Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Forum İslam > İslami Yazılar & Hikayeler

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
>islami, sözlük

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #181
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük





HABER-İ MEŞHÛR

Âhâd haberler içinde râvî sayısı en fazla olan hadis Herkes tarafından bilinen ve nakledilen haber manasına gelen haber-i meşhûrun hadîs ıstılahındaki tarifi şöyledir: En az üç isnadla rivayet edilen, fakat tevâtür derecesine erişmeyen hadîslere "meşhûr" denir (Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları, Ankara 1980, s 219) Tarifte yeralan "en az üç isnad" şartı ilk tabakada aranmaz Bu sebeple her tabakada en az üç râvîsi olduğu halde bir veya iki sahabîden rivayet edilen hadîsler de meşhûr hadîs sayılırlar Nitekim "Ameller ancak niyetlere göredir" hadîsi sadece Hz Ömer tarafından rivayet edildiği için, sonradan çok meşhûr olmasına rağmen mütevâtir değil, meşhûr hadis kabul edilir (Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, I, 104, 108) Rivayet edenlerin sayısı her tabakada eşit olursa o hadise "müstefiz" denir Buna göre müstefiz hadîs, meşhûrun bir çeşidi olmaktadır
Tariften anlaşıldığı üzere bir haberin meşhûr olması, onu rivayet edenlerin sayısı bakımındandır Bu itibarla meşhûr hadisler, sıhhat bakımından sahih, hasen, zayıf, hatta mevzû olabilirler Sahih olan meşhûrun misali şu hadistir: "Allah Teâlâ, ilmi, insanların arasından çekip almak sûretiyle değil, alimleri vefat ettirmek sûretiyle ortadan kaldırır Nihayet ortada alim kalmayınca, halk birtakım câhilleri kendilerine lider seçer Bunlara birşeyler sorulur, onlar da bilmeden fetva verirler Böylece hem kendileri doğru yoldan saparlar, hem de başkalarını saptırırlar" Hasen olan meşhûrun misali şudur: "İlim öğrenmek her müslümana farzdır" Zayıf olan meşhûr hadîse örnek: ise "İlmi, Çin'de bile olsa, öğreniniz" hadîsidir
Halk arasında hadîs olarak meşhûr olmuş ıstılah anlamının dışında kullanılan meşhûr rivayetlerden bazıları ise şunlardır: "Kendini (nefsini) iyi tanıyor Rabbini de bilir", "Ben bilinmeyen bir hazine idim"; "Ümmetimin âlimleri İsrail oğullarının peygamberleri gibidir" (Subhi es-Sâlih, Hadîs İlimleri ve Hadis Istılahları, Çev Yaşar Kandemir, Ankara 1973, s 195-196)
Hadîslerin meşhûr olması nisbîdir Dolayısıyla bazı hadîsler sadece muhaddisler arasında meşhûr olduğu halde bazıları hem hadîsçiler hem diğer âlimler hem de halk arasında meşhûrdur Meselâ, "Resulullah (sas) bir ay müddetle rükûdan sonra kunût olarak Ra'l ve Zekvân kabîlelerine beddua etmiştir" hadîsi özellikle hadisçiler arasında meşhûrdur "Allah indinde helâlın en sevimsizi, bir kimsenin eşini boşamasıdır" hadîsi İslâm hukukçuları arasında meşhûrdur "Ümmetim, hata, unutma ve zorlanmak suretiyle yaptıkları hareketlerden mesûl tutulmamıştır" hadîsi de usulcüler arasında meşhûrdur "Halka iyi muamele etmek sadakadır", "Bizi aldatan bizden değildir" hadîsleri ise halk arasında meşhûr hadislerdendir
"Müslüman, elinden ve dilinden diğer müslümanların zarar görmediği kimsedir" hadîsi, hem hadisçiler hem bütün İslâm alimleri hem de halk arasında meşhûrdur (Nureddin Itr, Menhecü'n-Nakd fi Ulûmi'l-Hadîs, Dımaşk 1392/ 1972, s 387-389; Subhi es-Sâlih, Age, s 195-197


HABERLERİN TETKİKİ

Gelen haberlerin doğruluğunu tetkik etmek, fâsık kimselerin getirdiği bilgileri hemen kullanmayıp araştırmak
İslâm'ın ilk günlerinden günümüze kadar toplum içinde yayılan haberlerin doğruluğunun araştırılmadan kabul edilmesi anlaşmazlıklara sebep olduğu gibi huzursuzluk ve problemler çıkarmaktadır Onun için islâm her probleme çözüm getirdiği gibi bu hususu da halletmiş ve müslümanların bu konuda nasıl davranacaklarını Kur'an nassıyla belirlemiştir: "Ey iman edenler; Bir fâsık size bir haber getirirse onu iyice araştırınız Yoksa bilmeyerek bir kavme kötülük yaparsınız da yaptığınız işten pişman olursunuz" (el-Hucurât, 49/6) buyurulmaktadır Bu ayetin nüzul sebebi olarak Hz Peygamber devrinde meydana gelen şöyle bir olay rivayet edilmektedir: Resulullah, Huzaa kabilesinin ileri gelenlerinden olan Haris b Dirâr'ın İslam'ı tebliğ etmesine, müslüman olanların zekâtlarını toplamasına izin verir Toplanan zekâtın teslimi ile ilgili olarak bazı hususlar üzerinde anlaşırlar Buna göre Resulullah (sas) zamanı gelince Hâris b Dırar'a bir elçi gönderecek, o da topladığı zekâtı teslim edecektir
Hâris kabilesi içinde İslâm'ı tebliğ etti; müslüman olanların da zekâtlarını topladı Aralarında belirlenen zaman gelince de Resulullah (sas)'ın elçisini beklemeye koyulur Fakat kimsenin gelmediğini görünce Hâris, kabilesinin ileri gelenlerini toplayarak durumu anlatır, elçinin gelmemesini, yaptığı bir hatadan dolayı Resulullah'ın elçi göndermekten vazgeçtiği şekilde yorumlar Toplanan zekâtı alarak birlikte Hz Peygamber'e gitmelerini ister Onlar da bunu kabul ederler ve birlikte Medineye doğru çıkarlar
Diğer taraftan günü gelince Resulullah (sas) toplanan zekâtı almak üzere Hâris'e elçi olarak Velid b Ukbe'yi görevlendirir Velid bir süre gittikten sonra geri döner ve Resulullah (sas)'e Hâris'in zekâtı vermediğini, bununla da kalmayarak kendisini öldürmeye kalkıştığını söyler Bunun üzerine Resulullah (sas) askerî bir birlik hazırlayarak Hâris'in üzerine gönderir
Hâris ve arkadaşları Medine yakınlarında üzerlerine gönderilen bir birlikle karşılaşırlar Durumu öğrenince hep beraber Resulullah'a gelirler Hâris yemin ederek zekâtı topladığını, fakat onu almak için kimsenin gelmediğini anlatır Bunun üzerine yukarıda sözkonusu olan ayet nazil olur (İbn Kesir, Tefsirü'l-Kur'ani'l-azim, VII, 350 el-Hucurât, 40/6 ayetin tefsiri)
Ayetin nüzul sebebi anlamını hiçbir tevil ve yoruma gerek bırakmayacak biçimde ortaya koymaktadır Buna göre fıskı sabit olan bir kimsenin şehadeti ve rivayetleri kabul edilemez Fâsıkların haberlerinin mutlaka araştırılması gerekir Haberlerin araştırılmadan kabul edilmesi halinde, ayette bildirildiği üzere, pişman olunacak sonuçlarla karşılaşılması kaçınılmazdır
Burada açıklanması gereken nokta fısk'ın ve fâsıkın ne ve kim olduğu konusudur İslâm tarihinin ilk dönemlerinde fısk, genellikle imandan çıkarmayan yasak davranışlar; fâsık da bu yasak davranışları yapan kimse olarak kabul edilmiştir Bu anlamıyla fısk İslâm şeriatın'ın koymuş olduğu sınırlardan çıkmak demektir Kelimeyi Lisanu'l-Arab, "İsyan ederek Allah'ın emrini terketmek" olarak tanımlarken, Rağıb el-İsfâhânî de fâsıkı,"İman ettikten sonra şerîatın bazı hükümlerini çiğneyen ve uygulamayan kimse olarak açıklamaktadır Muhammed Hamdi Yazır fısk'ı üç mertebeye ayırır: 1- Günahı çirkin saymakla birlikte açıkca işlemek, 2- Günahın üzerine düşmek, yani günahta ısrar etmek, 3- Çirkin olduğunu inkâr ederek günah işlemek fıskın bu üçüncü çeşidi küfürle aynı kategoride ve aynı anlamdadır
Ayetin tefsirinde müfessir Kurtubî şöyle demektedir: "Fıskı sabit olan kimsenin haberlerindeki sözleri geçersizdir Çünkü haber emanettir; fısk ise onun iptalini gerektirir"
Diğer bir hukukçu müfessir Cessâs da sözkonusu ayetin tefsirinde şunları söyler: "Ayetteki "tahkik ve tetkik edin" ifadesi fâsıkın şehadetinin kabulünün yasaklandığını gösterir Çünkü şehadet birliğini haber vermektir Fâsıkın şehadeti kabul edilmediği gibi diğer hususlardaki haberleri de kabul edilmez"
Durumu belirsiz olan, yani adil veya fâsık olduğu kesin olarak bilinmeyen kimsenin şehadet ve rivayetleri kabul edilir mi? Hanefî bilginleri böyle bir kimsenin şehadet ve haberinin kabul edileceği görüşündedirler Çünkü ayette ancak fâsıkların haberlerinin araştırılması emredilmektedir Müminlerin temel niteliği ise adalettir Başka bazı bilginler ise durumu belirsiz olan kimsenin haberinin de ancak durumun araştırılmasından sonra kabul veya reddedilebileceğini söylemektedirler Bunlara göre araştırma sonunda adaleti kesinlik kazanırsa haberi kabul edilir, fıskı sabit olursa haberi reddedilir
Söz konusu ayetin hemen devamında, "İçinizde Allah'ın peygamberi vardır" (el-Hucurât, 49/8) buyrulmaktadır Fahreddin er-Râzî bu cümleyi şöyle açıklar: "Ey kullarım, herhangi bir güçlüğün çözümünde Allah Resulune başvurunuz" Buna göre bu ayet, bugün bize gelen haber ve rivayetler konusunda takınmamız gereken tavır konusunda da uyarıda bulunmaktadır Öyleyse müminler gelen haberler konusunda bir çıkmazla karşılaştıkları zaman öncelikle bu haberi Kur'an ve Sünnet ölçülerine vurarak çıkan sonuca göre hareket etmek zorundadır



__________________
Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #182
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




HÂBİL (VE KÂBİL)

Kur'an-ı Kerîm'de kıssaları yeralan, Hz Âdem (as)'ın iki oğlu Kur'an'da bu isimler zikredilmeden, tafsîlâta yer verilmeden kıssanın sadece ibret alınacak tarafları anlatılır
İslâm dini etrafa nur ve huzur saçtıkça, putperestler kadar yahudî ve hristiyanların da yeni dine ve daha genel olarak, yeni olan herşeye düşmanlık duyguları kabarıyor, hasetleri sınır tanımıyordu Bazı Yahudîler İslâm'a ezici bir darbe vurmak için Hz Peygamber (sas) ve önde gelen bazı sahabîleri öldürmek için tuzak kurmuşlardı Yemeğe çağırma bahanesiyle biraraya toplayıp yok edeceklerdi Fakat Allah'ın (cc) lütfuyla Hz Peygamber'in bu suikastten haberi oldu ve yemeğe gitmedi Buna rağmen Hz Peygamber onlara kahır elini değil, lütuf elini uzattı Bilhassa onların neslinden gelecek müslümanlar olacağı umuduyla, affetme büyüklüğünü gösterdi
Hâbil ve Kâbil kıssası, yahudîlerin Hz Peygamber'e karşı düzenledikleri suikast planlarıyla büyük benzerlik gösterdiğinden, Kur'an onları ince ve anlamlı bir şekilde kınamaktadır Kıssanın önemli tarafları anlatılarak, hikmetini anlamak müslümanlara bırakılıyor Zaten Kur'an'da uygulanan ilâhî metodlardan biri de budur
Siyer müelliflerinden çoğu ve İbn İshâk'ın rivayetine göre Hz Havva yirmi batında, ikizler hâlinde kırk çocuk doğurmuştur Bu ikizlerden biri oğlan, diğeri kız oluyordu Allah Teâlâ Âdem (as)'a, bu ikizlerden her birinin kız ikizini, diğer ikizin erkeği ile evlendirmesini vahyetmişti Bu hükme uyularak, Âdem (as)'ın büyük oğlu Kâbil ile daha küçük oğlu Hâbil de birbirinin kız ikiziyle evleneceklerdi Fakat Kâbil'in ikizi olan kız (Aklimâ), Hâbil'in ikizinden daha güzeldi Bu sebeple Kâbil bu değişmeye razı olmamış, Aklima ile kendisi evlenmek istemişti Âdem (as) bu isteğin gayr-i meşrû olduğunu ne kadar izah etti ise de Kâbil'e söz dinletemedi Sonunda Kâbil'in ikizi Aklimâ hakkında birer kurban takdim etmelerini, hangisinin kurbanı kabul görürse Aklimâ ile onun evlenmesini çare göstermiş, bunun üzerine birer kurban takdim etmişlerdi (Tecrid-i Sarîh terc, IX, 84)
Tefsirlerde ve diğer İslâmî eserlerde geçtiği gibi Kâbil ziraatçı, Hâbil ise çobandır Kâbil'in kurbanı değersiz cılız başaklardan oluşan bir demetti Üstelik cılız başaklar arasındaki dolgun bir başağı kurban etmeğe kıyamayarak yemiş, Hâbil ise beğendiği bir koyunu, hem de geciktirmeden, kurban etmişti (Hasan Basri Çantay, Kuran-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, I, 162) Hâbil'in kurbanı kabul görmüş, o zaman âdet olduğu üzere gökten inen beyaz bir ateş parçası Hâbil'in kurbanını yakmıştı (Tecrîd i Sarîh tercümesi, IX, 84; İbn Kesir, Tefsir, III, 76-79)
Kıssanın bundan sonrası Kur'an-ı Kerîm'de şöyle ifade edilir: "Onlara Âdem'in iki oğlunun kıssasını hakkıyla oku (çünkü onlar bu kıssanın tıpatıp uyduğu kimselerdir) Hani Âdem'in iki oğlu birer kurban takdîm etmişlerdi de (her nedense) birinden kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti (Kurbanı kabul edilmeyen, diğerine; Ahdim olsun) seni katledeceğim' dedi Diğeri ise, Allah ancak muttakîlerden (kurban) kabul eder Öyleyse Allah'tan kork, niyetini düzelt Eğer sen, beni öldürmek için elini kaldırsan bile, ben seni öldürmek için elimi kaldıracak değilim Çünkü ben Rabbü'l-âlemîn olan Allah'tan korkarım Dilerim ki sen, kendi günâhınla birlikte benim günâhımı da yüklenesin ve de cehennemlikler den olasın İşte zalimlerin cezası budur' dedi
Nihayet (Kâbil Hâbil'i) öldürmekte nefsine uydu ve onu öldürerek zarara uğrayanlardan oldu
Sonra Allah kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini ona göstermek üzere, yeri eşeleyen bir karga gönderdi (Çünkü ilk defa bir ölüm oluyor ve Kâbil gömmeyi düşünemiyordu Yapacağı işi bir kargadan öğrenince) "Bana yazıklar olsun! Kardeşimin ölüsünü örtmek konusunda, bu karga kadar (bile) olamadım' dedi de ettiğine yananlardan oldu" (el-Mâide 5/27-31)
Bazı rivayetlere göre, karga başka bir kargayı öldürdü veya bir karganın leşini buldu ya da beraberinde getirdi, yeri eşeleyerek gömdü ve Kâbil'e örnek oldu
Kâbil'in duyduğu pişmanlık "tövbe pişmanlığı" değildi Yapmaya cesaret topladığı hâdisenin, karşılığını görmediği, katlanmak zorunda kaldığı vicdanî eziyyet ile çektiği sinir yorgunluğu içindi
Bu fecî hâdise cereyan ettiği sırada, Hz Âdem bütün oğullarını Kâbil'e emânet etmiş ve başka bir yere gitmişti Dönüşünde hâdiseyi duyunca çok üzüldü ve Kâbil'e lânet-beddua etti Bunun üzerine Kâbil de kızkardeşini alarak babasının yanından uzaklaştı, Yemen taraflarına giderek ölünceye kadar oralarda kaldı (Taberi, Tarih, I, 80)
Sonuç olarak, denilebilir ki daha önce "yeryüzünde fesat çıkarıp kan dökecek olanları mı yaratacaksın?" (el-Bakara 2/30) diye, hayretle soran meleklerin ifadeleri ilk defa gerçekleşiyor; insanları iğfal edeceğini söyleyen şeytan yeryüzünde ilk başarıyı kazanıyordu Bu mücâdele, insanlar için imtihan yeri olarak yaratılan dünya hayatının tabiî bir gerçeğiydi
Hz Osman'ın şehid edilmesi hâdisesi üzerine Sa'd b Ebî Vakkâs, "Şehadet ederim ki Hz Peygamber şöyle buyurdu: "Öyle bir fitne gelecek ki oturan, ayakta olandan, ayaktaki yürüyenden, yürüyen koşandan daha hayırlı olacak" Hz Sa'd, "Eğer evime girer beni öldürmeye yeltenirse ne yapayım' der Hz Peygamber, "HzÂdem'in oğlu gibi ol' buyurur" (Ahmed b Hanbel, I, 185)
Kur'an ı Kerîm'de kısaca temas edilen bu kıssa ile ilgili İsrailiyyat çeşitli kaynak ve araştırmalara yansımıştır (Bu konudaki geniş bilgi için bk A Aydemir, Tefsirde İsrailiyyat s 272 vd)


HABÎS

Bozuşmuşluk, kokuşmuşluk ve değersizlik nedeniyle kendisinden iğrenilen şey; Kur'anî anlamıyla ise, itikadî bâtıl, sözde yalan ve davranışlarda çirkinlik demektir
Cenâb-ı Allah, şu imtihan dünyasında iyinin kötüden, güzelin çirkinden ve temizin kirliden ayrılması için izafî gerçekler ve birtakım şerlerde yerleştirmiştir İnsanların ve hayvanların gıdalarını aldıkları yiyecekleri metabolizma sindirimle ayrıştırır ve yararlılarını ve temizlerini alarak hayatın kaynağı hâline getirirken, işe yaramaz olan posalarını ise dışarı atar Bu bakımdan, posası var diye ne hayata gıda olan yiyecek ve içeceklere itiraz edilir, ne de insan yemek ve içmekten vazgeçebilir Hatta öyle ki, metabolizma gıda olacak bölümle posayı ayırma işleminden bir lezzet alır ve yaptığı bu işlem sonucu hayatiyet ve canlılık kazanır Yine, sözgelimi altın madeni toprakta som altın şeklinde bulunmaz; belki o çok kıymetli altının bir gramını elde etmek için kilolarca ağırlıktaki taş-toprak fazlası diğer tarafa ayrılır Aynen bunun gibi, insanın yaratılışına da, bedenî, zihnî ve kalbî melekelerini işletsin, hem bu çalışmasının sonucunda manevî bir zevk duysun ve hem de sonuçta altın olan gerçek insaniyetini elde etsin diye birtakım şerler, posa olup atılacak nitelikler yerleştirilmiştir Yaratılışındaki bu aslî değil, şerlere ve çirkin görülen yönlere meyleden insan, sonunda inancıyla, sözüyle ve davranışlarıyla altın niteliğini yitirip, posa yığını hâline gelir; buna karşılık, insana yakışır zihnî ve kalbî bir mücâhedeyle şer cihetine galip gelen insan ise, mücâhedesinin derecesine göre belli ayar da altın olur İşte, fıtratın ve kalb-i selîmin de onayladığı bu altın özellikler, itikad, söz, davranış ve sonuçta bizzat insanın kendisi- Kur'an'da "tayyib' kelimesiyle nitelenir ve kökü yerde sağlam, dalları göklerin derinliğine uzanmış ve her yıl meyvesini düzenli veren bir ağaca benzetilirken; posa olan özellikler ve posalaşmış insanlar ise, kökünü kurtların kestiği veya hiç kök atamamış, gövdesi sürünüp duran ve dolayısıyla meyve vermek şöyle dursun, ancak yakılacak odun özelliği kazanmış bir ağaca benzetilir; böyle bir ağaç ve bu ağacın hâli de "habîs' kelimesiyle adlandırılır (İbrahim 14/24-26)
Bu bağlamdan olmak üzere, gönüle ferahlık ve zihne açıklık veren "tayyib' beldenin ve toprağın bitkisi, ürünü, meyvesi Allah'ın izniyle en tatlı ve yararlı şekilde çıkarken; "habîs', yani çürümüş, kokuşmuş ve biteklik özelliğini kaybetmiş belde ve toprakta ise çer-çöpten başka birşey bitmez (el-A'râf 7/58) İyi-kötü tüm yönleri ve hâdiseleriyle hayat insanlar için, altını tortusundan ve taş-topraktan ayıran bir kazan gibidir ve bu kazanda kaynayan insanların "tayyib'iyle" habis'i birbirinden ayrılır; "tayyib"le "habis", bir başka deyişle "temiz"le "murdar" bir arada bulunamaz (el-Mâide 5/100) Zinâ ve zinâ iftirası gibi ameller "habîs' amellerdir ve habislere yakışır; mü'minler ise tertemiz olarak her türlü habislikten uzaktır; bu nedenle habis kadınlar habis erkekler tayyib kadınlar da tayyib erkekler içindir (en-Nur 24/26) Resulullah da müminlere habislere haram kılarken, tayyibleri helâl kılar; dolayısıyle her helâl tayyib, her haramsa habîstir (el-A'raf 7/157)




Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #183
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük



GAZAB

Nefsin hoşa gitmeyen birşey karşısında intikam arzusuyla heyecanlanması; infiale kapılmak, öfke, hışım, hiddet, düşmanlık ve saldırıya meyleden saldırganlık hâli
Fıkıh açısından gazap hâlinde yapılan işlerde bazı istisnalar getirilmiştir Meselâ, gazap hâlinde kinaye sözlerle boşama, niyet olmadıkça geçerli değildir Kocanın kızarak eşine, babanın evine git demesi gibi (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılahât-r Fıkhıyye Kamusu, II,185) Hâkim, gazaplı iken hüküm veremez (Müslim, Akdiye,16) Ahlâkî yönden gazap hakkında şu buyruklar vârid olmuştur: Hz Peygamber (sas): "Gazap bütün kötülükleri kendinde toplar" buyurmuştur (Ahmed b Hanbel, 5/373) Başka bir hadîsinde, "Gazap şeytandandır" (Ahmed b Hanbel, 4/226) buyurur
Resulullah (sas) kendisinden öğüt isteyen birine: "Öfkelenmeyeceksin" buyurur (Buhârî, Edeb, 76) Gazaplanma durumunda bunun nasıl giderileceği hakkında da şöyle buyurur: "Biriniz gazaba geldiğinde abdest alsın Ayakta ise otursun, gazabı yine gitmezse uzansın" (Ahmed b Hanbel, I, 283; V,152; Ebû Dâvûd Edeb,11) "Gerçek yiğit, güreşte güçlü olan değil, gazaba geldiğinde nefsine hâkim olandır" (Buhârî, Edeb, 76; Müslim, Birr, 107,108; Ebû Dâvûd, Edeb, 3)
Bütün bu buyruklar Kur'an-ı Kerîm'deki şu emrin açıklamasıdır: "O (koruna)nlar ki bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar öfkelerini yutkunurlar, insanları affederler Allah da güzel davrananları sever" (Âl-i İmrân, 3/134)
Muâz b Cebel'den rivayet edilen bir hadiste Resulullah, huzurunda birbirine söven iki kişiden birisinin yüzünde öfke belirince şöyle buyurmuş: "Ben bir kelime biliyorum, eğer şu adam bunu söylerse öfkesi geçer O kelime: Euzü billahi mine'ş şeytani'rracîm (kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım)dir" (Tirmizî, Daavât, 52)
Urve b Muhammed es-Sa'dî bir adama öfkelenmiş ve kalkıp abdest almış, sonra dönüp bir daha abdest almış ve Resulullah (sas)'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
"Gazap şeytandandır, şeytan da ateşten yaratılmıştır Ateş ancak su ile söndürülür Biriniz kızdığınız zaman abdest alsın"(Ebû Dâvûd, Edeb, 4)
Allahu Teâlâ'nın buyurduğu gibi öfkesini yutkunmayan insanların nasıl kötülükler işledikleri, bir hiç yüzünden nasıl birçok cinayet işlendiği ve kötülükten sonra öfkesi geçenlerin nasıl pişman oldukları her zaman görülmektedir Öfkeyle kalkan zararla oturur denilir Haklı bir davada bile olsa gazabı yenip karşı tarafı affetmek en büyük meziyettir Resulullah (sas)'in en güzel ahlâkı böyledir İslâm'da nefis için kızmak yoktur Mücadele ve mücahede Allah içindir Hz Ömer'in halifeliği döneminde bir sarhoşa rastlayıp had uygulatması üzerine sarhoş ona sövmüş, Hz Ömer onu bırakarak şöyle demiştir: "Beni gazaplandırdı Ceza verirsem nefsime yardım etmiş olurum Ben bir kimseyi nefsim için azarlayıp dövmeyi sevmem" Ayetlerde, herşeye rağmen gazaplanarak yapılan bir günâh sonunda müminin hatasından dönmesi, tövbe etmesi emredilmekte; Allah'ın tövbe edenleri affedeceği bildirilmektedir
İslâm ahlâkı, kötülüğe iyilikle muamele etmeyi, bunun ancak sabredenlere mahsus bir meziyet olduğunu vazeder (Fussilet, 41 /34-35) Fevrî ve fanatik hareketler hoş karşılanmamıştır (el-Hucurât, 49/5) Sabredip suç bağışlamanın işlerin en hayırlısı olduğu Allah'ın emridir (en-Nahl,16/126; eş-Şûrâ, 42/43)
Aşırı gazap aklın öyle bir afetidir ki, en lâtif varlığı bile mecnun hâline getirip hunhar bir hayvana dönüştürebilir Hiddet; akıl ve idrakin yerine heyecan, dürüstlüğün bitişi, gözlerin görmemesi, kulakların duymaması demektir ve böyle birini ne din, ne kanun ne de nasihatçıların sözleri engelleyemez Hiddetle başlayan, cinnet geçirerek kötülük yapar, sonra da pişman olur
Hz İsa (as)'a, "Âlemde en zorlu ve şiddetli olan şey nedir?" diye sorulduğunda o şöyle buyurmuştur: "Herşeyden şiddetli olan Allah'ın gazabıdır Ondan cehennemler bile bizim gibi titrer" demiştir "Bundan kurtuluş yolu nedir?" diyene de: "Kendi gazabını terk" demiştir
Gazap, kişiye edebi kaybettirir; edeb kaybolunca da insanın yapamayacağı rezillik yoktur Çoğunlukla hiddetlenmenin zararı sahibine aittir En kötü gazap hâli tez geçip geç gidendir Bu, kişiyi intikamcı yapar ve helâkına sebep olur
Rahmet Peygamberi ve en güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderilmiş olan Hz Muhammed (sas) mü'minlerin imanca en olgun olanları ahlâkça en iyi olanlarıdır demiştir
Allahu Teâlâ'ya mahsus olan sıfatlardan Rahmet ve Gadap ise mahlukatın sıfatları gibi değildir Bu sıfatlar birçok ayet-i kerimede zikredilmektedir (el-Bakara, 2/61, 90; Âl-i İmrân, 3/112; el-A'râf, 7/71, 152, 154; el-Mâide, 5/60; el Feth, 48/6, en-Nur, 24/9)
Kur'an-ı Kerîm'in ilk suresi ve bir özeti sayılan el-Fâtiha suresinde "Bizi doğru yola ilet Nimet verdiklerinin yoluna Kendilerine gazap edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil " (el-Fâtiha, 1/5-7) buyurulmaktadır Allah haddi aşanlara, isyancılara, dini inkâr edenlere gazap üstüne gazap göndermiştir Bunların kıssaları Kur'an'da gayb haberleri şeklinde bildirilmiştir Gazap edilenler son olarak yahudiler ve hristiyanlar; daha geniş anlamda doğru yoldan sapanlardır Allah'ın gazabı, geçmiş inkârcıların başına türlü şekillerde gelmiştir: Onları yakalayıveren bir çığlık, bir yer sarsıntısı, ebâbil kuşları, kasırga, dağ gibi deniz dalgalarında boğulma
Bir kutsî hadiste ise Allah şöyle buyurur: "Rahmetim, gazabımı geçmiştir" (Buhârî, Tevhîd, 55)

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #184
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




GAZİ, GAZİLİK

Gaza eden kişi İlâhî Kelimetullah için cihada giden, savaşan, Allah yolunda, Allah rızası için mücâdele eden müslüman askerlerden savaştan dönenlere gazi denildiği gibi; savaşta büyük yararlıklar gösterenlere de gazilik ünvanı verilir lügatta "savaşa katılan kişi" hakkında kullanılmasına rağmen, savaşa katılan ve sağ olarak geri dönenler için kullanılan bir deyimdir
Kur'an-ı Kerîm'de şu buyrukla müminlere seslenilmiştir: "De ki: Bize iki iyilikten, gazilik ve şehitlikten başka bir şeyin gelmesini mi bekliyorsunuz?" (et-Tevbe, 9/52) Bu ilâhî emri asırlarca halk "Ya gazi ya Şehid", "Ölürsem şehid, kalırsam gazi" şeklinde kullanmıştır
İslâm'da zorunlu askerlik yoktur Ancak cihada katılmayanlar kınanır (et-Tevbe, 9/42-49) Savaşa katılmayıp evlerinde oturanlar müslümanlar tarafından toplumdan âdeta soyutlanır, Allah da onların kalplerini mühürlemiştir Resulullah gazveye çıkmadan önce, "Cihada istekli olanlar dışında kimse bizimle gelmesin" buyurmuştur (İbn Sa'd, et-Tabakat, II, 27) Ancak Mekke'nin fethinden sonra İslâm devletinin ilk kuruluş ve bi'setin başlangıcındaki hükümler genişlemiş; müminlerin hepsinin savaşa çıkmasının gerekmediği, bir kısmının dini korumak için geride kalması emri gelmiştir (et-Tevbe, 9/122) İslâm'da askerlik zorunlu değilse bile ilimle uğraşanların dahi gönüllü olarak savaşa gittiği görülür Hz Ebû Bekir (ra) de aynı Hz Peygamber (sas) gibi bu konuda aynı uygulamayı yapmış ancak fetihlerin hızlanması ve İslâm devletinin sınırlarının genişlemesiyle Hz Ömer zamanında maaş alan, nizâmî bir askerlik kurumu ile Divanü'l-Ceyş kurulmuştur (Mürûcuz-Zeheb, III, 955)
Savaşa gidecek kişilerin seçilmesi Resulullah zamanında başlamıştır O, askerleri tek tek kontrol eder, sağlıklı olanları savaşa götürürdü Resulullah'ın uygulamasına göre belirli bir askerlik yaşı da konulmamıştır İhtiyar, çocuk ve hastalar dışında sağlam olan herkes cihada katılmıştır (İbnü'l-esir, el-Kâmil, II, 62) Hz Ömer ise, Divan'larda âkil, bâliğ, müslüman, sağlam, cesur olanları kaydettirmiştir İslâm ordusunun sürekli seferde kalmaması en fazla dört aylık bir seferden sonra askerlerin dinlendirilmesi ve yerlerine dinlenmiş olanların gönderilmesi usûlü ilk defa İslâm devletinde uygulanmıştır (İbnü'l-esir, el-Kâmil, II, 196)
Allahu Teâlâ müminlere zafer vâdettiği, ahirette güzel nimetlerle müjdelendiğinden hiçbir İslâm mücâhid; cihaddan geri kalmak istememiştir Allah gazilere, dünya hayatını, ahiret için satanlara büyük bir mükâfaat verecektir Savaş sırasında kaçanlar ise Allah'ın gazabına uğrarlar, onların yerleri cehennemdir Bu yüzden gazilerin esas olarak şehid olmak arzusuyla savaştıkları görülür (Bk el-Enfâl, 8/15, 16, 58; en-Nisâ, 4/74, 104)
Ayrıca Hz Peygamber (sas) cihada katılmayanlara görevlerini ihmal etmemeleri ve kısman da olsa telafi etmeleri için: "Kim Allah yolunda cihada çıkan bir gaziyi donatırsa aynen cihada çıkmış gibi olur" (Buhârî, cihad, 38; Müslim, Cihad 135; Ebû Dâvûd, Cihad 20)
Tarihte birçok müslüman devlet adamının cihad mefkûresini ifade etmek için gazi ünvanını aldığı bilinmektedir Selçuklular zamanında gazilik mefkûresini sürdüren bir zümre doğmuştur Bunlara Gâziyân-ı Rûm denilirdi (Aşıkpaşazade, Tevârih-i Âli-i Osman, s 222) Müslüman olmadan önce sık kullanılan cengaver ve yiğit anlamına gelen Alp kelimesinin de sonralan İslâmî bir içerik kazandığı ve hatta gazi kelimesinin bunun yerine geçtiği görülür Gaziler Anadolu'nun İslâmlaştırılması için Anadolu insanını tekkelere kapanmaktan çok düşmanla cihad yapabilecek yerlere sevketmiştir Bu sebeple teşkilatlanan zümreye Gâziyân-ı Rûm veya Alp-Erenler denilmiştir Bunlar, Osmanlı Devletinin kurulmasında da büyük rol oynamışlardır (Aşıkpaşazâde age, s 222, Fuad Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s 216) Anadolu'nun İslâmlaştırılması için savaşa çıkan komutanlara gazi ünvanı onuncu yüzyıldan itibaren verilmişti Mengücük Gazi, Melik Ahmed Gazi gibi Türk şairi Aşık Paşa (732/ 1332) Alp-Eren veya Gazi olmak için birtakım şartlardan bahseder Kuvvetli bir yürek, yani cesur, pazu kuvveti, gayret, iyi bir at, husûsî bir elbise, yay, iyi bir kılıç, süngü, uygun arkadaş" (Köprülü age, 208) Bizans'a yakın bir uçta küçük bir Beylik iken, cihana sözü geçiren büyük bir devlet hâline gelmesi bu gazilere dayanıyordu Bu gelenek Hz Peygamber ve ashabıyla başlamış ve Osmanlı padişahlarının savaşa iştirak etmeden gazi ünvanı almalarına kadar sürmüştür Padişahlara gazilik fetvaya istinaden verilmeye başlandı (M Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, s 654)
Ayrıca yeni doğan çocuklara Gazi adının verilmesi de gaziliğin kültürümüzdeki yansımalarındandır


GAZZÂLÎ

Ebu Hâmid Muhammed b Muhammed b Ahmed' (H 450/505/m 1058-1111) Tus şehrinde doğdu Yaşadığı yüzyıl siyasî bakımdan çalkantılı, fakat ilmî ve dinî hayat bakımından İslâm dünyasının ve hatta o günkü dünyanın en parlak dönemini teşkil eder Ayrıca Gazzâlî, yalnız döneminin değil, bütün İslâm düşüncesi tarihinin en önde gelen düşünürlerindendir Ehl-i sünnet inancına yaptığı hizmet, kendisine Huccetü'l-İslâm lakabının verilmesine sebep oldu Fıkıhta Şâfiî, kelâmde Eş'ariyye ekolünü benimsemiş olan Gazzâlî ömrünün sonlarını tasavvufî bir hayat içinde geçirdi
Gazzâlî; Kelâmcılar, sûfiyye, bâtinîler ve özellikle yunan kaynaklı felsefe dahil, devrinin bütün düşünce şekillerini olabildiğince tahlil ve tenkitten geçirdi (De Boer, İslam'da Felsefe tarihi, Çev, Yaşar Kutlay s 109)
Eserleri, İslâm dini ve düşüncesinin hemen her alanı ile ilgili olduğu gibi, her zihin seviyesindeki insana hitabedecek şekilde de hem yaygın hem yüksek bir özelliğe sahiptir Başlıcaları; İhyâ'ü-Ulûmi'd Dîn: Şam'da inzivada bulunduğu sırada yazdığı, İnanç, ibadet ve tasavvufa dair konuları içine alır El-Munkız'u-mine'd-Dalâl: Düşünce hayatını ve kendisinin geçirdiği ruhâ-manevî merhaleleri anlattığı eseridir Bu eser değeri bakımından Augustin'in "Les C onfessions" (itirafla) ına; Descardes'in "Metod üzerine Konuşma" sına ve Rousseau'nun "itiraflar" ına benzetilir (Hilmi Ziya Ülken, İslâm Felsefesi-Kaynakları ve Tesiri, İstanbul, 1967, s 120) Mekâsıdu'l-Felâsife: Felsefenin mahiyetini ve filozofların delillerini sergiler Daha sonra tenkit edeceği İslâm meşşaî (Aristocu) felsefesinin güzel bir tanıtımı mahiyetindedir
Mi'yâru'l-İlm ve Mihakkü'n-Nazar: Bu iki eser, klâsik mantığın temel problemlerini sergiler ve mantığın öneminden bahseder
el-İktisad fi'l-i'tikad, İlcamu'l-Avân an ilmi'l-Kelâm, Mizânu'l-Amel, Mişkâtu'l-Envâr, Cevâhiru'l-Kur'ân, er-Risâletü'l-ledunniyye Faysalu't-Tefrika, Kimyayı Saadet, Mearicü'l-Kuds, el-Mustasfa isimli eserleri ise Kelâm, tasavvuf ve ahlâka dairdir Gazzâlî, sözü geçen eserleriyle İslâm inanç ve düşünce hayatının günümüze kadar gelen meselelerinin hemen hepsiyle ilgilendiğini göstermektedir
Bütün endişesi İslâm akidesini, buna bağlı olarak da İslâm ahlâkını ve düşüncesini savunup yaymak olan Gazzâlî, din ile doğrudan ilgili bulunmayan diğer ilimleri de İslâm dinini esas alarak değerlendirmiştir Bu sebeple de devrinin geleneğine uyarak bütün ilimleri, İslâm inancını esas kabul ederek bir sınıflamaya tâbi tutmuştur
Buna göre, ilimler önce;
a-Şer'î (dinî) ilimler: Usûl, yani Tevhid ilmi ve furu' amelî ilimler
b-Aklî ilimler: Rîyazî ve mantıkla ilgili olanlar; Tabiî ilimler, metafizik (varlık ilmi) diye ana bölümlere ayrılır Daha sonra, İlâhiyât, Siyâset ve Ahlâk da ayn ilimler olarak yer alır (Gazzâlî, Makasıdu'l Felâsife Nşr Süleyman Dünya, Kahire,1960, s 134 vd)
Gazzâlî'nin ilimleri değerlendirişi, din-ilim ve din-felsefe ilişkileri gibi, günümüz insanını yakından ilgilendiren hususlara ışık tutacak mahiyettedir Ona göre, matematik, Geometri ve Astronomi gibi ilimlerin olumlu veya olumsuz denebilecek şekilde din ile ilgili bir yönü bulunmamaktadır Bu ilimlerin meseleleri, aklî delillerle ispat edilen konular olup, öğrenildikten sonra inkâra mahal bulunmayan hususlardır Din adına bu gibi ilimlere karşı çıkmak, dine zarar verir (Gazzalî, el-Munkız'u-mine'd-Dalâl, çev Hilmi Güngör, İstanbul 1948 s 18) Mantık ilmi de dinin esaslarıyla ilgili bulanmadığından, onun reddedilmesi doğru değildir Şayet, yukardaki bu söz konusu ilimler din adına reddedilecek olursa, reddedenin aklında hatta dininde bir kusur olduğu şüphesi uyanabilir (Gazzâlî, age, s 20-21)
Tabiatı kendine konu edinen ilimlere gelince, bunlar, âlemdeki cisimlerden yani, gökler, yıldızlar, yerdeki su, hava, toprak, ateş gibi basit cisimlerden, hayvanlar, bitkiler, madenler gibi bileşik cisimlerin değişme ve gelişmelerinden bahseder Din, tıp ilmini olduğu gibi, bu çeşit tabiata dair ilimleri de inkâr etmez Ancak, felsefeciler (felâsife) ilâhiyata dair ve metafizikle ilgili konularda yanılmışlardır der (Gazzâlî age, s 22-25)
Gazzâlî, İslâm dünyasının siyasî çalkantılı döneminde ve İslâm inancının çeşitli düşünce akımlarıyla mücadele ettiği bir sırada yaşadığından, inanç konularını ele alıp savunun kelâm ilmini, aklî meseleleri işleyen felsefeyi ve dini hayatı bu ikisinin üstünde ve dışında tamamen ruhî bir yaklaşım içinde görmeye çalışan tasavvuf ekollerini ciddi bir tenkit ve tahlilden geçirme ihtiyacı duymuştu Onun birinci gayesi, İslâm inancına ve ehl-i sünnet akidesine gelebilecek her çeşit hücuma karşı koymaktı (Mâcit Fahri, İslam felsefesi Tarihi, Çev Kasım Turhan, İstanbul 1987, s 174) Bu sebeple, günümüz müslümanlarına da ışık tutacak bazı temel ilkeler tesbit etmişti Buna göre,
Kelâmcılar, İslâm dininin inanç esaslarını bid'at ehline yani, ehl-i sünnet ve'l-cemaat yoluna uymayan her çeşit inanç ve düşünceye karşı savunurken, onların delillerini ve mantığını da kullanmak durumunda kalmışlar, sadece karşılarındakilerin fikirlerinin yanlışlığıyla uğraşmamışlardır Oysa Gazzâlî'ye göre bu usûl ile halkı bile ikna etmek mümkün değildir Yine, kelâmcılar bu ilmin amacı dışına çıkmışlardır Çünkü, herkes için yararlı olmayacak olan bu ilmi çok yaygınlaştırmışlardır Gazzâlî, İslâm inanç esaslarını bir savunma aracı olan kelâm ilmini, şüpheye düşmüş zeki kimselerin şüpheden kurtulmak gayesi ile ve İslâm inancını savunan bilginlerin' dini savunmak için öğrenmesinin uygun olacağını söyler'
Gazzâlî'nin en mühim yönlerinden biri de, felsefe ile olan ilişkisidir Onunun felsefe çalışması, İslâm düşüncesinde ve ilâhiyet alanında kendisinden sonra gelen düşünürlerin ve düşünce alanlarının herbirinde etkili olmuştur Bu konuda kullandığı metot ise, felsefesine karşı olduğu, Aristo mantığını kabul ederek ve felsefeyi yakından tanıyarak, felsefe tenkitçiliği şeklinde ortaya çıkar (W Montgommery Watt, İslâmî Tetkikler, İslâm Felsefesi ve kelâmı, çev Süleyman Ateş, Ankara 1968, s 108 vd)
Gazzâlî'nin bir felsefe tenkitçisi olarak İslâm dünyasında derin etkisine ek olarak, onun "şüphe, hakkı götürür" prensibiyle Fransız düşünürü Descartes'e "Sebep ile sonuç arasında zorunlu bir bağlılık yoktur" düsturu ile David Hume'a ve "Aklın bütün meseleleri kavrayamadığını" ileri süren ilkesiyle de Alman düşünür Kant'a öncülük ettiği söylenir (Cavid Sunar, İslâm Felsefesi Dersleri, Ankara,1967, s 115)
Gazzâlî'nin felsefe'den amacı, dinin felsefeden üstün olduğunu göstermektedir Uaşmak istediği şey de, her türlü şüpheden uzak kesin (yakînî) bilgidir O, aradığı kesin bilgiyi dünya ile ilgilerini kesmiş olan kalbin safiyetinde bulur bu tavrıyla da genelde tasavvufa meyleder Allah hakkında bir bilgiye sahip olmanın şartı; mal, evlat, makam, mevki, vb dünya ile ilgili bağlardan kurtulma, dilin daima Allah'ı zikretmesi ve nihayet dildeki zikrin kalbe intikâl edip, hatta kişinin kalbinden de lâfız ve kelimelerin silinip, sadece onları manasının kalmasıdır Kişi ruhu temizleme yoluna girip, bu yolun gerektirdiği şeyleri uygulamaya başlayınca, kendisinde Allah'ı tanıyıp bilmeye yarayan keşifler ve müşâhadeler zuhûr etmeye başlar (Gazzâlî, ihya, III, s 19)
Hayatının sonlarında yazdığı ve bir otobiyografik eser olan el-Munkız'u mine'd Dâlâl'de Gazzâlî kendi zihnî ve ruhî durumunu anlatır Burada derin ve hakikati arayan bir şüphe sergilenir O, bu yıpratıcı şüpheden Allah'ın lütfu ile kalbine attığı bir nur yardımıyla kurtulur Böylece, apaçık hakikatleri aklın, akıl yürütmenin ve mantığın yardımı olmaksızın yani delilsiz ve ispatsız bir şekilde birdenbire kavraması mümkün olmuştur (Gazzâlî, el-Munkız, s 8), Allah'ın kereminden gelen bu nur ile gerçeğe ulaştıktan sonra, kendi zamanındaki hakikat araştırıcılarını bu sahip olduğu ölçüye göre dört sınıfa ayırır ki, bu tasnif, İslâm düşüncesindeki ana ekollerin bir eleştirisi demektir
a) Kelâmcılar: Bunlar, dinin esaslarını mantıktan çıkardıkları delil ve kaidelere göre savunmaya çalışırlar Fakat bunlar, "Hâl gözüyle" keşfedilmemiş apaçık dayanaklardan çıkmadığı iç in yeterli gayretler değildir
b) Felsefeciler (felâsife): Kendi gayretleriyle araştırdığı felsefede Gazzalî filozofları üç ana grupta toplar:
1- Dehriyyûn (Materyalistler): Allah'ın varlığını ve ruhu inkâr eden; âlemin ezelî ve ebedî (başlangıçsız ve sonsuz) olduğunu ileri sürenlerdir Bunlar, kâfir ve zındık bir guruptur
2- Tabîiyyûn (Natüralistler): Gazzâlî'ye göre bunları da inkârcı (zındık) saymak gerekir Çünkü onlar, âlemi tanıyınca, Allah'ın varlığını kabul ettiler fakat, ruhun ölmezliğini ve ahiret hayatını inkâr ettiler
3- İlâhiyyun: Gazâlî'ye göre bu gurubun da iman esaslarına uygun bulunan yönlerinin yanında, imanla uyuşmayan tarafları da vardır Felâsife (felsefeciler) zümresini teşkil eden bunların önde gelenleri, Eflâtun ve Aristoteles'in düşüncelerini İslâm dünyasında devam ettirenlerdir Gazzâlî'ye göre felsefecilerin en mühim yanlışları, ilâhiyyat konusudur Aristocu (meşşâî) diye bilinen bu filozoflar, gurubunun Tehâfütü'l-Felâsife (Filozofların tutarsızlığı) adlı ünlü eserinde üç meselede küfre, onyedi meselede de bid'at ve sapıklığa düştüklerini ileri sürer (Gazzâlî, Tehâfütü'l-Felasife (Filozofların tutarsızlığı) çev H Bekir Karlığa, İstanbul 1981 s 14-16) Buna göre felâsife; Kıyamet günü haşrın beden ile olmayacağını yani sadece ruhen vücud bulacağını, Allah'ın âleme ait teferruatı değil de sadece Küllî (genel kanunları bildiği), Üçüncüsü de, âlemin kadîm (ezelî) olduğunu ileri sürdükleri için Gazzâlî'ye göre küfre girmişler yani, İslâm dini açısından inkârcı durumuna düşmüşlerdir
c) Bâtinîler: Gazzâlî'nin ehl-i sünnet inancı karşısında değerlendirdiği ve reddettiği diğer bir grup da, kendi döneminde İslâm akidesi için büyük tehlike teşkil eden bâtinîlerdir Bunlar, herşeyin zahirî (dış) ve bâtınî (içderûnî) manaları bulunduğunu iddia edenlerdir Bunlara göre, bütün farzların ve sünnetlerin zahirleri birer işaret ve remizden ibarettir, gerçek manalar ise, bâtında gizlidir Bâtınîler bu iddialarından yola çıkarak Ayetler Hadisler ve din ile ilgili her hususu bâtınî bir yoruma (te'vile) tabî tutarlar Halbuki bu durum İslâm dinine uygun değildir
Gazzâlî zamanında Hasan Sabbah gizli bir teşkilat kurup, etrafındaki fedâilerle dehşet saçarı hareketlere girişmişti, kendini de ma'sum (hata etmez ve günahsız) İmam diye tanıtmıştı Bu durum, İslâm dini için hem inanç bakımından hem de siyasî olarak bir tehlike oluşturmuştu Onların temel ilkeleri, birliği te'min etmek için bir İmam-ı masum'â bağlanmak ve bütün bilgileri ondan öğrenmek gerektiği şeklindeydi (Gazzâlî, Munkız, s 31, vd) Gazzâlî, onlara karşı, müslümanların İmam-ı masum'u Hz Muhammed (sas)'dir Biz, Allah tarafından ona indirilen Kur'an-ı Kerîm'e ve onun sünnetine bağlıyız diyerek, bâtınîliği kesinlikle reddeder (İbrahim Agah Çubukçu, Gazzâlî ve Bâtınîlik, Ankara 1964 s 51, 70)
d) Mutasavvife: Tasavvuf ehli
Gazzâlî, yukarda sözü edilen üç zümreyi İslâm dini karşısında tenkit ettikten sonra, derinlemesine sûfileri tenkid eder Ona göre sûfiler, ilmin yanında amelin de lüzumuna inanmış olan gurubu teşkil eder Onların gayesi, nefsi kötülüklerden temizlemek ve zikir yoluyla kalpten, Allah sevgisinden başka her şeyi atmaktır Düşünce ile fiili (ameli) birleştiren tek yol buydu Ona göre büyük sûfilerin arzu ettikleri şey, tatmak ve yaşamaktı Nefsin arzularını yok etmek, kalbin dünya ile alâkasını kesmek, gurur, kibir, şöhret ve gelecek endişelerini aşmak onların başlıca faziletleridir Bu faziletler gerçekleşince insanda kalp gözü açılır Gazzâlî'nin kalbin mahiyeti ve Kalp Gözü hakkındaki açıklamaları İhya, Mizânu'l-Amel, munkız, Risâletü'l-Ledunniyye ve Mikatü'l Envâr isimli eserleri başta olmak üzere, diğer eserlerinde de yayılmış durumdadır Burada onun kalp ve kalbî bilgi hakkındaki düşüncesi şöyle özetlenebilir:
Kalp, Allah hakkındaki bilginin doğduğu yerdir O, bir çeşit cevherdir, insan hakikatı onunla kavrar Kalp, insan ruhunun keşf ve sezgi gibi en yüksek derecesini teşkil eder Ve bir ayna gibi eşyanın aslını kavrar Kalp, akıllı kimseyi hayvandan, küçük çocuktan, deliden, ayıran bir mana taşır, maddî göz yani beden gözü dışı (zahiri) görür fakat içi görmez başkasını görür, kendisini görmez, sonluyu görüp kavram sonsuzu kavrayamaz Kalp gözündeki nur ise bir olgunluk (kemâl)'tur, yukarda maddî göz için söylenen eksiklikler onda yoktur O, başkasını idrak ettiği gibi, kendini de idrak eder Ona, uzak-yakın birdir, eşyanın sırlarına nüfûz edebilir Kalp gözüne Akıl, Ruh, İnsanî nefs gibi isimler verilir (Necip Taylan, Gazzâlî'nin Düşünce Sisteminin Temelleri, Bilgi-mantık-iman, İstanbul, 1989, s 91 vd)
Gazzâlî bu fikirleriyle, soyut düşünce ve mantığa karşı, yaşanmış tecrübeyi ve zevki koyarak, bunu hakikate ulaştıran bir yol olarak görmüştü Ona göre tasavvufun asıl değeri de akıl üstü (irrasyonel) âleme açılmış bir kalp gözü olmasından, nazârî olan ile amelî olanı birleştirmesinden, hakikatı bizzat yaşanan tecrübeden çıkarmasından ve ahlâkî hayat için bir örnek olmasından geliyordu
Görüldüğü gibi Gazzâlî, sûfîlerin zevk ve dînî tecrübe metotlarını benimser, fakat burada yanlış bir hükme varanları da tenkit eder, meselâ; Allah ile birleştiğini, ona hulûl ettiğini, dînî cezbe ve istiğrak (ekstaz) halinde, kendilerini her türlü dînî emrin üstüne çıkmış diye kabul eden bazı sûfilerin bulunduğunu, oysa, bu gibi durumlarına dine tamamen aykırı şeyler olduğunu söyler (Gazzâlî el-Munkız, s 44, vd; Necip Taylan, age s 108 vd)
Gazzâlî'nin üzerinde durduğu çok önemli kavramlardan biri de Akıl kavramı ve aklın din ile olan ilişkisidir O, aklı çeşitli anlamlarda kullanmıştır Meselâ; nazarî bilgileri kavramak için insanın yaratılıştan sahip olduğu kâbiliyettir İnsan, hayvandan bu hususiyeti ile ayrılır Bazan, tecrübeden elde edilen bilgilere de akıl denir Nitekim, tecrübeli kimseye akıllı kişi denilmektedir Aynı şekilde devamlı olan mutluluğu kazanma kabiliyetine de akıl denir Bundan hareketle Gazzâlî'ye göre aklî ilimleri şer'î (dinî) ilimlere aykırı diye görenler câhillerdir Akıl, doğru yolu şerîatsız bulamadığı gibi, şerîat (din) da ancak akıl ile anlaşılıp açıklığa kavuşabilir, Bu anlamda akıl göze, şerîat da ışığa benzer Başka bir ifadeyle, din binadır, akıl ise, onun temelidir Binasız temel anlamsızdır, temelsiz bina ayakta duramaz
Akıl ile Nakil (nass) ilişkisinde yorum (te'vil) yapanın durumunu da Gazzâlî şöyle tesbit eder Te'vil yapanlar şöyle gruplandırılabilir: 1- Yalnız nakle değer verenler, 2- Sadece Akla değer verenler 3- Aklı esas tutup nakli, akla tabi kılanlar 4- Nakli esas alıp, aklı nakle tabi kılanlar, 5- Hem nakli hem aklı esas alıp ikisine birden değer verenler Gazzâlî'ye göre en doğru yolu bu beşincisi bulmuştur Kısaca Gazzâlî'ye göre akıl ve din birbirini tamamlar Aslında bu iki taraf, birbirine aykırı da değildir Din aklın değerini inkâr etmediği gibi, onun önemini vurgulayan ve insanı düşünmeye yönlendiren bir çok Ayet-i Kerime ve hadisler vardır Böylece Gazzâlî akıl-din ilişkisini karşılıklı bir ihtiyaç ve uzlaşma tarzında yorumlayarak, aklî ilimler ile dinî ilimleri, din ile dine aykırı düşmeyen düşünceyi uzlaştıran bir yol tesbit eder
Gazzâlî'nin yaşadığı dönemin dinî bakımdan olduğu gibi siyasî bakımdan da önemli olduğunu biliyoruz, o, siyasetle ilgili düşüncelerini et-Tibri'l-Mesbuk fi Nasaihi'l-Mülûk, el-Munkız, ihya, Kimyay'ı-Saadet, el-İktisad fi'l-İ'tikad gibi eserlerinde ilgisi oldukça belirtmiştir İlimler sınıflamasında siyasete ayrı bir yer vermiş ve siyasetin insan ve toplum hayatı için gereğini belirtmiştir
Gazzâlî'ye göre siyaset, insanı iyi yola yönlendiren bir ilim olan ahlâkın yanında yer alır İnsan hayatı için bu dünyada belirlenmiş davranış ilkeleri gereklidir Çünkü, onlar aynı zamanda ahiret hayatına hazırlığın da bir gereğidir Sağlam bir dünya teşkilatı ve çalışması olmadan ahiret hayatı içinde istikrar içinde çalışamaz Bir yerde kanun ve nizamın temin edilememesinden dolayı siyasî bir istikrarsızlık varsa, orada Allah'a hizmet edebilecek zihnî bir sükunet de olamaz onun için insan dünya-ahiret uyumunu kurmalıdır
Gazzâlî, insanın tek başına yaşayamayacağı yani daima hem cinsine muhtaç olduğu ilkesinden hareketle islamî yönetimi yani devletin gerekliliğini belirtir Bu durum, neslin devamının şartı olduğu gibi, ihtiyaçların karşılıklı ilişkilerle temin edilmesinin de şartıdır Fakat insanlar toplum halinde yaşarken, karşılıklı ilişkiler içinde bulunacaklarından, aralarında bazı kavga ve anlaşmazlıklar da tabiî olarak çıkacaktır Bunu önlemek için bir hukuk sistemi ve hükümet gerekli bulunduğu gibi, bu siyâsî nizamı sağlıyacak bilgi, basiret ve önderlik vasıflarına sahip kimselerinde bulunması gereklidir
Gazzâlî, İslam devlet başkanlığı için altısı yaratılıştan, dördü müktesep on özelliğin bulunması gerektiğini belirtir Bunlar, bulûğ çağına gelmiş olmalı, akıllı, hür, erkek, duyu organları sağlam olmalı, cesaretli ve otoriter olmalı, adil olmalı, çıkacak yeni durumlara göre en uygun yolu seçebilmeli, takva sahibi, cömert ve bilgili olmalı (Harun Han Şirvanî, İslâm da siyasî Düşünce ve İdare, s 97 vd)
Gazzâlî'nin düşünce sisteminin orjinal kabul edilen yönlerinden biri de, kendisinin bu konuda batılı filozoflarla karşılaştırılmasına gerek duyulan sebeplilik (nedensellik) meselesidir Tehâfütü'l-Felâsife isimli eserinde filozofları tenkit ettiği en önemli felsefe problemlerinden biri olan bu konu, sebep-sonuç arasında görülen ilişkinin mutlak ve zarurî olmadığı şeklinde özetlenebilir Oysa, sebep-sonuç münasebeti felsefe ve mantıkta birbirine kesin ve zarurî olarak bağlı görülmektedir Gazzâlî, böyle bir düşüncenin mucizeyi inkâr etmek olacağı anlayışından hareketle, sebep-sonuç ilişkisinin neticesini bir zarûret (vucûb) değilde olabilir (caiz) olarak görür Çünkü sözkonusu iki taraftan birinin varlığı, diğerinin de var olmasını gerektirmez ve böyle bir gereklilik anlayışı alışkanlıktan kaynaklanır Meselâ; susuzlukla su içmek, bunun kesilmesiyle ölüm, ilâç ile şifa bulmak, gibi ilişkilerin sonuçları kaçınılmaz değildir Bunların birbirine bağlılığı, Allah'ın takdirinden dolayıdır Ve Allah kendi kudretiyle isterse bunları yaratmayabilir (Gazzâlî, Tehâfütü'l-Falâsife, s 85)
Eserleri ortaçağda Lâtinceye çevrilen Gazzâlî, el-Gazel adıyla meşhur olmuştur Özellikle yukarda değindiğimiz sebeplilik konusunda Ockhamlı William, Nikola ve Peter gibi hristiyan filozofları etkilemişti Bunun yanında Gazzâlî, bilhassa Endülüslü iki filozof olan İbn Rüşd ve İbn Tufeyl tarafından ciddi şekilde tenkit edildi Ancak Gazzâlî, onbirinci yüzyıldan günümüze kadar ehl-i sünnet akidesinin sağlam bir şekilde devam edip gelmesinden ve tasavvufta ilmî otoritesiyle kendini daima hissettirmiştir Zamanımızda da Kelâm, Fıkıh, İslâm Hukuku, Tasavvuf, Ahlâk ve Felsefede önemli yerini muhafaza etmektedir

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #185
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




GECE İBADETİ

Daha çok "gece namazı" veya "teheccüd namazı" olarak bilinen ve çok fazla sevabı nedeniyle Resulullah tarafından müslümanların özendirildiği, en sahih rivâyetlere göre gecenin ikinci yarısında uykudan kalkılarak on iki rekât olarak kılınan nafile namazı
Kur'an-ı Kerîm'in Müzzemil suresinin baş tarafında: "Ey o örtünen, kalk gece, ancak birazında: Yarısı, yahut eksilt ondan biraz Ya da artır ve Kur'an oku, tertip ile yavaş yavaş, güzel güzel Çünkü, biz senin üzerine ağır bir söz atacağız Çünkü, gece neşesi hem daha dokunaklı, hem deyişçe daha sağlamdır" buyurularak, risâletin daha başlangıcında, bazı âlimlere göre beş vakit namazdan önce gece namazı emredilmiş ve İslam'ın tebliğini başarabilme açısından bunun gereği de vurgulanmıştır Resulullah'la birlikte ashabının da kıldığı bu namaz, aynı surenin sonunda yer almakla birlikte, yukarıdaki emirden belli bir süre sonra, hattu bazılarınca Medine'de inen "Rabbin biliyor ki, sen muhakkak gece üçte ikisine yakın ve yarısı ve üçte biri kalkıyorsun; beraberindekilerden bir grup da Gece ile gündüzü Allah takdir eder Bildi ki, siz onu bundan böyle başaramazsınız; bu bakımdan size lûtufta bulundu da, artık Kur'an'dan ne kolayınıza gelirse okuyun" ayetiyle ümmet için emir olmaktan çıkmış; İsrâ sûresinde "Gecenin bir kısmında sana mahsus bir nâfile olmak üzere teheccüdde bulun Umulur ki, Rabbin seni Makam-ı Mahmud'a ulaştırır" (el-İsrâ, 17/79) ayetinde de ifade olunduğu üzere, Resulullah (sas)'in terketmediği bir amel olarak kalmıştır O kadar ki, Buhârî ve Müslim'in ittifâken rivâyet ettiği bir hadîs-i şerifte, Efendimiz'in, mübârek ayakları şişinceye kadar geceleyin ibadet ettiği; Hz Âişe'nin kendisine, "Ya Resulallah, geçmişteki ve gelecekteki günâhların affolunduğu halde, neden böyle yapıyorsun?" demesi üzerine "Rabbime şükreden bir kul olmayayım mı?" buyurduğu ifade olunmaktadır İmam Müslim, Sahih'inde Resulullah'ın teheccüdünün uzunluğuna daha bir açıklık getirmekte ve Hz Huzeyfe (ra)'den; bir rekâtta Fâtiha'dan sonra Bakara, Âl-i İmrân ve Nisâ surelerini hem de ağır ağır, tesbih ayetlerinde tesbih ederek, dua istenen ayetlerde dua ederek okuduğunu, rükû ve secdesinin de aynı şekilde uzadığını rivâyet etmektedir (Riyâzü's-Sâlihîn, II, 449, 457)
Gece namazının fazileti konusunda alimler çok söz etmiş ve müminleri bu namaza teşvik etmişlerdir Hz Ebû Hüreyre (ra)'den rivâyet edilen bir hadîs-i şerifte, "Rabbimizin her gecenin son üçte biri kaldığında dünya semasına nüzul edip "Yok mu bana dua eden, duasını kabul edeyim; yok mu benden isteyen, ona vereyim; yok mu benden bağışlanma dileyen, onu bağışlayayım" buyurduğu ifade olunmaktadır (Tecrii Sarîh Terceme ve Şerhi, IV, 112) Zaten, Kur'an-ı Kerîm'de de müminlerin, Rahman'ın kullarının Rablerinin rızası için secdede ve kıyamda geceleyen kimseler oldukları (el-Furkan, 25/64); gecenin az bir kısmında uyuyup, seherlerde istiğfar ettikleri (ez-Zâriyât, 51/51) ve yanlarının rahat döşeklerinden uzaklaşıp korku ve umut içinde Rabblerine dua ettikleri (es-Secde, 32/16) anlatılmaktadır Önemi dolayısıyle, farz namazdan sonra en faziletli namazın gece namazı olduğu Müslim'in rivâyet ettiği bir hadiste belirtilmiş; âlimlerin çoğunluğunca bu namaz sünnet-i müekkede olarak kabul edilmişse de, vacib diyenler de olmuştur Sünnet de olsa, bilhassa İslâm'ın tebliğcileri için herhalde asla vazgeçilmez bir namaz olsa gerektir




GELENEK

Bir toplulukta zaman içinde meydana gelen ve toplum içerisinde kabul gören maddî ve manevî husus ve alışkanlıklar Bunlara âdet de denilir Örf ise, biraz daha kuvvetli hâle gelmiş âdet ve geleneklerdir Örfler, hukuk açısından önemli bir hüküm kaynağı olarak kabul edilmişlerdir
Gelenek veya âdetler, eskiden devralınan ve toplum hayatının çeşitli yönlerinde yerleşen iş ve davranış tarzlarıdır Bu bakımdan eskiden devralınan her düşünce ve alışkanlık, kötü olmayacağı gibi; mutlaka iyi de demek değildir Bazı âdet ve gelenekler toplumları yozlaşmaya ve atalete sevk ederken; bir başka tür gelenekler, sosyal hayatın sürekliliği ve ahengi için önemli faydalar sağlar
Eski asırlarda örf ve âdetlerin büyük rolü vardı Çünkü insanın yaşadığı iktisadî hayatın bünyesine uygun mevzuat yapma yoluyla hukuk kaideleri koyma güç olduğundan, insanların hayatını düzenleyen kaidelerin temel kaynağı örf ve âdetler idi Bu sebeple toplumlar, muayyen örfleri kabul ederek, onları tatbik ediyorlardı
Örf ve âdet, temel ve önemli bir şey ile ortaya çıkar Yani toplumun arzusu, bünyesi ve değerlerine uygun olarak ortaya çıkar; toplumun bünyesinin değişmesiyle değişir Ayrıca örf ve âdet, bazı meselelerde kanunun unutarak yaptığı hatayı telâfi eder Bu durumda, kanunun temas etmediği bütün meselelerde bir hukuk kaynağı olarak örf ve âdete başvurulur
Örf, İslâm hukukunda ikinci derecede fer'î bir hüküm kaynağı olarak kabul edilir Örf, kendisinden daha geniş olan âdetten ayrılır Âdet, şahıs ve cemaatlerden tekrar tekrar sâdır olan her davranışa denilir Örf, âdetin bir çeşididir Bir kavmin veya topluluğun söz ve fiil hâlinde âdetleridir (Faruk en-Nebhân, İslâm Anayasa ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Çev Servet Armağan, İstanbul 1980, s 241-339)
İslâm alimleri örf ve âdeti; "Akl-ı selîmin üzerinde ittifak ettiği ve halkın devam edegeldiği şeylerdir ki, birçok kere tekrar olunur" şeklinde tarif etmişlerdir Ayrıca örf ve âdette dikkat edilecek husus; "Şer'an ve aklen müstahsen olması, selim akıl sahipleri yanında münker olmamasıdır" (Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İstanbul 1983, s 139)
Örf fıkhî manada umumî ve hususî olmak üzere ikiye ayrılır Umumî örf: Birçok memleket ve cemiyetlerin müşterek olan örfleridir Hususi örf: Belirli bir memleketin veya cemâatin tekrar tekrar işledikleri şeylerdir Amelî örf, bir yerde fiilî bir şeyin insanlar arasında âdet ve teâmül hâline gelmesidir Meselâ bir bölgede koyun etinin yenmesi mutad olduğu gibi, diğer bir yerde keçi etinin yenmesi mutaddır
İslâm, yerleştiği dönemlerde insanlar arasında iyi olarak bilinmiş ve teâmül hâline gelmiş olan bazı örf ve âdetleri olduğu hal üzere bırakmış ve böylece örf, âdet ve teâmül İslâm hukukunun önemli kaynaklarından birisini teşkil etmiştir (Osman Öztürk, Osmanlı Hukuk Tarihinde Mecelle, İstanbul 1973, s 7)
Batı literatüründe gelenek "toplumda değerler ve kurumların en ağır değişen ve eski toplumlarla yaşayan toplumların arasında bir bağ oluşturan sosyal miras" olarak geçer Geleceğin payı ve toplumun eski şekillerini yenilerine bağlama gücü toplumdan topluma değişir Bazı sosyologlar devrimlerin gelenekleri ortadan kaldırdıklarını söyler, fakat en sert devrimlerden sonra dahi bir kısım geleneklerin kaldığı görülmektedir (H Ziya Ülken, Sosyoloji Sözlüğü, İstanbul 1969, s 115)
Batı düşüncesinde genel kabul gören bir düşünüş olarak sosyal değerlerde sürekli "değişim" vardır Bu görüşten hareketle kültürün de bir değişime uğradığı ve kaçınılmaz bir değişim geçireceği kabul edilir Mourice Duverger'e göre: Kültürün geleneksel öğeleri; her geçen gün kültüre eklenen yeni tekniklerin, değerlerin, tasarımların etkisiyle yok olma baskısı altında kalır Bazen bu yeni öğeler, eskilere yalnızca eklendiğinden, olay basit bir toplamadan ibaret kalır Fakat, çoğu zaman yeni öğeler eskilerin yok edilmesini ya da dönüştürülmesini gerektirir Dolayısıyle tüm kültürler sürekli olarak bir evrim geçirirler (Mourice Duverger, Siyaset Sosyolojisi, İstanbul 1975, s 124)
Bu açıklama tarzı, gelenekselliğin mutlaka yanlış ve hatalı olduğundan kaynaklanan bir "anlayış biçimi"yle ilgilidir Batıda bir fikir veya sistem, kalıcı bir özellik taşıyorsa gelenekseldir ve her geleneksel ise, yanlıştır Bu görüş, Rönesans öncesi geleneksel düşünce ve inanışı temsil eden Ortaçağ hristiyan felsefesinin reddedilmesinden kaynaklanan bir tavırdır Bundan dolayı Batı için gelenekçilik, basit olarak geçmişe ait bir özlemi ve eski değerlerin benimsenmesi şeklinde anlaşılmakta ve kabul görmemektedir İslâmî anlayışta ise, doğru kabul edilenin muhâfazası ve korunması şeklinde bir gelenekçilik sözkonusudur Müslümanlar İslâm'ın en ideal yaşandığı "Asr-ı Saadet" dönemini muhâfaza etmek ve ona uygun bir yaşayış modelini sürdürmek arzusu içindedirler Bunun dışındaki her türlü yaşayış modeli, muhafaza edilmeye ve sürdürülmeye lâyık kabul edilmemektedir Böylece İslâmî anlayışta ileri-geri kavramları, zaman ve mekan faktörleri dışında gelişen bir özellik taşımaktadır Gelenekçi veya modernist düşünce ve yaşayış, ancak İslâm'a olan yakınlığı ve uzaklığı nisbetinde değer kazanır
İslâm'ın eksik anlaşıldığı dönemlerde, müslümanlar tek taraflı mistik bir ruha yönelmiş ve dünyayı terketme bir erdem kabul edilmişti Bu durum, müslüman toplumları geleneklerin muhafazasına ve her türlü gelişmeye kapalı hale getirdi: Mâzinin müdâfa asına yönelince, kültür, bir arkeolojik karaktere bürünmekte; zihnî fikrî faaliyet ileriye değil, geriye çevrilmiş bulunmaktadır Bu itidalsiz geriye dönüş, her kültür sahasında hal ve istikbalini zaruretleriyle uyuşmayan bir ric'at şeklini almaktadır
İşte İslâmî bakış tarzının kayboluşu sonucu, müslüman toplumlar sapmanın bir çeşidi olan İslâm dışı geleneklerin ağına düşmektedirler Bu noktada müslümanlara düşen görev vahiy kaynaklı Nebevî İslâmî geleneği yeniden diriltip yaşatmaktır


GIBTA

Kişinin başkasında bulunan nimetin yok olmasını temenni etmeyerek aynı nimetin kendisinde de olmasını arzu etmesi
Gıpta; bir nevi imrenmek olup İslâmî açıdan sakıncalı olmadığı gibi kıskançlık da değildir Çünkü kıskançlık; başkasında olan iyi halin ve nimetin yok olmasını arzu etmek olup, bu haram ve kötü bir ahlâktır Kur'an ve Hadisde kötülenmiştir Türkçede bunu kıskanmak ve çekememek kelimeleriyle ifade ederiz Halbuki gıbtada böyle bir arzu yoktur Yani başkasında görülen nimetin yokluğunu temenni etmeksizin, sadece kendisinin de aynı nimete sahip olmasını arzu etmesi demektir
İlim, zenginlik, yardım vb gibi hususlarda gıbta mübah görülmüştür Fakat, hırsızlık, tembellik, serkeşlik ve gangsterlik gibi fiiller üzerindeki gıbta ise yasaklanmıştır (Abdullah Şevket, Ahlâk-ı Dînî, 21)
Resulullah (sas): "Mümin imrenir, münâfık hased eder" buyurarak hased ile gıpta arasındaki farkı çok açık bir şekilde izah etmiştir
Yalnız düşman devletinin elinde bulunan, gelişmiş teknolojiyle araçlar kitlelere zarar veriyorsa, onun yok olmasını istemek zarar vermez İyi davranışlarıyla topluma huzur dağıtan, iyi eserleriyle insanların hakla müşerref olmasını sağlayan kimselere gıbta ile bakmak ve onlar gibi olma özlemini çekmek, kişiye hem dünyada hem de ahirette, sonsuz mutluluğa kavuşmalarında büyük faydalar sağlar
Resulullah (sas), Allah'ın kendisine verdiği malı hak yolunda harcayan, Allah'ın verdiği ilimle amel eden ve bunu insanlara öğreten kimseye karşı hasetliğin olmadığını bilâkis bunun gıbta ile karşılanması gerektiğini vurgulamıştır Bir başka hadis-i şerifde ise şöyle buyurulmaktadır: "Bu ümmetin durumu şu dört kişiye benzer:
a) Allah, bir adama mal ve ilim verir O da ilmiyle hareket eder
b) Birine ilim verir, mal vermez Bu yüzden o şöyle der: "Rabbim, şayet benim de filanın malı gibi malım olsaydı, onun gibi elbette iş yapardım' Bu ikisi de sevap bakımından aynıdır
c) Birine mal verir, ilim vermez O da bu malı Allah'a isyan olan yerde harcar
d) Birine de ne ilim, ne mal verilmiştir Bu da kalkıp "Şayet benim de filanın malı gibi malım olsaydı kötü yolda harcadığı şekilde harcardım' der Bunlar da günaha eşittirler" (İbn Mâce İlim,15; Ahmed b Hanbel, II, 36)
Hadis-i Şerif'ten anlaşıldığı gibi teknimete sahip kimse buna sahip olamayan kimsenin ona sırf hizmet için gıbta etmesinde bir sakınca yoktur Yalnız kötülük yapma hususunda bu fiili işleyen kimseye imrenmenin günah olacağı açık bir şekilde görülmektedir
"Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek O'na yalvaranlarla beraber sen de sabret Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma Bizi zikretmesini kendisine unutturduğumuz ve içinde aşırı giderek hevesine uyan kimseye uyma" (el-Kehf, 18/28) buyruğunda salihlere uymanın anlamı açıklamaktadır Hz Musa: "Sana öğretileni bana hayra götüren bir bilgi olarak öğretmen için peşinden gelebilir miyim?" (el-Kehf, 18/66) demiştir Hızır (as)'a (bk el-Kehf sûresi)
Bilinçli müslüman, insanların hayırlılarına gıbta eder, ins ve cin şeytanlarından kötülüklerden uzaklaşır Sünenlerde ittifakla rivayet edilen hadislerde anlatıldığına göre: İnsanlar altın ve gümüş madenleri gibidirler Tanışanlar dost olur, birbirlerine görmemezlikten gelenler anlaşmazlığa düşerler
Yalnız iki şeye gıbta edilir: Biri Allah'ın mal verip hak yolda harcamaya muvaffak kıldığı kişi; diğeri de Allah'ın kendisine ilim verip de onunla amel eden ve bunları başkalarına öğreten kimse Allah'ın birbirinden üstün kıldığı şeyleri kovuşturmaz (en-Nisâ, 4/32)


GIYBET

Bir kimsenin gıyabında hoşlanmayacağı bir söz söylemek, çekiştirmek; meydanda olmama, kaybolma hâli
Gıybet, bir kimsenin arkasından hoşuna gitmeyecek şeyleri söylemek, başka bir deyimle, kendimize söylendiği zaman hoşlanmayacağımız bir şeyi, din kardeşimiz hakkında arkasından konuşmamız anlamına gelir Halk arasında dedikodu, gıybet ile aynı anlamda kullanılır
Gıybet, insan veya insanla ilgili birtakım şeyler üzerinde olur Kişinin bedeni, nesebi, ahlâkı, işi, dini, dünyası, elbisesi, evi, bineği dedikodu konusu olabilir Gözün şaşılığı, saçların döküklüğü, uzun veya kısa boyluluk, siyah veya sarı renkte olmak Bunlardan alaylı bir şekilde bahsedilmesi sözkonusu kişinin kalbini kırar
Kur'an ve Sünnet, gıybeti yasaklamıştır: "Bir kısmınız diğerlerinizin gıybetini yapmasın Sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemek ister mi? Bundan tiksindiniz değil mi?" (el-Hucurat, 49/12); "Gıybet, kardeşini hoşuna gitmeyecek şekilde anmandır" (Tirmizî, Birr, 23; Dârimî, Rikat, 6; Mâlik, Muvatta, Kelâm,10; Ahmed b Hanbel, II, 384, 386)
Başkalarına kardeşinin ayıplarını anlatmak onun hoşuna gitmeyecek şeyleri söylemek demek olduğundan, ancak dil ile söylemek haram olmuştur Kaş-göz işareti yapmak, imâ, işaret ve yazı gibi gıybet anlamı ifade eden her hareket de gıybettendir Meselâ elle birisinin uzun veya kısa boyluluğuna işaret etmek, bir şahsın ayıpları hakkında yazı yazmak gıybettir Gıybeti tasdik etmek de gıybettir Gıybet yapılan yerde susan kişi gıybete ortak olmuş olur Diliyle gıybetçiye karşı duramayanın kalbiyle inkâr etmesi gerekir (İmam Gazzâli, Zübdetü'l-İhya, Trc: Ali Özek, İstanbul 1969, 362, 363) Allah Resulu şöyle buyurur: "Bir kimse yanında hakarete maruz kalan bir mümine gücü yettiği halde yardım etmezse, Allah o kimseyi kıyâmet gününde insanların önünde rezil eder" (Tebarâni)
- "Her kim gıyabında kardeşinin kusurlarını söyletmezse, kıyâmet gününde Allah da onun kusurlarını örtmeyi tekeffül eder" (İbn Ebi'd-Dünya)
- "Ey kalbiyle değil, sadece diliyle iman edenler topluluğu! Müslümanların gıybetini yapmayınız, ayıplarını araştırmayınız Zira kim kardeşinin ayıp ve kusurlarını araştırırsa Allah do onun kusurlarını araştırır Allah, kimin kusurunu araştırırsa onu evinin içinde bile olsa rezil ve rüsva eder (Ebû Dâvud, İbn Ebî Dünya)
İslam dininde kardeşlik olgusunun, "Müminler ancak kardeştir İhtilaf ettikleri zaman, iki kardeşinizin arasını düzeltin; ve sakının ki, merhamet olunasınız" (el-Hucurat, 49/10) ilâhi buyruğu ile kurulmuş olması, İslâm toplumunu bu iman kardeşliği üzerinde yükselen güçlü bir toplum yapmaktadır Böyle bir toplumda gıybet yoktur Çünkü, Hz Peygamber (sas)'in buyurduğu gibi, "Mümin müminin aynasıdır Mümin iki el gibidir, birisi diğerini temizler" Bu ölçüler, toplumu fitne ve bozgunculuktan uzak tutar
Gıybetin sebepleri:
1 İntikam duygusunu tatmin, 2 Arkadaşlara muvafakat, 3 Gösteriş ve büyüklük; başkalarını küçültme, kendini büyütme, 4 Kıskançlık, 5 Hoşça vakit geçirmek, güldürmek için başkalarının ayıp ve kusurlarının ortaya serilmesi, 6 Küçük düşürmek için alay (Gazzâlî, İhyâu Ulûmiddin, Trc: Ali Arslan, İstanbul 19'72; VI, 522 vd)
Gıybetten korunmak için kişinin öncelikle kendi kusurlarıyla uğraşması gerekir Şuralarda gıybet câizdir:
1) Haksızlık karşısında: "Hak sahibinin söz hakkı vardır" (Buhârî, Müslim)
2) Fetva istemede: Utbe kızı Hind, Resulullah'a gelerek kocası Ebû Süfyan'ı cimriliğiyle, çok az nafaka bırakmasıyla çekiştirmiş ve kocasının malından haberi olmadan alıp alamayacağını sormuştu Allah Resulu de "Sana ve çocuğuna yetecek miktarda, iyilikle al" buyurdu
3) Bir kimseyi kötülükten menetmek:
4) Kişiyi meşhur olan lakabıyla anmak
5) Kişinin fısk-u fücûrunu alenen yapması, yaptıklarından dolayı gurur duyması, yaptıklarının söylenmesinden dolayı üzüntü duymamasıdır Yaptıklarıyla övünmesi yüzünden onları anmak gıybet sayılmaz
Gıybetçinin günâhtan kurtulması için pişmanlık duyması, tövbe etmesi, gıybetini yaptığı kimse ile helâlleşmesi gerekir Gıybeti yapılan da merhametli davranır, affeder Düstur: "affa yapış(mak), iyiyi emret(mek), cahillerden uzak ol(maktır) (el-A'râf, 7/ 199)





Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #186
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




GULÜL

Savaş ganimeti ve bunlara benzer şeylerde hıyanet etmek; esir veya tutukluya kelepçe ve bukağı vurmak; doğruyu görmemek; suyun ağaçların arasından akması Gull isminin çoğulu olarak; kelepçe, bukağı, hararet, şiddetli susuzluk demektir
Gulül, bir İslâm hukuku terimi olarak; savaş ganimetlerinden çalmak, aşırmak ve taksimden önce ganimet mallarından birşey almak anlamına gelir İslam'da ganimet yolsuzluğu konusu ilk defa Bedir gazvesinde (2/624) kaybolan kadife bir örtüyle ilgili olarak ortaya çıkmıştır Örtüyü Hz Peygamber'in almış olabileceğinin söylenmesi üzerine şu ayet inmiştir
"Bir peygamberin ganimet malına hıyanet etmesi düşünülemez Kim hıyanet ederse kıyamet gününde hıyanet ettiği şeyle gelir Sonra herkese kazandığının karşılığı tam olarak verilir, onlara zulmedilmez" (Âl-i İmrân, 3/161) Bu ayet, Resulullah (sas)'i emanetin yerine ulaştırılması, ganimet taksimi ve benzeri konularda her türlü hıyanetten temize çıkarmıştır (İbn Kesîr, Tefsîr, İhtisâr ve Thk M Alî es-Sâbûnî, Beyrut 1981, I, 332)
Gerek ganimette ve gerekse başkasına ait mallarda yolsuzluk yapmayı yasaklayan birçok hadis vardır: "Allah nezdinde, hıyanetin en büyüğü, iki arazi veya ev komşusundan birisinin, diğerine ait bir arşın toprağı kendi zimmetine geçirmesidir Allah kıyamet gününde, bu toprağın yedi katını, onun boynuna geçirir" (Ahmed b Hanbel, IV, 140, 202, V; 341, 344) " Kim bizim bir işimize tâyin olunursa, evi yoksa ev edinsin; bekarsa evlensin; hizmetçisi yoksa hizmetçi, biniti yoksa binit edinsin Kim bunlardan fazlasını ister veya alırsa, o hıyanette bulunmuş olur" (Ebû Dâvûd, İmâre, 10; Ahmed b Hanbel, IV, 299) Başka bir hadiste bir zekât memurunun yolsuzluğu şöyle ifade edilir:
"Resulullah (sas) Ezd kabîlesinden bir adamı zekât vergilerini toplamakla görevlendirdi Bu adam daha sonra, bazı mallarla gelerek Hz Peygamber'e şöyle dedi: "Şunlar size ait bunlar da bana hediye olarak verildi' Hz Peygamber (sas) ayağa kalktı, minbere çıkarak şöyle buyurdu: "Kendisine görev verdiğimiz bir zekât memuru ne cesaretle; şunlar sizin, şunlar da bana hediye verildi, diyebiliyor O, ana-babasının evinde otursaydı, kendisine hediye verilir miydi? Muhammed'i kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki sizden hiç biriniz kıyamet gününde; sırtında, böğüren bir deve, bağıran bir sığır, meleyen bir koyunla gelmesin" Sonra koltuk altları görünecek şekilde ellerini kaldırarak, üç defa: "Allah'ım tebliğ ettim mi? buyurdu" (Buhârî, Zekât, 67; Hibe 17; Ahkâm, 24, 41; Hıyel, 15; Müslim, İmâre, 26, 27, 28; Ebû Dâvûd, İmâre, II; Ahmed b Hanbel V, 423


Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #187
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




GULÜVV

Bir şeyde aşmak Bir ticaret terimi olarak, piyasada fiyatların normalin üstünde artışını ifade eder
İslâm hukuku, alış-verişte kârı yasaklamadığı gibi, onun için bir sınır da koymamıştır Ancak alış-verişlerde yalan, hile, malın kendisinde olmayan sıfatlarla övme veya satılacak maldaki bazı kusurları gizleme yasaklanmıştır Arz ve talebin karşılaşması ile serbest rekabet sonucu, bir piyasada oluşan fiyatlar ölçü alınarak satış yapılabilir Bazı durumlarda kıtlık, mal darlığı, arzın kısılması veya tüketicilerin alım gücünün yükselmesi gibi sebeplerle, bazen de ekonomik bir sebep olmaksızın psikolojik nedenlerle piyasa fiyatları normalin üstünde artabilir Acaba bu gibi durumlarda devlet fiyatlara müdâhale ederek narh koyabilir mi? Yoksa piyasayı kendi şartları içinde serbest bırakması mı gerekir?
Ebû Dâvûd, Tirmizî ve İbn Mâce'nin Enes b Mâlik'ten rivayet ettiklerine göre; Resulullah devrinde Medine'de fiyatlar pahalandı Halk; "Ey Allah'ın Resulu, bize narh koy" dediler Resul-u Ekrem (sas) şöyle buyurdu: "Şüphe yok ki, fiyat tayin eden, darlık ve bolluk veren, rızıklandıran ancak Allah'tır Ben sizden hiç kimsenin mal ve canına yapmış olduğum bir haksızlık sebebiyle hakkını benden ister olduğu halde, Rabbime kavuşmak istemem" (Ebû Dâvûd, Büyû' 49; Tirmizî, Büyü', 73; İbn Mâce, Ticârât, 27) Yine Ebû Hüreyre'den rivayete göre, bir adam geldi; "Ey Allah'ın Resulu bize narh koy" dedi Hz Peygamber, "Belki Allah'a dua ederim" buyurdu Sonra, başka bir adam gelip, "Narh koy" dedi Hz Peygamber ona da şu cevabı verdi: "Fiyatları ucuzlatan ve pahalandıran Allah'tır" (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, V, 219)
Bu delillerden Hz Peygamber'in genel anlamda piyasa fiyatlarına müdahale etmek istemediği söylenebilir Hulefâ-i Râşidîn döneminde de bazı sınırlı müdahaleler dışında piyasada serbest ekonomi uygulaması hâkimdir İslâm hukukçularının çoğu, narh koymanın zulüm olacağı görüşündedirler Delilleri Enes b Mâlik ve Ebû Hüreyre (ra)'ın hadisleridir
Ahlâkın yüksek olduğu Asr-ı saadette fiyatlara müdahaleyi gerektirecek bir ekonomik dengesizlik olmamıştır Daha sonra giderek mala karşı hırsın artması, kanaatin azalması ve bundan halkın zarar görmeye başlamasıyla, bazı İslâm hukukçuları ihtiyaç duyulduğunda, yetkili makamların belli maddelere narh koyabileceği görüşünü benimsediler Tâbiî bilginlerinden Saîd b el-Müseyyeb (Ö 94/712), Rabîa b Abdirrahman (Ö 136/753), Yahyâ b Saîd el-Ensârî (Ö 143/760) bunlar arasındadır (el-Bâcî, el-Müntekâ Şerhu'l-Muvatta', Mısır 1331, V, 18)
Satıcıyı fiyat belirlemesinde tamamen serbest bırakıp, onu devlet kontrolünün dışında saymak da toplumun zulüm ve haksızlığa uğramasına yol açar Çünkü gerek Hz Peygamber ve gerekse Hulefâ-i Râşidîn devrinde ticaret ahlâk ve faziletinin en yüksek örneği yaşanmış ve halk meşrû haklarına razı olmuştur Ancak kıtlıklar ve savaşların getirdiği sıkıntılar fiyatların sun'î olarak yükselmesine neden olmuştur Bazen de ihtikâr yoluyla veya aynı çeşit malı satanların gizlice anlaşmaları sonucu fiyatlar yükselir İşte, bu gibi durumlarda sun'î olarak normalin üstünde yükselen piyasa fiyatlarına müdahale etmek toplumun menfaâtini korumak demektir



Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #188
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




GÜMÜŞ YÜZÜK

Erkeklerin gümüş yüzük takınması icmâ ile caizdir Abdullah İbn Ömer der ki: Resulullah (sas) gümüşten bir yüzük edindi Bu yüzük onun elinde idi Sonra Ebû Bekir'in, ondan sonra Ömer'in ve ondan sonra Osman'ın elinde bulundu Nihayet Hz Osman zamanında Eris kuyusuna düştü Üzerinde Muhammedûrresulullah yazılı idi (Müslim, Libâs, 54)
Yine İbn Ömer (ra) şöyle der: Peygamber (sas) attın bir yüzük edindi Sonra onu bıraktı Bilahere gümüşten bir yüzük edindi ve onun üzerine "Muhammedûrresulullah" nakşettirdi ve "Benim bu yüzüğümün nakşı üzerine kimse nakış yapmasın" buyurdular Onu taktığı vakit, taşını avucunun içine çevirirdi Muaykib (ra)'den rivayet edilen hadise göre Eris kuyusuna düşen yüzük odur (Müslim, Libâs, 55)
Peygamber efendimiz, gümüş yüzüğü aynı zamanda mühür olarak kullanmıştır Enes b Mâlik şöyle der: Hz Peygamber (sas), Kisra (Fars İmparatoru), Kayser (Rum İmparatoru) ve Necâşî (Habeşistan Kralı)'na, onları imana davet için mektup yazmak istedi Kendisine, "Onlar mühürsüz mektup kabul etmezler" denilince gümüşten halka bir yüzük yaptırdı ve üzerine "Muhammedûrresulullah" cümlesini nakşettirdi (Müslim, Libâs, 58)
Ulemâ, Resulullah (sas)'in yüzük taşının akik veya göz boncuğundan olduğunu söylemişlerdir (Bunların ikisi de Habeşistan ve Yemen'den çıkarılır) Bazen de kara taşlı bir yüzük taşımıştır Ayrıca Peygamber Efendimiz yüzüğünü bazen sağ bazan da sol elinin küçük parmağına takıyor ve taşını avuç tarafına çeviriyordu Enes b Mâlik (ra) şöyle der: Resulullah (sas) sağ eline gümüş yüzük taktı Yüzükte Habeşistan'dan gelmiş bir taş vardı Yüzüğün taşını avuç içine çevirirdi (Müslim, Libas, 62) Başka bir riveyette de sol elinin küçük parmağına işaret ederek "Peygamber (sas'in yüzüğü şunda idi" diyor (Müslim, Libâs, 63)
Hz Peygamber, yüzüğün orta parmakla ondan sonra gelen parmağa takılmasını yasak etmiştir Hz Ali (ra), orta parmağıyla ondan sonra gelen parmağa işaret ederek "Resulullah (sas) beni şu veya bu parmağıma yüzük takmaktan alıkoydu"
Hattabî, gümüş yüzük takmanın erkeklere ait bir prensip olduğunu dolayısıyla bana takmanın kadınlar için mekruh olduğunu söylemişse de, Nevevî bunu kabul etmemiş ve "Hattâbî'nin söylediği zayıf veya bâtıldır, aslı yoktur, doğrusu kadının gümüş yüzük takmasında kerâhet olmamasıdır" demiştir (Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, IX, 457)
Bu konuda fıkıh kitaplarındaki açıklama genellikle şöyledir: Kadın ve erkeklerin gümüş yüzük takmaları caizdir Kadı, Sultan ve benzeri, yüzük kullanmaya ihtiyacı olanlar için sünnettir (Eskiden yüzüğü mühür olarak kullanıyorlardı) İhtiyacı olmayanların takmaması daha faziletlidir Sünnet olan, yüzüğün ağırlığının bir miskal veya daha az olması ve erkek için taşını avucun içine çevirmesidir Kadınlar ise böyle yapmazlar Çünkü yüzük onlar için zinet (süs)tür; erkekler içinse süs değildir Yüzüğün taşını akik ve yakut gibi kıymetli taşlardan yapmak ve üzerine kendi ismini veya Allah'ın ismini yazmak caizdir Ancak Allah'ın ismi yazıldığı takdirde helaya giderken yüzüğün ya çıkarılması veya sağ ele takılması gerekir (bk Abdullah b Mahmud, el-İhtiyâr, IV,159; bk Davudoğlu, age, IX, 457, Aynî'den naklen)
Hulefâ-i Râşidînin de gümüş yüzükleri vardı ve üzerindeki yazılar şöyle idi: Hz Ebu Bekir: Allah ne iyi kudret sahibidir; Hz: Ömer: Vaiz (nasihatçı) olarak ölüm yeter; Hz Osman: Ya belâ ve musîbete sabredeceksin veya pişman olacaksın; Hz Ali:
Mülk Allah'a aittir
İmam Ebû Hanife'nin yüzüğünde ise: Ya hayrı (iyiyi) konuş veya sus; İmam Ebû Yusuf'unkinde: Kendi hissiyle hareket eden pişmanlık duyar; İmam Muhammed'inkinde: Sabreden başarıya ulaşır; Sabreden derviş muradına ermiş ibareleri yazılıydı (bk Kâmil Miras, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, IV,288)

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #189
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




GANİMET

Daru'l-Harb*de yaşayan gayr-i müslim (kâfir)lerle yapılan savaş esnasında veya savaşan iki ordunun karşılaşmaları sırasında gazilerin kuvveti ile düşmandan alınan mal Ganimet mallarından taşınabilir olanlarına, ganâim-i me'lufe; taşınmaz mallara, ganaim-i gayr-i me'lufe denir Enfâl de denilen ganimet mallarına, genel anlamda ganâim-i hâlise; beşte biri devlet hazinesine ayrıldıktan sonra gazilere dağıtılan ganimet mallarına, ganâim-i maksûme; düşmandan alınıp da henüz gaziler arasında taksim edilmeyen ganimet mallarına, ganâim-i gayr-ı maksûme; devlet başkanının veya ordu emîrinin, savaşa teşvik için gazilere fazladan verdiği ganimet mallarına neıl (çoğulu enfâl) denir Kur'an'ın sekizinci suresine, ganimetlerden bahsettiği için "el-Enfâl Sûresi" denilmiştir Düşmandan harbetmeksizin alınan ganimete de "fey" denir
"Allah'ın onlardan Peygamber'ine verdiği fey'e gelince, siz bunun üzerine ne ata, ne deveye binip koşmadınız"
"Allah'ın, o kent halkından, Resulune verdiği ganimetler Allah'a, Resule, ve ona akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara, (yolda kalmış) yolcuya aittir '
"(Bilhassa o fey'), hicret eden fakirlere aittir" (el-Haşr, 59/6, 7, 8)
"Sana savaş ganimetlerinden sorarlar; de ki: Ganimetler, Allah'ın ve Resulunundur" (el-Enfâl, 8/1)
" bilin ki ganimet aldığınız şeylerin beşte biri, Allah'a, Resulune ve (Resul ile) akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir"(el-Enfâl 8/41) (Ayrıca bk: Âl-i İmrân 3/161, en-Nisâ, 4/94, el Ahzâb 33/50, el-Fetih 48/15, 19, 20)
"Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve temiz olarak yeyin" (el Enfâl, 8/69)
Vaktiyle müslümanlar tarafından fethedilerek ya mücâhidlere veya diğer müslümanlara, mülk olarak verilen arazilerin (Arap yarımadası ve Basra arazisi gibi) mahsullerinden öşür (onda bir, yahut yirmide bir hisse) adıyla alınan vergi ile tüccardan alınan gümrük vergisi İslâm devletinin önemli bir geliri idi Bunlar; fakirlere, parasız kalan yolculara, borcunu ödeyemeyen borçlulara, hürriyeti için anlaşma bedelini ödeyemeyen kölelere harcanırdı
Müslümanlar tarafından zorla zapt ve fethedildiği halde müslüman olmayan eski sahibinin elinde bırakılan veya hariçten gayr-i müslim vatandaşlara mülk olarak verilen yahut sulh ile fethedilip de bir vergi karşılığında gayr-i müslim halka terk olunan arazilerden alınan haraç (adı altında alınan vergi), İslâm ülkesinde yaşayan gayr-i müslimlerden, korunma karşılığı alınan cizye, yabancılardan alınan hediyeler ve harpsiz olarak elde edilen sulh bedelleri de İslâm devletinin gelirlerindendir Bu gelirler, müslümanların menfaati olan sınırları koruma, yol, köprü yapım ve tamiri, asker ailelerinin geçimini sağlama, devlet memurlarının ve ilim ile uğraşanların maaşlarını ödeme gibi yerlerde harcanırdı Rikâz adı verilen madenler ile bulunup çıkarılan hazinelerin ve harp neticesinde düşmandan alınan ganimetlerin muayyen bir kısmı fakirler, kimsesiz yetimler ve borcunu ödeyemeyen borçlulara sarfedilirdi
Vâris bırakmadan ölenlerin malları, velisi bulunmayan maktullerin kan bedelleri, sahibi bulunmayan yitik mallar, sahibi bilinmeyen terk edilmiş çocukların ve velisi olmayan fakir çocukların nafakalarına, tedavi ücretlerine, techiz ve tekfinlerine, hastahanelere sarf edilirdi
Ganîmetlerin Taksimi:
Halkına karşı savaş açılan bir ülke, ya sulh yoluyla, ya da savaşmak suretiyle zorla fethedilir Müslümanlar, bir yeri sulh yoluyla fethettikleri takdirde hem o zamanki devlet başkanı, hem de ondan sonra devlet başkanı olacak şahıs, anlaşma şartlarına uymak mecbûriyetindedir Araziler, anlaşmayı kabul eden karşı tarafın elinde bırakılır Böyle bir yerin arazisi üzerine anlaşma şartlarına göre bir vergi konulmamışsa, o arazi öşr suyu ile (yağmur, dere, kuyu, çeşme) sulanıyorsa, öşr üzerine; haraç suyu (fetih öncesi sahiplerinin açtığı kanal suyu) ile sulanıyorsa, haraç üzerine anlaşma yapılır, buna göre vergi alınır Müslümanların gayr-i müslimlerden savaşarak elde ettikleri araziler hakkında şu hükümler geçerlidir; devlet başkanı bu hükümlerden herhangi birini tatbik etmekte serbesttir
1) Araziyi eski sahipleri elinde bırakır, kendilerine diğer ganimet mallarından barınabilecekleri miktarda mal verir Arazilerinden haraç, kendilerinden de cizye alır Hz Ömer Irak'ı fethettiğinde böyle yapmıştır
2) Fethettiği bölge ahâlisini oradan çıkarır, yerlerine hariçten getirilen gayr-i müslimler yerleştirilir Bu tür arazi, "haraç arazisi" diye adlandırılır
3) O belde ahâlisi kendi istekleriyle müslüman oldukları takdirde, arazileri kendilerine bırakılır veya o arazi ganimetler (ganimeti hak eden muhâripler) arasında taksim edilir Resulullah (sas)'in feth edilen Hayber arazisi hakkındaki uygulaması böyledir
4) Bir kısmı gaziler arasında taksim edilir, diğer kısmı da hazine masraflarına karşılık devlet için alıkonulur Bu şekilde ahâliye verilen veya gaziler arasında taksim edilen araziye "öşrî arazi" denilir
5) Herhangi bir taksimat yapılmaksızın bütün arazi, müslümanlar adına devlet tarafından muhâfaza edilir Böyle araziye "memleket arazisi, mirî veya, emîrî arazi" denir
İmam Mâlik'e göre savaşarak fethedilen araziler, gânimler arasında taksim edilmez; devlet tarafından vakıf olarak muhâfaza edilir Elde edilen haraçı müslümanların, cihad, mescid, köprü gibi masraflarına sarfedilir
İmam Şâfiî'ye göre böyle araziler diğer ganimetler gibi beş kısma ayrılır Bunlardan bir kısmı devlet hazinesine, beşte dördü ise mücâhidlere taksim edilir
Hanefi mezhebine göre gaziler arasında taksimatı yapılmasına karar verilen araziler, diğer ganimet malları oranına göre taksim edilir Ganimetlerden menkul (taşınabilir) malların taksimi: Ganimet mallarının beşte biri Allah'a (ayette geçen bu ifade, teberrüken zikredilmiştir), Resulune, onunla akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir (el-Enfâl, 8/41) Yolculardan maksat, yolda parası kalmayanlardır Geriye kalan beşte dördü ise muhâriplere taksim edilir Muhâriplerden piyade olanlar bir, süvari olanlar ise iki hisse alırlar Kumandan da bir fert gibi hisse alır
Bizzat harbe katılanlar hisse aldığı gibi bunlara yardım için hazır bulunan erler, savaş sahasında bulundukları halde hastalık ve benzeri özür nedeniyle savaşa katılmamış olanlarla, ganimet malları henüz İslâm yurduna getirilmeden evvel vefat eden muhâriplerle cihada yardım eden kadınlara, çocuklara, kölelere, zimmîlere ganimetten, gazilerin paylarından daha az bir miktar verilir Buna "razh" denilir Ganimet mallarının taksiminden sonra geriye kalan mal (taksimi mümkün olmayacak) kadar az bir miktar ise veliyyü'l-emr tarafından fakirlere dağıtılır
Ganimet mallarını taksim edene "sahibi mekasım, emîri kısmet" denir Bu memur isterse, taksimdeki güçlük nedeniyle, ganimet mallarını satar, elde ettiği parayı taksim eder
Bu taksim, veliyyü'l-emr'in izni olmadıkça yapılamaz Düşman ülkesi fethedilmediği halde elde edilen ganimetin beşte biri ayrıldıktan sonra geriye kalanı komutan tarafından muhâriplere taksim edilir Ganimet mallarından az da olsa bir şey çalmak, bu mallardan daha taksim edilmeden hıyanet yoluyla birşey almak büyük günahtır Buna "gulûl" denir Ganimet toplayanlardan biri ganimet mallarından birşeyi telef etse ödemez; İmam Şâfiî'ye göre ise öder Muhâriplerin, gayr-i müslimlerin yurdunda, denizlerinden çıkardıkları balık ve benzeri şeyler ile karada elde ettikleri av hayvanları, madenler, hazineler ganimet malından sayılır Muhâriplerin, İslâm diyarı ile küfür diyarı arasında bulunan ormanda veliyyü'l-emr'in izniyle kesip İslâm yurduna götürdükleri ağaç, ganimet mallarından sayılır; mancınık ve gemi yapımı için kesilenler ise ganimetten sayılmazlar Ganimet malları, İslâm yurduna götürülmeden taksimi yapılmaz Harp hâlinde de taksimat caiz değildir Şâfiî, Hanbelî, Malikî ve Zâhirî müctehidlerine göre bu taksim, düşman yurdunda da yapılabilir Ganimet malları İslâm diyarına hükümetçe taşınması mümkün değil ise, mücâhidler arasında geçici olarak taksim edilir, onlar vasıtasıyla İslâm yurduna taşınır, tekrar hepsi bir yerde toplanır Esas taksim bundan sonra (ilk taksime göre) yapılır Muhâripler taksimattan önce ganimet malını satamazlar; yenilip içilecek cinsten olanlardan istifade edebilirler, fakat saklayamazlar Silah, elbise, at gibi mallardan da geçici olarak istifade edilebilir, sonra taksimata tabi tutulur Taksimattan evvel düşman ülkesinde ölen muhâribin vârislerine ganimetten birşey verilmez Ancak İslâm yurduna döndükten sonra ve ganimetin taksiminden evvel ölen muhâribin mirasçılarına ganimetten hissesi verilir İmam Şâfiî ve diğerlerine göre, düşmanın mağlubiyeti kesinlik kazandıktan sonra ölen muhâribin vârislerine ganimetten hissesi verilir
Enfâl suresinin kırk birinci ayetinde de belirtilen Hz Peygamber'in hissesi O'nun vefatından sonra sözkonusu değildir Abdulmuttalib oğullarının hisseleri de yoktur Bu hisseler tamamen devlet hazinesine bırakılır; devlet kanalıyla da fakir yetimler ile diğer miskinler ve parasız kalmış yolculara harcanır Bu hususta diğer mezhebler değişik görüş iler: sürerler Veliyyü'1-emr veya komutan lüzum görürse fazla bir pay veya muayyen bir para vermek suretiyle mücâhidleri harbe teşvikte bulunabilir Buna "tenfil" denir
Savaş esirleri hakkında yapılacak işlem: Savaş neticesinde elde edilen esirler hakkında veliyyü'1-emr serbesttir Bu esirlerden fiilen savaşa katılanları öldürebilir; köle ve câriye yapabilir; İslâm zimmetinde emân vererek hepsine hürriyetini verebilir; İslâm esirleriyle değiş tokuş yapabilir Arap müşriklerinin esir erkekleri ise ya İslam'ı kabul ederler ya da öldürülürler
Evzâî, Hasan İbn Muhammed et-Temîmî, Hasan el-Basrî, Hammâd b Süleyman gibi müctehidlere göre esirleri öldürmek câiz değildir Öldürülmelerinin câiz olduğunu ileri süren müctehidler, bu konuda gereğine göre hareket etmede veliyyü'1-emr'in serbest olduğunu söylerler Müslümanların eline esir düşmeden evvel müslüman olan ise sadece köle yapılır Düşmana âit köleler, müslüman olarak İslâm ülkesine iltica etseler veya müslüman olduktan sonra bulundukları ülke müslümanlar tarafından zabtedilse ya da müslüman olmaksızın İslâm ordusuna iltihak etseler, derhal hür olurlar
Düşmandan alınan esirler hakkında köleleştirme kararı verilince bunların (diğer ganimet malları gibi) beşte biri devlet bütçesine âit olarak ayrılır, geriye kalanı gânimetler arasında paylarına göre taksim edilir Bu' durumda kölelerin öldürülmesi câiz değildir Esiri, taksimden evvel öldüren bir mücâhide sadece ta'zir cezası verilir, keffâret ve diyet ödetilmez Komutan, isyan etmeleri veya taraflarınca kurtarılma ihtimalleri olmadıkça, esirleri öldürmeye yetkili değildir Bir yetki devlet başkanına âittir Esir edilen kadınlar, çocuklar öldürülmez Esir edilen kadınlar İslâm yurduna getirilince eski kocalarıyla nikâh ilişkileri kesilmiş olur Kocaları da kendileri gibi esir olan kadınların nikâhları devam eder Bakıma muhtaç olan esir çocuklar, esir analarından ayrılmazlar Hanefîlere göre esirleri karşılıksız salıvermek caiz değildir
İmam Şâfiî hariç, diğer mezhebler de aynı görüştedir Ekonomik şartlar zorlamadıkça esirleri para karşılığı azat etmek Hanefilere göre caiz değildir İmam Şâfiî bu görüşte değildir Düşmandan alınan esirler, müslüman esirlere mukabil değiştirilebilir Buna "müfâdatu'l-üserâ" denir Esir düşen müslümanları para, silah, hayvan karşılığı kurtarmak caizdir İslâm'ı kabul eden bir esir, müslüman esir karşılığında değiştirilmez (İlgili hadisler için bk Sahih-i Buhârî Tecrîd i Sarih Tercümesi, VII, 426, VIII, 438, X, 340)
"Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve temiz olarak yeyin" (el-Enfâl, 8/69) Allah'ın insanlar için takdir ettiği rızkın en helâl olanlarından biri ganimet mallandır Savaş ganimet için yapılmaz; Allah'ın kelâmını yüceltmek, İslâm'ı hâkim kılmak ve küfrün galebesine son vermek ve İslâm adaletini başka ülkelere götürmek gibi ulvî gayeler için yapılır Böyle bir gayenin gerçekleşmesi için meydana gelen savaşta ölenlere Allah şehid sıfatıyla cenneti nasib ederken; sağ olan gazilere de gösterdikleri gayrete bir lütuf olarak, düşmandan alınan ganimetleri helâl kılmıştır Geçmiş ümmetlere ganimetten istifadeye izin verilmezken bu lütuf Muhammed (sas)'in ümmetine
takdir edilmiştir
GARÂMET

Zarar, ziyan, alış-verişte zarar etmek, zimmetinde olup da edası gereken şeyi ödemek anlamında bir İslâm hukuku terimi
İslâm'da bir kimse malını, kâr ekleyerek satabileceği gibi, hiç kârsız, hatta zararına da satabilir Zararına satış çeşitli amaçlar için yapılır Meselâ alıcıya yardımda bulunma, malı bir an önce paraya çevirme ve müşteriyi dükkana alıştırma gibi Ancak satıcının sıkışık durumundan, samimiyetinden veya malın gerçek değerini bilmeyişinden yararlanarak, malı değerinin çok altında bir fiyatla satın almaktan sakınmak gerekir Çünkü Hz Peygamber, darda kalan kimsenin bu durumundan yararlanarak onunla alış-verişi yasaklamıştır (Ahmed b Hanbel, I,116) Diğer yandan, Ashabı kirâm da malın değerini bilmeyen satıcıyı uyararak, malı gerçek değeri üzerinden satın almayı tercih etmişlerdir Böyle bir uyarmayla, gerçekte beşyüz dirheme alabileceği atı, sekizyüz dirheme satın alan Cerir b Abdillah el-Becellî (Ö 51/671) bunun sebebini soranlara şu cevabı vermiştir: "Biz alış-verişte hile yapmayacağımız hususunda Allah Resulu'ne söz verdik" (İbn Hazm, el-Muhalla, Mısır 1389 H, IX, 454 vd, mesele: 1464)
Kârın meşrû olması, riziko yüzündendir Hiç zarar etmemek veya zarara katlanmayı kabul etmeksizin ana paraya maktû ilâve yaparak almak faiz muamelesi demektir
Garâmetin bir diğer anlamı; borçlu olmadığı halde başkasının borcunu yüklenme, tazmin sorumluluğunu üzerine almadır Meselâ, kendisine bir mal emanet (vedîa) olarak bırakılan kimse kasıt veya ihmali olmadıkça bu malın telefinden sorumlu tutulamaz Bazı durumlarda emanet, tazmin yükümlülüğüne (garâmete) dönüşür Meselâ, emanetçinin malı korumayı terketmesi gibi Çünkü o, akitle emaneti korumayı üzerine almıştır Bunu yapmaz ve emanet helâk olursa, kefâlet (garâmet) yoluyla malın bedeli ondan tazmin edilir Emanet bırakılan kişi malı, aile fertlerinden olmayan veya emanete ehil bulunmayan kimseye vermesi hâlinde telef olursa tazmin yükümlülüğü doğar
Emanet mal, kullanmakla telef olsa, yine tamir edilmesi gerekir
Emanet malla yola çıkmak: Eğer, yol güvenli olur ve hal sahibi de yasak koymamışsa yolculukta emaneti yanına alabilir: Bu taktirde teleften sorumlu tutulmaz
Emaneti inkâr veya kendi malına, ayrılmayacak şekilde karıştırması hâlinde tazmin yükümlülüğü olur (es-Serahsî, el-Mebsût, IX, 110, 116 vd; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', VI, 212; İbnûl-Hümam, Fethu'l-Kadîr, VII, 93; İbn Âbidin Reddû'l-Muhtâr, IV, 519; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, II, 307, İbn Kudâme, el-Muğnî, VI, 401)
Başkasına kullanması için emanet (âriyet) bırakılan malın telef olması hâlinde de yukarıdakilere benzer sebeplerle tazmin (garâmet) sorumluluğu doğar (el-Kâsânî, age, VI, 218 vd; İbn Âbidîn, Reddu'l-Muhtâr,IV, 527)


GARÂNÎK OLAYI

Hz Peygamber'in' Mekke döneminde Habeşistan'a hicret eden müslümanların Mekke'ye tekrar dönmelerine sebep olarak gösterilen, ama gerçekte İslâm düşmanlarının uydurdukları asılsız bir rivâyet
İslâm düşmanlarının sinsi birtakım faaliyetlerle müslümanların akîdelerini bozmak, inançlarını sarsmak, İslâm esasları üzerinde birtakım şüphe ve tereddütler meydana getirmek niyetiyle uydurdukları rivâyetlerden birisi olan Garânîk kıssası, ilk dönem İslâm alimlerinden birçoğunun izlediği "kendilerine ulaşan tüm rivâyetleri tenkid süzgecinden geçirmeksizin olduğu gibi aktarma ve meselenin tenkidini ilinî yeterliliğe sahip okuyucuya bırakma metodu sebebiyle, aslında uydurma olmasına rağmen bazı İslam tarihi ve tefsir kaynaklarında yeralır Sözde Garânîk olayı ile ilgili çeşitli kaynakların anlatım tarzları ve yazarların yorumlarında bazı farklılıklar olmakla birlikte ana hatlarıyla,bu uydurma olay şöyle olmuş: Mekke'de müslümanların eziyet ve işkencelere uğradıkları, bu sebeple bir kısım müslümanın Habeşistan'a göç ettiği bir dönemde Hz Peygamber, Mekke müşrikleri ile uzlaşmanın yollarını arıyor, devamlı anlaşma çareleri düşünüyormuş Zihni bu düşünce ile hep meşgul iken bir gün Kâbe yanında Necm suresini okuyormuş "Gördünüz mü o Lât ve Uzza yı ve üçüncü(leri olan) öteki (put) Menât'ı?" şeklindeki 19 ve 20 ayetlerini okuduktan hemen sonra Şeytan, Hz Peygamber'e musallat olmuş ve şeytanın etkisiyle Hz Peygamber, farkında olmaksızın "Bunlar yüce kuğu kuşları (veya turnalar)dır ve şefâatleri umulur" cümlelerini vahyin devamı gibi söyleyip Necm suresini okumaya devam etmiş Surenin sonuna gelince secde ayeti olduğu için Hz Peygamber ve orada bulunan müslümanlar secdeye kapanmışlar Müşrikler de Hz Peygamber'in okuduğu bu cümleler sebebiyle son derece sevinerek; "Artık Muhammed ilâhlarımızın şefâatini kabul ettiğine göre aramızda önemli bir ayrılık kalmadı" deyip hepsi secdeye kapanmışlar Son derece yaşlı bir veya birkaç müşrik, yere eğilip secde etmek zor geldiği için yerden bir avuç toprak alarak alınlarına değdirmiş ve böylece ilâhlarına tâzimde bulunmuşlar Bu olay dolayısıyla müşrikler kısa bir süre müslümanları kendi hâline bırakmışlar Bu haber Habeşistan'daki müslümanlara "tüm Mekkelilerin İslam'a girdiği" şeklinde ulaşmış ve Habeş muhâcirleri orayı terkedip Mekke'ye yönelmişler Ancak bu olayın ardından Cebrâil (as) gelerek hatası dolayısıyla Hz Peygamber'i ikaz etmiş, bu arada nâzil olan Hacc sûresinin "Senden önce gönderdiğimiz hiçbir resul ve nebî yoktur ki birşeyi arzuladığı zaman şeytan onun arzusuna (vesvese) atmamış olsun Allah, kendi ayetlerini sağlamlaştırır'' meâlindeki 52 ayeti ile önceki cümle neshedilmiş Hz Peygamber, olanlardan üzüntü ve nedâmet içinde, yeni inen ayetleri ilân edince Mekkelilerin eziyetleri yeniden başlamış"
Temelde bu anlatım tarzını ve Garânîk olayının vukû bulduğunu kabullenen bazı yazarlar bu rivâyeti; "Garânîk sözünün geçtiği cümleyi söyleyen, Hz Peygamber değildir; bizzat şeytan, sesiyle ortaya atılmıştır", "Bu cümleyi, Hz Peygamber Kur'an okurken gürültü yapıp, bağırıp çağırarak ona baskın çıkma şeklinde müşriklerin devamlı izledikleri bir politikanın gereği olarak ve son okunan ayette putlarının adı zikredilince onların şiddetli bir şekilde kötülenmesinden endişe ederek kendi akîdelerine uygun bir şekilde müşriklerden birisi söylemiştir Bu sözün sâhibi, Hz Peygamber olmadığı gibi, şeytan da değildir, ama şeytanlaşmış insanlardan birisidir", "Bu cümle, müşrikler tarafından daha önce bilinen, tavafları ve yeminleri sırasında kullanılan bir cümle idi Müşrikler "Lat, Uzzâ ve öteki üçüncüleri Menât; bunlar yüce kuğu kuşlarıdır ve şefâatleri umulur' derlerdi Hz Peygamber'in okuduğu Necm suresinin 19 ve 20 ayetlerinde bu putların adı geçince müşriklerden biri önceden kullandıkları bu yemin cümlesini araya sokuşturuvermiş, ilk plânda bunu kimin okuduğu bilinememişti" gibi çeşitli yorumlamalara tabi tutmaktadırlar
Ancak gerek geçmiş dönemlerin, gerekse asrımızın tahkik ehli âlimleri, bu rivâyeti çeşitli yönleriyle inceden inceye tetkik etmişler ve birçok noktadan tamamen asılsız, uydurma bir rivayet olduğunu ortaya koymuşlardır Kur'an-ı Kerîm'in, Cenâb-ı Hakk'ın muhâfaza ve garantisi altında olduğu, ayetlerin beşerî ve şeytanî tasallutlardan mahfuz bulunduğu bilinen bir gerçektir Bu bakımdan Hz Peygamber Kur'an okurken şeytanın tasallutuyla Kur'an ayetlerine bir şeytan sözünü karıştırması ya da şeytanın veya bir müşriğin herhangi bir sözünün geçici bir süre için bile olsa farkedilmeyip Kur'an'dan zannedilmesi, katiyetle ihtimal dahilinde değildir Ayrıca Hz Peygamber, müslümanların uğradığı eziyet ve işkenceler dolayısıyla ne kadar üzüntülü ve bu eziyetlerin kaldırılması hususunda ne derece düşünceli olursa olsun, dilinden, yıllar boyu' uğrunda mücâdele verdiği tevhid akidesine tamamıyle zıt böyle bir cümlenin dökülmesi veya başkası tarafından söylenen bir cümleyi farkedip müdâhale etmemesi sözkonusu otamaz
Garânîk rivayetini kitabında ilk nakleden müellif, h III asır başlarında 204/819 tarihinde vefat eden İbnü'l Kelbî'dir Daha sonra Vâkıdî, İbn Sa'd, Taberî, Zemahşerî gibi bazı tarihçiler ve müfessirler İbnü'l-Kelbî'den alarak bazı küçük değişiklik veya ilâvelerle aktarmışlardır İbnü'l-Kelbî'nin; naklettiği rivayetlerde hiçbir hassasiyet göstermeyen ve nakillerine güvenilmeyen bir kişi olduğu bilinen bir gerçektir Üstelik Garânîk kelimesinin geçtiği cümle, muhtelif kaynaklarda birbirinden çok farklı şekillerde nakledilmiştir ki bu da rivayetin uydurma olduğuna işaret etmektedir
Şu halde Garânîk rivayeti, tamamıyla asılsız olup İslâm'ın daha ilk asırlarında İslâm düşmanı zındıklar tarafından uydurulmuş, günümüze gelinceye kadar çeşitli asırlarda İslâm'a muhalif belli çevrelerce bir koz olarak kullanılmış, günümüzde de İslâm düşmanı garazkâr müsteşrikler tarafından zaman zaman tekrar ortaya atılarak bu vesile ile İslâm'a karşı saldırılarda bulunulmuştur
Şu halde Habeşistan'daki müslümanların Mekke'ye geri dönmelerinin sebebi, sözde Garânîk olayı değil; bu yıllarda Hz Hamza ve Hz Ömer gibi güçlü ve itibarlı şahısların İslâm'a girmeleri dolayısıyla Mekke müşriklerinin bir süre çekinerek eziyet ve işkencelerine ara vermeleri, dolayısiyle Mekke'de geçici bir sükûnet havasının oluşması; Habeşistan'da Necâşî Ashame'ye karşı bir ayaklanmanın başgöstermesi ile karışıklıkların zuhûr etmesidir
Necm suresinin Kâbe yanında Hz Peygamber tarafından okunduğu; surenin sonunda secde ayeti bulunduğu için Hz Peygamber'in ve orada bulunan ashabının secdeye kapandıkları, buna mukâbil müşriklerin de tamamıyla secde ettiklerine dari İmam el-Buhârî'nin el-Câmi'u's-Sahîh'inde sahih bir rivâyet vardır (bk Buhârî, Tefsiru Sûrati ve'n-Necm 4) Ancak bu rivayette Garânîk meselesiyle ilgili hiçbir husus yoktur; olması da zaten hem nakil yönünden, hem de akıl yönünden mümkün değildir İslâm düşmanları adetleri vechile yalan ve uydurmalarını işte bu rivayet üzerine bina etmiş, aslı ve esası olmayan iftiralarla bu sahih rivayeti tamamıyla çarpıtmışlardır Hz Peygamber ve ashabı, Necm suresinde geçen secde ayeti dolayısıyla secdeye varırken müşrikler de bu surenin 19 ve 20 ayetlerinde adlan anılarak kötülenen putları ve akîdelerine sahip çıktıklarını belirtmek ve putlarını tazim etmiş olmak için putları adına secde etmiş olmalıdırlar
Bibliyografya:
1) Aksekili Ahmed Hamdi, "Hâtemü'l-Enbiyâ Hakkında En Çirkin Bir İsnâdın Reddiyesi " İstanbul 1338
2) İsmail Cerrahoğlu, "Garânîk Meselesinin İstismarcıları" ; A Ü İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara 1981, sayı XXIV; s 69-92
3) Hüseyin Hatemî, Şeytan Rivâyetleri, İstanbul 1989
4) Sabri Hizmetli, "Garânîk Meselesi Üzerine", İslâmî Araştırmalar Dergisi, Ankara 1989, sayı: 9, s 40-58




Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #190
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




GARİB HADİS

Senedinin bir veya birkaç tabakasında râvî adedi bire düşen hadis Garib lugatte; yabancı, yurdundan uzakta tek başına kalmış kimse anlamına gelir:
Istılahta; Sikalardan, zayıf râvilerle beraber sadece bir sikanın rivayet etmesi, herkes bir hadisi aynı şekilde rivayet ederken bir râvinin biraz farklı rivayet etmesinden dolayı hususilik arzeden hadis Hadisçiler "Garib" deyince bu manayı kastederler Garib hadis sened ve metninin durumuna göre sahih, hasen ve zayıf olabilir Garib hadisler isnâdıyla garib, metniyle garib olmak üzere ikiye ayrılır İsnâdiyle Garib metni bir veya birkaç râvi tarafından rivâyet edilmekle meşhur iken sonradan bir râvinin bunlardan başka bir kimseden tek başına rivayet ettiği hadistir
Metniyle, Garib; içindeki râvileri birbirlerinden rivâyetle meşhur bir sened olmakla beraber metni yalnız bu senedle nakledilmiş olan hadis
Bir hadis ilk tabakalarda garib olup sonraki tabakalarda bir çok râviler tarafından rivâyet edilip meşhur olursa bu çeşit hadislerce de Garib meşhur hadisler denilir Meselâ; Hz Ömer (ra)'ın Hz Peygamber (sas)'den rivâyet ettiği "Âmeller ancak niyetlere göredir" (Müslim, imâret,155) hadisi meşhur garibtir Bu hadisi Hz Ömer'den sadece Hikâme b Vakkâs
Hikâme'den Muhammed b İbrâhim, Muhammed'ten sadece Yahya b Sa'd el-Ensârî rivâyet etmiştir Yahya'dan ise birçok râvi rivayet temiz ve hadis meşhur olmuştur
Hadis metinlerinde az kullanılan, anlaşılması güç kelimeleri, ifade etmek için de "garibu'l-hadîs, terimi kullanılmıştır Hadislerin garib kelimelerini açıklamak için de eserler yazılmıştır İbnü'l-Esîr'in "en-Nihâye fi Garîbi'l-Hadis ve'l-Eser" isimli eseri ile Zemahşerî'nin el-Fâik fî Garîbi'l-Hadis isimli eseri bu eserlerin en meşhur olanlarındandır
Hadisçiler hadislerin isnâd ve metinlerinin garib olanlarının aranmasını hoş karşılamamışlar İnsanların ilgisini çekme nadir şeylere sahipmiş gibi gözükmek için garib haberler öğrenenleri tenkid etmişlerdir Sözgelimi Ahmed b Hanbel, "Garib hadisleri yazmayınız, çünkü onlar menâkirdir (kötü şeyler) ve çoğu zayıf râvilerden gelmedir" demiş, Malik b Enes de, "İlmin şerrinin garib, hayrının da halk tarafından rivâyet edilen zahir" olduğunu ileri sürmüştür Abdurrezzak, "Biz garib hadisin hayır olduğunu sanırdık, halbuki o şer imiş" derken, Ebu Yusuf da, "Dini kelâm ile arayan zındıklaşır, hadisin garibini arayan yalancı olur" demiştir
Garib hadisler Ahad haberlerin kısımlarındandır Bir haberi Ahad olan Garib hadisin Hüccet olup olmayacağı tartışılagelmiştir Çünkü bu terim, tarih içinde çok farklı anlamlar ifade etmiş, farklı değerlendirmelere tabi tutulmuştur (bk Ahâd haber)
Haber-i âhâdın hüccet olamayacağına ilk olarak Mu'tezile bilginleri öne sürmüşlerdir Fakat onlar bu terimden bir kişinin bir kişiden yaptığı rivâyeti anlamakta idiler Nitekim Mu'tezile'nin tanınmış imamlarından, el-Hayyât "el-İntisaâr" isimli eserinde bunu açıkça ifade ederek şöyle demiştir:
"Biz adil bir kimsenin haberinin hüccet olarak kullanılabileceğini kabul etmiyoruz" Görüldüğü gibi burada sözkonusu edilen âhâd haber, sonraki dönemlerde garib hadis olarak adlandırılan haber ile eş anlamlıdır
Âhâd haberin hüccet olup olmayacağı konusu ve hüccet olmasının şartları müctehid imamlar arasında ihtilaflıdır
Bu konuda dikkat edilmesi gereken nokta haberin geliş şekil veya adlandırılışı değil, onun sahih olup olmadığıdır Sıhhati kesinlik kazanmış bir hadisin sırf âhâd haber olması nedeniyle reddedilmesi, hüccet kabul edilmemesi anlaşılabilir bir tavır olmaktan uzaktır

GÂSIB

Başkasının mülkiyetinde olan birşeyi haksız yere ve göz göre göre kendi mülkiyetine geçiren kimse anlamında bir fıkıh terimi Gasbedilen mala "mağsûb", asıl mülk sahibine de "mağsûbun minh", bu olaya ise "gasp"* denir
Gasp, Kur'an, sünnet ve icmâ ile yasaklanmıştır Kur'an'da şöyle buyurulmaktadır: "Ey inananlar, mallarınızı aranızda bâtılla (haksız yere) yemeyin Kendi rızanızla yaptığınız ticaret olursa başka" (en-Nisâ, 4/29)
Hadîs-i şerifte ise şöyle buyurulmaktadır: "Kendi rızası olmadıkça bir müslümanın malı başkasına helâl olmaz" (Ahmed b Hanbel, Müsned, V, 22)
Hırsızlığın gasbdan farkı, gizli yapılmasıdır Bu sebeple ayrı bir statüye tabidir
Gâsıb kişi gasbettiği malı, o mala verdiği zararları ve sözkonusu malı mülkiyetinde bulundurduğu müddet içerisinde o malın sağladığı gelir ve kazancı asıl hak sahibine geri vermekle mükelleftir Gasbettiği mal onun tasarrufundayken helâk olmuşsa, ya onun benzerini ya da bedelini öder Çünkü yüce Allah, "Kim size saldırırsa, onun size saldırdığı kadar siz de ona saldırın" buyurmaktadır (el-Bakara, 2/ 194)
Başkasına ait olan birşeyi alanın gâsıb sayılabilmesi için gasbedilen şeyin mütekavvim mal olması gerekir Meselâ domuz, içki gibi şeyler, müslümanlar tarafından mülk edinilemezler Bu sebeple bunları gasbeden gâsıb sayılamaz Ancak bu gibi şeyler, hristiyanlar tarafından mülk edinilebildikleri için müslüman biri, bir hristiyanın bu tür mallarını gasbedecek olursa, değerlerini geri ödemekle mükelleftir



Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #191
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




GÂŞİYE SÛRESİ

Kuran-ı Kerim'in seksensekizinci suresi Mekkî olup yirmialtı ayettir İsmini ilk ayette geçen "gâşiye" (kaplayan) sözcüğünden almaktadır" Fasılası hâ, ayn, te, râ, mîm harfleridir
Gâşiye, "bütün yönleriyle hata eden şey anlamındadır ve burada kıyamet karşılığında kullanılmıştır Çünkü kıyamet, gelmiş geçmiş bütün insanları kapsar "Gâşiye" ayrıca insan ve hayvanları saran bela anlamına da gelir ki, kıyamet de insanları korku ve dehşetle sarar (Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, XXXI/150)
Gâşiye suresi, ilk inen surelerdendir Mekke halkı, ahirete inanmıyordu Bu nedenle sure, kıyamete dikkat çeken: "(Şiddet ve dehşetiyle herşeyi) sarıp kaplayacak olan (o felâket)in haberi sana geldi mi?" soru cümlesiyle başlar Dikkatleri kıyamete doğru çeviren bu cümleyle cehennemliklerin durumları anlatılmaya başlanır:
"Yüzler var ki o gün korku içindedir, eğilir Çalışmış, fakat boşuna yorulmuştur Kızışmış ateşe girerler Kaynamış bir gözeden su içirilirler Onlar için kuru dikenden başka yiyecek de yoktur Ne besler, ne de açlığı giderir" (2-7)
Cehennem ehlinin durumu bu ayetlerle tasvir edildikten sonra sıra cennet ehlinin durumunu anlatmaya gelir:
Kur'an'ın anlatım metodu böyledir Zıtları yanyana zikrederek onları gözler önüne serer ve mukayese imkânı verir
Cennet ehlinin durumu ise şöyle anlatılır:
"Yüzler de var ki o gün nimet içinde mutlu (Dünyadaki) çalışmasından memnun Yüksek bir cennettedirler Orada boş söz işitmezler Orada akan bir kaynak vardır Orada yükseltilmiş tahtlar, konulmuş kadehler, dizilmiş yastıklar, serilmiş halılar vardır" (8-16)
Cehennemliklerin durumlarıyla cennetliklerin durumlarının anlatıldığı şekilde gerçekleşmesi için, bunları söyleyenin böyle bir şeyi yerine getirebilecek kudrete sahip olması gerekir Bu sebeple surenin burasında Allah'ın söylenenleri gerçekleştirmeğe kadir olduğuna dair deliller serdedilir Bunlar dünyanın neresinde yaşıyor olursa olsun her insana hitap eden delillerdir: " Bakmıyorlar mı deveye nasıl yaratıldı? Göğe: Nasıl yükseltildi? Dağlara; Nasıl dikildi? Yere; nasıl yayılıp döşendi?" (17-20) Dünya hayatında bunları yaratmağa kadir olan Allah, söylediklerini ahirette gerçekleştirmeğe de kadirdir
Hakikatler, gözler önüne böyle serilir Dünya imtihan yurdu olduğundan, herkes orada cennet ya da cehenneme götüren yollardan herhangi birini seçmekte serbesttir Sure bu hususu ifade etmekle son bulur:
"(Ey Muhammed), sen öğüt ver, çünkü sen ancak öğüt verensin; onların üzerinde zorlayıcı değilsin Ancak kim yüz çevirir ve inanmazsa Allah ona en büyük azabı çektirir Muhakkak dönüşleri bizedir Sonra onların hesabını görmek bize düşer" (21-26)
Art niyetli kimseler, bu son ayetlerde anlatılanlardan hareketle Kur'an ve hadislerde emredilen dünyevî emir ve cezaların bir öneminin olmadığını ileri sürerek İslâm dininin dünyevî emirlerinin bulunmadığını; ceza ve mükâfatın sadece ahirette olacağını ileri sürerler Oysa ayetler, inanç konusunda bir zorlamanın olamayacağını ifade etmektedir Kişi, İslâm dinini kabul ettikten sonra, cezayı gerektirecek bir suç işlediğinde, onun cezasının İslâm devleti infaz eder Nitekim Hz Peygamber (sas)'in kendisi bu tür cezaları uygulamıştır

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #192
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




GASL, GASL-I MEYYİT

Yıkama, temizleme; müslüman ölüyü yıkama anlamında bir fıkıh terimi
Ölünün yıkanması dirilere farz-ı kifâyedir Yıkamak için niyet edilir, besmele çekilir, ölünün elbiseleri çıkarılır, avret yerleri örtülür ve yüksekçe bir yere yatırılır Ölüye namaz abdesti aldırılır, ancak ağzına ve burnuna su verilmez Abdestten sonra önce başı ve (varsa) sakalı yıkanır Yıkamaya sağdan başlanır Sol tarafına çevrilip yıkandıktan sonra sağ tarafına çevrilip yıkanır Sonra oturtulur ve karnı ovulur, ön veya arkasından bir şey çıkarsa yıkanır, bu takdirde tekrar abdest aldırılmaz Her uzvu üç kere yıkamak sünnettir Yıkama işlemi bitince ölü havlu ile kurulanır, baş ve sakalına güzel kokular sürülür
Yıkama işlemi sırasında güzel koku kullanılır Teneşir tahtası buhurlanır ve tütsülenir Bu, ölüye ta'zim içindir Ölü yıkayıcının elini bir bezle örtmesi müstehabdır Kaynatılmış suyla birlikte sidr veya çöven kullanılması, baş ve sakalın hatmi veya sabunla yıkanması gerekir Meyyitin tırnağı kesilmez ve saçı taranmaz Gassâl (gâsil; yıkayıcı) veya gâsile, meyyitle kapalı yerde kalır (el-Fetevâyı Hindiyye, I, 158 vd; Fethu'l-Kadîr, I, 449)
Savaş alanında şehid olmamış her ölünün yıkanılması farzdır Vücudunun bir parçası bulunan ölü, İmam Şâfiî, Ahmed ti Hanbel, İbn Hazm'a göre yıkanır, kefenlenir, cenaze namazı kılınır; İmam Ebû Hanife ve İmam Mâlik'e göre ise vücudun yarıdan çoğu bulunursa yıkanır
Şehidler yıkanmaz, kanlarıyla gömülürler Ancak, savaşta şehid düşenler dışındaki taundan, boğularak, zatürre, karın hastalığı, yanarak, göçükte, doğumda, malı uğruna, canı uğruna, ailesi uğruna öldürülen şehidler yıkanırlar Çünkü suikastla şehid düşen Hz Ömer, Hz Osman ve Hz Ali'nin cenazeleri yıkanmıştır
Gassâl (yıkayıcı)'ın emin, sâlih, güvenilir olması gerekir Yıkama esnasında ölü ile yıkayıcıdan başkasının bulunmaması mendupdur Hanefî mezhebine göre erkek, ölen hanımını yıkayamaz Hz Ali'nin Fâtıma (ra)'yı yıkadığı rivayet edilir Ölü kadının saçları örgülüyse çözmek mendubdur; yıkandıktan sonra tekrar örülür, arkaya salınır Kadının kocasını yıkaması caizdir Hz Ebû Bekir'i (ra) eşi yıkamıştır
Esas alarak erkek erkeği, kadın kadını yıkar
Ölünün yıkandıktan sonra secde yerlerine kâfur sürülür Çünkü bu an meleklerin hazır olduğu andır ve kâfur kullanmaktan maksat ölüyü soğutmak, ölünün bedenini dinç tutmak, bozulmadan ve böceklerden korumaktır (Seyyid Sabık, Fıkhu's-Sünne, I, 365)
Su bulunmazsa ölüye teyemmüm yaptırılır Teyemmüm, bir erkeğin kadınlar içinde veya bir kadının erkekler içinde öldüğü durumlarda da yapılır
İcmâa göre kadınlar, çocukları yıkayabilirler
Yine sünnete göre, ölünün tütsülenmesi ve yıkanma sayısı tek olmalıdır; bir, üç, beş gibi
Bir yerde tek yıkayıcı varsa onun ücret istemesi caiz olmaz (Mehmet Zihni, Nimet-i İslâm, 422)
Ölünün techiz ve defni süratle yapılmalıdır Bir meyyitin yıkanmasının bazı şartları vardır: Müslümanlık, bebeklerde düşük olmamak, vücudundan bir parçanın olması ve Allah yolunda öldürülen şehidlerden olmaması Bir müslüman, kâfir bir ölüyü yıkamaz ancak onu gömebilir
GAYR-İ MÜSLİM

Müslüman olmayan, İslâm'ın dışında başka bir dine mensup kişi
İnsanlar inanç bakımından iki gruba ayrılır: Hz Muhammed'in peygamberlerin sonuncusu (el-Ahzâb, 33/40) ve bütün insanlığın peygamberi (el-A'râf, 7/158; Sebe', 34/28) olduğuna inanan kimselere müslüman; Hz Muhammed'in peygamberliğine inanmayan kimselere de gayri- müslim denilir Bu tanıma göre ehl-i kitap olanlar (yahudiler ve hristiyanlar), mecusiler, dehriler, sâbiîler, mürtedler, müşrikler gayri-i müslim sınıfına girmektedirler
İslâm ülkesinde bulunan gayr-i müslimlerle müslümanlar arasında birçok münâsebetler vardır Bunlar iki grupta ele alınabilir: Zımmîler: Zımmî kelimesi, zimmet kökünden türemiştir Sözleşme, antlaşma anlamlarına gelir Istılahta ise; antlaşma sonucu sürekli olarak İslâm ülkelerinde ikamet etme hakkına sahip olanlara zımmî; müslümanlarla gayr-i müslimler arasında yapılan bu sözleşmeye de zimmet akdi denilir
Mekke'nin fethinden önce yapılan akitler sürekli olmamıştır Yahudilerle ve Mekke müşrikleriyle yapılan sözleşmeleri örnek olarak gösterebiliriz Bu sözleşmeler belirli bir müddet sonra sona ermiştir Ancak, Mekke'nin fethinden sonra nâzil olan "Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resulumün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini din edinmeyen kimselerle, küçülüp boyun eğerek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın" (et-Tevbe: 9/29) ayetiyle gayr-i müslimlerden cizye alınmasına işaret edilmiştir Dolayısıyla zimmet akitleri Mekke'nin fethinden sonra yapılmıştır
Gayr-i 'müslimlerden bazılarıyla zimmet akdi yapılamaz; mürtedlerle bu akdin yapılması mümkün değildir Hanefi fukahâsı putperest Araplarla bu akdin yapılamayacağı görüşündedir İmam Şâfiî ve İmam Hanbel'e göre ehl-i kitap ve mecusiler dışındaki gayr-i müslimlerle bu akit yapılamaz Evzâî ve İmam Mâlik'e göre bütün gayr-i müslimlerle bu akit yapılır
Gayr-i müslimler şu yollardan biriyle İslâm tebaasına girer ve zımmî olurlar: İzinle İslam ülkesine girdikten sonra bu ülkeden haraç arazisi satın alanlar ve bu araziyi işletenler; ikamet izni bittiği halde ülkeyi terketmeyenler; evlenerek erkeğin tebaasına katılan kadın (Kadın, ikamet vb konularda kocasına bağlı olur) Cizye vermeyi kabullenen fethedilen ülke halkı
İslâm ülkesi tebaasına giren bir zımmînin tebaalığını kaybetmesi için şu suçları işlemesi gerekmektedir: Müslüman bir kadınla zinâ etmek; müslümanlara savaş açmak; müslümanların inançlarını ifsat etmeye kalkışmak; devlet düzenine karşı çıkmak; cizye vermemek
Zımmîler devlet başkanı, ordu komutanı ve hâkim olamazlar Çünkü bu görevler doğrudan doğruya müslümanlarla ilgilidir Dünyevî işlerde zımmîlerden bildikleri konularda yararlanılabilir
İslâm tebaasına giren Zimmîlere seyahat, ikamet, din ve vicdan hürriyetiyle birlikte eğitim, çalışma, sosyal ve kamu hizmetlerinden yararlanma hakkı da verilmiştir
Zımmîlerin İslâm devletine karşı bazı yükümlülükleri vardır; bunlar, malî ve diğer yükümlülükler olmak üzere ikiye ayrılır Malî yükümlülüklerin başında cizye gelmektedir Cizye almak nassla sabittir (et-Tevbe, 9/29) Peygamberimiz (sas) düşmanla karşılaşan ordu komutanlarından şu üç emrin yerine getirilmesini ister: İslâm'a davet etmek, cizye istemek, savaşmak (Ebû Dâvûd Cihâd, 83) Her zımmîden cizye alınmaz; bunun belirli şartları vardır: Cizye, ergenlik çağına gelmiş erkeklerden alınır Kadınlar ve köleler cizye ödemezler Kör, kötürüm, yoksul ve çalışamayanlardan Şafiîlere göre cizye alınır, diğer mezheplere göre cizye alınmaz Bazı mezheplere göre, gayr-i müslimlerin din adamlarından, çalışamayacak durumdaki çiftçilerden de cizye alınmaz
Devletin koruma görevini yerine getirememesi, zımmînin müslümanlarla birlikte ülke savunmasına katılması, cizye ödemeyi engelleyen durumların ortaya çıkması, ölüm hâli ve zımmînin müslüman olması gibi hallerde cizye borcu düşer
Harac, ictihad yoluyla alınan bir vergidir Bir tür vergi bazan attırılabilir, bazan da azalır Devletlerarası ticaretlerden alınan vergiye de "uşûr" adı verilir
Gayr-i müslimler, müslümanları kendi dinlerine davet edemezler; müslümanları küçük düşürücü davranışlarda bulunamazlar; kılık ve kıyafetleri yönüyle müslümanları taklid edemezler; yasaklanan fiilleri işleyemezler; haram olan şeyleri müslümanlara satamazlar
Müslümanlarla ilişki içinde bulunan gayr-i müslimlerin diğer bir grubuna da "müste'men" adı verilir; "güven içinde olan, emân verilen, güvenliğe kavuşan" anlamlarını ifade eder Terim olarak anlamı; belirli bir süre için İslâm ülkesine girmek ve orada emin olarak kalabilmek için kendisine izin verilmiş olan gayr-i müslime bu ad verilir
Kur'an'da "Eğer müşriklerden biri emân dileyip yanına gelmek isterse, onu yanına al ki, Allah'ın sözünü işitsin; sonra onu güven içinde bulunacağı yere ulaştır" (et-Tevbe, 9/6) ayeti bu konuya delil teşkil etmektedir
Müste'menler dört sınıfa ayrılmaktadırlar: Elçiler, tüccarlar, ilim tahsilinde bulunanlar, ziyaret ve gezmek amacıyla gelenler
Emânın nasıl, kimlere ve kimler tarafından verildiğini şöylece özetleriz:
1- Özel emân: Bir kişiye veya küçük bir gruba verilen emândır Bu emânı, büluğ çağına gelen herkes verebilir: Hanefilere göre bu emânı müslümanlarla aynı safta savaşan zımmîler bile verebilir
2- Genel emân: Büyük bir topluluğa, yerleşim bölgesine verilen emândır Hanefilere ve Şâfiîlere göre bunu ancak devlet başkanları verebilir
3- Örf ve âdete göre verilen emân: Bunlar,' kendilerine emân verilmediği halde emân verilmiş olanlardır Yanlarında bulunan mektuplar, ticaret mallan müste'men sayılmasına delâlet eder Bunlar; elçiler ve tüccarlardır
4- Antlaşmadan doğan emân: Antlaşma yoluyla elde edilen emândır
5- Yakınlık yoluyla emân: Bir şahsa verilen emân onun çocuklarını da içine alır
Emânın sona ermesi müste'menin İslâm ülkesinden çıkıp harp ülkesine girmesiyle başlar Bunlar İslâm ülkesinin vatandaşı değildir
Hanefîlere göre, müste'menlere Allah hakkından ve kamu haklarından dolayı ceza verilmez Hırsızlık, soygun gibi İmâm Şâfiî'ye göre ise ceza verilir
Müslümanların veya gayr-i müslimlerin hayata karşı işledikleri suçlarda suç işleyenin durumu göz önüne alınır Suçu işleyenin kimliğine göre farklı cezalar uygulanabilir Bir müslümanla bir gayr-i müslim, veya bir mürted aynı cezaya çarptırılmaz Bazı hukukî farklılıklar ortaya çıkar; ama hiçbir zaman gayr-i müslime haksızlık yapılmaz
Evliliklerde din olgusu önemli bir meseledir Müslüman bir erkeğin ehl-i kitap bir kadınla evlenmesinde sakınca yoktur (el-Mâide, 5/5) Müslüman bir erkek müşrik kadınla evlenemez İmanlı bir cariye müşrik kadına tercih edilmektedir (el-Bakara, 2/221) Müslüman kadın müşrikle evlenemez (el-Bakara, 2/221) Ailede etkin kişinin erkek olduğu düşünüldüğünde müslüman bir kadının ehl-i kitaptan bir erkekle evlenmesine izin verilmemiştir Gayr-i müslimlerin kendi aralarındaki evlilikleri mûteber kabul edilmiştir Bunların kendi aralarında belirlemiş oldukları mehirler mûteberdir, geçerlidir Müslüman erkekle evlenmiş olan gayr-i müslim kadın, kocasından boşandığı zaman müslüman kadının iddetine tabidir Müslüman bir erkekten boşanan müslüman bir kadın kocasından nasıl nafaka alıyorsa, gayr-i müslim bir kadın da müslüman bir erkekten ayrıldığı zaman müslüman kadın gibi, nafaka alır
Ehl-i kitabın yiyecekleri müslümanlar için helâldir Kur'an'da, "Kendilerine kitap verilenlerin yemeği, size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir" (el-Mâide, 5/5) buyurulmaktadır Gayr-i müslimlerle insanî ilişkiler sürdürülür; hastaları ziyaret edilir, hediyeleşilir, selamlaşılır; dünyevî konulardaki bilgi ve becerilerinden yararlanılır komşuluk münasebetleri sürdürülür



GAZA

Kâfirler üzerine yapılan askerî sefer
Gaza kelimesi lügat itibariyle Arapça'da "gazv" kökünden türetilmiştir Gazv, lügatta düşmanla savaşmak üzere sefere çıkmak anlamına gelir İslâm literatüründe bu kelime özellikle kâfirlere karşı savaşmak üzere girişilen faaliyet için bir ıstılah olarak kullanılmıştır
Bir İslâm tarihi tabiri olarak "gazve" kelimesi ise biraz daha özel bir anlam ifade eder İslâm tarihinde genellikle kabul edildiğine göre bizzat Peygamber efendimizin kendisinin katılarak ashabına komutanlık ettiği seferlere gazve adı verilmiştir Bu birliğin sayısı az da olsa, çok da olsa, hareketin gayesi bir çarpışmayı gerçekleştirmek de olsa, başka bir gaye ile de birlik çıksa ve neticede savaş yapılsa da, yapılmasa da durum farketmez Peygamber efendimizin bizzat katıldığı seferler böylece gazve diye adlandırılmıştır Buna karşılık, çıkış gayesi ve sayısı ne olursa olsun Hz Peygamber'in kendisinin bulunmadığı ve ashabdan bir zatın komutasında çıkardığı birliklere ise seriyye denilir (Tehânevî, Keşşâfü Istılâhâti'l-Fünûn, Kelküta 1862, II, 1099) Ancak bazı ilk dönem İslâm tarihçileri muhtemelen kelimenin kazandığı bu ıstılah manasını gözetmeksizin ve sırf lügat itibariyle ifade ettiği "kâfirler üzerine yapılan sefer" manasına itibar ederek, Peygamber efendimizin katılmadığı bazı seferlere de gazve adını vermişlerdir Meselâ İbn Hişâm, Mûte Harbi'nden "Mûte Gazvesi" şeklinde bahseder (Bkz İbn Hişâm, es-Sîretü'n-Nebeviyye, Kahire 1955, III-lV, 373) Ancak bu isimlendirme, belirttiğimiz gibi kelimenin ıstılah manâsına göre değil, lügat anlamına göre verilmiş olsa gerektir
Kelimenin taşıdığı bu lügat manası bakımından Peygamber Efendimizden sonraki dönemlerde müslümanların kâfirlere karşı yaptıkları savaşlara da "gazve", savaşma işine ise "gaza" denilmiştir Meselâ, bir Osmanlı tarihçisi olan Murâdî'nin "Gazavât-ı Hayreddin Paşa" adlı eseri, büyük denizci Barbaros'un gazalarını yani savaş ve seferlerini ele almaktadır




Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #193
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




FÜTÛVVET

Delikanlılık, yiğitlik anlamında Kur'anî bir terim Fetâ çoğul fitye; genç, delikanlı, yiğit
Ashab-ı kehf'in anlattığı kıssada Allahu Teâlâ mağaraya sığınan insanların genç, yiğitler olduğunu belirtmektedir: "Gerçekten bunlar rablerine iman eden genç yiğitlerdi" (el-Kehf 18/13) Mağaraya sığınan insanların en önemli özelliklerinin
"imanlı gençler" olması İslâm'ın gençliğe verdiği önemin en güzel delilidir Kıssanın bütününden, bu gençlerin yaşadıkları müşrik toplumda tevhîd mücadelesi verdiklerini, ölümle burun buruna gelmelerine rağmen imanî olanı, tercih edip son bir gayretle yaşadıkları toplumdan hicret ettiklerini anlıyoruz Tarih boyunca görülen bütün diğer hicretler gibi bu hicrette meyvesini vermiş, Allah onların şehadetlerini yeni bir doğuşa çekirdek yapmıştır Gençlerin tevhid için yaptıkları mücadelelerin ne kadar gerekli ve önemli olduğunu vurgulaması açısından bu kıssada çok önemli da'vet düsturları vardır
Fütüvvet terimi Selçuklular döneminde kurulan Anadolu esnaf teşkilatı için kullanılmıştır (Geniş bilgi için bk Ahî, Ahîlik)


GABN

Alış-verişte aldatmak, eksik vermek, saklamak, gizlemek, farkına varmamak gibi anlamlara gelen bir İslâm hukuku terimi
Gabn alış-verişlerde, normal kıymetin üstünde veya altında olmak üzere bedeller arasında eşitsizliğin bulunmasıdır İslâm'da alış-verişlerde kâr yasaklanmadığı gibi, buna bir sınır da konulmamıştır Ancak yalan, hile, satılan malı kendisinde olmayan sıfatlarla övme veya maldaki bazı kusurları gizleme yasaklanmıştır Tarafların yalan ve hile ile birbirlerini aldatması ve böylece malın çok yüksek veya çok düşük fiyatla satılması meşrû görülmemiştir
Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:
"Birbirinizin mallarınızı haram sebeplerle yemeyiniz Meğer ki (o mallar) sizden karşılıklı rızaya dayanan bir ticaret malı ola"(en-Nisâ, 4/29) Ayette sözü edilen karşılıklı rıza ancak belirli miktar mal ve satış bedeli üzerinde olur Bir kimse alış-verişte aldatıldığım bilse, satım akdine o hâli ile razı olmayacaktır
Enes b Mâlik (Ö 93/712)'ten rivâyete göre, Hıbban b Munakkız alışverişlerinde aldatılıyordu Hz Peygamber kendisine şu tavsiyede bulundu: " Alış-veriş ettiğin zaman şöyle de: Aldatma yok ve benim için üç gün muhayyerlik hakkı vardır" (Buhârî, Buyû', 48; Husumet, 3; Müslim, Buyû', 48) Yine hadiste, "Hile yapan benden değildir" (Müslim, İman;164; Ebû Dâvûd, Buyû, 50; Tirmizî, Buyû' 72) buyurulur
Gabn; fâhiş (çok aldatma) ve yesîr (az aldatma) olmak üzere ikiye ayrılır Alış-veriş yapanlar piyasa fiyatlarının esneklik alanı içinde hareket edebilirler Bu alanın dışına çıkılınca gabn hâli başlar ve nisbet yükseldikçe sorumluluk da artar Yesîr gabn, bilirkişinin değerlendirme alanı içinde kalan az aldatmalardır Meselâ, yüz liraya satın alınan bir mala, piyasa fiyatlarından anlayan bir bilirkişi doksan, diğeri doksanbeş lira kıymet biçerse yüz liralık satış bedeli yesîr gabn sayılır Bilirkişilerin değerlendirme alanına girmeyecek ölçüde yüksek veya düşük fiyatla satım akdinde fâhiş gabn vardır
Meselâ on liraya alınmış olan bir mala, bilirkişilerden birisi beş diğeri altı, başka birisi de yedi lira fiyat biçse ve on lira fiyat biçen olmasa, fâhiş gabn meydana gelmiş olur Böylece, bu malın beş liranın altında veya yedi liranın üstünde satılması hâlinde gabn gerçekleşir (İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, IV, 159)
Belh fakîhlerinden Nusayr b Yahyâ (Ö 268/881), satım akdine konu olan malların az veya çok tasarrufa uğramalarını göz önüne alarak fâhiş gabni; gayr-i menkullerde %20, hayvanlarda % 10 ve menkul ticaret eşyasında %5 olarak sınırlamış ve piyasa fiyatının üstünde veya altında bu nisbetler aşılarak yapılacak satışların fâhiş gabn derecesinde olduğunu belirtmiştir (İbn Nüceym, el-Bahru'r-Râik, Mısır 1334, VII, s169) Mecelle 165 maddesinde aynı ölçüleri esas almıştır Bu nisbetler uygulama ile ilgilidir Günlük hayatta, çok vukû bulan muâmelelerde aldanma ihtimâli azalırken, nâdiren yapılanlarda yükselir (Ali Haydar, Düraru'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, I, s247) Yukarıdaki nisbetlere varmayan aldatmalar, az aldatma sayılır
Yesîr gabnin satım akdine bir etkisi olmaz ve akdi feshetmeye imkân vermez Çünkü bundan sakınmak güçtür Günlük hayatta çok olağan bir durumdur İnsanlar normal olarak bunu müsâmaha ile karşılarlar Hanefîler üç durumu bundan müstesna kıldılar ki, bunlarda töhmet sebebiyle, yesîr gabn yüzünden akdi feshetmek mümkün olsun Bu haller şunlardır:
a) Serveti borcunu karşılamayan borçlunun tasarrufu Böyle bir borçlu, yesîr gabnle de olsa malından birşeyi sattığı veya satın aldığı zaman, borçluların akdi fesih hakkı vardır Ancak diğer tarafın gabni kaldırması durumu müstesnâdır Çünkü borçlunun tasarrufu, alacaklıların icazetine bağlıdır İcazet verirlerse akit yürürlük kazanır, vermezlerse bâtıl olur
b) Ölüm hastasının tasarrufu Ölüm hastası yesir gabnle mal satsa veya satın alsa, alacaklıların veya bunların ölümü hâlinde vârislerin, bu tasarrufu fesih talep etme hakkı vardır Ancak karşı tarafın gabni kaldırması durumu müstesnâdır
c) Vasînin, yetimin bir malını kendi oğlu veya karısı gibi lehine şahitlik yapması caiz olmayan kimselere yesîr gabnle satması hâlinde akit bozulur
Fâhiş gabn ise, âkidin rızasına etkili olur ve onu ortadan kaldırır Ancak bu şekilde aldatılan kimsenin akdi feshedip edilmeyeceği ihtilâflıdır
Hanefilere göre, fâhiş gabnin satım akdini feshe sebep olması için hile (tağrîr) ile birlikte bulunması gerekir Tağrîr; bir kimseyi söz, fiil ve davranışlarıyla etkileyerek, satım akdinin onun yararına olduğunu telkin etmek ve onu piyasa fiyatının dışında bir satış bedeline razı etmektir Burada aldatmanın çok ciddî nitelikte olması gerekli değildir Taraflardan birisinin veya dellâl gibi üçüncü bir şahsın, sözlerine, akdi yapmaya sevkedici nitelikte yalan karıştırması fesih hakkının doğması için yeterlidir Yalan ve hile bulununca, aldatılan ma'zûr sayılır Çünkü satım akdine rıza, aldatmanın bulunmaması esasına dayanır Aldatma olunca, rıza tam olarak bulunmuş sayılmaz
Ancak Hanefiler üç durumda aldatma olmasa bile fâhiş gabn hâli gerçekleşince akdi feshetmeyi caiz görürler Bunlar: Beytu'l-Mal'ın malları, vakıf mallar ve küçüklük, akıl hastalığı yahut sefâhet gibi sebeplerle hacir altında bulunanların malları (Ali Haydar, age, I, s588, 589; Mecelle, mad 356
Hanbelîlere göre aldatma olsun veya olmasın fâhiş gabn hâli varsa şu üç durumda aldatılan satım akdini feshedebilir
a) Şehre mal getirenleri yolda karşılama Bu, şehre mal getiren kimseleri, henüz şehir merkezine ulaşmadan yolda karşılamak ve eşya fiyatlarını öğrenmesine fırsat vermeden malını satın almaktır Bu haramdır ve bir ma'siyettir Bunlarda fâhiş gabn hâli varsa satım akdini bozma hakkı vardır Çünkü Hz Peygamber "Mal getiren binitlileri yolda karşılamayınız" (Buhârî, Buyû', 72, İcâze, 11, 19; Müslîm, Buyû', 21; Ebû Dâvûd, Buyû', 45) buyurur: Şâfiîler de bu görüştedir
b) Hileli açık arttırma (neceş), satışa arzedilen malın fiyatım arttırmaktır Kişi bunu satın almak için değil, başkasını aldatmak için yapar Burada müşteri için, arttıranın almayı istemediğini bilmediği zaman muhayyerlik hakkı sâbit olur Şâfiîlere göre bu durumda muhayyerlik hakkı yoktur (Muğni'l-Muhtac; II, s, 37; el-Mühezzeb, I, s291)
c) Satıcıya fiyat konusunda güvenen kimse (müstersil) Bu, eşya fiyatlarını bilmeyen, pazarlık yapmayı sevmeyen ve satıcıya itimat eden kimsedir Daha sonra fiyatta büyük bir aldatma durumu ortaya çıksa alış-verişi bozmak için muhayyerlik hakkı doğar Mâlikîler, bu üç durumda da satım akdinin geçerli olduğunu; ancak bu şekildeki alış-verişin, hadislerdeki yasaklama yüzünden haram olduğunu söylerler (Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu Î İslâmî ve Edilletuhu, Dimaşk, 1405/1985, IV, s223, 224)
Şâfiîlere göre fâhiş gabnin satım akdine bir etkisi bulunmaz Aldatma olsun veya olmasın hüküm değişmez Çünkü aldatma, çoğu zaman aldatılanın kusuru yüzünden vukû bulur Alıcı, anlayan birisine sorsa, gabn meydana gelmezdi (Muğnî'l Muhtâc, II, s36)
Ebû Hanîfe'ye göre alış-veriş için mutlak vekil kılınan kimse; müvekkilinin malını fâhiş veya yesîr gabnle yahut benzer fiyatıyla; kısaca kendisinin uygun gördüğü bir fiyatla, yahut şart muhayyerliği ile satabilir Ancak bu malı kendisine veya lehlerine şahitliği geçerli olmayan hısımlarına satması durumu müstesnâdır İmam Muhammed ve İmam Ebû Yusuf'a göre ise, alış-verişe vekil olan kimse, satım akdini fâhiş gabinle yapsa, menfaati ihlâl olunan kimse fesih talebinde bulunabilir (Ali Haydar, Düraru'l Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, I s,138, 589, III s, 921; Mecelle, mad 64, 356, 1494)
İmam Mâlik (Ö 179/795)'e göre, fâhiş gabn terimiyle ifade edilen çok aldanma, malın kıymetinin üçte biri ile sınırlandırılmıştır Buna göre bir mal, kıymetinin üçte birinden daha yüksek veya üçte birinden daha az bir fiyatla satılmış olsa fâhiş gabn meydana gelmiş olur Eğer bu miktar aşılmamışsa az bir aldanma olur ki, bu olağandır (el-Cezîrî, Kitâbu'l-Fıkıh Ale'l Mezâhibi'l Erbaa, II s, 284) Hz Ebû Bekir (Ö13/634) halife iken vâlilerine yaptığı irşâdında fâhiş gabn nisbetini üçte bir olarak belirtmiştir İmam Mâlik'in dayandığı delil Hz Ebû Bekir'în bu uygulamasıdır Daha sonra Mâlikî mezhebinde, bir yüzde vermek yerine, gabn şöyle tarif edilmiştir: Bir malın, kıymetinden açık yani göze batan bir şekilde fazla veya eksik bir fiyatla satılmasıdır Fazlalık veya noksanlık açık olduğu zaman fâhiş gabn meydana gelir Hanbelilerin bu konudaki görüşü de Mâlikîler gibidir (İbn Kudâme, el-Muğnî, III, s 585; el-Cezîrî, age II, s 284; Gazzâlî, İhyâu Ulûmi'd-Din, Mısır 1375/1956, II, s 72)
İslâm hukukunun gabn ve tağrir (hile) konusunda açık ve kesin bir sınır getirmeyişinin amacı, nisbetlerin tesbitini beldelerin örflerine bırakmaktır Çünkü ekonomik bakımdan kalkınmış ve paranın değerini korumayı hattâ sürekli yükseltmeyi başarmış ülkelerde fiyatlar çoğu zaman istikrarlıdır İnsanlar uzun süre, bazan yıllarca aynı seviyede kalan piyasa fiyatlarının dışına çıkılmasına razı olamaz Fakat paranın sık sık değer kaybettiği ve eşya fiyatlarının sürekli olarak arttığı bir ekonomide, insanlar fiyat değişikliklerine alışırlar; bu yüzden meselâ %5 olan menkul eşya fâhiş gabn nisbeti önemini kaybedebilir Bu yüzden bazı Avrupa ülkelerinde ve Türk Borçlar Kanununun 21 maddesinde, aşırı yararlanma adı verilen gabn hâlinin meydana gelmesi için iki şart konulmuştur Mal ve satış bedeli arasında aşırı bir nisbetsizlik bulunmalı ve bu nisbetsizlik karşı tarafın özel durumunun istismar edilmesinden doğmuş olmalıdır Darda kalma, hıffet hâli ve tecrübesizlik, özel durumun belirtileridir (Kefalettin Birsen, Borçlar Hukuku Dersleri; İstanbul 1954, s104 vd; Kemal Tunçomağ, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, I, s 227 vd)
İslâm'da, fâhiş fiyatla satın alınan mal elden çıksa, tüketilse veya malda geri vermeye engel bir eksiklik meydana gelse artık fesih hakkı kullanılarak satım akdi bozulmaz (Ali Haydar, age, I, s 586, 587)


Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #194
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




GABN-İ FÂHİŞ

Alış-verişte büyük aldatma anlamında kullanılan bir İslâm hukuku terimi Gabn; aldatmak, eksiltmek anlamındadır İslam hukukçuları bu kelimeyi genelde hususi akitlerde anlaşma zamanında akitte her iki tarafın bedelinin birbirine eşit olmadığım, diğer bir ifadeyle, satıcı veya müşteri aleyhine meydana gelmiş olan bir aldanmayı ifadede kullanmaktadırlar
Gabn, "gabn-i fâhiş" ve "gabn-i yesîr" olmak üzere iki çeşittir En genel anlamda, gabn-i fâhiş "normalden fazla aldanmayı", gabn-i yesîr de
"olağan ve basit aldanmayı" ifade eder Azlık ve çokluk izâfi olduğu için, İslâm hukukçuları, hangi aldanmanın gabn-i fâhiş, hangisinin gabni yesîr olduğunu mümkün mertebe kesin bir ölçüye bağlamaya gayret sarfetmişlerdir Ancak, İslâm hukuk ekollerinin gabn-i fâhişi tesbit ölçüleri birbirinden farklı olduğu için, gabn-i fâhiş ve gabn-i yesîr anlayışları da büyük ölçüde farklılık arzeder
Hanefi ekolünde, en genel tarifiyle gabn-i fâhiş; "herhangi bir malı, o malın fiyatı hakkında, bilirkişilerin tesbit ettiği tahmini fiyattan oldukça fazla bir fiyatla satma ya da satın alma durumu"; gabn-i yesîr ise, "bir malı, bilirkişilerin tahmin sınırları içerisinde kalan bir fiyatla satma ya da satın alma durumudur" Meselâ; bir mal yüz lira üzerinden satın alınmış, daha sonra, bilirkişilerin görüşüne başvurulmuş, bilirkişilerin bir kısmı sözkonusu malın değeri hakkında, bu mal ancak altmış lira eder; bir kısmı, elli lira eder; diğer bir kısmı ise, bu mal ancak yetmiş lira eder derse bu durumda, o malın yüz liraya alınması durumunda gabn-i fâhiş sözkonusu olur
Şâfiî ekolünde ise, gabn-i fâhiş; bir malın, kendine denk bir malın fiyatından (semen-i misil) daha fazla bir fiyata satın alınması durumunda sözkonusu olur Bir malın aynısı veya yakın benzeri piyasada yüz liraya satılıyorsa, o malı yüzyirmi liraya satın almak gabn-i fâhiştir
Mâlikî ekolünde de, gabn-i fâhişin ölçüsü, genelde aldanmanın, malın değerinin üçte biri nisbetinde veya bundan daha fazla olması olarak tesbit etmiştir (İbn Cüzey, el-Kavânînu'l-Fıkhiyye, Beyrut (ty), s 177)
Mecelle'de gabn-i fâhişin ölçüsü malların çeşidine göre ayarlanmıştır Buna göre, menkul ticaret mallarında %5 veya daha fazla; hayvanda % 10 veya daha fazla; gayr-i menkulde %20 veya daha fazla aldanma gabn-i fâhiştir (Mecelle, md165) Bu oranlama malın gerçek değerine göre yapılacaktır
Gab-i fâhişin akitlerin sıhhatine etkisine gelince; İslâm hukukunda kâr yasaklanmadığı için, hukukî ehliyete sahip kişilerin yaptıkları karşılıklı borç yükleyen (muâvazalı) akitlerde, akdi yapan kişilerin (taraflar) elde ettikleri yararların farklı olması, genel anlamda meşrû görülmüştür Bu yüzden, normal sınırlar çerçevesinde cereyan eden bu yarar farklılığına müdâhale edilmemiştir Ancak bu serbestliğin kötüye kullanılması (hile, tağrîr) ve insanların ihtiyaçlarının ve saflıklarının istismar edilmesi durumunda sözkonusu haksızlığı kaldırmak için hukukî hayata müdâhale edilmiştir Şöyle ki; alım-satımda, kasden aldatma (tağrîr) amacı olmaksızın, gabn-i fâhişin sözkonusu olması durumunda, aldanan taraf gerek satıcı gerekse müşteri olsun akdi feshedemez Bunun istisnası yetim malıdır Kasden aldatma amacı olmasa bile, yetim malı gabn-i fâhişle satılırsa, yetimin haklarını korumak bakımından bu akdin feshedilmesi gerekli görülmüştür Kamu malları da aynı hükme tabidir (Mecelle, md 356)
Ancak, akdin taraflarından biri diğerini aldatmak suretiyle, alım-satımda gabn-i fâhiş sözkonusu olursa aldanan taraf (mağbûn) alım-satımı feshetme hakkına sahiptir Bu fesih hakkına "gabn ve tağrîr muhayyerliği" denilir (Mecelle, md 357; geniş bilgi için bkz İbn Âbidîn, Muhammed Emin, Tahbîru't-Tahrîr, fi İbtâli'l-Kadâ bi'l-Feshi bi'l-Ğabni'l-Fâhiş bilâ Tağrîr, Resailu İbn Âbidîn, II, 66-82

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #195
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




GABN-İ YESÎR

Alış-verişte basit bir aldatma anlamında kullanılan bir İslâm hukuku terimi
Gabn; aldatmak, aşırı yararlanmak ve bir şeyin miktarını eksiltmek gibi anlamlara gelir Bir terim olarak ise; hususî akitlerde, anlaşma sırasında, akitte iki tarafın bedellerinin eşit olmamasıdır Gabn, miktar ve derecesine göre ikiye ayrılır: Gabn-i fâhiş (çok aldatma) ve gabn-i yesir (az aldatma)
İslâm hukukunda, alış-verişte kâr yasaklanmadığı gibi ona bir sınır da konulmamıştır Ancak alış-verişte yalan, hile, satılacak mallarda bulunmayan sıfatlarla malı övme veya satılan maldaki bazı kusurları gizleme yasaklanmıştır (el-Cezîrî, Kitâbü'l-Fıkh ale'l-Mezâhibi'l-Erbaâ, II, 283, 284) Tarafların yalan ve hile ile birbirlerini aldatması ve böylece malın çok yüksek veya çok düşük fiyatla satılması meşrû görülmemiştir Alış-veriş yapanlar piyasa fiyatlarının esneklik alanı içinde hareket edebilirler Bu alanın dışına çıkılınca gabn (aldatma) hâli başlar ve nisbet yükseldikçe sorumluluk da artar Gabn-i yesîrin, satım akdinin sıhhatine zarar vermeyeceği ittifakla kabul edilmiştir Çünkü bundan kaçınmak güçtür Diğer yandan, insanlar az miktardaki aldanmalara razı olurlar Çok aldatmanın miktar ve sınırı hakkında ise kesin bir nass (delil) yoktur Bu konuda, piyasadaki uygulamaları dikkate alan müctehidlerin ortaya koyduğu ictihadlar ise farklı olmuştur (el-Cezirî, age, II, 284, 285)
Hanefîler bir malın piyasa fiyatını veya piyasadaki kıymetini ölçü alarak gabni belirlemeye çalışmışlardır Bilirkişilerin değerlendirme alanına girmeyecek ölçüde, yüksek veya düşük fiyatla yapılan satım akdinde gabn vardır Meselâ;10 liraya alınmış mala bilirkişilerden biri beş, diğeri altı, başka birisi de yedi lira fiyat biçse ve on lira fiyat biçen olmasa, fâhiş gabn meydana gelmiş olur (İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, IV,159) Fâhiş gabn derecesine ulaşmayan az aldatmalar ise gabn-i yesîr adını alır
Belh fakîhlerinden Nusayr b Yahyâ (Ö 268/881) alış-verişte fâhiş gabn miktarlarını, gayr-i menkullerde %20, diğer menkul mallârda %5, hayvanlarda % 10 olarak sınırlamış ve piyasa fiyatının üstünde veya altında bu nisbetler aşılarak yapılacak satışların fâhiş gabn derecesinde olacağını belirtmiştir (İbn Nüceym el-Bahru'r-Râik, Mısır 1334, II, 169)
İşte yukarıda belirtilen nisbetlere varmayan aldanmalar az aldanma (gabn-i yesîr) sayılır ve bunun akde etkisi olmaz Meselâ; piyasa fiyatı dokuz-on bin lira arasında olan menkul bir malın onbinikiyüzelli veya sekizbinsekizyüz liraya satılması gibi; çünkü bu malın fâhiş gabn için üst sınırı onbinbeşyüz, alt sınırı ise sekizbinaltıyüzelli liradır (Ali Haydar, Düraru'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, I, 238)
Ancak paranın sık sık değer kaybettiği, eşya fiyatlarının yükseldiği ekonomilerde yukarıda belirtilen gabn miktarı önemini kaybedebilir Çünkü böyle bir piyasada meselâ %5 olan menkul mal gabn-i fâhiş miktarı onbin liralık malda beşyüz liraya tekâbül eder Böyle bir malı onbinbeşyüz veya onbirbin liraya satın alan kimse aldatıldığını düşünmez Mâlikî mezhebine göre gabn-i yesîrin, malın kıymetinin üçte birinden az olan aldatmada gerçekleşmesi gabn konusunda İslâm'ın esnek bir yol izlediğini gösterir (el-Cezîrî, age, II, 284; İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 585) (Ayrıca bk Gabn


Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.