimlerinin başlıcaları şunlardır: Sâid b el-Müseyyeb, Urve b Zübeyr, Kasım b Muhammed, Ebû Bekir b Abdurrahman b Hâris, Ubeydullah b Utbe, Süleyman b Yesâr, Harice b Zeyd (Dr M Esad Kılıçer, İslâm Fıkhında Rey Taraftarları, Ankara 1975, s 29-31; HKaraman, age, s 101-102)

ASHÂBU'L-EYKE

Sık ağaçlık, ağaçları birbirine sarmaş dolaş olmuş bir orman, yumuşak ağaçlıklı bir bataklık bölgesinde yaşayan kitle Ashabu'l-Eyke son derece verimli bir arazî üzerinde yaşıyorlardı İklimi son derece güzel ve mutedil idi Buranın Kızıldeniz sahillerinde olan Medyen şehri olduğu bilinmektedir Ashabu'l-Eyke tabiri Kur'an-ı Kerîm'de bir kaç kez geçmektedir "Ashabu'l-Eyke de gerçekten zalim kimselerdi"(el-Hicr, 15/78)"Ashabu'l-Eyke resullerini yalanladılar" (eş-Şuarâ, 26/176) Ayrıca Sad, 38/13 ve Kaf, 50/14 ayetlerinde de bu kavimden söz edilmektedir
Medyen veya Ashabu'l-Eyke halkına Hz Şuayb (as) gönderilmişti
"Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı gönderdik Dedi ki: 'Ey kavmim Allah 'a ibadet edin Sizin ondan başka bir ilâhınız yoktur " (Hûd, 11/84) Allah'ın dinini ve emirlerine uymayı, onun emir ve yasaklarından başka emir ve yasak kabul etmemeyi onlara son derece güzel bir belâgat ve fesahetle anlatan Hz Şuayb'ın davetine icabet etmeyip, küfür ve inadlarında ısrar ettiler Onların vazgeçemedikleri son derece kötü bir alışkanlıkları da vardı Ölçü ve tartılarda halkı aldatmak; sahte para basıp kalpazanlık yapmak; hile yapmak Hz Şuayb (as) onları bu hâllerinden bir türlü alıkoyamadı Tevhid'e davet, onlara fayda vermedi ve bu davete kulak asmadılar Bunun üzerine Cenâb-ı Allah onlara yedi gün, yedi gece şiddetli bir sıcaklık musallat etti Nefeslerini tıkadı Çok bunaldılar O anda gördükleri bir bulutun altına koşarak toplandılar Allah'u Teâlâ da gölgelik diye koştukları bulutu ateş haline getirip onları mahvetti Bu onların istekleriydi Gerçekten Şuayb (as)'ı yalanlarken: "Eğer doğru söyleyenlerden isen gökten üstümüze bir parça düşür " "Sen de bizim gibi bir insansın Senin gerçekten yalancılardan olduğunu zannediyoruz " (Hûd, 11/185-187) demişlerdi Ama hakkı tasdikten uzak durdukları, Allah resulüne muhalefet ettikleri için gerçek yalancı kendileriydi Nihayet istedikleri oldu ve hak ettikleri cezaya kavuştular


ASHÂBÜ'L-FERÂİZ

İslâm miras hukukunda belirli pay sahibi mirasçılar Ferâiz'in tekili olan farîza, belirli pay demektir Mirastaki payları tek tek belirlenen mirasçılara, belirli pay sahibi mirasçılar anlamında bu isim verilmiştir Bu gruba giren mirasçılar onbir olup, değişik durumlara göre bunlar için kırk pay durumu (hâl) söz konusudur Kitap, sünnet ve icma ile belirlenen bu onbir mirasçı ve paylarının dayandığı deliller şunlardır:
Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:
"Allah size (miras hükümlerini şöylece) emir ve tavsiye eder: Çocuklarınız hakkında, erkeğe iki dişinin payı vardır Kızlar ikiden fazla ise, mirasın üçte ikisi onlarındır Kız bir tane ise mirasın yarısı onundur Ölenin çocuğu (oğul veya kız) varsa, ana ve babadan herbirine terikenin altıda biri verilir Ölenin çocuğu olmayıp da ona ana ve babası mirasçı olduysa, üçte biri anasınındır Ölenin erkek veya kız kardeşleri varsa, terikenin yine altıda biri anasınındır Bu hükümler, miras bırakanın yapacağı vasiyetin infazından veya borcun ödenmesinden sonradır Siz babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin yarar bakımından size daha yakın olduğunu bilmezsiniz Bu hükümler Allah'tan birer farîzadır Şüphesiz Allah her, şeyi bilicidir, tam hüküm ve hikmet sahibidir " (en-Nisâ, 4/11)
"Karılarınızın çocuğu yoksa terikenin yarısı sizindir Eğer onların çocuğu varsa, size terikesinden (düşecek hisse) dörtte birdir Bu da, onların yapacağı vasıyetin veya borcun ifasından sonradır Eğer çocuğunuz yoksa, bıraktığınızdan dörtte biri onların (karılarınızın) dır Şayet çocuğunuz varsa, terikenizden sekizde biri yine onlarındır Bu da, yapacağınız vasiyetin veya borcun ödenmesinden sonradır Eğer mirası aranan erkek veya kadın, çocuğu ve babası olmayan bir kimse olur ve onun (ana bir) erkek veya kız kardeşi bulunursa, bunlardan her birinin hissesi altıda birdir Eğer ona bir erkek veya kız kardeşlerin sayısı birden fazla ise, onlar üçte biri zarara uğratılmaksızın oralarında eşit olarak taksim ederler Bu hükümler yapılan vasiyetin ve varsa borcun ödenmesinden sonradır Bu emirler size Allah'tan bir vasiyettir A!!ah her Şeyi bilen, ve yarattıklarına çok yumuşak davranandır" (Nisâ, 4/12)
"İşte bunlar Allah'ın hükümleridir Kim Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ederse, Allah onu altından ırmaklar akan Cennetlere koyar ki onlar orada ebedî kalıcıdırlar Bu, en büyük bir kurtuluştur" (en-Nisâ, 4/13)
"Kim de Allah'a ve Peygamber'ine isyan eder, Allah'ın sınırlarını açarsa, onu da -içinde daimi kalıcı olarak ateşe koyar Onun için küçültücü bir azap vardır" (en-Nisâ, 4/14)
"Habibim, senden fetva isterler De ki: " Âllah, babası ve çocuğu olmayanın mirası hakkındaki hükmünü şöylece açıklar: Eğer çocuğu ve babası olmayan bir erkek ölür, geride (ana-baba bir veya baba bir) bir tek kız kardeşi kalırsa mirasın yarısı onundur Eğer mirasçı erkek kardeş ise, çocuksuz (ve babasız) ölen kız kardeşinin bıraktığının tamamını alır Eğer aynı şartlarla kalan kız kardeş, iki veya daha fazla ise, erkek kardeşinin bıraktığının üçte ikisi onlarındır Eğer erkek ve kız kardeşler birlikte mirasçı olmuşlarsa, erkeğin hissesi iki dişinin hissesi kadardır Allah size, yanılırsınız diye, hükümlerini açıklıyor A!/ah, her şeyi hakkıyla bilendir" (el-Mâide, 5/176)
"Hısımlar Allah'ın kitabınca birbirine daha yakındırlar Allah, her şeyi hakkıyla bilendir" (el-Enfâl, 8/75)
"Ana-baba ile yakın hısımların bıraktıklarından erkeklere, ana-baba ile yakın hısımların bıraktıklarından kadınlara, azından da çoğundan da farz kılınmış birer hisse vardır" (en-Nisâ, 4/7)
Hz Peygamber'in mirasla ilgili bazı hadisleri de şöyledir:
"Ferâiz (miras) ilmini öğreniniz ve öğretiniz Çünkü ferâiz, ilmin yarısıdır" (Buhârî, Ferâiz, 2; Ebû Dâvud, Ferâiz, 1; Tirmizî, Ferâiz, 2)
"Miras hisselerini sahiplerine verin Kalan miktar, en yakın erkek hısımındır" (Buhârî, Ferâiz, 5, 7, 9-10; Müslim, Ferâiz, 2-3; Tirmizî, Ferâiz, 8)
İbn Mes'ud (ra)'dan rivayet göre:
"Hz Peygamber bir kız, oğlu kızı ve kız kardeş ile birlikte mirasçı olunca; kıza yarım hisseyi, oğul kızına üçte ikiyi tamamlamak için altıda biri, kız kardeşe de geri kalanı hükmetmiştir" (Buhârî, Ferâiz, 8, 12; Tirmizî, Ferâiz, 4; İbn Mâce, Ferâiz, 2)
"Kız kardeşleri, kızlarla birlikte olunca asabe yapınız" (Buhârî, Ferâiz, 12; Dârimî, Ferâiz, 4)
"İbn Büreyde şöyle demiştir: Peygamber (sas) nineye yanında anne olmadığı zaman altıda bir vermiştir" (İbn Mâce, Ferâiz, 4)
Bazı miras hükümleri de icma deliline dayanır Ana-baba bir kız kardeş bulunmayınca, baba bir kız kardeşin onun yerine geçeceği prensibi gibi
Yukarıdaki delillerde yer alan mirasçıların payları şöyledir:
A Koca (Zevc) 1- Koca, ölenin (karının) çocukları veya oğlunun oğlu veya kızı ile birlikte mirasçı olduğunda, terikenin dörtte birini alır Ölenin kızından fürûu burada dikkate alınmaz
2-Bunlar bulunmadığında yarısını alır
B Karı (Zevce) 1- Karı, ölen kocasının çocukları veya oğlunun oğlu veya kızı ile birlikte bulunduğunda sekizde bir alır
2- Bunlar bulunmadığında dörtte bir alır
Eş (zevce) birden fazla ise her iki durumda belirlenen payı aralarında eşit olarak paylaşırlar
C Baba 1- Baba, ölenin oğlu veya oğlunun erkek fürûu ile birlikte bulunduğunda altıda bir alır
2-Ölenin kızı veya oğlunun kızı yahut oğlunun oğlunun kızı ile birlikte bulunduğunda altıda bir ve ilâve olarak asabe* sıfatıyla ashabü'l-ferâizden artanı alır
3-Bu iki grup mirasçı bulunmadığından asabe olur Başka mirasçı yoksa terikenin tamamını, varsa bunlardan artanı alır
D Anne
1- Ölenin çocukları veya oğlunun oğlu veya kızı, yahut ölenin birden fazla erkek veya kız kardeşiyle birlikte bulunduğunda altıda bir alır
2-Ölenin babası ve eşi ile birlikte bulunduğunda eşten artanın üçte birini alır Bu durumda baba asabe olarak geriye kalanı alır
3-Bu iki grup mirasçı bulunmadığında bütün terikenin üçte birini alır
E Dede Burada ashabü'l-ferâiz olarak pay sahibi olan dede, ölenin babasının babası veya onun babasıdır Buna sahih dede (cedd-i sahih) denir Annenin babası gibi ölen ile arasına kadın giren dedeye ise fasit dede denir ve miras hukuku bakımından zevi'l-erhâm* grubu içinde yer alır
Baba sağ olmayınca dede onun yerine geçer Buna göre dedenin dört hâli vardır İlk üç hâli babanınki ile aynıdır Dördüncü hâl, babanın sağ olması hâli olup, bu durumda dede mirasçı olamaz
F Kız 1- Ölenin oğlu olmayıp da bir kızı varsa terikenin yarısını alır
2-Aynı durumda iki veya daha fazla kız varsa, üçte ikiyi aralarında paylaşırlar
3-Ölenin oğlu varsa asabe (bigayrihi asabe) olur Ashabü'l-ferâiz'den artanı oğul iki, kız bir hisse almak üzere paylaşırlar
G Oğulun Kızı Ölenin kızı bulunmayınca oğlunun kızı onun yerine geçer
1-Ölenin oğlu veya kızı bulunmaz da, oğlunun bir tane kızı olursa terikenin yarısını alır
2-Aynı durumdaki oğulun kızı birden fazla ise, üçte ikiyi aralarında eşit olarak paylaşırlar
3-Ölenin oğlu bulunmaz ve oğlunun kızı ölenin bir kızı ile birlikte bulunursa altıda bir alır
4-Aynı durumda ölenin birden fazla kızı varsa oğulun kızı mirasçı olamaz 5-Ölenin oğlu olmayıp da, onun oğul ve kızları beraber bulundukları takdirde, müşterek asabe olurlar ve ashabü'-ferâiz'den artanı ikili-birli paylaşırlar
6-Oğlun kızları oğul ile birleştiklerinde mirasçı olamazlar
HAna-Baba Bir Kız Kardeş 1-Bir tane ise terikenin yarısını alır 2-İki veya daha çok ise üçte ikiyi paylaşırlar
3-Ölenin ana-baba bir kız kardeşi aynı durumdaki erkek kardeşiyle birlikte bulunurlarsa, müşterek asabe olurlar ve ashabü'l-ferâiz'den artanı ikili-birli paylaşırlar
4-Ölenin kızı, oğlunun kızı ve oğlunun oğlunun kızı ile birlikte bulunurlarsa asabe olup kalanı alırlar
5-Ölenin oğlu, oğlun oğlu, babası veya sahih dedesi ile birlikte bulunurlarsa mirasçı olamazlar
İBaba Bir Kız Kardeş
Ana-baba bir kız kardeş bulunmazsa baba bir kız kardeş onun yerini alır
1-Bu durumdaki kız kardeş bir tane ise, terikenin yarısını alır
2-Birden fazla iseler, üçte ikiyi eşit olarak paylaşırlar
3-Bu durumdaki kız kardeş bir tane ana-baba bir kız kardeşle birlikte bulunurlarsa altıda bir alır
4-Ana-baba bir kız kardeş birden fazla ise baba bir kız kardeş mirasçı olamaz
5-Baba bir kız kardeş baba bir erkek kardeşle birlikte bulunursa, müşterek asabe olurlar, kalanı ikili-birli paylaşırlar
6-Ölenin kızı veya oğlunun kızı ile birlikte bulunursa asabe olur ve kalanı alır
7-Ölenin oğlu, oğlunun oğlu, babası, dedesi, ana-baba bir erkek kardeşleri, asabe olan ana-baba bir kız kardeşleriyle beraber bulunurlarsa mirasçı olamazlar
J Ana Bir Kardeşler
1-Bir tane ise altıda bir alır 2-Birden fazla iseler, terikenin üçte birini erkek-kadın ayırımı yapmaksızın eşit olarak paylaşırlar
3-Ölenin oğlu kızı, oğlunun oğlu veya kızı, babası, dedesi ile birlikte bulunurlarsa mirasçı olamazlar
KNine
Buradaki nineden maksat, araya fasit dede girmeyen, anne veya baba tarafından büyük annedir Babanın annesi veya onun annesi, annenin annesi veya onun annesi gibi ki, bunlara sahih nine denir Araya fasit dede girmesi hâlinde, ondan sonraki nineye fasit nine denir Ölenin annesinin babasının annesi gibi Bunlar miras hukuku bakımından zevi'l-erhâm içinde yer alırlar
1-Sahih nineler mirasçı oldukları durumlarda altıda bir alırlar Nine birden fazla ise bunu eşit olarak paylaşırlar
2-Nine ana ile beraber bulunursa veya baba ve dededen nineler baba veya dede ile birlikte bulunurlarsa mirasçı olamazlar Keza yakın derecedeki nine uzak olanı mirastan düşürür (el-Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'an; İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'an; İbn Kesîr, Te,fsîru'l-Kur'ani'l-Azîm, miras ayetlerinin tefsiri; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, II, 322-329; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, IV, 39 vd; el-Mevsılî, el-İhtiyâr, V, 85-86 vd; Seyyid Şerif el-Cürcâni, Şerhu's-Sirâciyye, s 3-4, vd; el-Kâsânî, Bedayiu's Sanâyi', III, 99; Fetâvâ'l-Hindiyye, I, 353; Bilmen, Hukuk, İslâmiyye ve İstılâhâtı Fıkhıyye Kâmusu, İstanbul 1951, IV, 507-535; Ebû Zehra, Ahkâmü't-Tarikât ve'l-Mevârîs, Kahire, (ty) s 121-180; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, Şahıs, Âile ve Çözümlü Miras, İstanbul 1983, s 417-491)



Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #312
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




ASHÂBU'L-HİCR

El-Hicr bölgesinde yaşamış olan Semûd kavmi El-Hicr, Suriye ile Hicaz bölgesi arasında kalan Vâdiu'l Kurâ'yı yurt edinen Hz Nûh (as)'un oğlu Sâm'ın neslinden geldiği söylenen Semud kavminin ülkesine verilen isimdir Semûd kavmi, nesilleri devam etmiş olan Arab-ı Âribe'den gelmektedir Yaşadıkları bölgeyi son derece mamûr bir hâle getiren ve birçok sanat dalında bir hayli mesafe almış bulunan Semûd kavmi, Allah yolundan uzaklaşmış, ondan başkasına tapınmağa başladıkları için onları uyarsın ve tevhîd akîdesine yeniden davet etsin diye Cenâb-ı Allah, Hz Salih (as)'ı peygamber olarak göndermiştir
Ashâbu'l-Hicr tabiri Kur'an-ı Kerîm'in el-Hicr suresinde bir defa geçmektedir "Ashâbu'l-Hicr de peygamberleri yalanlamışlardır " (el-Hicr, 15/80) Bu sure adını bu ayette geçen "el-Hicr" kelimesinden almıştır Hz Salih (as), bu Semûd kavmini Allah'ın vahdaniyetine iman'a ve yalnız ona kulluğa davet edip durduğu hâlde onlar bir türlü iman etmeye yanaşmadılar "Semûd kavmine kardeşleri Salih'i (peygamber olarak) gönderdik Ey kavmim Allah'a ibadet edin, sizin ondan başka (İbadet ve uluhiyete lâyık olan) hiç bir ilâhınız yoktur ' (el-A'râf, 7/73) ayetiyle imana davetleri dile getirilmektedir Hz Salih onlara Cenâb-ı Allah'ın kendilerine verdiği sayısız nimetleri hatırlatıp durdu (el-A'râf, 7/74) Fakat bu zalim kavim, peygamberlerini son derece sert bir tepki ile yalanlayarak ona iman etmediler Hatta bu kaba davranışları yetmiyormuş gibi onu sihirbazlık ve delilikle de suçladılar "Dediler ki: Sen aşırı bir şekilde büyülenmiş (aklî dengesi bozulmuş)lardansın " (eş-Şuâra, 26/153) Semûd kavmi diğer bütün azgın topluluklar gibi Hz Salih'e vahiy geldiğini kabul etmediler Bu batıl anlayış ve inançlarından vazgeçmediler
Semûd kavminin bu aşırı inadları üzerine Hz Salih'e mucize olarak bir dişi deve gönderildi İşte Semûd kavmine de istekleri üzerine gözleri göre göre o dişi deveyi verdik Bu yüzden kendi nefislerine zulmettiler " (el-İsrâ, 17/59) Fakat bu azgın topluluk Allah'ın gönderdiği dişi deveyi öldürdü (eş-Şems, 91/14) Sonra Hz Salih'e meydan okurcasına: Eğer sen gerçekten bir Peygamber isen bizi tehdit edip durduğun azabı getir" (el-A'râf, 7/77) dediler Hz Salih, Hicr halkının bu tavırları karşısında üç gün beklemelerini söyledi Bu üç günün sonunda gelmesini hiç de beklemedikleri şiddetli azap geliverdi Korkunç bir sarsıntı ve zelzele onları yeryüzünden silip süpürdü "Bunun üzerine (gökten inen) şiddetli bir sarsıntı onları yakalayıverdi Yurtlarında (kalpleri korkudan parçalanıp) diz üstü (yere) çöken kimseler oldular " (el-A'râf; 7/78)
Küfrün mantığı, her zaman ve her yerde bütün dünya tarihi boyunca aynı olmuştur Dünya hayatını tercih eden ve dünyada kurdukları müstekbir düzenlerini bozmak istemeyen yöneticiler ve onlara tâbi olan halk kitlesi her zaman peygamberleri ve onların yolundan giden mü'minleri yalanlamışlardır Fakat kâfirlerin akibeti de her zaman Semûd ve benzeri kavimlerin başına gelen felâket olmuştur
ASHÂBU'L-KARYE
Köy veya şehir halkı anlamında Kur'anî bir tabir Karye, insanların toplandığı küçük köy anlamındadır Kur'an-ı Kerîm'de sık sık geçen bu kelime şehir' anlamına da gelebilmektedir Yâsin suresinde geçen "Ashâbu'l-Karye" tabiriyle Antakya'da yaşamış bir topluluk anlatılmak istenmiştir Allah'u Teâlâ bu şehir halkına önce iki, sonra üç elçi göndermiştir Onlar kendilerinin Allah'u Teâlâ tarafından gönderilen elçiler olduğunu söylediklerinde oranın halkı: "Hayır siz de bizim gibi insandan başka bir şey değilsiniz " (Yâsîn, 36/15) deyip, onları yalanladılar Hatta onların, beldelerine uğursuzluk getirdiğini, çekip gitmezlerse taşa tutacaklarını söyleyerek tehdit ettiler Karşılıklı süren bu konuşmalar sırasında bir kişi şehrin öbür ucundan koşarak yanlarına geldi ve karye halkına bu elçilere inanmalarını söyledi Gerçekleri çok mantıklı sözlerle dile getiren bu zatı o azgın kâfirler hemen öldürdüler Kendilerine iman etmemekte direndikleri bu üç elçi oradan uzaklaşır uzaklaşmaz onları kuvvetli bir ses, bir haykırma yakaladı Bu sesle yok olup gittiler
Yâsin suresi 13 ayeti ve devamında anlatılan bu olayda sözkonusu olan elçilerin Hz İsa (as)'nın havarîlerinden olduğu rivayet edilir Ancak buradaki olayın gerçekten vukû bulmuş bir olay olarak değil Kur'anî bir uslup ile imana daveti dile getiren bir temsil olduğu hususuna da itiraz eden bu müfessirler, belli bir şehrin kastedilmediğini ileri sürerler Burada ilk önce gönderilen iki elçiden maksadın Hz Musa ile Hz İsâ (as), üçüncüsünün ise Hz Muhammed olduğunu belirtirler Durum ne olursa olsun buradaki olayla, imana davet ve Allah'ın dinine bağlanmanın anlamı dile getirilmiştir


ASHÂBU'L-KEHF
Mağara arkadaşları veya mağarada uyuyanlar olarak bilinen bir grup mümin genç hakkında kullanılan bir tabir Kur'an-ı Kerîm'in onsekizinci suresinde anlatılan ve sureye adını veren bu olay, Allah inancına sırt çevirip putperestliğe saplanan kavimlerini terkederek şehirden ayrılan ve bir mağaraya sığınan hâlleriyle insanlara ahiret inancı ve ölümden sonra dirilme hususunda ibret olan genç müminlerin hikâyesidir "Ashâbu'l-Kehf ve'r-Rakim" yani "mağara ve kitabe halkı" diye de bilinen bu insanlar, içinde yaşadıkları toplumun inançlarını reddedip Allah'ın emir ve yasaklarından yana olduklarını belirttiklerinden, Roma askerî valisi tarafından takibata uğratılmış ve inançlarından dolayı cezalandırılmak istenmişlerdi Böyle bir cezaya çarptırılmak istemeyen bu müminler şehirlerini gizlice terk ederek şehrin yakınlarında bulunan bir mağaraya girip saklanmışlardı Tarih ve tefsir kitaplarında yaygın olan rivayete göre bu olay, Anadolu'nun Roma hâkimiyeti altında bulunduğu milâdî üçüncü asrın ikinci yarısına Tarsus civarında meydana gelmiştir Bölge valisi olan Decius bu gençleri çağırarak, inançlarından vazgeçmelerini istemiş, aksi takdirde onları öldüreceğini söylemişti Bu mümin gençler inançlarının doğru, insanın kendi yaptığı cansız bir puta saygı göstermesinin ise yanlış ve batıl bir inanç olduğunu söyleyerek, dinlerinden dönmeyeceklerini söyleyip şehirden uzaklaşmışlardı Mümin gençler şehir dışında peşlerine takılan bir köpekle birlikte, civardaki bir dağın eteğinde bulunan mağaraya saklandılar Kur'anî ifadeyle: "Onlar mağaralarında dokuz fazlasıyla üç yüz yıl kaldılar " (el-Kehf,18/25) Burada üçyüzdokuz yıl müddetle uykuya dalan bu gençler, Allah'ın lûtfu ve mûcizesiyle bu müddet içinde vücudları çürümesin diye sağa sola çevrilip yaşatılmışlardır Bu müddetin sonunda bir gün ikindi vakti sıralarında uyanıverdiler Uyandıklarında kendilerini sanki bir gün kadar uyumuş hissettiler Onların şehirden çıkıp gitmelerinden sonra olay unutulmuş ve üzerinden bir çok hâdiseler gelip geçmişti Uyandıklarında kendilerini aç hisseden bu gençler aralarından bir arkadaşlarını yiyecek alması için ellerindeki para ile şehre gönderirler Yemliha adındaki bu genç, şehre yaklaştıkça şaşırır Yollar ve şehrin etrafı bir hayli değişmiştir O dönemlerde hristiyanlara büyük eziyetler çektiren Decius (Dakyanos) devri üzerinden çok zaman geçmiştir Şehre gelen Yemliha ekmek almak isterken, elindeki parayı gören fırıncı bu gencin elbiselerinden şüphelenir ve elindeki paraya bakıp define bulduğunu zannederek onu ilgililere şikâyet eder Üçyüz küsür yıl öncesinin parasıyla gayet tabii bir şekilde alış-veriş yapmak isteyen bu adamın hâli tuhaf görülünce, hükümdarın huzuruna götürülür O dönemde büyük bir ihtimalle Theodaius hüküm sürmekteydi Yemliha kendi bildiklerine göre bir gün önce başlarına gelen olayı anlatır Fakat o dönemde putperestliğin yerini Hristiyanlık almış, öldükten sonraki dirilmeye iman eden bir toplum ortaya çıkmıştı Yemliha'nın anlattıkları, kendilerine enteresan gelen şehir halkı, hükümdarlarıyla birlikte mağaranın bulunduğu yere, diğer gençlerin yanına giderler Mağaraya vardıklarında Yemliha ve arkadaşları yanlarındaki köpekle birlikte birden ortadan kaybolurlar Mağaranın kapısı önünde bir mabed yaptıran hükümdar bu mağarayı kutsal bir yer olarak ilan eder Bu olay üzerine ahiret inancı gittikçe kuvvet kazanır Bir çok insan kıyamete, öldükten sonra dirilmeye iman etmeğe başlamıştır
Bunların kesin olarak kaç kişi oldukları hususu ihtilaflıdır Kaynaklarda bunların isimlerinin şöyle yazıldığını görüyoruz: Yemliha, Mekselina, Meslina, Mernuş, Debernuş, Sazenuş ve Kefetatayyuş Köpeklerinin de Kıtmir adını taşıdığı ifade edilir Olayın Tarsus civarında meydana geldiği inanılıyorsa da; Elbistan'da, Maraş'ta hatta Doğu Türkistan'ın Urumci bölgesinde meydana geldiğine dair rivayetler vardır Hristiyanlar ise bu olayın Ayasuluk kilisesinde vuku bulduğuna inanırlar
Bu olayın nerede meydana geldiği önemli değildir Önemli olan bu Kur'anî kıssanın ahiret inancını kuvvetlendirmesi ve insanları buna davetidir
ASHÂBU'L-MEŞ'EME
Şeamet ve uğursuzluk getiren değersiz, meymenetsiz, kendilerine ve başkalarına uğursuzluğu dokunan kimseler Kur'anî anlamına gelince Kur'an'da ashabu'l-meş'eme hayırsız, imansız ve kâfir kimseler için kullanılmıştır el-Vakıa, 56/9'da bunlardan söz edilmektedir Burada iman edip birbirlerine sabır ve merhamet duygularını anlatan ve hakkı tavsiye eden müminlerden söz edildikten sonra:
"Bizim ayetlerimize küfreden, inanmayarak nankörlük eden kâfirlere gelince, onlar kitapları sol yanlarından verilecek olan, kendilerine de başkalarına da faydaları olmayan ashabu'l meş'eme olup bunlar uğursuz kimselerdir " denilmektedir
Bunların ahiretteki durumlarının da şöyle anlatıldığını görüyoruz: "Üzerlerine bir ateş bastırılıp kapıları kapanacaktır " (el-Beled 90/19) Bu tabirler Allah'a isyan etmiş ahirete inanmayan ashabu'l-Meş'eme'nin ebediyyen Cehennem'de kalacaklarını ifade etmektedir Ashabü'ş-Şimal, hemen heMen aynı anlamı taşıyan diğer bir Kur'anî tabirdir (bk Ashâbü'ş-Şimal)
ASHÂBU'L-MEYMENE
Sağ taraftakiler uğurlu kimseler anlamında Kur'anî bir terim Allah'ın hoşnutluğuna uygun olan hayat tarzları dolayısıyla hesap gününde kitapları, yani amel defterleri sağ ellerine veya sağ taraflarından verilecek olanlardır İhtiram mevkiinde bulunanlar, yüksek haysiyet sahibi kimselerdir Amelleri hayırdan başka bir şey değildir İyilik sever ve Allah'a itaatkâr kimselerdir
Ashâbu'l-Meymene, insanları hürriyete kavuşturmak için çalışırlar Açlığın yaygın olduğu bir zamanda bir lokması bile kalmışsa bunu aç olanlara yedirir, yakını olan yetime, şiddetli fakirlik içindeki kimseye, yoksula vererek onların ihtiyaçlarını giderir Bununla da kalmaz, elindekini verdikten sonra bir sabır olan Kur'an-ı ve onun nizamını, merhameti tavsiye eder İşte bunlar, Ashâbu'l-Meymene'dir Ahirette mutlu olacak kimselerdir (el-Beled, 90/12-18)
"Dikensiz kiraz meyveleri tıklım tıklım muz ağaçları, yayılmış sürekli gölgeler, durmadan akan coşkun sular, hiç bir zaman kesilip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen bir çok meyveler arasında, döşekler üstünde ve eşleriyle birlikte ve sürekli birbirlerine bağlı ve yeniden inşa ile bekâr ve bakîre olarak yaşarlar" (el-Vakıa, 56/27-38)

ASHÂBU'R-RESS

Kuyu halkı, kuyu etrafında yaşayan halk, anlamında kullanılan Kur'anî bir tabir Kur'an-ı Kerîm'de "Ve Add, Semûd ve Ashâbu'r-Ress ve bunların dışında kalan bir ç·ok kavimleri (helâk ettik)"(el-Furkan, 25/38) şeklinde geçen Ashâbu'r-Ress, Allah'ın vahdaniyetini tasdik etmeye davet edildikleri hâlde bu ilâhî davet ve mesaja kulak vermediklerinden dolayı helâk edilen topluluklar arasında sayılmaktadır "Onlardan başka Nuh kavmi, Ashâbu'r-Ress ve Semûd (kavmi peygamberlerini) yalanlamıştı " (Kaf, 50/12) diye Kur'an'da anlatılan, peygamberlerini yalanlayan bu zalim kavimlerden biri olan ashâbu'r-ress, örülmemiş kuyu halkı anlamına gelmektedir Bu halkın Yemâme'de, Azerbaycan'da, veya Antakya'da olduğu söylenmişse de bütün bunların tahminden ibaret olduğu muhakkaktır Böyle bir kuyu etrafında yaşıyan bu kavim kendilerine bir peygamber gelip onlara Allah'ın dinini öğretmeye çalışması üzerine, ona karşı gelerek bu peygamberlerini kuyuya atıp üzerini kapattıkları için bu ismi almıştır Bunların Semûd kavmi veya bu kavmin artıkları yahud Ashâbu'l-Uhdûd oldukları hakkında tahminler yürütülmüşse de bütün bunlar da birer tahminden ibaret kalmıştır Bunların nerede hangi coğrafi bölge üzerinde yaşamış oldukları hakkında ne tefsirlerde ne de tarih kaynaklarında bir bilgi mevcuttur

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #313
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük





ASHÂBU'R-REY
Görüş, akıl fikir ve tedbir sahibi kimseler Rey taraftarları, reyciler
Terim olarak rey; ortaya çıkan yeni bir meselenin hükmünün Kur'an-ı Kerim ve hadislerde açıkça bulunamaması durumunda umumî prensipler ve İslâm'ın ruhundan hareket edilerek akıl ve kıyasla varılan netice ve çıkarılan hükme denir Sahabe ve Tabiînin ilk döneminde bu anlamda kullanılan rey, tabiîn devrinin sonlarına doğru kıyası ifade etmek için kullanılmıştır
Rey ekolü sahabe devrinden itibaren başlamıştır Sahabe'den bazıları Hz Peygamber (sas)'den hadis vârid olmayan hususlarda kendi rey ve ictihadlarıyla hüküm verme yolunu tutmuşlardı Zaten bu ruhsatı bizzat Peygamber Efendimiz (sas) vermiştir (Ebû Dâvud, Akdiye, 11)
Hz Peygamber (sas) devrinde teşrî vahye dayanıyordu Vahiy devam ettiği için re'y ve ictihada geniş çapta lüzum yoktu Ancak bununla beraber Hz Peygamber (sas)'in bazen re'y ve ictihadiyle hüküm verdiği olmuştur Meydana gelen meseleler hakkında bizzat Hz Peygamber hüküm verdiği için bir itiraz ve ihtilaf sözkonusu olmazdı
Hz Peygamber'in vefatından sonra, İslâm devletinin sınırları genişleyip müslümanlar birçok yerlere dağılıp değişik toplumlarla temasa geçtiklerinden problemler çoğalmış, bu problemlerin çözümü hususunda değişik ictihadların ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştu
İslâm alîmlerinin her bir grubu kendi görüş ve ictihadı için uygun deliller aramış ve ayrı ictihadlarda bulunmuşlardır Hadis'e dayanarak görüş ve ictihadlarını açıklayanlar fıkıh meselelerini inceleme ve çözümünde izledikleri usûle göre iki kısma ayrılmıştır Bir kısmı nasslara bağlı kalmıştır Bunlara "Ehl-i Hadîs"* adı verilir Diğer bir kısmı nassların illetlerini inceleyip kıyas yoluyla yeni hükümler verme yolunu izlemişlerdir ki bunlara da "Ehl-i Re'y" adı verilmiştir Ehl-i Hadîs'in merkezi Medine'de (Hicâz Ekolü), Ehl-i Re'yin merkezi ise ırak'ta (ırak Ekolü) idi (Osman Keskioğlu, Fıkıh Tarihi ve İslâm Hukuku, 67)
Her iki grubun mensupları da derece farkıyla hadis ve re'yi kabul etmektedirler ve aralarında karşılıklı temaslar ve düşünce alış verişleri olmuştur ırak'ta Ahmed b Hanbel (241/- 855) gibi hadis taraftarları olduğu gibi Hicaz'da da İmam Mâlik ( 179/795) gibi re'ye önem veren bilgin ve müctehidler vardı İmâm Şafiî (204/819) ise bu iki grup arasında yer almıştır
Ehl-i re'y arasında başta sahabîlerden Hz Ömer, Hz Ali ve Abdullah İbn Mes'ud'u zikredebiliriz Tabiîn'den de:
1- Alkame b Kays en-Nahâî (62/ 681 ),
2- Mesruk b el-Ecda' el-Hamdânî (63/682),
3- Kadı Şureyh b Haris b Kays (78/697 veya 80/699),
4- Saîd b Cübeyr (95/713), 5- Habib b Ebi Sabit el-Kâhilî (119/737),
6- İbrahim en-Nehâî (95/713),
7-Hammâd b Ebi Süleymen (Ebu Hanife'nin hocası) (120/738), gibi alimler kaydedilmektedir
İbn Kuteybe "el-Maarif" adlı eserinde "Re'y Taraftarları" başlığı altında şu isimleri zikretmiştir: İbn Ebi Leyla (148/765), Ebu Hanîfe (150/ 767), Rabîatu'r-Re'y diye meşhur olan Rabia bint Ebi Abdurrahman (136/753), Züfer b Huzeyl (158/ 774), Abdurrahman b Amr el-Evzaî (157/774), Süfyan es-Sevrî (161/778), İmam Ebu Hanifenin talebeleri ve Ebu Yusuf (182/798) ve Muhammed b el-Hasan eş-Şeybânî (189/804)
Aslında "Ehl-i Re'y" (Re'y taraftarları) deyimi, hükümlerde re'y ile ictihad eden herkesi kapsamakta olup bütün İslâm âlimleri buna dâhildir Çünkü müctehidlerin hepsi, ictihadlarında akıl ve re'ye başvurmadan yapamazlar Ancak bu deyim, "halk-ı Kur'ân" meselesi ortaya çıktıktan sonra raviler tarafından ıraklılar'a yani Ebû Hanife ve ona tâbi olan Kûfeli fakihlere ad olarak verilmiştir Onun için ehl-i Re'y denilince ilk etapta hanefî fukahası akla gelir
Hanefîler'in "Re'y taraftarları" diye adlandırılması hüküm çıkarırken re'yi çok iyi kullanmalarından ileri gelmiştir Yoksa ırak'ta veya Medine'de, yani fıkhın bulunduğu her yerde re'y de vardır Ayrıca bu tabirin Ebû Hanife ve taraftarları için kullanılması onları küçümsemek için değildir Bu, onların kendi görüşlerini, sünnete ve sahabilerin ictihadlarına tercih ettiklerini söylemek gayesini de gütmez Çünkü Ebu Hanîfe ve arkadaşları böyle bir anlayışa sahip değildirler (Muhammed Zâhid el-Kevserî, Hanefî Fıkhının Esasları, Trc Abdulkadir Şener, Cemal Sofuoğlu 20, 21)
Ehl-i Re'y fukahasının başı sayılan ve aynı zamanda kıyas üstadı olan Ebu Hanife, ictihadlarından şu metodu takip ederdi: Önce Kur'ân-ı Kerim'e başvururdu Kur'ân'da bir hüküm bulamadığı zaman Sünnete başvururdu Sünnet'te de bulamazsa âlimlerin icmâını kabul ederdi Bir konuda İcmâ' da yoksa sahâbîlerin söz ve uygulamalarına bakardı Sahâbiler'in ittifak ettikleri görüşü tartışmasız benimser, ihtilafa düşmeleri halinde onlardan birisinin görüşünü tercih ederdi Tabülerin görüş ve fetvalarına uymayı zorunlu bulmaz ve: "Onlar nasıl insan iseler biz de öylece insanız" yani biz de onlar gibi ictihad ederiz derdi
Kıyas, Ebu Hanife'nin çok iyi kullandığı bir metod idi
İstihsân, yani maslahattan dolayı kıyası terkedip daha uygun bir hükme varmak ve örf ve teâmül gibi geri kaynaklara dayanarak rey'ini ortaya koyardı
Re'yi kabul edenler onun metodu hakkında görüş ayrılığına düşmüşlerdir Şâfiîler'e göre re'y metodu kıyastan başka bir şey olamaz Hanefiler bunun yanında istihsan prensibini de getirmişlerdir Mâlikîler'le Hanbelîler'in bir kısmı, re'yin manasını daha da genişleterek kıyası, istihsanı ve "mesail-i mürsele"yi de kabul etmişlerdir (M Ebu Zehrâ, age, 69


ASHÂBU'S-SEBT
Cumartesi anlamına gelen Sebt günü, çalışmaları ve özellikle balık avlamaları kendilerine yasaklanmış bir Yahudi kavmi için kullanılan Kur'anî bir tabir "Cumartesi tatiline saygı duymaları emredilmişken bunda görüş ayrılığına düşen Yahudilere (tatil yapmaları) farz kılındı (en-Nahl, 16/124) Yahudiler, kendilerine bunun farz kılınmasına rağmen bu farza kulak asmayıp sınırı çiğneyerek hadlerini aştılar (el-A'râf, 7/163) Bundan dolayı da lânete uğratıldılar (en-Nisâ, 4/47) Yahudiler Allah'ın emir ve yasaklarına uymayıp kendi hevâ ve heveslerine tabi olduklarından dünya ve ahirette cezalandırıldılar Bu da gerek çağdaşları oldukları insanlar ve gerekse daha sonra gelecek nesiller için büyük bir ibret kılındı
" Cumartesi günü haddi aşanları bilmişinizdir Bunun üzerine onlara hor ve hakir maymunlar olun demiştik Biz bunu orada bulunup görenlere bir ibret, muttakîlere de bir öğüt kıldık" (el-Bakara, 2/65-66)
Bu Kur'anî ifadelerden anlaşıldığına göre Yahudiler Allah'ın emir ve yasaklarına uymadıkları ve verdikleri sözde durmadıkları için kötü bir cezaya çarptırılarak maymunlar hâline getirildiler Bunların maymun kılınmaları meselesinde gerçek maymun suretine mi sokuldular, yoksa maymun kılıklılar hâline mi getirildiler şeklinde bir görüş ayrılığı sözkonusudur Ancak müfessirlerin büyük bir çoğunluğu bu Yahudiler'in dış görünüşleri itibariyle maymuna dönüştürüldüklerini ifade ederken, bazıları da bunların temsilen maymun kılıklı insanlar diye ifade edildiği kanaatindedirler
ASHÂBU'S-SUFFE
Hz Peygamber (sas)'in mescidine bitişik sofada barınan ve islâmî tedrisatla meşgul olan sahabiler
Suffe, eski evlerdeki seki, sed gibi yüksekçe eyvan demektir Dilimizde buna sofa da denir İslâm tarihinde "suffe" denilince, Hz Peygamber (sas)'in Medine'deki mescidinin bitişiğindeki bu isimle anılan yer anlaşılır Burada barınan sahabîlere de "ashab-ı suffe" veya "ehl-i suffe" denir (Tecrîd-i Sarih Tercümesi, VII, 46)
Ashab-ı suffe ictimaî, siyasî ve askerî nedenlerle Medine döneminde ortaya çıkmıştır Kavim ve kabileleri arasında İslâm'ı yaşama imkânı bulamayıp gerek Hz Peygamber (sas)'le beraber Mekke'den ve gerekse muhtelif yerlerden Medine'ye hicret eden fakir, yeri, yurdu olmayan kimseler burada barınırlardı İslâmiyet'te ilk yatılı medrese burası olmuştur Bundan sonra buranın durumu örnek alınarak İslâm aleminde medreseler hep camilerin etrafına yapılmıştır (Elmalılı M Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, II, 940)
Medineli müslümanlar olan Ensar evini-barkını,bütün mal varlığını geride bırakarak şehirlerine hicret eden müslümanlara maddî ve manevi yönlerden çok yardımcı oldular Fakat buna rağmen, yer-yurt sahibi yapılamıyan bazı kimsesiz müslümanların açıkta kalmaması için böyle bir yer yapıldı Suffe ehlinin ihtiyaçlarıyla Hz Peygamber (sas) bizzat ilgilenir, Beytü'l-mâl'e ve kendisine gelen malların büyük bir kısmını onlara ayırırdı Kendisinin yetişemediği hâllerde Ashab'a tavsiye eder, evlerine Suffe ehlinden götürebilecekleri kadar misafir almalarını söylerdi Bu sebeple bunlara: Edyâfu'l-müslimîn (Müslümanların Misâfirleri) de denilmiştir (Buhârî, Rikak, 17) Suffe ehlinin ihtiyaçlarıyla Peygamberimiz, kendi ailesinin ihtiyaçlarından daha çok ilgilenirdi Bir defasında, değirmen çekmekten yorgun düştüğü için bir hizmetçi isteğinde bulunan kızı Fâtıma'ya peygamberimiz: "Kızım! sen ne diyorsun? Ben, daha henüz Ehli Suffe'nin ihtiyaçlarını temin edebilmiş değilim " demişti
Ashab-ı Suffe hayatlarını Peygamber medresesinden ilim ve irfan tahsil etmeye adamış seçkin kimselerdir Bunlar daima Mescid-i Nebevî'de bulunurlar, kendilerini ilim ve ibadete verirler, hep oruçlu olurlar, Kur'an tahsil ederler, Hz Peygamber'in vaz ve irşâdını dinlerler, onunla beraber savaşlara iştirak ederlerdi Onların geçimleriyle bizzat Hz Peygamber ilgilenir ve ashabın zenginlerini de onla ra yardım etmeye teşvik ederdi
Gücü kuvveti yerinde olan Suffeliler, dağdan sırtlarında odun taşımak dahil olmak üzere ellerinden gelen işleri yapıyor, mümkün mertebe ihtiyaçlarını sağlamaya çalışıyorlardı Yoksa Suffe, bir tembeller yuvası değildi Son derece ihtiyaç ve zaruret içinde olsalar da, iffet ve vakarları onlara, başkalarından bir şey istemeye izin vermiyordu Şu ayetin onlar hakkında indirildiği rivayet edilir (Kurtubî, el-Câmi'u li Ahkâmi'l-Kur'an, III, 340)
"Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna adayıp yeryüzünde dolaşamayanlara; hayalarından dolayı, kendilerini tanımayanların zengin sandıkları yoksullara verin Onları yüzlerinden tanırsın; yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemezler Sarfettiğiniz iyi bir Şeyi, Allah Şüphesiz bilir " (el-Bakara, 2/273)
Peygamberimize bir şey ikram edildiği zaman Efendimiz, ne maksatla getirildiğini sorardı Sadaka olduğu söylenirse kendisi kabul etmez Ashabı Suffe'ye gönderirdi Şayet hediye olduğu söylenirse, bir kısmını ailesi için alıkor, bir kısmını yine Ashab-ı Suffe'ye gönderirdi
Buhârî'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifde Resulullah (sas): "İki kişilik yiyeceği olan, Ashab-ı Suffe'den bir üçüncüsünü, dört kişilik yiyeceği olan, bir beşincisini, yahut da altıncısını alıp birlikte götürsün" buyurmuş ve bizzat kendisi on tanesini evine götürmüştür Ebû Bekir (ra) da üç tanesini götürmüştür (Tecrid-i Sarih Tercümesi, II, 540)
Suffede sadece, kimsesiz sahabîler değil, zaman zaman, sevgili peygamberimizi görmek için gelen ve kalacak başka bir yeri olmayan misafirler de kalıyordu Bunun yanında, evlenip ev-bark sahibi olarılar da Suffe'den ayrılıyordu Bunun için, Ehli Suffe'nin sayısı daima aynı kalmamıştır Kaynakların bildirdiğine göre Suffeliler'in sayısı;10-30-70-90-400 arasında değişmektedir Bu rakamlar da, sayılarının zaman zaman değiştiğini göstermektedir
Peygamberimiz Suffe ehlinin sadece maişetiyle değil, ibadet ve ilim hayatıyla da yakından ilgileniyordu Şu hadise bunu göstermektedir: "Bir gün Resulullah (sas) evinden çıkarak mescide girdi Mescidde iki halk ile karşılaştı Bunlardan biri Kur'an okuyor ve Allah'a dua ediyor, diğeri ise ilim öğreniyor ve öğretiyordu Bunları görünce "İkisi de hayır işliyorlar
Bunlar Kur'an okuyor ve Allah'a dua ediyorlar Allah, dilerse verir, dilerse vermez Ama şunlar, ilim öğreniyor ve öğretiyorlar Şüphesiz ben bir muallim (öğretmen) olarak gönderildim" buyurdu ve ilimle meşgul olanların yanına oturdu" (Dârimî, İbni Mâce)
Bu iki topluluk da Ehli Suffe'den idi Çünkü onlar, gündüzleri mescidde ilim ve ibadetle meşgul olur, Suffe'yi yatakhane ve ilmî müzakere yeri olarak kullanırlardı (Ebû Dâvud, Büyû', 36) İlimle meşgul olan Suffe ehline başta Kur'an-ı Kerîm olmak üzere; yazı, hadisler, çeşitli dînî bilgiler öğretiliyordu Öğretmenleri ise; başta sevgili Peygamberimiz olmak üzere, Abdullah b Mes'ud, Übey b Ka'b, Muaz b Cebel, Ebu'd-Derdâ, Ubâde b es-Sâmit gibi bilgin sahabîler idi Ehli Suffe ilme son derece düşkündü Dünyevî meşgaleleri de olmadığı için zamanlarının çoğunu, ilmî müzakerelere ve Peygamberimizle beraber olmaya verebiliyorlardı Belki de Peygamberimiz, böyle bir imkânın doğması için onların ihtiyaçlarını gidermeye bu kadar ihtimam göstermiştir
Ashab arasında,1000'den fazla hadis rivayet edenlere "Müksirûn*: Çok hadis rivayet edenler" denir ve bunların hepsi yedi sahabîdir Bu yedi sahabînin de üçü; Ebû Hüreyre, Abdullah b Ömer, Ebû Saîd el-Hudrî idi Bu sahabîlerden Ebû Hüreyre şöyle der:
"Benim fazla hadis rivayet etmem çok görülmesin! Muhacir kardeşlerimiz çarşıda, pazarda ticaretle, Ensar kardeşlerimiz de tarlada bahçede ziraatle uğraşırken Ebu Hüreyre, boğaz tokluğuna Peygamber'in mübarek nasihatlarını ezberliyor, onların şahit olmadığı olaylara şahit oluyordu" (Buhârî)
ilme ve Hz Peygamber'in yanında olmaya düşkünlüğünden olsa gerek ki, Hz Ömer'in oğlu Abdullah, Suffe'de kalmayı, Mescid-i Nebevî'ye hayli uzak olan baba evine tercih etmiş ve ilimle, hadis öğrenme ile daha fazla meşgul olmuştur
Peygamber Efendimiz Suffe'de yetişen bu elemanları, bilgi ve kabiliyetlerine göre çeşitli hizmetlerde kullanıyordu Meselâ;
Yeni müslüman olan kabilelere Kur'an ve diğer dînî bilgileri öğretmek, onları İslâmî yönden eğitmek için Ehli Suffe'den muallim ve mûrşidler görevlendiriyordu Raci' ve Bi'ri Maûne* vak'alarında kalleşçe şehit edilen yetmiş kurrâ, böyle bir göreve giderken müşrikler tarafından şehit edilmişti İslâm'ı öğrenmek için kısa bir süre Medine'ye, Hz Peygamber'in yanına gelenler; bir taraftan sevgili Peygamberimiz'le görüşürken, öbür taraftan, bilhassa Suffe ehlinden olan muallimlerden çeşitli İslâmî bilgileri öğreniyorlardı Peygamberimiz, Suffe ehlinden olan Bilâl-i Habeşi ve Abdullah b Ümmü Mektûm'u müezzinlikle görevlendirmişti
Kısacası Suffe; leylî-meccânî (parasız-yatılı) bir eğitim ve öğretim yuvası, çeşitli hizmetler için de hazır bir kuvvet idi
Ehli Suffe'den olan ve yukarıda ismi geçen sahabîlerden başka, bu babda Ebû Zerr el-Gıfârî, Huzeyfe, Ammar, Habbâb, Ebû Hüreyre, Selmân-ı Fârisî, Suheybi'r-Rûmî, Ukbe b Âmir, Ükkâşe, Abdullah b Mesud, Berâ b Mâlik gibi önemli sahabileri sayabiliriz

ASHÂBU'L-UHDÛD

İslâm'dan önce, Allah'a inananları, ateşli hendeklere atarak cezalandıran kâfir bir topluluk
Ashab-ı Uhdûd'un kimler olduğu ve ne zaman nerede yaşadığı hakkında çok değişik rivayetler ve her bir rivayetin uzunca birer hikâyesi vardır Bu rivayetlere göre olay; Yemen, Necrân, Irak, Şam, Habeş, Mecûsî veya Yahûdî kralları tarafından meydana getirilmiştir Bu rivayetlerden herhangi birinin doğruluğu kesin değildir Zaten Kur'an da bu olayı; yer, zaman ve faillerini belirtmeden zikretmektedir Allah'a inanmayan kâfir bir beldenin kralı, Allah'a inananları dinlerinden çevirmek, tekrar kendi sapık dinine döndürmek için müminlere eziyet eder, uzunlamasına ve derin hendekler, kanallar (Uhdûd) kazdırır Bu hendeklerin içine büyük ateşler yakılır Allah'a inanmaktan başka hiçbir günahı olmayan müminler hendeğin başına getirilir, Allah'a imanda ısrar edenler ateşe atılır, küfre dönenler ateşten kurtarılır Bütün bu zor durumlarına rağmen müminler imanından dönmez ve ateşe atılırdı Müminleri ateşe atan bu zalimler, hendeğin etrafına oturmuş olarak yaptıkları bu zulmü zevkle seyrederlerdi Fakat Cenâb-ı Allah o kâfirleri, aynı ateşle veya başka bir yolla helak etmiştir Çeşitli rivayetlerin bildirdiğine göre, binlerce mümin bu hendeklere atılmış, fakat Allahu Teâlâ müminlerin ruhunu, ateşe düşmeden önce kabzetmek suretiyle onları, ateşin azabından kurtarmıştır
Bu hadisenin zamanı kesin olarak bilinmemekle beraber, İslâm'a yakın bir zamanda, büyük bir ihtimalle de Hz İsa'dan sonra olmuş, Mekke müşrikleri ve müslümanlar tarafından da bilinmekte idi Bu hadiseyi Kur'an'da anlatmak suretiyle Cenâb-ı Allah, Mekke'de çeşitli eza ve cefaya uğrayan müslümanların mutlaka bundan kurtulacaklarını ve müslümanlara eziyet eden Mekkeli müşriklerin, Ashab-ı Uhdûd gibi cezalandırılacağını dolaylı bir şekilde açıklamaktadır Şüphesiz ki bu ayetler, sadece o zamanın insanlarına hitap etmemekte, geçmişte olduğu gibi gelecekte de imana, dine ve inananlara yapılacak kötülük ve zulümlerin mutlaka Allah'u Teâlâ tarafından cezalandırılacağını ifade etmektedir Bu durum, Kur'an kıssalarının en önemli özelliklerindendir
Hâdise, Kur'an-ı Kerîm'de şöyle dile getirilmektedir:
"Hazırladıkları hendekleri, tutuşturulmuş ateşle doldurarak çevresinde oturup, inanmış kimselere, dinlerinden dönmeleri için yaptıkları işkenceleri seyredenlerin canı çıksın Bu inkârcıların inananlara kızmaları; onların sadece, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisinin bulunan, övülmeye lâyık ve güçlü olan Allah'a inanmış olmalarındandır Allah her şeye şahittir Fakat, inanmış erkek ve kadınlara işkence ederek onları dinlerinden çevirmeye uğraşanlar, eğer tövbe etmezlerse, onlara Cehennem azabı vardır Yakıcı olan azap da onlaradır Şüphesiz, inanıp yararlı işler yapanlara, içlerinden ırmaklar akan Cennetler vardır Bu, büyük bir kurtuluştur Doğrusu Rabbi'nin yakalaması amansızdır " (el-Burûc, 84/4-12)



ASHÂBU'L-A'RÂF
Ahirette, Cennet'le Cehennem arasındaki sahada bekleyen kimseler Bunların iyilikleri kötülüklerine eşit gelmiştir Ne Cehennem'e gitmişler ne de Cennet'i hak edebilmişlerdir İkisinin arasında kalmışlar, Allah'ın rahmetini beklemektedirler Cennet ehlini simalarından, Cehennem ehlini de yüzlerindeki kasvet ve karanlıktan tanıyorlar
Cennet ehlinin yüzlerinin beyazlığı, neşe saçan çehreleri ve çehrelerindeki ilâhî nuru görünce onlara selâm verirler Yaşayışlarına imrenerek birlikte olmayı arzu ederler
Bir ara gözleri istemeyerek de olsa Cehennemliklere ilişir, amellerinin kendilerini oraya sürüklemesinden korkarak Allah'a sığınırlar Sonra yüzlerinden günahkârların büyükleri olduklarını sandıkları kişilere: " Topluluğunuz ve büyüklük taslamanız size fayda vermedi" derler "İşte siz şimdi Cehennem'desiniz"
Sonra bunlara, dünyada iken müminler hakkında düşündüklerini ve söylediklerini hatırlatırlar Çünkü büyüklük taslayanlar hakim bir edâ ile, müminlerin doğru yolda olmadıklarını, ilâhî rahmete eremeyeceklerini söylerlerdi A'râf ashabı Cehennemdekilere şöyle seslenir:
"-Kendilerini Allah'ın rahmetine erdiremeyeceğine yemin ettikleriniz bunlar mıydı?" "Nerede olduklarını şimdi gözlerinizle görün Kendilerine söylenenleri kulaklarınızla duyun:
"-Cennet'e girin, size korku yoktur, siz mahzun da olmayacaksınız " (Ayrıca bk A'râf)

ASHÂBU'L-MEDYEN
Akabe körfezinin doğusundaki Medyen şehrinde yaşamış bir kavim Medyen akarsuları, bahçeleri, hurmaları bol bir şehir olup, Allah'u Teâlâ burada yaşayanlara Şuayb (as)'i elçi göndermişti Şuayb (as) onları ahiret gününe ve Allah'a imana çağırmıştır Onlar ise Allah'a ve ahiret gününe inanmak şöyle dursun, putlarından ayrılmayacaklarını ısrarla belirtmişler, atalarının yanlış yollarından ayrılmamışlardır ve Allah'dan kendilerine gönderilen mucizeleri reddederek, günlük işlerindeki hile ve sahtekârlıklarına devam etmişlerdir Medyenliler Yol kesmeyi, hırsızlık yapmayı, zayıfları ezmeyi alışkanlık haline getirmişlerdi Ancak, güçlü bir aileye mensup olan Şuayb (as)'a dokunamamışlardır Neticede Allah'ın gazabı onları yakalamış ve bir sarsıntı ve gürültü ile mahvolmuşlardır (Ayrıca bk Ashâbu'l-Eyke

ASHÂBU'L-YEMİN
Sağa mensup olanlar, bereketli ve uğurlu insanlar, kıyamet gününde amel defterleri sağ taraflarından verilecek olan mutlu kimselerdir (M Hamdi Yazır, Hak Dini, Kur'an Dili, VII, 4706)
Ashabû't-Yemin Kur'an-ı Kerîm'de altı defa zikredilmektedir (el-Vakıa 56/27, 38, 90, 91; el-Müddessir, 74/39)
Allah'u Teâlâ ashabu'l-yeminin ahirette nail olacakları mükâfatı şöyle anlatır: Ashab-ı yemin, ne mutlu ashab-ı yemine! Onlar dikensiz sedir ağaçları, uzamış gölge altında, çağlayarak akan sular kenarlarında; bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen, bol meyveler arasında; yüksek döşekler üzerindedirler Biz ashab-ı yemin için ceylan gözlü hurileri yeniden yaratmışızdır Onları bakire, ellerine düşkün ve hepsini bir yaşta kılmışızdır " (el-Vakıa,56/27-38)
Bunlara ashab-ı meymene de denir (bk Ashab-ı meymene)

ASHÂBU'R-REDD

İslâm miras hukukunda kullanılan bir terim Neseb yönünden ashâbu'l-ferâiz'den kabul edilen kimseler için kullanılmaktadır Ancak Ashâbu'r-redd'den başka asabe bulunmadığı takdirde muayyen paylar alırlar Ayrıca geriye kalan paylar da red yoluyla bunlara intikal eder

ASHÂBU'Ş-ŞİMÂL
Sol; sol el, sol taraf, uğursuz, bedbaht kimselerdir Bu tabir Kur'an-ı Kerîm'de Vakıa suresinin kırkbirinci ayetinde geçmektedir Devamındaki ayetlerin ifade ettiğine göre, ashabu'ş-şimâl, Allah'ı ve ahiret gününü inkâr eden, zevk ve sefa!arına düşkün olan kimselerdir (el-Vakıa, 56/45-47)
Bunların ahirette çekecekleri feci azap şekilleri de aynı surede belirtilmektedir (el-Vakıa, 56/41-56) Kıyamet gününde amel defterleri sol taraflarından verilir Bunlara ashab-ı meş'eme de denir (bk Ashab-ı meş'eme






ASHÂBÜ'S-SÜNEN
Kütüb-i Sitte'den Sünen adıyla anılan hadis kitaplarının müellifleri hakkında kullanılan bir usûl-i hadis terimi Bu hadis mecmuaları, tahâret (temizlik)'ten vasiyete kadar olan bütün ibadet ve İslâm hukuku ile ilgili hadisleri ihtiva eden kitaplardır İşte bu tür kitapları tertip edip meydana getirenlere, sünen sahipleri anlamına
"Ashab-ı Sünen"; Kütüb-i Sitte'nin ilk ikisi olan Buhârî ve Müslim'e de
"Cami" adı verilmektedir Meşhur ashab-ı sünen (sünen sahipleri) şunlardır:
1) Ebû Dâvud Süleyman b el-Eş'as es-Sicistânî 817'de Horasan'daki Sicistan şehrinde doğmuş ve 888'de ölmüştür "Sünen-i Ebî Dâvud" isimli kitabı 5274 hadisi ihtiva etmektedir
2) Ebû Îsâ Muhammed b İsâ et-Tirmizî 821' de Mekke'de doğmuş 892'de Tirmiz'de ölmüştür "el-Camiu's-Sahih" isimli eseri "Süneni Tirmizî" diye meşhur olmuştur İçerisinde 3956 hadis vardır
3) Ebû Abdurrahman Ahmed b Şuayb en-Nesâî 830'da Horasan civarındaki Nesâ şehrinde doğmuş, 915' de Mekke'de vefat etmiştir "elMücteba" ismini verdiği hadis kitabı Sünen-i Nesâî" diye meşhur olmuştur
4) Ebû Abdullah Muhammed bYezid b Mâce, Kazvin'de yaşamış ve 886'da vefat etmiştir "Sünen-i İbni Mâce" isimli kitabı 4000 hadis içermektedir
"Ashabü's-Sünen" denilince ilk plânda meşhur olan bu dört zat kasdedilir (Tecrid-i Sarih Tercümesi, Mukaddime, 51) ve bunlara Ashabü's-Süneni'l-Erbaa" adı verilir Bunların dışında ed-Dârimî (ö 720), ed-Dârekutnî (ö 819) ve el-Beyhâkî (ö 1066) gibi hadisçilerin de "Sünen" isimli eserleri vardır Bu muhaddislere de Ashabu's-Sünen denilmektedir
Hz Peygamber (sas)'in söz, fiil ve takrirlerini bize kadar ulaştıran ve genellikle Merfû* hadisleri ihtiva eden "Sünen"ler yalnız bunlardan ibaret değildir Bunlardan başka telif edilmiş yirmibeş kadar Sünen vardır (Kettânî, er-Risâletü'l-Mustatrefe, 32-37)


ÂSÎ
Arapça bir kelime olup, isyan eden, itaatsız, başkaldıran, vb anlamlarına gelir Eşanlamlısı: serkeş, bâği Ayrıca Allah'ın emirlerini yerine getirmeyen, günahkâr, haydut anlamlarındadır Çoğulu "Usat" olarak gelmektedir (Mütercim Asım Efendi, Okyanus (Kamus Terc) Âsi maddesi)
Kur'an-ı Kerîm'de bir çok ayette âsi kelimesi geçmektedir Hepsi de Allah'ın emirlerine karşı gelen, ona itaat etmeyen, günahkâr, serkeş anlamlarında kullanılmıştır Hadis-i şeriflerde de durum aynıdır
Kur'an-ı Kerîm'in bu konuyla ilgili birkaç ayeti şöyledir:
"Babacığım! Şeytana tapma, çünkü şeytan, merhametli olan Allah'a baş kaldırmıştır (âsi olmuştur)" (el-Meryem, 19/44)
"Kim AIlah'a ve Peygamber'ine karşı isyan eder (baş kaldırır) ve sınırlarını aşarsa Allah onu devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır " (en-Nisâ, 4/14)
"Allah ve Resulu bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur " (el-Ahzab, 33/36)
"(Benim yaptığım) ancak A!!ah katından olanı, O'nun gönderdiklerini tebliğdir Artık kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, bilsin ki, ona, (kendi gibilerle) içinde ebedi kalacakları Cehennem ateşi vardır " (el-Cin, 72/23)
"Hem bilin ki, içinizde Allah'ın elçisi vardır Şayet o, bir çok işlerde size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz Fakat Allah size imanı sevdirmiş ve onu kalplerinize zinet yapmıştır Küfrü, fısk ve isyanı da size çirkin göstermiştir İşte doğru yolda olanlar bunlardır " (el-Hucurat, 49/7)
Hadis-i şeriflerde de asinin yerildiğini ve Allah Resulu'nun her fırsatta müminleri bundan sakındırdığını görmekteyiz Meselâ müslüman olmuş bir kadının ismi Âsiye idi (isyan eden kadın anlamında) Resulullah (sas) onun adını Cemile olarak değiştirdi ve ona: "Sen Cemile'sin" dedi (Darimi, Sünen, İsti'zan, 62; Ahmed b Hanbel, Müsned II, 18)
"Kim tavla oynarsa şüphesiz o, Allah ve Resulüne isyan etmiştir " Başka bir rivayette; "Sanki elini bir domuzun kanına ve etine batırmış gibidir " (Ebû Dâvûd, Edeb, 56; İbn Mâce, Edeb, 43; Malik, Muvatta' Rü'ya, 6; Ahmed b Hanbel, IV, 392) gibi hadislerde "âsi" Kur'an-ı Kerîm'de olduğu gibi karşı gelen anlamında kullanılmıştır İslâm dini daima insanları bundan sakındırmıştır
Ayrıca İslâm'da Peygambere karşı gelmek Allah'a karşı gelmek olarak telâkki edilmiş ve bunun büyük bir suç olduğu açıklanmıştır Bir hadiste şöyle buyruluyor
"Bir kere Nebi (sas) uyurken yanına birtakım melek gelerek bunlardan bazıları: Bu zat uyuyor, ' dedi, bazıları da: Gözü uyuyor, fakat kalbi uyanıktır, ' dedi Bunun üzerine bu melekler (birbirlerine) bu dostunuzun âli sıfatı vardır (âli menkibe sahibidir) haydi siz de bunun âli mevkiini harici bir örnekle temsil ediniz,' dediler Fakat bazıları; iyi ama bu zat uyuyor, ' dediler Bazıları da hayır, onun gözü uyuyor, fakat kalbi uyanıktır, ' dediler Bunun üzerine melekler; Bu zatın harici benzeri şu bir kimsenin misali gibidir ki, o kimse yeni bir ev yaptırır, o evde bir velime Ziyafeti tertip edip (bu ziyafete) insanları davet etmek için bir davetçi gönderir; bu davetçinin davetine kim icabet ederse, o (mükemmel) eve girer ve (mükellef) ziyafeti yer Her kim de davetçinin davetine icabet etmezse o eve giremez, ziyafet yemeklerini de yiyemez' Bunun üzerine melekler yine birbirlerine: Haydi bu temsili bu zata izah ediniz de anlasın,' dediler Fakat yine bunlardan bazıları, iyi ama bu zat uyuyor, ' dediler Bazıları da hayır, gözleri uyuyor fakat kalbi uyanıktır,' dediler
Bunun üzerine melekler (kendi aralarında temsili izah ederek): O ev Cennet'tir, davetçi de Muhammed (sas)'dir Her kim O'na itaat ederse Allah'a itaat etmiştir' her kim de O'na âsi olursa (baş kaldırırsa) Aziz ve Celil olan Allah'a âsi olmuştur Hz Muhammed insanların arasını ayırd etmiştir (itaat ve isyan şiarını bildirip inananları, inanmayanları birbirinden ayırd etmiştir)" (Buhârî, İ'tısam, 2; Tedrid-i Sarih XII, 403, 404)
Diğer bir çok hadiste de Resulullah (sas) Allah ve Resulü'ne isyan konusunda hiç kimseye itaat edilemeyeceğini, Allah'a itaat etmeyene itaat edilemiyeceğini belirtmiştir
ÂŞİR
Onuncu; onda bir alan; İslâm devlet başkanı tarafından tayin edilen, bölgesinden geçen tüccarın mallarından "uşûr"* vergisini tahsil edip buna karşılık tacirlerin memleket dahilinde serbestçe dolaşıp ticaret yapmalarını temin eden, mallarını hırsız ve yol kesicilerden koruyan kimse (Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti'l-Funûn, Kalkuta (ty), II, 960)
Kaynak eserlerimizde zekât ve öşür memuru manasına âmil*, sâî, mussaddık, mekkâs tabirlerine de rastlanır Ancak bunlar içinde âşir özellikle "uşûr" adı verilen gümrük vergisi diyebileceğimiz vergiyi tahsille görevli memur manasında kullanılmaktadır
Fıkıh kitaplarında âşir, Bâbu'lâşir" başlığı altında tetkik edilip, nitelikleri, görev ve yetkileri belirtilir
Âşirin tayininde şu şartlar aranır: Müslüman ve hür olmak, Hâşimoğulları'na mensup olmamak, tüccarın mallarını hırsız ve yol kesicilerden koruyabilme gücüne sahip olmak (İbn Abidîn, Reddu'l-Muhtâr, Kahire 1307, II, 309-311)
Âşir, İslâmî yönetimin hakim olduğu bölgeden giriş yapan müslüman tacirlerin ticaret mallarından -vücub şartları gerçekleşmesi kaydı ile-1/40; İslâm devletinin himayesi altında bulunan zımmî tüccarların mallarından 1/20; harbî tüccarın mallarından da 1/10 nisbetlerinde, yahut harbî tüccardan "mukabele bi'l-misl" esasına göre, yani onlar müslümanlardan ne nispette vergi alıyorlarsa o kadar vergi alır (es-Serahsî, el-Mebsût, Beyrut 1978, I, 199)
Âşirin, ticaret mallarından yukarıda gösterilen nispetlerde vergi tahsil etmesi hukukî yönden şöyle açıklanır: Müslüman, gümrükte ticaret malını memura beyan ettiği zaman, bu malın İslâm devlet başkanı tarafından korunmasına ihtiyaç duyulur Devlet başkanının da -koruma karşılığı- bu mallardan zekât tahsil etme hakkı doğar Beyan edilen ve böylece "zâhirî mal" hükmünü alan müslüman ticaret malının korunmaya ihtiyacı olunca, aynı şekilde beyana tabi tutulan zımmî ticaret malı da korunmaya muhtaçtır Hatta zimmî tacirin malı korunmaya daha çok muhtaçtır Zira hırsız ve yol kesiciler zımmî tacirin malını gasbetmeye daha çok niyetlenebilirler (es-Serahsî, age, II,199)
Âşir, Âşşâr, Sâhibu'l-uşr, Sâhibu'lmeks, Mekkâs; bütün bu tabirler eş anlamlıdır ve dışarıdan getirilen mallardan vergi alan memuru ifade ederler Burada bu tabirlerin geçtiği ve bunların zemmedildikleri bazı hadislerin kapsamı üzerinde de durmamız gerekir
Hz Peygamberin " Kim onda bir alan kimseye (sahibu'l-uşr) rastlarsa boynunu vursun" (Ebû Ubeyd, el-Emvâl, Kahire 1969, nr 1630), Âşire rastlarsanız onu öldürünüz" (Ebû Ubeyd, age nr 1631) buyurduğu rivayet edilir Bu ve benzer ifadeli hadis ve haberleri eserinde zikreden Ebû Ubeyd, bu hadislerle ayni konudaki sahabe ve tabiûn görüşlerinin yorumunu şu şekilde yapar:
Cahiliyye devrinde acem ve Arap kralları, bölgelerinde ticaret yapan tacirlerden 1/10 nispetinde vergi alırlardı Allah, Hz Peygamber vasıtasıyla İslâmî emirlerle bu vergiyi iptal etmiş, buna karşılık 1/40 nispetinde zekât konmuştur Âşir, müslümanlardan zekâtı bu nispette ve adaletle tahsil ederse zikredilen ağır ithamlı hadislerin şümûlüne girmez Böyle yapmaz halka zulmederse, nisbetleri aşmasa bile yine âşirin zemmi ile ilgili hadislerin kapsamına girer Hz Ömer ve ondan sonra gelen halifeler âşir tayin etmişlerdir Hâl böyle olunca bu görev nasıl mekruh addedilir! (Ebû Ubeyd, age, nr 1638, 1643, 1644-1645)
Âşirin zemmedilmesi ile ilgili hadislere fıkıh kitaplarında da yer verilir ve bundan, meşru olan zekât nisbetleri dışında insanların mallarını haksız yere ve zulümle alan vergi memurlarının kasdedildiği açıkça belirtilir (es-Serahsî, age, II, 199; İbn Abidin, age, II, 309-311)
Hz Peygamber, mallara düşen zekât ve öşürlerin toplanmasında İslâm'ın emrettiği adalete titizlikle riayet etmiştir İşte İslâm adaletine gösterdiği bu hassasiyetten dolayıdır ki', Hz Resul, mükelleflere zulmedecek, onlardan gösterilen nisbetler dışında para tahsil edecek memurları şiddetle zemmetmiştir Bizzat Hz Peygamber tayin ettiği zekât memurlarını eğitmiş, onlara şifahî bilgiler yanında, yazılı metinler hâlinde nisâb, nisbet ve tahsil usûllerini ayrıntılı bir şekilde gösteren listeler göndermiştir Onu takiben Râşid halifeler de zekât memurlarını mütehassıs kimselerden seçmişler, ayrıca bu memurları kontrol eden bir murakabe müessesesi oluşturmuşlardır

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #314
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük





AŞİR (AŞR-I ŞERİF)
Bir şeyin on parçada biri, onuncu Kur'an-ı Kerîm'in bir bölümü Kur'an-ı Kerîm'in tamamı altıyüz sahifedir Her biri yirmi sahifelik otuz cüze ayrılmış, her cüz de kendi içinde beşer sayfalık, dört hizbe bölünmüştür Her hizipte on parça vardır Yarım sahife tutarında olan bu parçaların herbirine "âşir" denir Her âşirde de beşte bir anlamına gelen
"humus" vardır İşte âşir okuyan, Kur'an-ı Kerîm'den bu onda birlerden birisini veya yaklaşık on ayet kadar okuduğu için bu ad verilmiştir
ÂSİYE
Kocası kâfir olup, kendisi mümine olan ve müminlere misal olarak gösterilen Firavn'ın eşi
Musa (as) zamanında yaşamıştır Firavn, İsrailoğulları'nın kadınlarını alıkoyup erkek çocuklarını öldürtüyordu Musa (as) doğduktan sonra, anası Allah'u Teâlâ'nın kendisine bildirdiği şekilde onu bir sandığa koyup Nil nehrine bıraktı İçinde Musa'nın bulunduğu sandık, Firavn'ın sarayı hizasına gelince onu alıp saraya götürdüler Âsiye kocası Firavn'ı ikna ederek Musa'yı öldürtmedi Hatta ona kalbi ısındı ve: "Aman onu öldürmeyin, belki büyür de işimize yarar" diyerek Musa için süt anne aramağa başladı Nihayet, Musa yalnız kendi annesinin memesini kabul edinceye kadar süt anne aradılar Böylece Allah, Musa'yı annesine iade etmiş oldu
Musa (as) büyüyüp risalet görevini yerine getirince ona ilk iman edenlerden biri de Âsiye idi Firavn, hanımının Musa (as)'ya iman etmesine dayanamayıp ona işkenceler yaptı ve bu işkenceler sonunda Firavn hanımı Âsiye'yi şehit etti
Resulullah (sas) kemâle eren dört kadından biri olarak Âsiye hatunu saymış ve ondan övgüyle söz etmiştir Gerçekten, kocaları küfre hizmet eden fakat kendileri evlerinde Allah'ı anan ve Allah'ın emirlerine göre yaşayıp iffetini koruyan mümine hanımlar için Âsiye hanım güzel bir örnektir (et-Tahrim, 66/10-12) Onların bu sabırları ve imanlarında sebatları elbette bir gün kocalarını da imana getirmelidir Eğer eşlerinin İslâm'a gelmeleri pek muhtemel değilse müminelerin böyle bir evliliği yaşamaları caiz değildir
ASR, ASIR
Zaman, çağ, yüzyıl, dehr, gündüz ve gece, gündüzün zevalden önce ve sonra iki tarafı (ğadâd ve aşiy), öğleden sonra güneşin kızarmasına kadar olan ikindi vakti, kabile ve aşiret, yağmur, hapsetmek, menetmek, vergi vermek, sıkıp suyunu çıkarmak manalarına gelir Müfessirler hep bu manaları göz önüne alarak buradaki asr'a çeşitli manalar vermişlerdir Bunların hepsi sahih olmakla beraber asrı, dehr, yani uzun zaman ile tefsir etmek daha şümullü olacağından tercih nedeni oluyor Cenâb-ı Allah'ın Asr suresinde, asra yemin etmesi de her şeyin asrın içinde, yani bir zaman dilimi içinde cereyan etmesi ve Cenâbı Allah'ın kudretinin zaman içinde tecelli etmesi hikmetine bağlıdır
"Asra yemin olsun ki hiç şüphesiz insan hüsran (zarar)dadır Ancak inanıp yararlı iş işleyenler, birbirlerine gerçeği tavsiye edenler ve sabırlı olmayı tavsiye edenler bunun dışındadır " (el-Asr,103/1-3) Müfessirlerin belirttiğine göre burada Allah'ın, üzerine yemin ederek kıymetini belirttiği asır şu manalara gelir:
1-İkindi namazı İkindi namazı faziletli olduğu için Allah ona yemin etmiştir Bakara suresinin 238 ayetinde de özellikle ona devam etmemiz istenmiştir
2-İkindi vakti İkindi namazının vakti ve gündüzün sonu olduğu, insan ömrünün son anlarını andırdığı için faziletlidir
3-Hz Muhammed (sas)'in asrı Hz Muhammed (sas)'den önce dünyayı cehalet, küfür, şirk ve zulüm karanlıkları bürümüştü Onun peygamber olarak gönderilmesiyle insanlık adalet, fazilet ve ahlâkî düsturlara kavuşmuştur (M Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IX, 6067)
Ayrıca cahiliyet devri Arapları asr manasına gelen Asr'a söverler; her şeyi asra nispet ederlerdi Bunun çirkin ve yanlış olduğunu gözler önüne sermek için Cenâb-ı Allah Asr'a yemin etmiştir Çünkü her şey zaman içerisinde vuku bulur Zaman, Cenâb-ı Allâh'ın bir memuru olarak öldürmek ve olgunlaştırmak görevini yapar Zaman kötü olmaz, insanlar kötüleşir O yüzden Peygamberimiz (sas):
"Zamana sövmeyin, zira zaman Allah'tır " buyurmuşlardır (Ahmed İbn Hanbel, Müsned, V, 299, 311) Bu da zaman içinde vuku bulan her şey Allah'ın iradesi ile vaki olur, demektir
ASR SÛRESİ

Kur'an-ı Kerîm'in yüzüçüncü suresi Üç ayet, ondört kelime ve altmışsekiz harften ibarettir İbn Abbas, İbn Zübeyr ve Cumhûr'a göre Mekkî; Mücahid, Katâde ve Mükâtil'e göre Medenî'dir
Kur'an-ı Kerîm'in kısa bir suresi olmasına karşılık en anlamlı ve özlü sûrelerinden biridir Bu surede, İslâm'ın insanlık için getirdiği sistemle, İslâm ümmetinin bütün özellikleri ve vazifeleri anlatılmaktadır Üç kısa ayetten ibaret olan sure, içinde insanlığın kurtuluşunu müjdeleyen fevkalâde üstün prensipler ihtiva etmektedir
Allah, Asr'a yemin ederek insanların ziyanda olduğunu bildirmektedir İnsan, ömrünün her anında ya sevap veya bir günah işlemektedir Eğer günah işliyorsa bu açık bir ziyandır Eğer sevap işliyorsa, belki kaçırdığı sevap daha büyük olabileceğinden bu da bir çeşit ziyândır Sonra insanın mutluluğu ahireti aramasında ve ahireti sevip dünyaya fazla rağbet etmemesindedir Halbuki ahiret sevgisine götürecek sebepler gizli, dünya sevgisine götürecek sebepler açık olduğu için, insanların çoğu dünya zevkine dalmış, böylece de ahireti kaybetmişlerdir
Surede "Asr"a yemin edilmesi, insanın hüsranda olduğuna ve bu hüsrandan dört özellik taşıyan kimselerin kurtulacağına dikkat çekmek içindir 1-İman, 2-Salih amel, 3-Birbirine hakkı tavsiye etmek, 4-Birbirine sabrı telkin etmek
Asr yani "zaman", kelime olarak, geçmiş zaman ve pek uzun olmayıp her an geçmişe dahil olan şimdiki zaman için de kullanılır Çünkü her an, gelecek zaman şimdiki zamana, şimdiki zaman da geçmiş zamana dahil olmaktadır Burada mutlak olarak zamana yemin edilmiştir O hâlde burada iki tip zaman kastedilmiş olabilir Yani geçmiş zamana yemin edilmesinin anlamı, insanlık tarihinin yukarıda adı geçen dört özellikten uzak olan kişilerin hüsrana uğradıklarına şahit olmasıdır Geçmekte olan zamana edilen yemini anlamak için, geçmekte olan zamanın her bir insana, her bir millete bu dünyada çalışmak için fırsat verildiği zaman olduğunu bilmek gerekir
İmam Fahrüddin er-Râzi, şöyle der:
"Buz satan birisi pazarda şöyle bağırıyordu; sermayesi eriyen bu şahsa merhamet edin! Onun bu sözünü işitince, bu söz Asr suresinin anlamıdır' dedim İnsana verilen ömür bir buz gibi hızla erimektedir Eğer bunu ziyan eder veya yanlış yere harcarsa insanın hüsranına neden olur" Onun için geçen zamana yemin edilmesinin anlamı, hızla geçen zamanın, söz konusu dört özellikten yoksun insanın dünyada ne işle meşgul olursa olsun hayatını harcadığına ve hüsranda olduğuna şehadet etmesidir Kârlı çıkanlar ancak bu dört özelliği taşıyanlar ve bu dünyada hayatlarını ona göre düzenleyenler olacaktır
Surede "insan" kelimesi tekil olarak kullanılmıştır Ama sonraki cümlede, insanlar arasında bu dört özelliği taşıyanlar istisna edilmiştir Onun için burada "insan" kelimesi cins isim olarak kullanılmıştır Bu durumda "insan" kelimesinin kapsamına, şahıslar, güruhlar, milletler ve bütün insanoğlu girer Yani zikredilen dört sıfattan yoksun olanlar kimler olursa olsunlar hüsrandadırlar Örneğin zehirin öldürücü özelliği vardır Fert, toplum veya bütün insanlık zehir içmeye kalkışırsa sonuç değişmez Zehir her ne olursa olsun öldürücüdür Tıpkı bunun gibi, insanlar bu dört özellikten yoksunlarsa, küfür üzere ve kötü işler içinde bulunuyorlarsa, birbirlerini batıla teşvik ediyorlar ve nefislerine tapmayı telkin etme üzerinde birleşiyorlarsa hüsran içindedirler
"Hüsrân" kelimesine gelince, "kâr"ın zıddıdır Ticarette bu kelime genel olarak bir işte zarara uğramayı veya iş hayatında sürekli zarar etmeyi ifade etmek için kullanılmıştır Kur'an-ı Kerîm "hüsran" kelimesini özel bir ıstılah olarak, "felah", yani kurtuluş kelimesinin zıddı olarak da kullanmıştır
Kur'an-ı Kerîm gerçek imanın ne olduğunu aşağıdaki ayetlerde açıklamıştır: "Müminler onlardır ki Allah'a ve Resulüne inandılar; sonra şüphe etmediler " (el-Hucurât, 49/15), "Rabbimiz Allah'tır deyip sonra doğru yolda sebat edenler " (Fussilet, 41/30), "Müminler o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir " (el-Enfâl, 8/2), "İnananlar en çok Allah'ı severler " (el-Bakara, 2/165), "Hayır, Rabb'in hakkı için, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olmazlar " (en-Nisâ, 4/65)
İman etmekten maksat, Allah'a iman etmektir Ancak, sadece varlığına değil, aynı zamanda tek ilâh olduğuna, ortağı bulunmadığına, insanların ibadet ve itaat edeceği yegane varlık olduğuna, insanların kısmetini düzenleyip bozanın ancak Allah olduğuna, dua ve tevekkül edilecek varlığın yalnız O olduğuna, ancak O'nun emirlerine uyulup, ancak O'nun yasaklarından kaçınılacağına, O'nun farzlarının yerine getirilip O'nun yasaklarından uzak durulacağına, herşeyi işiten ve görenin ancak O olduğuna, insanın sadece fiillerini değil, fiillerini harekete geçiren gizli niyetlerini de bildiğine inanmaktır İmanın ikinci bölümü ise, Resulullah (sas)'a inanmaktır O'nun Allah tarafından tayin edilmiş en büyük rehber ve lider olduğuna, getirdiği hükümlerin Allah tarafından ve Hakk olduğuna, O'na itaat etmenin zorunlu olduğuna inanmaktır Risâlete iman etmek aynı zamanda meleklere, kitaplara, peygamberlere ve Kur'ân'a iman etmeyi kapsamaktadır Çünkü bunlar, Allah Resulü'nün getirdiği talimatın unsurlarıdır Üçüncüsü ahirete inanmaktır İnsanın bu dünya hayatı ilk ve son değildir İnsan ölümden sonra tekrar diriltilecektir Bu dünyada yaptıklarının hesabını Allah'a verecek ve bunun sonunda salih amel işleyenler mükâfatlandırılacak; kötü olanlar ise cezaya çarptırılacaklardır
İnsanın hüsrandan kurtulması için gerekli olan; imandan sonra salih ameldir "Salih" kelimesinin anlamı bütün iyiliği kapsar Küçük ve büyük iyilik de buna dahildir Ama Kur'an'a göre kökü imana dayanmayan hiçbir amel salih amel sayılmaz Herhangi bir amel Allah ve Resulü'nün bildirdiği hidâyete uygun işlense de, iman olmaksızın salih amel sayılmaz Onun için Kur'an-ı Kerîm'de nerede amelden söz edilmişse, orada iman da zikredilmiş ve salih amel imandan sonra anılmıştır
Çünkü insan, iman iddiasına rağmen Allah ve Resulü'nün gösterdiği yoldan başka yol takip edebilmektedir Onun için Kur'an'da verilen müjdeler, iman etmenin yanında salih amel işleyenler için geçerlidir Bu surede de, insanın hüsrandan kurtulması için, imandan sonra, salih amel işlemesi gerektiği bildirilmiştir Diğer bir ifadeyle, salih amel olmadan sadece iman ile bir insan hüsrandan kurtulamaz Bu surede daha sonra, hüsrandan kurtulmak için gerekli iki sıfat daha açıklanmıştır Bunlar, iman ettikten ve salih amel işledikten sonra, birbirine Hakk'ı telkin ve sabrı tavsiye etmektir Bunun anlamı, birincisi; iman edenler ve salih amel işleyenler bunu ferdî olarak yapmakla kalmamalı, aynı zamanda mümin ve salih bir toplum meydana getirmelidirler İkincisi; bu toplumu bozulmaktan koruyabilmek için her fert kendi sorumluluğunu idrak etmelidir Onun için toplumun bütün üyelerinin, birbirlerine hakkı ve sabrı telkin etmeleri farzdır
İslâm'ı ve bütün hükümlerini kabul edip, yeryüzünde yaşanıp uygulanmasını tavsiye etmenin yanısıra; ehl-i iman ve onların toplumunun hüsrandan kurtulabilmesi için toplum üyelerinin birbirine sabrı telkin etmesi de şart koşulmuştur Yani İslâm'ı, hakim kılmanın uğrunda karşılaştıkları bütün zorluk, musibet, meşakkat, zarar ve mahrumiyetler karşısında birbirlerine, sebat göstermeyi telkin etmelidirler Her fert, bu şartlara karşı sebat göstermesi için diğerine cesaret vermelidir
ASR-I SAÂDET
Peygamber Efendimiz (sas)'in dönemi
Peygamber Efendimiz'den itibaren İslâm Tarihi, Hz Peygamber dönemi, Hulefâ-i Râşidûn, Emevîler, Abbâsîler, Selçuklular, Osmanlılar gibi muhtelif dönemlere ayrılmıştır İşte bu dönemlerin başında yer alan Hz Peygamber dönemine müslüman âlimler "Asr-ı Saâdet" adını vermişlerdir
"Mutluluk Devri" manasını ifade eden bu terkip, gerçekten de o dönemin bir kelimeyle ifade edilmesini sağlayan isabetle seçilmiş bir terkiptir
Çünkü Peygamber Efendimiz (sas) döneminde bizzat O'nun rehberliği ve liderliğinde ashab-ı kirâm, İslâm'ın dînî-dünyevî bütün emirlerini anlamış, yaşamış ve yaşatmışlardı Hz Peygamber'in eğitiminden geçmiş olan ashab-ı kirâm, İslâm davasına gönülden bağlı idiler Samimiyet ve ihlâs içerisinde yalnız bir Allah'a kul olmuşlar, O'nun Resûlüne gönül vermişlerdi Ruhlarını, düşüncelerini, davranış ve yaşayışlarını Allah ve Rasulunun istediği şekilde şekillendirmişlerdi; Kitap ve Sünnet, onlara yön veriyordu Bu sebeple de inandıkları ulvî davalarını her şeyin üstünde tutuyor; dinleri uğruna mallarını, hatta canlarını feda etmede zerre kadar tereddüt göstermiyorlardı
İşte bu anlayış ve yaşayışa sahip bulunan fertlerden oluşan İslâm toplumunda, tam bir birlik ve beraberlik, âhenk ve uyum, dayanışma ve yardımlaşma, kaynaşma ve aktivite hakimdi Müslümanlar, idarî, siyasî, ictimaî, iktisadî, ilmî, askerî, adlî gibi çok muhtelif yönlerden olgunluğun zirvesinde idiler Belki idarî müesseseler gelişmemişti, ama idarenin en mükemmeli veriliyordu Henüz dünya imparatorlukları dize getirilmemişti müslümanlar dünyanın dört bir tarafına hâkimiyetlerini götürememişlerdi, ama bunun temelleri sağlam bir şekilde ve muvaffakiyetle atılmıştı Müslümanların hayat standardı ve refah seviyesi pek yüksek değildi ama, zaten onlar müreffeh, mutantan ve lüks ve israfa yönelik bir hayatın arayıcıları değillerdi Muhtelif ilimlere dair muntazam, sistemli eserler yazılmamıştı ama, ashab-ı kirâm, gerçek bilgiye yani vahye sahip çıkmış, ilmin önem ve değerini gayet iyi anlamışlardı Henüz o dönemde devamlı silâh altında tutulan ve talim yaptırılan teçhizatlı ordular yoktu ama; İslâm cemiyetinin her bir ferdi, gözünü budaktan esirgemeyen ve şehidliği mertebelerin en yücesi bilen cesaret timsali mücahid bir kişiliğe sahipti Adliye sarayları, mahkeme salonları, adliyeye dair diğer organizasyonlar henüz mevcut değildi ama; Hırsızlık yapan, kızını Fâtıma da olsa elini keserdim " diyen bir peygamberin tabîleri, adaletin eşsiz örneklerini sergilemişlerdi
Yani cemiyetin her köşesinde huzur, güven, emniyet, asayiş, nizam, intizam ve istikrar vardı Bu dönem, daha sonraki müslüman nesillere örnek teşkîl eden mutluluk ve saâdet dönemiydi
Bundan dolayı da elbette ki bu dönem "Âsr-ı Saâdet" diye anılacaktı
AŞÛRÂ
Kamerî ayların ilki olan Muharrem'in onuncu günü Âşûre günü adını alan bu günde oruç tutulurdu Âşûre orucu denen bu oruç, İslâm'dan önce Araplar'ca bilinirdi Âşûre kelimesinin İbrânice aşûr'dan geldiği ve o günde Araplar'ın oruç tuttuğu dikkate alınırsa, kelimenin bütün Sâmî diller arasında ortak bir kelime olduğu anlaşılır (Buhârî, es-Savm, 1; Umdetü'l-Kârî fi Şerhi Sahîhi'l-Buhârî, V, 351) Bu kelime Yahudîler'de büyük keffâret günü için kullanılmıştır (Tevrat, Levililer, 16, 29 vd) Hz Peygamber Medîne'ye geldiği zaman Yahudiler'in Âşûre günü oruç tuttuklarını gördü ve bunun ne orucu olduğunu sordu Cevap olarak şöyle dediler:
"Bugün, iyi bir gündür Allah, İsrailoğulları'nı Firavun'un zulmünden bugün kurtarmıştır Musa (as) Allah'a şükür için bugünde oruç tutmuştur Biz de tutarız dediler Hz Peygamber; "Biz Musa'nın sünnetine sizden daha yakınız, dedi ve o gün oruç tuttu ve ashabına da tutmalarını emir buyurdu " (Buhârî, es-Savm, 69; Tecrîd-i Sarih, VI, 308, 309)
Hz Âişe'den nakledilen şu hadiste, Allah Resulu'nun Mekke döneminde de aşûre orucu tuttuğu anlaşılır
"Cahiliye devrinde Kureyş, Âşûre gününde oruç tutardı Hicretten önce Hz Peygamber de aşûre orucu tutardı Medine'ye hicret ettikten sonra bu oruca devam etti Ashabına da tutmalarını emretti Ertesi yıl, Ramazan orucu farz kılınınca, aşûre günü orucunu bıraktı, isteyen bu orucu tuttu, dileyen de bıraktı" (Buhârî, es-Savm, 69; Tecrîd-i Sarîh, VI, 307, 308)
İslâm bilginleri aşûre orucunun vacip değil, sünnet olduğunda görüş birliği etmişlerdir Yalnız İslâm'ın başlangıcındaki hükmü konusunda, Ebû Hanîfe vacip derken, İmam Şâfiî müekked bir sünnet olduğunu söylemiştir Ramazan orucu farz kılındıktan sonra, bu oruç müstehap olmuştur Ayrıca Yahudiler'e benzememek için Muharrem'in 9,10 ve 11'nci günlerinde oruç tutmak güzel görülmüştür
Bugün bütün sünnî müslümanlarda Muharrem'in 10'u oruç günü kabul edilirken, bazı tarihi sebeplerden dolayı da mukaddes sayılır Özellikle Hz Nûh'un gemisinin bugünde tufandan kurtulup Cudi dağının tepesine oturduğunu anlatan söylentiler önemlidir
Âşûre adlı tatlının menşei de buna dayanır Gemidekiler o günü kutlamak istemişler ve geminin ambarında arta kalan erzakı karıştırıp bir aş pişirmişler İşte aşûre pişirme âdeti buradan kalmıştır Yine Âdem (as)'in tövbesinin bugünde kabul edildiği, Hz İbrahim'in bugünde ateşten kurtulduğu, Hz Yakub'un, oğlu Hz Yusuf'a bugünde kavuştuğu kaynaklarda kaydedilen rivayetler arasındadır
Şiîler Hz Hüseyin'in Kerbelâ'da şehit edildiği gün olan on Muharrem'i matem günü sayarlar ve Muharrem'in biri ile onu arasında gülmez, et yemez, yeni elbise giymez, yeni bir işe başlamazlar On Muharrem dövünme ve yas günüdür Sonra yas bitti mi aşûre törenleri başlar
Âşûre günü sürme çekmek, gusül etmek, kına yakmak, büyükleri, âlimleri, hastaları ziyaret etmek, yetimlerin başını okşamak, hububât ve tatlı pişirmek, İhlâs suresini okumak, sevinmek ve bugünü ayrı bir gün olarak kutlamak İslâm'da olmayan bir davranıştır Bu konuda Hz Peygamber (sas)'den gelen ne sahîh ve ne de zayıf bir hadîs vardır Hadîs diye rivayet edilen bazı sözler tamamen uydurmadır Sahabeden ve dört mezhep imamından vb kimselerden de bir rivayet olmadığı gibi, muteber kitapların hiçbirinde de buna dair bir haber yoktur (İbn Teymiye, Mecmûu'l-Fetâvâ, Kahire 1326, II, 48; es-Subki, el-Menhel, Kahire 1393, X, 209) O hâlde bugünde böyle bir tatlı pişirip yakınlara ve komşulara dağıtmak tamamen bid'at ve İslâmî olmayan bir örftür

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #315
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük





AYB

Eksiklik, noksanlık, toplumun normal karşılamadığı hususlar İstılahî tabir olarak "ayb" veya "ayıp"; yapılan bir alış-veriş neticesinde satılan bir malın bir eksikliğinin çıkması veya daha önceden bilinmesi üzerine ortaya çıkan hukukî durumla ilgili bir fıkhî kavramdır
Alış-verişi yapanlardan her biri muhayyerlik hak ve yetkilerine sahiptir Alınan malda bir eksiklik veya noksanlığın görülmesi üzerine muhayyerlik hakkının kullanılmasına Hiyaru'l-Ayb* adı verilir Özellikle bu hak alıcı için söz konusu olduğundan alıcı isterse malı geri verebilme hakkına sahiptir Mutlak bir alış-verişte satılan bir malın satıştan önce var olduğu sabit ve satıştan sonra da giderilmesi imkânsız olan bir ayıbı bulunursa; alıcı malı geri verme veya belirtilmiş değeri ile kabul edip etmeme hususunda serbesttir Ancak malı aldığını kabul ettiğini söyleyip, malın değerinde bir indirim yaparak bedelini ödemesi söz konusu olamaz Alıcı malı ele geçirdikten sonra böyle bir kusur ortaya çıkarsa satıcıya malı geri verip alış-verişi feshedemez Fakat malı ele geçirmemiş ise ve bu arada maldaki bir aybı öğrenirse alış-verişi bozma hakkına sahiptir
Alış-veriş sırasında ayıp serbestiliği şartını sözkonusu etmeye gerek yoktur Hiyaru'l-ayb iki kısımdır:
Birincisi; aybın satıcının bilgisi ve isteğiyle yapılmış olmasıdır Meselâ, satılacak bir süte önceden su karıştırılması veya sade yağa margarin katılması gibi
İkinci kısım ise malda tabii bir eksikliğin bulunması Bu da iki türlüdür 1-Alenî ayıp, 2-Gizli ayıp Alenî ayıpta satılan bir malda bulunup, bakıldığında görülebilecek bir ayıp ise bu zâhir ve alenî bir ayıptır Meselâ satılan bir atın tek gözlü veya topal olması gibi Gizli ayıp ise ilk anda bakıldığında görülmeyen eksiklik ve ayıptır Satılan fındık yahut cevizlerin içinin çürük olması gibi Hiyaru'l-ayb'ın bir hak olarak sabit olabilmesi için bazı şartların bulunması gerekir: Satılan malın cinsinden başka malların büyük bir ekserisinde böyle bir aybın bulunmaması Malda ortaya çıkan aybın, alış-verişin gerçekleşmesinden önce satıcının elindeyken meydana gelmiş olması Ortaya çıkan bu aybın akdin feshinden önce varlığını sürdürüp alenen görünmesidir


AYET

Alâmet, nişan, eser, ibret, yüksek bina
Ayet, Arapça bir kelimedir Çoğulu "Âyât"tır Açık alâmeti manasındadır Türkçe'de "bellik", Farsça'da "nişâne" kelimeleriyle ifade edilir Alâmet; zahir ve açık demek olunca, ayet onun daha zahiri demek olur Meselâ; dağ alâmet ise, zirvesi onun ayeti olur Güneş, bir gündüz ayeti: ay, bir gece ayetidir Cami bir alâmet ise, minare onun ayetidir Ayet kelimesinin lügavî birkaç manası vardır:
a) Ayet, mucize "Sor İsrâiloğulları'na, onlara nice açık mucizeler verdik " (el-Bakara, 2/ 211)
b) Alâmet, nişan "Gerçek, onun hükümdarlığının açık alâmeti size o tabût'un gelmesi olacaktır ki, içinde Rabb'ımızdan bir sükunet vardır" (el-Bakara, 2/248)
c) İbret " Elbette bunda size kat'î bir ibret vardır (el-Bakara, 2/248; Âli İmrân, 3/46)
d) Acayip iş: Meryem'in oğlu İsa'yı da, anasını da (kudretimize delâlet eden) bir ayet (acîb bir iş) kıldık ' (el-Mü'minûn, 23/50)
e) Cemaat: Bu mana ile ayet kelimesini Araplar, "Kavm, cemaatiyle birlikte çıktı "Haraca'l-kavmü bi ayetihim" şeklinde kullanırlar
f) Bürhan, delil: "Allah'ın gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin birbirine uymaması da O'nun (varlığı ve kudretinin) delil ve bürhanlarındandır (er-Rûm, 30/20)
Ayet'in ıstılah mânâsı; Kur'an sureleri içinde yer almış olan, başı ve sonu belli cümlelerdir Ayet için yukarıda sayılan lüğat manalarının hepsi bu ıstılahî mana içinde mevcuttur Kur'an'ın her bir ayeti mucizedir Her ayet onları tebliğ eden peygamberlerin doğruluğuna birer delil, düşünen ve kafasını yoranlar için birer ibret; mucize oluşları ve değerleri itibariyle de birer "emr-i acîb"dir Ayet; harf, kelime ve cümlelerden teşekkül ettiği için cemaat manası taşır ve nihayet herbiri ilim ve hidâyet kaynağı olduklarından dolayı da Allah'ın kudretine, ilmine ve hikmetine, Allah elçisinin de sıdk ve doğruluğuna birer delil ve bürhandırlar Ayetlerin ekserisi bir veya birkaç cümleden meydana gelmiş müstakil bir kelâmdırlar Bununla beraber içlerinde bir cümle teşkil etmeyen, ayn bir sıfat olanları vardır "Er-Rahmanü'r-Rahîm" Müstakil bir cümle değil, iki sıfattır ve bir ayettir Er-Rahmân suresinde geçen "Müdhâmmetân" da bir tek kelime ve aynı zamanda tam bir ayettir Müddessir suresinde "Sümme nazara" iki kelime, bir cümledir
"Sümme abese ve basara" dört kelime iki cümledir Bu suretle ayetlerin kısası, ortası, uzunu ve herbirinin çeşitli mertebeleri vardır Kur'an'da en uzun ayet ise Müdayene= (Borçlanma) Ayeti diye bilinen Bakara suresinin 282 ayetidir Kur'an'ın ilâhî hükümlerinden birini ifade eden her kısmına da ayet denilebilir Meselâ; "Kadınların örtünmesi ile ilgili ayet vardır" denilince kastedilen mana bir ayete değil, o konuda bulunan tüm ayetlere şâmildir
"Elif lâm mîm sâd" bir ayettir fakat, "Elif lâm mîm râ" bir ayet değildir;
"Yâsîn" bir ayettir fakat, "Tâ-sîn" bir ayet değildir;
"Hâ mîm ayn sîn kâf" iki ayet olduğu hâlde, "Kâf hâ yâ ayn sâd" bir ayet kabul edilmiştir
Ayetlerin, Kur'an'da görüldüğü şekildeki tertibi "tevkîfi"dir Yani Peygamber (sas) görüşü ile değil, vahye dayalı olarak sıralanmıştır Bu konuda ictihada, re'ye, kıyasa ihtiyaç yoktur
Ayetin son kelimesine fâsıla (çoğulu: fevâsıl) denir Ayetin en son kelimesi, sonraki ayeti bir evvelkinden ayırdığı için bu adı almıştır Fâsılanın son harfine de "harfü'l-fâsıla=fâsıla harfi" denir Meselâ: El-Kevser suresinin ayetlerinin sonlarında bulunan (El-Kevser, Ve'nhar, El-Ebter) kelimeleri fâsıladır Bu kelimelerin sonunda bulunan "râ" harfleri de fâsıla harfleridir Kur'an'da mevcut olan bu fâsıla harfleri alfabetik sıraya göre dizilmiş değildir Meselâ: Fâtiha suresinin fâsıla harfleri "mim,nûn"; el-Bakara suresininkiler mim, nûn, dal, be, râ, kaf, lem"; İhlâs suresininkiler "dal" harfleridir
Kur'an'ı Kerîm'deki ayetlerin sayısı; Basra, Kûfe, Mekke ve Medine bilginlerine göre farklıdır:
Medineliler'e göre: Kıraat imamlarından İmam Nâfi'ye göre: altıbinikiyüzonyedi: Şeybe İbn Nisah'a göre: altıbinikiyüzondört; Ebu Ca'fer'e göre altıbinikiyüzon'dur
Mekkeliler'e göre: altıbinikiyüzyirmi; Kûfeliler'e göre; altıbinikiyüzotuzaltı; Basralılar'a göre de altıbinikiyüzbeş'tir Zemahşerî'ye göre ise altıbinaltıyüzaltmışaltı ayettir Bu farklılıkların sebebi şudur: Peygamber (sas) öğretme gayesiyle sahabeye Kur'an okurken ayet başlarında, buranın durak olduğunu hissettirecek kadar duruyor, fakat mana tamam olmadığı için peşinden diğer ayete geçiyordu Bu okumayı işitenlerden bir kısmı, Peygamber'in okuyuşunda ara verdiği kısmı bir ayet olarak benimsiyor; diğerleri ise, mana tamam olana kadar devam eden lâfızları bir ayet sayıyordu Ayrıca Kûfeli âlimler, bazı surelerin başında bulunan harfleri ayet olarak kabul ettikleri hâlde diğerleri kabul etmiyorlardı Sure başlarındaki yüzonüç "besmele"nin ayet olup olmaması hakkında mezheb imamları arasında ihtilaf vardır İmam Şafiî ve İmam Hanefi, bu "besmele"lerin ayet olduğunu söylerken; İmam Mâlik, bunların ayet olmadığı kanaatindedir Neml suresinde geçen "besmele" ise, kesinlikle Kur'an'dan bir ayettir Cebrail (as) Hz Peygamber'e (sas) vahyi getirdiğinde, o anda inmiş olan ayetlerin hangi sureye ait olduğunu ve hangi ayetten sonra yazılacağını da söylüyordu Hz Peygamber de (sas) ayetleri, geldiği şekliyle vahiy kâtiplerine yazdırıyordu
Resullerin Allah'u Teâlâ tarafından gönderildiğini işaret eden ve ancak gerektiğinde Resuller tarafından inanmayanları imana davet için gösterilen mucizelere de âyât denilmektedir
Bazı insanlar Allah'a iman etmek ve resulleri tasdik etmek için mutlaka bir mucizenin kendilerine gösterilmesini isterler Oysa bu gibiler, Allah'ın kendilerine verdiği aklını kullanamayan, akıl ayetini kabul etmeyen düşünce ve bilgi gücü zayıf kimselerdir Allah'u Teâlâ ne zaman resullerini gönderse, bu akledemeyen kimseler mutlaka onlardan akılların alamıyacağı olağan dışı mucizeler beklemiş yahut istemişlerdir Böylece gerçek ayetleri görmek yerine, akıllarını olağanüstü şeylerin emrine vererek şaşkın bir imana bürünmüşlerdir Belki de sonunda inanmamış ve Allah resullerinin amansız düşmanları olmuşlardır
Akleden ve görebilen bir insan için kâinat kitabı ve bunda olan her şey, Allah'ın en büyük bir ayetidir
Allah'dan Cebrâil vasıtasıyla resullere vahyedilen ve belli fasılalarla biri birinden ayrılan, Allah katındaki Meknûn bir kitapta aslı bulunan Kur'an-ı Kerîm'deki ve öteki kitaplardaki kelâma da ayet denilmektedir Din tarihçileri ve arkeolog ve filologlar tarafından yapılmış bulunan incelemelerden de anlaşılmış bulunduğu gibi bugün Tevrat ve İncil'de Allah'ın kelâmı olarak sağlam kalmış bir ayet gösterilemez Bu kitaplardaki ayetler tamamen tahrif edilmiştir Tevrat'ın filân ayetinde, yahut İncil'in filân ayetinde gibi ifadeleri, bu gün bu kitaplar hakkında söyleyemeyiz, zaten onları kabul edenler tarafından da söylenmemektedir Öyle ise ayet tabirini yalnız Kur'an'da mevcut ve fasılalarla biribirinden ayrılan ibareler için kullanmak mümkündür
Kur'an-ı Kerîm'deki ayetler, iki kısma ayrılmaktadır Bunlar:
1 Muhkem* ayetler: Kitabın anası hükmündeki ayetlerdir
2 Müteşabih* ayetler Anlamını ve te'vîlini yalnız Allah'u Teâlâ'nın bildiği ayetlerdir
Kur'an-ı Kerîm'deki ayetler, esaslı olarak, Mekkî Ayetler*, Medeni Ayetler* olmak üzere iki şekilde incelenir
AYETÜ'L-KÜRSÎ
Bakara suresinin ikiyüzellibeşinci ayeti Ayette geçen kürsî tabirinden dolayı bu ismi almıştır Kur'an-ı Kerîm'in bütünü içinde ayrı bir fazîleti olan bu ayet hakkında Resulullah'tan bazı hadisler nakledilmiştir
Muhammed b İsâ'dan nakledildiğine göre İbnü'l-Aska' şöyle der:
"Adamın biri Hz Peygamber'e gelip Kur'an'ın en faziletli ayeti hangisidir?' diye sordu Resulullah (sas) şöyle buyurdu: Âllah'u Lâilâhe illâ huve'l-Hayyu'l-Kayyûm " (Müslim, Müsafirîn, 258; Ebû Dâvûd, el-Huruf ve'l-Kiraa, 35; İbn Hanbel, V, 142) Başka bir hadiste de: "Kur'an'ın en faziletli ayeti Bakara suresindeki Âyetü'l-Kürsi'dir Bu ayet bir evde okunduğu zaman Şeytan oradan uzaklaşır " (Tirmizî, Fedâilü'l-Kur'an, 2)
Resulullah (sas) bir defa Ka'b oğlu Ubey'e, ezberinde olan ayetlerden hangisinin daha yüce olduğunu sormuş, "Allah ve Resulu daha iyi bilir" cevabını alınca, soruyu tekrar etmiş, bunun üzerine Ubey, bildiği en yüce ayetin "Allahu lâ ilâhe illâhüve'l-Hayyu'l-Kayyûm" olduğunu söylemiştir Resulullah (sas) aldığı cevaptan memnun olarak Ubey'in göğsüne vurarak Ey Ebû Münzir! İlim sana kutlu olsun " buyurmuştur (Ebû Dâvûd, Vitir,17) Ayrıca Hz Peygamber (sas) "Âyetü'l-Kürsî Kur'ân âyetlerinin şahıdır" buyurmuştur (Tirmizî, Fedâilü'l-Kur'an, 2)
Bu ayet-i kerîmede Cenâb-ı Allah'ın yüceliği, sıfatları, kâinatta meydana gelen büyük olayların tamamen onun iradesi doğrultusunda vukû bulduğu, onun isteği ve izni olmadan hiç bir kimsenin başkasına şefaat edemeyeceği, O'nun kürsüsü, göklerde ve yerdekilerin ona ait olduğu hakkında bilgi verilmektedir Meâli şöyledir:
Allah (İbadete en lâyık olandır), Ondan başka ilâh yoktur Diridir (ezeli ve ebedîdir), Kayyumdur (yaratıkların bütün işlerini düzenleyicidir Yaratmada, rızık vermede mahlûkâtın yegane sahip ve hâkimi olup her şey onun sayesinde ayakla durur) Onu ne bir uyuklama alır, ne de uyku Göklerde ve yerde ne varsa hepsi onundur O'nun izni olmaksızın yanında kim şefaat edebilir? O, (bütün yaratılmışların) önlerindekini (dünyadaki bütün yaptıklarını, açıklaytp gizlediklerini), arkalarındakini (Ahirette olacak Şeyi) bilir Onun ilminden, kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi kavrayamazlar O'nun kürsüsü (ilmi) gökleri ve yeri kuşatmıştır Ve onların (göklerin ve yerin) korunması O'na ağır gelmez O, çok yüce çok büyüktür "


ÂYETULLAH
Allah'ın ayeti, işareti, alâmeti Şiî mezhebinde Âyetullah, müctehid anlamında kullanılmaktadır Şiîliğin kollarından biri olan ve günümüzde Şiîlik denince ilk akla gelen İmamîyye fırkasının iman esaslarından biri de imamlara imandır İnançlarına göre onikinci imam olan Muhammed el-Mehdî, babası Hasan el-Askerî'nin ölümünden (m 873) sonra gizlenmiştir Gizlilik devresinde onunla dört kişi görüşmüştür Bunlara Nâib (vekil) denir El-Mehdî işleri kendi adına bu nâiblerin yürüteceğini bildirmiştir
Şiî müelliflerden Muhammed Rıza el-Muzaffer bu hususta şöyle der: "İctihad şartlarını kendisinde toplamış müctehid, gaybet (yokluğu) zamanında, inancımızda imamın nâibi (vekili) dir Mutlak olarak hâkim ve reistir, hüküm vermekte, halka hükmetmekte imamın selâhiyetine sahiptir Onun hükmünü kabul etmemek imamın hükmünü kabul etmemektir İmamın hükmünü kabul etmemek ise Allah'ın hükmünü kabul etmemektir" Nâib sadece dini konularda değil, her hususta halkın kendisine müracaat etmesi gereken ve onların her işini halleden kimsedir
Böylesine yüksek mevkiî ve üstün görevi olan müctehid uzun bir tahsil döneminden geçer İran'ın Necef ve Kum kentinde meşhur Şiî medreseleri vardır Burada on yıllık bir tahsilden sonra orta seviyedeki talebeler küçük vilâyetler ve kasabalara cami imamı olarak tayin edilirler Bunlara Molla denir Parlak ve zeki talebeler ise yirmi yıl tahsile devam ederler Şiî hadis, tefsir ve fıkhını öğrenirler Kur'an ve sünnetten İmamîyye inancına göre hüküm çıkarma gücüne ulaşırlar; müctehid olurlar
Bunlar ilmî başarıları, halk üzerindeki etkileri ve taraftarlarının çokluğuna göre sırasıyle; Huccetü'l-İslâm (İslâmın delili), Âyetullah (Allah'ın işareti) ve nihayet Âyetullahi'l-Uzmâ (büyük Âyetullah) ünvanlarını alırlar
Âyetullah'lar, bulundukları bölgedeki mollalar ve halk üzerinde bir otoritedirler Bugün İran'da bin civarında Âyetullah vardır Bunların sadece birkaç tanesi Âyetullahi'l-Uzmâ'dır
AYN
Aslı, kendisi, bir şeyin eşi, tıpkısı; göz, kaynak, pınar Arapça bir kelime olup, çoğulu âyân ve uyûn gelir Dış âlemde var olan maddî şeyler Geniş anlamda ayn; nakit paradan başka edinilebilen maddî servet unsurları demektir Ayn; muayyen ve müşahhas olan şey anlamına da gelir Meselâ; bir ev, bir at, bir sandalye, meydanda mevcut olan bir yığın buğday ve bir miktar para gibi (Mecelle, mad 159)
Aynen Edâ: Mal olarak doğan borcu, nakitle değil de yine aynı cins malla ödemek, demektir
Aynen Mübâdele (Trampa): Malın malla değiştirilmesidir
Aynen Taksim: Mülkün sadece kâğıt üzerinde ve pay olarak taksimi yerine, fizikî olarak da taksimi Böyle bir taksimin mümkün olup olmaması taksim ve izâle-i şüyû davalarında önemlidir
Aynî Hak: Eşyaya ilişkin hak demektir Bu, maddî mallar üzerindeki salt iktidar hakkı olup; mülkiyet ve mülkiyetin gayr-i ayni hakları olmak üzere ikiyi ayrılır
1 Mülkiyet hakkı: Bir kimsenin malik olduğu şeyi kullanmaya, gelirini ve ürününü almaya, bir şeyi harcayıp yok etmeye ve hukuka aykırı olmamak kaydiyle o şey üzerinde her türlü işlemde bulunmaya, ona vaki tecavüzü def'e ve istihkak davası açmaya hak veren güç ve yetkidir
2 Mülkiyetin gayr-i aynî hakları: Mülkiyet hakkı üzerine külfet yükleyen ve başkalarına karşı ileri sürülebilen, fakat bu ileri sürmede sınırlı bulunan mutlak aynî haktır İrtifak hakkı (ortak yol, su vb birlikte kullanma) ve rehin hakkı gibi
Ayrıca kelâm ilminde ayn, kendi başına boşlukta yer tutan ve arazları taşıyan şey olarak tanımlanır Cisimlerin rengi, şekli, hareket ve hareketsizliği birer arazdır Bunları taşıyan madde ise ayndır Ayn, arazın mukabili olup hem cevher ve hem de cisim için kullanılan bir terimdir

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.