Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Kültür - San'at & Eğitim > Ülke & Şehirler > Türkiye > Marmara Bölgesi

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
bilgi, hakkında, istanbul

İstanbul Hakkında Bilgi

Eski 08-14-2012   #16
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İstanbul Hakkında Bilgi



İstanbul Köprüleri


İstanbul ile ilgili eski kaynaklardan öğrenildiğine göre şehirde ilk köprüyü Fatih Sultan Mehmet Haliç’te kurdurmuştu Yalnızca beş kişinin yan yana geçebildiği bu ahşap köprü yapılan ilaveler ve onarımlar ile 1836 yılına kadar işlevini sürdürmüştür Oysa o dönemlerde Osmanlılar Rumeli’de ve Anadolu’da fetihler akınlar düzenlediklerinde orduların geçebilmeleri için taş köprüler yapıyorlardı

1502-1503 yıllarında Galata ile İstanbul arasında bir köprü kurulması için Leonardo da Vinci İstanbul’a davet edilmiştir Onun hazırladığı krokiye göre köprü tek gözlü ve her iki ucu ayaklı olacak ve uzunluğu 350 myi, genişliği de 34 myi geçmeyecekti Ancak bu proje teknik yönden olanaksız olunca bu kez Michel Angelo İstanbul’a köprü yapmak üzere davet edilmişse de sanatçı İstanbul’a gelmemiştir Bundan sonra İstanbul’un köprü projesi XIX yüzyıla kadar askıya alınmıştır Bu arada Leonardo da Vinci’nin Boğaz’ın iki yakasını birbirine bağlayan bir projesi olduğundan da söz edilmektedir

Sultan IIMahmut Unkapanı ile Azapkapı arasında bir köprü yapımını istemiş ve bunun için de Kaptan-ı Derya vekili Fevzi Ahmet Paşa’yı görevlendirmişti3 Eylül l836’da açılan bu köprü birbirine bağlı sallar üzerinde kurulmuştur FFlandin, TAllom ve WH Barlet’in yapmış olduğu gravürlerde köprünün taşıyıcı sisteminin sal biçiminde olduğu ve iki yerinde de küçük gemi ve kayıkların geçebilmesi için gözler açıldığı görülmektedir Uzunluğu 600 arşından fazla, genişliği de iki araba yüklü at ile insanlara dokunmadan geçilebilecek genişlikte idi İstanbul’da Kadir Gecesi’ni izleyen gün açılan köprünün açılışında Sultan IIMahmut bir irade çıkararak kimseden para alınmamasını istemişti Bu iradede; “ Zinhar kimseden akça alınmayacak ve herkes meccanen gelip geçecek” demişti Bu yüzden de İstanbul’da yapılan bu köprüye “Hayratiye” ismi verilmiştir Ne var ki, bir süre sonra padişahın bu iradesini dinlemeyenler köprüden geçme parası olarak “Mururiye” ismi altında para almaya başlamışlardır

Bu köprü 1839 ve1840 yıllarında onarılmış ve döşemeleri yenilenmiştir Kesin olmamakla beraber bu köprü 1862’de yanmıştır

İstanbul’da bu köprülerden sonra üçüncüsünü Sultan Abdülmecit 1845 yılında aynı yerde “Cisr-i Cedid” ismi ile kurdurmuş ve köprüden önce kendisi geçmiştir Açılış nedeniyle halkın üç gün ücretsiz geçmesini ve sonra da paralı olmasın istemiştir Daha sonra bu köprü Unkapanı ile Azapkapı arasına getirilmiş buraya George Vals isimli bir İngiliz demir dubalar üzerine yeni bir köprü yaptırmıştır


Büyükçekmece Köprüsü (Büyükçekmece)

Aynı zamanda da bu köprü Büyükçekmece Gölü ile Marmara Denizi arasında bir geçit niteliğindedir

Köprünün bulunduğu yerde Bizans döneminde de bir köprü olduğu kaynaklardan öğrenilmektedir Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) Zigetvar seferine çıkarken bu köprünün yapımına başlanmış, Sultan IISelim Zamanında (1566-1574), bir yıl içerisinde de tamamlanmıştırMimar Sinan’ın eserlerinin listesini veren Tuhfetü’l-Mimarin ve Risale-i Tezkiretü’l-Ebniye’de bu köprünün Mimar Sinan’ın eseri olduğu yazılıdır

Bostancı Köprüsü’nün bulunduğu yerde Osmanlı döneminde bir de Bostancı Ocağı bulunuyordu Bu ocak Anadolu’dan İstanbul’a gelenlerin kontrolünü yapar, işsiz güçsüz veya şüpheli kişilerin şehre girmesini engellerdi Aynı şekilde Büyükçekmece’de bulunan Bostancı Ocağı da Rumeli’den İstanbul’a gelenlerin kontrolünü yapar, şehre girip, giremeyeceklerine karar verirdi

Mimar Sinan köprünün yapımında yüzlerce neccar, senktraş çalıştırmış, gölün suları büyük tulumbalarla çekilmiştir Temellerinde iki-üç insan boyunda kazıklar çakılmış, bunların aralarına kurşun akıtılarak kazıklar birleştirilmiştir

57 m uzunluğunda, 717 m genişliğinde dört ayrı köprünün birleştirilmesinden meydana gelmiştir Çevresine de geniş rıhtımlar yapılmış olan köprü inişli çıkışlı olup Büyükçekmece yönündeki ilk iki bölümü yedişer, üçüncüsü beş, dördüncüsü de dokuz gözlüdür Ancak bu gözlerin yükseklikleri birbirlerine eşit değildir Orta gözlerin kemerleri diğerlerinden daha yüksektir ve onun dışındaki gözler köprünün iniş ve çıkışlarına uyum sağlayarak alçalıp yükselmektedir Köprüyü oluşturan bölümlerin birleştikleri yerlere de sulardan köprünün zarar görmemesi için selyaranlar yapılmıştır

Köprünün yapımında 35000-40000 m3 taş kullanılmış ve bunlar birbirlerine eritilmiş kurşunlarla bağlanmıştır

Büyükçekmece Köprüsü’nün mimari yönden en ilginç noktalarından birisi de taş konsollar üzerine oturtulan kitabeli balkon-köşkleridir Bu balkonlar Osmanlı köprülerinde dinlenme veya sohbet yeri olarak yapılmışlardır Köprünün dördüncü bölümünde karşılıklı iki kitabe bulunmaktadır Devrin ünlü hattatlarından Derviş Mehmet’in eseri olan bu kitabenin dört beyitlik manzum metnini Şair Hüdai yazmıştır Bu kitabelerden birisinde;

“Hazret-i Sultan Süleyman kim ana
Şâhirâh ola Sırat-ı müstakim
Başladı bu hayrı olmadın temam
Kıldı azm-ı sâ-yı cennet-ün naim
Geldi anı zıll-i Hak Sultan Selim
Etti tekmil oldu bir cisr-i azim
Dedi tarihin Hüdâyi ol zaman
Yaptı âb üzre bu cisri şeh selâm
Ketebehu Derviş Muhammed” Yazılıdır

33x047 m ölçüsündeki mermer bir levhaya Kelime-i Şahadet, solundaki babada da Mimar Sinan’ın “Abdullah oğlu Yusuf” olarak Mimar Sinan’ın imzası bulunuyordu

Bu kitabede bulunan Mimar Sinan’ın imzası 1961-1962 yıllarında yerinden sökülmüş ve nerede olduğu da bilinmemektedir Köprü l970 yılında onarılırken bu imzanın bir benzeri yazılarak yerine konulmuştur Ayrıca köprünün diğer taraftaki tarih köşkünde de 236x083 m ölçüsünde Hattat Derviş Mehmet’in nesih yazılı, Sultan IISelim zamanında tamamlandığını belirten bir diğer Arapça kitabe daha bulunmaktadır

Bu Arapça kitabenin mealen anlamı:

“Tanrı onu ve bizzat çalışanlara mağfiret etsin Bu güzel köprünün ve değerli geçidin temelini Allah-ı Teâlanın rızası için Selim Hanın oğlu Sultan oğlu Sultan, Sultan Süleyman attı (Yarabbi onu sırat ve mizanın tehlikesinden koru) Bunu müteakip merhum mağfur deni dünyadan canibi rahmet ve cennete intikal etti Sonra en büyük Sultan, Ulu Hâkan Arab ve Acem’in meliklerinin efendisi, dünyada ve âhirette Allah’ın gölgesi ve Sultan Osman’ın oğlu Sultan Orhan’ın oğlu Sultan Murad’ın oğlu Sultan Bayezid’in oğlu Sultan Selim’in oğlu Sultan Süleyman’ın oğlu Sultan oğlu Sultan Selim onun tahtı saltanatına câlis oldu ve 975 senesinde o köprüyü tamamladı Zamanın sonuna kadar devletini ebedi kılsın ve saltanatını idame etsin Tanrı Kur’anın hürmetine ikisinin hayratlarını kabul etsin

İstanbul-Edirne karayolu üzerinde yeni bir köprünün yapılmış olmasından ötürü bugün Büyükçekmece Köprüsü kullanılmamakta ve korunması gereken tarihi bir eser ve ilçenin simgesi olarak iyi bir durumda bulunmaktadır


Silivri Köprüsü (Silivri)

Köprünün kitabesi bulunmamakla berber ne zaman ve kimin tarafından yapıldığını açıklık kazanamamıştır Bununla beraber Mimar Sinan’ın yapmış olduğu yapıların listesini veren Tuhfet’ül Mimarin’de Mimar Sinan eserleri arasında ismi geçmektedir Ayrıca mimari yapısı da XVIyüzyılda yapıldığını göstermektedir

Silivri Köprüsü 34800 m uzunluğunda 32 gözden meydana gelmiştir Alçak bir vadide oldukça uzun oluşundan ötürü de köprü gözleri mimar Sinan’ın diğer eserlerinde olduğu gibi sivri kemerli olmayıp hafifçe basık kemerlidirYapımında köfeki ve kalker cinsi taş kullanılmış, tampon duvarları büyük bloklarla örülmüştür Köprünün selyaranları memba ve mansapta üçgen şeklindedir Bunlar sivri olarak başlayıp kısa bir yükselmeden sonra köprünün tempan duvarları ile birleşerek kaynaşmaktadır Bunun da nedeni köprünün fazla su tazyiki ile karşılaşmamasıdır Köprünün her iki yanındaki korkuluklar birbirlerine demir bağlantılarla, kamalarla kuvvetlendirilmiştir Köprünün her iki yanında ikişer tane baba taşı bulunmaktadır Bu taşlar birbirinin eşi olup son derece sanatkârane işlenmişlerdir

Köprü Dalgıç Ahmet’in Başmimarlığı sırasında hl114 (1605) yılında yeni baştan onarılmıştır


Silivri Girişi Köprüsü (Silivri)

İstanbul Silivri ilçesi girişinde bulunan bu köprünün ne zaman yapıldığı bilinmemektedir Mimar Sinan köprüleri ile yakınlığı olduğu göz önüne alınırsa XVIyüzyılda yapıldığı sanılmaktadır Bununla beraber değişik zamanlarda yapılan onarımlarla özelliğini büyük ölçüde yitirmiştir Kemerleri de özelliğini bütünüyle yitirmiştir

Köprü köfeki ve kalker taşından iki göz olarak yapılmıştır Baba taşları Silivri Köprüsü ile işçilik yönünden büyük benzerlik göstermektedir


Harami Dere Kapıağası Köprüsü (Büyükçekmece)

İstanbul Büyükçekmece, Yakuplu’da bugün çevre yolları arasında kalmış olan Kapıağası Köprüsü eski İstanbul-Edirne kervan yolunun üzerinden geçtiği bir köprü idi Sancak Tepelerin doğusunda Harami Derenin üzerinde yapılan köprü Mimar Sinan’ın eseri olup yapım tarihi kitabesi olmadığından belli değildir Bununla beraber yapı üslubu ve Mimar Sinan tarafından yapılmış oluşundan ötürü XVIyüzyıl köprülerindendir

Köprü 6900 m uzunluğunda olup 620 m eninde, sivri kemerli üç gözden meydana gelmiştir Orta göz 879 m yüksekliğinde, iki yanındaki gözler de 737 m yüksekliğindedir Korkuluk duvarları da 65 cm yüksekliğindedir Bu küçük gözlerin yanında daha küçük ve su tahliye gözü denilen tahliye gözlerine yer verilmiştir

Köfeki taşından muntazam sıralar halinde köprü duvarları işlenmiştir Köprünün giriş ve çıkışında dört köşe yuvarlak başlıklı ikişer baba taşı bulunmaktadır


Çobançeşme Köprüsü (Bahçelievler)

İstanbul, Silivri-Topkapı yolunda Halkalı Deresi üzerinde bulunan Çobançeşme Köprüsü Bizans döneminde, IVyüzyılda yapılmış, Osmanlı döneminde de kullanılmıştır Kitabesi bulunmamaktadır Bugün Sefaköy yonca yaprağı içerisinde kalmıştır

Köprü 3767 m uzunluğunda, 500 genişliğinde, 6 gözlü olarak yapılmıştır Bu gözlerin en büyük kemer açıklığı 435 mdir Köprü gözlerinin oluşturan kemerler yuvarlaktır ve tek sıra halinde kesme taştan yapılmıştır Kemerlerin kilit taşları üzerinde bazı rölyefler bulunmaktadır Bunlar Bizans ve daha sonraki dönemlerde tılsım niteliğinde yapılmışlardır Köprünün gözleri yanlara doğru alçalmakta ve daralmaktadır Kemerlerin üzerine kabartma kornişler yerleştirilmiş, bunların üzerine de iri kesme taştan korkuluklar oturtulmuştur

Köprü zaman zaman onarılmış ve bu onarımlar köprünün orijinalliğini olumsuz yönde etkilemiştir Son olarak da 1972 yılında Karayolları tarafından onarılmıştır


Kemerli Köprü (Beşiktaş)

İstanbul Beşiktaş ilçesinde Dolmabahçe Sarayı’nı Yıldız Sarayı bahçesine bağlayan köprünün altından günümüzde Dolmabahçe-Beşiktaş yolu geçmektedir

XIXyüzyılda Sultan Abdülaziz tarafından Balyan ailesinden Sergis Balyan’a yaptırılmıştır Dolmabahçe ve Yıldız Saraylarını birbirine bağlamak amacıyla yapılan köprü köfeki taşındın yuvarlak kemerlidir Muntazam taş işçiliği olup köprü kemerinin kenarlarında kabartma kornişler ve bir de kilit taşı bulunmaktadır

Günümüzde iyi bir durumda korunmuştur


Odabaşı Köprüsü (Büyükçekmece)

İstanbul Halkalı-Hadımköy yolu üzerinde bulunan bu köprü XVIyüzyılda Mimar Sinan tarafından yapılmıştır

Büyük kesme taşlardan yapılan köprü 3900 m uzunluğunda, 535 m genişliğindedir Üç yuvarlak gözden meydana gelen köprünün ortadaki gözü 475 m genişliğinde olup, diğerlerinden daha büyüktür İki yandaki gözler daha küçüktür Ayaklardaki selyaranlar memba tarafında üçgen, mansap tarafında yuvarlak olarak yapılmıştır Köprü yanlara doğru eğimli olarak yol seviyesine inmektedir Bu gözler tempan duvarları ile aynı düzeydedir Yalnızca büyük kemerin kilit taşı dışarıya çıkıntılıdır ve üzerinde de haça benzer bir rölyef yerleştirilmiştir Büyük kemer üzerindeki korkuluk taşları yıkılmıştır


Küçükçekmece Köprüsü (Küçükçekmece)



Küçükçekmece Köprüsü’nün yapımına XVIyüzyılın ikinci yarısında, Kanuni Sultan Süleyman döneminde başlanmış, Sultan IISelim zamanında da tamamlanmıştır Kitabesi bulunmadığından kesin yapım tarihi bilinmemektedir Büyük olasılıkla Büyükçekmece Köprüsü ile birlikte yapılmıştır Mimarı Acem Alisi’dir Ancak bugünkü köprü 1950 yılında eski köprünün üzerine yeniden yapılmış, eski köprüden yalnızca bir kemeri kalmış ve orijinalliğinden uzaklaşmıştır

Köprünün tek gözü olup, günümüze gelen kemerinin açıklığı 1200 m, yüksekliği de 500 mdir


Bostancı Köprüsü (Kadıköy)

İstanbul, Kadıköy ilçesi Bostancı Mevkiinde bulunan Bostancı Köprüsü, Bostancı Deresi üzerinde 1523-1524 tarihinde yapılmıştır Osmanlı döneminde şehrin en uç, çıkış noktasında bulunan bu köprünün bulunduğu yerdeki Bostancı Derbendi aynı zamanda şehre giriş ve çıkışları kontrol ederdi Bu Derbentten ötürü de köprüye “Cisr-i Derbend” ismi verilmişti

Köprü 1709’da bir su taşkını ve fırtınadan ötürü yıkılmış, ardından Bostancı Ali Ağa tarafından yeniden yaptırılmıştır Kaynaklardan öğrenildiğine göre ilk köprünün ortasında bir kitabe köşkü bulunuyordu Ancak bu köşkün nasıl olduğu konusunda bir bilgi bulunmamaktadır Köprünün kitabesi de kaybolmuştur

Köprü kesme taştan yapılmış, orta bölümü diğerlerinden daha yüksek tutulmuştur Köprünün uzunluğu 3750 m genişliği 600 m olup, korkuluklarının yüksekliği 050 mdir Ortadaki göz 640 m genişliğinde ve sivri kemerlidir Bunun iki yanında da 400 m genişliğinde birer küçük sivri kemerli göz daha bulunmaktadır Ortadaki gözün her iki yanında, büyük ölçüde selyaranlar bulunmaktadır Ayrıca eski köşkün olduğu yere 130x035 m ölçüsünde bir niş yerleştirilmiştir Bu nişin olduğu yerde eski köşkün bulunduğu sanılmaktadır Köprünün her iki başında ikişerden kavuk şeklinde başlıkları olan dört baba taşı bulunmaktadır Ancak bunlardan yalnızca ikisi günümüze gelebilmiştir

Köprü 1987 yılında onarılmış, bu arada çevredeki dükkanlara yer kazandırmak amacıyla köprünün her iki yan gözü doldurulmuş ve zemin yükseltilmiştir Böylece köprü orijinal durumundan büyük ölçüde uzaklaşmıştır


Galata Köprüsü (Eminönü-Beşiktaş)

Cisr-i Cedid isimli bu köprünün uzunluğunun yaklaşık 500 m olduğu sanılmaktadır

Köprü 1853 yılında yenilenmiştir Kaptan-ı Derya Ateş Mehmet Paşa tarafından yaptırılan köprünün malzemesi yine ahşaptı ve köprüyü 96 duba taşıyordu Bu dubalar çıpa ve zincirlerle birbirine bağlanmış ve demirlenmişti Köprünün uzunluğu 504 m genişliği de 1400 m idi Deniz seviyesinden 500 m yüksekliğinde küçük tonajlı gemilerin geçebilmesi için de altında gözler bulunuyordu Bu köprünün maketi 20 Şubat 1863’de Paris’te açılan Sergi-i Umumi-i Osmani’de sergilenmiştir

1860’lı yıllarda bu yeni köprünün de yenilenmesi gündeme gelmiş, bu kez tersane olanakları dışında ahşaptan olmayan demir bir köprü gündeme gelmiştir Bunun için yabancı şirketler devreye girmiş, 24 Eylül 1869’da “Forges et Chantiers de la Mediteranee” isimli Fransız şirketi ile anlaşma imzalanmıştır Bu sırada İngiliz “Georges Wells” şirketi de aynı yerde köprü yapmak üzere teklif getirmiştir

Bu arada köprünün birkaç kez yer değiştirmesi söz konusu olmuş, bu arada Azapkapı’ya kaydırılması da düşünülmüştür

XIXyüzyıl sonunda tramvayların kent ulaşımında etkinlik kazanması ile eski köprünün yıprandığı ve bu ağırlığı kaldıramayacağı düşünülmüş, bu arada yabancı şirketler de teklifler getirmiştir Alman “Man Şirketi” ile l907’de anlaşma yapılmışsa da IIMeşrutiyetin ilanı ile bu mukavele geçersiz kalmıştır Bunun ardından aynı firma ile 14 Ekim l909’da ikinci bir mukavele yapılarak işe başlanmıştır Tramvay hattıyla birlikte 237000 altın liraya çıkan köprünün yerine yerleştirilmesi ile eski köprünün sökülmesi işlemi birlikte yürütülmüştür

Çağın ileri bir teknolojisi ile yapılan köprünün 27 Nisan 1912’de açılışı yapılmıştır
Köprü 4666 m uzunluğunda ve 25 m genişliğinde olup derinliği ortalama 300 mdir Köprüyü 28 duba taşımaktadır Köprünün altındaki bekleme salonları ve dükkanlarının cepheleri, iç bölümleri değiştirilmiştir Ayrıca köprü dubaları arasındaki açıklığın dar oluşunun Haliç’in kirlenmesine neden olduğu da ileri sürülmüştür Bu nedenle 1980’li yıllarda köprünün yerine kazıklar üzerine oturan yeni bir köprü yapılması gündeme gelmiştir Yapımını “STFA-THYSSEN” Konsorsiyumu’nun üstlendiği ve Karayollarının denetiminde sürdürülen çalışmalar devam ederken de eski köprü 16 Mayıs 1992’de yanmıştır Böylece yapım çalışmaları 47000000 dolara keşif bedeli, daha sonra 59000000 dolara yükselmiştir Bundan sonra 12 Haziran l992’de köprü ulaşıma açılmıştır Köprü 80 m boyunda 200 m çapında 114 kazık üzerine oturtulmuş ve 80mlik genişliği ile de dünyanın en geniş ikinci köprülerinden biri olmuştur


Unkapanı Köprüsü (Atatürk Köprüsü) (Fatih)

yüzyılın sonlarında Haliç’te bulunan köprülerin değiştirilmesi gündeme gelmiş ve Osmanlı tersanelerinin olanakları el vermeyince burada demir bir köprü yapılması düşüncesi ön plana çıkmıştır Bu konuda yabancı şirketler konuya yaklaşmışlardır “Forges and Chantiers de la Mediterranee” isimli bir Fransız şirketi Galata’ya; “Wells and Taylor” isimli bir İngiliz Şirketi’de Unkapanı’na demir konstrüksiyonlu köprüler yapması için anlaşılmıştır Ancak bilinmeyen bir nedenle bu düşünce değiştirilmiş ve Fransızlara yaptırılacak köprünün Mahmudiye Köprüsü yerine konulması uygun görülmüştür Sökülen Mahmudiye Köprüsünün yerine yapılan Unkapanı Köprüsü’nün Eylül l872’de açılışı yapılmıştır Mahmudiye Köprüsü’nün sökülen parçaları da mezatta satılmıştır Böylece İstanbul’da ilk demir köprü Unkapanı ile Azapkapı arasında açılmıştır

Bu köprü 504 m boyunda, ortasında iki parçadan oluşan 30 m açıklığı olan bir de kapısı vardı Bu kapının iki yanında gemi ve kayıkların geçmesi için 12 m genişliğinde bir açıklığı bulunuyordu Köprüyü 24 demir duba taşıyordu Bu köprü 11 Şubat 1936 yılına kadar hizmet vermiştir O tarihte çıkan bir fırtınaya dayanamayarak parçalanmış ve batmıştır

Bunun üzerine yeni bir köprünün yapımı için çalışmalara başlanmıştırYeni köprünün projesini Fransa Yollar ve Köprüler Müfettişi M Pigeaud hazırlamış ve 1585665 liraya ihale edilmiştir Vali Muhittin Üstündağ zamanında köprünün yapımına başlanmış, 29 Ağustos 1936’da temeli atılmıştır Temel atma merasiminde eski Türk altınları ile yeni Türk paraları serpilmiştir Köprü Cumhuriyetin kuruluşunun 16 yıldönümünde 29 Ekim 1939 ‘da zamanın İstanbul Vali ve Belediye Başkanı Dr Lütfü Kırdar tarafından törenle açılmıştır

TBMM’nin daha önceden almış olduğu karar ile köprünün isminin “Gazi Mustafa Kemal Paşa Köprüsü” olması kararlaştırılmıştır Günümüzde Atatürk Köprüsü ismi ile tanına köprü, çelik konstrüksiyonlu olup, 24 adet çelik duba ile taşınmaktadır Bu dubaların her biri 600 ton yük taşıyabilecek kapasitededir Uzunluğu da 453 m, genişliği 25 mdir Gemilerin giriş ve çıkış gözleri 1775 mdir Köprü 1939 fiyatlarına göre 2300000 liraya mal olmuştur

Köprü zaman zaman onarılmış, l950’li yıllarda ahşap parkeli yolu asfaltlanmıştır


Boğaziçi Köprüsü



Boğaziçi Köprüsü’nün yapımı için Freeman,Fox and Partners isimli İngiliz firması ile 1968 yılında anlaşma yapıldı Yapımı gerçekleştirecek firmayı seçmek için açılan ihaleyi “Hochtief AG” isimli Alman firması ile “Cleveland Bridge and Engineering Company” isimli İngiliz firmalarının oluşturduğu konsorsiyum kazanmıştır

Boğaziçi Köprüsü, Boğazın iki yakasında birer taşıma kuleleri ve bunların arasında gerilmiş iki ana kabloya askı kabloları ile asılmış olarak tabliye (araçların geçtiği köprü zemini) yerleştirilmiştir Kulelerin kutu kesitli iki düşey ayağı vardır ve bunlar üç noktada kutu kesitli üç yatay kiriş ile birbirlerine bağlanmıştır Oldukça yumuşak, yüksek dirençli çelikten yapılmış olan köprü kuleleri 165 m yüksekliğindedir Köprünün orta noktası ile deniz arası 64 m yüksekliğindedir Kulelerin içerisinde yolcu ve servis asansörleri bulunmaktadır Köprünün iki yanında 270 m eninde konsollar bulunmaktadır Köprü üçü gidiş, üçü de geliş olmak üzere altı şeritlidir Köprünün uzunluğu 1560 m, iki kule arası da 1074 mdir

Köprünün yapımına 1970’te başlanmış, Cumhuriyetin 50yılında 29 Ekim 1973’de açılmıştır Köprünün maliyeti 2177428349 $ dır


Fatih Sultan Mehmet Köprüsü



Köprünün yapımına l985 yılında başlanmış, 1 Temmuz 1988’de açılmıştır Köprünün projesini “İngiliz Freeman Fox and Partners” firması hazırlamıştır Yapımını da Ishikawajima Harima Heavy Industries CoLtd” , “MitsubishiHeavy Industries Ltd” ve “Nippon Kokan KK “ isimli Japon şirketleri ortaklaşa yapmıştır Köprünün maliyeti 125000000 $ dır

Köprü her iki kıyı arasında birer taşıma kuleleri ile bunların arasına gerilmiş iki ana kabloya askı kabloları ile asılmış tabliyeden (araçların geçtiği zemin) meydana gelmiştirTaşıyıcı kuleler zeminde 400x400, en üst noktada 300x400 ölçülerinde kutu kesitli iki düşey ayaktan meydana gelmiştir Bunlar iki düşey ayakla birbirlerine bağlanmışlardır Kuleler dirençleri yüksek olan berkitmeli çelik panellerin bulonları ile birbirleri ile birleştirilmiştir Kuleler içerisine servis asansörleri konulmuştur Kuleler 10210 m yüksekliğindedir Tabliyeler 3940 m genişliğinde 62 kutu kesitlidir Tabliyelerin taşıyıcı kabloları diğer köprüde olduğu gibi eğik değil, dikey düzenlenmiştir Tabliyelerin üzerinde dördü gidiş, dördü de geliş olmak üzere sekiz yol bulunmaktadır Ayrıca yandaki konsollar üzerinde de yaya yolları yapılmıştır

Köprü 1510 m uzunluğunda, iki kule arası da 1090 mdir Taşıyıcı teller yüksek dirençli galvanizli çelik tellerdir Taşıyıcı ana kabloların çapları 77 cm, kenar açıklıkları da 80 cmdir

Alıntı Yaparak Cevapla

İstanbul Hakkında Bilgi

Eski 08-14-2012   #17
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İstanbul Hakkında Bilgi



İstanbul Dikilitaşları


Gotlar Sütunu (Eminönü)

Bizans tarihçilerinden Nikeforos Giegoras, kentin kurucusu Byzans’ın heykelinden söz etmişse de kaidesindeki Latince yazı, onların yazdıkları ile çelişkilidir Bu yazıtta “mağlup olan Gotlardan dolayı bu sütun dikildi” Sözleri bulunmaktadır Prof Dr Semavi Eyice, yazıtın Latince olduğunu belirttikten sonra, sütunun Romalı bir imparatorun Gotlara karşı kazandığı zaferin ardından dikildiği düşüncesindedir Sonraki yıllarda anıtın üzerine Byzans’ın heykelinin konulmuş olabileceği gibi, zamanla gerçek kimliği unutulmuş bir heykelin halk arasında Byzans sanılması da olasıdır

Got Kıran unvanı almış Roma İmparatoru II Claudius’un (268 - 270) Gotlara karşı Sırbistan’ın Niş Şehri yakınında kazandığı zafer anısına dikildiği de düşünülmelidir; ancak II Claudies’ İstanbul’a hiç gelmemiş, kent ile de hiçbir bağlantısı olmamıştır
Bu bakımdan sütunun O’nun adına dikildiği düşünülmemelidir ProfDr Semavi Eyice, bu sütunun Gotlara karşı savaşan I Theodosius’a (379 - 395) ait ve yazıttaki harf şekillerinin I Constantinus (324 - 337) dönemi ile bağlantılı olabileceğini sözlerine eklemektedir

IV yüzyılda yapıldığı sanılan sütun üç basamaklı bir kaide üzerinde yekpare gövdelidir Korint üslubunda bir başlıkla sonuçlanan sütun 15 m yüksekliğindedir Ayrıca başlığın
üzerinde bir kartala ait izler de görülmektedir Kaidenin üzerinde bazı kabartmalar olduğu ve taşçı kalemi ile kazındığı izlerden anlaşılmaktadır


Hipodrom Dikilitaşı (Theodosius Dikilitaşı) (Eminönü)

Yekpare mermerden olan bu anıt MÖ 1500 yıllarında III Tutmosis adına aşağı Mısır’da Hiyeropolis’deki bir mabedin önüne dikilmişti Bu anıtı I Constantinus’un (337-361) İskenderiyelilere yazdığı mektupla bu taşın İstanbul’a gönderilmesini istemiştir

“Gemileriniz Karadeniz’e çıkarken sizleri cömertçe karşılayan ve beslenmesine yardımcı olduğunuz bu şehrin güzelleşmesine katkınız olması için bu yekpare taşı yollamanız yerinde olur”

Obeliskin İskenderiye’den ne zaman getirildiği kesin olmamakla beraber, büyük olasılıkla 390 yılı üzerinde durulabilir İmparator Iulianus’un ölümünden sonra, uzun süre yerde kalmış ve kenti yeni baştan imar eden I Theodosius zamanında (379-395) İstanbul’a getirilerek Portus Novus (Kadırga Limanı) veya Vlanga (Langa) limanlarından birisine bırakılmıştır Bizanslı ustalar limandan Hippodroma kadar bir yol hazırladılar ve üç günlük bir çalışma ile obelisk getirildi, 32 günde bugünkü yerine dikildi İmparator I Theodosius’un (379-395) hazırlattığı 275 x 220 m ölçüsünde, dört yüzünde de kabartmalar olan kaide üzerindeki dört bronz ayak üzerine obelisk oturtulmuştur Bugün 1959 m yüksekliğinde olan taşın eski halinden daha uzun olduğu sanılmaktadır Obeliskin alt kısmı düzeltilirken hiyorogliflerden biri tam ortasından kesilmiştir Günümüze gelemeyen bu parçanın taşıma sırasında veya yerine dikilirken kırıldığı düşünülebilir Ayrıca tepesindeki çam kozalağı şeklindeki tepeliği 869 depreminde düşmüştür

Eski Mısır’ın milli kahramanı olarak nitelenen, 18 sülale firavunlarından III Tutmosis kazandığı zaferlerin bir bölümünü obeliske şiirsel bir dille kazıtarak ölümsüz olmayı istemiştir

Kuzey cephe: ”Gizli ve mukaddes ismin her tecellisini her feyzini mazhar olan Amor mabuduna nezrini büyük bir aciz içinde sunarak ve ondan yardımlar dilenerek güneyin dostu, dinin nuru, iki kutrun sahibi kudretli, melik memleketinin hududunu Mezopotamya’ya kadar götürmeyi azmetti

Güney-Batı cephe: ”Güneşin doğduğu sırada malik olduğu altın renkleri aleme yayan Horis’in verdiği kuvveti, serveti, şiddetli, mehabeti taşıyan yukarı ve aşağı Mısır hükümetlerinin tacına sahip olan ve bizzat güneş tarafından seçilmiş bulunan Melik bu eseri babası Ra için yaptırdı

Güney cephe: ”Mabud Horis’in lütfuna mazhar olan ve güneşin oğlu lakabını taşıyan aşağı ve yukarı Mısır’ın hükümdarı bulunan Melik kudret ve adaletle bütün ufuklara nur saçtı Ordusunun önüne geçti Akdeniz’de dolaştı, bütün dünyayı mağlup etti Hudut memleketi Naharin’e kadar tevsi etti Mezopotamya’ya azimle gitti, büyük savaşlar yaptı

Kuzey-Batı cephe: “XVIII sülaleden III Tutmasis Amon mabuduna nezrini takdim ettikten sonra Horis’in yardımı ile bütün denizleri, nehirleri hükmü altına alarak saltanatının 30 yılı bayramında bu sütunu daha nice zamanlara ve bayramlara vasıl olması için yaptırıp diktirdi”

Obeliskin mermer kaidesinin iki yüzünde, o dönemde Roma imparatorluğunun doğu eyaletlerinde adet olduğu gibi Grekçe ve Latince kitabeler yazılmıştır Grekçe kitabede konuşan üçüncü bir kişi olup “Devamlı bir suretle yerde duran bu taşı dikme cesaretini imparator Theodosius gösterdi ve yardımına da Proclus çağırıldı ve bu şekilde otuz iki günde yerine dikildi” denilmektedir Latince kitabe ise diğerinden biraz farklı olarak obeliskin kendisi konuşmaktadır: “Önceleri direnmiştim; fakat yüce efendimizin emirlerine itaat ederek, yenilen tiranlar üzerinde zafer çelengini taşımam gerekti, her şey Theodosius ve onun kesintisiz sülalesine boyun eğiyor, bana da galip geldiler ve reis Proclus’un idaresi altında, otuz günde yükselmeye mecbur oldum

Obeliskin kuzeybatı cephesindeki kabartmalar

Üst kısımda bir kemer içerisinde imparator ailesi uzun kollu giysiler içerisinde olup üzerlerindeki pelerinler sağ omuzlarından tutturulmuştur Buradaki figürlerin saç kesimleri birbirinin benzeri olup düz kesilmiş ve kulakları açıkta bırakacak şekilde başı çevrelemiştir Kemerin sağında iki figür ile dört asker görülmektedir, sol tarafta da yine iki figür ile arkasında üç asker bulunmaktadır

Alt kısımda ise simetrik görünümde elçiler diz çökerek imparatora hediyelerini sunmaktadır Bunlardan soldan üçü uzun kollu kürk mantolar içerisinde olup uzun pantolonları ve uzun kollu elbiseler içerisindedir Sol yandan da yine hediyeler sunan üç Asyalı ile uzun saçlı iki figür görülmektedir Bu kişilerin hangi toplumdan oldukları konusunda Bizans sanat tarihçileri tam bir yargıya varamamışlardır Ayrıca imparatora hediye mi yoksa vergi mi verdikleri de aydınlığa kavuşamamıştır

Kuzeydoğu cephesi: Hippodromdaki imparator locası olan katizma burada gösterilmiştir Locanın ortasında İmparator Arkadios ile eşi Theodosya Gaynas, bazı figürler ve askerler görülmektedir Ayrıca saray halkının buradan hippodromdaki oyunları izledikleri sanılmaktadır Bu kompozisyonunun altında ise obeliskin dikilişi tasvir edilmiştir

Güneybatı cephesi: İmparator I Theodosius yanında II Valentianus, Arkadios ve Honorios ile birlikte (Hippodromda) araba yarışlarını izlemektedir Buradaki kompozisyon yine bir korkuluk ile ikiye ayrılmıştır İmparator locasının kendisine özgü baklava motifli parmaklıkları, yuvarlak kemeri ilk bakışta dikkati çekmektedir Ayrıca özel Bizans saray giysileri içerisinde figürler ve askerler kompozisyonu tamamlamaktadır Kaidenin diğer bölümünde araba yarışlarına yer verilmiştirYarışların yapıldığı alan, spina, üzerindeki dikilitaşlar, arabaların önünde kısa pelerinli, sağ elinde kırbaç, sol elinde bir çelenk tutan bir kişi koşmaktadır Diğer bir figür de yarışın başlama işaretini vermek üzeredir Ayrıca bir kenarda da yarışı kazananlara zafer çelengi veren, ellerinde palmiye dalları tutanlar görülmektedir

Güneydoğu cephesi: Bu bölümde diğerlerinde yer alan imparator locası yerine saraydan bir mekana yer verilmiştir İmparatorun bulunduğu kısım korkuluk levhası ile üçe bölünmüştür İmparator I Theodosius elindeki çelenk ile kazananlara mükafatlarını vermektedir Kompozisyonun boş kalan yerleri askerler ve gruplar halindeki saray halkı ile doldurulmuştur Bunun altındaki bölümün ana noktası dans sahneleridir Seyirciler, çalgıcılar ve dansözler gruplar halinde sıralanmışlardır

Osmanlı döneminde, Sultanahmet Camisi’nin yapımından sonra Hippodromun zemini yükseltilmiş ve spinadaki dikili taşların alt kısımları toprağa gömülmüştür İngiliz araştırmacı C T Newton burasını temizlemiş, ardından da sütunlar demir parmaklıklarla koruma altına alınmıştır Bu arada Ceride-i Havadis gazetesi bu eserlerin değerli olduklarını, koruma altına alınmalarının önemini halka duyurmuştur

Türkiye’deki ilk müzecilik hareketi olarak nitelenen bu çalışmalardan sonra eski eserlere olan ilgi gün geçtikçe önem kazanmıştır


Burmalı Sütun (Yılanlı Sütun) (Eminönü)

Constantinus (324-227) imparatorluğun çeşitli yerlerinden ve diğer ülkelerdeki bazı anıtları sökerek İstanbul’a getirmiştir Bunlardan biri olan Burmalı sütun (Yılanlı sütun) Hippodromun spinası üzerinde günümüze ulaşmıştır

Yunanistan’daki küçük krallıklar, memleketlerini istila eden Perslere karşı birleşerek Salamis (MÖ 480) ve Platea‘da (M:Ö: 479) kazandıkları zaferlerden sonra ellerine geçirdikleri savaş ganimetleri eriterek bir zafer anıtı yapmış ve bunu Delphi’deki Apollon mabedi önüne dikmişlerdir Bu anıtta birbirine sarılmış üç büyük yılan başları üzerinde altından bir kazanı taşıyordu Birbirlerine sarılmış, 8 metre yüksekliğinde, 29 boğumlu, içi boş anıtta yılanların başları 36-32 kıvrımdan sonra birbirlerinden ayrılarak üç ayrı yöne bakıyorlardıGövdeleri üzerine de savaşa katılan Yunan krallıklarının isimleri yazılı olup bugün bunlar yılanların kıvrımları üzerinde okunabilmektedir Platea savaşı kahramanı Sparta Kralı Pausanias önce buraya kendisinden söz ettiren bir kitabe yazdırmışsa da karşılaştığı tepki üzerine bunu sildirerek yerine krallıkların ismini yazdırmak zorunda kalmıştır

İmparator I Constantinos tarafından bu anıt İstanbul’a taşınırken üzerindeki üç ayaklı tütsü kazanı kaybolmuştur Günümüze yalnızca 530 m’lik kısmı ulaşan anıt, 650 m çapında 3 m derinliğinde, yanları duvarla örülmüş bir çukurun içerisindedir

Evliya Çelebi, bu anıtın İstanbul’u yılan, çıyan ve akreplerden koruma gibi bir özelliği olduğunu yazmıştır Söylentiye göre bir yeniçeri bu yılanlardan birisinin başını koparmış ve o günden sonra da İstanbul’da bu tür hayvanlar çoğalmıştır Kanuni Sultan Süleyman’ın nakkaşbaşısı Osman’ın Hünername (1550-1590) isimli eserindeki minyatürlerde XVI yüzyılda yılan başlarının ok hedefi olduğu da görülmektedir

Ayasofya’nın onarımını yapan G Fossati, toprak hafriyatı sırasında bu yılanlardan birisine ait üst çene parçası bulunmuş olup günümüzde İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ndedir


Constantininus Porphyrogenes Sütunu (Örme Sütun) (Eminönü)

Hippodromun ortasındaki spina üzerinde yer alan 32 m yüksekliğindeki bu sütun değişik ölçülerdeki taşların yontulmasıyla yapılmıştır VII Constantinus (911-959) bu sütunu tamir ettirmiş, üzerine de babası I Basileios’un (867-886) savaştaki başarılarını tasvir eden kabartmalarla kaplamıştır Mermer kaidesinin bir yüzünde “VII Constantinus Rodos şehrindeki dev abideyle rekabet edecek bir harika yaratmak istedi” yazılıdır Mermer kaidenin diğer yüzünde de altı mısralık bir başka Grekçe kitabe daha bulunmaktadır:

“Bu dört köşeli heybetli ve harika anıt, zamanla harap olmuşken, şimdi imparator Constantinus ile devletin şanı olan oğlu Romanos tarafından önceki görüntüsüne nispetle daha iyi duruma getirildi Rodos Kolosu harikulade idi, bu bronz anıt ise hayranlık yaratmaktadır

Günümüzde kesme taştan kütlevi bir görünümü olan dikilitaşın üzerindeki kabartmaların İstanbul’a Latinlerin yapmış olduğu istila sırasında söküldüğü, para basmak amacıyla eritildiği ileri sürülmüştür Aşağıdan yukarıya doğru daralan, bir zamanlar üzerindeki tunç küreyi taşıyan taşın üzerinde çivi ve kenet izleri açıkça görülmektedirTaşlar üzerinde burada yapılan müsabakaları izleyenleri güneşten koruyan tente ve çadırların makara ipleri de dikkati çekmektedir

Anıtın üzerindeki yazıtlardan, dikilitaşın MÖ IV-V Yüzyıllara tarihlendiği, zamanla harap olduğu ve imparator Constantinus ve sonra babasının yerine imparator olan II Romanos (959-963) tarafından onarıldığı anlaşılmaktadır

Prof Dr Semavi Eyice, dikilitaş ile ilgili farklı bir görüşü dile getirmiştir:
“Örme sütunun yüzeyine çakıldıkları anlaşılan kabartmalı tunç levhaların bu onarım sırasında konulduğu tahmin edilir Gerçek kaynağa dayanmayan bir söylentiye göre bu levhalar VII Contantinus’un dedesi Makedonyalılar sülalesi kurucusu I Basileios’un (867-886) başarılı iş ve savaşlarını tasvir eden kabartmalar vardı Yüzeyleri kabartmalı olsun veya olmasın altın kaplamalı bu levhalar, bilinmeyen bir dönemde sökülmüştür Yine bir söylenti levhaların şehrin IV Haçlı seferlerini düzenleyen batılı şövalyeler tarafından 1204-1261 arasındaki işgalleri sırasında söküldüklerini iddia eder; ancak hiç bir kaynak bu iddiayı kanıtlamaz”

Osmanlı döneminde Pierre Gilles örme sütunun detaylı bir tasvirini yapmıştır Ayrıca Beyan-ı Menazil-i Sefer-i İrakeyn-i Sultan Süleyman, Hünername ve Surname isimli minyatürlü yazmalarda da bu sütun görülmektedir

Sultanahmet Camisi’nin yapımından sonra yükselen toprak sevi yerinden ötürü bu dikilitaşın üç basamaklı, mermer kaidesi toprak altında kalmış ve 1856’da Charles Newton tarafından çevresi kazılarak parmaklıkla çevrilmiştir Bu arada da düşen taşların yerleri yenileri ile doldurulmuştur


Constantinus Sütunu (Çemberlitaş) (Eminönü)

Bu meydanı 328’de yaptırırken orada bulunan daha önceki dönemlere ait nekropolü toprakla doldurmuş ve zemini 15 m yükseltmiştir

İstanbul’un 1919-1923 Yıllarındaki işgali sırasında burada kaçak bir kazı yapılmıştır Bunun ardından CVett ile EMamboury tarafından yapılan araştırmada forumun döşemesi ile onun 5 m altında nekropolle karşılaşılmıştır

Dikilitaşın gövdesini oluşturan porfirden yontulmuş, silindirik, vişne çürüğü rengindeki taşlar Roma’dan getirilmiştir Sütun parçalarının uçları kabartma çelenkler biçiminde işlenmiş ve ek yerleri gizlenmiştir Yüksekliğinin 50 myi bulduğu iddia edilmişse de bugün 35x37 m arasında olup dört basamaklı bir kaide üzerine oturtulmuştur Bu sütunun Romalılar tarafından Frygia’dan getirilerek Roma’daki Apollon Mabedi önünde olduğu ve üzerinde de güneşi selamlar konumda Apollon’un heykelinin bulunduğu kaynaklarda yer almıştır İmparator Constantinus, taşın üzerine Güneş tanrısı Helios’u anımsatan kendi heykelini koydurmuş, başının etrafına da yedi sembolik çivi yerleştirmiştir Heykelin sol elinde üzerinde haç bulunan altın bir küre, sağ elinde de bir mızrak tutuyordu Heykelin Hıristiyanlığı vurgulaması için daha geç devirlerde üzerine bir kitabe konulmuştur:

“İsa, sen ki, dünyanın yaratıcısı ve sahibisin, senin olan bu şehre onunla birlikte Roma’nın asasını ve gücünü de sundum Onu bütün saldırılardan koru ve tehlikelerden kurtar

Bizans tarihçilerinden Kedrenos, bu heykelin Fidyas’ın Apollon heykeline benzediğini ileri sürmektedir Th Reinach ile R Janin, Hz İsa’nın heykelinde imparatorun halka hitap ettiği görüşündedir

İstanbul’u sarsan deprem ve yangınlardan bu dikilitaş büyük ölçüde etkilenmiştir Örneğin 418’de alttaki parçalardan biri yerinden düşmüş ve yıkılmasını önlemek amacıyla demir çemberler içerisine alınmıştır Ardından peş peşe gelen yangınlar taşları yakmış, heykelin elindeki mızrak 542 depreminde, diğer parçaları ile kürre 869 depreminde düşmüştür III Nikeforos Botaniates döneminde (1078-1081) yıldırım düşmüş, I Aleksios döneminde de (1081-1118) şiddetli bir fırtına heykel ile birlikte dikilitaşın üst bölümlerini devirmiş ve pek çok kişinin ölümüne neden olmuştur İmparator I Manuel Komnenos (1143-1180) anıtı yeniden tamir ettirmiş ve üzerine de korint üslubunda bir başlık ile tunçtan bir haç koydurmuştur Üzerine de “Zamanın sakatladığı bu kutsal eseri, dindar İmparator Manuel ihya etti” Kitabesini dikilitaşın çevresine çepeçevre yazdırmıştır Bizans’ın son dönemlerinde “Haçlı Anıt” olarak tanınan bu anıt ile ilgili olarak Semavi Eyice bir de Bizans inanışından söz etmektedir:

“Halkın inanışına göre, Türkler şehre girdiklerinde gökten bir melek inecek, anıtın dibindeki aciz bir adama bir kılıç vererek ona, bu kılıcı al ve Kurtarıcı’nın halkının intikamını al diyecek Bizanslılarda bunun üzerine Türkleri yalnız İstanbul önünden değil, tüm Anadolu’dan ta İran içlerine kadar püskürteceklerdi Bu hurafe halkı o derece inandırmıştı ki, Haçlı Anıt’ın ötesine geçtiklerinde her tehlikeyi atlatmış olduklarını sanıyorlardı

Osmanlı döneminde yangın ve depremlerden yine zarar görmüş ve çevresindeki demir çemberler yenilenmiştir Ayrıca sütunun kaidesi kesme taşlarla örülerek, yüksekliği 11myi bulan bir kılıf içerisine alınmıştır Sultan II Mustafa (1695-1703) yeni bir yangın geçiren taşı tamir ettirmişse de taşın kararmasından ötürü de halkın söylediği “Yanık Taş” tabiri kaynaklara geçmiştir Bu nedenle günümüzde taş kaide üzerinde, silindirik porfir parçalarından yalnızca 6’sı ile korint başlığının bir parçası görülebilmektedir Yakın tarihlerde kaide içerisinde kutsal eşyaların saklandığı küçük bir odadan söz edilmiş ve Hzİsa’nın çarmıhının bir parçasının burada olduğu iddia edilmiştir


Marcianus Anıtı (Kıztaşı) (Fatih)

İstanbul’un fethinden sonra kurulan ilk Osmanlı mahalleleri arasında “Kıztaşı Mahallesi” olarak ismi geçmiştir Uzun süre Saraçhanebaşı’nda Yeniçeri odalarında bir evin bahçesinde kalan bu anıt bütün çevreyi yakan Çırçır yangınından (23 Ağustos 1908) sonra yeniden yapılan düzenleme sonunda ortaya çıkarılmıştır

Bizans kaynaklarının yeterince değinmediği bu anıtı şehir valisi Tatianus Decius, İmparator Marcianus (450-457) onuruna 450-452 yıllarında diktirmiştir Anıtın kitabesinde yalnızca Tatianus’un ismi bulunuyorsa da tarihi belirtilmemiştir Ancak Sanat Tarihçisi J Kollwitz 452 tarihi üzerinde durmuştur

Marcianus Anıtı’nın kaidesinde Nike heykelinin bulunuşundan ötürü halk arasında Kıztaşı olarak tanınmıştır Ancak Bizans devrinde Beşinci Tepe’ye dikilen ve Süleymaniye Camisi’nin yapımında yıkılan, bir başka anıta da bu isim verilmiştir

Marcianus Anıtı üç kademeli Aphrodite’nin heykelinin bulunduğu bir platformdaki mermer kaidenin üzerindedir Bugün kaidenin altındaki kademeler toprak altında kalmıştır Korint mermerinden, 2,35 m yüksekliğindeki kaide mermer kabartmalarla süslenmiştir Üç cephede de birbirinin eşi olan kabartmalarda defne yapraklarından oluşmuş bir çelenk içerisinde Hz İsa’nın monogramı olan “I” ve “X” harfleri bulunmaktadır Kaidenin kuzey cephesinde de simetrik konumda iki Nike figürü yuvarlak bir madalyonu taşımaktadır Bugün yalnızca harflerinin yuvaları kalmış Latince bir kitabede sütunun Marcianus için Tatianus Decius tarafından dikildiği belirtilmiştir Sütun 875 m yüksekliğinde olup Roma-Korint üslubunda bir başlıkla sonuçlanırsa da, bu kısım 1894 depreminde hasara uğramıştır Marcianus’un heykelinin ne zaman yıkıldığı bilinmemektedir Salzanberg ve Kondakoff gibi sanat tarihçiler korint başlığının üzerinde gördükleri bir heykel kaidesine değinmişlerdir Prof Dr Semavi Eyice, İtalya kıyılarında bulunan Barletta heykelinin buraya ait olacağına işaret etmektedir Ayrıca R Delbrueck’de bu heykelin İmparator Marcianus’a ait olduğunu ileri sürmektedir Üslup ve teknik olarak V yüzyıla tarihlenen 5 m yüksekliğindeki bu heykel Bari’de St Scpolone’dedir


Arcadius Sütunu (Fatih)

Bizans’ın 12 bölgesi olarak nitelenen 7 tepenin üzerindeki Arkadius forumunun ortasındadır Günümüzde Cerrahpaşa’da Haseki Kadın Sokağı’nda bir evin bahçesinde yalnızca kaidesi bulunmaktadır

Anıtın bulunduğu alana kuru toprağından ötürü Bizanslılar Xerophos ismini yakıştırmışlardır Arcadius forumu kısa bir süre sonra “Forum Teodosiacum” ismini almışsa da sonra yeniden eski ismine dönülmüştür

Tarihçi Teofanes başta olmak üzere Bizanslı tarihçiler İmparator Arcadius’un (395-408) Barbarlara karşı kazandığı zaferleri ebedileştirmek için bu anıtın yapıldığını belirtmişlerdir Arcadius zamanında sütunun yapımına başlanmış ve oğlu II Theodosius (408-450) tarafından tamamlatılmıştır Sütunun üzerine Arcadius’un heykeli konulmuş ve Temmuz 421’de açılışı yapılmıştır

Arcadius sütunu dört köşe bir kaide üzerinde 35 m yüksekliğindedir Ayrıca altında 9 m yüksekliğinde, kayalardan oyulmuş kare şeklinde bir mekan bulunmaktadır P G İnciciyan, sütun içerisinde 223 basamaklı taş bir merdiven olduğunu, üzerinde de bir balkon ile imparator heykelinin yer aldığını söylemektedir

Arcadius sütunun gövdesi benzeri Roma anıtlarında olduğu gibi boş yer bırakılmamacasına kabartmalarla süslenmiştir Bu bezemeler kaide de yatay, gövdede ise spiral olarak yapılmıştır Burada Arcadius’un Gotlara karşı kazandığı zaferler dile getirilmişse de günümüze bunlarla ilgili hiç bir kalıntı gelememiştirBu sütunla ilgili bütün bildiklerimiz yalnızca eski resim ve bu kabartmalarda uçar durumda elindeki çelenk ile zafer tanrıçası Nike, yenik durumda Barbarlar ve ele geçen ganimetler en ince ayrıntısına kadar anlatılmaya çalışılmıştır Ayrıca askerlerin kalkanları üzerine de Hz İsa’nın monogramları ile haç motifleri işlenmiştir Kaide ile gövdenin birleştiği yerde de çelenk ve dal motifleri bulunmaktaydı

İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde bulunan ve 1874’de Davutpaşa İskelesi civarında denizden çıkarılan, üzerinde savaş sahneleri olan kabartmaların Arcadius sütununa ait olduğu iddia edilmiştir Oldukça aşınmış olan bu kabartmalar üzerinde üç asker ile bu atın sağrısı ve arka ayakları görülmektedir Başlarında miğferleri olan kısa tunikli askerler kılıç ve kalkanları ile önlerindeki bir hedefe doğru yürümektedirler G Mendel’in sözünü ettiği böyle bir sahne Geoffroy’in çizdiği sütunun yedinci şeridine uymaktadır Ne var ki sütunun bulunduğu alanda bu sütunun evler arasında kalışından ötürü herhangi bir kazı yapılamadığından kesin bir yargıya varmak çok güçtür

Arcadius sütunu Iustinianus (527-563) zamanındaki depremde bazı parçaları kopmuş, 549 yılındaki şiddetli fırtınadan etkilenmiştir Üzerindeki heykel de 740 depreminde devrilmiştir Sultan III Ahmet (1703-1730) zamanına kadar ayakta kalan sütun, deprem ve yangın gibi felaketlerde çevresine tehlikeli olacağından ötürü yıktırılmıştır Ord Prof Dr A Süheyl Ünver, Veliyüddin Efendi kütüphanesinde bir derginin köşesinde “iptidai hedmi dikilitaş” der Kurbi Cerrahpaşa fi 10 şavval 1123 (1711) kenar yazısına rastlamıştır Bu kenar yazısı sütunun XVIII yüzyıl başlarına kadar ayakta durduğunu belgelemektedir Onun yanı sıra 1711’de memleketine dönen Aubry de Lan Motraye, bir kazaya meydan vermemesi için kendisi İstanbul’dan ayrıldıktan sonra, yıktırıldığını yazmıştır

Bizanslılar bu sütunun üzerindeki kabartmalarda bazı gizli kuvvetler olduğuna inanmışlardı Evliya Çelebi de bu sütunu bazı inanışlarla bağdaştırmıştır Osmanlılar zamanında İstanbul’un çeşitli yörelerinin havasını araştırmak için yüksek yerlere koyun ciğerleri asılır, en geç bozulan yerin daha sağlıklı olduğuna karar verirlermiş Nitekim bu sütuna asılan ciğer diğer yerdekilere göre çok daha geç bozulurmuş Gerçekten de Cerrahpaşa Hastanesi ve özellikle hastanenin Göğüs Hastalıkları Pavyonu bu taşın hemen yanı başında kurulmuştur


İstanbul’da Günümüze Ulaşamayan Dikilitaşlar

Bizanslılar kazandıkları zaferleri veya imparatorlarının isimlerini kendilerinden sonraki nesillere tanıtmak amacıyla yaptıkları anıtlardan bazıları da günümüze ulaşamamıştır Bunlardan bazılarının isimlerini ve yerlerini kaynaklardan veya eski çizimlerden öğrenebiliyoruz

Veronalı Onophrinus, Hippodromda günümüze ulaşanların dışında spina üzerinde yedi sütunu daha çizmiştir İmparator I Iustinianus’un (527-565) heykelini taşıyan bir sütun da Augusteon Forumu’nun ortasında bulunuyordu Bazı kaynaklar bu sütunun XVII Yüzyılın ortalarına kadar ayakta kaldığını belirtmişlerdir Ayrıca I Constantinus’un annesi Augusto Helena’nın heykeli, ismini ebedileştirmek için Dafne Sarayı yakınında bulunuyordu Augusteon Forumu’nda bulunan ve günümüze ulaşamayan bir başka dikilitaş ta Ayasofya’nın batısındaki senato binasının karşısına İmparator I Leon (457-474) anısına dikilmiştir Vali Marcillus, İmparator Arcadius’un karısı Aelia Eudoxia anısına senatonun önüne porfir bir sütun üzerine gümüşten bir heykelini yaptırmıştır Eudoxia heykeli VI Yüzyıla kadar yerinde kalmış, İmparator Iustinianus zamanında yerine İmparatoriçe Theodora’nın heykeli konulmuştur Gümüş Eudoxia anıtının kaidesi 1848’de rastlantı sonucu bulunmuş olup bugün Ayasofya Müzesi’nin avlusunda bulunmaktadır Üzerindeki dört satırlık manzum kitabede “Burada hükümdarın hukuk işlerini görüştüğü yerdeki bu porfir sütuna ve gümüşten imparatoriçeye bakAdının ne olduğunu öğrenmek ister misin? Eudoxia’dır Bunu diktiren kimdir? Büyük konsüller soyundan mükemmel şehir Profokhos’u Simplikos” yazılıdır Kaidenin diğer yönündeki Latince yazıtta ise “Şehir Profokhos’u Clarissimus Simplicius’dan Hükümdar Aelia Eudoxia” sözleri okunmaktadır

Alıntı Yaparak Cevapla

İstanbul Hakkında Bilgi

Eski 08-14-2012   #18
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İstanbul Hakkında Bilgi



İstanbul Sarnıçları

İstanbul Sarnıçları
İstanbul içerisinde bir şehrin ihtiyacını karşılayacak kadar akasu bulunmamasından ötürü, şehrin suyu batıdaki Pınarhisar mevkinden Romalılar tarafından kanallar ve kemerler aracılığı ile getirilmiştir Romalıların yapmış olduğu tesisler Bizans tarafından da kullanılmıştır Ancak bunların ne şekilde ve ne zamana kadar kullanıldığı konusunda tarihi kaynaklarda yeterli bir bilgi bulunmamaktadır Buna rağmen İstanbul'un ilk su yollarının MS123 yıllarında Roma İmparatoru Hadrianus zamanında yapıldığı ve Constantinius I tarafından da geliştirilmiş olduğu da kabul edilmektedir
İstanbul'da Bizanslılar kent dışından gelen suları açık ve kapalı sarnıçlarda toplamışlardır Bunun da nedeni kentin su gereksiniminin karşılanması kadar, çeşitli kuşatmalarda da yararlanmak içindir
Günümüzde halk arasında Çukurbostan ismiyle anılan açık sarnıçlar surların dışındaki kaynaklardan gelen suların toplandığı ve şehre dağıldığı bir nevi havuzlar olarak nitelendirilir Burada toplanan sular, hem dinlendirilir hem de onlardan yararlanılır Burada toplanan suların duvarlara olan basıncını azaltmak için daha çok şehrin yüksek noktalarındaki çukur yerlere yapılmışlardır Roma yapım tekniğine göre yapılan açık sarnıçların duvarları blok taşlar, tuğla ve horosan harçlarla kuvvetlendirilmiştir Günümüze bu sarnıçlardan Aspar, Aitius, Hogios Mokios ve Hebdemon Sarnıcı ulaşabilmiştir
Bizanslıların açık sarnıçları kentin konumu itibariyle her yerde yapılamadığından su ihtiyacını kapalı sarnıçlarla da sağlamışlardır Bu sarnıçlardan büyük bir kısmı hiçbir iz bırakmadan yok olmuşsa da büyük çoğunluğu ayakta ve kullanılmaktadır Kapalı sarnıçlar genellikle dikdörtgen veya kare plan şeklindedirler Bunların üzerleri taş duvarlara dayanan sütunların taşıdığı tuğla kemerler ve tonozlar aracılığı ile örtülmüştür Bu tür sarnıçlar bir takım yapıların altında bulunarak onlara ve halka su sağlamışlardır Ancak, bu tip sarnıçları Bizanslıların mahzenleri ile de karıştırılmamalıdır
İstanbul Açık Sarnıçları:
Aspar Sarnıcı (Fatih)

Yavuz Sultan selim Camisi’nin güneybatısında, Sultan Selim ve Yavuz Selim Caddeleri arasında uzanan bu sarnıca Bizans kaynakları, kare bahçe anlamına gelen “Xerokipion” ismini vermişlerdir

Sarnıç, Leon I (457-474) zamanında Bizans İmparatorluğu’nun hizmetine giren got generali Aspar tarafından inşa edilmiş ve bundan dolayı da onun ismiyle tanınmıştır Aspar, 471’de Leon I’in emriyle idam edildiğinden, sarnıcın inşa tarihini bundan daha evvelki bir tarihe, büyük olasılıkla 459 veya 460 yıllarına indirmek mümkündür

Bizans kaynaklarına göre, bu sarnıcın civarında Manuel Sarayı, Kaiouma ile St Théodosie ailesinin manastırları bulunmaktadır

Aspar sarnıcının yeri hakkında, dört ayrı fikir ileri sürülmüştür

Chevalier, Andéossy ve Déthier, bu sarnıcın Bodrum Cami yakınında bulunduğunu iddia ederler Fakat bu fikrin kabul edilmesi olanaksızdır Zira, “Chronicon Paschale” de buna uygun en ufak bir işaret dahi yoktur Constantios, AMPaspati, MGédéon, Mordmann, Straygowski, AVMillingen ise sarnıcın tamamiyle Konstantin sur duvarına dayandığını kabul ederler Nihayet Siderides, sarnıcı Sivaslı Toklu Dede Mescidi’nin yanında gösterir

Aspar sarnıcının İstanbul’un beşinci tepesi üzerinde, Sultan Selim Camii yanındaki Çukurbostan’da olması kuvvetle muhtemeldir Yapının mimari özelliği itibariyle de buradaki manastıra ve özellikle Konstantin suruna bitişik olduğu görülmektedir

Aspar sarnıcı, bir kenarı 152 m Uzunluğunda olmak üzere dikdörtgen bir plan şeklindedir Derinlik aslında 1080 metre olmasına rağmen, zeminin zamanla toprakla dolmasından, bugünkü derinliği 820 metredir Duvar kalınlığı 520 metredir ve burada beş tuğla ve beş taş dizisinden meydana gelen bir mimari teknik kullanılmıştır

Sarnıcın iç cephesinde rastlanan kemer izlerinden, vaktiyle üzerinin kapalı olduğu düşünülmüşse de bu pek yerinde bir düşünce değildir

Aspar sarnıcı, Bizans’ın son döneminde önemini kaybederek kurumuştur Nitekim 1540 yılında İstanbul’a gelen PGylles, burasının bahçe halinde olduğunu belirtmektedir

Fetihten kısa bir süre sonra, içerisinde yapılan evler ve XVIYüzyılın ikinci yarısında ilave edilen bir cami ile sarnıç, bir çeşit mahalle halini almıştır Günümüzde de bir yerleşim yeri konumundadır


Aetius Sarnıcı (Fatih)

Karagümrük’te bugünkü Vefa Stadyumunun bulunduğu yerdeki Aetius Sarnıcı’nın ismine Bizans kaynaklarında sık sık rastlanmaktadır Aetius, İmparator Theodosius II (408-450) zamanında şehir prefectusu (Valisi) olmuş ve Comte Marcelline göre 421 yılına doğru da bu sarnıcı yaptırmıştır

Sarnıç, Bizans kaynaklarından öğrenildiğine göre; Prodrome de Petre, Romains ve Mara manastırlarına komşu olup, aynı zamanda Andrinople kapısı yakınındadır

Anıtsal olduğu kadar o derecede de büyük bir sarnıç olan Aetius, 244x84 metre ölçülerinde dikdörtgen planlıdır Derinliği tahminen 13 ile 15 metre, duvar kalınlığı ise 520 metredir Bugün sarnıç iyi durumda olup, sadece güneydoğu cephesi bozulmuş ve buraya Vefa kulübünün binası yapılmıştır Diğer uzun kenarına ait duvar kalıntılarından, yapı malzemelerinin üst üste sıralanan dört dizi tuğla ile on dizi küçük moloz taş olduğu anlaşılmaktadır

PGylles, 1540 yılında burasının kurumuş bir halde olduğunu ve bundan dolayı da kullanılmadığından bahsetmektedir


Hagios Mokios Sarnıcı (Fatih)

Bu sarnıcın bazı kaynaklarda sözü edilen ve kesin olmayan bilgilere rağmen, İmparator Anastasius I (491-518) tarafından yaptırılmış olması gerekmektedir İstanbul’un en büyük sarnıçlarından olan Hagios Mokios, hekimoğlu Ali Paşa Cami civarında, Köprülüzade, Gökalp, Sırrı Paşa sokakları ve Cevdet paşa Caddesi ile çepeçevre kuşatılmıştır

Likos (Bayram Paşa Deresi), Kara ve Marmara surlarından meydana gelen üçgene hakim tepe üzerinde kurulan sarnıç, ismini güneydoğusunda inşa edilen Ortodoks Hagios Mokios Kilisesi’nden almıştır 170x147 metre ölçülerinde, dikdörtgen plan şekli göstermektedir Zemin toprak ile dolduğundan derinliği kesin olarak tespit edilememekle birlikte 12 ile 15 metre derinlikte olduğu sanılmaktadır

Sarnıcı kuşatan tuğla hatıllı taş duvarlar 6 metreyi bulmakta ve ayrıca iri taş bloklardan yapılan bu duvarların ortalarından iki kalın silme geçmektedir

Bugünkü durumunda kısmen bostan olarak kullanılan sarnıcın içerisinde bir kuyu ve çeşitli gecekondular bulunmaktadır


Hepdemon Sarnıcı (Bakırköy)

Hepdemon Sarnıcı, veliefendi Hipodromu’nun kuzeyinde kara surlarındaki Altınkapı’ya 2 km mesafede ve Bakırköy yolunun sağ tarafında yer almaktadır

İstanbul surlarının dışında kalan ve yapım tarihi kesin olarak tespit edilemeyen bu sarnıcın VIII Yüzyıla ait olması ihtimal dahilindedir Sarnıç, Bakırköy’e yakın Hieria Sarayı ile Campes kışlasının su ihtiyacını karşılamakta idi

Hebdemon Sarnıcı, 127x76 metre ölçülerinde, dikdörtgen plan arz etmektedir Derinliği 11 metre olan sarnıcın duvarları kuzey ve güney yönlerinde 4 metre, doğu ve batıda ise 7 metredir Ayrıca da duvarlar dışarıdan helezonlu bir sistem vasıtasıyla daha da sağlamlaştırılmış olup, yapı malzemesini 5 sıra tuğla ile 2 sıra kaba yontma taş meydana getirmektedir Sarnıcın üst kısmı bugün tamamen toprak ile aynı seviyededir

Fetihten sonra, Türk devrinde, burası padişahın fillerinin ahırı olarak kullanılmış ve bu yüzden “Fil Damı” (fil evi) adıyla günümüze kadar gelmiştir Sarnıç halen özel bir şahsın bostanı olarak kullanılmaktadır


İstanbul Kapalı Sarnıçları:

Philoxenus (Binbirdirek) Sarnıcı (Eminönü)

Hipodromun güneybatısında yer alan Philoxenus sarnıcı’nın ismi ile yapım tarihi üzerinde birbiri ile tamamen çelişkili fikirler ortaya atılmış ve dolayısı ile araştırmacılar bu konuda anlaşamamışlardır

Roma’nın ikiye ayrılmasından sonra, Konstantin I Bizans’ın İmparatorluğunu İstanbul’da kurduğu zaman, ayândan 12 kişi onunla birlikte gelmiş, bu 12 kişiden biri olan Philoxenus, eski Roma surlarının bulunduğu yerin yakınında kendi sarayını yaptırmış ve bunu geniş bir sarnıç ile tamamlamıştır Sarayının hipodromdan, imparator sarayından daha yüksek ve denize nâzır olabilmesini sağlamak için sarnıcın irtifasını oldukça yüksek tutmuştur

CDiehl, sarnıcın Iustinianus zamanında (518-527) yapıldığı düşüncesindedir Nitekim, iç kısımlarda rastlanan üzeri damgalı tuğralar bu döneme aittir

Sarnıç, EMaumbory’nin ileri sürdüğü gibi Konstantin döneminde Philoxenus tarafından yaptırıldığı ve Iustinianus zamanında da tonarılarak genişletilmiş olması kuvvetle olasıdır Böyle düşünüldüğü takdirde, Philoxenus sarnıcını 306-337 yılları arasına tarihlendirmek daha doğru olacaktır

Philoxenus Sarnıcı, 64x56 metre ölçülerinde bir plan arz etmekte olup, 3000 m2’den daha fazla bir mekâna sahiptir İçerisinde her biri 14 sütundan meydana gelen 16 sıra halinde 224 mermer sütun bulunmaktadır Burada iki ayrı sütunun üst üste bindirilerek kelepçelenmesi özel bir konum olarak karşımıza çıkmaktadır Birbirlerinden 375-380 metre uzaklıklarda yer alan sütunların başlıkları da birbirlerinden farklı olup, kaba bir işçilik gösterirler Çoğunun üzerinde de taş yontucuların imzaları bulunmaktadır

Sarnıcın köşeleri yuvarlatılmış olan duvarlarının kalınlığı 290 metredir Bunların üzerleri sıvanmış olup, yer yer de taş levhalarla kaplanmışlardır Bugünkü zeminden 15 metre aşağıda olan sarnıca taş bir merdivenle inilmekte, üst kısma da havalandırma delikleri açılmıştır

Bu sarnıç, Bizans’ın son devirlerinde terk edilmiş, İstanbul’un fethinden sonra Sultan IVMurad döneminde Tayyarzade ve Fazlı Paşa’ların konakları bunun üzerine yapılmıştır XIXYüzyılın sonlarından itibaren burası iplik ve dokumacılar tarafından kullanılmış, bir süre çevrede kurulan pazarın ambar yeri olmuştur Yakın tarihlerde özel bir kuruluş tarafından yeniden düzenlenen ve restoran-kafe haline getirilen sarnıç günümüzde bu işlevini de sürdürememiş, yeterince ilgi görmemiştir


Basilika Sarnıcı (Yerebatan Sarayı) (Eminönü)

Kapalı Bizans sarnıçlarının en büyüğü olan ve toplumda “Yerebatan Sarayı” diye isimlendirilen Basilika Sarnıcı, Ayasofya’dan Cağaloğlu’na giden cadde üzerindedir Tarihi kaynaklar bu sarnıcın ilk defa IConstantinus tarafından yapıldığını, sonraki yıllarda da Iustinianus tarafından genişletildiğini belirtmektedir Yine kaynaklardan, sarnıcın üzerinde yüksek bir kaide üzerinde HzSüleyman’ın bronz heykelinin bulunduğu ve İmparator Vasil (867-886) tarafından kaldırılarak eritildiği ve yerine kendi heykelinin konulduğunu öğreniyoruz

Bu sarnıç, yakınındaki İllius Basilikası’ndan ötürü Basilika Sarnıcı ismiyle tanınmıştır Buradaki sular, Bozdoğan ve Malova kemerleri aracılığı ile Eğrikapı su dağıtım merkezinden gelmektedir Sarnıcın plânı IDünya savaşı sırasında Alman denizaltıcıları tarafından çıkartılmıştır Buna göre sarnıç, 140 x 70 metre ölçüsünde olup, 9800 m2’lik bir alanı kaplamaktadır İçerisinde beşer metre yüksekliğinde, her dizide 28 tane olmak üzere 12 sütun dizisi bulunmaktadır Birbirlerinden dörder metrelik aralıklarla sıralanan bu 336 sütunun arasında bazı devşirme mimari parçalara da rastlanmaktadır Sütunlar üzerinde korint tarzının bozulmuş şekli olan kompozit başlıklar bulunmaktadır

Sarnıcın üst örtü sistemini, düzgün kemer ve tonozlar meydana getirmektedir

1544-1550 yıllarında PGylles, sarnıç içerisinde oldukça büyük balıkların dolaştığından bahsetmektedir

Abdülmecid döneminde (1823-1861) sarnıcın üzerindeki ağırlığı taşıyabilmesi için güneybatı cephesine bir duvar yapılmış ve bu nedenden uzunluğuna 18, genişliğine de 5 sıra sütun bunun arkasında kalmıştır Bundan sonra, sarnıcın üzerindeki alanda bir çok binalar yapılmış, ancak Cumhuriyet döneminde bu binalar kaldırılarak yeşil alan haline getirilmiştir İstanbul Belediyesi’nin son yıllarda yapmış olduğu onarım sırasında sarnıcın içerisi tamamen temizlenmiş ve tabanının muntazam tuğla ile döşeli olduğu görülmüştür Bu onarım sırasında sarnıcın güneybatı köşesinde, geç dönemde yapılan dolgu duvarının arkasındaki sütunların kısa gelen gövdelerini yükseltmek için bunların altına kaide olarak Roma dönemine ait mermer bir anıtın parçalarının konulduğu görülmüştür Bunlar Medusa veya Gorgo başları olup, Geç Antik Çağda İstanbul’daki bir anıtı süslüyordu
Fatih Cami Avlusunda Bulunan Sarnıç (Fatih)

Fatih Cami külliyesinden Karadeniz baş ve orta kurşunlu medreseleri arasında, kapıya yakın bir yerdeki mevcut çukur açıldığı zaman burada meydana çıkan bodrumun Bizans dönemine ait sarnıçlardan biri olduğu anlaşılmıştır

Sarnıcın bugünkü Fatih Camisi’nin bulunduğu yerde, vaktiyle Konstantin I (303-337) zamanında imparator ve patriklerin defni için yapılan Havarium Kilisesi müştemilatından olduğu sanılmaktadır

Havarium Kilisesi, İmparator Iustini,anus döneminde (518-527) harap olduğundan, tarihçi Prokopios’a göre onun tarafından, tarihçi Zonaras ile din kitaplarına göre de, İmparatoriçe Theodora’nın yakın ilgisiyle yeniden tamir ve inşa edilmiştir

Bu duruma göre, sarnıcın ilk yapısının Konstantin I zamanına ait olduğu düşünülürse de, yapı tarzı daha çok Iustinianus dönemi özelliklerini bünyesinde toplamıştır Sarnıcın içerisinde kaideleri gövdelerine nispetle daha kalın 43 adet sütun bulunmaktadır Henüz çözülememiş bir konu olmakla birlikte, ana mekânın, bir duvar yıkıntısı ile tamamen yıkılan kuzeybatı yönünde devam etmesi büyük olasılıklıdır

Su geçmez horasan harç ile kaplanmış moloz taş duvarlı sarnıcın üst örtü sistemini sütunlar üzerine atılmış kemerlere istinat eden tonozlar meydana getirmektedir Aynı zamanda bu kemerler üzerinde o zamanlar destek amaçlı kullanılmış ahşap gergilerin, çürümüş olmalarından dolayı sadece izleri günümüze gelebilmiştir


Eşrefiye Sokağı Sarnıcı (Eminönü)

Philoxenus Sarnıcı (Binbirdirek) yakınındaki Eşrefiye Sokağı’nın köşesinde bulunan bu su haznesinin Bizans kaynaklarında gerçek ismine rastlamak mümkün değildir

Sarnıcın yapı tarzı, Iustinianus’dan daha erken bir tarihe işaret etmekle beraber, bu bölgede bazı yapı çalışmalarında bulunan Theodosius I’in (378-395) dönemine ait olduğunu düşünmek daha doğru olacaktır

Batısındaki bir kapıdan merdivenler ile içerisine girilen sarnıcın güneyi kısmen zemin seviyesinde bulunmasına rağmen toprak ile örtülü kuzey yönünün üzerine zamanla çeşitli binalar yapılmıştır Ana mekânı 43x25 m Ölçülerinde dikdörtgen plan arz eden sarnıcın üst örtüsünü her sırada dörder tane olmak üzere 8 dizinin meydana getirdiği 32 sütunluk bir sistem taşımaktadır Gövdeleri kaba bir işçilik gösteren sütunların ortalama çapları yaklaşık 080 metredir Başlıklar ise kısmen korint, kısmen de basit impostlantlardandır Burada dikkati çeken, kemer ayaklarında üst kısımların daha dar ve yan satıhların bir bıçak gibi keskin köşelerden ibaret olmasıdır

Tamamen tuğladan yapılan ana mekân duvarlarında 005-006 metre kalınlığında yine tuğla silmelerin bir takım yatay hatlar meydana getirdiği görülmektedir



Aspar’ın (Sultan Selim Çukurbostanı) Yakınında Bulunan Sarnıç (Fatih)

Aspar Sarnıcının güneydoğusunda, sağ taraftaki sokağın içerisinde yer alan bu su haznesine, daha sonra açılan bir kapıdan girilmektedir Sarnıcın yapı tekniği incelenecek olursa, Iustinianus’dan daha önceki yıllara ait olduğu anlaşılmaktadır Buna göre de Theodosius I dönemine (378-395) tarihlendirmek gerekmektedir

Sarnıç, 29x19 metre ölçülerinde dikdörtgen plana sahiptir İç kısmında birbirlerinden düzgün ve belirli aralıklarla ayrılmış 28 sütun yer almaktadır Sütunların birkaç tanesi granit olmasına rağmen çoğunluğu beyaz mermerdendir Tuğla temeller üzerine oturan bu sütunların ortalama çapları 050 ile 060 metre arasında değişmekte, başlıklarının da korint tarzında olduğu görülmektedir Ayrıca başlıkların taşıdığı tuğla kemer ayaklarından birkaç tanesi üzerinde, haç monogramları ile akantus dizilerinin bulunduğu da dikkati çekmektedir Sarnıcın ana mekânının üzeri tuğladan yapılmış kiçik ölçüde kubbeler ile örtülüdür

Zemin çok düzgündür ve duvarların üzeri çok ince bir sıva tabakası ile kaplanmıştır Bu tabakanın altı altında ise, 10 sıra tuğla ile 3 sıra moloz taş dizilerinin duvarları meydana getirmektedir Üst kısımlarda bulunan 120 ile 150 metre genişliğindeki çeşitli pencereler de sarnıcın içerisinin kısmen aydınlanmasını sağlamaktadır

Bugün boş ve metrûk bir durumda olan sarnıcı bir süre iplik bükücüler kullanmışlardır


StJean Stadion (İmrahor Cami) Sarnıcı (Fatih)

StJean Stadius tarafından 463 yılında yaptırılan aynı isimdeki kilisenin arkasında yer alan sarnıç, burada yaşayan din adamlarının ihtiyacı olan suyu temin etmek amacıyla yaptırılmıştır

Sarnıç, 26x19 metre ölçülerinde olup, içerisinde birbirlerinden dörder metrelik aralarla 24 sütun bulunmaktadır Ortalama çapları yarım metreyi aşan bu granit sütunların başlıkları birbirleri ile karşılaştırılacak olursa, yapılışlarında bazı uyumsuzluk olduğu da dikkati çekmektedir Başlıklar üzerine oturan kemer ayakları, sarnıcın üst örtüsünü meydana getiren küçük kubbelerin dayandığı pandantifler oturmaktadır

Beden duvarlarında esas yapı malzemesi yuğladır Ayrıca kuzey yönünün yanlara göre dik olmayışı, sarnıcın yapımında kilise temellerinin göz önüne alındığını göstermektedir Duvarlar üzerinde sıralanan ve ana mekânı çok iyi aydınlatan pencereler, dekoratif tuğla kemerler ile çerçeveler içerisine alınarak daha güzel bir duruma getirilmiştir

Günümüzde gayet temiz ve bakımlı olan StJean Station Sarnıcı özel şahısların elinde bir imalathane olarak kullanılmaktadır


Gülhane Parkı Sarnıcı (Eminönü)

Gülhane Parkı’nın 1913 yılındaki düzenlemesi sırasında burada bulunan bazı antik kalıntılar dikkati çekmiş, dönemin Müze-i Hümayun’undan alınan izin ile KWulzinger ve EUnger bunları araştırarak bir makale ile tanıtmışlardır

Arkeoloji Müzesi’nin kuzeybatısında Gülhane Parkı içerisindeki Sarayburnu’na giden yolun üzerinde ortaya çıkarılan bu sarnıç, 18x12 metre ölçülerinde dikdörtgen bir plana sahiptir Hangi yapıya ait olduğu ve ne amaçla kullanıldığı hakkında kesin bir bilgi olmamakla birlikte, burada bulunan bir tesisin suyunu sağladığı sanılmaktadır

Sarnıcın yapı tekniği Iustinianus’dan daha önceki bir tarihe işaret ettiğinden, VYüzyılda yapıldığı sanılmaktadır Ana mekân, dörder sütunlu 3 dizi ile dört nefe bölünmüştür Duvarları tuğladan, sütunları mermerdir Üst örtü sistemi ise bu sütunların taşıdığı kemerler üzerine oturan yuvarlak küçük kubbeler meydana getirmektedir

Gülhane parkı sarnıcı çok iyi durumda olup, günümüzde akvaryum olarak kullanılmaktadır


Stİren Kilisesi’nin Güney-doğusundaki Sarnıç (Eminönü)

Topkapı Sarayı Bab-ı Humayun kapısını geçince hemen solunda ortaya çıkarılan sarnıç, Ayasofya hazine binasının yakınına kadar uzanmaktadır Bu sarnıcın Iustinianus devrine ait olduğu sanılmaktadır Günümüze son derece iyi bir durumda gelen sarnıç, 54x13 metre ölçüsündedir Sarnıç içerisinde rastlanan eskiden kalma elektrik tesisatı ve iskele kalıntıları StEirene’nin Askeri Müze olduğu sıralarda kullanıldığını göstermektedir

Bu sarnıcın suyunun Belgrat Ormanlarından Valans Su Kemeri (Bozdoğan Kemeri) aracılığıyla geldiği sanılmaktadır Basilika Sarnıcı (Yerebatan Sarayı) yakın benzerlikleri bulunmaktadır Uzun dikdörtgen bir bölüm ve bununla bağlantılı kare mekân adeta bir L harfi şeklinde bir plan düzeni göstermektedir Topkapı Sarayı’nın sur duvarları bu sarnıcı ikiye bölmüştür Dikdörtgen bölümün içerisinde her sırada 13’er tane olmak üzere 3’er sütun dizisi bulunmaktadır Kuzeybatıdaki kare mekânda ise 3’er sütunluk 3 dizi daha vardır Buradaki granit sütunlar 350 metre yüksekliğinde olup, Bizans dönemine tarihlendirilen başlıklara oturan pandantiflerle üst örtüyü taşımaktadır Duvarları kalker taşındandır ve bunların üzeri de ince bir sıva tabakası ile kaplanmıştır Üst örtünün bütünü çapraz tonozlardan oluşmuştur


Unkapanı Sokağı Sarnıcı (Fatih)

Günümüzde evlerin altında kalan bu sarnıcın üzerinde Osmanlı döneminde Pirî Mehmet Paşa Medresesi bulunuyorduSarnıca Fil Yokuşu’ndaki Devirhan Çeşmesi Sokağı’ndaki bir ev ile Pantaokrator Kilisesi (Zeyrek Cami) altındaki çıkmaz bir sokaktan girilmektedir

Bu sarnıcın, İmparator Marcionus (582-602) tarafından yaptırıldığı ileri sürülmüşse de PhForcheimer, yapı üslubuna dayanarak İmparator Iustinianus I (518-527) tarafından yaptırıldığını ileri sürmektedir

Kuzeyden birkaç basamaklı merdivenle inilen sarnıç 50x15 metre ölçüsünde dikdörtgen bir plân düzeni göstermektedir Orta kısmında ikişer sütunun oluşturduğu 4’lü sıranın her birinin ortasında yine ikişer sütunlu 2 sıra bulunmaktadır Sütunlar 085 metre yüksekliğinde dikdörtgen kaideler üzerine oturtulmuştur Başlıkları ise Bizans mimarisinin erken dönemlerine tarihlenmektedir

Zemini çamur ile kaplı olan bu sarnıcın duvarları aralıklı bir şekilde örülmüş 035 metre uzunluğundaki tuğlalardan meydana gelmiştir Doğu ve batı duvarlarındaki nişler bulunan sarnıcın kuzey yönüne açılan pencerelerle de içerisi aydınlatılmıştır


Hacı Salih Efendi Sokağı Sarnıcı (Fatih)

Fatih’te Sofular Caddesi ile Hacı Salih Efendi Sokağı arasında bulunan, ancak günümüze yalnızca temel izleri gelebilen Mustafa Paşa Mescidinin altında bulunuyordu Bizans kaynaklarında ismine rastlanmamakla beraber, yerinde yapılan incelemede burasının bir Bizans sarnıcı olduğu görülmüştür Hacı Salih Efendi Sokağı üzerindeki bir kapıdan içerisine girilen sarnıç, büyük olasılıkla VIIYüzyıla tarihlendirilmiştir

Sarnıç, 24x12 metre ölçüsünde olup, içerisinde 5’er sütunlu iki sıra ile 3 nefe ayrılmıştır Birbirlerinden 4’er metre uzaklıktaki sütun başlıkları kemer ayakları ile birbirlerine bağlanmış dışa çıkıntılı, küçük kubbeli üst örtüyü taşımaktadır


Mirelaion Sarnıcı (Bodrum Camisi Sarnıcı) (Eminönü)

Mirelaion Manastır Kilisesinin temelleri altındaki bu sarnıç günümüze son derece iyi bir durumda gelebilmiştir Constantinus I dönemine ait olan buradaki bir yer altı mezar odası, sonraki dönemlerde sarnıca çevrilmiştir Manastırın yapım tarihi kesin olmamakla beraber Constantinus V (740-775) zamanında terk edildiği ve sonra Romanus II (959-963) tarafından yeniden kullanıldığı bilinmektedir Bu bakımdan sarnıcın kesin olmamakla beraber VIIYüzyıl sonlarına doğru yapıldığı sanılmaktadır

Arazi konumundan ötürü güneydoğusu kayalara dayanan sarnıcın içerisi, muntazam taş duvarlarla örülmüştür Bu yüzden de plânı değişik ölçüler göstermektedir Batı yönü 28x22 metre, doğu yönü de 21 metre genişliğindedir İçeride bulunan 250-290 metre arasında değişen sütunlar tonozlu üst örtüyü taşımaktadır

Mirelaion Sarnıcı 1966 yılında Alman Arkeoloji Enstitüsü ile İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin ortak çalışmaları sonucunda ortaya çıkarılmıştır


Sarayburnu’ndaki Sarnıçlar (Eminönü)

Topkapı Sarayı ile Marmara Denizi arasında kalan alanda İmparator Basileus I’in (867-886) yaptırdığı Manganlar Sarayı’nın kalıntıları, 1921-23 yılları arasında Fransızların yaptığı kazılar sırasında ortaya çıkarılmıştır Manganlar Sarayı’nın kuzeyinde, Constantinus IX (1042-1054) tarafından yaptırılan manastır kilisesinin içerisi sonradan sarnıç olarak kullanılmıştır

Günümüze oldukça iyi bir durumda gelen sarnıcın üst örtüsünü kemerlerin taşıdığı beşik tonozlar örtmektedir

Bu sarnıcın batısında 22x1150 ölçüsünde dikdörtgen plânlı bir başka sarnıca daha rastlanmıştır Manganlar bölgesinin batısında bir sarnıçla daha karşılaşılmıştır İçerisine 20 basamaklı bir merdivenle girilen, oldukça iyi korunmuş sarnıç, 15x15 metre ölçüsünde kare plânlıdır

Bu bölgede yeterince bir araştırma yapılmamakla beraber, küçük ölçüdeki sarnıçları yapı özelliklerinden ötürü IX-X Yüzyıllara tarihlendirmek olasıdır

Topkapı Sarayı’nın dış avlusundan Cankurtaran’a giden yolun sol tarafında 1965 yılında bir sarnıçla karşılaşılmıştır Dikdörtgen plânlı olan sarnıcın kısa kenarı 12 metre olup, uzun tarafının ölçüsü kesinleşememiştir 17 basamakla içerisine inilen sarnıçta 6 sütun bulunmakta ve bunlar üst örtüyü taşımaktadır Burada yapılan araştırmalarda Osmanlı dönemine ait mermer mimari parçaları, Bizans keramikleri ve cam eşyalar bulunmuştur


Ataköy Sarnıcı (Bakırköy)

Ataköy’de Emlâk Bankası IKısım blokları ile deniz arasında kalan alanda bir Bizans sarnıcı ile karşılaşılmıştır Bizans kaynaklarında ismine rastlanmayan bu sarnıcı VIII Yüzyıla tarihlendirmek yerinde olacaktır Toprak içerisine gömülmüş sarnıçtan yalnızca iki duvar kalıntısı dikkati çekmektedir Bununla ilgili bir kazı yapılmadığından plânı hakkında yeterli bir bilgi edinemiyoruz Buradaki mermer sütun ve başlıklar bunun kapalı sarnıçlar gurubu içerisinde olduğuna işaret etmektedir


Büyük Otlukçu Yokuşu Sarnıcı (Fatih)

Süleymaniye’de Şeyhülislâm Resmî Efendi Camisi’nin avlusu altında Bizans kaynaklarında ismine rastlanmayan bu sarnıca Büyük Otluçu Yokuşu Sarnıcı ismi verilmiştir
Yapı üslubundan Kommenoslar dönemine (1057-1185) tarihlendirmek yerinde olacaktır Kuzey yönünden içerisine girilen sarnıç, 21x21 metre ölçüsünde kareye yakın bir plân şekli göstermektedir Girişin sağında, duvar üzerinde 250 metre genişlik ve 120 metre derinliğinde 5 ayrı nişin bulunduğu dikkati çekmektedir İçerideki üst örtüyü taşıyan 24 granit sütunlar birbirlerinin eşi olmalarına rağmen, bir kaç tanesi farklı yerlerden getirilmişlerdir Sütun başlıkları korint üslubunda, çan şeklinde olup bazıları kaba, bazıları da ince bir işçilik göstermektedir Sütunlardan birkaç tanesi üzerinde de burada çalışan ustaların monogramlarına yer verilmiştir Üst örtü sütunları birbirine bağlayan kemerlerin taşıdığı küçük kubbelerle örtülmüştür


Çarşamba Caddesi Üzerindeki Sarnıç (Fatih)

Çarşamba Caddesi’nin Haliç yönünde bir evin altında bulunan sarnıcın ismine Bizans kaynaklarında rastlanmamaktadır Bununla beraber, yapı üslubuna dayanarak Kommenoslar dönemine (1057-1185) tarihlendirmek yerinde olacaktır Sarnıcın ana mekânı 18x8 metre ölçüsündedir Birbirine eşit olmayan sütunlarla 3 nefe ayrılmıştır Birbirlerine kemerlerle bağlanan 4’er sütunluk 2 dizi görülmektedir Bu sütunların bir kısmı granit, bir kısmı da mermer olup, yükseklik ve gövde çapları birbirlerinden farklıdır Bazılarının üzerinde haç monogramları bulunan başlıklar ise iyon üslubunda veya impostu anımsatacak biçimdedir


Pantepeptos Kilisesi (Eski İmaret Cami) Yanındaki Sarnıç (Fatih)

Pantepeptos Kilisesi’nden Hagia Theodosia Kilisesi’ne (Gül Camisi) giden yol üzerinde bulunan bu sarnıç 20x8 metre ölçüsünde dikdörtgen plânlıdır İçerisinde 250-300 metre aralıklarla değişen 14 sütun bulunmaktadır Bu sütunlar ve başlıkları daha önceki dönemlere ait yapılardan toplanmışlardır Başlıklarının bazıları iyon, bazıları korint, bazıları da imposttur Bazı sütun başlıkları üst üste konularak sütunların bir düzeye getirilmesi sağlanmıştır Sarnıcın duvarları muntazam olmayan taşlardan yapılmış, üzerlerine pencereler açılmış ve bir de niş yerleştirilmiştir


StPammakaristos Kilisesi (Fethiye Camisi) Yanındaki Sarnıç (Fatih)

StPammakaristos Kilisesi’nin altında XXYüzyılın ikinci yarısında yapılan araştırmalarda bu sarnıçla karşılaşılmıştır Sarnıç, kilisenin ana mekânının (Naos) altında olup, üst örtüsünü taşıyan sütun ve tonozlar kilisenin döşemesini oluşturmaktadır Kilisenin 1261’de yapıldığı, yan kenarının da 1315’de eklendiği dikkate alınacak olursa, bu sarnıcın Son Bizans Devrinde (1261-1453) yapıldığını göstermektedir

Ana mekânda bulunan 28 sütunun bazıları taştan, bazıları da mermerden olup, çapları 030-040 metre arasında değişmektedir Birbirlerinden 250-300 metre aralıklarla sıralanan sütunların başlıkları iyon, korint veya basık kemer ayağı şeklindedir Bazılarının üzerinde de kabartma haç monogramları bulunmaktadır Buradaki kemerler Son Bizans Devri cephe mimarisinin özelliklerini yansıtmaktadırlar Bunların taşıdığı kubbeli üst örtü, istiridye kabuğunu andıracak şekilde yapılmıştır


Aetius Sarnıcı’nın Yanındaki Sarnıç (Fatih)

Aetius Sarnıcı’nın (Bugünkü Vefa Stadyumu) kuzeybatısında, Kasım Ağa Cami yanında bulunan bu sarnıcın ismine de Bizans kaynaklarında rastlanamamaktadır Bu bakımdan yapım tarihi kesin olmamakla beraber yapı üslubuna dayanılarak Son Bizans Devrinde Paleologoslar zamanında yapıldığı sanılmaktadır

Ana mekânı 29x19 metre ölçüsünde dikdörtgen plânlı olup, duvarları düzgün olmayacak şekilde bir sıra taş ve bir sıra tuğladan meydana gelmiştir Bu sarnıcın da köşeleri diğerlerinde olduğu gibi su tazyikini önlemek amacıyla yuvarlatılmıştır İçeride 350 metrelik aralıklarla sıralanmış 7 sütunlu, 4 dizi bulunmaktadır Buradaki sütunlar da birbirlerinden çok farklıdır Girişe göre, ilk sırayı oluşturanlardan 4’ü granit, diğerleri mermerdir Başlıklar iyon ve dantela şeklinde işlenmiş Bizans başlıkları olarak birbirlerinden farklıdır Aynı yükseklikte olmayan, yapılan eklemelerle aynı düzeye getirilen sütunların diğer yapılardan toplandıkları açıkça görülmektedir


Dizdariye Yokuşu Sarnıcı (Eminönü)

Sultanahmet’te, Çemberlitaş Kız Öğrenci Yurdu’nun temel kazılarında ortaya çıkarılan, ismine Bizans kaynaklarında rastlanmayan bu sarnıç, yıkılarak ortadan kaldırılmıştır Kalıntılarına dayanılarak Thedosios I veya Iustinianus zamanına ait olduğu sanılmaktadır


Beyazıt Meydanı’ndaki Sarnıçlar (Eminönü)

Beyazıt Meydanı’nın 1961 yılı sonlarında başlayan düzenleme çalışmaları sırasında bazı Bizans sarnıçları ortaya çıkmıştır Bunlardan biri, meydanın kuzeydoğusunda Beyazıt Külliyesi ile yıkılan Fuat Paşa Konağı arasında yer almaktadırYeterince bir kazı yapılmamakla beraber, sarnıcın dikdörtgen bir plânı olduğu, 4 sütun ile ikiye ayrıldığı anlaşılmaktadır İyon başlıklı sütunların taşıdığı üst örtü çapraz tonozludur Bu sarnıcın Erken Bizans Devri’nin sonlarında yapıldığı sanılmaktadır

Beyazıt Elektrik İdaresi’nin altında, Vezneciler caddesi üzerinde açılan yol sırasında bir sarnıç daha ortaya çıkarılmıştır Açılan cadde nedeniyle bir kısmı yıkılan bu sarnıcın, 2 sütunu ile duvarlarına ait bazı kalıntılar, bugün de görülebilmektedir


İMÇ Bloklarındaki Sarnıç (Eminönü)

Unkapanı İMÇ Bloklarının 1961 yılı sonlarındaki ikinci kısım yapımında bir Bizans sarnıcı ile karşılaşılmıştır Yapıldığı dönem kesinlik kazanamayan bu sarnıç 805x855 metre ölçüsünde olup, 3’er sütun ile 3 nefe ayrılmış, üzeri de beşik tonozlarla örtülmüştür


Hekimbaşı Çiftliği Sarnıcı (Ümraniye)

Hekimbaşı Çiftliği civarında yapılan araştırmalar sırasında dikdörtgen planlı bir Bizans sarnıcı ile karşılaşılmıştır Yapım tarihi kesinlik kazanamayan bu sarnıcın haç monogramlı mermer kalıntıları, antik döneme ait döşeme ve kanal izleri ile dikkati çekmiştir Ayrıca bu sarnıcın plânı da çıkarılamamıştır

Alıntı Yaparak Cevapla

İstanbul Hakkında Bilgi

Eski 08-14-2012   #19
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İstanbul Hakkında Bilgi



İstanbul Kiliseleri 1

Kilise
Grekçede toplantı anlamındaki “eclesia” sözcüğünden gelen kilise kavramı Hıristiyanlığın doğuşu ile başlamıştır İlk zamanlarda cemaat anlamında kullanıldığını Yeni Ahit’de Paulus’un mektuplarında adı geçen “Yedi Kilise” teriminden anlıyoruz Burada bina değil cemaat anlamında olup bunların hepsi Anadolu topraklarındadır: Ephesos,Philadelphia, Thytira,Laodicae,Sardes,Smyrna ve Bergama’dır Filistin’de Yahudi toplumunun içinden doğan Hıristiyanlık,İsa’nın kutsal yaşamını ve tanrısal görevini esas alan bir din haline gelmeye başladığında Bizans Pagan inancında idi İstanbul’da Hıristiyanlık IV üncü yy dan itibaren yerleşmeye başlar İlk inşa edilen Kilise I Konstantinus tarafından yaptırılan Havariyun Kilisesidir İmparator anıtsal bir kilise ve bir mausoleum yaptırtmak için Haliç’e bakan yüksek bir alanda evvelce var olan 12 tanrıya adanmış bir tapınağın kalıntılarını yıktırarak yerine bu kilisenin ve yanında kendisinin mezarının da bulunduğu 12 havariye atfedilecek boş lahitlerin bulunduğu Mausoleum’un inşaatına başlattı fakat inşaatı tamamlayamadan 337 de Nikomedia’da (İzmit) öldü ve naşı yaptırdığı kiliseye getirilerek gömüldü Fatih’in İstanbul’u fethinden sonra çok harap durumda olan bu kilise Patrikhane’nin yönetimine verilmişse de 1456 da Patrikhane Pammakaristos manastırına taşınmıştır Fatih harap ve terk edilmiş olan bu kilisenin kalan bakiyelerini yıktırıp yerine 1463-1470 yılları arasında süren bir inşaat dönemiyle Fatih Cami ve külliyesini yaptırmıştır II Konstantinus (337-361) döneminde Paganlarla Hıristiyanlar arasında anlaşmazlıklar devam eder Hıristiyanlık Bizans’ta ancak 363 senesinden sonra sağlam temellere oturabildi Bundan sonra Bizans Sanatında çok önemli yer tutan kiliseler hızla birbirlerini izlerler Ayasofya,Gül Camii,Kâriye, Aya İrini,Konstantin Lips Manastırı,Fenari İsa,Pantoğrator Aziz Sergios ve Bakhos gibi
Fethe kadar İstanbul’da çeşitli mezheplere ait birçok kilise inşa edilmiştir Ayrıca Bizans’ın içinde yaşayan Ceneviz,Latin gibi farklı uluslar da kendi kiliselerini yapmışlardır Fetihten sonra Fatih kiliselerin faaliyetlerini özgür bıraktığından kilise yapımı devam etmiş,Süryani, Ortodoks,Gregoryen,Fransisken, katolik kiliseleri birbirini izlemiştir XVI ıncı yy a gelindiğinde yabancı elçiliklerin Beyoğlu ve Boğaziçinde olmasından dolayı kilise yapımı bu bölgelerde yoğunlaşmıştır


Rum Ortodoks kiliseleri
Aya Triada Kilisesi (Beyoğlu)
Taksimde Meşelik sokağındadır Patrik IV Dionisios cemaatin mezarlık ihtiyacı için 1672 de Mehmet Çelebi’nin 30 dönümlük tarlasını Yoannis Topazi adına satın alarak bir bölümünü hastahane diğer bir kısmını da mezarlık olarak düzenlemiştir Burası 1672-1865 yılları arasında kullanılmış kuzey tarafına Rumlar güney tarafına da Rus,Bulgar,Sırp,Karadağlı gibi ortodokslar defnedilmiştir “Beyoğlu Ospitali” adı ile tanınan hastahane binası daha sonraki yıllarda “Stavrodromi Veba Hastahanesi” olarak kullanılmış olup bugün yerinde İstiklal Caddesindeki Fransız konsolosluğu bulunmaktadır Rum mezarlığının içine Aya Yorgi’ye ithaf edilmiş ahşap bir kilise yapılmıştı Tanzimatın ilanı ile yeni bir kilise yapma izni alan Patriklik ve cemaat bu ahşap kiliseyi yıkıp yerine Zapyon Kız Lisesini inşa etmişler mezarlığın bir kısmını da kaldırarak 13 Ağustos 1867 de inşaata başlayarak bugünkü Aya Triada Kilisesini yaptırmışlardır Onüç sene gibi oldukça uzun bir süre devam eden inşaat sırasında çeşitli proje değişiklikleri yapılarak Patrik III İoakim (1878-1884) zamanında Kutsal Haç Yortusu olan 14 Eylül 1880 Pazar günü de ibadete açıldı İlk mimari proje mimar Potessaro’ya aittir Daha sonra inşaatı Vasilaki Yoannidis yürütmüştür İçerideki İsa,Meryem ve Aziz tasvirlerini ressam Sakellarios Meğaklis yapmış,mermer süslemeleri Aleksandros Krikelis’in çalışmalarıdır Aya Triada yüksek duvarların çevrelediği geniş bir avlu içerisinde yer alır Avluda kiliseye ait lojman ve diğer idari binalar ile bir de “Aya Yorgi” ye ithaf edilmiş ayazma bulunmaktadır Kubbeli bazilika tipinde inşa edilmiş olan bina 28inci yy Avrupa eklektik mimarisinin bütün özelliklerini devasa ve kütlesel görünüşü ile taşır Orta mekanın üzerini yüksek kasnaklı ,iki yanda yükselen çan kulelerini çinko kaplı kubbeler örter Apsisler yarım kubbe ile örtülüdür Cephelerde açılmış büyük boyutlardaki pencereler bir üslup beraberliği göstermezler Apsislerin önünde mermerden aralarına aziz incil yazarları İsa ve Meryem’i gösteren resimlerin yerleştirildiği Barok tarzda yapılmış ikonastasis vardır Mermerden despot koltuğu dört ince sütun’un taşıdığı bir silme ve üzerinde de baldakin tarzı küçük bir kubbecik ile nihayetlenir Mermerden ve korkuluklarına aziz resimleri yapılmış ambonu yan taraftaki taşıyıcı sütunlardan birinin üzerindedir
Aya Paraskevi Kilisesi (Beyoğlu)
Hasköy’de Baçtar ve Çançan sokaklarının arasında Azize Paraskevi’ye atanmış Rum Ortodoks kilisesidir Romalı zengin bir ailenin üç kızından en büyüğü olan Paraskevi, ailesinin ölümünden sonra hıristiyan olmuş ve bütün mallarını fakirlere dağıtarak Roma çevresinde hıristiyanlığı yaymağa çalışmıştır Hıristiyanların takip edildiği bu yıllarda İmparator Antoninus Pius (138-161) emriyle tutuklanmış ve başı kesilerek 26 Temmuzda öldürülmüştür Hıristiyanlığın kabulünden sonra ilk azizelerden kabul edilmiş ve bakire olduğu için “Parthenomartis” unvanın almıştır Çocuk sahibi olmak isteyen kadınlara ve göz hastalığına uğrayanları iyi ettiğine inanılır ve öldürüldüğü gün olan 26 Temmuz yortu günü olarak kabul edilmiştir Yüksek duvarların çevrelediği bir avlu içerisinde yer alan kilise,ilk yapılışı Eflak voyvodası Konstantin Brankovanos (1654-1714) tarafından 1692 de inşa edildiği kitabesinde yazılıdır Daha evvelce kilisenin bulunduğu yerde bir aynı adı taşıyan bir ayazmanın bulunduğu 1583 ve 1604 listelerinde yazılı olduğu gibi 1652 de İstanbul’a gelen Antakya Patriği’nin katibi Paulus’da raporunda bu ayazmadan bahsetmektedir Bu kilise harap olduğundan Patrik Konstantinos zamanında (1830-1834) zamanında yeni baştan inşa edilmiş olup günümüze gelen kilise bu tarihe aittir Üç nefli bazilika planında olan yapı kaba yonu taşı ve tuğladan inşa edilmiş olup yarı sıvalıdır Nefleri kare şeklinde ahşap taşıyıcılar ayırmaktadır Naos’a giriş yuvarlak tuğla kemerlidir Apsis içten yarım yavarlak kubbe olup genel örtü sistemi dışarıdan kırma çatıdır Apsis ve iki yandaki hücreleri kapsayan ahşap ikonastasis sütuncuklarla bölümlere ayrılmış olup içerisinde büyük çerçevelerin çevrelediği Meryem ve çocuk İsa,İsa ,aziz ve azizelerin portreleri yağlıboya ile resmedilmiştir Daha küçük çerçevelerin içinde ise İhncil’den sahneler vardır Narteksin üzerindeki galeriye “L” şeklinde olup naos’dan çıkılır Avluda sonradan yapılmış mermerden ikizli açıklıkları olan baldaken tarzındaki üzeri kubbeli kare şeklindeki yüksek çan kulesi kilise ile mimari bakımdan bir bütünlük teşkil etmez Avluda ayrıca kilise görevlilerine ait binalar vardır

Ayios Athanasios Kilisesi (Şişli)
Kurtuluş’da Omuzdaş Sokağındadır Tanzimat’ın verdiği yetki ile izin alınarak yapılmış kiliselerdendir Kilisenin atandığı Athanasios 296-373 yıllarında yaşamış çok sayıda dini eserleri olan bir din adamıdır 325 deki İznik konsiline katılmış sonra 328 de İskenderiye Patriği olmuştur Daha sonra Arius’un başlattığı ,İsa’nın tanrısal kişiliğini soruşturan Arius’culara karşı mücadele etmiş ,Mısır’a giderek oradaki keşişleri yönlendirmiş 2 Mayıs 373 de 75 yaşında da ölmüştür Kilisenin günü onun ölüm günü olan 2 Mayıs’dır Yapı, Tanzimat fermanı ile inşa edilen Rum ortodoks kiliselerindendir 1855 de inşa edilmiş,1893 ve 1949 da tamir edilmiştir Eğimli bir arazide yüksek duvarların çevrelediği bir avlunun içerisinde kubbeli bazilika plânında bir yapıdır Apsis üzerinde korkuluklarında İncil’den sahnelerin işlendiği küçük bir galeri vardır Ahşep ikonastasis’de yuvarlak kemerlerin içinde Meryem kucağında çocuk İsa ve aziz figürleri büyük boy yağlıboya tablolar olarak işlenmiştir Giriş dışarıdan üçgen bir alınlıkla nihayetlenir bunun iki yanında da oldukça yüksek çan kuleleri vardır Orta mekanın üzeri yuvarlak kasnaklı,basık,çinko kaplı kubbe ile örtülüdür Kubbenin etrafını ağırlık payelerinin oturduğu dört köşede küçük istinat kuleleri yapılmıştır

Ayios Konstantinos ve Ayia Eleni Kilisesi ( Beyoğlu)
Tarlabaşında Kalyoncukulluğu caddesindedir Tanzimat fermanı ile yeni kilise inşa etme izni alındıktan sonra 25 Mart 1856 de inşaata başlanıp 9 Nisan 1861 de Patrik II Iohakim’in (1860-1863) kutsamasıyla ibadete açılış yakın devir Rum kilisesidir Hıristiyanlığı ilk kabul eden Roma İmparatoru olan Konstantinos (306-337)’un annesi Elena’nın anısına yapılmıştır Bitinya’da doğan Eleni hıristiyanlığı kabul ettikten sonra yoksullara laptığı yardımlar ve kutsal yerleri ziyaretleri ile tanınmış ve ölümünden sonra azize ilan edilmiştir İmparator Konstantin 312 de taht kavgası nedeniyle Maxentus ile savaşırken gökyüzünde hale ile çeverelenmiş kutsal haç’ı görür ve savaşı da onun sayesine kazandığına inanır Bu olaydan sonra şükran borcunu ödemek üzere Kudüs’e giden Eleni oradan “Kutsal Haç” kabul edilen röligi İstanbul’a getirir Ölümünden sonra azize payesi verilirYüksek duvarların çevrelediği bir avlunun ortasında yer alan kilise bazilika ile Yunan haçı planın birleştirildiği bir plâna sahiptir Doğu ekseninde yarım yuvarlak üç apsis dışarıya çıkıntılıdır Batı tarafında ise binanın iki tarafında yüksek çan kuleleri bulunmaktadır Dış cephede değişik pencere sistemleri kullanılmış olup narteksin üzerindeki yarım kubbenin üstünde bir de saat kulesi yapılmıştır Cephe mimarisi Barok ile karışık eklektik üsluptadır İkonastasis bema’nın tamamını kaplar mermer,altın varak ve yağlıboya tablolar halinde Aziz tasvirleri çerçeveler içinde bütün yüzeyi doldurur Despot koltuğu ve ambon da aynı üslupta yapılmıştır Kubbede Pantokrator İsa,pantantiflerde de dört incil yazarı resmedilmiştir

Ayios Nikolaos Kilisesi (Beyoğlu)
Karaköy ile Tophane arasında Hoca Tahsin ve Mumhane caddesi arasındadır 1583 ve 1604 listelerinde yer alan bu kilise 1695 deki yangında yanmış 30 sene kadar metruk kaldıktan sonra yeniden inşa edilmiş fakat kısa bir süre sonra çıkan 1731 yangınında bir kere daha yangın geçirerek tamir edilmişse de 1796 da tekrar yanmıştır 1804 de temelden inşa edilmiştir IVüncü yy da Patara’da doğup Myra’da piskopos olan,IXuncu yy da ise doğu kilisesi tarafından aziz ilan edilen, gemicilerin ve çocukların azizi olarak bilinen Aziz Nikolaos’a ithaf edildiği için İstanbul’a gelen denizcilerin ibadet yeri olarak tanınan bu kilise 1834 yılında büyük bir onarım geçirmiş ve bazı ilaveler yapılmıştır 1867 de ise narteks’deki ayazma yapılmıştır Yonu taşı ile yapılıp üzeri sıva ve günümüzde de kiremit rengine boyalı olan kilise üç nefli bazilika plânındadır Üst örtüsü kiremit kaplı kırma çatıdır Nefleri ayıran sütunlar iyor başlıklı olup düz bir silme ile bağlanırlar Ahşap ikonastasis bemanın tamamını kaplar ve çerçevelerin içine aziz,Meryem,İsa ve incil’den sahneler yapılmıştırNaos’da orta nefin üzerinde Pantoğrator İsa tasviri vardır Narteks’deki merdivenlerle iki taraftan galeriye çıkılıre ayrılmış olandır

İoannes Prodromos Kilisesi (Beyoğlu)
Tophane ile Galata arasında Vekilharç sokağındadır İoannes Prodromos’a (Vaftizci Yahya) atanmıştır İoannes İsa ile aynı zamanda yaşamış ve Meryem’in akrabası olan Elizabeth’in oğludur Çocukları olmadan yaşlanan Elizabeth ve Zekeriya’nın ileri yaşlarında bir oğulları olur,hatta Meryem ile Elizabeth’in hamilelikleri aynı dönemdedir İoannes büyüdüğünde insanları Şeria ırmağında kutsayarak günahlarından arındırdığı için İbraniler tarafından beklenen Mesih kabul edilmek istenmişse de o “Ben “O” nun habercisiyim” der Hatta İoannes İsa’yı da şeria nehrinde vaftiz etmiştir Bölgeyi idare eden Kral Herot kardeşinin karısı Herodia ile evlidir Yahya bunun yahudi yasalarına göre zina sayılacağı etrafta yayması ve taraftar bulması üzerine Herodia onu öldürtmek ister,fakat Kral Herot Yahya’yı tutmakta ve onu Herodia’nın düşmanlığından korumakta idi Herodia Kralı ikna edemeyince kızı güzel Salome’yi kralın önünde dans ederek kandırması için ikna eder Saloma tarihte “yedi tül dansı” adı ile geçen dansı Kral’ın önünde yapar Törelere göre Kral’ın önünde çıplak dans eden kadın onun olacağı için Herot Yahya’nın öldürülmesine istemeyerek izin verir ve 7 Temmuz günü İoannes başı kesilerek idam edilir Daha sonra onun ölüm günü Yortu günü olarak kabul edilir İlk yapılışı Bizans devrine kadar inen bu kilise İstanbul’da en çok yangın felaketine uğramış ibadethanedir 1583’de Çar adına İstanbuldaki Ortodoks kiliselerinin listesini yazan Tryphon ile 1604 tarihli Paterakis listelerinde yer alan bu kiliseyi 1652 de İstanbul’a gelen Antakya Patriği Paulus iki kere yanıp yeniden yapıldığını yazmaktadır 1683-1696 yıllarında kilisenin ibadete açık olduğunu Manuel Gedeon tesbit ederek Galata’daki dokuz kiliseden biri olduğunu yazmaktadır Ne yazık ki 1696 da tekrar yanan kilise Sultan II Mustafa’dan alınan fermanla Sakızlı Rumların verdikleri maddi yardımla temelden inşa edilir ve bu tarihten itibaren onların idaresine geçerek “Sakızlıların kilisesi” diye de adlandırılır 1731 de tekrar yanan kiliseyi yine Sakızlı tüccarlar onarırlar ve 29 Eylül 1734 de ibadete açarlar Galata’da 8 Şubat 1771 de çıkan yangında bu kilise bir kere daha tamamen yanar III Mustafa’dan (1754-1774) alınan fermanla temelden yeniden inşa edilen kilise 1836,1874,1884 ve 1894 yıllarında yapılan onarım ve genişletmelerle günümüze gelmiştir Üç nefli bir bazilika planına sahip olan yapı’nın kuzey cephesi sıvasız kaba yonu taşı arasında tuğla hatıllı ve dikdörtgen pencereli,batı cephesi ise sıvalı ve sağır duvarda tek bir penceresi olan üst örtüsü içeriden beşik tonoz dışarıdan kiremit kaplı kırma çatı ile örtülü bir yapıdır Nefleri ayıran sütunlar yuvarlak kemerlerle bağlanmış olup bu kemerlerin iç yüzleri dekoratif motiflerle bezenmiştir Üç bölümlü apsis’in tamamının önünde bulunan ahşap ikonastasis altın varakla süslenmiştir Burada büyük çerçeveler içinde MeryemÇocuk İsa,İoannes Prodromos ve incilden sahneler işlenmiştir Ahşap,ejder figürlü Patrik koltuğu ve üzerinde İncil Yazarlarının portrelerinin bulunduğu ambon ikonastasis ile aynı teknikte yapılmıştır Naos’un bitiminde merdivenle çıkılan galeri “U” şeklinde olup yarım yuvarlar çıkıntılı olup korkuluğu üzerinde çerçeveler içinde İsa’nın yaşamından sahneler işlenmiştir Çan kulesi 1855 de inşa edilmiştir Kilisenin avlusunda ,tarihleri 1842-1863 arasında olan Sakızlılara ait mezarlar bulunmaktadır Kilise günümüzde Türk Ortodoks Başpiskoposluğu’nun yönetimindedir

Panayia Evangelistria Kilisesi (Beyoğlu)
Dolapdere’de Hacı İlbel sokağındadır Evvelce mevcut ahşap bir kilisenin arsası üzerine 1877 de inşata başlanıp 16 senede bitirilerek 1893 de ibadete açılmıştır Meryem’e tanrıdan bir oğul doğuracağı müjdesinin verilmesi adına inşa edilmiştir Yüksek duvrlı bir avlunun içinde yer alan kilise uzun yıllardır kapalıdır Genel plan şeması kapalı Yunan Haçı dır İki renkli düzgün kesme taşlardan inşa edilmiş olup Naos’un iki yanında son derece yüksek sivri külahlı çan kuleleri vardır Kilisenin orta mekanını etrafında pencereleri bulunan yuvarlak kasnaklı basık bir kubbe örter Nartek’deki bir merdivenle çıkılan galeri “U” şeklinde narteksi ve çevresini kuşatırİkonastasion,despot koltuğu ve ambon mermerden yapılmış olup son derece eklektik tarzda tezyin edilmiş olup İncil’den sahneler resmedilmiştir Kilisenin içinde , Evangelistria (İsa’nın doğumu’nun müjdelenmesi) konulu gümüş ikona kilisenin kıymetli litürjik eşyalarındandır Naos’a avludan giriş yan yana üç demir kapıdan sağlanır Bu kaüpıların üzerinde mermerden yuvarlak kemerlerin içinde aziz figürleri yer almaktadır Binanın batı cephesinde Panayia Thetokos’a atanmış bir Ayazma mevcuttur

Panayia İsodion Kilisesi (Beyoğlu)
Galatasaray’da Emir Nevruz Çıkmazında , günü 21 Kasım olan Rum Ortodoks kilisesidir Kitabesinde 18 Eylül 1804 de inşa edildiği yazılıdır Panayia Eiosodoion’a (Meryem’in Mabede takdimi) ithaf edilmiştir (III Selim’in (1789-1807) fermanı ile yapılan ilk bina tek nefli ve basit bir yapıdır IIMahmut (1808-1839) ‘un fermanı ile kilise 1831 de iki yana doğru genişletilmiş ve çatısı da yenilenmiştir 1860 da kilise tekrar bir onarım geçirerek genişletilmiş bunu 1875,1890 ve 1904 deki tamir ve küçük ilaveler takip etmiştir İçerisinde çeşitli işlevli yapıların olduğu geniş bir avlu içerisindedir Beş nefli Bazilika planında olan yapının orta nefi basık tonoz yan nefler ise ahşap çatıdır Kilisenin Naosuna açılan üç,güneyinde ise iki giriş kapısı vardır Apsis’in önünde ve üç nefi kaplayan ahşap İkonastasion üçgen alınlığı ile antik dönem cephe düzenlemesini hatırlatmaktadır 1860 daki onarımda yapılmış olan ahşap Ambonun yüzeyindeki madalyonlarda İsa ve dört İncil Yazarının tasvirleri vardır Despot koltuğu da ahşap olup kabartma tekniğinde oymalıdır Nefleri ayıran sütunlar ise yuvarlak kemerli ve iyon başlıklıdır Naos’daki orta nefin üzerinde Pantokrator İsa tasviri yer alır,sütunların arasında ise havari ve aziz figürleri işlenmiştir Galeri korkuluğunun üzerinde “Son Akşam Yemeği” sahnesi,kuzeydeki neflerde Meryem’in güneydekilerde ise İsa’nın hayatından sahneler yer almaktadır XIXuncu yy a ait olan bu resimlerin Sanat Tarihi açısından belirgin bir özelliği yoktur

Panayia Kafatiani Kilisesi (Beyoğlu)
Tophane ile Karaköy arasındaki Ali Paşa Değirmeni sokağındadır 1475 de Kırım’daki Kaffa şehrinden gelen Rumlar tarafından inşa edildiği bilinir Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un esnaf ve sanatkâr ihtiyacını karşılamak için otuzbin Rum ve Ermeniyi getirttiği ileri sürülmüştür Eski listelerde “Panagia Kaphatiane Galata” adıyla kayıtlara geçmiştir 25 Nisan 1696 de büyük bir yangın geçirerek yanmış yeniden inşa edilerek 14 Eylül 1698 de Kutsal Haç yortusunda ibadete açılmıştır 1731 de tekrar yanan kilise yeniden inşa edilir ve Sulan fermanıyla onarılır ve 1 Ekim 1734 tarihinde yeniden ibadete açılır Kapı kitabesinde bu tarih yazılıdır Bir müddet sonra yeniden harap olan kilise tekrar büyük onarım geçirir ve 1840 da temelden yenilenir Hz Meryem’e ithaf edilmiştir Doğu kilisesinde Hz Meryem “Panayia” adı ile tanımlanır ve İstanbul’da ona atanmış çok kilise vardır 1652 de İstanbula gelen Antakya Patriğinin katibi Paulus, Kaffa’den gelen Rumların beraberlerinde getirdiği söylenen “Hodogetria Meryem” ikonasının Kilisenin kuzey nefinde bulunduğunu söylemektedir Kilise etrafı yüksek duvarların çevrelediği bir avlunun içerisinde yer alır Avlunun içinde Türk Ortodoks Başpiskoposluğunun yönetim odaları ve kilise görevlilerine ait lojmanlar vardır Çan kulesi 1840 daki tamirde ilave edilmiştir Dikdörtgen planlı üç nefli bazilika tipinde bir yapıya sahip olan kilisenin üstü çatı ile örtülüdür Apsis dışarıdan çıkıntılıdır Naos’da nefleri sınırlayan sütunlar yuvarlak kemerlidir İçten orta nefin üst örtüsü beşik tonoz yan nefler ise düz tavandır Apsis’in üstü ise kiliselerin geleneksel mimarisi olarak yarım kubbe ile örtülüdür Ahşap olan İkonostasion,naos’un doğusunda üç nefi de kapsar ,oyma ve kabartma tekniği ile yapılmış,üzeri altın varaklı geometrik motifler ,yaprak ve çiçeklerle süslüdür Altta büyük çerçeveler içinde Meryem’in ölümü sahnesi olan “Koimesis” , “Meryem ve Çocuk İsa”, “ İsa’nın Doğumu” resmedilmiştir Bunlardan başka bazı azizler in tasvirleri de burada yer alır Naos’daki iki sütun’un arasına oturtulmuş olan Ambon (bir tür vaaz kürsüsü) yine altın varaklarla süslenmiş olup kürsünün altında çerçeveler içinde Hz İsa ve 4 İncil yazarının tasvirleri bulunmaktadır Despot koltuğu de yine aynı tarz bitki motifleri ile bezenmiş olup burada ayrıca kabartma olarak melek ve hayvan figürleri işlenmiştir Nefleri ayıran sütunların aralarındaki madalyonlar içinde havariler resmedilmiştir Orta nefin üst örtüsündeki “Pantokrator İsa” (Dünyaya hakim olan) yağlıboya ile yapılmıştır

Ermeni Gregoryen Kiliseleri
Surp Harutyan Kilisesi (Beyoğlu)
Taksim Meşelik Sokaktaki Esayan Kız Lisesinin bahçesindedir Mıgırdıç ve Hovhannes Esayan kardeşler tarafından II Abdülhamid’in 3 Haziran 1893 tarihli fermanı ile okul ile beraber yapılmasına izin verilmiş 1895 de inşaat tamamlanmıştır Tek nefli bazilika planında küçük bir şapeldir Narteks’in bulunduğu cephe iki katlı ve pencereli olup bu girişin hemen üstünde küçük bir çan kulesi yükselir Üst örtüsü ,içten yarım kubbeli apsis ve ibadet mekanı tonoz olup üzeri iki tarafa kırma çatıdır Apsisdeki sunakda mermerden yapılmış olan sütunların ortasında Meryem ve Çocuk İsa tablosu yer alır Dışdaki sadeliğine karşılık içi mermer ve altın varaklı süslemelerle hem sade hem de zevkli bir işçilik gösterir

Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi (Beyoğlu)
Galata’da Kemeraltı Caddesindedir Kefeli tüccar Goms tarafından 1391 de Cenovalılardan alınan arsa üzerinde 1436 da yapılmıştır 1731 deki Galata yangınında yanmış olup Sultan I Mahmud’un 15 Aralık 1732 tarihli fermanıyla Hassa Mimarı Kayserili Serkis Kalfa tarafından yeniden yapılarak 10 Mart 1733 de tekrar ibadete açılmıştır 1771 de tekrar yangın geçiren kilisenin Surp Haç ve Surp Garabed şapelleri yanmış bu sefer de Minas Kalfa tarafından 1799 da yenilenmiştir 1958 de Kemeraltı Caddesi genişletilirken istimlak edilmiş ve gerisine bugünkü kilise yapılmıştır Binanın mimarı Bedros Zobyan olup yıkılan kiliseden daha küçük bir yapı yapılmıştır1961-65 yıllarında inşaatı biten kilisenin açılışı 15 Mayıs 1966 da İstanbul Patriği Şnorhk Kalustyan tarafından yapılmıştır Bina mimari şekil bakımından Ani’deki Ermeni kiliselerine benzemektedir Dış cephe silmelerle çerçevelenen yuvarlak kemerlerle,niş ve üçüzlü pencerelerle hareketlendirilmiş olup yüksek kasnaklı bir kubbesi vardır Doğuda dışarıya doğru çıkıntılı olan apsis’in üst örtüsü kırmızı kiremit kaplıdır Apsis’in kuzeyinde vaftizhane ve içinde kitabeli mermer sunakların bulunduğu Surp Pırgıç şapeli, güneyinde ise Surp Isdepannos’a atanmış diğer bir şapel yer alır Üç katlı çan kulesi batı cephesindeki küçük avluda olup altında Patrik Hovhannes Golod’un mezarı bulunmaktadır İç mekan oldukça sade olup yuvarlak kemerler kalın payelere oturur Yan duvarlar ise Kütahya çinileri ile kaplıdır

Surp Yerrortutyun (Üç Horon) Kilisesi (Beyoğlu)
Beyoğlu'nda Sahne sokağındadır Surp Yerrortutyan Kutsal üçlük (Baba-oğul-Ruhülkudüs) anlamına gelmektedir XVI ıncı yy da bu kilisenin bulunduğu arsa’nın ve üzerindeki ahşap bir Rum kilisesinin Rumlardan satın alınarak Ermeni cemaatine geçtiğini 1515 tarihli bir hüccet belgelemektedir Bu arsada önce Surp Echmiadzin ismiyle bir Ermeni ilkokulu yapılır daha sonra da II Mahmud’un fermanıyla burası kiliseye çevrilmiştir1807 de Pentekoste yortusunda ibadete açılan ahşap kilise 1810 da yanmış,uzun süre harabe halinde kalmıştır IIAbdülhamid’in 1836 da verdiği ferman ile bu ahşap kilisenin kalıntıları yıkılmış ve yerine Garabed Balyan,Minas Ağa ve Serveryan’ın hazıradığı proje ve uygulamalar ve ermeni cemaatinin de maddi desteğiyle bugünkü “Üç Horan” kilisesi inşa edilerek 18 Haziran 1838 de ibadete açılmıştır 1896 de kilisenin çevresine ruhban sınıfı için lojman ve idari binalar ile Naregyan Okulu yaptırılır 1870 de geçirdiği yangından sonra ahşap mekanlar bu kez karğir olarak yenilenir 1807 ,1907 ve 1989 da tekrar onarımdan geçirilir Büyük bir avlunun içerisinde yer alan kilise tek nefli bir bazilika planında düşünülmüş daha sonra da bazı ekler ve genişletmeler yapılmıştır İki şapelinden Surp Minas’a atanmış olanı vaftizhane olarak kullanılmaktadır Diğeri Surp Krikor Lusavoriç’e atanmıştır Her iki şapeldeki kapılardan koro bölümüne geçilmektedirİç mekan da süsleme unsurları olarak mermer ve altın varak çok miktarda kullanılmıştır Tamamen batı tarzında yapılmış olup klasik Ermeni mimarisinin hiçbir özelliğini göstermez Çan kulesi asıl mimari ile bağdaşmadığından sonradan eklenmiş olmalıdır Avluda Pangaltı mezarlığının istimlak edilmesinden sonra kemikleri buraya getirilen Patrik IVHagopos (1680)’un bir kiliseyi andıran mezarı ile Başpiskopos I Iknadios Kakmacıyan’ın lahdi bulunmaktadır

Ermeni Katolik Kiliseleri
Hovhan Vosgeperan Kilisesi (Beyoğlu)
Taksim’de Fransız Kültür Sarayı’nın arkasında Zambak Sokaktadır Bugünkü Kilisenin olduğu yerde Katolik Ermeni cemaati 1832 de fakir çocuklar için bir okul ,düşkünler evi ve küçük bir hastahane ile burada yaşayanların dini ihtiyaçları için ahşap küçük bir kilise inşa ettirmişti Zamanla iytiyacın artması üzerine yanındaki birkaç ev daha satın alınarak tesis genişletilmiştir Beyoğlu yangınında tesislerin kullanılamayacak duruma gelmesi üzerine Katolik Ermeni Cemaati daha büyük bir kilise yapımı için devletten gerekli izinleri aldıktan sonra Garabet Tülbentçiyan’ın hazırladığı projeyi Agop Köçeoğlu, Hagop ve Bogos Göçeyan’ların maddi katkılarıyla uygulamaya geçmiş, 7 Nisan 1860 da başlayan kilise yapımı 2 Şubat 1863 de bitirilerek ibadete açılmıştır Eklektik tarzda inşa edilmiş olan bu kilise’nin oldukça hantal bir dış görünümü vardır Sekizgen merkezi planlı orta mekanın üzerini dört fil paye’nin taşıdığı yine sekizgen yüksek kasnaklı bir kubbe örtmektedir Beyaz mermerden yapılmış ana sunakta kilisesin atandığı Aziz Hovhan Vosgepenan’ın ( St Jean Chrysostomos) Bizans dini elbiseleri içinde bir portresi yer almaktadır Diğer dört küçük sunak ise Surp Krikor Lusoveriç,StAntoine,Papa StSylvestre ve İsa’nın Çarmıha gerilmesine atanmıştır Buradaki resimler tamamen İtalyan resim ekolünü yansıtmaktadır Güneydeki sunağın yanında altın yaldızla bezenmiş ahşap bir ambon bulunmaktadır Narteksin yan kanatları’nın üzerindeki galeri koro’ya ayrılmıştır

Surp Asdvadzazin Kilisesi (Beyoğlu)
Bedros Mısırlı ve kardeşleri Lusi ile Sofi’nin mali katkılarıyla Piskoposluk konutu,ibadethane ve papaz evi’nin meydana getirdiği bir kompleksdir Kilisenin bulunduğu geniş arazi ve üzerindeki ahşap ev Boğos Bilezikçi tarafından 1838 de Ermeni Katolik cemaatine bağışlanmıştır 15 Haziran 1864 de II Abdülhamid’in verdiği ferman ile Andon Tülbentçiyan’ın çizdiği ve uyguladığı proje kapsamında Patrikhane Kilisesi 18 ayda bitirilmiş ve 6 Kasım 1866 da kutsanarak ibadete açılmıştır Büyük bir avlu içinde tek nefli bazilika planında olan kilisenin etrafını dört katlı piskoposluk sarayı,kütüphane,rahiplere mahsus lojmanlar ve matbaanın bulunduğu bir kompleks çevreler Kilisenin ana girişinin yanında Bedros,Lusi ve Sofi Mısırlı’nın mermer lahitleri vardır Surp Krikor Lusavoriç’e ait bir rölik de gayet kıymetli bir muhafaza içinde muhafaza edilmektedir Ana mekanda duvarda Fransa İmparatoriçesi Eugènie’nin hediyesi olan büyük boy İsa’nın göge yükselişini gösteren goblenden yapılmış bir tablo da bu kilisenin kıymetli eşyaları arasındadır Meryem’e atanmış olan büyük üçgen alınlıklı,yuvarlak kemerlerin içinde aziz figürlerinin bulunduğu sunak son derece güzel bir işçiliğe sahiptir Yunan ve Roma mimarisinin klasik unsurlarını içinde barındıran bir katedral olarak düzenlenmiş bu kilise neokalasik bir mimaride inşa edilmiştir

Surp Pırgıç Kilisesi (Beyoğlu)
Galata’da Kemeraltı caddesi üzerindedir İstanbul’daki ilk Ermeni Katolik kilisesidirKatolik Ermeni cemaati kendilerine ait bir ibadethaneleri ve ruhani reislerinin olması için II Mahmut döneminden itibaren çalışmalara başlamışlardı Galata’da yaşayan Katolik Ermeni cemaati kendi aralarında para toplayarak Kemeraltı caddesi üzerindeki evvelce Patrikhane olarak kullanılıp sonra Surp Asdvadzadzin kilisesine Patrikhanenin taşınman-sı üzerine boş ve metruk kalan,üzerinde papaz odalarının da bulunduğu yeri satın aldılar Gerekli izinler alındıktan sonra 15 Temmuz 1831 de temeli atılan bina 13 Ocak 1834 de ibadete açıldı İlk Ermeni Katolik kilisesi olduğu için oldukça özenli yapılan binanın dıştan hantal görünüşüne rağmen Kuyu Sokağına bakan taraftaki giriş ve iç mekandaki düzenlemeleri sanki bir antik tapınağa benzetilmek istenmiştir Geniş bir kubbeli bazilika planına sahip olan yapı da orta mekanın üzerini içten tonoz ve yarım kubbeler dıştan düz bir çatı örter Altı payenin arşitravla birbirine bağlandığı ve merdivenle çıkılan giriş bir Grek Tapınağı havasındadır Dışarıya taşkın apsis’in fresk tarzında boyanmış,nişleri gösteren mimari bir kompozisyon içinde Surp Tatyos ve Surp Partoghemios’u temsil eden figürler vardır Ana apsis’in yanındaki küçük apsisi olan şapel vaftizhane olarak kullanılmaktadır Kilisede beş ayrı yerde sunak yapılmıştır bnlardan bir tanesi Meryem’e atanmış olup ince sütunlar ve perdelerin çevrelediği mekanda Meryem ve Çocuk İsa başlarında kral taçları ile canlandırılmıştır Kilisenin yapımı sürerken İstanbul’da Veba salgını baş göstermiş,bunun üzerine Ermeni cemaati bu ikonayı 25 Mart günü bütün İstanbul sokaklarında arkalarından gelen hıristiyanlarla dolaştırmışlardır Tesadüf olarak bu olaydan sonra veba salgını birden bitmiş Sultan II Mahmut da bu kiliseye bu olaydan ötürü elmasdan kuyrukluyıldız biçiminde bir iğne hediye etmiştir Bu olay o tarihten beri Paskalya yortusunun ertesinde “Ölüler günü” olarak 25 Mart’da kutlanmaktadır Kilise açıldıktan sonra Ermeni Katolik Cemaatinin ilk ruhani reisi Başpiskopos Andon Nurican olmuştur

Surp Yerrontutyan Kilisesi ( Beyoğlu)
İstiklal Caddesi'nde Perukar çıkmazında küç ük bir kilisedir İstanbul’daki Levantenler için dört katolik rahip 1722 de buradaki arsayı satın almışlar,gerekli izinleri Osmanlı devletinden aldıktan sonra buraya küçük ahşap bir kilise ile konuk evi inşa etmişlerdir 20 Eylül 1762 de burada çıkan bir yangınla kilise ve evler yanmış,Sultan II Mustafa’dan alınan ferman ile taştan yeni birkilise ile 7 adet ev yapılmıştır 6 Ağustos 1831 deki Beyoğlu yangınında burası yine zarar görmüş olup 1834-35 yıllarında bugünkü küçük kilise yeniden yapılmış 27 Ocak 1836 da Ermeni Katolik rahiplerinin de katıldığı bir kutsama töreni ile ibadete açılmıştır Ermeni Katolik cemaati reisi Monsenyör Andon Hasun kilisenin kendi mülkiyetlerine geçmesi için Avusturya ve Papalığa müracaatta bulunmuş,Avusturya İmparatorluk armalarının korunması şartıyla 25 Mayıs 1857 de Ermeni Katolik patrikliğinin mülkiyetine geçmiştir Tek nefli bir bazilika planında olan bu küçük kilise çift meyilli çatı ile örtülü olup dış cephe sıvalıdır Narteksin üzerinde küçük bir galeri vardır Koro bölümünün üstünde Habsburg hanedanının armaları bulunmaktadır Ana sunak kutsal üçlü’ye ithaf edilmiş olup yan sunaklar Azize Anna ve Meryem’e ithaf edilmiştir

Protestan Ermeni Kiliseleri
Surp Yerrorturyan (Avadaranagan ) Kilisesi (Aynalıçeşme-Beyoğlu)
İngiliz konsolosluğunun arkasında,Emin Camii sokağındadır Ermenilerin protestan hareketlerinin başladığında yapılan ilk kilisedir 1846 da burada mevcut olan ahşap kilise binası yandığından aynı yerde biraz daha geniş bir yer satın alıp yeni bir kilise ve okul yapımı için hükümetten izin istenmiş Sultan Mabdülmecid’in 1861 tarihli fermanıyla arsa alımı için onay alınmıştır Kilise yapımı için tekrar müracaat edilir ve IIAbdühamid’in 9 Ağustos 1904 tarihli fermanıyla onay alınarak ertesi sene kilisenin temeli atılır,20 Ekim 1907 de ibadete açılır İki katlı olan kilisenin alt katı okula ayrılmıştır Anıtsal bir giriş cephesi olan kilise 19uncu yy Avrupa gotik-eklektik mimarisi tarzındadır Sağır sütunlu yuvarlak üzerine sivri kemerli kapısı’nın üzerinde çan kulesi yükselen cephenin birinci katında sivri kemerli uzun pencereler ikinci katında ise yuvarlak gül pencereler vardır Çatı çift meyillidir İç mekan oldukça sadedir Üç cepheli dışarıya taşkın bir apsis vardır Gotik süslü saçak kornişleri iç mekanı çevreler

Süryani Kiliseleri
Meryem Ana Kadim Süryani Kadim Kilisesi (Beyoğlu)
Tarlabaşında Karakurum Sokağındadır İstanbul’da Süryanilere ait tek kilisedir Süryaniler litürjiye göre Nuh peygamberin oğlu Sam’ın oğlu Aram’ın soyundan gelmişlerdir Sami kavimlerinin bir kolu sayılır MÖ 14 ncü yyda Hitit İmparatorluğunun çöküşünden sonra kuzey Suriye’den Şeria nehrine kadar Ön Asya’da egemen olmuşlardır Süryaniler kökeni Urfa kilisesine dayanan ve Asur ırkından olan doğu Süryanileri (Nasturiler) ile kökeni Antakya kilisesine dayanan ve Arami ırkından olan batı Süryanileri olmak üzere ikiye ayrılırlar Aramca konuştukları, snoptik incillerden Matta İncili’nin Arami dilinde yazılıp sonradan Yunanca’ya çevrildiği yolunda güçlü kanıtlar ileri sürülmektedir,günümüzde de Süryanice’ye en yakın dil işte bu aramca’dır Hıristiyanlığı ilk kabul eden toplum olduğu için de kendilerine 1845’den itibaren “Kadim” sıfatı yakıştırılmıştır İsa’nın çağında doğu’da Urfa putperest inancındaydı Kilise tarihçisi Eusebius’un yazdıklarına göre Kral VAbgar bir cilt hastalığına tutulur tedavi için İsa’yı Urfa’ya çağırır İsa çarmıha gerildiği için havarilerinden Thomas’ın kardeşi Addai (Thaddeus) Urfa’ya gider Kral Abgar İsa’nın fikirlerine inanır,hıristiyanlığı kendisi ve toplumu için kabul eder Anadolu’daki Süryani cemaatinin İstanbul’a gelmesi iki göç dalgası ile oluşmuştur Birincisi Bitlis,Diyarbakır,Mardin, Midyat ve Nusaybin’den 1830 yılından itibaren başlar ve Cumhuriyetin ilanına kadar devam eder İkinci dalga ise yine aynı kentlerden ve köylerden Cumhuriyet sonrası olmuştur İstanbul’a ilk yerleşen Süryaniler,ibadetlerini yapabilmek için Tarlabaşı’nda ahşap küçük bir ev satın alırlar 1844 de Patrik Mor Ignatios IIYakup cemaatini ziyaret için İstanbul’a geldiğinde bu küçük evi kiliseye çevirmeyi düşünür ve Sultan Abdülmecid’e müracaat eder,isteği olumlu karşılanır ve ev yıkılarak yerine ahşap bir kilise inşa edilir Meryem Ana’ya ithaf edilen bu kilise 1870 Beyoğlu yangınında tamamen yanar 1880 de bu sefer kargirden yeniden inşa edilir İkinci göç dalgasıyla artan nüfusun ihtiyacı karşılanamadığından Süryani Kilisesi Vakfı tarafından etrafındaki evler satın alınır ve 1961 de gerekli yasal izinler alındıktan sonra bugünkü kilise yapılır ve 3 Kasım 1963 de Patrik Mor İğnatios III Yakup tarafından törenle ibadete açılır Kilise’nin inşaatında Mardin’den getirilen ,taş oymacılığı ve taşçı ustaları olan Sait Mimarbaşı,İskender Aktaş ve Lole Ertaş ve ekibinin ustaları ile yine Mardin’den getirtilen taşlarla inşa edilmiştir Kilise’nin yanında idare binaları ve okul vardır

Katolik Kiliseleri
Saint Antuan Kilisesi (Beyoğlu)
İstiklal Caddesi üzerinde demir parmaklıklı bir kapı ile girilen geniş bir avlunun içindedir Avlunun iki tarafında bu komplekse ait çeşitli binalar yer almaktadır Mimar Giulio Mongeri’nin (1875-1953) Lombardia Gotiği stilinde bir eseri olup inşaata 1906 da başlanmış ve 12 Agustos 1912 de ibadete açılmıştır Beyoğlu’nun ilk betonarme yapılarından olan bu kilisenin dışı kırmızı tuğla kaplı, Latin haçı plânlı, oldukça devasa boyutlu bir kilisedir İç kısımda mübalağaya kaçacak kadar çeşitli malzeme ,heykel ve resim kullanılmıştır Ana apsis’de ahşaptan “çarmıhta İsa” heykeli ile yandaki Aziz Antoine’nin heykeli Luigi Bresciani ‘nin eseridir Yan apsislerde mozaik ile yapılmış “vaftiz” ve “Son akşam yemeği” panolar vardır Çan kulesi güney apsisinin üzerindedir Güney tarafında kiliseye paralel iki katlı manastır binası ve kiliseye akar olması için yaptırılmış apartmanlar yer alır

Saint Benoit Kilisesi ve Manastırı (Beyoğlu)
Galata’da Kemeraltı Caddesindedir Cenevizli Benedikten rahiplerinin kilisesi olarak da bilinir Bu kompleksin yerinde evvelce bir Bizans Manastırı olduğu ve 1427 de yenilendiği ileri sürülmektedir Çan kulesi 15inci yy mimarisini aksettirir ve Galata’daki en eski kilisedir 1573 de Cizvitlerin elinde olan bina daha sonra 1783 de Lazaristlerin eline geçmiş olup çevresindeki binalar 1803-4 de onlar tarafından yapılmıştır 1865 de burada çıkan bir yangından zarar gören binadan günümüze sadece çan kulesi gelebilmiştir

Saint Esprit Kilisesi (Şişli)
Cumhuriyet Caddesi üzerinde Notre Dame de Sion Lisesinin avlusundadır Bu kilise 1845 de İtalyan Mimar Fossati tarafından projesi yapılıp inşaatı gerçekleştirilmiştir Vatikan’a bağlı olan kilise 20 Ocak 1876 da katedral statüsünü kazanmış olup 1989 da İtalyan rahiplerin yönetimine verilmiştir Barok üslupta yapılmış bir kilisedir Okul ile müşterek olan avlusunda Papa XV inci Bonua’nın mermer bir heykeli bulunmaktadır Üç nefli bir bazilika planındadır Ana apsis ve yan apsisler dışarıya kare şeklinde taşmaktadır Nefleri ayıran sütunların üzerinde galeri bulunmaktadır Ölçek Sokağına bakan ucunda çan kulesi bulunmaktadır

Saint Georg Kilisesi (Beyoğlu)
Galata’da Kartçınar sokağındadır Bizans İmparatoru II Andronikos Palaiologos’un bir fermanına dayanılarak bu kilisenin Cenevizliler zamanında var olduğunu saptayabiliyoruz 15nci yyait Pera’daki vakıf mülklerini gösteren bir belgede bu kiliseden “Aya yorgi” diye bahsedilmektedir Fransız elçisi De Germigny’nin 1580 de yazdığı bir mektupta Dominiken rahiplerinin elinde olup cemaatinin olmadığı için sadece bayramlarda açıldığını bu yüzden de yapıyı satın almak istediklerinden bahsetmektedir Osmanlı-Fransız ilişkilerinin kuvvetlenmesiyle 1626 da kiliseye Fransisken rahipler yerleşir Kilisenin yanında Peron ailesine ait olan evi okul yapmak için satın alırlar 1660 daki büyük yangında bina tamamen yanar Arsa haline gelen bu yerin mülkiyeti de böylece Osmanlı Devletine geçer Daha sonra Fransız Hükümeti burayı satın alır ve 1675 de gerekli izinler alındıktan sonra kilise yapımına başlanır ve 1677 de ibadete açılır 1809 da Fransızlar burayı askeri hastahane olarak kullanırlar , 1831 de çıkan bir yangınla tekrar büyük zarar görür ve 1853 de tekrar Fransisken rahipleri tarafından satın alınırsa da onlar da burayı 1908 de Avusturyalı Lazarist rahiplere satarlar Lazaristler burayı restore ederken tamamen bir Avurupa mimari tarzını yerleştirmişlerdir 1963 de mabedin içindeki aşırı süslemeler kaldırılarak yeni bir iç dekorasyona gidildi ve Viyana Ekolüne bağlı Ressam Anton Lehmden ve Oıtzinger beraberce çalışarak yeni bir dekorasyon uyguladılar

Saint Maria Draperis Kilisesi (Beyoğlu)
Beyoğlunda Galatasaray ile Tünel arasındadır Fransisken tarikatına mensup olan Madam Clara Draperis’in bağışladığı bir evin arsasına,Galata Mumhane caddesindeki Santa Maria kilisesinin 1584 de yanmasından sonra yapılmıştır 1691 de ahşap olarak yapılmış bu kilise yanında bu kez 1769 da bugünkü yerinde kargir olarak yapılmışsa da 1870 Beyoğlu yangınından kurtulamamıştır Bndan sonra burası İtalyan Mimar Guglielmo Semprini’nin prjesiyle Avusturya-Macaristan Büyükelçilik binası olarak kullanılmıştır 1904 de IIAbdülhamid’in vermiş olduğu izin ile bugünkü kilise inşa edilmiştir Ön tarafındaki Santa Maria hanı ile kiliseyi aradaki lojmanlar birbirine bağlayarak bir kompleks meydana getirirler Kilisenin neo-klasik üslupta kesme taştan sade ve iki katlı bir cephesi vardır Mermer bir arşitrav ve üçgen alınlığın çevrelediği giriş kapısı üzerinde mozaik ile yapılmış orans vaziyetinde Meryem vardır 1678 yangınından kurtulan “Meryem” tablosu da kilisenin apsisindedir
Saint Pierre ve Paul Kilisesi (Galata)
Galata’da Galata Kulesi sokağındadır Dominiken rahipler tarafından Mimar Fossati’nin projesi ile 1841-1843 arasında yaptırılmıştır Dikdörtgen çeklinde gayet bakımlı bir avlunun içinde tek nefli bir bazilika planında iki katlı bir bina olup avluya bakan cephesi sütunların birbirine bağlayan yuvarlak kemerlerle açılır Üst örtüsü içten beşik tonoz ,dıştan kiremit kaplı çift meyilli çatıdır

Anglikan Kiliseleri
Kırım Kilisesi (Beyoğlu)
Galip Dede Caddesi ile Serdarıekrem Sokağının arasındadır Evvelce üzerinde Rum mezarlığının bulunduğu bu arazi Abdülmecid (1839-1861) tarafından İngilizlere Kırım Savaşı’nın anısına bir kilise yapımı için verilmiştir Projesini GStreet’in çizdiği bu kilisenin temeli 19 Ekim 1858 de atıldı ve 22 Ekim 1868 de ibadete açıldı 1970 de cemaatinin olmaması yüzünden kilise kapatıldı ve içeriye binayı muhafaza etmek için bir bekçi konulduysa da bu kişi kilisenin içindeki kıymetli eşyaların yok olmasına sebep olduğu gibi bina bakımsızlıktan harap bir hale geldi 1991 de Sri Lanka’dan gelen Anglikan mültecilerin İngiliz konsolosluğuna müracaatları ile Konsolosluktaki Anglikan şapelinin rahibi İan Sherwood’un yönetiminde kilise temizlenip onarılarak tekrar ibadete açıldı Neogotik üslupta yapılmış olan bu kilise’de kullanılan kırmızı renkteki taşlar Malta’dan getirilmiştir Dikdörtgen bir yapı olan binada yuvarlak kemerli ikizli pencerel ile içerisinin ışık alması sağlanmıştır Ana girişin iki yanında sivri kulahlı iki küçük kule bulunmaktadır Yan tarafındaki çan kulesi baldakin tarzında olup sivri külahlıdır Üst örtüsü çift meyilli kiremit kaplı çatıdır
Şişli İlçesindeki Kiliseler

Ayios Atanasios Kilisesi (Şişli)
Kurtuluş’da Omuzdaş sokağında Rum ortodoks kilisesidir Eğimli bir arazide olması nedeniyle bir kısmı yol seviyesinin altında kalan kilise yüksek duvarların çevrelediği bir avlunun içindedir Bugünkü binanın yapılışının tarih kitabesi 1855 dir 1893 ve 1949 da tamir gördüğünü yazan iki kitabesi daha vardır Kubbeli bazilika plânında olan yapının orta nefi’nin üzeri etrafı gül pencereler ile çevrili kasnağı olan basık bir kubbedir Diğer kısımlar çift meyilli çatı ile örtülüdür Binanın dört köşesinde ana mekandan çıkan çan kuleleri vardır Kilisenin batı tarafında aynı adı taşıyan bir ayazması mevcuttur
Ayios Dimitrios Kilisesi (Şişli)
Kurtuluş’da Ateşböceği sokağında Rum Ortodoks kilisesidir Bulunduğu yerde evvelce mezarlık ve içinde Aziz Haralambos’a ithaf edilmiş bir şapel ile bir ayazmanın varlığını biliyoruz 1726 tarihli kitabesinde inşa edildiği yazılıdır Ayrıca 1782 ve 1798 de tekrar bir onarım görerek genişletilmiş olduğu da içerideki diğer kitabelerinde yazılıdır Üç nefli bazilika planında olan yapı kesme taştan inşa edilmiş olup sade bir yapısı vardır Üzeri kiremit kaplı çift meyilli bir çatı ile örtülüdür Aziz Dimirios’a ithaf edilmiş bu kilisede bu azizin rölikleri bema’dan bir duvarla ayrılan bölümde muhafaza edilir Narteksin kuzeyindeki bir merdivenle galeriye çıkılır Nefleri ayıran sütunlar mermer taklidi olup yuvarlak kemerlerle birbirlerine bağlanmıştır Bu kemerlerin arasındaki yuvarlak madalyonlarda ise aziz figürleri resmedilmiştir İkonastasis,ambon ve despot koltuğu ahşap olup kabartma çiçek ve bitki motifleri ile süslenmiştir
Ayios Elefterios Kilisesi (Şişli)
Kurtuluş,Bayır sokak’da Rum Ortodoks mezarlığının içindedir Önemli bir mimarisi olmayan bu bina 1865 de mezarlıktaki cenaze törenleri için inşa edilmiştir Bazilika planındaki kilisenin apsisi içten yarım kubbe,diğer yerler beşik tonoz olup hepsi dışarıdan çift meyilli çatı ile örtülmüştür Kaba yonu taşından yapılmış olup üzeri sıvanmamıştır
Bulgar Eksarhanesi (Şişli)
Şişli’de Halaskargazi caddesinde alçak duvar üzerine demir parmaklıkla çevrili geniş bir bahçenin içerisinde yer alan eklektik üslupta yapılmış ahşap bir yapıdır
İstanbul’daki Bulgar azınlığı 19uncu yya kadar Rum Ortodoks patrikhanesine bağlı kiliselerde ibadet ediyorlardı 18inci yy ın sonlarında Balkanlarda başlayan milliyetçi akımlar İstanbuldaki Bulgarları da etkiledi ve bağımsız bir Bulgar kilisesi kilisesi kurarak Ortodoks patrikliğinden ayrılmak istediler 1848 de, İstanbuldaki Bulgar cemaatinin önde gelen isimlerinden olan Stefan Bogoridi Tanzimat fermanının verdiği haklardan yararlanarak, Bulgarların Rumca bilmediklerini ,Rum kiliselerindeki ayinleri anlayamadıklarını ileri sürerek Osmanlı devletine müracaatla kendi dillerinde ibadet etmek istediklerini bildirdi Bu arada Rusya sefareti de onları destekledi ve Fener semtinde bir ibadethane ve papaz evi yapmaları gerekli olan arsayı kendilerine vereceklerini bildirdi Osmanlı devleti de Bulgar cemaatinin Fener patrikhanesinden ayrılmasının Patrikhaneyi biraz zayıflatacağını düşünerek bu öneriye son derece olumlu baktı ve Stefan Bogoridi’nin hibe ettiği,Mürsel Paşa Caddesi üzerindeki Sveti Stefan kilisesinin karşısındaki arsaya “metoh” adı verilen bir papaz evinin yapılması ve ibadetin orada yapılmasına Sultan Abdülmecid izin verdi ve 1850 de inşaat tamamlandı Bulgarlar 1860 da devlete tekrar müracaat ederek Rum Patriğini kendilerine dini lider olarak tanımayacaklarını bildirdiler 11 Mart 1870 de Sultan Abdülaziz’in fermanı ile bağımsız Bulgar kilisesinin kurulmasına izin verildi ve cemaatin başına da Patrikten aşağı metropolitten yukarı bir rütbe olan ” Eksarh” getirilmesi karara bağlandı Böylece yeni kurulan kilise bundan sonra “Bulgar Esarhlığı” olarak tanındı ve Patrikhane de bunu onayladı Şişli’deki bina da bundan sonra inşa edildi İbadet mekanı ve lojmanların bir arada olduğu ahşap karkaslı bu bina iç sofalı plân tipindedir İbadet mekânı dikdörtgen bir salon şeklinde olup İkonastasis in iki tarafındaki yuvarlak kemerlerden arkadaki kutsal eşyaların korunup muhafaza edildiği mekana geçilir İkonastasisde İsa ve azizlerin yağlıboya resimleri vardır Bahçede bulunan anıtın üzerinde 16 Eylül 1872 de Fener Patrikhanesi Sen Sinodu’nun Bulgar kilisesi ile bir bağının kalmadığını belirten kitabesi vardır Bu anıtın üzerinde 1901 de Pınarhisarlı Mihail isimli bir ustanın döktüğü çan bulunmaktadır Eksarhhane 1989 da önemli bir tamir geçirmiştir İstanbulda Eksarhhane’den başka biri Feriköy mezarlığınin içinde diğeri de Demir Kilise olarak bilinen Sveti Stefan olmak üzere üç Bulgar Ortodoks kilisesi vardır

Dodeka Apostoli (Aya Apostoli) Kilisesi (Şişli)
Feriköy’de Avukat Caddesinde yüksek duvarların çevrelediği bir avlunun içinde yer alan 1868 de inşa edilmiş olan bu Rum ortodoks kilisesi oniki havariye ithaf edilmiştir 1949 da bir onarım geçirdiği içerisindeki kitabede yazılıdır Kapalı Yunan haçı planında olan kilise muntazam taşdan yapılmış sade bir yapıdır Narteks’den Naos’a geçilen kapının üzerinde Ressam Haralambos tarafından 1914 de yapılmış oniki aziz’in yağlıboya portreleri vardır Orta nefin üzerini her cephesine pencere açılmış sekizgen kasnaklı içerisinde pantokrator İsa tasviri olan bir kubbe örter Diğer kısımların üst örtüsü ise kırma çatıdır Narteksin güneyinden ahşap korkuluklu bir merdivenle galeriye çıkılır Galerinin koruluklarında incilden alınmış sahneler resmediliştir
Hiristos Metamorfosis Kilisesi (Şişli)
Şişli,Büyükdere Caddesi’ndeki Rum Mezarlığının içindedir 1888 de inşa edilmiş olan bu kilise haç planlıdır Orta mekanın üzerini yüksek sivri bir kubbe örtmektedir Bu kubbe çinko kaplı olup sekiz dilimli olup her dilimde haç işlenmiştir Düzgün kesme taştan inşa edilmiş olan kilisenin apsis’i dışarıya yarım yuvarlak olarak taşmaktadır
Beşiktaş İlçesindeki Kiliseler

Ayios Dimitrios Kilisesi (Beşiktaş)
Kuruçeşme’de Kırbaş sokağında Rum ortodoks kilisesidir Bizans devrinde mevcut olup yıkılmış bir kilisenin yerine 1820 de inşa edilmiş olup 1870 de genişletilmiştir Üç nefli Bazilika planında olan kilisenin dıştan köşeli olarak dışarı taşmaktadır Nefleri ayıran sütunlar mermer taklidi olup basık kemerlerle birbirine bağlanır Kaba yonu taş ve tuğla karışımı inşa edilmiş olan kilisenin içi ve dışı sıvalı olup içeriden apsis ve yan hücreler yarım kubbe nefler ise beşik tonoz olup hepsi dıştan kırma çatı ile örtülmüştür Narteksin üzerindeki galeriye yan tarafındaki ayazmadan da çıkış sağlanmıştır İkonastasis ,ambon ve despot koltuğu ahşap olup kabartma tekniğinde yapılmış bitki motifleri ile süslenmiştir

İoannes Prodromos Kilisesi (Beşiktaş)
Kuruçeşme Caddesinde Rum Ortodoks kilisesidir Evvelce mevcut sir kilisenin arsası üzerine 1835 de yapılmıştır Üç nefli bazilika plânlı bir yapıdır Nefleri ayıran ahşap sütunlar arşitravla bağlanırlar Apsis’in üst örtüsü yarım yuvarlak bir kubbe olup diğer yerler kırma çatı ile örtülüdür Cephesi kaba yonu taş üzeri sıvadırSadece köşelerde düzgün kesme taş kullanılmıştır Naos’daki merdivenle galeriye çıkılır Ahşap ikonastasis ,ambon ve despot kultuğu oyma tekniğinde yapılmış bitki motifleri ile süslüdür Naos’un köşesinde Hagios Sotirios’a atanmış ayazma vardır
Taksiarhes Rum Kilisesi (Beşiktaş)
Arnavutköy’de Dere ve Abdullah Molla sokaklarının arasında,yüksek duvarlarla çevrili geniş bir avlunun içerisindedir 19uncu yy ikinci yarısında düzgün kesme taştan inşa edilmiş kapalı yunan haçı plânlı Rum ortodoks kilisesidir Apsis yuvarlak olarak dışarı taşkın olup üzeri ana mekanın çatısından alçak bir yarım kubbe ile örtülüdür Orta mekanın üzerini basık kasnaklı bir kubbe örter Dış cephede yuvarlak kemerlerin içerisinde üçüzlü ve ikizli pencereler yer alır Avluda Azize Paraskevi’ye ithaf edilen bir ayazması vardır

Surp Asdvadzadzin Ermeni Kilisesi (Beşiktaş)
Beşiktaş’da İlhan Sokaktadır İlk yapılışının 1661 ile 1684 arasında olduğu ileri sürülüyorsa da kesin bir bilgimiz yoktur Yıkılmış olan bu mabedin arsası üzerine bugünkü kilise Saray Mimarı Garabed Serkis Balyan tarafından kendi mali desteğinin yanısıra proje ve kontrolluğunda 1838 yılında yeniden yapılmıştır 1987 de büyük bir onarım geçirmiş,iç ve dışı boyanarak ahşap sunak altın varak ile kaplanmıştır Dış görünüşünün son derece sade olmasına karşılık içi son derece zengin bir tezyinata sahiptir Sunağı meydana getiren sütunlar iyon tarzında olup başlıkları altın varaklıdır Kilisedeki Meryem,İsa,azizler ve İncil yazarlarını temsil eden büyük boy yağlıboya resimler saray ressamı Umed Beyzad (1809-1874) tarafından yapılmıştır Kapalı haç plânında olan kilisenin orta mekanı içten kubbe,yan kollar tonoz olup dışarıdan kiremit kaplı kırma çatı ile örtülüdür

Yerevman Surp Haç Ermeni Kilisesi (Beşiktaş)
Kuruçeşme’de Kırbaç Sokağında Ermeni Gregoryen kilisesidir 28 Şubat 1798 de Patrik IIZakarya’nın takdise ederek ibadete açtığı bu kilise Amira Hovivyan ve Episkopos Hovhannes’in maddi katkılarıyla yapılmıştır Zaman içinde harap olan kilise ikinci kez Mimar Garabet Balyan’ın projesi ve kontrolluğunda inşa edilerek 16 Kasım 1834 de Patrik II Isdepannos Zakaryan tarafından takdis edilerek tekrar ibadete açılmıştır 1835 de kilisenin bahçesine günümüzde kapanmış olan Tarkmançatz Ermeni ilkokulu, 1858 de kilisenin doğusuna bir çan kulesi eklenmiştir Bahçedeki iki çeşmeden biri 1872 diğeri ise 1905’de yapılmıştır 1919 daki Kuruçeşme yangınında çatı,çan kulesi ve kapıları yanan kilise yeniden onarıldı Bu kez çan kulesi Garabed Halacyan tarafından demirden inşa edildi 1977 ve 1988 senelerinde tekrar tamir görmüştür Kilisenin bahçesindeki okul kapandıktan sonra İstanbul’daki önemli korolardan biri olan Gomidas korosuna tahsis edilmiştir Ermeni kiliselerinde az rastlanan bir simetri örneği bazilika planlı bu kilisede kullanılmıştırAna apsis’in iki yanında küçük birer şapel şeklindeki hücrelerden kuzeydeki vaftizhane güneyindeki ise kutsal eşyaların korunduğu hazine odasıdır Apsis’in önündeki sunagın ahşap işçiliği ve altın kaplama varakları ile oldukça dikkati çekmekte olup üzerine yapılmış olan aziz resimleri son döneme aittir Narteks’den yukarıya çıkan bir merdivenle koroya ayrılan galeriye çıkılır Moloz taş’dan yapılmış olan cephe son derece sade olup binanın üst örtüsü kiremit kaplı kırma çatıdır Kilisenin tarihindeki önemli olaylardan biri Ermeni ve Gregoryen cemaatlerinin Patrik I Bogos (1815-1823) zamanında toplanmaları ,diğeri ise 12 Ekim 1913 de Ermeni harflerinin bulunuşunun 1500 üncü yıldönümünün burada kutlanmış olmasıdır
Sarıyer İlçesindeki Kiliseler

Ayia Paraskevi Rum Kilisesi (Sarıyer)
Tarabya’da Yeniköy Caddesi üzerindeki bir aralıktan içeri girilince bir avlu içindedir 1868 de Azize Paraskevi’ye atanarak eski manastır arsası üzerine inşa edilmiştir Kapalı Yunan haçı planlı olan yapının orta mekanını yüksek kasnaklı ve etrafına pencereler açılmış bir kubbe örter Haçın diğer dört kolu kırma çatı ile örtülüdür Apsis üçüzlü bir pencere sistemine sahip olup üzeri yarım kubbedir İkonastasis mermerden yapılmıştır Despot koltuğu ve ambonu ahşap üzerine oymalı olup altın varakla kaplıdır

Ayia Paraskevi Rum Kilisesi (Sarıyer)
Büyükdere’de Danişment Sokağında geniş bir avlunun içindedir 1831 de inşa edilen bu kilise evvelce bir yangınla tamamen ortadan kalkan eski bir Rum kilisesinin arsasına yapılmıştır Üç nefli bir bazilika plânında olup üst örtüsü beşik tonoz üzerine kırma çatı ile örtülüdür Çan kulesi olmayıp bahçedeki bir ağaçta çanı asılıdır

Surp Asdvadzadzin Ermeni Kilisesi (Sarıyer)
Yeniköy’de Salih Ağa Sokağında Meryem’e ithaf edilmiş Gregoryen kilisesidir Patrik II Hagop Nalyan zamanında 1760 da inşa edilmiştir Hartyan Nevruzyan’ın mali desteği ile 1834 de büyük bir onarım geçirmiş ve aynı senin 24 Haziranında Patrik Isdepanos II Agavni tarafından kutsanarak ibadete yeniden açılmıştır 1984 de büyük bir onarım daha geçiren kilisepapaz evleri,okul ve sarnıç’dan meydana gelen bir kompleksdedir Ermeni kiliselerinde az görülen bir plân olan üç nefli bir bazilika plânına sahiptir Apsis yarım yuvarlak olarak dışarı taşkın olup arkasında küçük bir sunak bulunur Sunağın kemerinde “Yol,gerçek ve hayat benim” sözü yazılıdır Ana apsis’in iki yanındaki mekanlardan biri vaftizhane diğeri kutsal eşyanın korunduğu “hazine odası” diye adlandırılan bölümdür Bu kilisenin diğer Ermeni kiliselerinden ayıran özelliği,bütün Ermeni kiliselerinde girişin batıdan olmasına karşılık burada kuzey ve güney yönlerinde olmasıdır Narteksin üzerindeki galeri koro’ya ayrılmıştır

Surp Hovhannes Mıgırdıç Ermeni Katolik Kilisesi (Sarıyer)
Sultan Abdülaziz’in 1864 tarihli fermanıyla inşa edilmiş ve 24 Haziran 1866 da ibadete açılmıştır Gotik tarzda inşa edilmiş bu kiliseyi Ohannes Tıngıryan yaptırmıştır İstanbul’daki 12 Ermeni katolik Kilisesinden bir tanesidir

Surp Hripsimyantz Ermeni Kilisesi (Sarıyer)
1848 de inşa edilen bu kiliseyi Garabed Yeremyan yaptırmıştır Yanında papaz evi de bulunan bu bina 1894 depreminde büyük zarar görür ve Abraham Paşa Yeremyan ( 1833-1918) tarafından onarılır Son devir yapısı olan kilisenin mimari bir özelliği yoktur

Surp Santukhd Kilisesi (Sarıyerı)
Rumelihisarında Durmuş Dede Sokağında Ermeni Gregoryen kilisesidir Evvelce yerinde ahşap bir kilise olduğu kayıtlı olan bina 1816 da yıktırılarak yerine bugünkü kilise inşa edilip 29 Temmuz 1856 da ibadete açılmıştır 1972 de bir yangın geçiren bina tekrar onarılmış ve 1978 de inşaat bitmiştir Moloz taşla yapılıp üzeri sıvanmış küçük ve özelliği olmayan bir kilisedir Kuzeyinde demir iskelet üzerinde çan kulesi vardır

Ermeni Kiliseleri

Asdvadzadzin Kilisesi (Eminönü)
Kumkapı’da Şarapnel Sokağındadır Patriklik Katedrali olarak da isimlendirilir Yazılı kaynaklara göre 1641 de bu makam Samatya’dan buraya geçmiştir Fetihden sonra İstanbula gelen Ermenilere verilen birkaç Bizans kilisesinden biridir Kelime anlamı “Tanrıyı karnında taşıyan kadın “ yani Meryemdir Mayıs 1645’deki yangınında harap olan kilise Rahip Boğos’un liderliğinde tamir edilir 1718 de tekrar bir yangın geçirir ve Patrikhane ile birlikte çok büyük hasar görür Kudüs Patriği Kirkor Şirvanlı ve İstanbul patriği Hovhannes Peğişetsi’nin ortak çabaları ile Hassa mimarlara Serkis Kalfa ve Melidon Araboğlu’nun yönetiminde ikibuçuk ay gibi çok kısa bir sürede onarılarak 13 Aralık 1719 da tekrar ibadete açılır Bundan sonra da Ana Ermeni kilisesi olarak İstanbuldaki yerini alır 1762 yangınında avlusundaki Küdüs Patrikliği Vekâlethanesi olan yapı ile tekrar yanar Bina bu sefer Patrik II Hagop’un Sadrazam Koca Ragıp Paşa’dan sağladığı destek ile yeniden tamir görür Bu onarım sırasında kiliseye bitişik ikinci bir bina inşa edilir 1819 da Hassa Mimarı Hovannes Serveryan’ın yönetiminde yeni baştan elden geçirilir ve 19 Şubat 1820 de inşaat tamamlanır Yangınların peşini bırakmadığı mabet bu kez 16 Ağustos 1825 daki büyük Hocapaşa yangınında kilise,patrikhane ve Kudüs Vekâlet binaları yanar Sultan II Mahmud’un 2 Şubat 1828 tarihli fermanı ile Kirkor Balyan ve Karabet Devletyanın projeleri doğrultusunda büyük bir onarım geçirerek birkaç ilave daha yapılır Bu inşaatta üç büyük,üç küçük kilisenin tamirlerinden başka fakir çocuklar için bir derslik ve yangına karşı bir havuz, tulumbacılar için de oda yapılır 18 Ocak 1845 deki fermanla yeniden bir onarım geçiren kompleksin ana girişine bir çan kulesi ilave edilir Ana kilise binası üç nefli bazilika tipinde bir plâna sahiptir Orta nefin üzeri beşik tonoz,ana mekandan biraz yüksek olan yan neflerin üzeri tek meyilli çatı ile örtülüdür İçeriye giriş çan kulesinin altındaki büyük kapıdandır Narteks’in güney-batı köşesinde Patrik II Varjabedyan’ın mezarı bulunur Kuzey nefindeki bir kapı Surp Haç kilisesine giden koridora açılır Katedralin ana sunağının iki yanında küçük sunaklar bulunur Bu kısımda hazine odasına ve küçük şapele açılan geçitler vardır Bi kompleksin içindeki Surp Harutyan şapeli de üstü tonozla örtülü bir bazilika planına sahiptir Üç ayrı yönde kapısı olan bu şapelin girişinde Harutyan Amira Bezciyan’ın mezarı ve bronz büsktü vardır Mizarın hemen yanındaki merdivenlerden şapelin altındaki Surp Teodoros ayazmasına inilir
1677 de kilisenin yakınında ve onun kontrolünde bir basımevi kurulmuş ve çok sayıda kitap basıldığını yazılı kaynaklardan öğrenmekteyiz

Surp Hovhannes Avedaraniç Ermeni Kilisesi (Eminönü)
Gedikpaşa’da Bali Paşa Caddesindedir Ermeni Protestan Kilisesidir Kilisenin bulunduğu yerde evvelce küçük bir şapelin bulunduğuna dair bazı iddialar varsa da kesinlik kazanamamıştır Burada oturan Ermeniler dini ayinlerini Gedikpaşa’daki Amerikan Okulunun şapelinde yaptıklarından kendilerine mahsus bir kilise gereksinimi duyarak 1880 de binanın bulunduğu arsayı kurmuş oldukları vakıf adına satın alırlar Devletten inşaat izni alamadıklarından dolayı 1911 e kadar bu durum devam eder Sultan Vahdettin 18 Mayıs 1911 tarihli fermanıyla inşaata izin verir Mimar İsdepan İzmirliyan’ın çizdiği proje ile büyük bir bölümü yurt dışından gelen bağışlarla vakıf inşaata başlar Birinci Dünya harbi nedeniyle inşaat varım kalır ve savaşın bitiminden sonra tamamlanarak 16 Ocak 1921 de ibadete açılır Üç katlı ve dikdörtgen bir plana sahip olan kilisenin cephesi tamamen gotik tarzdadır İki yandan çıkılan merdivenlerle gotik tarzındaki giriş kapısından ibadet mekânına girilir Bunun altındaki bodrum toplantı salonudur İbadet mekanının üzerinde ise asma kat şeklinde bir galeri vardır Kapının üzerinde kitabe bulunmaktadır Çan kulesi ön cephede yükseltilmiş fasadın üzerindedir Sokaktan alçak duvarlı parmaklıklar ile etrafı çevrilerek ayrılmıştır
Rum Ortodoks Kiliseleri:
Aya Kiryaki Kilisesi (Eminönü)
Kumkapı,Gedikpaşa caddesinde Çadırcı Cami Sokağı ile Kadirga Limanı Caddesi arasında Rum Ortodoks kilisesidir Diocletianus (284-307) zamanında yaşamış olan ilk hıristiyan azizesi olan Aya Kyriaki’Ye ithaf edilmiştir Bu devirde yaşayan Efsevia isimli bir kadının uzun yıllar çocuğu olmamış,eğer bir çocuğu olursa onu Tanrı’ya adayacağına dair dua edermiş Duaları kabul olunur ve haftanın yedinci günü bir kız çocuğu dünyaya getirir ve bu yüzden ona Kyriaki adını verir Aile hıristiyan olduğu için Diocletianus’un hıristiyanları takibi sırasında aile tutuklanır ve sorgulanırken işkence görürler Henüz onaltı yaşında bir genç kız olan Kyriaki de işkence altında hıristiyanlığını inkar etmez ,yakılarak öldürülmesine karar verilir Büyük bir ateş yakılır ve kız ortaya konulurbu sırada büyük bir yağmur başlar ve ateş söner,bunun üzerine vahşi hayvanların önüne atılır fakat bu sefer de hayvanlar ona dokunmazlar Vali son olarak kafasının kesilmesini emreder azize yerde yüzüstü yatıp dua ederken askerler kafasını keserler,tam bu sırada “Gördüklerini insanlara anlat” diye gökten bir ses duyulur Daha sonra hıristiyanlık yerleşip devletin resmi dini olunca Kyriaki’nin ölüm günü olan 7 Temmuz Yortu günü olarak kabul edilir,7 inci günde doğduğu içinde Pazar ilahesi olarak tanınır ve ona atanmış olan kiliselerin de günü Pazar kabul edilir
İlk yapılış tarihini kesin olarak bilmediğimiz bu kiliseyi 1583 de hazırlanan listede adı geçtiğinden en erken bu tarihi kabul edebiliriz1645,1660 ve 1865 de iki yangın geçirip sonrasında onarılan bu yapı 1895 depremine yıkılır Bir sene sonra Mimar Periklifio Tiadis’in projesi doğrultusunda bugünkü Kilisenin inşasına başlanır ve 1901 de ibadete açılır
Kesme taştan iki katlı olan kilise dikdörtgen planlıdır Apsis ve yanındaki hücreler dışarıya yarım yuvarlak şeklinde açılır Üst orta mekanı yüksek kasnaklı bir kubbe örter Apsis ve yandaki hücrelerin üst örtüleri yarım kubbedir Cephenin iki yanında küçük kulelerin üstü de kubbelidir Bir avlu ortasındaki binaya mermer merdivenlerle çıkılır Kapı ve pencerelerin üzerleri sütun ve kemerlerle hareketlendirilmiştir Pencerelerinde kullanılan vitraylar görüntüye bir zenginlik verir İç mekandaki sütunların gövdeleri porfir taklidi yeşile boyalı olup başlıkları iyon tarzındadır İç kısımda İncil’den alınan sahneler ve Aziz figürleri resmedilmiştir Orta Kubbede “Pantokrator İsa” Apsis yarım kubbesinde “Blaherna Meryem’i bulunmaktadır

Ayios Teodoros Kilisesi (Eminönü)
Paşazade,İmrahor Hamamı ve Hayriye Tüccarı sokaklarının çevrelediği köşededir Bugünkü kilise 1830 yılında, yangında yanan başka bir kilisenin yerine inşa edilmiştir Doğu-batı yönünde üç nefli bazilika planlı bir yapıdır Nefleri meydana getiren sütunların başlıkları alçıdan korint nizamında olup gövdeleri yeşil renge boyanmıştır Yarım yuvarlak apsis’i dışarıya çıkıntılı olup yarım konik bir çatı ile örtülüdür Bema’nın önündeki İkonastasis her üç nefin de önünde olup ahşap ve kabartma bitki motifleri ile süslenmiştir Apsis yanındaki ikinci sütun’un üzerinde yine ahşaptan ambonu yer alır Onun önündeki despot koltuğu de ikonastasisdeki gibi ahşap olup kabartma bitki motifleri ile süslenmiştir İçten ,narteksin kuzey tarafındaki merdivenlerle galeriye çıkılır Cephelere açılan yuvarlak kemerler içine alınmış dikdörtgen pencerelerle aydınlık sağlanmıştır

Panayia Elpida Kilisesi (Eminönü)
Kumkapı’da Müsteşar,Gerdanlık ve Samsa sokaklarının çevrelediği adanın ortasında Rum Ortodoks kilisesidir Orijininin XV inci yy ait olan “Elpis ton Apelpismenon” kilisesine ait olduğu onun temelleri üzerine inşa edildiği iddia edilirse de bu kesinleşmemiştir1645 ve 1660 da iki kere üst üste yangın geçiren kilise 1680 de yeniden inşa edilir Büyük çevre duvarlarının gerisinde yer alan doğu-batı doğrultusunda kapalı yunan haçı plânlı bir yapıdır Orta mekanın üstü kubbe yan mekanlar ise tonozla örtülüdür Apsis’in iki yanında diakonikon ve prothesis hücreleri yer alır,bunların apsisleri ile beraber dışarıya yarım yuvarlak üç apsis çıkıntısı vardır Üç köşesinde de çan kuleleri vardır Bema kısmına üç basamakla çıkılır Narteksin üzerinde ise bir galeri bulunur Naos’un kuzeyinde kubbeyi taşıyan ikinci sütuna mermer bir ambon oturtulmuştur Onun önündeki despot kolmtuğu ise oyma ve kabartma tekniğinde yapılmış bitki motifleri ile süslüdür
Eski kayıtlara göre 18 Mart 1576 da Patrik’in idare ettiği bir ayine katılan İlahiyatçı Stephan Gerlach’ın tuttuğu günlükte bu kilisedeki ikonalardan söz edilmektedir Bugün bu ikonaların akıbeti bilinmemektedir

Alıntı Yaparak Cevapla

İstanbul Hakkında Bilgi

Eski 08-14-2012   #20
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İstanbul Hakkında Bilgi



İstanbul Sinagogları


"Sinagog " kelimesini etimoloji bakımından incelediğimizde eski Yunancadaki beraber anlamındaki "syn" ile getirmek kökündeki "ago" kelimelerinin birleşmesiyle "beraber olma" anlamındaki sözcüğün çıktığını görürüz İbranicesi ise "toplanma evi" anlamına gelen "Beth ha-Kenesset" dir Tanrı ile buluşma yeri anlamında kullanılan bu kelime Tevrattaki,dinsel hukuk ve içtihatlar ile bunların gerekçelerini oluşturan öğreti olan Talmuda göre "halk evi", "duâ ve ibadet yeri","Sabbat evi" (Cuma güneşin batışıyla akşam yemeği ile başlayıp Cumartesi güneşin batışına kadara devam eden kutsal gün) gibi anlamlara da gelir

İstanbul’da bilinen ilk Sinagogun 318’de Bizans devrinde Halkopreteia olarak adlandırılan Bakırcılar semtinde olduğunu Bizans kaynaklarından öğreniyoruz Yalnız bu Sinagog II Theodosius (408-450) zamanında kızkardeşi Pulkheria’nın isteği üzerine 442 de Kiliseye dönüştürülmüştür Bu dönemde Musevi statüsü aleyhine önemli değişiklikler meydana gelmiş onları kentin dışına çıkartarak Haliç’in kuzeyinde günümüzdeki Galata sırtlarında Stenum denilen bölgede iskana mecbur edilmişlerdir Bu zorlamalar I Justinianus (527-565) zamanında daha da artmış ve 553 de çıkarılan Novella 37 yasası ile onlara Mişna (Sözlü dini metinlerin yazıya dönüşümünü içeren 6 kutsal kitap) okumayı yasaklayarak Tevrat’ın Yunanca ve Latince okunması istenmiş,Pesah Bayramının kutlanmasına da bazı sınırlamalar getirilmiştir İmparator Phokas (602-610) işi daha da ileriye götürerek Musevilerin katledilmesini emreder bunun üzerine birçok irili ufaklı Musevi isyanları çıkar,İmparator bu emrinde başarılı olamayınca bu sefer de cemaatin kitle halinde Hıristiyanlaştırılmasını istedi ise de muvaffak olamaz Bizans Devletinin Hazarlarla münasebetinin sonucunda 626 tarihinden itibaren İstanbula Karayimler gelir ve Galata civarında bir köy kurarlar Daha sonrada Eminönü ve Hasköy civarında bir Karay yerleşimi oluşur İkonoklast devirde baskılar yine artar ve IBasileios (867-886) cemaate din değiştirdikleri takdirde birçok armağan vaadinde bulunarak,yaşamları boyu ödenek vereceğini söyleyerek ikna etmeye çalışırsa da muvaffak olamaz X uncu yüzyılda Musevilerin durumunda bir düzelme başlar ve mevcut yasalara bazı maddeler eklenerek yaşamları dengelenmeye çalışılır Bu yasalara göre Musevilerin açıkça dinlerinin gereklerini yerine getirebilecekleri ve yaşamlarına sınır konulamayacağı hakkındadır IV üncü Haçlı Seferi sırasında Latinlerin İstanbulu işgal etmeleri ile toplum en kötü günlerini yaşar,Haçlılar onların ikamet ettiği Pera semtini yerle bir ettikleri gibi halkı da kılıçtan geçirip mallarını yağmalarlar Latin istilasının sona ermesiyle İmparator VIII Mikhael Paleologos Musevi liderlerin hukuki durumlarının düzeltileceğini vad eder ve dinlerini serbestçe uygulamalarına izin verip tekrar Pera semtine yerleşmelerine kabul etti Bazı gruplar Pegai (bugünkü Kasımpaşa) mahallesine yerleşirler 1347 de çıkan veba salgını önlenemeyince İmparator İoannes Kantakuzenos (1341-1391) Tanrı’nın gazabı olarak bu afetin sorumlusu olarak Musevileri gösterdi ve cemaate tekrar kıyımlar başladı

Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethine kadar Musevi cemaatinin Bizanslılarca dışlanması devam etti Fetihden sonra Fatih çıkardığı bir fermanla inanç özgürlüklerini tanıdı İstanbul’a göç eden Musevileri Balat semtine yerleştirdi ve zaman süreci içerisinde Makedonya ve İspanyadan gelenler de buraya yerleşti IIBayezıd İspanya’daki engizisyondan kaçanları ve Kraliçe Kastilyalı İsabella ve Kral Ferdinand’ın 31 Mart 1492 deki ülkeyi terketmeleri ve bir daha dönmemeleri için çıkardığı kovma fermanı ile ortada kalan Musevileri Osmanlı topraklarına kabul etti Bu sırada ülkeyi terk eden nüfus hakkında 100 000 ile 800 000 gibi çelişkili ifadeler vardır Bu dönemde İstanbula gelenler ticarette önemli rol oynamışlardır Hatta II Bayezid onları Osmanlı topraklarına kabul ederken söylediği şu sözler önemlidir: "Bu krala nasıl akıllı ve uslu Fernando diyebiliyorsunuz? Kendi ülkesini yoksullaştırıyor ve benmekini zenginleştiriyor" Daha sonra çıkardığı bir fermanla Musevilerin iyi karşılanıp iyi muamele görmelerini istedi,hatta onlara zarar verenlerin idamla cezalandırılacağını da belirtti İspanyadan gelen bu kafile içindekilerin daha önce devlet hizmetinde bulunmuş olanları saraya alınarak Maliye ve Hariciye alanlarında önemli görevlere getirildiler,hatta Hamon adındaki Doktor ailesinden gelen doktorlar uzun zaman sarayın doktorluk görevini yaptılar Bu aile "Evlad-ı Musa" unvanıyla bütün vergilerden muaf edilmişlerdir 1497-98 de Portekiz’deki Museviler de zorla Hıristiyanlaştırılmak istedikleri için onlar’da Osmanlı topraklarına sığınıp hoşgörüden faydalanmayı tercih ettiler ve böylece Portekiz’den de büyük bir kafile geldi Bu göçlerin sonunda Osmanlı topraklarında ve bilhassa İstanbul’da Sinagog sayısı hızla çoğaldı

648 de Polonya’da Bogdan Kmietnitzki adındaki Ukraynalı bir Kazak’ın başkanlığındaki büyük Musevi katliamından sonra yine büyük bir grup Polonya ve doğu Avrupa’dan kaçarak Osmanlı topraklarına sığındılar Buradan gelenlere Eskenaz Yahudileri denilmektedir İspanya ve Portekizden gelenler de Seferadlar ismiyle tanımlanmaktadır Genel olarak bu kafile de Haliç kıyılarına Hasköy ve Balat semtlerine yerleştiler 1839 daki Tanzimat fermanı ile Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan azınlıkların müslümanlarla eşit haklara sahip olmaları yeni bir dönemi başlatmıştır

Sultan Abdülmecid’in 1841 tarihli fermanında Musevi tebaa için şöyle yazar:" tebaamıza karşı duyduğumuz sevgi,masumiyeti ispat edilmiş olan Yahudi ulusunu da içerdiğinden,bunların yukarıda zikredilen beyhude şeylerle rahatsız edilip baskı görmelerine izin veremeyiz,üstelik bunların Gülhane Hatt-ı Şerifi ile tebaamıza tanıdığımız hak ve imtiyazlardan yararlanmalarını istiyoruz Gelecekte İmparatorluğun her noktasında Yahudilerin,devletimizin diğer tebasına eşit şekilde himaye edilmelerini,kutsal dinlerinin icraatında kimsenin bunları rahatsız etmemesini,güven ve sükunetlerinin ihlal edilmemesini emderiyorum" Ayrıca Tanzimat fermanı ile azınlıkların ödediği "Harac" denilen verginin, Hahambaşı tarafından toplanıp Hazine’ye transfer edilmesi kabul edildi, ordu ve devlet memurluklarına alınmaları da yasallaştırıldı Sultan Abdülaziz 1866 da yayınladığı fermanla 1841 fermanının aynen uygulanacağını teyid etmiştir

II Dünya Harbinde yine kitlesel ölümlerden bilhassa Almanya ve Polonya’dan kaçabilen Museviler Türkiye’ye geldiler Bunların arasındaki önemli profesör ve Doktorlar Hastahane ve Üniversitelerde görev yaptılar İçlerinde en tanınmış olanlardan birisi de Gureba Hastahanesindeki ilk diyabet servisini kuran Dr Frank’dır
1950 de İsrail devletinin kurulmasıyla bu sefer göç dalgası aksi yönden işlemeye başladı bilhassa İstanbul ,Edirne ve İzmir’den büyük Musevi kafileleri İsrail’e gidip yerleştiler

İstanbul Sinagoglarının genel bir mimari üslubu yoktur Yapıldıkları devrin ve onu inşa edenlerin geldikleri yerlerin mimari özelliklerini taşırlar XIXuncu yüzyıla kadar dışarıdan dikkati çekmeye küçük ve orta büyüklükte yapılar şeklinde olup daima etrafları yüksek duvarlarla sağırlaştırılmıştır Bu yydan sonra 3 Kasım 1839 da Tanzimat fermanının ilân edilmesiyle gayri müslimlerin büyük ölçekli ve kubbeli ibadethaneler yapılmasının yasağının kaldırılmasıyla batı mimari tarzında Sinagog inşa edildiği görülür Bu dönemde Galata ve Pera bölgesinde abidevi ölçülerde üç Sinagog inşa edilmiştir Yüksek Kaldırım’daki günümüzde ibadete açık olan Aşkenazi ile ibadete kapanmış olan Galata Zürafa Sokak’daki Or Hodeş ve Felek Sokak’daki Tofre Begadim’dir

Musevi yerleşimlerinin genellikle ortasında yapılmış olan Sinagogların dış cephe mimarisi son derece sadedir Etrafında genellikle bir bahçe veya ibadet öncesi el yıkamaya mahsus çeşme veya yalak’ın bulunduğu avluyu dışarıdan bir bahçe duvarı çevirir Genellikle yığma taştan inşa edilen Sinagogların ortak özelliği üst örtülerinin ahşap olmasıdır Bu ahşap çatının altında dışarıdan belli olmayacak şekilde bir kubbe inşa edilir Bunun da sembolik bir nedeni vardır, Mısır’dan sürgün sırasında 40 yıl çölde yaşamak zorunda kalındığında, bulundukları yerdeki malzemeden yaptıkları çardak altında yaşamlarını sürdürmelerini ifade eder Sinagog’a giriş ve özellikle Kudüs’deki Mabet yönüne bakan ve içinde Sefer Tora’ların (Tevrat’ın parşömen rulolar üzerine elle yazılmış tomarları) muhafaza edildiği "Ehal" e çıkış Hzİbrahim’i ziyaret eden üç meleği simgeleyen üç basamaklı merdivenledir İç mekanlarda resim veya herhangi bir süsleme olmayıp genellikle kare veya dikdörtgen şeklinde olup bazen de merkezi plânlıdır Merkezi plânlı olanlarda dua kürsüsü olan "Teva" salonun ortasında inşa edilmiş olup etrafında cemaatin oturması için sıralar vardır Bununda nedeni Tevrattaki :"üçüncü gün Rab Sina dağı üzerine inerek herkese görünecek ve halkı etrafına toplayarak diyecek ki" sözünden dolayıdır Kare veya dikdörtgen plânlı olanlarda genellikle Ehal’in hemen yanında ve duvara bitişiktir Ehal’in hemen önünde Parohet denilen bir perde asılıdır Kadınlar ve erkeklerin oturması için ayrı yerler yapılmıştır Camilerde olduğu gibi Sinagoglarda da Kadınlar Mahfeli ayrıdır

Musevilerin en önemli bayramları "Pesah" dırMusevilerin Musa’nın önderliğinde Mısır’dan çıkışları ve özgürlüklerine kavuşmalarının kutlanmasıdır Nisan ayında 8 günlük sürede kutlanır "Purim" bayramı Perslerin Musevilere uyguladığı soy kırımdan Kraliçe Ester’in müdahalesi ile kurtulmalarının kutlanmasıdır Musevi takvimine göre "Adar" (Mart) ayının 14 ve 15 inde kutlanır "Roş Aşana" Musevi takviminin 1 Tişri (Eylül-Ekim) yılbaşısıdır "Sukot" Bayramı: Mısır’dan çıkışta Çölü geçerken "Suka" adını verdikleri çardakların altında barınmalarının anısına kutlanır Tişri ayının 15 inde başlayıp 7 gün süren Çardak ve Hasat Bayramıdır "Tu Bişvat" Şevat (Şubat) ayının 15inci günü kutlanan ağaç dikme ve meye bayramıdır "Hanuka" Makkabe’lerin Yeruşalim Tapınağını yeniden ibadete açmak için ayaklanmalarının anısına yalnızca evlerde kutlanan bir yarı bayramdır Kislev (Kasım-Aralık) ayının 25 inde başlayıp bir hafta sürer

Tarih boyunca İstanbul’da kesin olmamakla beraber 20 tanesinin Haliç’in iki yakasında inşa edilmiş olan 38 adet Sinagog tespit edebiliyoruz

İstanbul Musevileri arasında diğerlerinden tamamiyle ayrılan "Karayimler" veya"Karaylar" olarak tanımlanan bir başka gurup daha vardır Orta Asya kökenli olan bu gurup VIıncı yyda Kafkasya’ya oradan da Ukrayna’ya göçmüşler,Hazarlarla kaynaşmışlardır VIIIinci yyda Babilde ayrı bir cemaat teşkil etmişler,gördükleri baskılardan ötürü Bizans’a gelip yerleşmişlerdir XVIII inci yyda Rusya’nın Kırım yarımadasını ilhakı ile birçok Karaid tekrar İstanbul’a geldi ve şehirin ekonomik gücünü yansıtan bölgelere yerleştiler Museviliği resmi bir din olarak kabul etmelerine rağmen Talmud’u reddeden bir mezheptir Musevi tarihine baktığımızda onların kabul ettiği "12 Sıpt" (kabile)vardır Karaylar bu oniki kabilenin hiçbirine dahil olmadıkları için dışlanmışlardır Hatta Hahamlar bir Karay ile Seferad veya Eskenaz veya Romanoid denilen Bizans kökenli yahudilerin evliliğini onaylamazlar Bu yüzden Arthur Koestler gibi araştırmacılar onlardan "13üncü kabile" diye bahseder Bugün İstanbulda yaklaşık 150 kişilik bir Karay Topluluğu vardır Gelenekleri ve dua etme biçimleri de diğer Musevilerden ayrıdır XIX uncu yy da yerleşimleri Hasköy,Karaköy Galata ve Eminönü civarında idi

Fatih İlçesindeki Sinagoglar

Ahrida Sinagogu

Balat’da Kürkçü Çeşme Sokağı üzerinde olan bu Sinagog Makedonya’nın Ohri Kasabasından göç eden Seferadlar tarafından XVinci yyyın başında kurulmuştu 1693 de geçirdiği bir yangınla tamamen yanan bu yapının temelleri üzerine Sultan II Ahmed’in10 Mayıs 1694 fermanı ile yeni bina yapılmış ,hatta en son yapılan restorasyonda yan-yana iki binanın ara duvarı açılarak bugünkü boyutuna ulaştığı tesbit edilmiştir 1709 ve 1823 de tekrar onarım gören binadaki en büyük tamirat 1881 dedir Bu tarih giriş kapısı üzerindeki kitabede yazılıdır1926 ve 1955 de kısmen onarım gören binanın en son restorasyonu Y Mimar Hüsrev Tayla tarafından 1992 de yapılmıştır Balat Sinagogları içinde en büyük ve görkemlisi olan taş ve yığma tuğladan yapılan bu bina 350 kişi alabilecek bir kapasiteye sahiptir Sinagog’un içindeki Teva (dua kürsüsü) adeta bir gemiyi andıran formuyla diger Teva’lardan ayrılır ve tek örnektir Bir iddiaya göre Nuh’un gemisini diğer bir rivayete göre de Seferadların İspanya’dan Osmanlı topraklarına gelirken bindikleri kadirgaları simgelemektedir

Bahçenin arka duvarına bitişik bir Midraş (okul) bulunmaktadır 1912 de bu okulda Türkçe,Almanca ve İbranice eğitim yapılmakta idi IIinci Dünya Savaşı sırasındaki seferberlikte bir müddet burada bir süvari müfrezesi barınmıştır Müfrezenin ayrılışından sonra yapılan temizlik esnasında Azara’nın (kadınlar galerisi) arkasına isabet eden, kullanılmayan kutsal kitap ve eşyanın muhafaza edildiği "Ocera" da kıldan yapılmış deri çemberli bir sandık bulunmuş Bu sandıktan Makedonya’dan gelirken getirildiği sanılan çok eski parşömen rulo ve belgeler çıkmıştır

Bir müddet kapalı kalan Sinagog 2 yıl süren restorasyondan sonra 1992 de düzenlenen bir törenle tekrar ibadete açılmıştır Bu restorasyon sırasında tavan kaplamaları tamir edilmek için sökülünce altından daha eski orijinal süslemeler çıkmıştır
Ahrida Sinagogu Anıtlar Yüksek Kurulu’nun 1691987 tarih ve 3618 sayılı kararı ile koruma altına alınmıştır

Selaniko Sinagogu

Balat’ta Demirhisar Caddesindeki bu Sinagog’u Fatih Sultan Mehmet zamanında Selânik’den gelip Balat da "Sigri" adını verdikleri mahallede iskan ettirilenler tarafından yaptırılmıştır251 numaralı Mühimme Defterinde kayıtlı olan Sarayiko cemaatine ait olan bu Sinagog’un 1836 ’ daki bir fermanla yenilenmesine izin verilmişti1893 de Purim Bayramı arifesinde binanın ana duvarı çökmüş ve 1926 ya kadar kapalı kalmıştır Bu tarihte giriş kapısı üzerindeki taş levhada tamir edildiği yazılıdır 1956 da ikinci bir kez tamir edilen bu Sinagogda 1969 yılına kadar Purim,Roş Aşana ve Kipur Bayramları kutlanıp zaman-zaman da düğün törenleri yapılırdı 1975 de çatı çökünce cemaatin de azlığından terk edildi Şu anda dört duvar halindedir

İstipol Sinagogu

Haliç’ten yukarıya doğru yükselen bir tepenin bayırı üzerinde önemli bir musevi cemaati yerleşimi vardı Burada, Eski Kasap sokağı boyunca ikamet eden musevilerin dini fonksiyonlarını yaptıkları bu Sinagog Balat’da Kasım Gürani Caddesi üzerindedir 1694 tarihli bir fermandan Makedonya’nın İchtip kasabasından gelenlerce kurulmuştur Yangın geçirip temellerine kadar yanan bu Sinagog’un 16 Cemaziyelahir 1316 (1899) tarihli bir fermandan tamamen ahşap olarak yeniden yapıldığını öğreniyoruz
İbadet mekanı enine bir dikdörtgen şeklinde olup etrafı oturma sıralarıyla çevrilidir Ahşaptan Ehal’in sade ve basık iki tarafında minik kubbeleri olan bir üst örtüsü vardır Güneyde olması gereken Kadınlar mahfeli yıkılmıştır Günümüzde ibadete kapalı olan bu Sinagog Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu’nun 16 Eylül 1987 tarih ve 3618 sayılı kararı ile tescil edilip koruma altına alınmıştır

Kal Kadoş Eliyahu Sinagogu

Balat’ta Demirhisar Caddesi üzerinde 20 yıl kadar evvel üzerinde İbranice ismi yazılı olan bir duvardan ibaretti Yıkılmadan evvel terkedilmiş olan bu sinagog uzun müddet ölü yıkama yeri ve depo olarak kullanılmıştır

Çana Sinagogu

Balat’da Vodina Caddesi üzerinde olan bu Sinagog Eskenazlar tarafından yapılıp 1663 de Seferadlara devredilmiştir İlk yapılışının Bizans devrine kadar indiği tahmin edilmektedir Küçük bir bina olan bu Sinagog yüzyılın başlarında Hahambaşılık Mahkemesi olarak kullanılmıştır Kurtuluş Savaşı sırasında Yunanlı işgalcilerden kaçan bazı Musevi aileleri bir süre bu binada barınmışlardır 1958 de binanın tamiri projesi yeterli cemaat olmadığı gerekçesiyle bu tamirden vaz geçilmiştir

Karaferya (Veria) Sinagogu
Bizans döneminde Makedonya’nın Veria kasabasından göç eden Seferadlar tarafından kurulmuştur Düriye Sokağındaki bina 1890 yılındaki Balat yangınında yanmış olup duvar kalıntıları kullanılıp üzerine varlığını 1935’ e kadar sürdüren "Ahrida Musevi İlkokulu" yapılmıştır Daha sonra bu bina da yıkılmış olup şimdi arsası üzerinde bir garaj vardır

Kasturiya Sinagogu

Balat’da Hoca Çakır Sokağındadır Makedonya’nın Kasturiya kasabasından İstanbula göç eden Seferad Musevileri tarafından ilk yapılışı Fatih Sultan Mehmet zamanındadır Eğrikapı ile Balat arasındaki bölgeye yerleşen Seferadlar tarafından bu yerleşim yerine "Kasturiya"d-ismi verilmiş olup Balatta’ki Püsküllü ve Kürkçü Çeşme sokaklarının birleştiği yerden yukarıya çıkan merdivenlere de "Kasturiya Basamakları" denilirdi Bugün sadece üzerinde 1893 tamir tarihi yazan bahçe giriş kapısı kalmıştır Ana binanın 1893 de, bahçe içerisindeki Midraş denilen dini okulun 1865 de tamir edildiğini fermanlardan öğrenmekteyiz Ahşap olan esas ibadet mekanı 1937 de terk edilmiştir

Or Ha-yim (Balat Musevi Hastahanesi içindeki) Sinagog

1885’de civardaki fakir Musevilere hizmet vermek için önce küçük bir dispanser şeklinde kurulan bu sağlık evinin bu günkü hastahaneye dönüşmesini 10 Mayıs 1886 da, II Abdülhamid’in izniyle Hahambaşı Moşe Helevi’nin temel atma töreni ile olmuştur Hastahanenin Sinagogu önceleri merkez binanın içindeki küçük bir mekanda idi 1921 de Bağdat kökenli Elie Kadoorie genç yaşta ölen karısı Laure’nin anısına yapmış olduğu yardımlarla bina genişletildi ve Sinagog da evvelce Radyoloji olarak kullanıla yere taşındı

Pol Yaşan Sinagogu

Diğer adı "Eski Şehir" olan bu sinagog Balat ’da Karabaş Mahallesinde idi 1890 daki büyük yangında yandıktan sonra 1902 deki fermanın izni ile yeniden inşa edildi 1950 li yıllarda harap olması ve cemaatinin azalması yüzünden terk edilerek depo olarak kiralandı ve Haliç’i düzenleme projesi içinde istimlak edildi

Sinyaro Sinagogu

İlk yapılış 1660 olan bu mabed 6 Ekim 1804 tarihli fermandan anlaşıldığı üzere geçirmiş olduğu yangında harap olduğundan tamiri için onay verilmiştir Onarımda binanın eski hali aynen yapılmış fakat yüzyılımızın başında yine bir yangın geçirerek tahrip olmuş ve kısa bir süre sonra da terk edilmiştir

Unkapanı Sinagogu

Cibali’de Abdülezel Paşa caddesi üzerinde idi 1698 de Avram Paşa tarafından yaptırılan bu Sinagog h1252 (8 Nisan 1837)de II Mahmut’un fermanı ile tamirine izin verilmiş ve önemli bir onarım geçirmiştir 1931 de tekrar tamir edilen bina 1968 de bir yangın geçirmiş 1976 da bir daha onarılmıştır 18 Temmuz 1985 de ise Haliç ve çevresini düzenleme projesi ile yıkılmıştır Dört ahşap sütunun taşıdığı çatısı ile Osmanlı mimari unsurları bu binada kullanılmıştı Teva ortada idi ,etrafında ise ikişer sıralı oturma sıraları vardı

Yanbol Sinagogu

Balat’da Lapçınlar Sokakdaki bu mabed Bulgaristan’ın Yanbol kasabasından göç eden Seferadlar tarafından yapılmıştır İlk yapılışı Bizans devrine ait olan bu Sinagog da 10 Mayıs 1694 tarihli bir fermanla yenilenmiştir 1895 de büyük bir tamir geçirdiği giriş kapısı üzerindeki kitabede yazılıdır Binanın üst örtüsü ahşap tonozlu olup buradaki tezyinat 18 inci yydan kalma olup İstanbuldaki en eski tarihli Sinagog süslemesidir İç mekanın ortasında küçük,portatif bir "Teva" (Dua okuma kürsüsü) vardır Ehal’in sedef kakma kapaklıdır Kadınlar mahfili "L" biçimindeki balkonda olup ön tarafı kafelidir Avluda bir midraş ve bazı müştemilat binaları vardır Bahçe içindeki bazı duvar kalıntıları Bizans dönemine aittir

Eminönü İlçesindeki Sinagoglar

9 uncu yüzyıldan itibaren Museviler Bahçekapı ile Ayasofya arasında kalan bölgeyi de ikametgah olarak seçmişlerdir Surlardan denize doğru çıkan "Porta Hebraica" diye adlandırılan İbrani Kapısı’nın Sarayburnu veya Bahçekapı’da Yeni cami civarında olduğu iddia edilmiştir 13üncü yyın başlarında Bahçekapı’da bir Sinagog’u varlığı bilinmektedir IVüncü Haçlı Seferi sırasında 1204 de Haçlıların Sinagogları tahrip etmeleri sırasında çıkan bir yangın Ayasofya’ya kadar bütün bölgeyi yok etmiştir Daha sonraları İstanbulu Avrupaya bağlayan demiryolunun son durağı olan Sirkeci onlar için önemli oldu Kulaksız ve Hasköy yangınlarından sonra evsiz kalan Musevi aileler bu bölgede kısmen yerleştiler

Beth Avraam Sinagogu

Rusya’dan 1880 de gelen Musevi Göçmenler ibadetlerini Sirkeci’de Çorapçı Han’da yapıyorlardı Müstakil bir yer arayışına giren cemaat Sirkeci Garı arkasında Orhaniye Caddesinde 3 katlı bir binayı kiraladılar ve Talmud Tora denilen dini vecibelerin öğretildiği bir okul kurdular Çorapçı Han’daki sinagog küçük gelmeye başlayınca cemaat bu binayı özel
günlerde kullanmaya başladı Daha sonra Avram Geron adına kayıtlı olan bina satın alınırsa da ,tapuda işlem yapılmaz Resmi açılış, İstanbul’un işgali günlerine rastlamıştır Sirkeci Musevi Cemaatini temsil eden DrJak ve DrRobert Behar açılış davetiyesini Sirkeci Polis Merkezi Komiseri Tahsin Bey’e götürürler Açılışa gelen Tahsin Bey Sinagog’un her tarafının Türk bayrakları ile donatıldığını görünce çok duygulanır ve Hahambaşı Becerano’ya şöyle söyler: "Vatanımın geçirdiği bu vahim günlerde sadık Musevi unsurunun vatanpervane tezahüratı bizi çok teselli eder,gerek hükümetim adına gerek şahsım namına en hararetli teşekkürlerimi sunmağa söz bulamıyorum"

1930 ve 40 lı yıllarda geniş bir cemaati ve özel Hazzan korosu olan bu Sinagogda Bar Mitzva törenleri ve düğünler yapılırdı bu yılların sonlarına doğdu burada ikamet eden Museviler Galata ve Beyoğlu’na taşınmaya başladılar ve 1950 li yıllara gelince eski görkemli günleri çok gerilerde kalmıştı,hatta Roş Aşena ve Kipur Bayramlarında uzak semtlerdeki ailelerin buraya gelebilmesi için otobüs servisleri bile temin edilmişti

Sinagog’un Ehal’i dikdörtgen mermer bir söve ile çevrili olup üst kısmında aynı mermerden bir levha bulunmaktadır Sefer Tora’ların bulundugu dolap bir örtü ile örtülüdür İki yanında ise "Menora" denilen haftanın yedi gününü temsil eden yedi kollu şamdanlar bulunmaktadır

1987 yılında arsanın 3/2 sinin sahibi olan cemaat ile Vakıflar Genel Müdürlüğü arasında çıkan dava sonunda arsa Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tescil edilir

Çorapçı Han Sinagogu (Kal Kadoş Çorapçı Han)

Mahmutpaşa Caddesi Çorapçı Han’ın içindedir 1880 lerde Rusya’dan göç eden eskenazlar tarafından bu bölgede çalışan Musevilere hizmet vermek için Musevi Banker Kamondo’nun maddi yardımlarıyla kurulmuştur İbadet mekanı önce bir oda’da iken,ihtiyaca az gelince iki oda daha kiralanarak genişletilmiştir Daha sonra da bu mekanlar 1945 de satın alınarak mülkiyet Sirkeci Musevi Cemaatine geçmiştir 1940 ,1952 ve 1985 de hayırsever Musevilerin bağışları ile yenilenmiştir Sinagog’un içinde bağış yapanlara ait ibranice yazılmış şükran levhaları bulunmaktadır Yaklaşık 50 kişi alan bu Sinagog 1970’e kadar bayram ve Cumartesi günleri açık iken şu anda sadece Pazartesi ve Perşembe günleri sabah ve akşam duası için açıktır

Beyoğlu İlçesindeki Sinagoglar

a) Hasköy

En eski Musevi yerleşim bölgelerinden biri olan Hasköy (Picridion)’de Bizans devrinde ilk yerleşimi görüyoruz II inci Haçlı Sefer(1146-1148) Alman İmparatoru IIIüncü Konrad Kudüs’e giderken İstanbul’dan geçmeye karar verince Bizans İmparatoru IManuel Komnenos sarayını terk ederek Hasköy’deki Musevi mahallesine yerleşmiş ve bu şekilde kendini bir güvenceye almıştır Fatih Sultan Mehmed’de Osmanlı topraklarına göç eden Sefaridlerin büyük bir bölümünü burada iskân ettirmiştir 1715 , 1756 ve 1804 yangınları Hasköy’ü çok etkilemiş ve buradaki 11 Sinagog ile büyük çapta evler yanmıştır Bu yangınlarda evlerini kaybedenler daha emniyetli gördükleri Galata,Ortaköy ve Kuzguncuk semtlerine yerleşmeye başlamışlardır 1865 lerde İstanbul’daki Musevi cemaatinin ruhani lideri durumundaki Hasköy’de 65 Haham bulunmakta idi XVIII inci yyın başlarında ise Haham adedinin 148’e çıktığı görülmektedir XIX uncu yyda bilhassa Pîri Paşa Mahallesi musevi yerleşimi olmuş ve onbirbin gibi bir nüfusa ulaşmıştır Bu tarihte 13 Sinagog’un bulunduğu kayıtlardan anlaşılıyorsa da günümüze istimlak,cemaatin azalması,yangın gibi nedenlerle günümüze gelememiştir 1835 de Hahambaşılık Meclisindeki 60 delegenin 29’u Hasköy’den gelmekte iken bölgenin yavaş-yavaş terkedilmesi neticesinde bu sayı 1935 da 7’ye inmiştir 1950 den itibaren burada Yahudi nüfusu kalmadığından mevcut Sinagoglar teker teker terk edilmiş ve çoğu da yok olmuştur

Hasköy’de bugün terk edilmiş olan birtakım giderleri zenginler ve hahambaşılık tarafından karşılanan bir takım hayır kurumları da vardı Fakir ve yetim çocuklar için yurtlar ,fakir ailelere yiyecek sağlayan kurumlar gibi

Çıksalın Sinagogu

XIX uncu yy ın ikinci yarısında inşa edilmiş olan bu bina Hasköy’de Yahudi Mezarlığına en yakın ibadethane idi Eğimli bir arazi üzerinde inşa edilmiş olan yapı iki katlı olup alt kat okul olarak kullanılmıştı İbadet mek’anı olan üst kat ise semerdan çatı altında tonoz örtülü idi 1950 li yıllarda terk edilmiştir

Parmakkapı Sinagogu

Hasköy,Kiremitçi Ahmet Sokağındaki bu yapı 1804 yangınında yanmış ve Hahambaşılığın müracaatı üzerine 6 Ekim 1804 tarihli fermanla tamirine izin verilmiş ve eski ölçülerine uygun olarak yeniden inşa edilmiştir Yalnız değişiklik çatıda olmuş ahşap olan üst örtü yerini karğir tonoza bırakmıştır Cemaat yokluğu yüzünden kapatılmıştır

Esgher Sinagogu

İnşa tarihi bilinmeyen bu Sinagogun mimari yapısına bakarak 19uncu yy ın ilk yarısına ait olduğunu söyleyebiliriz Deniz kıyısına yakın bir yerde inşa edilmiş olan bu mabedin gizli bir tünelle Hasköy’ün iç mahallelerine bağlı olduğu rivayet edilirdi Hahambaşılığın 28 Temmuz 1948 tarihli bir raporundan anlaşıldığı üzere zift deposu olarak kullanılmak üzere Suphi ismindeki bir şahısa devredilmiş ,daha sonra da dökümhane olarak kullanılmıştır Haliç sahil düzenlemesi sırasında dört duvarı kalmış olan bu yapı korumaya alınmış bir müddet sonra bu duvarlar da yıkılarak binadan günümüze hiçbir iz kalmamıştır

Karayim (Kal Ha Kadoş Be Muşta Bene Mikra) Sinagogu

Hasköy’de Mahlul Sokak No4 dedir Karay Musevilerine ait olan bu Sinagog’un tarihi Bizans devrine kadar inmektedir Hz Davud’un " yer altının engin derinliklerinden sana sesleniyorum ey Tanrım" (Mezmur/130) sözünden esinlenerek yer seviyesinin altında inşa edilmiştir XVI ıncı yyda harap olduğunu yazılı kaynaklardan öğrendiğimiz bu Sinagog 1729 da Kırım Karayimlerinin yardımlarıyla yeniden inşa edilmiştir 1774 de büyük bir yangın geçirmiş bu sefer de IIAbdülhamit’ten alınan ferman ile tamirine geçilmiş,Mısır ve Kırım Karayları maddi destekleri ile inşaat geçilmiş ve 1780 de hizmete girmiştir Cemaatin azalmasından dolayı sadece bayramlarda ve özel günlerde açıktır Yüksek bir bahçe duvarının içinde kalan Sinagog binası iki katlı ve üzeri ahşap üzerine kiremitle örtülü bir çatıya sahiptir Sinagog’un kuzey cephesinde "Kadınlar Mahfeline " çıkan ikinci bir kapısı vardır Teva ibadet mekânının ortasındadır Güney duvarında ise "Ehal" bulunmaktadır İç mekan diğer Sinagogların hiçbirinde görmediğimiz bir nevi ipakten duvar kağıdı ile kaplıdır Orta meânın üzeri yine duvar kağıdı ile kaplı düz bir tavan şeklindedir Dikdörtgen pencerelerden içeriye bol ışık girdiği için içerisi çok aydınlıktır Avlu’nun zemini kare şeklinde taş kaplamadır Bu iç avlunun sağ tarafında avlu duvarına gömülmüş,mermerden ve yuvarlak kemerli kitabeler bulunmaktadır Bu kitabelerde buraya bağış yapanların isimleri ve onarımlar yazılıdır

Maalem Sinagogu

Keçeci Piri Mahallesi Harap Çeşme Sokağındaki bu Sinagog 1905 de yanmış ve yenilenmiştir Dışarıdan geniş ve yüksek bir bahçe duvarının çevrelediği bina, küçük dikdörtgen bir yapıya sahiptir Maalemi diğer Sinagoglardan ayıran bir takım özellikleri vardır Bunlardan en önemlisi Ehal’i’ güneye bakacak şekilde olması lazım gelirken güney-kuzey yönüne yerleştirilmiş olmasıdır Bunun da nedeni 1804 ve 1832 de tamirlerinde Osmanlı Devletinin hassa mimarları tarafından gerçekleştirilmesi olabilir III Selim devrindeki Ekim 1804 onarımının mimarı Hassa başmimarı İbrahim Kâmi Efendi,1832 de IIMahmud dönemi tamirinin de mimarı Abdülhalim Efendidir İbadet mekanını örten kırma çatı altındaki kubbe ,kadınlar mahfelindeki kafesler Osmanlı üslubundadır
Sinagog’un 1912 deki Hahamı Abraham Mazaltop’dur

b) Galata ve Beyoğlu’ndaki Sinagoglar

Galata ve Pera XIX uncu yydan itibaren Musevi yerleşimindeki yoğunluk,ticaret ve sosyal yaşam bakımından Balat-Hasköy yerleşiminin yerini alarak daha ziyade Eskenaz’ların rağbet ettikleri bir bölge olmuştur 1915 tarihli David Trietcsh "O Juden der Türkei" isimli kitabında İstanbul’da on bin kadar Eskenaz Musevisinin yaşadığını ve bunların büyük bölümünün de Galata ve Pera’da ikamet ettiğini yazar Hahambaşılık Makamı da 1909 dan beri Beyoğlu Yemenici Sokakta hizmet vermektedir

Aşkenaz Sinagogu

Beyoğlundu Yüksek Kaldırımda olan bu Sinagog Avusturya kökenli Eskenazlar tarafından projesi Mimar Gabriel Tedeschi’ye yaptırılmıştır Bir Avusturya Musevisi olan Herman Goldenberg inşaata büyük maddi katkılarda bulunmuştur İstanbul’daki üç Eskenaz Sinagogundan birisidir Açılışı 23 Eylül 1900 Pazar günü Hazzan Valdovski’nin okuduğu dualar ve Adolf Rosenthal’in Türkçe ve Almanca konuşması ile açılışı yapılmıştır Sefer Tora’ların Ehal’e yerleştirilmesi sırasında ise Avrupa usulü,fakat Musevi geleneğinde olmayan şampanyalar patlatılmıştır Törene katılanlar arasında Avusturya-Macaristan Büyükelçisi Baron de Kalaci’de vardır
Avrupa tarzı bir dış cephesi olan bu yapı 60 000 Franka mal olmuştur Dış cephede ikinci kat adeta bir Avrupa kilisesi cephesine benzeyen ortada büyük iki yanda daha küçük kemerlidir Bu kemerlerin alt tarafında dikdörtgen üst kısımlarında da gül pencereler açılmıştır Bunların üzerinde ise doğu avrupa tarzında kubbeler bulunmaktadır Abanoz ağacından el işinden Pagoda şeklinde yapılmış olan Ehal ve Teva’yı Carl Carlmann 21 Eylül 1904 de ölen karısı Rachel’in anısına yontucu Fogel’e yaptırmıştır 400 kişi alabilen bu Sinagog’un iki yandaki balkonlarında kadınlar mahfeli dairevi şekilde olmakla beraber sadece ön cephesinde oturma yerleri bulunur Orta mekanın üzerini örten kubbe’nin kasnağındaki pencerelerden içeriye ışık girmesi sağlanmıştır

Kal de Los Frankos (İtalyan Sinagogu)

Kuledibinde Şahsuvar Sokaktadır 1862 de İtalyan Musevi Cemaati ilk olarak Karaköy Zülfaris sokaktaki bir bina satın alarak burasını Sinagog olarak kullanmaya başladılar Bu binanın yıkılması üzerine bu sefer Bitpazarında bir binayı kiraladılar Burası küçük ve cemaata uzak olduğu kısa bir müddet sonra boşaltıldı ve Küçük Hendek Sokakta bir bina kiralandı Cemaat kendi yerleri olan bir yere yerleşmek istediğinden Yönetim Kurulu Şahsuvar sokakta bir arsa satın aldılar ve gerekli izinler büyük zorluklarla alındıktan sonra inşaata başlandı ve 1886 da Sinagog ibadete açıldı İtalyan Sinagogunda Cumartesi günleri Meftirim Korosu uzun yıllar konserler verdi ve burası adeta bir konservatuara dönüştü Cuma akşamları verilen vaaz ve konferanslar için de İstanbul Musevilerinin uzun yıllar kültür ve irfan ocağı oldu Birçok hatip İtalyan Sinagogunda ahlak ve din konularında konferanslar vererek burasını bir felsefe ocağı haline de getirdiler

İtalyan Sinagogunun iç ve dış mimarisi eklektiktir İçteki geniş pencereler klasik sinagog formuna uymaz Ayrıca Ehal’in bulunduğu yerde mermerden iki sağır sütuna oturan yuvarlak kemer ve üstündeki sivri sağır kemeri ve içteki süslemeleri ile Osmanlı etkisini gösterir Ehal’in tam üzerinde vitraylı bir gül pencere bulunmaktadır Oturma sıraları Ehal’in iki yanına teker sıra olarak yerleştirilmiştir Kadınlar mahfelini taşıyan balkonu korint başlıklı sütunlar taşımaktadır 1980 de tamirden geçen Sinagog halen cemaate hizmet vermektedir

Kenesset Sinagogu

Galata Büyük Hendek Caddesindeki Apollon Sineması 1923 de kiralanarak süratli bir çalışma ile Sinagog’a dönüştürülmüş 18 Mart 1923 de açılışı yapılmıştır Balkan Savaşı sırasında Edirne’den İstanbul’a göç etmiş Musevilerin Maftirim Korosu her Cumartesi ayininde burada ilahi ve mezmurlar okudular 59 yıl hizmette bulunan Kenesset İsrael Sinagogu uzun süre cenaze merasimlerine tahsis edilmişti 1982 de binanın sahipleri ile çıkan bir ihtilaf sonucu hizmete kapatıldı

Neve Şalom Sinagogu

Beyoğlu Kuledibinde Büyük Hendek Caddezi üzerindedir İstanbul’un en büyük sinagogu olan bu binanın adı "Barış Vahası" anlamındadır Bir iddiaya göre XV inci yyda Seferadlar tarafından yapılmış olan Aragon Sinagogu yıkılmış ve yerine Birinci Kız Musevi İlkokulu yapılmıştır Bu Okulun spor salonunun 1937 de gerekli izinler alınmadan Sinagoga dönüştürülmesi birtakım olaylara neden olmuştur Cemaat Başkanı Marsel Franko İbadethaneyi Roş Aşena bayramına (Musevilerin Yeni Yıl kutlaması) yetiştirmek için Milli Eğitim Müdürlüğünden gerekli izinleri almadan inşaatı tamamlamış,fakat izinsiz yapıda yapılan değişiklik üzerine Milli Eğitim Müdürlüğü durumu Başbakanlığa iletir ve cemaata okulun tekrar eski haline getirilmesi için İstanbul Valiliğince iki yıllık bir süre tanınır Bunun üzerine de Marcel Franko görevinden istifa eder Okul olarak kullanılan ana bina tekrar eski durumuna getirilir ve içeriye Lakerdacı Sokağından giriş verilir Binanın tören salonunda bir gardrop "Ehal" e dönüştürülür İbadet günleri de Şişhanedeki Sarı Madam’ın kahvesinden getirtilen iskemlelerle salon kullanılmaya başladı Bir müddet sonra Beyoğlu’ndaki Musevi nüfusun artması ve çevredeki Sinagogların bu artan nüfusun ihtiyacını karşılayamadığı gerekçesiyle bu sefer muntazam bir program düzenlenir Bir inşaat komitesi kurulur, devrin ünlü İtalyan Mimarı Denari’ye proje hazırlattırılır fakat bu sırada Teknik Üniversite mezunu iki Musevi genci olan Elio Ventura ile Bernard Motola kendileri de altı aylık titiz bir çalışma sonucunda bir proje hazırlayıp Komiteye sunarlar ve onların projeleri kabul edilir Gerekli izinler alındıktan sonra 1949 da inşaata başlanırsa da bir yıl sonra para sıkıntısı yüzünden durma noktasına gelinir bunun üzerine komisyon üyelerinin borç verdiği 50 000 Tl gibi devrinde büyük bir meblağ olan para ile inşaat tamamlanır ve toplam maliyeti 300 000Tlyi bulur Böylece 25 Mart 1951 Pazar günü büyük bir tören ile Hazzan İzak Maçaro’nun "Baruh Aba" duasıyla Sinagog ibadete açılır

Sinagog’a o sıralarda Büyük Hendek Caddesindeki dar bir aralıktan girilip çıkılabiliyordu 1952 de ön tarafındaki binalar satın alındı ve cephe sokağa açıldı Bu tarihten sonra Hahambaşıların İs’ad törenleri,İstanbul’un en büyük Sinagogu olarak kabul edilen bu ibadethanede yapıldı 6 Eylül 1986 Cumartesi Sabah ayininde bir grup terörest tarafından saldırıya uğrayan Sinagogda 23 kişi hayatını kaybetti Onarım için kapatılan Neve Şalom 20 Mayıs 1987 de tekrar ibadete açıldı 1 Mart 1992 de iki teröristin tekrar bombalı saldırısına maruz kalındı ise de bu kez can kaybı olmadan suçlular yakalandı Neve Şalom’a en büyük saldırı ise 15 Kasım 2003 tarihinde "Bar-Mitzva" töreni sırasında yapıldı ve büyük bir faciaya dönüştü

Neve Şalom’un dış cephesi muntazam mermer kaplamalıdır Buradaki ortada büyük iki yanlarda ise ise küçük iki kapıdan dikdörtgen şeklinde bir giriş bölümüne,ağır ahşap kapılarla da esas ibadet mekanına geçilir Üç basamakla çıkılan Ehal tam karşıdadır Ehal ile Giriş kapısı arasındaki mekan sıralar halinde sabit oturma koltukları ile doldurulmuştur Orta mekanı örten ve 8 tonluk kristal bir avizeyi taşıyan büyük ve görkemli kubbe’nin statik hesapları Badin’e yaptırılmıştır Kartonpiyerlerini ise Garbis Usta hazırlamıştır Duvarların üst kısmındaki pencerelerin vitrayları Güzel Sanatlar Akademisinde çizilmiş,özel camları da İngiltere’den getirtilmiştir Hava akımını sağlamak için biri açık diğeri sağır yapılmıştır Balkon’daki amfi şeklindeki düzenlenmiş kadınlar mahfeline dikdörtgen şeklindeki giriş bölümündeki merdivenlerden çıkılır

Or Hodeş Sinagogu

1897 de Hahambaşılığın "Galata ve Beyoğlundaki Polonyalı Musevilere ait bir mabet ve okullarının bulunmadığı " gerekçesiyle müracaatları olumlu karşılanmış ve gerekli izin verilmiştir Beyoğlu Bereketzade Mahallesi Zürefa Sokak’da arsa satın alınarak küçük bir Sinagog inşa edilmiştir Sinagog’un bir kısmı da küçük bir İhtiyarlar Yurdu olarak kullanılmıştır Daha sonra İstanbul’da Eskenaz nüfus azaldığından bina Sefaradlara tahsis edilmiş daha sonra da çevrenin yozlaşmasından ötürü terk edilerek Hahambaşılığın aldığı karar ile 1985 de satılmıştır

Tofre Begadim Sinagogu

Galata’da Felek Sokakta olan bu Sinagog Eşkenaz Terziler Birliği tarafından IIAbdülhamit’in Terzisi Mayer Şönmen ve arkadaşlarının gayretiyle padişahtan izin alarak kurulmuştur Önce Bereketzade ile Banker (eski Kamondo) sokakları arasındaki arsa Mois Eskenazi ve Mayer Şönman adına satın alınır ve Sultan II Abdülhamid’in 1893 tarihli fermanında belirtilen ölçüler içerisinde inşaata geçilir Gerekli para,Musevi cemaati sandığından ve Osmanlı Bankasından ve cemaatin zenginleri tarafından temin edilir 8 Eylül 1984 de ibadete açılır 1940-43 yılları arasında çoğunluğu orta sınıf esnaf ve sanatkarlardan meydana gelen cemaat Sinagogu tamamen doldurur hatta çok kimse dualara ayakta katılırmış 1944 de Sinagog yönetiminin ana direği olan Dr David Markus,arkadan Hazzan Mordehay Payuk’un ölümü üzerine cemaat Yüksekkaldırım Sinagoguna gitmeye başlar ve cemaat azalır1980 li yıllarda Mois Eskenazi ile Mayer Şönman’ın varis bırakmadan ölmelerinden dolayı Vakıflar GenelMüdürlüğü ile Yüksek Kaldırım Eskenazi Sinagogu arasında mülkiyet davaları açılır Uzun süren bu dava neticesinde 21 Aralık 1983 de Sinagog Yüksek Kaldırım Eskenaz Sinagogu adına tescil edilir 1985 de önemli bir onarım geçiren Sinagog halen Eskenaz Cemaati İdarehanesi olarak kullanılmaktadır

Zülfiridis Sinagogu

Karaköy Meydanı Perçemli Sokağın köşesindedir Zülfiris Osmanlıca kökenli bir kelime olup "Zülf-Arus" yani gelin perçemi demektir Hahambaşılık kayıtlarında "Kal Kadoş Galata" ismi ile geçen bu Sinagog’un 1671 de varlığı bilinmektedir Bugünkü bina 1890 da Banker Kamondo ailesinin verdiği 2900 lira ile tamir edildi,Ehal etrafındaki mermer korkuluklar da Samuel Malki tarafından yaptırıldı 1904 de Galata Musevi Cemaati Başkanı Jak Leon "Musevi olan ve olmayan ziyaretçilere mahçup olmamak için" iç ve dış restorasyonunun yapılmasını sağladı ve 16 kişilik koronun okuduğu ilahilerle görkemli bir törenle tekrar hizmete girdi
Zülfiridis’deki en önemli olaylardan birisi 24 Ocak 1909 da toplanan 86 deleğe ile Meşrutiyetin ilânıyla makamından istifa eden Hahambaşı Kaymakamı Moşe Levi’nin yerine yeni bir Hahambaşının seçilmesidir Uzun bir propaganda kampanyasından sonra beş adaydan biri olan Haim Nahim 74 oyla seçilerek "Osmanlı Hahambaşısı unvanını aldı

1968 de yeniden önemli bir tamir geçiren Zülfiridis için 1978 de cemaatin azlığından dolayı sadece Cumartesi günleri açık tutulması için karar alındı Bir müddet sonra "Minyan" ( bazı duaların okunabilmesi için gerekli olan 10 yetişkin erkek) okunamadığı için muvakkaten hizmete kapatıldı 2001 de Kamhi ailesinin maddi-manevi yardımları Naim Güleryüz’ün öneri ve tasarımlarıyla 500Yıl Vakfı tarafından Kutlama Programı çerçevesinde " 500 Yıllık Huzurlu Yaşam Müzesi" olarak düzenlenip hizmete girmiştir Müzenin bahçesinde bulunan Heykeltraş Nadia Arditti’nin "Yükselen Ateş" adını verdiği anıt Balkan,Birinci Dünya Savaşı sırasında Çanakkale ve Gelibolu’da şehit düşen Türk-Yahudi askerlerin anısına dikilmiştir


Şişli İlçesindeki Sinagoglar

Beth Israel Sinagogu

1950 li yıllardan itibaren İstanbul’daki Musevi nüfus Nişantaşı ve Şişli semtlerine doğru ikametgahlarını değiştirmeye başlamışlardır Bu göçün neticesi olarak Şişli’de Sinagog sıkıntısı duyulmaya başlandı ve Beyoğlu,Şişli,Galata cemaati yönetim kurulu 1951 de Şişli Efe sokak’ta ,terkedilmiş olan 1920 li yıllardan beri garaj olarak kullanılan eski Şişli Sinagogunun yeniden ihyasına karar aldı Mimar Aram Deregobyan ve mimar Jak Pardo’ya proje ve inşaat havale edildi25 Ocak 1952 de gerekli izinleri ve proje onayı alınan Sinagog’un temel atma töreni yapıldı ve aynı sene içinde iç dekorasyonu tamam olmadığı halde Roş Aşena ve Kipur bayramları burada kutlandı Sinagog’un kapısı üzerindeki "Kal Kadoş Beth Israel " yazısı Daragobyan’ın hattıdırMabed’in içindeki kartonpiyer ve Ehal’in üzerindeki altı köşeli yıldız Onnik Cezarliyan’ındır Binanın cephesindeki sağlı sollu beşer kabartma taş ise "On Emir" i simgeler Kadınlar mahfeli Ehal’in iki tarafındaki balkonlarda olup buraya çıkan merdivenler evvelce içeriden iken bu sonra dışarıya alınmıştır 1961 de Sinagog’a ritüelik bir havuz olan "Mikve" eklendi Dikdörtgen şeklindeki orta mekanın üzeri gökyüzünü temsil eden mavi renkte tonoz ile örtülüdür Üç bölümden meydana gelen oturma yerleri ise,düğün ,bar mitza gibi törenlere katılan davetlilerin oturabilmeleri için çok sık yapılmıştır

Dar’ül Aceze Binasının içindeki Sinagog

Yoksul hasta ve yaşlıları barındıran bu hayır kurumu yapılırken din farkı gözetmeksizin içerisine küçük bir sinagog,şapel ve mescid yapılmıştır Sinagog 25 Mayıs 1903 Pazar günü görkemli bir törenle hizmete girmiştir Haham Hayim Nasi’nin açılış konuşmasından sonra Sefer Tora’lar Ehal’e yerleştirildi ve Hazzan Merkado Davila’nın okuduğu "Anoten Teşua" duası ile Sinagog ibadete açıldı 1990 da bir tamir geçiren sinagog halen Dar’ül Aceze’de hiç Musevi vatandaş olmamasından dolayı faaliyette değilse de varlığını devam ettirmektedir

Sarıyer İlçesindeki Sinagoglar

Boğaziçi’nin Anadolu yakasına yerleşim 19 uncu yyda yabancı elçiliklerin yazlık binalarının burada yapılanmasıyla hareketlenir Yeniköy deki Museviler de Adalarda olduğu gibi yazlıkçıdır Arnavutköy ve Bebekde ise küçük bir musevi topluluğunun olduğunu 1848 de ölen Haham Eliezer de Toledo’nun notlarından öğrenmekteyiz 1800 lerde Bebek’de mevcut oman bir Sinagog’dan bahsederse de bu mabet günümüzde yoktur

Yeniköy Sinagogu

Köybaşı Caddesinde küçük bir sinagogdur Musevi Banker Kamondo tarafından 1870 li yıllarda inşa ettirildiği söylenir Sokağa bakan dar cephesindeki kapının üzerinde yuvarlak kemerli üç penceresi onun da üzerinde kabartma olarak "Süleyman Yıldızı" bulunur Kadınlar mahfeli küçük bir parmaklıkla ayrılırbalkon şeklinde değildir Ehal dolabı ise ahşaptır Cemaati yok denecek kadar az olduğu için sadece Cumartesi sabahları ve Bayram günleri hizmet vermektedir

Beşiktaş İlçesindeki Sinagogolar

Bu ilçedeki Ortaköy, yerleşim tarihi boyunca farklı kültürlerden ve dinlerden gelen insanların iç içe barış içinde yaşadığı bir yer olması bakımından önemlidir Buradaki Musevi yerleşimi Taşmerdiven,Karakaş ve Dere mahallelerindedir Evliya Çelebi Ortaköy’ün iki büyük yalısının Musevilere ait olduğunu söyler 1618 deki Bedesten ve 1891 deki Beşiktaş yangınlarından evsiz kalan birçok aile Ortaköy’e yerleşmiştir 1921 de Rusya’dan gelen Musevi göçmenlerde burada oturmaya başlamışlardır 1936 da nüfusu 16 000 olan bu semtte kayıtlara göre 700 Musevi ailesinin yaşadığı bilinmektedir

Etz ha-Hayim Sinagogu

Ortaköy,Muallim Naci Caddesindedir "Hayat Ağacı" anlamına gelen bu isim Bizans’dan beri birçok Sinogoga konmuştur 1707 de büyük bir yangın geçirdiğini 1707 tarihli tamirine izin verilen bir fermandan öğreniyoruz Ne yazık ki bina 1813 de tekrar yandı 12 Kasım 1825 tarihli fermanla onarımına izin verilen Sinagog tekrar yenilendi ve iki sütunun taşıdığı yuvarlak alınlıklı ve kemerli giriş kapısını Eliyahu ben Kamhi yaptırttı Ne yazık ki bu Sinagog’un kaderinde olan yangın onu bu sefer 1 Ekim 1914 de vurdu ve çıkan yangın sonucu kullanılamayacak bir duruma getirdi Bunun üzerine ibadet yanındaki "Midraş" denilen dini okulda icra edilmeye başlandı Günümüzdeki Sinagog ise burasıdır Bu yeni yapılanan Sinagog’un evvelce ahşap olan Ehal’ini 1977 de Viktorya Azuz kardeşi Avram Azuz’un anısına mermerden yaptırmıştır Esas Sinagog’dan günümüze sadece şimdi bahçede bulunan Ehal kısmı kalmıştır Bu Ehal Mermer ,korint başlıklı iki sütunun taşıdığı bir silme ve onun üzerinde üçgen arşitrav’dan meydana gelir

Üsküdar İlçesindeki Sinagoglar

Buradaki Musevi yerleşimi Üsküdar sırtlarındaki Dağhamam,Bağlarbaşı ve Kuzguncuk’da toplanmıştır Bir rivayete göre 1618 de Galata’da çıkan Veba salgınından kaçan Museviler buraya gelip yerleşmişlerdir Bir zamanlar Bellavista diye anılan Kuzguncuk Eskenazlar tarafından "Vadedilmiş Topraklar" a varmadan önceki son durak olarak kabul edilirdi İnciciyan’a göre,çok dindar olan bir kısım Museviler yaşlılıklarını burada geçirip burada ölümü beklemeyi tercih etmişlerdir Burada oldukça büyük bir Meşatlığın (Yahudi Mezarlığı) bulunması herhalde bu yüzden olmalıdır

Beth Yaakov Sinagogu/Kuzguncuk

Kuzguncuk’ta İcadiye Caddesindedir Aşağıdaki Sinagog diye bilinen bu yapıya, yıkılmış olan eski bir sinagog’un yerine 27 Temmuz 1862 deki bir fermanla yeniden yapılmasına izin verilmiştir 1983 de büyük bir onarım geçiren Sinagog’un tavanında kalem işi yapılmış İbranice yazılar ve çiçek dalları vardır Yüksekce bir bahçe duvarı ile sokaktan ayrılan bina iki katlı ve son derece sade bir yapıya sahiptir Sadece giriş kapısı iki sütunun taşıdığı üçgen bir alınlık ile binanın tek cephe süslemesidir Bahçesinde ise iki "Mitraş" (Dini okul) vardır

Kuzguncuk Virane (Kal de Ariva) Sinagogu

Kuzguncuk’ta Yakup Sokağındadır 1840 larda yapılan bu Sinagog Yahudi nüfusun azalmasından dolayı kapandı Edmond Benkohen ’in yaptığı mali yardım neticesinde onarılarak 22 Haziran 1980 de yeniden ibadete açıldı Sade bir yapıya sahip olan bu Sinagog’un giriş kapısı demirden olup etrafı marsilya tipi tuğlalarla çevrilidir Kapının üzerinde ise Süleyman’ın yıldızı altında kitabesi bulunmaktadır Ahşap Ehal’in önünde ,mekanın ortasında vaaz kürsüsü bulunur Oturma sıraları duvar boyunca dizilmiştir


Kadıköy İlçesindeki Sinagoglar

Avrupa-Asya ulaşımında önemli bir konumu olan Bağdat Demiryolları’nın başlangıç noktası olan Haydarpaşa ve civarına Musevi yerleşimi 19 uncu yy ın ikinci yarsındadır 1922 yangınından sonra semt sakinleri başka yörelere taşınınca Musevi nüfusta büyük bir azalma olmuştur

Hemdet İsrael Sinagogu/Haydarpaşa

Yeldeğirmeni,İzzettin Sokaktadır Beylerbeyi sırtlarndaki Dağhamam Sinagog’unun yanmasıyla bölgedeki Museviler yeni bir bina arayışına başladılar IIAbdülhamid’in 14 Ocak 1896 ’daki fermanıyla Sinagog yapımına izin alındı,arsa bulundu ve kısa sürede inşaat bitirildi Sade bir mimariye sahip olan binaya giriş iki yandan mermer korkuluklu ve mermer basamaklı merdivenlerledir İki katlı cephe pencereleri alt katta dikdörtgen,üst katta ise ikizli yuvarlak kemerlidir Üçgen bir alınlık da cephe görünümünü tamamlar Bu çatının altında geleneksel Sinagog mimarisinde kullanılan dışarıdan görülmeyen,üstü çatı ile kaplı kubbe vardır 2000 altın liraya mal olan inşaatın büyük bir kısmı bağışlarla temin edilmiştir 3 Eylül 1899’da "Roş Aşena" bayramı ile hizmete giren Sinagog’un adı "İsrailoğullarının Şefkati" anlamındadır Yıldız Sarayı’nın mücevhercisi ve Hahambaşılık Meclisi üyelerinden Aron de Leon’un oğlu Jak tarafından sinagoga 100 altın lira değerindeki halen asılı bulunan kristal avize hediye edilmiştir Ehal’in mermer merdivenlerini İsak Roza yaptırmıştır Sinagog’un ilk Hahamı Menahem Farhi’dir

Adalar İlçesindeki Sinagoglar

Marmara Denizindeki Adalar Bizans devrinde İstanbul’un sürgün yeriydi Yüzyılın başından itibaren İstanbul’da ikamet eden Musevilerin yazlık yerleşimleri olmuştur

Hesed Le’Avraam Sinagogu /Büyükada

Büyükada Pancur Sokaktadır 1900 lü yıllarda Büyükadaya sayfiyeye giden Musevilerin ihtiyacını karşılamak için Avram Arslan Efendi’’in hibe ettiği arsası üzerine inşa edilmiştir Bu yüzden de Mabede "Avram’ın İyiliği" anlamına gelen ismi konulmuştur Or ha-Hayim Hastahanesinin mimarı olan Gabriel Tedeschi’nin çizdiği projeyi Behor Parali uygulamıştır 1 Eylül 1904 de Hahambaşı Moşe Levi tarafından yapılan açılışta her taraf Türk bayrakları ile süslenmişti İki yandaki mermer korkulukları olan bir merdivenle ana mekâna çıkılır Cephedeki iki katlı pencereler ile bir sinagog’dan ziyade Büyükada köşklerini anımsatan bir görünümü vardır Sinagog’un iç mekanı geniş pencerelerden giren ışık ile oldukça ferahtır Üç mermer basamakla çıkılan Ehal’in bulunduğu ahşap dolabın etrafı taştan sivri bir kemerle çevrilidir Ehal’in bulunduğu duvarın üst kısmında yuvarlak pencere içinde vitraydan "Süleyman Yıldızı" işlenmiştir Kadınlar mahfeli klasik Sinagog mimarisinde olduğu gibi sütunlara oturan bir balkondadır

Beth Yaakov Sinagogu/Heybeliada

1940’ lı yıllarda yazlıkçı Musevi ailelerinin Heybeliada’ya gelmeleri ile burada bir Sinagog zorunluluğu doğdu Kuyu mahallesi Orhan Sokak’daki 698 metrekarelik arsa 1947’ de satın alınarak devrin milletvekillerinden Salamon Adato’nun desteği ile yasal izinler alındı ve inşaata geçildi Sinagog’un 10 Haziran 1956 da açılışı yapıldı

Alıntı Yaparak Cevapla

İstanbul Hakkında Bilgi

Eski 08-14-2012   #21
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İstanbul Hakkında Bilgi



İstanbul Müzeleri 1


Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü'ne Bağlı Müzeler

İstanbul Arkeoloji Müzeleri (Eminönü)

Bu nedenle de birkaç müzeyi kapsadığından ismi “İstanbul Arkeoloji Müzeleri” olmuştur

Türkiye’deki ilk müzecilik çalışmaları Sultan Abdülmecit zamanında Tophane Müşiri Ahmet Fethi Paşa (1801–1858) tarafından başlatılmıştır Topkapı Sarayı dış avlusunda bulunan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun cephane ve silah ambarı olarak kullanılan Aya İrini (Hagia Eirene) Kilisesi’nde Mecma-i Esliha-i Atika (Eski Silahlar Koleksiyonu) ile Mecma-i Asar-ı Atika (Eski Eserler Koleksiyonu) ismi altında kurulmuştur Bundan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun tüm valiliklerine genelgeler gönderilerek bölgelerindeki eserlerin buraya gönderilmesi istenmiştir

Bu yıllarda yabancı hafirlerin Anadolu’da kazı yaptıkları ören yerlerinde buldukları önemli arkeolojik eserlerin yurt dışına kaçırılmalarını önlemek amacı ile bazı çalışmalara başlanmıştır İstanbul’dan gönderilen genelgelere olumlu yanıtlar alınmış ve bazı eserler İstanbul’a gönderilmeye başlanmıştır Bununla beraber, eserlerin yurt dışına kaçırılması da önlenememiştir

Bundan kısa bir süre sonra müze kapatılmış, Ahmet Vefik Paşa’nın 1872’de Maarif Nazırı olmasından sonra da Müze-i Hümayun yeniden kurulmuş ve yönetimi DrPhilipp Anton Dethier’e bırakılmıştır Dethier’in müdürlüğü sırasında HScliemann Troia’da bulduğu eserler Yunanistan’a kaçırılmış, Dethier bu eserlerin geri alınması için çaba sarfetmiştir Atina’da açılan dava kazanılmış olmasına rağmen Osmanlı İmparatorluğu’nun maddi yönden sıkıntı içerisinde olmasından ötürü belirli bir ücret karşılığı davadan vaz geçilmiştir

İlk Asar-ı Atika Nizamnamesi 1874 yılında yayınlanmış, bu yönetmeliğe göre bulunan eski eserlerin yalnızca üçte birinin yurt dışına götürülmesi öngörülmüştür Bu arada Dethier’in Kıbrıs’tan 88 sandıklık eski eserleri yurda getirmesi ve Anadolu’dan gelen eserlerin artması sonucunda yeni bir binaya gereksinim duyulmuştur Ancak maddi imkânsızlıklardan ötürü, yeni bir müze yapımı yerine Çinili Köşk’ün müzeye dönüştürülmesi uygun görülmüştür Çinili Köşk’te yapılan düzenlemeler, eserlerin taşınması uzun zaman almış ve müzenin açılışı 1880 yılında yapılmıştır Müzedeki eserlerin katalogu da bu sırada hazırlanmıştır

Onun atanması ile de Türk Müzeciliği yeni bir boyut kazanmıştır Osman Hamdi Bey eski eserlerin koleksiyonlarını bilimsel yönden yaptırmış, teşhir ve tanzimi yenilemiştir GMendel’e müze katalogunu hazırlatmış, müzedeki eserlerin daha da zenginleşmesi için 1883–1895 yıllarında Nemrut Dağı’nda, Myrna’da, Kyme’de, Aiolia Nekropollerinde, Lagina Hekate mabedinde kazılar yaptırmış, burada ortaya çıkan eserleri müzeye getirmiştir Bunun ardından Sayda’da 1887–1888 yıllarında Krallar Nekropolünde yaptığı kazılarda dünyaca ünlü İskender Lahdi denilen lahit başta olmak üzere, Ağlayan Kadınlar, Satrap, Likya ve Sayda Kralı Tabnit’in lahitlerini bularak gemi ile müzeye getirmiştir Çinili Köşk bu kadar çok eserin sergilenmesi için yetersiz kalmıştır Bu nedenle yeni bir müze binasına gereksinim duyulmuştur Osman Hamdi Bey saraydan aldığı izinle Çinili Köşk’ün karşısına o dönemin ünlü mimarlarından Sanayi-i Nefise Mekteb-i Âlisi hocalarından Mimar Aleixandre Vallaury’e yeni bir müze binası yaptırmıştır

Yeni müze Lahitler Müzesi veya Asar-ı Atika Müzesi olarak 13 Haziran 1891’de açılmıştır Aynı zamanda yeni yapılan bu müze XIX yüzyılın sonunda dünyada müze binası olarak tasarlanan ilk on müze arasında olup, Türkiye’nin ilk arkeoloji müzesidir Bundan sonra yeni yapılan müzede başta Sayda Lahitleri olmak üzere diğer eserlerin teşhir ve tanzimi yapılmıştır

Müze koleksiyonlarını Balkanlardan Afrika’ya, Anadolu ve Mezopotamya’dan Arabistan Yarımadası’na ve Afganistan’a kadar uzanan Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisindeki çeşitli kültürlere ait eserler oluşturmaktadır

Bunun üzerine eskiyen bina restore edilmiş, yeni bir sergileme yapılmış ve müzenin Topkapı Sarayı avlusuna bakan arka cephesine, ona bitişik olarak dört katlı yeni bir ek bina yapılmıştır Bunun için çalışmalara 1988 yılında başlanmış ve yeni düzenleme 1991’de tamamlanmıştır Müzenin kuruluşunun 100yılı olan 13 Haziran 1991’de ek binalarla birlikte yeniden ziyarete açılmıştır

İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde eserler Arkeoloji, Eski Şark Eserleri ve Çinili Köşk’te ayrı ayrı sergilenmiştir Müzenin arkeoloji bölümündeki en önemli eserler arasında Sayda Kral Nekropolünden getirilen İskender Lahti, Ağlayan Kadınlar Lahti ve Satrap Lahti başta olmak üzere Arkaik Dönem’den başlayarak Roma dönemi sonuna kadar gelen çeşitli heykeller, Kyme, Milet ve Ilgın’da bulunmuş Ana Tanrıça Kybele heykelleri, adak stelleri bulunmaktadır Ayrıca Halikarnasos Maoseleum’una ait kabartmalar, Bergama Zeus Sunağı’na ait heykel parçaları, Kuvvet Tanrısı Bes, İskender başı, Aphrodisias, Ephesos ve Miletos’ta bulunan heykeller; küçük ölçüdeki çanak çömlekler, pişmiş toprak figürinler; hazine bölümünde değerli süs eşyaları, takılar ve sikkeler bulunmaktadır Ayrıca yeni yapılan müze ek binasında da Anadolu’nun Çevre Kültürleri Bölümü’nde Kıbrıs, Filistin, Suriye, Beyrut, Sayda, Sebasteia, Magito gibi önemli kültür merkezlerinde yapılan kazılarda ortaya çıkarılan eserler sergilenmektedir Müzenin Anadolu ve Truva Kültürleri Bölümü’nde Trakya’dan Troia’ya, Frigya’ya ve Gordion’a kadar uzanan alanda ortaya çıkan eserler sergilenmiştir


Eski Şark Eserleri Müzesi

Uzun süre okul olarak kullanılmış, Sanayi-i Nefise’nin 1917’de Cağaloğlu’ndaki yapısına taşınması ile bina Müze-i Hümayun’a verilmiştir O zamanki müze müdürü Halil Ethem Bey Eski Önasya eserlerini, Klasik, Helenistik, Yunan, Roma ve Bizans eserlerinden ayırarak bu müzenin temelini atmıştır Alman uzman Eckhard Unger 1917–1919 ve 1932–1935 yıllarında Eski Şark Eserleri Müzesini düzenlemiş ve bu konuda da yayınlar yapmıştır Eski Şark Eserleri Müzesi 1963–1973 yıllarında restore edilerek yeniden düzenlenmiştir Bundan sonra yeniden onarılan ve yeniden düzenlenen müze 8 Eylül 2000 tarihinde ziyarete açılmıştır

Müzede Mezopotamya, Mısır ve Anadolu kültürleri ile İslam öncesi Arap Yarımadası’na ait eserler sergilenmektedir Bunların başında eski ve yeni Sümer çağlarına ait eserler, Mısır firavun mezarlarına ait buluntular, Asur, Babil, Hatti, Hitit ve Urartu eserleri sergilenmektedir Ayrıca bu bölümde 70000 levhadan oluşan çivi yazılı tablet koleksiyonları bulunmaktadır Bu eserlerin büyük bir kısmı da XIX yüzyıldan başlayarak IDünya Savaşı’na kadar geçen süre içerisinde yapılan arkeoloji kazılarından ortaya çıkarılmıştır Eserlerin bir bölümü de Osmanlı İmparatorluğu’nun valileri ve paşaları tarafından toplanarak gönderilmiştir

İki katlı bir yapı olan müzenin üst kat sergi salonlarında Mezopotamya, Mısır ve Arap eserleri sergilenmektedir Müzenin alt katı tablet arşivi, büro ve müze depolarına ayrılmıştır

Müzenin 1 nolu salonunda İslam öncesi Arap eserleri bulunmaktadır Bunların çoğunluğunu Güney Arabistan’dan gelen eserler meydana getirmiştir Burada çeşitli kitabeler, kabartma levhalar, mezar taşları ve adak heykelleri sergilenmektedir

Müzenin 2 nolu salonunda Mısır koleksiyonları bulunmaktadır Bunların başında özel koleksiyonlardan gelenler ile kazı buluntuları yer almaktadır Sfenksler, steller, sunaklar, lahitler, mezar ve mabet buluntuları bunların arasındadır Mısır XII-XIII sülaleye ait lahitler, cenaze alayını gösteren renkli papirüs, Tanrı Horus heykeli, Ölüler Diyarı Tanrısı Osiris’in heykeli, Teb şehri nekropolünde bulunmuş mezar steli, arslan başlı Ateş Tanrıçası, Sekhmet’in heykeli bu bölümdeki önemli eserler arasındadır

Müzenin 3–6 nolu salonlarında Mezopotamya eserleri bulunmaktadır Bunların büyük bölümünü Dicle ve Fırat nehirleri arasında, IDünya Savaşı’ndan önce yapılan kazılarda ortaya çıkarılan eserler oluşturmaktadır Bunların başında Halaf, Nineve, Eski Sümer Çağı, Yeni Sümer Çağı, Akad, Eski ve Orta Babil Çağı eserleri, Orta Asur Çağı, Yeni Asur Çağı eserleri ile Babil Çağı eserleri gelmektedir Ayrıca bu bölümde Mezopotamya mühürleri de sergilenmektedir Bu bölümde Yeni Asur Devletinde vezirlik etmiş olan Bel-Harran-Beli-Ussur’un steli, Asur Banipal’in kabartması, İştar kapısına giden merasim yolu üzerindeki çini kabartmalar, Eski Akad Kralı Naramsin’in steli, Sümerlerin boğa başı, Lagaş Kralı Ur-Nanşe’nin adak kabartması bulunmaktadır

lu salonu tamamen Urartu eserlerine ayrılmıştır Bunlardan küçük bir grup Toprakkale kazılarında ortaya çıkarılmış, çoğunluğu da satın alma yolu ile müzeye kazandırılmıştır Büyük çoğunluğunu keramikler, çanak-çömlek parçaları, kemerler, takılar, adak levhaları ve mühürler oluşturmaktadır

Müzenin 7–9 nolu salonlarında Anadolu’dan ele geçen tarih öncesi çağlara ait eserler bulunmaktadır Zincirli ile Hattuşaş (Boğazköy) kazılarında ele geçen eserler bu bölümün başta gelen kültür varlıklarıdır Zincirli şehir kapısı ortostatı, Yerkapı sfenksi, Teşup steli, Zincirli bazalt kapı arslanı, Maraş sfenksi, Zincirli sfenksli sütun altı da diğer eserler arasındadır

İlk Tunç Çağı’na, Hatti kültürüne, Orta Tunç Çağı’na, Koloni Devri yerleşmelerine, Eski Hitit, Hitit ve Geç Hitit kralları dönemine ait eserler çoğunluktadır Bunların arasında Kadeş Antlaşması bu bölümün en önemli eseridir

Müzenin Çivi Yazılı Belgeler Arşivinde Mezopotamya’nın on, Anadolu’nun da iki eski yerleşme yerinden gelmiş tabletler, 12’si büyük, 8’i küçük olmak üzere dünyanın en zengin koleksiyonlarından birini oluşturmaktadır Bunların büyük çoğunluğu Osman Hamdi Bey’in eski eserleri koruma amacı ile çıkarttığı Nizamname uyarınca yapılan kazılarda ele geçmiş, diğerleri de çeşitli tarihlerde satın alınmıştır Bu tabletler tarih, hukuk, tıp, edebiyat, ekonomi ve dini konuları içermektedir Ayrıca matematik, astronomi, sihir gibi konuların yanı sıra çeşitli mektuplar da bu arşivde yer almaktadır Yaklaşık olarak 74000 adet olan bu tabletler depolarda ve teşhirde bulunmaktadır Müzede bu tabletlerin pek az bir bölümü sergilenebilmektedir


Çinili Köşk Müzesi



Çinili Köşk Osmanlı sivil mimarisinin Selçuklu etkisinde yapılmış İstanbul’daki tek örneğidir Kaynaklarda yeterince isminden söz edilmeyen bu köşkün mimarı bilinmemektedir Fatih Sultan Mehmet (1451–1481) dönemi tarihçilerinden Tursun Bey, Çinili Köşk’ü sırçadan yapılmış bir yer olarak nitelendirmiştir Sultan IV Murad (1623–1640) zamanında köşk içerisinde yeni düzenlemeler yapılmış ve bu arada ayna taşından bir tavus kuşu kabartmasının bulunduğu bir çeşme de buraya eklenmiştir Çeşmenin iki tarafındaki kitabelerde de buradan Sırça Saray olarak söz edilmiştir

Köşk 1737 yılında kısmen yanmış ve bu nedenle de onarım sonrasında, özellikle cephe mimarisi değişmiştir XIX yüzyılda Aya İrini’deki müzenin yetersiz kalmasından ötürü eserler buraya taşınmıştır 1910 yılında restore edilmiş, II Dünya Savaşı sırasında kapatılmış, 1942’de de yeniden onarılırken 1880 yılında ön kısmına eklenen merdivenler kaldırılmıştır Daha sonra bu onarımlar 1948–1953 yıllarında da devam etmiştir

Yapımında beyaz köfeki taşlar kullanılmış, yan ve arka cephelerinde de kırmızı tuğladan dolgulara yer verilmiştir Köşkün Haliç’e bakan çıkmalı arka cephesinde tuğla dolguların alt katında kilim deseni biçiminde bezemeler olduğu biliniyorsa da bu kısım özelliğini yitirmiştir Köşkün ön cephesinin ortasında bulunan çinilerle kaplı büyük bir eyvandan içeriye girilmektedir Bu girişin yanlarında derinliği fazla olmayan kemerli nişler bulunmaktadır Köşkün asıl katında orta mekâna açılan dört eyvanlı bir şema görülmektedir Üzerleri kubbe ve tonozlarla örtülmüştür

Çinili Köşk’ün en başta gelen özelliği dış cephesi ile büyük eyvanının iç yüzeyini ve içerdeki odaların bir bölümünü kaplayan çinilerdir Mozaik tekniğinde yapılmış olan bu çiniler firuze renkli zemin üzerine kufi yazılar ve geometrik desenlerden meydana gelmiştir

Çinili Köşk 1737 yangınından sonra bir süre saray ağalarına tahsis edilmiş, 1953 yılında İstanbul’un 500 Fetih yılı dolayısı ile Fatih Sultan Mehmet’e ait giysiler, silahlar ve fermanlar burada sergilenmiştir Başlangıçta Fatih Müzesi olan köşk, daha sonra Türk-İslam ve Osmanlı çini keramiklerinin sergilendiği bir bölüme dönüşmüştür Bu müze 1981 yılında Topkapı Sarayı’ndan alınarak İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ne bağlanmış, 1990 yılında yenilenen sergileme ile İstanbul’un fethinin 539 yılında, 28 Mayıs 1992’de ziyarete açılmıştır

Müzede Türk çağına ait çini ve keramiklerin ilk örnekleri, Selçuklu çini ve keramikleri, XIV yüzyıla tarihlenen ve İznik çini atölyelerinde yapılan XIV-XVI yüzyıl çinileri, XIV-XVI yüzyıl Milet keramikleri, Milet işi mavi-beyaz kandiller, İznik’te yapılan Haliç işi keramikler burada sergilenmektedir Ayrıca XVI yüzyıl ortalarına doğru İznikli çini ustalarının kobalt mavisi ve firuzenin yanı sıra adaçayı yeşilinden zeytin yeşiline kadar değişen yeşilin çeşitli tonlarından oluşmuş mor ve eflatun ile birlikte kullanılan sert hamurlu Şam işi keramikler de burada bulunmaktadır Bunların yanı sıra XVI-XIX yüzyıla kadar üretilmiş çeşitli keramikler, çiniler, Kütahya çinileri ve Çanakkale keramikleri de müzede bulunmaktadır

yüzyılın ikinci yarısına tarihlenen Anadolu Selçuklu mihrabı, Haseki Hürrem Sultan Medresesi’ne ait pencere alınlığı, Kütahya işi gülaptanlar, ibrikler, kapaklı kâseler gelmektedir

İstanbul Arkeoloji Müzeleri yeniden düzenlenerek açılmasından sonra 17 Avrupa Ülkesinden 46 müze arasında Avrupa’da Yılın Müzesi Ödülünü kazanmıştır


Osman Hamdi Bey Yokuşu Sokak
Gülhane-Eminönü/İstanbul

Tel : (0212) 520 77 40–41–42
Faks : (0212) 527 43 00
e-posta : arkeolojimuzeleri@ttnetnettr


Ayasofya Müzesi (Eminönü)



Bizans tarihçilerinden Theophanes, Nikephoros ve Gramerci Leon Ayasofya`nın İmparator I Constantinius (324-337) zamanında yapımına başlandığını, 360 yılında, II Constantinius’un imparatorluğu döneminde tamamlandığını yazmışlardır İlk ismi Megali Eklesia (Büyük kilise) olan yapı, V yüzyıldan sonra Hagia Sophia (kutsal bilgelik) ismini almıştır Bu ilk Ayasofya bazilika plânlı, ahşap çatılı, beş nefli bir yapı olup, çıkan bir isyan sonucu tamamen yanmış ve günümüze hiçbir kalıntısı gelememiştir İmparator II Theodosius, Ayasofya’yı Mimar Rufinos’a ikinci defa yaptırarak 415 yılında ibadete açmıştır İkinci Ayasofya’nın da ilk Ayasofya gibi, bazilika plân düzeninde, taş duvarlı, ahşap çatı ile örtülü bir yapı olduğu bilinmektedir Bu Ayasofya ile ilgili 1936 yılında Prof AM Schneider tarafından yapılan kazılar sırasında bazı kalıntılar ortaya çıkmıştır Bunlar mabete giriş basamakları, cephe taşları, sütunlar, sütun başlıkları, sütun kaideleri, bezemeleri ve frizleridir Günümüzde bunlar Ayasofya’nın bahçesinde ve girişin hemen altında görülebilmektedir Ancak, bu Ayasofya’nın da yazgısı diğerlerinden farklı olmamış, 532 yılında Hippodrom’da çıkan Nika İsyanı sırasında tamamen yanmıştır

Mabedin yapımı için İmparator bütün eyaletlerine emirnâme göndererek bulundukları yerdeki mimari anıtlara ait parçaların, sütunların, başlıkların, mermerlerin ve renkli taşların Ayasofya`da kullanılmak üzere İstanbul`a gönderilmesini istemiştir Ayasofya’nın yapımına 532 yılında başlanmış, bezemeler dışında çalışmalar beş yılda tamamlanmış ve 537’de ibadete açılmıştır

Günümüzde bütün görkemiyle ayakta duran Ayasofya’da Erken Bizans mimarisinin ana hatlarının yanı sıra Roma mimari geleneğini ve Doğu sanatlarının izleri açıkça görülmektedir Mimari yönden incelendiğinde Ayasofya’nın merkezi kubbe ile örtülü, büyük bir orta mekânı, iki yan nefi, dışarı taşkın apsidi, iç ve dış narteksi olduğu görülmektedir Kubbeli bazilika olarak nitelenen bu yapıya, atriumun doğusundaki üç kapıdan dış narteksine girilmektedir Üzeri uzun ve dar bir manastır tonozu ile örtülü dış narteksten de beş kapının aracılığıyla iç nartekse geçilir Duvarları renkli mermer levhalar, mozaiklerle bezeli bu mekânın kuzey ve güneyinde de iki büyük kapı dikkati çekmektedir Bunlardan kuzeydekinden üst galeriye çıkan rampalara, güneydeki horologion kapısından da avluya çıkılmaktadır Bezemeleri ile son derece zengin olan iç narteksten dokuz kapının aracılığı ile Ayasofya’nın ana mekânına girilir Bunlardan ortadaki bronz çerçeveli kapı İmparator kapısıdır Mermer söveli kapının kanatları son derece kalın meşe ağacından yapılmış olup, üzeri tunç levhalarla kaplanmıştır

Uzunlamasına klasik Bizans bazilika plânını açıkça ortaya koyan bu mekân 7350x6950 metre ölçüsünde olup, StPierre, Seville ve Milano katedrallerinden sonra dünyada ölçü olarak üçüncü sırada bulunmaktadır Ana mekânı dört büyük payenin taşıdığı pandantifler üzerinde, kasnak üzerine oturan kubbe 5560 metre yüksekliğindedir Çeşitli onarımlar nedeniyle tam bir daire özelliğini yitiren kubbe, elips şeklindedir Güney-kuzey çapı 3187 metre, doğu-batı çapı 3087 metre ölçüsündedir Bizans kaynaklarından öğrenildiğine göre de bu kubbenin ortasından Ruhu Mukaddes’i canlandıran ve içerisinde Hzİsa’nın vücudunu temsil eden Mukaddes Hamurun bulunduğu gümüş bir güvercin asılıydı Yapımından 22 yıl sonra bir deprem sonucu kubbenin doğu yönü tamamen yıkılmış, onarımını Mimar İsidoros’un aynı ismi taşıyan yeğeni üstlenmiştir Bu defa kubbe ilkinden 7 metre daha yükseltilmiş ve yanlara açılmasını önleyecek payandalar yapılmıştır Böylece yeni kubbenin çapı doğu-batı yönünde biraz daha küçültülmüştür İmparator Iustinianus Patrik Eulhyhus ile birlikte 24 Aralık 562’de Ayasofya’yı bir kez daha açmıştır Ancak, Ayasofya’ya yine de sağlam bir kubbe oluşturulamamıştır İmparator Basileius I zamanında (867 - 886) Ayasofya yeniden onarılmış, kubbedeki çatlaklar kapatılmıştır İmparator IIBasileius (1025-1028) zamanında 869 depreminde batı yarım kubbesi yıkılma tehlikesi ile karşılaşmış Trinidat isimli bir mimar altı yılda Ayasofya’yı yeniden onarmıştır

Ayasofya’nın mermerlerle kaplı duvarları dışında kalan tüm yüzeyleri, kemerleri, tonozları, yarım kubbeleri ve üst örtüleri birbirinden güzel mozaiklerle bezenmiştir Bizans tarihinde İkonaklazm olarak nitelendirilen tasvir kırıcı akımdan ötürü Ayasofya’nın ilk figürlü mozaikleri tahrip edilmiş, yerine altın yaldızlı bitkisel motifli mozaikler yapılmıştır İkonaklazm hareketinden sonra yapılan figürlü mozaiklerle anıt daha görkemli bir görünüm kazanmıştır Bu figürlü mozaikler IX ve XIIyüzyıllarda yapılmış olup, İmparator Kapısı üzerinde, güney girişinde (Vestibul), absid yarım kubbesinde, kuzey Tympanon duvarlarında, güney galeride ve kuzey galeride görülmektedir Kubbedeki Pantokrator İsa kompozisyonu ise Osmanlı döneminde yapılmış olan Kazasker Mustafa İzzet Efendi hattının altında kalmıştır Ayrıca üst galeride papaz odaları denilen yerde de ikinci kalitede mozaikler bulunmaktadır

İstanbul’un Latin istilâsı sırasında Ayasofya büyük zarara uğramış, buradaki bir çok kilise eşyası ya tahrip edilmiş veya Avrupa’ya götürülmüştür

İstanbul’un fethinden sonra kentin en eski yapılarından olan Ayasofya’nın, harap ve perişan bir halde olduğunu tarihi kaynaklar belirtmiştir Camiye çevrilen Ayasofya’nın batıdaki küçük kubbesinin üzerine ahşap bir minare yapılmış, daha sonra da Fatih Sultan Mehmet zamanında güneybatıdaki tuğla minare, Sultan Beyazıt II döneminde buna kuzeydoğudaki ince minare eklenmiştir

PGİnciciyan bu medresenin yapım tarihini 1453 olarak göstermektedir Fatih Sultan Mahmet’in vakfıyesinde de değindiği medrese dış narteksin avluya açılan yan kapısıyla, Sultan IIIMurat’ın minaresinden başlayarak Soğuk Çeşme Sokağı’na kadar uzanıyordu GGurlit’in plânından anlaşıldığına göre 50x47x35 metre ölçüsünde dikdörtgen plânlı medresenin uzun tarafında on yedişerden 34 diğer yanında da 12 hücre bulunuyordu Bu medrese Fatih Sultan Mehmet’in külliyesinin yapımından sonra kendi haline bırakılmış, sonraki yıllarda da yıkılmıştır Ayasofya Müzesi’nce 1982 yılında yapılan kazılarda medresenin temelleri ortaya çıkarılmıştır

Ayasofya’nın Osmanlı döneminde ibadet mekânı içerisine mihrap, minber, vaaz kürsüleri ve hünkâr mahfili eklenmiştir Ayrıca Teknecizâde İbrahim Efendi’nin yazıları buraya konulmuşsa da bunlar günümüze gelememiştir Onun yazılarının yerine Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin yazıları konulmuştur Bunlardan Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin Nur Suresi’nden alınma ayeti kubbede bulunmaktadır Ayrıca Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin büyük ölçüdeki yuvarlak levhaları da payandaların üzerinde bulunmaktadır

Sultan Selim II (1566 - 1574)’in hükümdarlığının son yıllarında Ayasofya’nın duvarları dışa doğru açılmaya başlamış ve yapı, bütünüyle yıkılma tehlikesiyle karşılaşmış Tarihçi Selanikli Mustafa Efendi, yapının bir buçuk zira (75 - 90 santim) yana meylettiğini kaydetmiştir Bunun üzerine padişah, yanına devlet büyüklerini, Mimar Sinan başta olmak üzere hassa mimarlarını alarak Ayasofya’ya gelmiş, durumu yerinde görerek gerekli önlemleri aldırmıştır Öte yandan Peçevi İbrahim Efendi de Sultan II Selim’in kubbeyi sağlamlaştırdığını, bazı koruyucu payeler ile iki minare yapılmasını emrettiğini belirtmiştir Sultan II Selim’in emriyle Mimar Sinan, yapıya bitişik evleri kaldırtmış, caminin iki yanında otuz beşer arşınlık (24 metre) boşluk bırakarak yollar açmış, tahta minareyi yıkmış, kuzeybatı ile güneybatıya aynı zamanda payanda görevini üstlenecek iki minare daha eklemiştir Ayrıca Ayasofya’nın kuzeyine, yıkılan evlerden kalan yerlere yine dayanak olmak üzere iki payanda daha yaptırmıştır Sultan II Selim’in Mimar Sinan’a başlattığı bu onarım oldukça uzun sürmüş, çalışmalar Sultan II Murat’ın (1574 - 1595) saltanatının ilk yıllarında tamamlanmıştır Sultan I Mahmut, 1739-1740 yıllarında Osmanlı sanatının en güzel eserlerinden olan şadırvan, sıbyan mektebi, aşhane-imaret, kütüphane ve yeni bir hünkar mahfili ile mihrap yaptırmıştır Ayasofya beş Osmanlı Padişahının aynı yerde gömülü oluşuyla da ayrı bir önem taşımaktadır Bunlar Sultan II Selim, Sultan III Murad, Sultan III Mehmed, Sultan I Mustafa ve Sultan İbrahim’in türbeleridir

Şeyhülislam Mekkizade Mustafa Asım Efendi’nin varis bırakmadan ölmesi ve vasiyeti üzerine 40 bin kese altına yaklaşan servetiyle (1846) Ayasofya’nın onarılması kararlaştırılmıştır Onarımı yapmak üzere, İsviçre asıllı İtalyan Mimar Gaspare Fossati ile kardeşşi Guiseppe Fossati görevlendirilmiştir (1847 - 1849) GI Fossati’nin çalışmaları 1849 yılına kadar sürmüş, yapının iç ve dış sıvaları değiştirilmiş, mozaikleri meydana çıkarılarak temizlenmiş, sonra da üzerleri yeniden ince bir sıva ile örtülmüştür Kubbeyi dıştan destekleyen kemerler de bu dönemde yapılmış, ayrıca çift demir çemberlerle kubbe takviye edilmiş, üst galeride dik durumlarını yitirmiş on üç sütun düzeltilmiş ve bazı kapılar yenilenmiştir Ayasofya’nın müze oluşundan sonra onarımlar sürekli yapılmış, yapının üst örtü kurşunları, türbeleri, şadırvanı, muvakkithanesi, kütüphanesi, mihrabı ve hünkâr mahfili yenilenmiştir
İstanbul'un yaşlı anıt yapılarından olan Ayasofya'nın cami veya müze işlevinden hangisinin daha etkin olabileceği zaman zaman tartışılmış, güncel basında her iki yöne ağırlık kazandıracak yayınlar yapılmıştır Bu tartışmalar sürüp giderken akıl ve bilimin ışığı altında konunun boyutları, felsefede geçen neden ve niçin sorularının yanıtlanmaması olayı daha karmaşık bir duruma getirmiştir Konuya dayanak olarak yalnızca Fatih Sultan Mehmet'in vakfıyesi ele alınmış, gerçeğe dayanmayan iddialar da ortaya atılmıştır Düzenlendiği çağın koşulları içerisinde Vakıfların ve Vakfıyelerin büyük rolü ve önemi olmuştur Bunların her biri ayrı ayrı insancıl görüşleri içermekte, toplum yararına uygun hükümler ortaya koymaktadır Ne var ki çağın gelişen koşullarında bazı vakfiyeler güncelliğini ve uygulamasını yitirmiştir Bu bakımdan bir konuda karar verirken öncelikle vakfiye hükümlerini ortaya koymak ve bunların arkasına sığınmak da çağdaş bir görüşten çok uzaktır Bu arada bazı çevreler Ayasofya'nın müzeye dönüşmesine neden olan Bakanlar Kurulu kararnamesinin gerçek dışı olduğudur Bu konuda araştırma yapan Erdem Yücel'in "Belgelerin Işığı Altında Ayasofya'nın Müze Oluşu ile İlgili Bazı Gerçekler" isimli makalesinde (Türk Dünyası Araştırmaları S78) konuyu belgeleriyle açıklamış ve ortaya koymuştur:

Bu kararnamenin aslı, bugün Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü'nde olup, bir örneği de Ayasofya Müzesindedir Bu kararnameyi Reisicumhur Kemal Atatürk, Başvekil İsmet İnönü, Dahiliye Vekili Şükrü Kaya, Maarif Vekili Abidin Özmen, İktisat Vekili Celal Bayar ve diğer bakanlar imzalamıştır

Ayasofya İstanbul Vali Muavini, Evkaf Müdürü ve İstanbul Müzeler Genel Müdürü arasında yapılan bir protokol ile müze yönetimine devredilmiştir Ayasofya Müzesinin kısa sürede ziyarete açılabilmesi için yoğun bir çalışma başlamış ve 1 Şubat 1935'te ziyarete açılmış ve ilk gün 463 yerli, 370 yabancı olmak üzere toplam 738 kişi gezmiştir

Fatih Sultan Mehmet fetihten hemen sonra ibadet amacıyla Ayasofya'yı camiye çevirmiştir Osmanlılarda uyulan bir teamüle göre ele geçirilen kentin en büyük dini yapısı camiye çevrilirdi İstanbul'da da aynısı uygulanmıştır Ayasofya'nın hemen yanı başındaki Hagia Eirene camiye dönüştürülmemiştir Ayrıca İstanbul'u ziyaret eden yabancı devletlerin önde gelen kişileri ile yerli ve yabancı turistlerin ilk anda görmek istedikleri yer Ayasofya'dır

Fatih Sultan Mehmet'in köhneleşmiş Bizans'ı yıkarak Ayasofya'yı camiye çevirdiği bilinen bir gerçektir Öte yanda Atatürk'te çökmüş bir imparatorluktan yeni bir Cumhuriyet kurmuştur Türklerin bu iki büyük dahisinden biri İstanbul'u fethetmiş, diğeri de günün koşullarını dikkate alarak Ayasofya'yı müzeye çevirmiştir Ayrıca evrensel boyutlarda Dünya Kültür Mirasında Ayasofya'nın kendine özgü bir yeri bulunmaktadır Bu bakımdan Ayasofya Cami mi? Yoksa müze mi? Tartışması günümüzde çağdışı bir düşünceden öteye gitmemektedir"

Bu nedenle Ayasofya sitemizde istanbul Müzeleri bölümünde yer almıştır
Sultanahmet Meydanı, Eminönü

Tel : (0212) 522 17 50
Faks : (0212) 512 54 74
E-posta: ayasofyamuzesi@hotmailcom


Aya Eireni (St Irene) (Eminönü)

Başta İstanbul Kültür ve Sanat Festivali olmak üzere çeşitli etkinliklere açık olup, müzeden alınan izinle gezilebilmektedir

Ayasofya’dan sonra Bizans’ın ikinci büyük kilisesi olan Aya İrini değişik zamanlarda yapılan onarımlarla günümüze iyi bir durumda gelebilmiştir Bizans kaynaklarından öğrenildiğine göre, kilisenin bulunduğu yerde Roma dönemine ait Arthemis, Aphrodite mabetleri bulunuyordu Kilisenin yapımı oldukça eski tarihlere inmektedir IConstantinius döneminde, IV Yüzyılın başında Roma mabetlerinin kalıntılarından yararlanılarak yapılmıştır Bizanslılar bu kilise için İlahi Selamet sözcüğünü kullanmışlardır

Ayasofya ile aynı avlu duvarı içerisinde bulunan Aya İrini 532 yılında Nika Ayaklanması sırasında yanındaki Sempson Zenon (düşkünler evi) ile birlikte yanmıştır İmparator IIustinianus (527–565) Ayasofya ile birlikte Aya İrini’yi de yeniden yaptırmıştır Yapımına 532 yılında başlanmışsa da bitim tarihi kesinlik kazanamamıştır Sanat tarihçiler İmparatoriçe Theodora’nin ölümünden (548) önce bitirilmiş olduğu konusunda birleşmişlerdir Iustinianus’un son yıllarında Ayasofya’nın atriumu ile birlikte Aya İrini atriumu da yanındaki iki manastır ve Sempson Zenon ile birlikte yanmıştır III Lon (717–741), VConstantinius (741–775), IV Leon (775–780) zamanındaki depremler kiliseye büyük zarar vermiş, bunu IX Yüzyıldaki deprem izlemiştir

Ahmet’e (1703–1730) kadar iç cebehane (cephanelik) olarak kullanılmış, daha sonra Harbiye Nezaretinin silah ambarı olmuştur Ahmet Fethi Paşa tarafından Osmanlı’nın ilk müzesi burada açılmıştır Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli yerlerinden gönderilen eserler burada Mecma-i Esliha-i Atika (Eski Silahlar Koleksiyonu) ve Mecmia-i Asakir-i Atika (Eski Eserler Koleksiyonu) ismi altında iki bölümlü bir müze olmuştur

Aya İrini’nin ilk yapısı ahşap çatılı, üç nefli bir bazilika planında idi Günümüze ulaşan ve 738 depreminden sonra yapılan kilisenin zemini bazilika, üst örtüsü ise kapalı Yunan haçı planındadır IIustinianus devrinin tüm mimari özelliklerini yansıtan bugünkü yapı üç nefli, 10000x3200 m ölçüsündedir Ana mekânın ortasını 1500 m çapında ve 3500 m yüksekliğinde dört büyük payenin taşıdığı bir kubbe örtmektedir İçeriden küre, dışarıdan da yüksek kasnaklı kubbenin çevresinde 20 pencere bulunmaktadır Ancak bunlardan 14’ü kubbenin yıkılmasını önlemek amacı ile tuğlayla örülmüştür Ana kubbenin atrium yönünde, elips görünümünde dıştan basık ve yayvan ikinci bir kubbe daha vardır Bunun dışında kalan üst örtü beşik tonozludur

Bu sütunların başlıkları üzerinde İmparator Basileus ve eşi Theodora’nin monogramları bulunmaktadır Apsis dıştan üç cepheli olup, her cephesine birer pencere yerleştirilmiştir İçten yarım yuvarlak olan apsisin duvarları arasına bir metre genişliğinde kemerli bir dehliz yerleştirilmiştir Apsisin merdiven basamağı şeklindeki kademeleri bu dehliz üzerine oturtulmuştur Bunun iki yanına da pareglesion denilen hücreler yerleştirilmiştir

IIustinianus zamanında yapılan kilisenin zengin bir bezemesi vardı Ancak bunlardan günümüze yalnızca apsis yarım kubbesindeki altın yaldızlı haç mozaiği gelebilmiştir Bunun da nedeni Bizans’ta 726–842 yıllarında hâkim olan İkonaklazm (tasvir kırıcılık) akımıdır Apsis yarım kubbesindeki mozaikte dört kademeli bir kürsü ve bunun üzerinde de geniş kollu bir haç görülmektedir Buradaki haç Hz İsa’yı, kademeli kürsü de Onun çarmıha gerildiği Golgoto Tepesi’ni tanımlamaktadır Ayrıca Mezmurlar kitabından alınan iki satırlık bir yazı da bu kompozisyonu tamamlamaktadır

Aya İrini müze olarak kullanıldığı zaman bu mozaiğe dokunulmamış, üzeri yalnızca bir bayrakla örtülmüştür Aya İrini’de bu mozaikten başka mozaik olup olmadığı kesinlik kazanamamakla beraber DrFirfield’in burada yaptığı araştırmalarda kubbe ve pandantiflerde İkonaklazm döneminden önceye tarihlenen mozaik izleri bulunmuştur Ana mekânda yapılan araştırmalarda ise iki parça halinde döşeme mozaikleri bulunmuştur

Aya İrini Kültür Bakanlığı’nca 1983 yılında açılan Anadolu Medeniyetleri Sergisi’ne ev sahipliği yapmıştır

Topkapı Sarayı IAvlusu Sultanahmet
Eminönü/İstanbul


Kariye (Khora Kilisesi) Müzesi (Fatih)

Hz İsa’ya adanmış olan bu kilisenin yapım tarihi kesinlik kazanamamıştır Kilisenin IV Yüzyılda yapılmış olup olmadığı konusu da kesin değildir Bizans kaynaklarında VI Yüzyılın ilk yarısında Ayios Thedoros isimli bir kişi tarafından yapıldığı yazılıdır Bizans kaynaklarına göre bu kişi İmparator IIustinianus’un eşi Theodora’nın dayısı olan bir komutandır Sasanilere karşı savaşmış ve sonra Antakya’ya yerleşmiştir Iustinianus onu bir dini toplantıya katılmak üzere İstanbul’a çağırmıştır Edirnekapı’da yaşayan bu kişiden ötürü manastırın yapımına başlanmış ancak, 557 yılı depreminde manastır yıkılmıştır Bunun üzerine imparator manastırı eskisinden daha büyük olarak yaptırmıştır Manastır kilisesinin üç şapelinden birini Meryem’e adamıştır

Kilisenin ilk yapımı bazilika planında idi ve mozaiklerle bezenmişti Yanında hamam ve körler için de bir sığınma evi bulunuyordu Günümüze gelen kilise kare planlı, üzeri kasnaklı kubbelidir Kesme taş ve tuğla hatıllı olarak yapılan yapının dışarıya taşkın üç apsidi bulunmaktadır Bunlardan ortadaki apsid yuvarlak olup, iki yanlardaki dışarıya çıkıntı yapmıştır Kilisenin önünde iç ve dış narteks bulunmaktadır Bu bölümler kubbe ve tonozlarla örtülüdür Naos kısmının içerisi mermer kaplıdır Bu nedenle de buradaki mozaiklerden çok azı günümüze gelebilmiştir

yüzyılda bu manastırın var olduğu bilinmektedir Patrik Germenos 740 yılında ölünce buraya gömülmüştür Aynı şekilde V Constantinius’a karşı 742 yılında ayaklanan Baktangios idam edildikten sonra onun da cesedi buraya gömülmüştür

Khora Manastır ve Kilisesi’nin yeniden ün kazanması XI Yüzyılın sonlarında İmparator IAleksios Komnenos (1081–1118) dönemine rastlamaktadır O yıllarda çok harap bir durumda olan manastırı Aleksios’un kayınvalidesi Maria Dukaina restore ettirmiş ve kilisesini de farklı bir mimari üsluba göre yaptırmıştır Kilise Hz İsa’ya adanmıştır Kısa bir süre sonra Aleksios’un küçük oğlu İsaakios Komnenos kiliseyi yeni baştan ve daha büyük ölçüde yaptırmış, kendisi için de bir mezar yeri hazırlamıştır Sonraki yıllarda Meriç kıyısında Ferecik’te Kosmosoteria Manastırı’nı yaptırınca buradaki mezar yerini de oraya taşımıştır Günümüzde kilisenin narteks bölümünün sağında bu mezar yerinin olduğu duvarda Hz İsa’yı tasvir eden büyük bir mozaik pano bulunmaktadır Bu panonun altında da İsaakios Komnenos’un mozaik bir panosu bulunmaktadır

İstanbul’un Latin istilası sırasında (1204–1261) manastır ve kilisenin ne durumda olduğu bilinmemektedir 1261 yılından sonra Bizans yeniden kurulduktan sonra saray ileri gelenlerinden Theodoros Metohites Kariye manastır ve kilisesini 1316–1321 yıllarında genişletmiş, içerisini mozaik ve freskolarla bezemiştir

yüzyılın ilk yarısında bu yapının güney tarafına bitişik olarak tek nefli bir şapel eklemiştir Parekklesion denilen bu ince uzun mekânın altında da aynı planda bir mahzen bulunmaktadır Bir mezar şapeli olduğu sanılan bu ek binanın orta bölümüne yüksek kasnaklı, kasnağında pencereler olan bir kubbe oturtulmuştur Bu şapel kilisenin batı cephesinin önünü kaplayan dış hol ile batı-güney köşesinde birleşmektedir

Kariye’deki mozaik ve freskolar Avrupa’daki Rönesans akımına paralel olarak Bizans resim sanatında yeni bir anlayışın başladığını göstermektedir Giriş kapısı üzerinde Hz İsa’ya kilisenin bir modelini sunan Thedoros Metohites tasvir edilmiştir Kilise içerisindeki mozaiklerde İsa’nın ve Meryem’in hayatı ile ilgili İncil’den alınmış sahneler resmedilmiştir Bu resimlerde resme derinlik sağlayan arka planlar ve mimari yapılara, motiflere önem verilmiştir Buradaki sahnelerde canlılık ve günlük hayattan alınma gerçekçilik açıkça görülmektedir Figürlerin yüz ifadeleri, hareketleri özenle işlenmiştir İç nartekste sağ tarafta bütün duvarı boydan boya kaplayan Halke İsa’sı panosu, Meryem ve İsa’nın önünde yere diz çökmüş bir figürün XII Yüzyılda kiliseyi yeniden yaptıran İsaakios Komnenos’a ait olduğu anlaşılmaktadır

Kilisenin ana mekânında çok az mozaik bulunmaktadır Yalnızca kapının iç tarafında, kemerin üzerinde HzMeryem’in son uykusu ve ruhunun Hz İsa tarafından göğe çıkarılışı (Koimesis) sahnesi tasvir edilmiştir

Beyazıt (1482–1512) döneminde Sadrazam Atik Ali Paşa tarafından camiye çevrilmiştir Bu arada yanına yuvarlak gövdeli tek şerefeli bir minare eklenmiştir Çemberlitaş’ta Atik Ali Paşa Camisi’ni yaptırdıktan sonra düzenlediği vakfiyesinde de Kenise Cami olarak bu yapıdan da söz etmiştir

Caminin 1876–1877 yıllarında onarıldığı kaynaklardan öğrenilmektedir Bu dönemde İstanbullu Rum mimar PKuppas burada restorasyon çalışması yapmış, içerisindeki mozaiklerden bazılarını temizlemiştir Mozaiklerinden ötürü İstanbul’a gelen yabancı gezginler Kariye’yi mutlak görmüş, bunların arasında Alman İmparatoru II Wilhelm de bulunmaktadır Amerikan Bizans Enstitüsü 1948’den sonra içerisindeki mozaik ve freskoların temizlik ve onarımını yapmış, Th Whittemore başkanlığında başlayan çalışmaları onun ölümünden sonra PA Underwood tarafından sürdürülmüştür Son onarımları da JWHawkins 1959 yılında yapmıştır Kariye bundan sonra 1948 yılında cami işlevi sona erdirilerek müzeye dönüştürülmüştür Günümüzde Ayasofya Müzesi’ne bağlı ayrı bir birimdir


Edirnekapı, Fatih

Tel : (0212) 631 92 41
Faks : (0212) 512 54 74
E-posta: ayasofyamuzesi@hotmailcom


Fethiye (Pammakaristos Manastırı) Müzesi (Fatih)

Bu kilisenin bulunduğu yerde günümüze gelemeyen bir kitabeden İoannes Komnenos ile karısı Anna Dukaina’nın yaptırdığı bir kilise olduğu öğrenilmektedir Ancak bu iddia kitabe günümüze gelemediğinden ötürü kesinlik kazanamamıştır

Günümüze gelen kilise XIII yüzyılın sonlarında Bizans sarayının önde gelen kişilerinden Mihail Glabas Tarkaniotes tarafından yaptırılmıştır

İstanbul’un fethinden sonra Fatih’in Ortodoksların başına patrik olarak atadığı Gennadios Skolarios Havarium Kilisesine yerleşmiş, 1455’te o sıralarda kadınlar manastırı olan Pammakaristos Manastırı’na Fatih Sultan Mehmet’in izni ile taşınmıştır Bu manastırın kilisesi Ahmet Paşa tarafından mescide çevrilmiştir Pammakaristos Manastır ve Kilisesi bir yüzyılı aşkın süre içerisinde patriklik merkezi olarak görev yapmış ve Fatih Sultan Mehmet de burayı ziyaret etmiştir

Sultan III Murat döneminde (1574–1595) Fethiye’nin çevresi Türk mahalleleri ile kaplanınca bu yapı Fethiye Camisi ismi ile 1590 yılında camiye dönüştürülmüştür Patriklik makamı da Ayios Georgios Kilisesi’ne taşınmıştır

Yanındaki ek binada bulunan sütunlar kaldırılmış, kubbeler ve tonozlar büyük kemerler ile desteklenmiştir Sadrazam Sinan Paşa da batı tarafına bir medrese eklemiştir Bu medrese avluyu U biçiminde kuşatmıştır

XX yüzyılın başlarında medresenin üzerine Mimar Kemalettin Bey’in çizdiği projeye göre bir ilkokul yapılmıştır Bu arada avlu duvarları kaldırılarak külliyenin bütünlüğü yok edilmiştir Vakıflar Genel Müdürlüğü, YMimar Süreyya Yücel tarafından 1936–1938 yıllarında Fethiye Camisi restore edilmiştir Bu arada Amerikan Bizans Enstitüsü mozaik araştırmaları ve mozaik restorasyonu yapmış, yan bölümündeki bugün müze olarak kullanılan kısımdaki mozaikler ortaya çıkarılmıştır Cami 1960 yılında bir onarım daha geçirmiş, uzun süre kapalı kalan cami ibadete açılmıştır

Fethiye Camisi kesme taş ve tuğla dizilerinden oluşan bir duvar işçiliği göstermektedir Güney cephesindeki kapının üzerinde bulunan kitabeden anlaşıldığına göre 1845 yılında onarılmış, bu dönemde barok üslupta minare eski minarenin yerine yapılmıştır Yapı dikdörtgen planlı olup, ibadet mekânının çevresini tonoz ve kubbeli bir galeri çevirmektedir İbadet mekânı mihrap önünde iki kalın paye, ortada ikişer, yan kenarlarda da dörder paye ile üç nefe ayrılmıştır Bunlardan mihrap önü ile onun önündeki bölüm kubbe ile geriye kalan mekânlar da çapraz tonozlarla örtülmüştür Mihrap nişi alışılagelenin dışında sivri bir üçgen şeklinde dışarıya çıkıntılıdır

Buradaki sağır nişler alt katta olup, hepsi yuvarlak kemerlidir Bunun üzerindeki pencere dizisi silmeler içerisine alınmış üçüz pencere şeklindedir Bazı yerlerde simetriden kaçılmış, üçüz pencerenin yanına yuvarlak kemerli ayrı bir pencere yerleştirilmiştir Pencereler arasındaki boşluklara da sağır nişler oturtulmuştur Dış cephenin bitimi yer yer yuvarlak kemere dönüşen iki sıra halindeki diş kesimi bir silme ile sonuçlanmıştır

Fethiye Camisi’nin sağ tarafına 1315 yılında kapalı Yunan haçı planında küçük bir ek kilise Parekklesion eklenmiştir Bizans İmparatoru Mikhael Glabas 1315 yılında ölünce karısı Maria Dukena kocasının anısına kuzey kilisenin sağ tarafına bu ek yapıyı yaptırmıştır Bu kilise bir narteks, galeri ve naos bölümünden meydana gelmiştir Gerçekte mezar şapeli olan bu ek kilisede Maria ve Michael Ducas’ın mezarları bulunmaktadır

Günümüzde Ayasofya Müzesine bağlı müze niteliğindeki narteks ve galeriden oluşan bu bölüm 230 m çapında bir kubbe ile örtülüdür Cephe görünümü son Bizans devri mimarisini yansıtmaktadır Parekklesion’un kubbe ve duvarları XIV yüzyıla tarihlenen mozaikler ile süslüdür Apsiste Hz İsa, Hz Meryem ve Yuhannes’ten oluşan Deisis kompozisyonu, kubbede de ortada İsa, iç dilimlerde Tevrat peygamberleri, tonozlar, azizler ve bir de vaftiz sahnesi görülmektedir

Fethiye Camisi’nin bu bölümü 1990’lı yıllarda onarım nedeni ile kapatılmış ve 2006 yılında yeniden ziyarete açılmıştır


Büyük Saray Mozaikleri Müzesi (Eminönü)

Bu müze günümüzde Ayasofya Müzesi yönetimindedir

İstanbul’da Bizans İmparatorluğu döneminde Bukaleon, Hormistas, Mangan, Dafne ve Tekfur sarayları yaptırılmıştır Bunların arasında Hipodromdan Marmara’ya doğru uzanan 100000 m2’lik alanı Büyük Saray kaplamıştır Büyük Saray çeşitli yapılar, tören salonları, kiliseler, bahçeler ve oyun yerlerinden oluşan küçük bir şehir görünümünde idi Bu saraya İmparatorun Evi, Saray, Mukaddes Saray, Bukaleon, Hipodrom Sarayı, Eski Saray ve Büyük Saray gibi isimler verilmiştir

Sarayın çevresinde Ayasofya, Aya İrini, Hipodrom, Sergios Bakkhos (Küçük Ayasofya) gibi yapılar bulunuyordu Kuzeydoğudan güneybatıya doğru eğimli bir arazide kurulan bu saray kompleksi geniş teraslar ve duvarlarla desteklenmiş, saray da meydana getirilen bu alanın üzerinde kurulmuştur Böylesine geniş bir alana yayılan sarayın doğusunda Magnaura ile Khalke bölümleri, güneybatısında muhafız alayı kışlaları ve diğer yan kuruluşlar yer alıyordu Sarayın batısında İmparatorun kabul salonu ile günlük yaşantısını sürdürdüğü bölümler vardı

İmparator IConstantinius’un (306–337) başlattığı bu yapı topluluğu, onu izleyen imparatorların yaptırdığı ilavelerle daha da genişletilmiştir IIustinianus (527-565), IIIustinos (565-578), VConstantinos (741-775), Teophilos (829-842), IBasileios (867-886) ve VI Leon’un (886-912) sarayın genişletilmesinde büyük katkıları olmuştur Sarayın kuzeybatısında Hipodrom, Zevk Siopos Hamamları, güneybatı ve güneydoğusunda deniz, kuzeyinde Ayasofya, Senato Binası ile Augusteion Meydanı bulunuyordu

Constantinius yaptırmıştır Buradaki Khalke bölümünün altın yaldızlı kapısı ile Bizans kaynaklarından öğrenildiğine göre, ilginç bir kubbesi vardı Daphe diye isimlendirilen oktogonal planlı yapının ortasında IConstantinius’un salonu bulunuyordu İmparatorun yabancı devlet elçilerini kabul ettiği Magnaura da yine bu dönemde yapılmıştır IITheodosius zamanında (408-450) saray alanındaki çalışmalar Marmara kıyılarına kadar yayılmıştı Bu arada 409 yılında saray yakınlarında özel yapıların yapılması da yasaklanmıştı Nika İhtilali sırasında, 532’de yakılan bu sarayı İmparator Iustinianus yeniden yaptırmıştır Bu sırada Khalke kapısının içerisinde bulunan çeşitli heykeller, imparator tasvirleri ve mozaikler de bu bölümü çok daha zenginleştirmiştir

Iustinianus’un saray topluluğuna eklediği en önemli yapılardan birisi de Çatladıkapı’daki Hormistas veya Bukaleon Sarayı diye isimlendirilen bölümlerdir Pek az kalıntının günümüze ulaşan bu bölümün de imparatorun tahta çıkmadan önce tahta çıkmadan önce yaşadığı mekânlar olduğu sanılmaktadır Sarayın bu bölümleri XX yüzyılın başında buradan geçirilen Sirkeci demiryolunun yapımı sırasında yıkılmış ve büyük bir kısmı da çevredeki yeni yapılanmaların altında kalmıştır Günümüzde sahil yolu üzerinde mermer söveli pencereleri ile bu sarayın mahzeni ve görkemli kapısı görülebilmektedir

Saray IIIustinianus zamanında batıya doğru genişletilmiş ve buradaki yapılara son derece görkemli bir taht salonu eklenmiştir Oktogonal görünüşlü, küçük kubbeli bu taht salonu bir bakıma İtalya’daki StVitale ile Sergios Bacus’a benziyordu İçerisi tümü ile mozaiklerle kaplanmıştı Buradan Hipodroma geçişi sağlayan Triklinos denilen geçit de yine bu dönemde yapılmıştır Bunun ardından VConstantinius Hıristiyanlığın kutsal eşyalarının korunduğu Meryem Kilisesini, IBasileus da Yunan haçı planlı Hagios Demetrius Kilisesini, hapishaneyi ve Taykanisterion denilen oyun sahnesini yaptırmıştır VII Constantinius Porphyrogennetos döneminde (913–959) eski sarayın tümünü yeni baştan restore ettirmiştir

-IX Yüzyıllar arasında yaşadıkları Büyük Saray X yüzyıldan sonra önemini yitirmiştir Komnenos sülalesinin imparatorları Ahırkapı ile Sarayburnu arasındaki Manganlar Sarayına ve Ayvansaray’daki Blakerna Sarayına önem vermişlerdir Bu dönemde Büyük Saray yalnızca resmi toplantılara ayrılmıştır

İstanbul’un Latin İstilası sırasında (1204–1261) kentin birçok yapıları gibi Büyük Saray’da yağmalanmış ve kısmen yıkılmıştır İstanbul’u Latinlerden geri alan VII Mikhael Palaiologos (1259–1282) Blakerna Sarayının onarımı tamamlanıncaya kadar Büyük Sarayda yaşamıştır Bizans İmparatorluğu’nun son yıllarında Büyük Saray kendi haline bırakılmış, gereksinim duyuldukça yapı malzemeleri sökülmüş ve başka yerlerde kullanılmıştır

İstanbul’un fethinden 30 yıl kadar önce buraya gelen Floransalı Buendelmonde Büyük Sarayın tamamen terk edildiğini ve bir taş yığını görünümünde olduğunu belirtmiştir

İstanbul’un fethinden sonra Büyük Saray’ın bulunduğu alan, şehrin yeniden yapılması ile ele alınmıştır Bunun sonucu olarak da sarayın kalıntıları çevrede yeni kurulan mahalleler arasında kalmıştır XVII yüzyılda Sultanahmet Camisi’nin arastası bu sarayın kalıntılarının üzerine yapılmıştır Sultanahmet’deki 1865–1852 yıllarında çıkan yangınlar arasta ile birlikte Büyük Saray kalıntılarının daha da harap olmasına neden olmuştur

İngiltere’nin Edinburg’taki StAdrews Üniversitesi adına DrDRussel’in mali ve ilmi yardımları ile 1933-1938 yıllarında ProfDr JHBaxter’in burada yapmış olduğu kazılarda Büyük Saraya ait mozaiklerin büyük çoğunluğu ortaya çıkmıştır Alman mimarlarından GMartiny kazı alanının planını çıkarmış ve bu çalışmaları yaparken de mozaiklerle karşılaşmıştır Mozaiklerin ortaya çıkışı ile birlikte alan genişletilmiş ve bunun yanı sıra da mimari elemanlar, çanak çömlek parçaları da bulunmuştur Çalışmalar 3500 m2’lik sütunlu bir avluyu ortaya çıkarmıştır Çevresi 6 m2’lik sütunlu geçitlerle çevrili olan bu avlunun güneydoğu kesiminde 25 m uzunluğunda, 1650 m genişliğinde bir yapı ile bağlantılı olduğu da görülmüştür

Dünya Savaşı nedeniyle kazı çalışmaları yarıda kalmış, ortaya çıkan mozaiklerin üzeri ince beton bir tabaka ile kapatılmıştır ProfDrDTalbot Rice 1951-1954 yıllarında Büyük Saray mozaikleri üzerindeki çalışmaları yeniden başlatmış, mozaikler temizlenmiş ve yeni parçalar da bulunmuştur Bu arada revaklı avlunun güneybatı, kuzeybatı bölümlerinde döşeme parçaları bulunmuştur Ayrıca bugün müze olarak açılan kuzeydoğu bölümünde de 170 mlik oldukça sağlam, iyi durumda bir mozaik döşeme ile karşılaşılmıştır Burada bulunan mozaik döşemenin Bizans İmparatorluk atölyesinin eseri olduğu anlaşılmaktadır Bu atölyelerde imparatorluğun dört bir yanından gelen sanatçılar çalıştırılmıştır

Büyük Saray Mozaikleri 3 Aralık 1953’te İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ne bağlı bir bölüm olarak ziyarete açılmıştır Açılan bu müze 26 Eylül 1979’da Ayasofya Müzesi yönetimine bırakılmıştır Bundan sonra Büyük Saray taban ve mozaiklerinin etüt ve konservasyonu için Kültür Bakanlığı Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü ile Avusturya Bilimler Akademisi arasında 4 Mayıs 1982 tarihinde bir protokol yapılmıştır Konservasyon çalışmalarını Prof DrHermann Veters ile Prof DrWerner Jopst üstlenmiştir Avusturya Bilimler Akademisi’nin çalışmalarına Ayasofya Müzesi ile İstanbul Merkez Restorasyon Laboratuarı elemanları da katılmıştır

Büyük Saraydan günümüze ulaşabilen mozaikler çok geniş bir mekân izlenimini verdiği gibi, çok renkli canlı bir resim galerisini andırmaktadır Mozaiklerde kireç taşı, mermer küpler, cam, terakota ve bazen de değerli taşlar kullanılmıştır Bu mozaiklerde renkli taşların son derece maharetle yerleştirilmesindeki mükemmellik bir ressamın tual üzerindeki çalışmalarına benzemektedir Bu mozaiklerde Hıristiyan sanatının sevdiği sembollere yer verildiği gibi benzeri konular da görülmektedir Çoğunluğunu çeşitli av sahnelerinin, hayvan mücadelelerinin ve köy yaşantısının gözler önüne serildiği bu mozaiklerde sanatçıların ustalığı açıkça görülmektedir

Hayvan mücadeleleri ise şiddet hareketleri ile resmedilmiştir Bütün bu mozaikler zengin bordürlerle sınırlandırılmıştır Buradaki başlıca sahneler arasında kertenkeleyi yiyen grifon, fil-aslan mücadelesi, tayını emziren kısrak, kaz güden çocuk çobanlar, keçi sağan adam, eşeğine yem veren çocuk, testi taşıtan genç kız, tarlada çalışan çiftçiler, ipe tırmanan maymun, vücuduna yılan dolanmış geyik, ellerindeki mızraklar ile kaplana saldıran avcılar, dere kenarında balık avlayan balıkçı, pazara giden köylüler, dansözler, koşan adamlar ve elma yiyen ayılar gelmektedir Ayrıca ağaçlar, develer, haçlar, Ana Tanrıça, kentharos, dut ağaçları, keçiler, ceylanlar, ilkbahar ve kış figürleri de bu mozaiklerde yer almıştır

Büyük Saray Mozaiklerinin tarihlendirilmesi konusunda çelişkili fikirler ileri sürülmüştür JHBaxter figürlerin elbiseleri ile saç biçimlerine bakarak MS V yüzyılın ilk yarısında yapıldıklarını ileri sürmüştür DTRice mozaikleri 450–460 yılları arasına tarihlendirmiştir Bunun ardından MS VI yüzyıl ve VII Yüzyıl başlarından sonraya tarihlendirenler de olmuştur Prof DrSemavi Eyice ise 450–500 tarihleri üzerinde durmuştur

Büyük Saray Mozaikleri Müzesi’nin restorasyonu yapılırken, arastanın ortasındaki koridorun iki yanında bulunan müze bölümü 1987 yılında demir konstrüksiyonlu bir çatı ile örtülmüş ve iç mekânda mozaikler çevresinde gezinti yerleri yapılmıştır Müze içerisine cadde üzerindeki bahçeden geçilerek girilmekte, arastanın altından dolaşılarak arastada dükkânları birbirinden ayıran geçide çıkılmaktadır Bu yapılanma YMimar Alpaslan Koyunlu tarafından yapılmıştır

Müzenin 25 Ağustos 1987 yılında açılışından sonra mozaik restorasyon ve konservasyon çalışmaları 1997 tarihine kadar devam etmiştir

Sultanahmet, Eminönü /İstanbul
Faks : (0212) 512 54 74


Topkapı Sarayı Müzesi (Eminönü)

Aynı zamanda devlet yönetiminde görevlendirilecek çeşitli devlet adamlarının yetiştirildiği, eğitildiği bir merkezdir

Topkapı Sarayı yerleşme düzeni olarak iyi korunmuş bir kent görünümündedir Çevresi kısmen surlarla çevrilidir Sarayın sürekli olarak genişlemesinden ötürü çeşitli mimari üsluplar buraya yansımıştır Saray tümü ile belirli bir mimari plan düzenine göre değil, küçük pavyonlar halinde köşkler ve dairelerden oluşmuştur

Saray dış teşkilat ile bölümleri oluşturan Birun denilen bir bölüm ile iç örgütlenmeyi oluşturan Enderun’dan meydana gelmiştir Bu bölümler birbirleri ile üç ana avlunun çevresinde yapılanmıştır

Sarayın Alay Meydanı denilen en dıştaki avlusuna kitabesinden h883 (1478) tarihinde yapıldığı öğrenilen ve Bab-ı Hümayun (Saltanat Kapısı) adı verilen kapıdan girilmektedir Birûn’u oluşturan bu avluda Aya İrini yanındaki Sempson Zenon denilen düşkünler evi, hastane, fırın, Ambar-i Amire, Saray Darphanesi ve sanatkâr atölyeleri bulunmaktadır IAvlu Babüs-Selam denilen kapı ile Divan Meydanı veya Adalet Meydanı denilen ikinci avluya bağlanmaktadır Osmanlı padişahlarının tahta geçtiği Cülüs törenleri ile cenaze törenleri de yine bu avluda yapılırdı Babüs-Selam’dan Babüs-Sade’ye Vezir Yolunun sağından, Divan binası XIX yüzyılda yapılmış Adalet Kasrı bulunuyordu Divan binasının bitişiğinde de hazine binası yer alıyordu Avlunun Marmara Denizi’ne bakan kuzeydoğudaki revaklarının arkasında saray mutfakları ile hizmet binaları bulunuyordu Sarayın Haliç’e yönelik kısmında ise Has Ahırlar ile Arabacılar Dairesi bulunuyor idi

Sultan dışında herkesin atlarından inip yaya olarak içeri girdikleri orta kapıdan sonra ikinci avluya geçilmektedir Yaklaşık 110x170 m ölçüsündeki iç avluda revaklar, kubbe altı ve iç hazine bulunmaktadır Enderun Osmanlı padişahı ve yanındaki Akhadımlar ile İçoğlanlarının yaşadığı, eğitim gördüğü sarayın önemli bir bölümüdür Enderun avlusunun karşısında Arz Odası, avlunun Marmara ve Boğaz’a yönelik köşesinde de Fatih Sultan Mehmet’in kendisi için yaptırdığı Fatih Köşkü, bunun karşısında Has Oda ve sultanların özel daireleri olan bölümler, Mukaddes Emanetler Dairesi bulunmaktadır Ayrıca Enderun’da İçoğlan koğuşları, cami ve günümüze ulaşamayan bir de hamam vardı

Has Oda’nın Haliç’e yönelik Divan yeri denilen iki sıra sütunlu, kubbeli geniş bir revakı Sofa-i Hümayun veya Mermer Sofa olarak isimlendirilen terasa açılırdı Bu terasta XVII yüzyılın ilk yarısında Sultan IV Murat ve Sultan İbrahim dönemlerinde yapılmış Sünnet Odası, İftariye Kameriyesi, Bağdat Köşkü, Revan Köşkü, Sofa Köşkü ve Baş Lala Kulesi gibi köşkler yapılmıştır Buradan Asma Çiçek Bahçesi denilen sarayın dördüncü bölümü olan alt bahçeye inilmektedir


Bâb-üs Saade (Orta Kapı)

Avluya geçişi sağlamaktadır Bu kapı Birun ile Enderûn’un orta noktasında olduğundan culüs, bayram gibi törenlerde padişahın bu kapının önünde oturması nedeniyle sarayda birinci derece önemli bir yeridir

Değişik dönemlerde bu kapı çeşitli adlar almıştır Bunların en yaygın olarak kullanılanları Arz Kapısı, Akağalar Kapısı ve Bâb-üs Saade’dir Enderûn ve Birun kavramlarını ve varlığını belirleyecek şekilde yeşil ve beyaz sütunlu bir revak ortasında, dışa doğru çıkıntı yapan bir kubbe ile kapı belirgin hale getirilmiştir Önünde saray törenlerinin yapıldığı bu kapı ve revak bölümünün Fatih Sultan Mehmed döneminde (1451-1481) tasarlandığı ve oluştuğu, söz konusu törenlerin yüzyıllar boyunca aynı yerde sürdüğü bilinmektedir Bu kapı kubbesi ve saçaklarıyla avluya doğru bir çıkma yapmış ve karşılıklı üçer sütunun üzerine oturtulmuştur Bu mimari görüntü XVIIIyüzyın ikinci yarısında Sultan III Mustafa döneminde yapılmıştır Kapının üzerindeki 1774 tarihli talik hatla yazılmış manzum onarım kitabesi bunu açıklamaktadır II Mahmud’un hattıyla Besmele ve tuğrası vardır Büyük bir olasılıkla kapı çevresinin bezemesi XIXyüzyılda II Mahmud zamanında (1808-1839) yenilenmiştir

Bu revak ve kapının önünde padişahların cülus törenleri ve bayram törenleri yapılırdı Savaşa gidecek olan sadrazama Sancak-ı Hümâyûn burada törenle teslim edilirdi Divan’ın toplantı günlerinde saraya törenle giren sadrazam tarafından önüne gelinerek selamlanması da bu kubbeli kapının Sultanın varlığını ve kudretini ifade eden sembolik bir anlam taşıdığını gösteren en belirgin davranış örneğidir


Sünnet Odası

Sünnet Odası tek odalı olup, arkasında da küçük bir müştemilatı bulunmaktadır Sultan İbrahim döneminde (1840–1648) yapıldığı sanılan bu köşkün daha erken bir tarihlerde yapıldığı da iddia edilmiştir Köşkün içi ve dışı çinilerle kaplanmıştır Bu çinilerin büyük çoğunluğu XVII yüzyıla tarihlenmişse de içlerinde XV-XVI yüzyıllara ait olanlar da görülmektedir Duvarları süsleyen mavi-beyaz çinilerin yanı sıra pencere içlerine karşılıklı çeşmeler de yerleştirilmiştir

Osmanlı padişahları namazların sünnetini çoğunlukla burada, farzlarını da Hırka-i Saadet’te kıldıklarından bu isim buraya verilmiştir


İftariye Kameriyesi

Sünnet Odası ile Bağdat Köşkü arasında İftariye Kameriyesi bulunmaktadır Bu kameriye Sultan İbrahim zamanında, 1640 yılında Sünnet Odası ile çevresinde yapılan değişiklikler sırasında dışarıya taşkın dört konsol üzerine oturtulmuştur Üzeri tamamen maden kaplı olup, oluklu bakırdan dört ince sütunun taşıdığı ince uzun, ortaya doğru şişkin bir çatı ile örtülüdür İçten ayna tonozlu olan bu çatının üzerine de oldukça gösterişli Allah yazılı bir alem yerleştirilmiştir Kubbe içerisinde ise altın varakla yazılmış on altı mısralık bir kitabeye yer verilmiştir Bu kameriye bayramlarda değerli kumaşlarla döşenir ve bayram namazından sonra saray erkânının bayramlaşması burada yapılırdı Bunun dışındaki günlerde de sultan önünde havuzu olan bu kameriyede oturarak dinlenirdi


Bağdat Köşkü

Murat (1623–1640) tarafından h1049 (1639) yılında yaptırılmıştır Köşk sekizgen planlı olup, kenarları birer atlamak sureti ile dışarıya çıkıntılar meydana getirir Köşkün etrafını 22 sütunun taşıdığı bir revak çevirmektedir Ahşap çatılı köşkün cephesi dıştan alt kat pencerelerinin bitimine kadar renkli mermerlerle kaplanmıştır Bunun üzerindeki duvarlar çatıya kadar çini kaplıdır Dışarıya doğru iki balkonu olup, bunlardan biri Haliç’e diğeri de Boğaz’a bakmaktadır

Köşkün üstü kubbe, yan çıkıntılar da aynalı tonozludur Kubbe ve tonozların içerisi yapıldığı dönemin ender örneklerinden malakâri tezyinat ile bezenmiştir Duvarlarında içten iki sıra pencere bulunmaktadır Bu pencerelerin üzerleri renkli camlıdır Burada duvarlara iki üç gözlü küçük hücreler yerleştirilmiştir İçerisindeki kapılar, dolap kapakları, raflar ağaç işçiliğinin en güzel örnekleridir Ayrıca iç kısımda yekpare hayvan dekorlu çiniler bulunmaktadır Çiniden yekpare bir kitabe içerisini çepeçevre dolaşmaktadır Bu kitabeyi Tophaneli Enderuni Mehmet Çelebi yazmıştır

Revan Köşkü

Murat tarafından h1045 (1635) yılında yaptırılmıştır Bağdat Köşkü’nün küçük bir örneği olan bu köşk sekizgen planlı ve tek bir odadan meydana gelmiştir Çevresi revaklı olup, üzeri kubbe ile örtülmüştür Bu köşk Hırka-i Saadet Avlusunun revakı önüne yapıldığından ötürü buradaki sekizgen plan rahat biçimde uygulanamamıştır Bu nedenle de kenarlar üzerinde yer alması gereken çıkıntılardan biri burada kullanılmamıştır Bunun yerine içeride bir bakır üzerine altın yaldızlı ocak yapılmıştır Köşkün pencereleri altlı üstlü iki sıra halinde olup, alttakiler dıştan demir parmaklıklı, içtekiler sedef ve bağ kakmalı kapaklarla örtülüdür Üst sıra pencerelerde beyaz camların aralarına kırmızı, mavi, yeşil camlar yerleştirilmiştir Duvarlar renkli mermer levhalarla, bunların üzeri kubbe eteğine kadar mavi-beyaz çinilerle kaplanmıştır Köşk içerisinde bulunan bronz mangal Fransa Kralı XV Lui tarafından Sultan IMahmut’a gönderilmiştir Bu mangal devrin ünlü bronz ustalarından Duplesiss’in eseridir

Bu köşkün ismi kaynaklarda Sarık odası olarak da geçmektedir Topkapı Sarayı’ndaki kaynaklardan öğrenildiğine göre burada padişah sarıkları korunmakta idi

Alıntı Yaparak Cevapla

İstanbul Hakkında Bilgi

Eski 08-14-2012   #22
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İstanbul Hakkında Bilgi



Sofa Köşkü (Mustafa Paşa Köşkü-Merdivenbaşı Kasrı)

Lale Devri’nde Sofa ismi verilen bu bölümde binaların bakım ve temizliğini sağlayan Sofa Ocağı kurulmuştur

Revan ve Bağdat köşklerinin yakınında bulunan Sofa Köşkü aynı zamanda Mustafa Paşa Köşkü veya Merdivenbaşı Kasrı olarak tanınmıştır Köşkün yapım tarihi bilinmemekle beraber Silahtar tarihinde Rus elçisinin 1682’de burada kabul edildiği yazılıdır Köşk Lale Bahçesi’ni daha aşağı bahçeden ayıran bir duvarın üzerine yapılmıştır Bu duvarın ortasında yuvarlak kemerli kapıdan girilen köşk bir divanhane, bir özel oda ve bir de ara bölümden meydana gelmiştir Divanhanenin altlı üstlü geniş pencereleri bulunmaktadır Duvarları ve tavanı ahşap kaplıdır Duvarlara açılan oymalı nişler, kapılar ve tavanlar güzel bir ağaç işçiliğini yansıtmaktadır Duvarlara talik yazı ile Hakani Mehmet Bey’in Hilye’sinden alınma beyitler yazılmıştır


Mecidiye Köşkü

Dördüncü avlunun sağındaki alçak set üzerinde Mecidiye Köşkü bulunmaktadır Bu köşk yanındaki Esvap Odası ve Sofa Camii ile birlikte ayrı bir bölüm oluşturmaktadır Mecidiye Köşkü ve onunla birlikte Esvap Odası Sultan Abdülmecit (1839–1861) zamanında Avrupa rokoko üslubunda yapılmıştır Ancak yapım tarihini belirten bir kitabe günümüze gelememiştir Yanındaki Sofa Camisi’nin kitabesinden h1275 (1859) tarihinde yapılmış olduğu belirtilmiştir Buna göre Mecidiye Köşkü de aynı tarihte yapılmış olmalıdır

Köşkün bulunduğu yerde daha önce yapılmış olan Çadır Köşkü ile Üçüncü Yeri Köşkü bulunuyordu Çok harap olan bu köşkler yıkılmış ve yerine bugünkü Mecidiye Köşkü yapılmıştır Buradaki arazide seviye farkı olduğundan köşk üst bahçe seviyesine ulaşabilmek için iki katlı yapılmıştır Köşkün yapımı sırasında eski köşkün zemini korunmuş, yalnızca üst kısmı yıkılmıştır

Mecidiye Köşkü beyaz köfeki taşından yapılmış dikdörtgen planlı bir yapıdır Dış cephe duvarları XIX yüzyıl Avrupa mimarisi etkisinde yarım paye sütun ve ince uzun pencerelerle hareketlendirilmiştir Köşke cephedeki ahşap kanatlı üç büyük kapıdan girilmektedir Bunlardan ortadaki kapı zemin katına inişi sağlamaktadır Köşkün duvarları yabancı ressamların imzalarını taşıyan padişah portreleri, yaldızlı aynalar ve şömineler ile süslenmiştir Tavanlarında 20–30 kollu kristal avizeler bulunmaktadır


Harem Dairesi

Haremin yapımına 1578 yılında başlanmış, her padişahın döneminde yeni ilaveler yapılmış ve bu durum XIX yüzyılın ilk yarısına kadar devam etmiştir Haremin yaklaşık 400 odası, avluları bulunmaktadır Değişik zamanlarda yapıldığından ötürü de farklı bir bezeme ve mimarisi vardır

Günümüzde Harem’e Arabalar Kapısı’ndan girilmektedir Masif demirden ve iki kanatlı olan yay kemerli kapının üzerindeki kitabeden Sultan III Murat’ın (1574–1595) bu kapıyı yaptırdığı anlaşılmaktadır Arabalar Kapısı’ndan Harem’in asıl giriş kapısına kadar uzanan üzeri açık ince uzun bir avlu bulunmaktadır Bu avlunun çevresinde Dolaplı Kubbe, Şadırvanlı Taşlık, Kule, Başhazinedar Ağa ve Başmuhasip Ağa daireleri, Meşhane Kapısı, Kara Ağalar Mescidi, Karaağalar Koğuşu ve Kızlar Ağası Dairesi bulunmaktadır Bu avlunun karşısına gelen küçük bir holün arkasında da asıl Harem’in giriş kapısı bulunmaktadır Bunun sağındaki tonozlu bir koridor ise üçüncü avluya (Enderun) açılan Kuşhane Kapısı’na uzanmaktadır

Arabalar Kapısı’ndan kare planlı, pandantiflerin taşıdığı Dolaplı Kubbe denilen yere girilmektedir Bu bölüm duvarlarındaki büyük gömme dolaplardan ötürü bu isimle tanınmıştır Kubbe ve duvarlarında bezeme görülmemektedir Buradaki dolaplarda Kızlar Ağası’nın evrakları korunurdu

Duvarları XVII yüzyıl çinileri ile kaplı olan bu taşlıktaki şadırvan günümüze gelememiştir Duvarların üst kısmını kaplayan çiniler üzerinde de madalyonlar halinde Peygamber’in cenneti müjdelediği on sahabenin isimleri yazılıdır Bu bölümün sağındaki Meşkhane Kapısı oldukça dar ve dik bir yokuşa açılmaktadır Osmanlı padişahlarının Eyüp Sultan’daki Kılıç Kuşanma Töreni’nden saraya döndüklerinde bu kapıdan hareme girdikleri bilinmektedir

Meşkhane Kapısı’nın karşısında Kule Kapısı bulunmaktadır Oldukça yüksek iki katlı kulenin birinci katında taş merdivenlerle pencereli bir bölüme ulaşılmaktadır Kulenin ikinci katı XVIII yüzyıl üslubunda yapılmıştır

Şadırvanlı Taşlık’taki Meşkhane Kapısı’ndan üzeri mermer oyma ayet yazılı bir kapıdan Karaağalar Mescidi’nin holüne geçilmektedir Mescidin duvarları XVII yüzyıl çinileri ile bezenmiştir Ayrıca tavanlarda kalem işleri görülmektedir Mescidin mihrabının karşısına rastlayan üçüncü bir kapıdan cariyelerin eğitildiği Kalfa Mektebi’ne geçilmektedir Ayrıca bu mescitten bir revak altından geçilerek Karaağalar Koğuşu’na girilmektedir Her ikisi arasındaki duvar XVII yüzyıl çinileri ile bezenmiştir

Karaağalar Koğuşu uzun bir aralığın iki yanında sıralanan odalardan meydana gelmiştir Bunlardan birinci kattaki odalar birer kapı ve pencere ile bu koridora açılmıştır Sol taraftaki odaların duvarları XVII yüzyıla ait çinilerle bezenmiştir Bu aralığın sonunda çinilerle kaplı büyük bir ocak dikkati çekmektedir

Üst kattaki mekânlar aralığa eyvan şeklinde açık balkon konumundadır Bunların önüne mermer korkuluklar yerleştirilmiştir Aralığın üzeri beşik tonozla örtülmüştür Koğuşun birinci katının tümü Kızlar Ağasından sonra Harem’in ikinci konumdaki yöneticisi olan Karaağaların başı, Yeni Saray Başkapı Gulâm Ağa’ya aittir Sol taraftaki çinili odalar, selamlık, yatak, misafir ve yemek odalarıdır Yemek odasının duvarında üzerinde “sakihüm rabbihüm şaraben tahura” ayeti yazılıdır Su ile bağlantılı olan bu ayet saraydaki hemen her çeşmenin üzerine yerleştirilmiştir

Aralığın sonundaki büyük ocağın sonunda ise Karaağalar otururdu Koğuşun üst katlara çıkan merdiven girişinin karşısından Kızlar Ağası dairesinin holüne ve Karaağaların tuvaletine geçilmektedir

Bu koğuşta yaşayan Karaağaların görevleri Harem kapılarını kilitlemek, kapılarda nöbet tutmak, arabalara yardımcı olmak, dışardan içeriye hiç kimseyi sokmamaktı

Karaağalar Koğuşu’nun hemen sağında Kızlar Ağası Koğuşu bulunmaktadır Kızlar Ağası Harem’in baş yöneticisi olup, buradaki giriş çinilerle kaplı büyük bir niş şeklindedir Kızlar Ağası dairesinin solundan Harem’in asıl giriş kapısına gelinir, çift kanatlı demir kapılardan duvarlarında büyük aynalar olan ve burada Karaağaların nöbet tuttuğu büyük taşlığa geçilir Aslında bu taşlık Altın Yol’a, Valide Sultan Taşlığı’na ve Kadınefendiler Taşlığı’na giden koridora açılan kapıların bulunduğu bir geçit yeridir Asıl Harem’e giriş de burasıdır Buradaki sağ taraftaki kapıdan Altın Yol’a, soldakinden Kadınefendiler Taşlığı’na giden koridora açılmaktadır Üçüncü kapı da doğrudan doğruya Valide Sultan Taşlığı’na geçişi sağlamaktadır

Kadınefendiler Taşlığı’nın girişinde Kadınefendiler dairesi bulunmaktadır Burada birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü Kadınefendiler’in daireleri bulunmaktadır Bu daireler üç tarafı revaklı, üzeri açık bir avlunun çevresinde sıralanmışlardır Bu daireler kendi aralarında plan olarak farklılık göstermektedir Birinci Kadınefendi’nin dairesi diğerlerinden daha büyüktür Dairelerde günlük yaşantı cereyan eder, bunun için de bir mangalın çevresinde alçak sedirlerin yer aldığı iç içe ikişer oda bulunmaktadır Bu odaların duvarları XVII yüzyıl çinileri ile kaplanmış, tavanları kalem işleri ile bezenmiştir İkinci Kadıefendi dairesinin solundaki büyük bir kapıdan merdivenlerle revaklı bir avlu çevresinde sıralanmış dikdörtgen planlı iki katlı cariyeler hastanesine inilir

Buradaki koridorun sağında Hünkâr Hamamı bulunmaktadır Hamam Klasik Osmanlı hamamlarının mimari düzeninde, soyunmalık, ılıklık ve sıcaklıktan meydana gelmiştir Hamamın küçük ölçüdeki soğukluğundan ılıklığa ve sıcaklığa geçilir Sıcaklığın ortasında dört çokgen kesitli sütunun taşıdığı kubbe bu bölümün üzerini örtmüş, bunun dışında kalan alanlar tonozlarla desteklenmiştir Sol taraftaki yaldızlı, bronz parmaklıklı bölüm padişahın özel olarak yıkandığı yerdir Bunun yanındaki diğer bölmelerde ise mermerden dört kurna bulunmaktadır Hünkâr Hamamı’nın arkasındaki ikinci hamam Valide Sultan için yaptırılmıştır Her iki hamamda da süsleme elemanına rastlanmamaktadır

Hünkâr Hamamı içerisinden ayrı bir kapı ile Hünkâr Sofası’na geçilir Hünkâr Sofası’nı XVI yüzyılda Mimar Sinan yapmıştır XVIII yüzyılda Sultan III Osman döneminde büyük bir onarım geçirmiştir Bu bölüm kare planlı olup, dört sivri kemerin taşıdığı pandantifli büyük bir kubbe ile örtülüdür Bunun girişinin soluna da tonozlu bir ek bölüm daha eklenmiş böylece Hünkâr Sofası genişletilmiştir Ek bölüm iki katlı olup, ikinci kat balkon şeklinde Hünkâr Sofası’na açılmaktadır Giriş kapısının karşısına baldaken tarzında hünkârın oturduğu yer yerleştirilmiştir Onun sağında ve balkonun altına rastlayan yere de uzunca bir sedir yerleştirilmiştir Sedirlerin arkasındaki duvarların alt kısımları büyük aynalarla çevrilidir Bu aynalardan bir tanesi balkona çıkan kapıyı gizlemektedir

Hünkâr Sofası’nın duvarları XVIII yüzyılın barok ve rokoko üslubunda ağaç işçiliği ve duvar resimleri ile bezenmiştir Yalnızca sağdaki duvarda Avrupa etkisinde yapılmış mavi-beyaz çiniler bulunmaktadır Sofanın kemer ayaklarının bulunduğu bölümde balkon dışında kalan duvarlarda mavi-beyaz renkte çini Ayet-el Kürsi çepeçevre dolaşmaktadır Duvarların üst kısmındaki bölümler çift vitrayla kaplanmıştır

Diğer duvar diplerine de Kalfalar sıralanırdı Padişah yerini alınca da buradaki eğlenceler başlardı

Hünkâr Sofası’ndan Çeşmeli Sofa’ya, oradan da Ocaklı Sofa’ya geçilmektedir Dikdörtgen planlı olan Ocaklı Sofa’dan büyük bir kapı Valide Sultan Taşlığı’na açılır Bu kapının karşısına önü demir parmaklıklarla çevrili büyük bir ocak yerleştirilmiştir Valide Sultan Taşlığı’na açılan bu kapının bir diğer ismi de Taht Kapısı’dır Buradaki sedef kakmalı bir kapıdan Başkadınefendi Dairesi’ne geçilir Buradaki sofa kubbe ve düz tavanla örtülmüş iki bölüm halindedir Duvarları çinilerle kaplıdır ve duvarları mavi-beyaz bir çini kuşak çepeçevre dolaşmaktadır Bu kuşakta Sultan IV Mehmet’e övgüler yazılıdır Sofaya ismini veren ocak Harem’in tüm odalarında bulunan mangallara ateş sağlardı

Harem’in içerisinde en az değişikliğe uğrayan bölüm Sultan III Murat Has Odası’dır Has Oda’nın girişi XVI yüzyıl Klasik Osmanlı çeşmelerinde olduğu gibi mermer bir portal şeklindedir Kapının üzerinde Sultan III Murat’ın h986 (1578–1579) yılında yapıldığını belirten kitabe bulunmaktadır Has Oda kare planlı olup, üzeri büyük bir kubbe ile örtülüdür Buradan Sultan I Ahmet’in kitaplığına geçilen ikinci bir kapı vardır Has Oda’yı Mimar Sinan yapmıştır Burada da baldaken tarzda büyük bir oturma yeri ile büyük ölçüde bir ocak bulunmaktadır Girişin solunda da Bursa kemeri üslubunda, niş şeklinde bir çeşmeye yer verilmiştir Has Oda’nın üzerini örten kubbe aşı boyalı bir zemin üzerine kabartma olarak lacivert ve altın yaldızlı palmetler, Rumiler ve geçmelerle bezenmiştir Bu bezemelerin içerisine yerleştirilen küçük aynalarla da iç mekânda gölge-ışık oyunlarının yapılması sağlanmıştır Duvarlar boş yer kalmamacasına çinilerle kaplanmıştır Bu çinilerin üzerinde de Harem’in diğer bölümlerinde olduğu gibi mavi-beyaz çini ile Ayet-el Kürsi yazılıdır Bu çinilerde mercan kırmızısının kullanıldığı görülmektedir Çiniler, hatayiler, narçiçekleri, hançer yaprakları ile bezelidir

Sultan III Murat’ın Has Odası içerisinden Sultan IAhmet’in Okuma Odası’na geçilmektedir Bu oda kare planlı olup, üzeri Türk üçgenlerinin taşıdığı küçük bir kubbe ile örtülüdür Duvarlar kemerler yazıtlı çinilerle kaplanmıştır Girişin sağında ve karşısında üçer pencere, solunda gömme dolaplar, padişahın yemek odasına açılan kapı bulunmaktadır Girişin solunda ise yine üzerinde kitabesi olan niş içerisinde bir çeşme bulunmaktadır Buradaki dolapların, pencere kapaklarının üzerleri sedef, bağ ve fildişi kakmalıdır

Murat’ın Has Odası’nın çıkışında ve sol tarafta Şehzadeler Dairesi bulunmaktadır Birkaç basamakla çıkılan iç içe iki odadan meydana gelen bu dairedeki birinci oda kare, ikincisi de dikdörtgen planlıdır Birinci odaya üzerinde kitabe yazılı bir kapıdan girilir Bu bölümün duvarları çinilerle kaplı olup, üzeri ahşap bir kubbe ile örtülüdür Girişin sağında büyük bir ocak ve Gözdeler Taşlığı’na açılan altlı üstlü iki sıra pencere bulunmaktadır Üst sıra pencereler XVII yüzyılın vitrayları ile bezenmiştir

Birinci oda girişinin solundaki mermer söveli bir kapıdan ikinci odaya geçilir Dikdörtgen planlı olan bu odanın üzeri düz bir tavanla örtülmüştür Duvarlar, pencere araları mavi-beyaz çinilerle kaplıdır Burada sülüs yazılı bir yazı frizi odayı çepeçevre dolaşmaktadır

Şehzadeler Dairesi’nden çıkıldığında sol tarafta Gözdeler Taşlığı bulunmaktadır Burada çerçeveler içerisine alınmış üç çini pano görülmektedir Bu panoların arkasından Kutsal Emanetler Dairesi’ne geçilmektedir Sonraki yıllarda Altın Yol’un bu bölümü üzerine Gözdeler Dairesi yapılmıştır Çini panoların bulunduğu bu bölümün karşısından Altın Yol’a geçilir Oldukça dar, yüksek tavanlı bir koridor halinde olan bu yolun sağında Valide Sultan Taşlığı revakı, solunda da Enderun’un bulunduğu üçüncü avlu yer almaktadır


Kutsal Emanetler Dairesi (Hırka-i Saadet)

Enderun’da bulunan Has Oda’nın Haliç tarafındaki Divan Yeri de denilen çift sıra sütunlu, kubbeli geniş revakı Sofayı Hümayun veya Mermer Sofa olarak isimlendirilen terasa açılmaktadır Topkapı Sarayı’nın müze oluşundan sonra ayrı bir bölümü oluşturmuştur

Topkapı Sarayı’ndaki Hırka-i Saadet Dairesi, XVI-XVIII yüzyıla tarihlendirilen değişik çinilerle bezenmiştir Burada Türk çini sanatının en güzel örnekleri bir araya getirilmiştir Hırka-i Saadet Dairesi her yıl Ramazan ayının 15 günü başta Osmanlı Padişahı olmak üzere sarayın önde gelen kişileri, devlet ricali tarafından ziyaret edilirdi İlk defa Yavuz Sultan Selim zamanında başlayan bu gelenek, Sultan VI Mehmet’e kadar devam etmiştir

Ramazan’ın 15 günü padişah Hırka-i Saadet Dairesi’ne gelir, Tülbent Ağası süngerler ve gümüş taslar içerisinde gül suyu getirirdi Silahtar Ağa süngerlerden bir kaçını alır gül suyunun içerisine batırdıktan sonra padişaha uzatırdı Padişah da Hırka-i Saadet Dairesi içerisinde bulunan büyük gümüş şebekeyi gülsuyuna batırılmış süngerle temizlerdi Bundan sonra Hırka-i Saadet’e ziyaret ertesi günü öğle namazından iki saat önce başlardı Padişahın Hırka-i Saadet Dairesi’ne gelişinden sonra Has Odalılar gümüş şebeke içerisindeki Peygamber’in hırkasının bulunduğu sandığı altınla kaplı bir sehpa üzerine koyardı Padişah Besmele ile sandığın altın anahtarını çevirerek çekmeceyi açardı Hırkanın bulunduğu yedi bohçanın incili şeritleri teker teker açılır ve hırka meydana çıkarılırdı Hırka-i Saadet’i ziyaret hırkanın sağ omuzu üzerine konan tülbendi öpmekten ibaretti Tülbendi her öpen anı olarak tülbendi alır ve yerine yenisi konurdu Başta padişah, devlet erkânı, saray erkânı, Harem Ağaları, Enderun-u Hümayun, Zülüflü Ağalar ayrı ayrı Hırka-i Saadet’i ziyaret ederdi Padişah sağında Sadrazam, solunda Kızlar Ağası olmak üzere sandığın başında durur, bu sırada Has Odalı ağalar yüksek sesle Kuran okurdu Ziyaretten sonra padişah hırkayı yine altın sandığa koyar ve kilitlerdi

Muhammed’in hırkası 124 m boyunda geniş kollu siyah yünlü bir kumaştan dokunmuştur Ancak hırkanın üzerinde bazı eksiklikler bulunmaktadır Hz Muhammed bu hırkayı Mekkeli Şair Kâab bin Züher’e hediye etmiştir Muaviye bin dirhem gümüş karşılığında bu hırkayı almak istemiş, Kâab buna razı olmamış, ölümünden sonra bin dirhem gümüş karşılığında veresesi tarafından satılmıştır Hırka-i Saadet Emevilere, Abbasilere, Memlukluların eline geçmiş, sonra da Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethinden sonra da İstanbul’a getirilmiştir

Hırka-i Saadet Dairesi’nde Uhut Savaşı sırasında Hz Muhammed’in kırılan dişinin bir parçası, Nakşi Kademi Şerif denilen Hz Muhammed’in Miraç sırasında bastığı ve ayağının izinin çıktığı taş, Ukap diye isimlendirilen siyah renkli Sancağı Şerif, Kâbe suyunun akması için ahşap üzerine altın kaplanmış altın oluk, Bağdat’ta bulunan ve İstanbul’a gönderilen Mührü Saadet, Hz Muhammed’in teyemmüm için kullandığı söylenen Teyemmüm Taşı, Name-i Saadet denilen İslâmiyet’in ilk yıllarında Hz Muhammed’in başta İran, Mısır ve Bizans olmak üzere pek çok kişiye dine davet mektupları, Kuranların yanı sıra Mesahifi Şerifeler, Süyuf-u Mübareke diye isimlendirilen 20 adet kılıç bulunmaktadır Bu kılıçların Hz Muhammed’e, Hz Davut’a, Hz Ebubekir’e, HzÖmer’e, Hz Osman’a, Hz Zeynel Abidin’e, Hz Zübeyr İlmi Al Avam’a, Ebül Hasan’a, Caferi Tayyar’a, Halid bin Velid’e, Ammar bin Vasr-ül Muays’e ve diğer kirama ait olduğu bilinmektedir

Musa’nın budaklı ağaçtan asası, Hz Muhammed’in altın yaldızlı muhafaza içerisindeki yayı, altın ve gümüş çerçeveli Hacer-i Esved, Hz İbrahim’in mavi mermerden tenceresi, Bab-ü Tövbe kanadı, Hz Muhammed’in gaslinde kullanılan suyun şişesi, üzerinde Ayet-el Kürsi yazılı nalınlar, Hz Fatma’ya izafe edilen seccade bulunmaktadır

Topkapı Sarayı Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra 3 Nisan 1924’te müze haline getirilmiş ve müzenin ilk müdürü de Tahsin Öz olmuştur Müzede geçici ve sürekli sergi mekânları, kubbe altı, Arz odası, Enderun Kütüphanesi, Sofa Köşkü, Bağdat Köşkü, Revan Köşkü, Sünnet Odası, Harem, Zülüflü Baltacılar Koğuşu gibi teşhir alanları bulunmaktadır Bunun yanı sıra silahlar, İstanbul cam ve porselenleri, işlemeler, hazine, kaftanlar ve padişah portreleri gibi bölümler bulunmaktadır


Hazine Bölümü

Hazine Odası olarak kullanılan bir bölüm II Avluda kubbe altının sağında korunmaktadır Hazine Odası günümüzde dört odadan meydana gelmiştir Bunlardan birinci odada Yavuz Sultan Selim’in İran seferi sırasında getirdiği eserler bulunmaktadır Burada altın ve gümüş yaldızlı üzengiler, firuze zümrüt ve altın süslemeli taslar bulunmaktadır İkinci oda zümrüt ve zümrütlü eserlere ayrılmıştır Burada Sultan IAhmet’e (1603–1617) ait olan zümrütlü askılar, hançerler, mine ve altınlı kaplar bulunmaktadır

Hazinenin üçüncü odasında en önemli eseri ve aynı zamanda Topkapı Sarayı’nın simgesi olan Kaşıkçı Elmasıdır Bu elmasın ilginç bir öyküsü vardır:

Kaşıkçı Elmasının Osmanlı Saray hazinesine nasıl geldiğine açıklık getiren, saray arşivinde ve ne de başka yerlerde yeterli bir bilgi bulunmamaktadır Elmasın saraya gelişi farklı biçimde yorumlanmış, ancak hiç birisinde gerçeği yansıtan bilimsel bir belge ortaya konulamamıştır

Yerli ve yabancı kaynaklarda Pigot elması olarak isimlenen ve günümüzde nerede olduğu bilinmeyen bir elmastan söz edilmektedir Pigot elmasının Kaşıkçı elması olduğunu iddia edenler de bulunmaktadır Bunu ortaya atanların dayandığı tek nokta Pigot elmasının 85,5 kırat, Kaşıkçı Elmasının da 86 kırat oluşudur

Bunun ardından birçok kez el değiştirmiş ve sonunda Napolyon Bonaparte’nin annesi tarafından satın alınmıştır Napolyon’un annesi oğlunu Elbe adasındaki sürgünden kurtarabilmek için elması satışa çıkarmış, Mora Valisi Tepedelenli Ali Paşanın bir subayı tarafından 150000 altına satın alınmış ve Paşaya hediye edilmiştir Söylentiye göre de Ali Paşa elması kavuğunun ön kısmındaki sorgucunun ortasına koydurmuştur Dr Ülbercht Wirth isimli bir Alman yazarı “Der Balkan” isimli kitabında bunu gösteren bir resmi yayınlamıştır Tepedelenli Ali Paşa gözden düştükten sonra padişah tarafından öldürüleceğini anlamış ve yakınlarına elmasın toz haline getirilmesini, karısının da öldürülmesini istemiştir Ancak Onun bu vasiyeti yerine getirilmemiştir Paşa öldürüldükten sonra hazinesi İstanbul’a getirilmiş ve Topkapı Sarayındaki devlet hazinesine konulmuştur

Bir başka söylentiye göre de Kaşıkçı elması Ayvansaray yakınındaki bir çöplükte bulunmuştur İstanbul’un Latinler tarafından soyulduğu günlerde Latinlerin arasında bulunan Robert Clari Bizanslıların hazinelerinden, altın taçlarından, mücevherlerinden söz etmiştir Bizans hazinesine ait olan bu elmasın çöplüğe nasıl düştüğü bilinmemektedir Tarihler bu konuda sessiz kalmıştır

Ayvansaray’daki çöplükte rastlantı sonucu bulunan elmasın Osmanlı sarayına gelişini Raşit Tarihi ile Defterdar Sarı Mehmet Paşanın Zubde-i Vekaiyat isimli eserinde “Zuhur’u Elmas-ı Kıymet” olarak şöyle yazmışlardır:

“İstanbul’da Eğrikapı mezbelesinde bir müdevver taş bulunup bulan gafil-i bi-baht bir yaymacı kaşıkçı ile üç kaşığı mübadele Ba’dehu kuyumculardan biri mezbur kaşıkçıdan ol taşı on akçeye mübayaa eylemiş ve yine kendü esnafından birine göterip elmas olduğu nümayan oldukta hisse talebi ile ol dahi şerik olmak isteyüp beyinlerinde niza vaki ve giderek bu ahval kuyumcubaşıya mün’akis oldu Kuyumculara birer kese akçe verip taşı ellerinden aldığı Vezir-i Azam Mustafa paşa Hazretlerinin mesmuu oldukta kuyumcubaşıdan kendü için almak daiyesinde iken taraf-ı padişahiye aks olup talebini müş’ir hattı hümayun sadir olup Hasılı taş meydana çıkarılıp işletildikte 84 kırat bir adım’ül misl elmas zuhur etmeğin Hazine-i Hümayun’a zapt olunup bu mukabelede kuyumcubaşıya kapucubaşılık tevcihi ile ikram ve birkaç kese akçe in’am olundu”

Yüzyıl sonlarında İstanbul’a gelen FGenelli, bir gencin Tekfur Sarayı harabeleri içinde bulduğu elmasın Sultan IV Mehmet’in eline geçtiğini ve değerinin 100000 kuron olduğunu belirtmiştir Sultan IV Mehmet döneminde Rusya seferi için Hazine-i Hümayunda değerli eşyaların tespiti yapılırken düzenlenen hazine defterinde “ Kebir elmas yüzük adet l85 kırat “denilen iri bir elmas yüzükten söz edilmiştir Büyük olasılıkla bu elmas yüzük Kaşıkçı Elmasıdır Ayrıca Sultan I Abdülhamit dönemine ait hazine defterinde de “Kaşıkçı” tabir olunan bir adet büyük bir elmas yüzükten söz edilmiştir

Günümüzde Topkapı Sarayı Müzesi Hazine Bölümünde özel bir vitrinde 7610 numaraya kayıtlı olarak sergilenen Kaşıkçı Elması 42x35x16 m/m; çevresindeki pırlantalarla birlikte 70x60 m/m ölçüsündedir Pershape (armut) biçiminde ve Briolette kesimlidir Çevresinde iki sıra halinde altın yuvalar içinde 49 pırlanta bulunmaktadır Bu pırlantalar klasik kesimde ve en tepedeki Kaşıkçı Elmasına eş deş biçimde 11x8 m/m boyutundadır Bu küçük pırlantanın iki yanından başlayarak elması çevreleyen diğer pırlantalar çeşitli ölçülerdedir En küçükleri 5x5 m/m, en büyükleri de 8x8 m/m boyutlarındadır Elmasın alt kısmı foya adı verilen ince bir gümüş varak ve onunda altı 12 ayar altın plaka ile kaplanmıştır

Bu bölümde ayrıca bayram tahtı, Osmanlı nişanları, Sultan III Selim’in avizesi, Sultan II Mahmut’un pembe sarı mineli güller ve aralarında mavi çiçeklerin de bulunduğu resmi, altın şamdanlar, tuğlar bulunmaktadır

Hazinenin dördüncü odasında İran Hükümdarı Şah İsmail’e ait olduğu üzerindeki yazılardan anlaşılan kemer, pazubent ve bir de kupa vardır Ayrıca Kanuni Sultan Süleyman’a ait fildişi ayna, Nadir Şah’ın Sultan I Mahmut’a (1730–1754) armağan ettiği taht, çeşitli altın yaldızlı Kuran muhafazaları, murassa bastonlar, murassa kupalar, mineli hançerler ve mücevherli sorguçlar bulunmaktadır


Silah Seksiyonu (Dış Hazine)

Kubbealtı’nın yanında yer alan sekiz kubbeli hazine binası Kanuni döneminde yapılmıştır Fatih döneminde II Avludaki hazinenin yeri kesin olarak bilinmemektedir Burada devlet gelirlerini oluşturan vergiler saklanırdı Maliye Defterhanesi, Osmanlı padişahlarının elçilere ve saraylılara hediye ettikleri hilat denilen kaftanlarla bazı değerli eşyada burada saklanırdı

XVI- XVII yüzyıllarda ve dış cephede geniş bir saçağının olduğu bilinen yapının bu bölümünde hazine görevlileri ve koruyucuları ulufe günlerinde paraları torbalara koyarak hazırlık yaparlardı Yapının içinde ve girişin tam karşısında yer alan iki katlı iç hazine bölümü çok iyi korunmaktaydı Defterdarın sorumluluğundaki Hazine, gerektiğinde açılır ve sadrazamda bulunan padişah mührü ile mühürlenirdi

Bina günümüzde Topkapı Sarayı Müzesi’ne ait içinde değişik dönemlere ait silahların sergilendiği Silahlar Seksiyonu olarak kullanılmaktadır Topkapı Sarayı Müzesi dünyanın sayılı silah koleksiyonlarını bir araya getirmiştir Bu bölümde VII Yüzyıldan XX yüzyıla kadar uzanan pek çok silah teşhir edilmektedir Burada on binin üzerinde silah bulunmaktadır

Osmanlı Devletinde ilk kez silahlar Cebehane ismi altında Edirne’de toplanmış, daha sonra İstanbul’da Aya İrini’de koruma altına alınmış ve bunların büyük bölümü de Topkapı Sarayı’na götürülmüştür Topkapı Sarayı’nda silahlar iç hazinede saklanmaktadır İç Hazine kalın duvarlarla çevrili dikdörtgen bir mekân olup, burası üç büyük payenin taşıdığı sekiz kubbe ile örtülüdür Yapı üslubundan bu bölümün XV yüzyılın sonlarında yapıldığı sanılmaktadır Değişik zamanlarda onarılmış ve değişikliğe uğramıştır Son olarak da XVIII yüzyılda salonun kuzeyine bir bölüm eklenmiştir

Topkapı Sarayı Silah Bölümünde Arap, Memluk, İran ve Osmanlı silahları önemli bir yer tutmaktadır Burada koleksiyonun en eski örnekleri olan Arap kılıçları, Memluk kılıçları, Memluk zırhları, miğferleri, baltaları, topuzları, şeşperleri, mızrakları, alemleri; ganimet veya hediye yolu ile toplanan İran silahları arasında kılıçlar, baltalar, miğferler, zırhlar, topuzlar, şeşberler, mızraklar, ok ve yaylar, alemler bulunmaktadır

Topkapı Sarayı’nda Türk dönemine ait silah koleksiyonu dünyanın en zengin koleksiyonlarındandır İstanbul’un fethinden başlayarak Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışına kadar geçen süre içerisinde toplanan bu silahlar arasında, kılıçlar, yatağanlar, zırhlar, miğferler, tüfekler, tabancalar, baltalar, topuz ve şeşberler, ok ve yaylar, at başı zırhı, mızraklar, kalkanlar, alemler kronolojik bir sıra halinde sergilenmiştir


Cam ve Porselen Bölümü

Topkapı Sarayı Müzesi’nde İstanbul’da yapılmış yerli porselenler ve Çin porselenleri ayrı bir bölümü meydana getirmiştir Yıldız Sarayı’nda kurulan atölyede yapılmış olan eserler başta olmak üzere XVIII yüzyıldan itibaren Galata, Beykoz, Eyüp ve Balat’taki çini ve çömlek atölyelerinde yapılan porselenler ve cam işleri burada bir araya getirilmiştir Eser-i İstanbul damgalı eserlerin yanı sıra Beykoz imalathanesinde yapılan porselenler, Venedik işi camlar yine bu bölümdeki önemli eserler arasındadır Ayrıca Hüseyin Zekai Paşa imzalı Yıldız porselen tabağı, Sultan II Abdülhamit armalı porselen fincan ve tabaklar, çay takımları, tuğralı saatler, değişik tipte çeşmi bülbüller, çeşmi bülbül sürahiler, kristal leğen ve ibrikler, vazolar, aşure testileri, porselen levhalar, seledon kaplar, Çin Mink Çağı ibrik ve kâsesi, mavi-beyaz çini tabak, Mink Çağı’na ait tabak, Atam imzalı Yıldız porselen sürahisi, Yıldız işi Topkapı Sarayı’nın ikinci kapısının resmedildiği kapaklı kâse, padişah portreli fincan ve tabaklar, İsveç vazosu, Sevr porselenleri, Japon porselenlerinin çeşitli örnekleri bölümün başlıca eserleri arasındadır


Kaftanlar Bölümü

Ünü Avrupa ülkelerine kadar yayılmış olan Bursa tezgâhlarında dokunan çatma, kadife, atlas, çuha, kemha kumaş örnekleri yine bu bölümde sergilenmektedir

Enderun hazinesinden Topkapı Sarayı Müzesi’nin bu bölümüne geçen kumaşların bir kısmı hediye, savaş ganimeti, sipariş ve satın alma yolu ile elde edilmiştir Bu eserler üzerinde yüzyılların birikimi, özellikle padişahın iç ve dış giysileri görülmektedir Osmanlı geleneğine göre ölen padişahların tüm giysileri bohçalanır, mühürlenir ve Silahtar Hazinesinde saklanırdı Bu nedenle de padişahlara özgü giyim eşyaları sarayın önemli bir koleksiyonunu oluşturmuştur Bunların arasında Fatih Sultan Mehmet’in 21 kaftanı, Kanuni’nin 77 kaftanı, Sultan I Ahmet’in 13 kaftanı, Sultan II Osman’ın 30 kaftanı ve Sultan IV Murat’ın 27 kaftanı bulunmaktadır

Bunların yanı sıra Sultan II Beyazıt’ın kaftanı, Kanuni Sultan Süleyman’ın ipek kaftanı, Kemha Kaftan denilen kaftanlar, Seraser kaftanlar, çatma kaftanlar ve Selimiye denilen kumaşlar bulunmaktadır Bu bölümde Çatma, Çuha, Atlas, Gezi, Hatayi, Kadife, Kemha, Seraser, Sof, Serenk denilen örnekler de vardır



İşlemeler Bölümü

Bu işlemelerin üzerinde çeşitli bitkiler, güller, narçiçekleri, sümbüller, laleler, karanfiller, çarkıfelekler, çeşitli meyveler, yapraklar, Çin bulutları, üç benekler ve çintemaniler bulunmaktadır

Bu işlemelerdeki motiflerde peyzaja önem verilmiş, özellikle çiçeklere özen gösterilmiş, kıvrık dallar, meyveler, fiyonklar ve vazolar da onları tamamlamıştır

Bu bölümde Buhara işi örtü, çeşitli makrameler, sedir yastıkları, bohçalar, nişan bohçaları, kadın giysileri, kaşbastılar, mendiller, çevreler, uçkurlar, ayna örtüleri, nihaliler, berber futası, yorgan yüzleri, yastık yüzleri, taht örtüsü, taht saçağı, deri üzerine altın simle işlenmiş kutu, üç etekler, XVII yüzyıl çizmeleri, çeşitli yazmalar, peşkirler, hilatlar, kahve örtüleri sergilenmiştir


Padişah Portreleri Bölümü

Çoğunlukla Avrupalı ressamların yaptığı bu portrelerin sergilenmesini ilk kez Atatürk istemiştir Çeşitli nedenlerle gerçekleşemeyen bu sergileme II Dünya Savaşı’ndan sonra yapılmıştır Saray-ı Enderun denilen üçüncü avluda ilk kez Osmanlı padişahlarının, sultanların ve devletin önde gelen kişilerinin tabloları sergilenmiştir Daha sonra bu sergileme ayrı bir bölüm oluşturmuştur

Bu portreler arasında Sultan Osman’ın XVII-XVIII yüzyıla tarihlenen, DrMarten tarafından 1929 yılında müzeye hediye edilen portresi, Baiazıtth’nin yapmış olduğu Yıldırım Beyazıt’ın portresi, XVII-XVIII yüzyılda resmedilmiş, 1943 yılında TKKoperler’den satın alınan Çelebi Mehmet’in, Sultan II Murat’ın yağlı boya resimleri, Fatih Sultan Mehmet’in 1865’te Venedik’ten Sir Henry Layard’dan satın alınan ve Dolmabahçe Sarayı’ndan müzeye getirilen yağlı boya tablosu, Sultan II Beyazıt’ın XIX yüzyılda Fransa ekolünce yapılan tablosu, Yavuz Sultan Selim’in 1926 yılında Dolmabahçe Sarayı’ndan getirilen yağlı boya portresi, AEhrenfeld’den 1930 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından satın alınan Kanuni Sultan Süleyman’ın tuval üzerine yağlı boya tablosu, orijinali Münih’te bulunan bir sanatçının elinden kopya olarak çıkmış Kanuni Sultan Süleyman tablosu, Venedik ekolü bir ressamın XVI yüzyılda yaptığı Yavuz Sultan Selim portresi, Sultan III Murat’ın, Sultan III Mehmet’in Fransız ekolü yağlı boya tabloları, Sultan I Ahmet’in, Sultan IV Murat’ın, Sultan İbrahim’in, Sultan IV Mehmet’in, Sultan II Süleyman’ın, Sultan II Ahmet’in, Sultan II Mustafa’nın, Sultan III Ahmet’in, Sultan IMahmut’un, Sultan III Osman’ın, Sultan III Mustafa’nın, Sultan IAbdülhamit’in, Sultan III Selim, Sultan IV Mustafa, Sultan II Mahmut, Sultan Abdülmecit, Sultan Abdülaziz, Sultan V Murat, Sultan II Abdülhamit, Sultan V Mehmet Reşat’ın tabloları bulunmaktadır

Bu tablolar yabancı ressamlar tarafından XVI-XIX yüzyıllar arasında yapılmıştır Bu resimler Osmanlı saray giysileri konusunda da ayrı bir bilgi vermektedir Son Osmanlı hükümdarı IV Mehmet Vahdettin’in duralit üzerine yağlı boya tablosu Antranik isimli bir sanatçı tarafından 1915–1916 yılında fildişi üzerine yapılmış olup, buradan Yaşar Çallı tarafından büyütülmüştür


Saat Seksiyonu (Silahtar Hazinesi)

Saatler Enderun Avlusu’nda Hırka-i Saadet Dairesi’nin yanında Eski Silahlar Hazinesi’nin bulunduğu yerde teşhir edilmektedir Bu bölümde çeşitli dönemlerde kullanılmış 350’ye yakın saat bulunmaktadır XVIII-XIX yüzyıllara tarihlendirilen bu saatler içerisinde 30 kadarı Türk yapımıdır Diğerleri Avrupa’dan satın alınmış ve Sultanlara hediye edilmiştir Türk saatlerinin en eskisi 4 adet olup, XVII yüzyıla tarihlendirilmektedir Türk saatleri imzalı ve üzerlerinde yapan ustaların isimleri yazılıdır Saatlerin muhafazaları, kadranları ince bir işçilik göstermektedir Aynı zamanda Osmanlı kuyumculuk sanatı ağaç ve maden işçiliği ile birleşmiştir

XIX yüzyıldaki saatçi ustalarının büyük çoğunluğu Mevlevi olduğundan bazı saatler Mevlevi sikkesi biçiminde yapılmıştır Arşiv belgelerinden öğrenildiğine göre padişahlar bu saatçi ustalarını himaye etmişlerdir

Topkapı Sarayı’nda yabancı kökenli saatler çoğunluktadır Bunların başında İngiliz, Alman, Avusturya, Fransız, İsviçre ve Rus saatleri gelmektedir Büyük çoğunluğu yabancı devlet adamlarının elçiler vasıtası ile sultanlara hediye ettikleri saatlerdir Bu saatler arasında ünlü Markwick-Markham, Le Roy markaları da bulunmaktadır Saraya hediye edilen saatlerin çoğu Osmanlılar için özel olarak yapıldığından rakamlar Arapçadır İçlerinde müzik kutulu olan saatler de bulunmaktadır


Sultan III Ahmet Kütüphanesi

Avlusunda, Enderun’da Arz Odası’nın arkasında bulunan kütüphaneyi Sultan III Ahmet 1719 yılında yaptırmıştır İlk yapılışında Türkçe, Arapça ve Farsça olmak üzere 3515 yazma eser burada bulunuyordu

Kütüphane zemin kat üzerine tek katlı olarak yapılmıştır Kitapların rutubetten korunması amaçlanmış, ön kısmına merdivenle çıkılan dar bir revak yerleştirilmiştir Bunun önüne de aynı dönemde bir çeşme yapılmıştır Kütüphane içerisinde okuma için gerekli aydınlatma iki sıra halindeki altlı üstlü pencerelerle sağlanmıştır İç kısımda duvarlar XVI yüzyıl çinileri ile bezenmiştir Ayrıca kitap dolaplarının kapakları sedef, fildişi ve kakma olarak ağaç işçiliğinin en güzel örnekleridir Duvarlarında da hattat padişahlardan olan Sultan III Ahmet’in bir yazısı bulunmaktadır

Kütüphane içerisinde Sultan III Ahmet’in vakfiyesi, kitapların ilk envanter defteri ve kütüphane temelinin atıldığı bir kazma bulunmaktadır Bu kazma aynı zamanda Sultan Ahmet Camisi’nin yapımında da kullanılmıştır Kütüphanede Osmanlı Hat, Minyatür ve Tezhip sanatının en güzel eserleri bir araya getirilmiştir Piri Reis Haritası da burada bulunmaktadır




Saray Mutfakları

Avlusunun girişinin sağında yer alan Saray Mutfaklarına üç ayrı kapıdan girilmektedir Bu kapılardan biri Kiler-i Amire Kapısı, ortadaki Has Mutfak Kapısıdır Bab-üs Sade Kapısına yakın olan üçüncü kapı Helvahane Kapısıdır

Mutfaklar ayrı birimler halinde olup, iki taraftan saçaklı bir servis yolu üzerindedir Birun ve Enderun için yemek pişirilen mutfakta on ayrı göz vardır Ulufe dağıtımında ve şenliklerde de bu mutfaklarda yemekler hazırlanmaktadır

Mutfaklar sarayda yaşayanlar ve çalışanlar için ayrı bir düzen içerisindedir Padişah mutfağında yalnızca padişah için yemek pişirilir ve çeşitli yemekler özel olarak hazırlanırdı Padişah mutfağında Serçini denilen bir baş aşçı ile 12 yardımcı aşçı görev yapardı Serçini denilen baş aşçı aynı zamanda elçi kabullerinde ve padişahın kullandığı porselen takımların da sorumlusu idi

Saray mutfağı için imparatorluğun değişik yerlerinden canlı hayvanlar, sebzeler, meyveler ve baharat getirilirdi Oldukça kalabalık bir kadrosu olan mutfakların asıl sorumlusu Matbah-ı Âmire Emini olup, bu görev vezir rütbesine yakın derecede idi Mutfaklarda tatlıların yapıldığı helvahanelerin yapıldığı Helvacıbaşı kalabalık bir ekiple tatlı yaparlardı Kilercibaşı personelin yönetimini üstlenmiştir ve aynı zamanda mutfaklarda görev yapanların göreve getirilmeleri veya işlerine son verilmeleri ile ilgilenirdi

Günümüzde Kiler-i Âmire’nin kapısından girince sağ tarafta bulunan vekilharç dairesi onarılmış ve müze atölyeleri haline getirilmiştir Fotoğraf atölyesi ile konservasyon atölyesi de burada bulunmaktadır Bunun karşısındaki kiler ve yağhane ise onarılmış ve Müze Saray Arşivi olarak kullanılmaktadır

Yağhane binasının yanındaki iki katlı ahşap Aşçılar Mescidi bugün de korunmaktadır Mescidin iki yanında aşçılar, helvacılar ve tablakârların koğuşları bulunuyordu Günümüzde bu mekânlar müze teşhir salonu olarak kullanılmaktadır Aşçılar koğuşunun bulunduğu yerde yapılan binada Gümüşler, Avrupa porselenleri ve Billûrlar teşhir edilmekteydi 1999 depreminden sonra bu bölümlerden Gümüş seksiyonu dışındakiler ziyarete kapatılmıştır Karşıda ayrı bölümler halinde müze teşhir salonları haline getirilmiş mutfaklarda, Çin ve Japon porselenleri teşhir edilmektedir


Has Ahırlar (Istabl-ı Âmire)

Topkapı Sarayı’nın II avlusunun Haliç yönünde, Silah Seksiyonu, Kubbealtı ve revakların arkasında kalan alanda Has Ahırlar bulunmaktadır Buraya Babü’s-Selam’ın sol tarafındaki meyilli bir yolla ulaşılmaktadır Yolun II Avludan sonraki kısmında Has Ahırların kapısı, cenazelerin çıkarılmasında kullanıldığı için Meyyit Kapısı adıyla anılır

Fatih Sultan Mehmed’in Has Ahırları, II ve III Avlu denilen Divan Meydanı ve Enderûn’daki binalardan sonra, Sûr-ı Sultâni’nin tamamlanması sırasında yaptırmıştır II Avlu’nun bu yönünü tamamı ile kaplayan Has Ahırlarda padişahın ve Enderun’daki yüksek rütbeli kişilerin bineceği seçme atlar bulunurdu

Haz Ahırlar ince uzun bir yapı olup, kuzey ucunda üzeri kubbe ile örtülü bir mekân ve onunla bağlantılı odalar, Raht-ı Hümayun Hazinesi bulunuyordu Burada padişah ve yüksek rütbeli kişilerin atlarında kullanılan değerli taşlarla süslenmiş koşum takımları, eğerler korunuyordu Bu bölümde ayrıca, Ahır Emini ile diğer üst düzey yöneticilerin odaları da bulunuyordu Istabl-ı Âmire’de (Has Ahır) Osmanlı kaynaklarından öğrenildiğine göre, 3000’den fazla kişi görev yapıyordu Ayrıca sarayın bahçelerinde ve İstanbul’un çeşitli yerlerinde bu kısma bağlı örgütlenme, tavla, atölye ve çeşitli binalar da bulunmakta idi


Saray Camileri

Ağalar Camisi (Saray Kütüphanesi)

Padişahlar, Akağalar ve İçoğlanların ibadeti için kullanılan bu caminin, Fatih Sultan Mehmet döneminde (1451–1481) yapıldığı sanılmaktadır Cami Mekke’ye yönelik olması için hafif diagonal biçimde yerleştirilmiştir

Cami kesme taştan kare planlı ve tek kubbeli olup, yanında tek şerefeli taş gövdeli yuvarlak bir minaresi bulunmaktadır Günümüzde Saray Kütüphanesi olarak kullanılmaktadır Kütüphanede sultanların hazinelerinde sakladıkları el yazmaları ile sarayın çeşitli köşk ve koğuşlarından toplanan son derece kıymetli el yazma ve minyatürlü kitaplar bulunmaktadır



Beşir Ağa Camisi

Istabl-ı Amire’nin güney ucunda Beşir Ağa Camisi vardı XVI yüzyılda yapılan bu caminin yanına bir de hamam yaptırılmıştır Buradaki caminin yerine I Mahmut döneminde(1730–1754) Harem ağası olan Beşir Ağa tarafından XVIII yüzyılda bugünkü cami yeniden yaptırılmıştır Bu nedenle de cami Beşir Ağa Camii olarak bilinmektedir

Cami kesme taştan kare planlı olup, fevkani bir yapıdır Üzeri merkezi bir kubbe ile örtülüdür


Aşçılar Mescidi

Sarayın mutfaklar bölümünde, Yağhane binasının yanında Aşçılar Mescidi bulunmaktadır Mescit, fevkâni ahşap bir yapı olup, üzeri kırma çatı ile örtülüdür


Sofa Camisi

Sofa Ocağı denilen koğuşun ve Mecidiye Köşkü’nün yanında bulunan bu camiyi Sultan II Mahmut yaptırmıştır Kaynaklardan burada daha önce yapılmış bir mescidin olduğu öğrenilmektedir

Cami kesme taştan kare planlı olup, üzeri merkezi bir kubbe ile örtülüdür Küçük ölçüde bir camidir Yanındaki minaresi kesme taş kaide üzerine yuvarlak gövdeli ve tek şerefelidir


Haremağaları Mescidi

Harem’in içerisinde bulunan bu cami fevkani, kesme taş ve tuğladan yapılmıştır Cami yuvarlak kemerli kesme taş bir koridorun üzerinde Harem’e bitişiktir Kare planlı olup, üzeri pandantifli kasnaklı bir kubbe ile örtülmüştür

Cephe görünümü bir sıra kesme taş, bir sıra tuğla dizisi ile hareketlendirilmiştir İbadet mekânı iki yan kenarında altlı üstlü ikişer, mihrap yanında da altlı üstlü birer pencere ile aydınlatılmıştır Bunlardan alt sıradakiler dikdörtgen mermer söveli olup, üzerleri tuğladan yuvarlak sahte kemerlidir İkinci sıra pencereler sivri kemerli ve vitraylıdır

Minare yer konumundan ötürü caminin kubbe ile birleştiği yerde, kesme taştan ve şerefesiz olarak sembolik yapılmıştır


Sultanahmet-Eminönü
Tel : (0212) 512 04 80
Faks : (0212) 528 59 91


Türk ve İslâm Eserleri Müzesi (İbrahim Paşa Sarayı) (Eminönü)

Süleymaniye Camisi ile birlikte 1550–1557 yıllarında yapılan imarette, Süleymaniye medreselerinde görevli hoca ve öğrencilerin yemek gereksinimleri karşılanıyordu

XIX yüzyılın ortalarında Türkiye’de başlayan müzecilik çalışmaları sırasında İslâm ve Osmanlı eserlerinin bir araya getirilmesi düşünülmüştü O yıllarda imparatorluğun vakıf yapılarında müzelik eserler bulunuyordu Dönemin Evkaf Nazırı Hayri Efendi’nin öncülüğünde bir komisyon kurularak bu eserlerin toplanması kararlaştırılmıştır Bu komisyona Mehmet Ziya (İhtifalci), İbnülemin Mahmut Kemal (İnal), Reşat Fuat, İsmet, Armenak ve Ahmet Hakkı Bey’lerden kurulmuştu Bu komisyon 1911–1914 yıllarında yoğun bir çalışma yaparak cami, mescit, medrese, dergâh ve türbe gibi yapılardaki teberrükât eşyalarını incelemiş ve imparatorluğun en uzak bölgeleri ile bağlantı kurmuştu Bu çalışma sonunda yazma eserler, madeni eserler, çini kap kacak ve halılardan oluşan Evkaf-ı İslamiye Müzesi (bugünkü Türk ve İslâm Eserleri Müzesi) kurulmuştur

Müze 14 Nisan 1914 tarihinde açılmış, açılışta veliaht Yusuf İzeddin Efendi başta olmak üzere Hamdi Bey, Besim Ömer Paşa, Sadrazam Sait Halim Paşa, Şeyhülislam Ürgüplü Hayri Efendi ve Tarihçi Ahmet Rasim de bulunmuşlardı Onların yanı sıra çeşitli devlet kuruluşlarının önde gelenleri, yabancı diplomatlar ve misafirler ile davetli sayısı 250’ye ulaşmıştı

Cumhuriyetin ilanından sonra Türkiye’de müzeciliğe daha da önem verilmiş, Türk ve İslâm Eserleri Müzesi ismini alan Evkaf-ı İslâmiye Müzesi Hars Müdürlüğü kanalı ile Maarif Vekâleti’ne bağlanmıştı O yıllarda Topkapı Sarayı Müzesi’ne bağlı bir kuruluş olan Türk ve İslâm Eserleri Müzesi 1964 yılında yeniden düzenlenmiş ve müstakil bir müdürlük haline getirilmiştir

Süleymaniye Külliyesi’nin imaretinde 1983 yılına kadar işlevini sürdüren Türk ve İslâm Eserleri Müzesi, Sultanahmet Meydanı’ndaki İbrahim Paşa Sarayı’nın restore edilerek düzenlenmesinden sonra oraya taşınmıştır

yüzyıl Osmanlı mimarisinin önemli yapılarından biri olup, Hipodromun oturma kademeleri üzerinde bulunmaktadır Yapım tarihi kesin olmamakla beraber, bu yapı Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1520 yılında on üç yıl sadrazamlık yapan İbrahim Paşa’ya hediye edilmiştir

İbrahim Paşa Sarayı kaynaklardan ve minyatürlerden öğrenildiğine göre; At Meydanı’nda (Hipodrom) yapılan şenlik, düğün gibi olayların yanı sıra Osmanlı tarihindeki isyanlarda da ismi geçmiştir İbrahim Paşa’nın 1536’da öldürülmesinin ardından ondan sonra gelen sadrazamlar tarafından kullanılmış, kışla, elçilik sarayı, defterhane, mehterhane, dikimevi, cezaevi olarak da kullanılmıştır Bir ara avlusu içerisine evler yapılmış, bir bölümünden askerlik şubesi olarak yararlanılmıştır

İbrahim Paşa Sarayı ilk yapılışında dört büyük iç avlu çevresinde yapılmış bir saray idi Osmanlı sivil mimarisindeki ahşap yapıların aksine bu yapı kesme taştan yapılmıştır Bugün müze olarak kullanılan bölümü dışında kalan yerlerine Adliye Sarayı ve Tapu Dairesi yapılmıştır Günümüzde müze olarak kullanılan bölüm Osmanlı minyatürlerinde ve Batılı sanatçıların gravür ve tablolarında görülen ikinci avlu, merasim salonu ve onu çevreleyen kısımlardır

Türk ve İslâm Eserleri Müzesi yazı ve yazma eserler; halı, kilim ve düz yaygılar; madeni eserler, çini ve keramik eserler, ağaç işleri, taş oymalar ve kitabeler ve etnoğrafik eserlerden meydana gelmiştir


Yazma Eserler Bölümü

İslâmiyet’in ilk yıllarından günümüze kadar kullanılan yazı örnekleri burada bulunmaktadır

Hicretin ilk yıllarına tarihlendirilen ceylan derisi üzerine kufi yazı ile yazılmış kuranlar, Hz Osman’a ait olduğu söylenen kuranlar, İbn-i Bevvab’ın, Yakut El-Mustasami’nin, Abdullah Seyrefi’nin yazıları, Abbasilerin tarihi belgeleri, Endülüs Memlüklularının, İlhanlıların, Muzafferilerin, Timurluların, Safevilerin, Selçukluların, Anadolu Beylikleri’nin ve Osmanlıların yazı örnekleri ile ciltleri burada bulunmaktadır Minyatürlü ve minyatürsüz yazmaların yanı sıra XIX yüzyılda yangından kurtarılan Beni Ümeyye Camisi’nden İstanbul’a getirilen Şam evrakı da bu bölümün koleksiyonlarını tamamlamaktadır

Bu bölümde ayrıca XV-XVI yüzyıla ait minyatürlü Firdevzi Şeyhnamesi başta olmak üzere 600 İran yazması bulunmaktadır

Türk yazı sanatının nesih, sülüs, rık’a, talik, mubari örneklerinin tezhip sanatı ile gelişimi yine burada sergilenmiştir Osmanlı yazı sanatının ünlü hatalarından Şeyh Hamdullah, Ahmet Karahisari, Hafız Osman, Yesarizâde Mehmet İzzet, Mustafa Rakım, Hakkı Bey, Şefik Bey, Alaaddin Bey, Mehmet Ekrem Bey, Faik Efendi ve Halim Efendi’nin yazıları da yine burada görülmektedir Bunların yanı sıra çeşitli devirlere tarihlendirilen ciltler, padişah tuğraları, fermanlar, beratlar, temliknameler, vakfiyeler, minyatürlü eserler, maktalar, mühürler, makaslar, divitler ve kalem traşlardan oluşan yazı takımları, dini ve özel yapıları süsleyen çeşitli levhalar yine bu bölümün önde gelen eserleri arasındadır

Bu bölümde hat sanatının çeşitli tekniklerine yer verildiği gibi başta ceylan ve oğlak derilerinden yapılmış çeşitli kâğıt örnekleri, tezhipte kullanılan boyalar da değişik şekillerde bulunmaktadır


Halı ve Kilim Bölümü



Selçuklu sanatının XIII yüzyılda meydana getirdiği, kendine özgü özellikleri olan, üstün renk anlayışını yansıtan sekiz halının yanı sıra Osmanlıların yıldızlı, madalyonlu, kuşlu, ejderli, taraklı, hayat ağaçlı Uşak halıları, XV yüzyıl ejder motifli halılar bu bölümde bulunmaktadır Ayrıca Bergama, Lâdik, Mucur, Kula, Gördes, Milas, Konya, Afgan, Kafkas ve İran halı ve kilimleri de onları tamamlamaktadır Bunların yanı sıra XV-XVII yüzyıl arasında Anadolu’da dokunan, Holbein isimli bir ressamın eserlerinde görülen Holbein Halıları’ndan örnekler, Hereke fabrikalarında dokunan Osmanlı saray halıları da yine bu bölümde bulunmaktadır

Evkaf-ı İslâmiye Müzesi’nin kuruluşu sırasında cami, dergâh ve türbe gibi yapılardan derlenen halılara 1970’li yıllardan sonra satın alma yolu ile yenileri eklenmiştir Yakın tarihlerde ise çeşitli Anadolu kilimlerinin yanı sıra düz yaygılar da onlara eklenmiştir


Madeni Eserler Bölümü

Buradaki madeni eserlerin çeşitliliği, sanat nitelikleri müzeye çok daha zengin bir görünüm kazandırmıştır

XIII yüzyıllara tarihlendirilen Selçuklu maden işlerinden başlayarak günümüze kadar ulaşan süreç içerisinde yapılmış madeni eserler burada sergilenmektedir Bu madeni eserlerin üzerindeki yazılardan İslâm sanatındaki emir ve sultanlar hakkında da bilgi edinilmektedir

Büyük Selçukluların önemli maden yapım merkezlerinden Horasan ve Herat; Osmanlıların Sivas, Konya Erzurum, Diyarbakır, Tokat, Bursa ve Edirne’de yapılmış madeni eserleri değişik formları ile dikkati çekmektedir Ayrıca Osmanlı sanatında uygulanan çeşitli maden tekniklerinde yapılmış tunç, gümüş, bakır ve tombak şamdanlar, tepsiler, ibrikler, leğenler, kazanlar, davullar, dirhemler, kapı tokmakları, usturlaplar, kandiller, gülaptanlar, buhurdanlar, değerli taşlarla süslü murassa madeni eserler ve kemerler bu bölüme zengin bir görünüm kazandırmıştır Bunların yanı sıra Cizre Ulu Camisi’nden buraya getirilen ejder figürlü kapı tokmağı, burç ve gezegen sembolleri ile bezeli XIV yüzyıl şamdanları, XII Yüzyıl Selçuklu davulu, XIII-XIV yüzyıl Selçuklu kurşun kartalı, XIII yüzyıl tunç havan, XV yüzyıl Selçuklu Sultanı Kayıtbay’a ait badiye, XVI yüzyıl Osmanlı gümüş ajur tekniğinde yapılmış gümüş fener, XVIII yüzyıl tunç Osmanlı yangın musluğu, XVI-XVIII yüzyıl Osmanlı alemleri bu bölümün önemli eserleri arasındadır


Ahşap Eserler Bölümü

İslâm, Selçuklu ve Osmanlı ağaç işlerinin tarihsel gelişimi, bezemeleri ve yapım tekniklerini gösteren bu koleksiyonun en erken örnekleri IX Yüzyılda Abbasi döneminden başlayarak günümüze kadar gelmektedir

XIII yüzyıl Anadolu Selçuklu ağaç eserleri Karaman imaretinin pencere kanatları, XIV yüzyıl Konya Sadreddin Konavi Türbesi’nin pencere kanadı, Sultan Keykavus’un XIII yüzyıla tarihlendirilen rahlesi, Seyyid Mahmud Hayrani’ye ait XIII yüzyıl Selçuklu sandukası bölümün başlıca eserleri arasındadır Bunların yanı sıra Osmanlı sanatının ortaya koyduğu kündekâri, geçme, oyma, taklit kündekâri tekniğinde yapılmış çeşitli kapı, rahle, Kuran mahfazası ve çekmeceleri, kahve soğutucuları, XVIII yüzyıl Edirne işi çekmece, Edirnekâri üslupta yapılmış çekmeceler ayrı bir yer tutmaktadır Osmanlı sanatının ortaya koyduğu sedef, bağa, fildişi ve kemik kakmalı rahle ve Kuran mahfazaları da üzerinde durulacak eserler arasındadır


Keramik ve Cam Eserler Bölümü

Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nde İslâm öncesi, İslâm dönemi, Selçuklular, Beylikler ve Osmanlı dönemi çini ve keramikleri zengin bir koleksiyon halinde sergilenmiştir XI Yüzyıl Büyük Selçukluların önemli kültür merkezlerinden Nişabur, Rey, Keşan, Sultanabad gibi keramik yapım merkezlerinin yanı sıra Konya, İznik ve Kütahya’da yapılmış olan çini eserler bu bölüme zenginlik kazandırmıştır

XIII yüzyıl Samarra’da, XIII-XIV yüzyılda Rakka’da yapılmış perdahlı Keşan keramikleri, XIII yüzyılda Anadolu’da mozaik ve minai, sıratlı ve sır üstü tekniğinde yapılmış çiniler, alçı örnekleri, ştuklar, freskler yine bu bölümün belli başlı eserleri arasındadır

XIX-XX yüzyılda Çanakkale’de yapılmış Çanakkale seramikleri de değişik form ve teknikleri ile ayrı bir bölümü oluşturmuştur

İslâm-Osmanlı kültüründe önemli bir yeri kapsayan cam işçiliğinin belli başlı örnekleri yine burada bulunmaktadır Az sayıda olmalarına rağmen müzedeki cam eserler kronolojik olarak sıralanmış, onları Osmanlı cam işleri, Memluklu eserleri ile Venedik kandilleri tamamlamıştır


Taş Eserler Bölümü

Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nin taş eserler bölümünde İslâm ve Osmanlı döneminin özelliklerini yansıtan taş eserler, Mezopotamya, Suriye, Mısır ve Anadolu’nun çeşitli yerlerinden toplanmıştır İslâmiyet’in ilk yıllarına kadar inen bu eserler yazı ve tarihi bilgiler yönünden son derece önemlidir

Kufi, sülüs, celi sülüs yazılı olan bu eserlerin hepsinde mükemmel bir taş işçiliği görülmektedir Bu taş eserlerin büyük bir kısmı, özellikle kitabeler günümüze çeşitli nedenlerle ulaşamayan cami, mescit, medrese, dergâh, sebil ve çeşme gibi yapılara aittirler Mezar taşları ise her biri kendine özgü ayrı birer tarihi belge niteliğinde olup, Türk mitolojisinde isimleri geçen ejder, sfenks, grifon gibi figürlüdür Bu eserler arasında Halep Valisi Özdemir’in 1493 tarihli lahit mezarı, Mustafa Rakım’ın levhası, kufi yazılı Halife El Mehdi’nin yaptırdığı camiye ait VIII-IX Yüzyıl küfi yazılı kitabe, XII Yüzyıl Selçuklu grifonlu kitabesi de bulunmaktadır


Etnografya Bölümü



Bu bölümde Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden toplanmış halı-kilim tezgâhları, dokumalar, yün boyama teknikleri, halk dokuma ve işleme sanatı örnekleri, yöresel zenginlikleri içinde kostümler, ev eşyaları, el sanatları, el sanatı aygıtları, göçer çadırları kendilerine özgü mekânlar içinde sergilenmektedir

Türk İslam Eserleri Müzesi 1984 yılında Avrupa Konseyi Yılın Müzesi Yarışması Jüri Özel Ödülü'nü, 1985 yılında da Avrupa Konseyi-UNESCO tarafından çocuklara kültür mirasını sevdirme konusundaki çalışmalarından ötürü verilen ödülü almıştır

Süleymaniye'deki müzenin kuruluşunda Can Kerametli'nin; İbrahim Paşa Sarayı'ndaki müzenin yeniden düzenlenmesinde ve bugünkü durumuna gelmesinde DrNazan Ölçer'in büyük payı olmuştur


Sultanahmet Meydanı, Eminönü

Tel : (0212) 518 18 05
Faks : (0212) 518 18 07


Adam Mickiewickz Müzesi (Beyoğlu)

İstanbul Beyoğlu ilçesi Kasımpaşa, Yenişehir’de bulunan Adam Mickiewickz Müzesi Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nin yönetimindedir

Adam Mickiewickz Polonya’nın ünlü şairlerinden olup, Polonya’nın işgale uğradığı 1795–1918 yıllarında birçok Polonyalı ile birlikte Polonya’nın siyasi bağımsızlığı için çaba sarfetmiştir Bu arada 22 Eylül 1855’te Polonya asıllı Sadık Paşa komutasında kurulacak ve Kırım Savaşı’nda Ruslara karşı savaşacak olan Polonya taburunu toplamak üzere İstanbul’a gelmiştir Hasta olarak geldiği İstanbul’da 26 Kasım 1955’te İstanbul’da ölmüştür Adam Mickiewickz’in İstanbul’da öldüğü ev 1870 Büyük Beyoğlu yangınında yanmıştır Bugünkü bina bir başka Polonyalı siyasi mülteci olan Jean Gorczynski tarafından yaptırılmıştır 1955’te Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nin yönetimine bırakılmıştır Müze üç katlı evde yeni düzenlemelerden sonra 1984 yılında açılmıştır

Müzede şairin yaşadığı dönemin kültürel ve siyasi özellikleri yansıtılmış, Polonya’nın tarihsel gelenek ve görenekleri, Polonya ile Avrupa halklarının kurtuluş mücadelesi, şairin çocukluk yılları ile ilgili ilk şiirleri burada sergilenmiştir Ayrıca Polonyalı şairin Maryla Wereszczakowna’ya duyduğu aşk nedeni ile yazdığı eserler, Osmanlı İmparatorluğu’nda geçirdiği günler farklı bölümler halinde müzede bir araya getirilmiştir

Adam Mickiewickz’in ölümünden sonra cesedi İstanbul’dan Paris’e götürülmüş ve Montmorency Mezarlığı’na gömülmüştür Mezarı üzerine 1867 yılında aile dostu Fransız heykeltıraş APreault tarafından üzerinde madalya bulunan mezar taşı dikilmiştir Polonyalı şairin sembolik kabri müzenin bodrum katında mermer bir lahit olarak bulunmaktadır Bu bölümde Adam Mickiewickz’in 27 Kasım 1855’te alınmış maskının bir kopyası, mezarın önündeki odada da Polonya ve dünyada onunla ilgili yapılmış heykeller ile Xawery Dunikowski’nin yapmış olduğu iki bronz heykel de sergilenmektedir


Kasımpaşa Yenişehir, Tatlıbadem Sokak
Beyoğlu-İstanbul
Tel : (0212) 253 66 98



Divan Edebiyatı Müzesi (Galata Mevlevihanesi) (Beyoğlu)

Bir diğer adı da Kulekapısı Mevlevihanesi’dir

Ağaçlarla kaplı ıssız bu yeri, Sultan II Beyazıt Bostancıbaşılık ve Beylerbeylik yapan İskender Paşa’ya vermiş, O da burada bir av çiftliği kurmuştu Mevlana’nın torunlarından Sema-i Mehmet Dede, Paşa’dan Mevlevi dergâhı yapmak için arazisinin bir bölümünü istemişti İskender Paşa da bu dileği kabul etmiş ve Galata Mevlevihanesi’nin 1491’de yapımına başlanmıştır Galata Mevlevihanesi kuruluşundan kısa bir süre sonra halveti zaviyesine dönüşmüş, XVII Yüzyıl başlarında Kasımpaşa Mevlevihanesi’nin kurucusu Sırrı Abdi Dede’nin çabasıyla yeniden Mevlevihane’ye dönüşmüştür Galata Mevlevihanesi Sultan III Mustafa zamanında 1765-1766’da Tophane yangını sırasında yanmışsa da padişahın emriyle o yıl yeniden yapılmıştır Mevlevihane’yi Sultan III Selim, Sultan II Mahmut ve Sultan Abdülmecid birkaç kez onartmıştır Ancak bunlardan Sultan III Selim’in yaptırdığı onarım, diğerlerinden biraz farklı olmuş ve Divan Edebiyatında iz bırakmıştır O yıllarda Galata Mevlevihanesi’nin post makamında Şeyh Galip bulunuyordu Divan Edebiyatına yenilik getiren şeyh Galip harap olmaya başlayan, suyu akmayan Mevlevihane’nin onarımını devrin sadrazamına yazdığı ve buna eklediği bir kaside ile istemiştir Sadrazam da bu durumu padişaha arz ederken Şeyh Galip’in kasidesini de ona eklemiştir Sultan III Selim bu kasideyi çok beğenmiş Mevlevihane’nin onarımının yanı sıra uzak bir kaynaktan suyunu da getirtmiştir Bundan sonra padişah, Mevlevihane’nin açılışına katılmış, bu olaydan birkaç gün sonra da Kaptan Paşa Akdeniz seferinden başarı ile dönünce Mevlevihane’nin uğurlu geldiği düşünülmüştür

Avlu girişinin yuvarlak kemeri üzerinde Sultan II Mahmut’un tuğrası ile şair Lebib’in talik yazılı onarım yazıtı yer alır Kapının iç yüzünde ise Sultan III Selim’in yapmış olduğu bu onarımı dile getiren Şeyh Galip’in dizeleri bulunmaktadır Mevlevihane’nin girişinde XIX Yüzyıla tarihlenen Halet Efendi’nin Kütüphanesi, Sultan Abdülmecit’in onardığı 1649 tarihli Hasan Ağa çeşme ve sebili yer almaktadır Avluda, üzerinde Mevlevi sikkesinden ilginç bir âlemi olan Şeyh Galip’in türbesi vardır Bu türbeyi Hüseyin Ayvansarayî’den öğrendiğimize göre, Bağdat seferi dönüşünde (1810) Halet Efendi yaptırmıştır

Semahane, selamlık ve derviş hücrelerini bir araya getiren ahşap yapı avlunun sonundadır Arazi konumundan ötürü, ön tarafı iki, arka tarafı da üç katlıdır Semahanenin kapısı üzerine Sultan Abdülmecit’in tuğrası ile 1895 tarihli onarım yazıtı yerleştirilmiştir Semahanenin içerisi sekiz ahşap sütunun ve bunların arasındaki korkulukların yardımıyla sekizgen plana dönüştürülmüştür Girişin karşısında mihrap ile minber, ikinci katta kafeslerle ayrılmış mahfiller, şeyh dairesi, Konya Postnişini hücresi ile hünkâr mahfili yer almaktadır Girişin üzerindeki balkon mıtrip heyetine ayrılmıştır Sol taraftaki Bacılar Dairesinde de yabancı misafirler sema ayinini izlerlerdi Mevlevihane’nin hamam, mutfak ve kilerleri avlunun ayrı bir köşesinde yapılmışlarsa da bunlar günümüze gelememiştir



Mevlevihane’nin bu perişanlığını önleyebilmek için İstanbul’u Sevenler Cemiyeti 1947’de onarımını yaptırmış, ardından Milli Eğitim Bakanlığı’na, sonra da Kültür Bakanlığı’na devredilmiştir Kültür Bakanlığı Mevlevihane’nin yeniden onarımını yapmış ve burada Mevlevi kültürü ile divan edebiyatı eserlerini bir araya getiren “Divan Edebiyatı Müzesi”ni açmıştır (26Aralık1975) Müzenin kuruluşunda Türk ve İslâm Eserleri Müzesi Müdürü Can Kerametli’nin ve Necati Ergin’in büyük emeği geçmiştir Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’ne bağlı bir birim olan bu müze açılışı ile birlikte Müdürlük haline getirilmiş ve müzenin ilk müdürlüğüne de Türk ve İslâm Eserleri Müzesi uzmanı Erdem Yücel getirilmiştir

Divan Edebiyatı Müzesi’nin Semahane Bölümünde kös, rebab, kabak kemençe, baron kemençe, ud, halile, kanun, davul, zurna, tekke defi, növbe, kudüm gibi çeşitli Mevlevilikte kullanılan musiki aletleri sergilenmiştir Ayrıca Mevlevilerin kullandığı dilli kaval, billur kaval, sibsi, gümüş telli zurna ve nefir gibi ney çeşitleri de onları tamamlamaktadır

Semahanede çeşitli tombak, gülabdanlar, buhurdanlar, celi sülüs yazı ile sikke içerisinde istif edilmiş “Ya HzMevlâna Celaleddin-i Rumi” yazılı levha, Hilye-i Şerif, keçe seccadeler, çeşitli mesneviler, Galata Mevlevihanesi’nin son şeyhi olan Ahmet Celaleddin Efendi’ye ait hırka, çeşitli Mevlevi sikkeleri, mestler, müttekalar, fermanlar ile tennure hırka ve sikkeden oluşan Mevlevi giysileri de sergilenmiştir

Selim’in tuğrası bulunmaktadır

Mevlevihane’nin haziresi Mevlevi kültürü, hat sanatı, bezeme ve tarihi yönünden de son derece önemlidir Burada Galata Mevlevihanesi’nde şeyhlik yapmış olanlar, kudümzenler, neyzenler, divan sahibi olan şairler gömülüdür Ayrıca Humbaracı Ahmet paşa’nın, Türkiye’de ilk matbaayı kuran İbrahim Mütefferika’nın, ünlü bestekâr Vardakosta, Seyyid Ahmed Ağa’nın, Nayi Osman Dede’nin, Tepedelenli Ali Paşa’nın mezarları bulunmaktadır


Galip Dede Caddesi No:15 Tünel-Beyoğlu/İstanbul
Tel : (0212) 245 41 41
Faks : (0212) 243 50 45

Alıntı Yaparak Cevapla

İstanbul Hakkında Bilgi

Eski 08-14-2012   #23
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İstanbul Hakkında Bilgi



İstanbul Surları ve Kapıları


Byzantion şehri kurulduğunda etrafını çevreleyen surlara ait yeterli bilgi bulunmamakla birlikte, bazı araştırmacılar bu arkaik döneme ait sur duvarlarının Topkapı Sarayı civarında olduğunu ileri sürülmektedirler

III yüzyılda, Roma tarihinin en iyi yazarlarından olan Yunanlı tarihçi Cassius Dio bu surlardan söz etmektedir Onun yazdığına göre bu surlar son derece güçlü idi ve siperlikler iri kare bloklarda inşa edilmiş olup, tunç levhalarla birbirine tutturulmuştu Üzerinde üstü kapalı bir seyirdim yolu ve düzensiz aralıklarla yerleştirilmiş kuleleri bulunmakta idi Cassius Dio, bu surların kara tarafında olanların yüksek, deniz tarafındakilerin ise kıyının hemen yanında kayaların üzerine inşa edildiklerini belirtmektedir Ayrıca bu surlardaki kulelerin akustik düzeninin çok iyi olduğunu, kulelerden birinden bağırıldığında sesin yedinci kuleye kadar gittiğini de söylemektedir

Pausanias, Kodinos ve Herodianus da bu ilk surlardan söz etmektedirler Kentte yaşayanlar çeşitli dönemlerde Avar, Sasani, Emevi, Abbasi, Bulgar, Rus, Macar, Peçenek akınlarından bu surlar yardımıyla kendilerini koruyabilmişlerdir XIV yüzyılın başında Venedik donanmasının denizden saldırıları yine bu surlar sayesinde durdurulabilmiştir Ayrıca fetihten az evvel Galata’da oturan Cenevizlilerin kenti ele geçirme çabaları da yine bu surlar nedeniyle sonuçsuz kalmıştır Uzun süre savunma görevini üslenen surlardan ilk kez içeriye girmeyi Fatih Sultan Mehmet başarmıştır

İstanbul surları ortalama 21 km uzunluğu ile Avrupa’nın en uzun savunma yapılarından olup, başlıca beş grupta toplanmaktadır

I - İlk surlar
II - Kara Surları (ortalama 11 km uzunluğunda)
III- Marmara deniz surları (ortalama 8 km)
IV- Marmara – Haliç arasındaki kara surları (Ortalama 7 km)
V - Haliç Surları (ortalama 5 km)


İlk surlar

Byzantion şehrinin en eski surları hakkında birçok iddia ortaya atılmış, ancak verilere en uygun olanı, Megaralı Dorların bugün tahminen Topkapı Sarayı’nın olduğu yerde Akropolis Tepesi diye adlandırdıkları küçük yerleşimlerinin etrafını çevirdikleri duvardır Bu surların fetihten sonra Sur-u Sultani denilen Topkapı Sarayı surlarının temellerinde kullanıldığı ileri sürülmekte olup, bu akla çok daha yakın bir tezdir Zira toprağı kazıp temele inmektense mevcut temelleri kullanmak ekonomik açıdan çok uygundur

Dönemin tarihçileri bu surların yapımına 412’de başlandığını ve çok kısa bir sürede bitirildiğini söylemektedirler 5,7 km uzunluğundaki bu surlar 96 adet kule ile sağlamlaştırılmıştı Roma İmparatoru Septimus Severus 196’da Byzantion’u ele geçirdiğinde daha sonra IKonstantinus (324–337)’un yaptırdığı surun temelini teşkil edecek olan Sarayburnu’ndan başlayıp Hipodrom’a kadar devam eden surları yaptırmıştır


Kara Surları

II Theodosius’un yapımını başlattığı bu surlar fetihe kadar çeşitli ilavelerle devam etmiştir Fetihten sonra da Fatih Sultan Mehmet tarafından da bazı ilaveler yapılmıştır

Kara surları iç içe üç kademeli yapılmıştır Önde bir hendek (taphros) onun arkasında dış veya ön sur (mikron teichos) ve onun arkasında genişliği 3–8 m arasında yüksekliği de 11–13 m yi bulan iç veya arka sur (mega teichos) vardır Hendeklerin içinin su dolu olup olmadığı devamlı bir tartışma konusu olup, kesin bir sonuca varılamamıştır Bu hendeklerin bir kısmı Osmanlı döneminde sebze bostanlarına dönüştürülmüştür İç sur duvarlarının 50 ile 75 m arasına da bir burç yerleştirilmiştir Bu burçlar kare, dikdörtgen veya yuvarlak plânlı olup, yükseklikleri de ortalama 24 mdir Bu burçlar sur bedeninden 10–11 m ileri taşar ve içleri 2–3 katlıdır, üstleri ise kubbe veya tonoz ile örtülmüştür İç sur ile dış sur arasında 12–15 m genişliğinde bir düzlük arazi bulunmaktadır

Dış surların bedeninde 4 m kadar ileri taşan 9–10 m yükseklikte, genişliği ise 4–5 m olan kare veya yarım daire plânlı burçlar bulunmaktadır Kara surlarının üzerinde 96 adet burç bulunmaktadır Surlar kazamat olarak isimlendirilen sandık duvar tekniğinde olup, 1 m kalınlığında ve 8 m yüksekliğindedir Bu kazamat denilen duvarların iç kısımlarında silah deposu olarak kullanılan küçük odacıklar yer almaktadır Sur duvarlarındaki taş sıralarının arasında beş sıra tuğla hatıllar yerleştirilmiştir İki tarafı bu teknikteki surun içi moloz taş ile doldurulmuştur

Askeri amaçlı kapıların bazıları fetihten sonra örülerek kapatılmış, bazı yerlere ise yeni kapılar açılmıştır Kapılar sur duvarında 5–6 m genişliğinde bir hafifletme kemeri altında yer almaktadır Bunlardan sivil amaçlı olanlarının içleri mermer kaplıdır Bu kapılar şehirden çıkıştaki ana yolların üzerinde açılmışlardır Kapı kanatları ise ağır ahşap ve bronz kaplıdır Bu kapıların iç tarafından çift taraflı merdivenlerle surun üstüne çıkılmaktadır Burçlara ve sur bedenine çıkan seğirdim yoluna çıkan merdivenler genellikle kapıların iki yanına yerleştirilerek zayıf noktalardaki duvarların kalınlaşması sağlanmıştır

İstanbul’u batıdan kuşatan ve günümüze kadar gelebilen kara surlarının yapımına, II Theodosius (408–450) zamanında başlanmıştır AMSchneider ön surların 423–428 arasında bitirildiğini ileri sürmektedir

Bu kara surlarının Ortaçağın en kuvvetli güvenlik duvarı olduğu kabul edilmektedir 447 depreminde bu surların 57 burcunun ağır hasar gördüğü ve 60 günde onarıldığı bilinmektedir Bu onarıma ait Konstantinus’un yazdırdığı kitabe Mevlevihane Kapısı üzerinde bulunmaktadır 554’deki depremde ise Haliç surlarının kara surları ile birleştiği Regium Kapısı’ndan itibaren büyük zarar görmüş ve II Iustinianus (565–578) tarafından 565–570 yılları arasında onarılmıştır Arap akınları sırasında 669 ve 674–680 yıllarında şehrin korunması için İmparator II Iustinianus tarafından sağlamlaştırılıp bazı ekler yapılmıştır 717–718’de Arap komutanı Mesleme’nin ordularına karşı koymak için, III Leon’un (717–741) halktan topladığı vergilerle surlar takviye edilmiş ve Araplar tarafından aşılamamıştır

Leon bu surların onarımı için gerekli parayı sağlamak için özel bir vergi koymuştur X ve XI yüzyıllarda meydana gelen depremlerde hasar gören sur bedenleri ve kapıları I Komnenos tarafından onarılmış, bazı kapılar güvenlik açısından kapatılmıştır Kapatılan kapılardan birisi de Ksylokerkos (Belgrad) Kapısı’dır Latin istilası sırasında surların burçlarının bazıları tahıl ambarları olarak da kullanılmıştır 1354 depreminde tekrar zarar gören surları V Ioannes Palaiologos onarmıştır

İstanbul’un fethi sırasında surların büyük bölümü yıkılmış ve kapılar da büyük zarar görmüştür Fatih Sultan Mehmet 1458’de surların tamamını onartmış ve Altın Kapı’nın arkasındaki Yedikule İç Kalesi’ni inşa ettirmiştir 1509 depreminde zarar gören surların onarımı 1510’a kadar devam etmiş ve Mimarbaşılar Bali ve Mahmud Ağaların yürüttüğü onarım projesi ile giderilmiştir Sadrazam Boynueğri Mehmed Paşa tarafından 1635’de büyük bir onarım ve temizletilmiştir 1690 ve 1719 depremlerinden sonra Sadrazam Damat İbrahim Paşa tarafından onarılmıştır 1754, 1766 ve 1894 depremlerinde bazı yerleri yıkılan surlar bu tarihten sonra pek önemsenmemiş, hatta taşları civardaki evler tarafından malzeme olarak kullanılmıştır 1870-1873’te Tren yolu ve Sirkeci Garı’nın yapılması sırasında Topkapı Sarayı önündeki bölümün bir kısmı yıkılmıştır

UNESCO’nun da işbirliği çerçevesinde, Taç Vakfı ve İstanbul Belediyesinin ortak çalışmaları ile 1980’den itibaren kısım kısım surların yenilenmesi ve restorasyonu yapılmakta olup, bu çalışmalar halen de devam etmektedir

Bunlardan en önemlisi Anemas Zındanı’dır Girit Adası’nın Arap idaresinde bulunduğu sıradaki idarecisi olan Abdülaziz el-Kuturbî isimli Arap kumandanı Girit’in düşmesi üzerine Bizans’a getirilmiş ve Hıristiyanlığı kabul ederek burada yerleşmiştir Oğullarından biri olan Mihael Anemas Bizans ordusunda yüksek rütbeli bir askerken I Aleksios Komnenos’u devirmek isteyen bir komploya karışmış gözlerine mil çekilip hapis cezası almıştır Aleksios Komnenos’un kızı Anna Komnena onun kör edilmesini engellemiş ve bir kulede ömür boyu hapsedilmesini sağlamıştır İşte Anemas’ın hapsedilip ömrünü tamamladığı bu kuleye sonradan Anemas Zindanı adı verilmiştir Bu kule uzun zaman üst rütbeli kişilerin hapsedildiği yer olarak tarihe geçmiştir Bir isyanda tahtını kaybeden İmparator I Andronikos (1183–1185) korkunç işkencelerle öldürülmeden önce burada kısa bir süre hapsedilmiştir II İsaakios Angelos 1195’de kardeşi tarafından tahttan indirildiğinde gözlerine mil çekilmiş ve buraya hapsedilmiştir Oğlu genç Aleksios Haçlı şövalyelerini babasını yeniden tahta çıkarmaya ikna etmiş ve böylece II İsaakios kısa bir süre tekrar Bizans tahtına çıkmıştır Latin istilası sırasında bu zindan-kule hapishane işlevini sürdürmeye devam etmiştir V İoannes Palaiologos’un oğlu Andronikos babasına karşı bir ayaklanma düzenlediği iddiasıyla buraya hapsedilmiş, bir süre sonra 1376’da buradan kaçmayı başaran Andronikos bu kez babası ve kardeşi Manuel’i buraya hapsettirmiş ve IV Andronikos Palaiologos (1376–1379) adı ile tahta çıkmıştır

Bu kulenin bitişiğinde Isaakios Angelos Kulesi vardır Bu kulelerin içinden aşağıdan yukarıya doğru bağlantıyı sağlayan rampalar vardır

Kulelerin üst kısımları ikamete uygun biçimde hazırlandıkları kemerli pencerelerinden ve bir dizi sütun gövdelerinden anlaşılmaktadır Bu sütunlar büyük ihtimalle bir balkonu taşıyor olmalıdır Isaakios kulesinin üzerinde İmparatorun adını taşıyan 1186 tarihli bir kitabe bulunmaktadır Bu iki burcun temelleri taştan çok kalın bir kılıf içine alınarak takviye edilmişlerdir Büyük bir ihtimalle bu takviye üstteki terasta XVI yüzyılda yapılmış olan İvaz Efendi Camisi’nin yapımı sırasında yapılmıştır Üzerleri beşik tonozla örtülü bu kulelerin arkasında eski bir sur duvarı önüne on dört bölümlü, iki katlı zindan olarak kullanıldığı sanılan bir alt yapı eklenmiştir Bu karanlık hücreler dış duvarlardaki dar mazgallar ile havalandırılmakta ve aydınlatılmaktadır


Kara Surlarının Kapıları

Surların Marmara tarafından başlayarak sırasıyla devam eden kapıları olmakla beraber, iki sur arasında ve önündeki hendek ile bağlantıyı sağlayan askeri amaçlı tali kapılar da bulunmakta idi Ana kapıların isimleri ise sırasıyla şöyledir:


Altın (Yaldızlı) Kapı (Porta Auera)

Altın Kapı, Bizans döneminde günlük kullanıma kapalı sadece İmparatorluk törenlerinde kullanılan bir kapı idi Trakya’dan gelen Via Egnatia yolu bu kapıdan geçtikten sonra kentin Mese denilen ana caddesinde devam edip ve Ayasofya önünde son buluyordu II Theodosius’un kara surlarını yaptırırken bu kapıyı da surlarla bir bütün olarak 439’da inşa ettirdiği ileri sürülmektedir Kapı adını altın yaldızla kaplı görkemli kapılarından almıştır

İmparatorluk Kapısı olarak adlandırılan üç gözlü bir zafer takını andıran bu kapıdan İmparatorlar zafer alaylarının başında kente girerlerdi Halkın kullanması için de bu kapının az ilerisinde bir kapı daha açılmıştı ki bu Yedikule Kapısı’dır Osmanlı döneminde bu kapı Yedikule hisarına döndürülmüştür Üç gözlü kapının ortasındaki büyük yuvarlak kemerin dış yüzünde Latince bir kitabe bulunuyordu Bu kitabeyi Fransız araştırmacı Charles de Cange XVII yüzyılda yerinde bulunduğunu ve üzerinde şu metin yazılı olduğu belirtmiştir:

“ Avea Saecla Gerit Qui Portam Constrvit Auro (Kapıyı altın olarak yaptıran altın bir devir yarattı)

Kapının iç tarafındaki kitabede ise;

“Haec Loca Thevdosivs Decorat Post Fata Tyranni (Tiranı yok ettikten sonra Thodosius burayı süsledi)

Bugün bu kitabelerin tutturulduğu kenetlerin oyukları duvarda görülebilmektedir 1940 m yüksekliğindeki bu kapının iki yanında ileriye doğru 1687 mlik çıkıntı yapan kare plânlı iki kule bulunmaktadır Bu üç gözlü tören kapısı çok muntazam işlenmiş,190 meninde, 037 m yüksekliğinde ve 095 m kalınlığında bloklar halinde yontulmuş Marmara mermeri ile kaplıdır Üst kısmı mermer korkuluklu bir terasla çevrili olup, üzerlerinde Roma kartallarının bulunduğu eski gravürlerde görülmektedir Kapının üzerinde Romalı bir kumandan giysisiyle ayakta Thodosius’un heykeli bulunmakta idi 740 depreminde bu heykel düşmüştür

Altın kapı Bizans İmparatorluğu’nun sonlarına doğru eski görkemini kaybetmiştir İmparator V İoannes Palaiologos buradan düşen taşları civardaki kiliselerin onarımında kullanmıştır Daha sonra ise bu kapı bir kaleye dönüştürülmek istendiğinden içleri doldurulmuş ve yan dikmelerin yerleri değiştirilmiştir Soldaki girişin dolgusunda kullanılan taş ve tuğla tekniğinin XIII-XIV yüzyıllara ait Bizans duvar örgüsü tekniğinde olduğu görülmektedir Kapının iki yanındaki duvar yüzeylerinde daha eski bir yapıdan çıkarılan mermer konsol ve sövelerle içlerine yerleştirilmiş antik bir devire ait tanrı ve tanrıçaları gösteren kabartmaların olduğu on iki adet mermer levha yerleştirilmiştir Bu levhalar 1621–1628 yılları arasında İngiltere elçisi olarak İstanbul’da bulunan Sir Thomas Roe tarafından götürülmek istenerek yerlerinden sökülmüştür Ancak çevre halkının karşı koyması sonucu götüremeyip söktüğü levhaları yerde bırakmak zorunda kalmıştır Fakat ne yazık ki o zaman bunlar toplanamamış ve dağılarak kaybolmuşlardır Bazı parçaların birtakım Batı müzelerinde ve özel koleksiyonlarda olduğu bilinmektedir Günümüzde bu çerçevelerin kalıntıları görülmektedir

1894 depreminde kulelerin üst kısımları büyük zarar görmüş, güney kulesinin yukarı kısmındaki mermer kaplama ana gövdeden ayrılmış olup, 1960’da Mimar Cahide Tamer’in restorasyonuna kadar bu şekilde kalmıştır Bu restorasyon sırasında eksik kısımlar kısmen orijinaline uygun bir şekilde yapılıp Altın Kapı’nın içi, geçitleri ve döşemesi temizlenmiştir Ancak bu çalışma sırasında evvelce burada var olduğu bilinen Theodosius, zafer tanrıçası Nike ve Roma kartallarından kalan hiçbir parçaya rastlanmamıştır


Belgrad Kapısı (Porta Ksilokerkos)

Yüzyıla aittir Osmanlı döneminde önem kazanmış ve kullanıma açılmıştır Kanuni Sultan Süleyman Belgrat’ı fethettikten sonra yanında getirdiği esnafı buraya yerleştirdiği için bu isimle anılmaktadır

Yedikule ile Belgrad Kapı arasında 11 burç vardır Sekizinci burcun üzerinde III Leon ve oğlu VKonstantin’in burada yaptığı onarımları anlatan kitabeleri yer almaktadır VIII İoannes Palaioloğos’da 1434’de bu kapıyı onartmıştır





Silivri Kapısı (Porta Pege)

Belgrad Kapı ile arasında 13 burç vardır Silivri yolunun başlangıcında olduğu için daha sonra bu isimle anılmıştır Ön sur ile ana sur arasındaki peribolos içinde yer almaktadır İstanbul’daki Latin istilasına, bu kapıdan gizlice giren komutan Aleksius Stategopulos son vermiştir

Kapının 200 m kadar uzağında ise I Leon tarafından yaptırılan “Balıklı Ayazması” bulunmaktadır Bu ayazma ve fetih ile ilgili şöyle bir öykü bulunmaktadır Bu öyküye göre;

“Fetih sırasında bu ayazmadaki keşişler tavada balık kızartıyorlarmış Türklerin şehre girdiği haberini getiren birine keşiş “ tavada kızaran bu balıklar canlanmadıkça buna inanmam” cevabını vermiş Rivayete göre bu söz üzerine balıklar tavadan ayazmanın suyuna atlamışlar” O günden beri de bu ayazmanın suyunda balık bulunduğu ileri sürülmektedir Ayrıca bu yüzden de esas adı “Pigi” olan bu ayazma “Balıklı” olarak anılmıştır

1509’da 49 kulenin zarar gördüğü depremden sonra Mimarbaşı Ali bin Abdullah ve yardımcıları olan Bali ve Mahmud’un sürdürdüğü onarım çalışmaları ile yenilenmiş ve bu kapının üzerine 1510 tarihli bir onarım kitabesi konmuşsa da bu kitabe günümüze gelememiştir Kitabenin bulunduğu yer bugün boş durumdadır 1987 yılında restorasyon projesi kapsamında burası da ele alınmış ve onarılmıştır Bu restorasyon sırasında burada iki bölümden oluşan ve içinde beş adet lahdin bulunduğu bir hipoje (mezar odası) çıkarılmıştır


Kalagru Kapısı (Porta tou Kalagru)

Bizans devrinde Pege ile Rhesium kapıları arasındaki askeri bir küçük kapı idi


Mevlevihane (Mevlana) Kapısı (Rhesium, Porta Rhegion)

Yuvarlak kemerli askeri kapılardan biri olan bu girişin üstündeki bir kitabede İmparator Iustinianus’un karısı Sofia ve Komutan Narses tarafından onartıldığını yazan bir kitabe vardı Eski kaynaklara göre bu kapının üzerinde XIV yüzyıla kadar yerinde durduğu söylenen, surları yaptıran II Theodosius’un bir heykeli bulunuyordu

Bizans’ın son dönemlerinde, IX Yüzyılda Eyüp’e yerleşen bir Rus cemaatinin bu kapıdan girip çıkmalarına izin verildiğinden, kapıya “Rus Kapısı” adı da verilmiştir Osmanlı devrinde ise yakınındaki Mevlevihane’den dolayı “Mevlevihane Kapısı” adı ile anılmıştır

1988’de yapılan onarım çalışmaları sırasında bu kapının dışında iç ve dış sur arasında XI-XII Yüzyıllara tarihlendirilen bir nekropole ait mezarlar bulunmuştur


Top Kapısı (Porta Romanos)

Mevlevihane (Mevlana) Kapısı ile Sulukule Kapısı arasındadır Fetih sırasında Fatih Sultan Mehmet kuşatma sırasında karargâhını buraya kurarak en büyük topları buraya yerleştirmiş ve top atışları buradan yapılmıştır Bu nedenle de bu ismi almıştır

Günümüzde içinden geçen caddeler yüzünden giriş kapısı ortadan kalkmış olup yan duvarların üzerindeki küçük bir tali kapı kalmıştır


Sulukule Kapısı (Porta Pempton)

Edirne Kapısı’na en yakın olan kapıdır Lykos Deresi üzerinde olduğu için Sulukule adı ile tanınmıştır Fetihten sonra bu bölgeye Romanlar yerleştirilmiş olup günümüzde de bu yerleşim devam etmektedir


Edirne Kapısı ( Porta Harisius, Andrinopolis)

Eskiden Lykos Deresi’nin aktığı bu yer surların en alçak kısmıdır Fetih sırasında ilk açılan kapı olduğu da söylenmektedir

Silme bir çerçeve içerisindeki kapı dehlizinin üstü tonoz örtülüdür Dehlizin yan duvarları kesme taştan yapılmıştır Sefere çıkan Bizans İmparatorları bu kapıdan geçerek dışarı çıkarlardı Aynı zamanda bu kapıyı Rumeli’den gelen tüccarlar kullanırlardı Bu özelliğini Osmanlı döneminde de korumuş olup, bu kapının içerisinde de çeşitli dükkânlar açılmış ve esnaf yerleşimi olmuştur Aynı zamanda bir merasim kapısı olma özelliğini de korumuş ve yabancı elçiler bu kapıdan şehre girmişlerdir

Kara yolu ile İstanbul’a gelenlerin normal olarak güzergâhlarında bulunduğu için kolayca şehre giriyorlardı Deniz yolu ile gelenler ise Galata’da karaya çıkıyorlar, sonra Haliç’in etrafını dolaşarak Edirne Kapısı’ndan şehre girerek bu seremoniye uyuyorlardı İran’dan gelen elçiler ise Üsküdar’dan Beşiktaş’a geçiyor oradan da Haliç’i dolaşarak yine Edirne Kapısı’ndan şehre giriş sağlanıyordu


Eğri Kapı (Porta Regia)

Şehir düşmeden az evvel son İmparator Konstantin Dragazes’in hayatta iken en son görüldüğü yerin burası olduğu hakkında bir söylence vardır

İstanbul’un fethi sırasında en kanlı mücadelenin geçtiği yerlerden birisidir Bu kapının civarında Bizans döneminde ayakkabı ve ordu için çizme yapan esnafın yerleştiği ileri sürülmektedir








Blakhernai Kapısı (Ksyloporta)

Blakhernai Sarayı ve çevresindeki surlara ait sivil kapılardan biridir Buradaki kara surlarının bir bölümü saray yapıldıktan sonra genişletilmiş ve saray ile içinde bulunduğu mahalle koruma altına almıştır

Sağlam kulelerin yer aldığı bu surun önünde hendek yoktur Buradaki surlar Manuel Komnenos, Herakleios (610–641) ve Leon (813–820) suru olmak üzere üç kısımdan meydana gelmektedir 626 yılında Avarların İstanbul’u kuşatmaları sırasında buradan bir gedik açarak şehre girmek istemişlerse de başarılı olamamışlardır Bu kapı Herakleios surunun üçüncü kulesinden sahile doğru uzanan koruma duvarında açılmış bir kapıdır XIV ve XV yüzyıllara ait metinlerde buradan Ksyloporta olarak bahsedilmektedir Bu kapı ve koruma duvarları 1868’de yıkılmıştır


Marmara Surları

Marmara surları, Marmara Denizi kıyılarında 8,5 km uzunluğunda ve tek sıra olarak yapılmıştır Aya Barbara (Topkapı) Kapısı ile Kara surlarının güneyden başlayan bu surlar Yedikule’nin güneyinde kara surları ile birleşmektedir Marmara surları denizden gelecek düşman saldırılarına karşı korunma amacı ile yapılmıştır Nitekim Theopnaes, 718’de Arapların İstanbul’u kuşatmaları sırasında çıkan bir fırtınanın Arap donanmasını tamamıyla perişan ettiğini yazmaktadır Birçok kısmı akıntılı olan bu sahilde surlara düşman donanmasının yaklaşması ve karaya asker çıkararak koçbaşları ile hücuma geçme olanaklarını bu tabiat şartları çok zorlaştırıyordu

Buradaki duvarlarının yüksekliği 12–15 m arasındadır Ortalama 20 m yüksekliğinde kare, beş ve altıgen planlı 188 burcu ve 8’i büyük olmak üzere irili ufaklı 36 kapısı olduğu tespit edilmiştir Küçük kapılar askeri amaçlı olmayıp geride bulunan mabetlere, saraya ve diğer yapılara gitmek için kullanılmışlardır 1871–1872’deki Marmara kıyısından demiryolu geçirilirken bu surlar sekiz yerinden kesilmiş ve büyük tahribata uğrayarak birçok kapı ve burcu yok olmuştur

Marmara deniz surlarının ilk yapılışının sahile yığılan taşların oluşturduğu bir set olduğu bilinmektedir Büyük Konstantinus ilk kara surlarını yaptırttığında deniz surları ile birleştirmeyi gerçekleştirmiştir Samatya’nın doğu tarafında birleşen bu surlar depremden zarar görünce Arkadios (395–408) zamanında onarılmıştır II Theodosius kara surlarını yaptırdığında Marmara surları da bu yeni surun güneyindeki bitiş noktasına kadar uzatılmıştır 447 depreminde zarar görünce I Leon tarafından onarılmıştır Ancak, Yenikapı’da bugün olmayan bir kitabede Perfectus Constantinus’un onardığının yazılı olduğunu, devrin tarihçileri yazmaktadır Daha sonra II Anastasios (713–715) Arap akınlarına karşı koymak için surları onartmıştır Bu onarım sayesinde Arap komutanı Mesleme şehre girememiştir 764’de çok şiddetli geçen kış sırasında Karadeniz sahili millerce mesafe donmuştu İlkbaharda buzlar çözlünce akıntı birçok büyük buzları denize sürüklemişti Bu buzullar akıntı ile Sarayburnu’na gelmiş ve surlara şiddetle çarparak büyük bir zararlar verirmiştir II Mikhael (820–829) ve oğlu Teofilos’un (829–842) zamanında büyük bir tamir gördüğü de kulelerin cephelerindeki kitabe bantlarında yazılıdır Teofilos Haliç ağzında gerili olan zincirin dışında kalan ve denizden gelebilecek hücumlara karşı zayıf olan bu surları Eugenia Kapısı ile deniz feneri arasında kalan kısmını yıktırarak daha sağlam ve yüksek bir sur duvarı inşa ettirmiştir

I Basileus (867–886) zamanında bir kasırgada tahrip olan surlar kısa bir sürede onarıldı VI Leon (886–912) Teophilos zamanında yapılmış olan on altıncı kuleyi ve sur duvarlarını yükseltmiştir II Nikophoros Phokas (963–969) Tarsus’tan ganimet olarak getirdiği bir kapıyı Barbara Kapısı’na koydurur I Aleksios Komnenos (1081–1118) ise Mangana önündeki surları denize kadar genişletmiştir Daha sonra I Manuel Komnenos (1143–1180) da doğal şartların getirdiği tahribatı onarmıştır Daha sonraları surlara denizin yaptığı tahribatları VIII Mikhael Palaiologos ve III Andronikos tamir ettirilmiştir Buradaki zeminin zayıflığı, şiddetli lodos fırtınaları, alüvyonlu bir dolgu toprak üzerinde yer alması bu surların kısa sürede aşınmasına yol açıyor ve bu yüzden de devamlı bakım çalışmaları yapılmasını gerektiriyordu Dalgalara karşı büyük kaya blokları, önceki devirlere ait antik mermer parçaları barikat olarak ve sağlamlığı sağlamak için de sur temellerinin alt kısımlarında kullanılmıştır Üst kısımlarda ise daha zayıf bir taş malzeme kullanılmıştır 1343 ve 1354 depremlerinden bu surlar büyük zarar görmüş aynı zamanda Cenevizlilerin donanmasına karşı koymak amacıyla da sağlamlaştırılmıştır

VIII İoannes Palaiologos (1425–1448) Kontaskalion limanının inşasıyla birlikte bu bölgedeki deniz surlarını da yenilemiştir Onarım için gerekli parayı Bizans’ın hazinesi karşılayamayınca Bizans’taki yüksek rütbeli kişiler maddi destekte bulunmuşlardır Lukas Notaras ve Sırp Despotu Georg Brankovic’in yardımları ve yeni bir kule yaptırdıkları buradaki kitabede yazılıdır Fetihten sonra bu surlar da diğerleri gibi onarılmışlardır Fatih Sultan Mehmet Kadırga limanını inşa ederken bu limanın civarındaki surları kulelerle sağlamlaştırmıştır 1635’de Sadrazam Bayram Paşa daha evvel geçirdiği depremlerden dolayı zarar görmüş olan surları tamir ettirmiştir 1722-1723’de Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa Yalı Köşkü ile Narlı Kapı arasında deniz surlarına ilaveler yaptırmış ve Ahırkapı inşa edilmiştir 1816’da II Mahmud’un emriyle Mermer Köşk’ün yapılması sırasında Top Kapı’daki mermer kesme taştan yapılmış kuleler yıktırılmıştır 1959’da Sirkeci’den Bakırköy’e doğru açılar sahil yolunun yapımı sırasında surların bazı bölümleri yıkılmış ve molozları surların diplerine atıldığı için bir nevi temel sağlamlaştırma oluşmuştur


Marmara Surlarının Kapıları

Aya Barbara (Basilike) Kapısı (Topkapısı)

Sarayburnu’nda bulunan bu kapı adını topçuların azizesi kabul edilen Aya Barbara’dan almıştır Daha sonra yapılan saraya “Topkapı” adının verilmesi bu kapıdan dolayıdır Günümüzde mevcut olmayan bu kapıdan II Ioannes Komnenos ve I Manuel Komnenos’un Macaristan’a yaptığı başarılı seferden dönerken zafer alayı ile girmesinden dolayı bu kapı “İmparator Kapısı” anlamına gelen Basilike adı ile de anılmıştır Marmara surlarının en eski kapısı olan bu kapının iki yanında mermerden iki burç yükseliyordu Kapı kanatlarını ise Nikephoras Phokas Tarsus’da elde ettiği ganimetlerden biri olarak buraya getirip koydurmuştu Kapının iki tarafındaki kitabelerde İmparator Theophilos’un şehri yeniden imar ettirdiği yazılı idi Kapını önünde ise bir iskele bulunuyordu


Üçüncü Burçtaki Kapı

Bugün bu kapının sadece söveleri görülmekte olup içi örülerek doldurulmuş ve kapı özelliğini kaybetmiştir Aynı burcun kuzeyinde yine küçük bir kapı bulunuyordu


Dördüncü Burçtaki Kapı

Bu kapı da dördüncü burcun kuzey tarafında, yana doğru açılmış olup bugün sadece söve ve lentoları kalmıştır Kapı boşluğu emniyeti düşünülerek muhtemelen Bizans devrinde örülerek doldurulmuştur Bu kapının üzerinde Theophilos’un kitabesinin olduğu eski kaynaklarda ifade edilmekte olup bu kitabe günümüze gelememiştir


Değirmen Kapısı

Sultan II Mahmud burada mevcut olan kapıyı yıktırmış ve yerine yeniden yaptırmıştır Eski Bizans kapısına ait burç ile kapı arasındaki kemerden anlaşılmaktadır Bu kapının 35 m kadar kuzeyinde bugün örülmüş olan eski kayıtlarda Demir Kapı adı ile geçen kapıdan itibaren surlar ileriye doğru bir kavis çizerek ilerler ve 40 m kadar sonra 2,5 m kalınlığındaki Mangane burcu ile birleşir Bu kapının 30 m kadar ilerisinde ise küçük bir sarnıç bulunmaktadır


Aya Yorgi (Aziz Georgios) Kapısı

İmparator I Aleksios Komnenos tarafından deniz tarafına doğru ileri alınmış surların üzerinde açtırılmıştır Bu kapı arkadaki Mangana Sarayına gidiş için kullanılıyordu


Ahırkapı

Büyük Saray’ın sahil kapılarından biridir İmparator III Mikhael burada büyük ahırlar yaptırttığı için bu isimle anılmaktadır Osmanlı devrinde de buradaki ahırlar yerlerini korumuşlardır Kapının üzerinde Damat Nevşehirli İbrahim Paşa tarafından onarıldığını belirten kitabesi Arkeoloji Müzesi’ndedir Bizanslılar döneminde bu kapıdan küçük limana çıkılırdı Saraya mensup olmayanların gemileri buraya giremezdi

Marmara surlarındaki kapıların çoğu örülmüş ve büyük bir kısmı da yıkılmış olduğu için sadece isimleri bilinmektedir Bunların başlıcaları şunlardır: Adının kapının önündeki aslan heykelinden alan Porta Leonis (Aslanlar Kapısı), Sofia Kapısı, Osmanlı devrinde Kadırga Limanı kapısı olarak kullanılmıştır Vlanga Kapısı sonradan Yeni Kapı adını almıştır Psmatia Kapısı, Davutpaşa Kapısı ve Narlı Kapı


Haliç Surları

Haliç, Marmara’nın ağzına yakın bir kısmında Alibeyköy (Kydaros) ve Kâğıthane (Barbyzes) derelerinin birleşmesiyle oluşup, Buzul Çağının sonlarında kara kesiminin sular altında kalmasıyla meydana gelen ve karaya 8 km kadar içeri giren bir deniz girintisidir Haliç’in genişliği Eyüp hizasında 200 m olup en dar yeridir Cibali-Kasımpaşa arasında ise 700 mdir Antik Çağda Haliç’e “Keras” denilmekte, bu isim Byzantion’un kurucusu Byzas’ın annesi Keroessa’dan gelmektedir İstanbul’a ilk yerleşim de Haliç’in yukarı kısmındadır

Roma İmparatorluğu’nun son yıllarında I Konstantinos Byzantion’u ikinci bir merkez yapmak istemesiyle Cibali ile Fener arasında yeni surlar inşa ederek Haliç’e bir iç liman olarak kullanılmasını sağlamıştır II Theodosius ise bu surları Ayvansaray’dan Haliç’e inip Marmara’ya doğru uzatarak kenti emniyet altına almak istemiştir

Haliç surlarından günümüze çok az parça kalmıştır Bu surlar bu bölgede yapılan binalar arasında kaybolmuştur Sarayburnu’ndan Bahçekapı’ya kadar olan kısım ise 1871’deki demiryolu inşaatı sırasında yıkılmıştır Kara tarafı surlarına göre çok zayıf ve alçak olan bu surlar tek sıra halinde idi Taş sıralarının arasındaki 6–7 kat tuğla hatıllarla yapılmıştır Kâğıthane ve Alibeyköy derelerinin getirdikleri balçıkla Haliç’in dolması burada çürük bir zemin meydana getirmeleri nedeniyle bu duvarlar alçak, burçları ise kare şeklinde yapılmıştır Bu nedenle doğal olarak burada birtakım kaymalar ve çökmeler oluştuğundan devamlı olarak onarılmıştır

Kara Surları tamamlandıktan sonra Haliç kıyılarını da tamamlamak zorunluluğu doğmuştur 626’daki Avar istilası da bu bölgede sur yapılması gereğini göstermiştir İmparator Heraclius (610–641) Petrion surlarının güney bitimine üzerinde on iki burç bulunan surları yaptırarak Blachernai bölgesini emniyet altına almıştır Petrion adı verilen çift surun ne zaman yapıldığı hakkında kesin bir tarih verilememekle beraber, İmparator Iustinianus zamanında yapıldığı tahmin edilmektedir Bu surların çevresinin uzunluğu 265 mdir Bu surun çevrelediği alanın içinde kilise ve bazılarında kadınların hapsedildiği bugünkü Patrikhane Kilisesi’nin yerindeki Hagios Georgios Manastırı vardı Bu surun kapıları ise günümüze bir kısım duvar parçalarının kaldığı Fener ve Petri kapılarıdır

Haliç surlarını III Tiberius (698–705 ) Arap akınlarına karşı koymak amacıyla tamir ettirmiş ve Eugenis kulesinden Galata’daki bir kuleye bağlanan bir zincir çektirmiştir Bu zincir sayesinde Arapların 717’deki akınlarında şehre girmeleri engellenmiştir II Anastasius’un (713–715) bu surları tekrar tamir ettirdiğini tarihçi Teophanos yazmaktadır Yine aynı yazar 763 senesindeki kışın çok sert geçtiğini ve Karadeniz’den gelen büyük buz kütlelerinin bu sura çarparak büyük zararlar verdiğini yazmıştır

II Mikhael ve oğlu Theophilos sur duvarlarının yeterli yükseklikte olmadığını görerek Hagios Demetrius Kilisesi ile Sarayburnu arasında büyük bir onarım faaliyetine girmişler ve birtakım ilaveler yapmışlardır Bu dönemde Haliç sahili ile Heraclius suru arasındaki sahayı kapatmak için dikine bir sur daha yapılmıştır Bu sur üzerinde günümüzdeki Eyüp Caddesi’nin geçtiği yerde “Xylporta” adındaki kapının üzerine ve yanındaki burçlara bu onarımları belirten kitabeler konulmuşsa da bu kapı ve kitabeler günümüze ulaşamamıştır Latin istilası sırasında şehri Haliç’ten kuşatan Haçlılar buraya çekilmiş olan zincirin ucunun bağlandığı Kastellion burcunu ele geçirerek zinciri açmışlar, Balat ile Petrion arasındaki surların denize en yakın olduğu yerden hücuma geçerek kurdukları asma köprülerin de yardımı ile kente girmişlerdir Bu arada onlara yardım maksadıyla Venediklilerin çıkardıkları yangın da şehrin ele geçirilmesini kolaylaştırmıştır Bu istila sırasında Haliç surları ve bu burçları büyük zarar görmüştür 1264’de Latin istilası sonunda II Mikhael bu surları yeniden onarmış ve yükseltmiştir Bizans donanmasının denize hâkim olduğu önceki devirlerde bu surların alçak olmasında bir mahzur yoktu, fakat zamanla donanma zayıflayınca, Latinlerin istilası da yaşanınca buradaki surları yükseltmek gereği doğmuştur VI İoannes Kantakuzenos (1347–1354) Galata’da yerleşmiş olan Cenevizlilerin yardım talepleri üzerine Ceneviz donanması yola çıkıp da Marmara Ereğlisi’ni (Printhus) zapt ettikleri haberini alınca bütün sahil surlarını tamir ettirmiş, burçların üst kısımlarını kalın hatıllar ve ahşap malzeme ile biraz daha yükseltmiştir Ayrıca sur ile deniz arasına bir de hendek kazdırmıştır Bu onarımlara ait Cibali Kapısı üzerindeki kitabe ise bugün İstanbul Arkeoloji Müzesi’ndedir

Cenevizliler şehre girememelerine rağmen çekilirlerken surların önündeki evleri yakmışlardır Fetih sırasında ise Hasköy tarafına yerleştirilen toplar bu surlara büyük ölçüde zarar vermiştir Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u kuşattığında zincir yine Haliç’in girişini engelliyordu Bu kuşatma sırasında Bizans’a yardım getiren Hıristiyan gemilerinin buraya girmesi için zaman zaman aralanan zincir henüz güçlü bir donanmaya sahip olmayan Osmanlı gemileri için yine de hayatiyetini koruyordu, fakat 21 Nisan gecesi Osmanlı kadırgalarının Galata sırtlarından Haliç’e indirilmesiyle fonksiyonunu tamamen kaybetmiştir

Haliç surları Patrikhanenin bulunduğu Petrion’da bir iç kale meydana getiriyordu Tahtakale’deki bir burcu ise Bizans devrinden beri hapishane olarak kullanılmış, Osmanlı döneminde de aynı işlevini sürdürmüştür İmam Hüseyin’in çocuklarından olduğu ileri sürülen Seyid Cafer’in mezarının bulunduğu yer olmasından dolayı “Baba Cafer Zindanı” olarak adlandırılmıştır Baba Cafer Şeyh Maksud ve yardımcıları ile birlikte Abbasi halifesi Harunreşit tarafından Bizans’a elçi olarak gönderilmiştir Şehre girmeden az önce, daha evvel Kocamustafapaşa tarafında yerleşmiş olan bir grup Arap ile Bizanslılar arasında şiddetli bir çarpışma olmuş ve Arapların birçoğu öldürülüp cesetleri sokak ortasında bırakılmıştır Bunu gören Baba Cafer İmparatora ağır sözler söylemiş, cezalandırılmak üzere o zaman hapishane olarak kullanılan bu zindana atılmış ve orada zehirlenerek öldürülmüş ve aynı yere gömülmüştür Bugün bu mezarın yanında Çoban Ali Dede denilen ikinci bir mezar daha vardır Osmanlı devrinde içinde bir de kuyunun bulunduğu bu zindan odası türbe haline getirilmiştir

Osmanlı dönemindeki deniz tesisleri Galata surlarının dibinden Haliç’in yukarılarına Hasköy’e doğru yapılmıştır Gemi inşa tersaneleri, divanhaneler, mahzenler ve ambarlar inşa edilmiş olup, burada çalışan işçi ve esirlerin kalmaları için bir kısım yerler yapıldığı gibi bir kısım esir de güvenlik açısından Galata Kulesi’nde yatırılıyordu Bu yüzden buradan yabancı kaynaklarda “Tersane Zindanı” (bagne) olarak söz edilmektedir Fatih Sultan Mehmet zamanında rüzgârlara karşı emin bir yer olarak görülen Kasımpaşa Deresi ağzında bir kadırga yapım yeri yapılmış olup burası Sultan I Selim zamanında Cafer Paşa tarafından genişletilerek Kasımpaşa Tersanesi’ne dönüşmüştür Bu tersane Sultan III Ahmet ve Sultan II Mahmut zamanında daha da genişletilmiş ve bir de divanhane yapılmıştır Bu bina birtakım ilavelerle bugün Kuzey Deniz Saha Komutanlığı’na ait olup halen kullanılmaktadır Haliç’in kuzey kısmındaki gemilerin zincirlerinin yapım yeri olarak inşa edilmiş olan Lengerhane ise günümüzde Koç Vakfı’na ait Sanayi Müzesi olarak kullanılmaktadır


Haliç Surları Kapıları

Haliç kıyısı boyunca uzanan bu surlarda çoğu Bizans dönemine ait olmakla beraber Osmanlı döneminde de yeni bazı kapılar açılmıştır Bizans devrinde surların Haliç’e açılan kapıları ve önlerindeki limanları sadece askeri değil sivil amaçla da kullanılıyordu Günümüzde bu kapıların çoğu yok olmuştur En batıdan Sirkeci’ye kadar uzanan kapılar şunlardır:


Ayvansaray Kapısı (Kiliomene)

Ayvansaray’da olan bu kapı yıkılmıştır Bizans İmparatorları buradaki Theotokos Kilisesi’ne geldiklerinde kapının önündeki iskeleden karaya çıkıp bu kapıdan geçiyorlardı


Balat Kapısı

Fatih Sultan Mehmet’in vakfiyelerinde “Balat Kapısı” olarak adlandırılan ve günümüze gelemeyen bu kapının Blachernai Sarayının kapılarından biri olduğunu Hammer yazmaktadır Bu kapının iki tarafı rölyeflerle süslü olup, bunlardan elinde bir hurma dalı tutan kanatlı melek figürü İstanbul Arkeoloji Müzesi’ndedir Bu bölümdeki surlar da tamamen yıkılmış olup yerleri evler tarafından doldurulmuştur


Petri Kapısı

Ayvansaray’a giden caddede, Patrikhane yolunun ağzında olan bu kapı da yıkılmış olup günümüze hiçbir parçası gelmemiştir


Yeni Ayakapısı

Fetihten sonra Kanuni Sultan Süleyman zamanında surun burçlarından biri genişletilerek açılmış olan bu kapıdan Sultan Selim Camisi’ne gidiliyordu Kapı Günümüze ulaşamamıştır


Cibali Kapısı (Porta İspigas)

İki tarafındaki iki mermer sütunun üzerine oturan yuvarlak kemerli bir kapıdır Osmanlı devrinde “Cebe Ali” olarak isimlendirilmiştir


Zindan Kapı (Porta Seminaria)

Kumkapı’dan başlayıp Bayezıd Camisi’nin bulunduğu yerin 100 m kadar batısından geçip Haliç’e inen yol bu kapı ile bitiyordu 1891’de yıkılmış olan bu kapının batısındaki burç Fetihten sonra 1872’ye kadar hapishane olarak kullanılmıştır

Bu civardaki Haliç surlarının diğer kapıları olan Osmanlı devrinde açılan Tüfekhane ile Bizans devrine ait olup, Osmanlı zamanında da kullanılan Unkapanı, Ayazma, Odun,
Balıkpazarı (Porta de Perama),Yenicami (St Marc Poternesi) ve Bahçekapı (Porta Neorion) yıkılmış olup günümüze gelmemiştir


Galata Surları



Latin istilasından sonra Bizans duruma hâkim olunca bu bölgeye yerleşmiş olan olduğu bilinen Cenevizliler 1267’de Galata’da yerleşme iznini İmparator VIII Mikhail Palaiologos’dan almışlardır İmparator Cenevizlileri kontrol altında tutmak için burada bir Bizans garnizonu bırakarak surları yıktırmıştır Sur duvarları olmadığı için 22 Temmuz 1296’da Venedik donanması Galata’daki Ceneviz kolonisinin evlerini yakmıştır Bu olay üzerine Venedik Balyosu linç edilmiştir Cenevizliler olası tecavüzlere karşı kolonilerinin etrafını bir sur duvarı ile çevirmek istediklerini II Andronikos Palaioloğos’dan talep etmişlerse de gerekli izini alamamışlardır 1303’de İmparator Cenevizlilere tanıdığı bu imtiyazlı bölgenin sınırlarını bir ferman ile tespit ederek kesinleştirmiştir Buna göre kolonilerinin etrafını sadece boş bir arazi şeridi ile çevirmelerine izin verilmiş, bölgenin dışında ev yapımı ise kesinlikle yasaklanmıştı İmparator ile Cenevizli Guido Embriaco ve Acursio Ferrari tarafından 1304 Mart’ında imzalanan anlaşmaya göre Cenevizliler tespit edilen bölgenin içinde et, buğday pazarları, hamam, kilise yapabilecekler fakat etrafını asla surla çevirmeyeceklerdi Ancak, daha sonraları bu yıllara ait duvar kalıntılarından Cenevizlilerin buna uymadıkları anlaşılmaktadır

Bizanslı tarihçi Nikephoros’a göre; önce koloninin etrafına bir hendek kazıp Bizans’ı bir oldubittiye getirmişlerdir Buna ses çıkarılmayınca bu kez de bölge sınırları üzerinde muntazam aralıklarla yüksek, taştan yapılmış evler inşa etmişler daha sonra ise bu evleri burç olarak kullanıp aralarındaki boşlukları duvar ile doldurarak bir sur meydana getirmişlerdir Bu sırada oldukça zayıf durumdaki Bizans buna bir tepki gösterememiş ve Galata surları da bu şekilde inşa edilmiştir Cenevizliler İmparatorun onurunu da korumak için bu surların üzerine bir haçın dört kolu arasına yerleştirilmiş “Hükümdarlara hükmeden hükümdarların hükümdarı” kelimelerinden meydana gelen bir Bizans arması koymuşlardır Daha sonra Bizans’ın iyice zayıflamasından yararlanan Cenevizliler sınırlarını genişletmişler, surlarını Tophane çevresine kadar uzatmışlardır Daha sonra surlara Cenevizli zengin ailelerin armaları konulmuştur

İstanbul’un fethi sırasında Cenevizliler tamamen bağımsız bir devlet tutumunu takip ederek tarafsız kalmaya çalışmışlardır Fetihten sonra 1 Haziran 1453’de Fatih Sultan Mehmet ile aralarında imzalanan bir anlaşma ile şehrin sahibi olduklarını reddetmişler buna karşılık da imtiyazlarını korumuşlardır Fatih Sultan Mehmet bu anlaşmadan sonra surların bir kısmını yıktırtmıştır 1454’de Luciano Spinola ve Baldasse Maruffo Fatih Sultan Mehmet’ten “surların tamirine izin ve şehrin idaresinin kendilerine bırakılması” için istekte bulundularsa da bu istek yerine getirilmemiş ve buradaki en büyük kilise olan San Paola Kilisesi camiye (Arap Camii) çevrilmiştir Galata da bir voyvoda idaresinde kadılık olarak Osmanlı idaresine bağlanmıştır

Galata surları Haliç ve Boğaz tarafından denizle sınırlandığından karadan gelecek tehlikeye karşı Azapkapı, Şişhane, Galata Kulesi-Tophane arasında idi Surların önünde 15 m genişliğinde hendek kazılmıştı Bu taraftaki kapılar, arkadaki araziye hendekler üzerinden ağaç köprülerle bağlanmışlardı Surların kalınlığı 2 m çevresi ise 2 800 m yi bulmakta olup 37 hektarlık bir sahayı kaplıyordu Cenevizliler daha sonra sınırlarını genişlettiklerinden aralara bölme duvarları yapmışlardır Surların en büyük burcu sahili korumak amacıyla yapılmış olup, bugünkü Yeraltı Camisi bu burçtan istifade edilerek yapılmıştır Surların ikinci önemli kulesi ise Galata Kulesi’dir

Bu surlar XIX yüzyılın ortalarına kadar gelebilmişler ve bu tarihten sonra inşaat alanı kazanmak için yıktırılmıştır Surların üzerlerindeki armalı levhalar ise İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde bulunmaktadır 1509 depreminden büyük ölçüde zarar gören bu surlardan günümüze Galata Kulesi’nin civarında sur ve burç kalıntılarından çok azı gelebilmiştir Surların deniz yönündeki kapıları, Kürekçi, Yağkapan, Balıkpazarı, Karaköy Kurşunlu Mahzen ve Mumhane Kapısı isimlerini taşıyordu Beyoğlu tarafındaki kapılar Büyük ve Küçük Kule kapıları ile Azap Kapısı idi İç bölmelerdeki kapılar ise İç Azap Kapısı, Kuledibi Kapısı, Horoz Kapı ve Voyvoda Kapısı idi

Alıntı Yaparak Cevapla

İstanbul Hakkında Bilgi

Eski 08-14-2012   #24
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İstanbul Hakkında Bilgi



İstanbul Kaleleri


Marmara’dan Karadeniz’e çıkışta önemli nokta olan Boğaziçi’nin savunmasına her devirde büyük bir önem verilmiş, bu bölgeye yerleşimden itibaren boğazın girişi ve çıkışını kontrol amacı ile buraya kaleler yapılmıştır

İlkçağ’da denizcilerin “İlahların koruyuculuğuna sığınmaları” için Boğaziçi’ne bir takım mabetler ve kaleler yapıldığı bilinmektedir Boğazın iki yakasına kule inşa ederek buraya bağladıkları zincir ile Marmara’ya girişi önlemeye çalıştıkları da bilinmektedir Bu zincir belli aralıklarla ağaç kütüklere bağlanıyor ve suyolunu kapatıyordu Bu sayede buradan geçen gemiler durdurulup gerekli vergiler alındıktan sonra yollarına devam etmeleri için izin veriliyordu Eski tarihçilerin yazdıklarına göre boğazın iki yakasında bulunan eski kaleler Bizanslılar döneminde eski önemini kaybederek harabe haline gelmişlerdir

Galata’ya yerleşen Cenevizliler boğazdan gelecek korsan tehlikelerine karşı Anadolu Kavağı’nın girişindeki kaleye önem vermişlerdir Boğaziçi’nin orta kısmında ise Bizanslılar döneminde korunmak amacıyla hiçbir kale yapılmamıştır Boğazın yukarı kısmındaki kalelerin 1350’de Cenevizliler tarafından ele geçirilmesiyle, boğazın korunması sağlanmıştır Osmanlıların Boğaziçi kıyılarına gelmesi ile bu savunma sisteminde değişiklik yapılmış ve XIV yüzyılda Yıldırım Beyazıd Asya’dan Avrupa’ya geçmek için Anadoluhisarı’nı Fatih Sultan Mehmed de Bizans’ı ele geçirmek için Rumelihisarı’nı yaptırarak boğazın giriş ve çıkışını kontrol altına almışlardır Bu arada kuzeydeki Ceneviz kaleleri de kullanılmıştır

XV ve XVI yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu iyice kuvvetlendiğinden Karadeniz’den herhangi bir tehlike söz konusu olmamış, bu nedenle Anadoluhisarı ve Rumelihisarı askeri önemini yitirmiştir Daha sonraları ise sadece topçu bataryaları ile boğazların korunması düşünülmüştür


Yoros (Ceneviz) Kalesi (Sarıyer)

Kalenin adının Grekçe “dağ” anlamına gelen “oros” kelimesinden veya “uygun rüzgârlar” anlamındaki “ourios” kelimesinden geldiği ileri sürülmüştür Burada bulunan antik mimari parçalara dayanarak burada 12 Tanrıya atanmış bir mabet bulunduğu da iddia edilmiştir Kulelerden birindeki Grekçe kitabeden ilk inşaatın Bizans döneminde olduğunu anlaşılmaktadır Kale 1305’de Şile Kalesi ile birlikte Osmanlıların eline geçmişse de 1348’den itibaren Karadeniz ticaret yolunu ellerinde tutan Cenevizlilerin yönetimine geçmiş ve birtakım ekler yapılarak genişletilmiştir Bu yüzden bu kale Ceneviz Kalesi olarak tanımlanmaktadır

Ceneviz dönemine ait, kale kapısı üzerindeki tarihi okunamayan Latince bir kitabede:

Tarihinde Cenevizli Vincenzo Lercari kutsal burun üzerindeki bu kaleyi tamir ettirdi” yazılıdır Ayrıca kale bedenindeki birtakım Ceneviz armalarının da bulunması buranın bir süre Cenevizlilerin elinde bulunduğuna işaret etmektedir

Yıldırım Beyazıd 1391’de karayolu ile İzmit’ten yola çıkarak Yoros Kalesi’ni almış ve burasını bir üs gibi kullanarak İstanbul’u fetih hazırlıkları için Anadoluhisarı’nı yaptırmıştır İstanbul’un fethi sırasında şehit düşen askerlere ait mezarların kalenin biraz ilerisindeki ağaçlık alanda bulunduğunu İnciciyan yazmaktadır

Fransız Mareşali Boucicaut 1399’da Karadeniz Boğazı girişine yaptığı akında bu kaleyi almak istemişse de başarılı olamamış sadece kalenin eteğindeki köyü yakarak geri çekilmiştir Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş döneminde, Yıldırım Beyazıd’ın oğlu Çelebi Mehmet kardeşi Musa Çelebi ile yaptığı taht savaşı sırasında 1414’de Gebze kadısı Fazlullah’ı Bizans İmparatoru II Manuel Palaiologos’a göndererek yardım istemiş, Trakya’ya geçmek için Bursa’dan hareket ederek Yoros’a gelmiş ve bir müddet burada konaklamıştır Daha sonra da İmparatorun gönderdiği gemiye binerek buradan Rumeli’ye geçmiştir

Clavijo da kalenin eteğinde bir duvar bulunduğunu buradan muhtemelen karşı kıyıda bulunan harap olmuş kaleye bir zincir çekilme olasılığından da bahsetmektedir

II Bayezıd (1481–1512) zamanında bu kaleyi onartmış, içine “Yoros Kalesi Mescidi” denilen bir ibadethane yaptırmıştır Bu sırada kale dizdarı olan Mehmet Ağa da bir hamam yaptırmıştır

Başbakanlık Osmanlı Arşivindeki 28 Recep 984 (1576) tarihli bir belgede kale ile beraber buradaki cami, çeşme ve hamamın tamir edildiği yazmaktadır Alman gezgin MHeberer 1580’li yıllarda çıktığı gezisinde İstanbul’a da uğramış ve kitabında bu kalenin çok iyi bir durumda olduğunu yazmış ayrıca bir de gravürünü eklemiştir İnciciyan XVIII yüzyılın sonları ile XIX yüzyılın başlarında bu kalenin içinde 25 evlik bir mahalle bulunduğunu, muhafız olarak da bir dizdar ile 20 kişilik bir askerin burada görev yaptığını yazmaktadır

Doğudan batıya doğru 500 m uzunluğundaki bu kale Karadeniz’e paralel bir arazi üzerinde yapılmıştır Kalenin genişliği 60–130 m arasında değişmektedir Kale aralarında tuğla hatılların bulunduğu kaba taş dizilerinden yapılmıştır Burada kullanılan taşların bir kısmı antik parçalar ve Bizans dönemine ait devşirme malzemedir Kalenin giriş kapısı tepenin üstünde, doğu tarafında yükseklikleri 20 m olan iki büyük burcun ortasındadır Kapının devşirme malzemeden mermerden bir çerçevesi vardır Üzerindeki tuğladan yapılmış olan hafifletme kemeri ise yıkılmıştır Bu kapı girişi Anadolu tarafından gelecek tehlikelere karşı hem dıştan, hem de içten örülerek kapatılmış ve kapı geçidi de kapalı bir mekân haline getirilmiştir Laurens’in 1847’de çizdiği bir resimde kapı geçidi üzerindeki mekânın burçlarla aynı seviyede olduğu, cephesinin yukarı kısmında da bir dizi halinde üç kemerin bulunduğu görülmektedir 1930’da çekilmiş bir fotoğrafta buradaki odanın kale içine iki pencere ile açıldığı görülmektedir Bu girişteki çifte kulelerin içleri dört kolu birbirine eşit olan haç şeklinde mekânlar bulunmaktadır Bu mekânların üzerlerine, farklı duvar yapısından anlaşıldığına göre daha geç bir devirde yükseltilerek birer kat ilave edilmiştir Doğuya birer pencere ile açılan bu üst katlar günümüzde yıkık bir durumdadır

Bu çifte burcun kapıya dönen yüzlerinde mermer işlenmiş bir haçı çevreleyen dairenin içinde “İesos Hristos Nika “ kelimelerinin baş harflerinden meydana gelen birer monogram bulunmaktadır Sonradan örülmüş olan büyük girişin iç tarafında, kapı kemerinin üst tarafına yerleştirilmiş mermer levhada “Hükümdarlara hükmeden hükümdarların hükümdarı” cümlesinin kısaltılması olan dört harfli bir monogram bulunmaktadır Bu cümle VIII Mikhael Palaiologos için söylenen bir söz olduğu düşünülürse, bu kalenin Onun tarafından Lâtin istilasının hemen arkasından bir daha böyle bir işgale uğramamak için yapılmış olduğu anlaşılmaktadır

Güney duvarındaki siperli (kazamatlı) kısmın sonundaki kapı açıklığı gibi görünen kısım aslında küçük bir burcun kalıntısıdır İç mekânı, girişteki kuleler gibi haç biçimli dört kemerli ve üzeri tonoz örtülü olan bu küçük burç bilinmeyen bir tarihte yarısına kadar yıkılmıştır Kalenin yukarı kesimi bir duvarla bölünerek bir iç kale meydana getirilmiştir Bu duvarın iki ucunda birer kare burç, orta kısmında ise yarım yuvarlak bir kule vardır Bu yuvarlak kulenin üzerinde tuğladan harflerle meydana getirilmiş, çok harap durumda olduğu için okunamayan iki satırlık Grekçe bir yazıt bulunmaktadır Bu duvar ve burçlardaki duvar tekniği tamamen Bizans üslubundadır

Allom’un gravürlerinde kulelerin üzerleri sivri külahlı çatı ile kaplı olarak yapılmıştır Kalenin güney cephesinin arka tarafındaki duvar siperler halinde inşa edilmiştir Bu duvarlar büyük olasılıkla kıyıya kadar iniyor ve bir liman ile birleşiyordu


Kavak Kalesi (Beykoz)

Sultan IV Murat’ın Anadolukavağı sahilinde yaptırdığı bu kaleden günümüzde hiçbir iz gelememiştir Anadolukavağı tarih boyunca Yoros ve Kavak kaleleri yüzünden önem kazanmış, ayrıca gümrük ve sınır kontrol noktası olarak ekonomik bakımdan bölgenin gelişmesini sağlamıştır

Bazı yabancı tarihçiler tarafından Kavak Kalesi ile Yoros Kalesi karıştırılmaktadır Sahildeki Kavak Kalesi’ni Sultan IV Murat, Karadeniz’den 150 Şayka (birkaç top ve 40–50 savaşçı taşıyan, altı düz bir çeşit kazak kayığı) ile gelip Boğaziçi’nin Rumeli kesimini Yeniköy’e kadar yağmalayan Kazakların ani baskınından sonra 1624’de yaptırmıştır

Evliya Çelebi’nin “Anadolu Kilidü’l-bahir kalesi” olarak söz ettiği sahildeki bu kalenin içerisinde dizdar dairesi, 80 civarında asker odası, 2 buğday ambarı ve bir mescidinin bulunduğunu yazmaktadır Yine Evliya Çelebi’ye göre kalenin kıbleye bakan tarafında demir giriş kapısının olduğu ve içinde 300 kadar asker ile 100 adet top bulunmakta idi

Hüseyin Ayvansarayi’nin Hadîkatü’l Cevâmi isimli eserinde Sultan IV Murad’ın annesi Kösem Mahpeyker Valide Sultan’ın bu kalenin içine bir mescit yaptırdığı yazılıdır Sultan IAhmed döneminde bu kale yakın köylerdeki soyguncuların geceleri ateş yakarak Boğaz’a giren gemileri şaşırtıp karaya oturanları soydukları da bilinmektedir Bu nedenle de Sultan I Ahmet (1603–1617) bu tür olayları önlemek için kıyı boyunca yeni mahalleler kurdurmuştur Kıyıya yeni istihkâmlar yaptırdığı için de Kavak Kalesi önemini yitirmiş ve XIX yüzyılda ise tamamen ortadan kalkmış ve yerini sivil yerleşimler almıştır


Anadoluhisarı Kalesi (Beykoz)

Anadoluhisarı, ileri bir karakol olarak Yıldırım Beyazıt tarafından 1395 yılında yaptırılmıştır Kalenin bulunduğu alanda yapılan araştırmalarda daha eskiye yönelik kalıntılara rastlanmamıştır

Yıldırım Beyazıt’ın bu kaleyi yaptırmasındaki amaç Boğaz geçişlerini kontrol altına almak ve Göksu Vadisi’ne girişi de önlemek idi Nişancı Mehmet Paşa tarihinde Güzelcehisar olarak ismi geçen bu kaleye Gözlücehisar ismi de yakıştırılmıştır Nişancı Mehmet Paşa tarihinde kalenin yapım tarihi 1394–1395 olarak belirtilmiştir Fatih Sultan Mehmet dönemi tarihçilerinden Tursun Bey buradan Yenihisar veya Yenicehisar olarak söz etmiştir Hoca Sadettin Efendi de buraya Akçahisar olarak değinmiştir Aşıkpaşazâde tarihinde bu kalenin yapılışı ile ilgili bilgiler bulunmaktadır:

“Yıldırım Beyazıt, Kocaeli’nden geçerek, İstanbul’a doğru geldi (1390–91) ve Şile Kalesini alan Yahşi Bey’i gönderdi Sultan Boğazkesen üzerinde Güzelce Hisar adlı bir şato yaptırdı

Yıldırım Beyazıt ile Timur arasında 1402’de yapılan Ankara Savaşı’ndan sonra kale Osmanlı yönetiminde kalmıştır Bu dönemde Osmanlı Beyliği dağılma aşamasına geldiğinden Süleyman Çelebi Bizans’ın desteğini sağlamak amacı ile İstanbul’a yakın olan Kartal, Pendik gibi yerler Bizans’a geri verilmiş, ancak kalenin bu dönemdeki durumu bilinmemektedir Bazı kaynaklarda Süleyman Çelebi’nin bir süre burada kaldığı da belirtilmektedir

Fatih Sultan Mehmet Rumelihisarı’nı yaptırırken Anadoluhisarı’nın çevresini de bir Hisarpeçe ile çevirmiştir Bu duvarın arkasına yerleştirilen toplar ile de Boğaz’dan geçen gemilere gerektiğinde ateş açılması sağlanmıştır

İstanbul’un fethinden sonra bu kalenin işlevi bitmiş ve bir süre suçlu Yeniçeriler için hapishane olarak kullanılmıştır XVII-XVIII yüzyıllarda bir süre Boğaz’a yönelik kazak akınlarının önlenmesinde kullanılmış, daha sonra Boğaz girişindeki kale ve istihkâmların yapılması ile de önemini yitirmiştir

XVI yüzyılda hisar ve çevresinde görevli askerlerin ve ailelerin yerleşmesi ile burası küçük bir mahalle konumuna gelmiştir Fatih Sultan Mehmet döneminde hisarın önüne küçük bir mescit yapılmış ve burası Anadoluhisarı Mescidi Mahallesi ismi ile eski kayıtlara geçmiştir

Osmanlı İmparatorluğu’nun sonlarına doğru hisarın etrafı yalı ve saraylarla doldurulmuştur

Anadoluhisarı Osmanlı mimarisinde kale mimarisine göre yapılmıştır İlk yapımında kare planlı bir kule ve bunu çevreleyen duvarlardan meydana gelmiştir O dönemde kalenin bulunduğu yer kayalık bir burun olduğundan denizin sur duvarlarına kadar geldiği sanılmaktadır Göksu Deresi’nin getirdiği alüvyonlar daha sonra arazi konumunu değiştirmiş, kalenin duvarlarının çevresi dolmuş ve kale iç kısımda kalmıştır

Anadoluhisarı dört ayrı bölümden meydana gelmiştir Bunlar Asıl Kale (İç Kale), İç Kale duvarı, Dış Kale duvarı ve Dış Kale duvarındaki kulelerdir Asıl Kale bazı yerlerde toprakla düzleştirilerek kayalık üzerine oturtulmuştur Kare planlı ve oldukça yüksek bir yapıya sahiptir Duvarların üzerindeki kirişlere ait çukurlardan kalenin üç katlı bir şato görünümünde olduğu anlaşılmaktadır Üst örtüsünün ne şekilde olduğu tam olarak anlaşılamamıştır Melling’in gravürleri ile Pertusier Atlası’nda kurşun örtülü sivri külahlı olduğu görülmektedir İstanbul’a 1830 yılında gelen Thomas Allom’un gravürlerinde ise hisar çatısız olarak görülmektedir Bu da gösteriyor ki, kalenin külahı 1830 yılından önce yıkılmıştır

Kalenin taş blok ve tuğlalardan oluşmuş duvar kalınlığı 2–3 m arasında değişmektedir Buraya yapılacak muhtemel bir saldırının kuzeyden gelme olasılığı göz önünde bulundurularak bu yöndeki duvarlar daha kalın tutulmuştur Giriş İç Kale duvarından birinci kata atılan asma bir köprü ile sağlanmıştır Ayrıca batı duvarlarına oyulan taş merdivenlerle zemine, ahşap merdivenlerle de üst katlara geçiş sağlanmıştır Sonraki yıllarda bu giriş değiştirilmiş, kalenin güney-batı duvarlarına yeni bir kapı açılmıştır Kalenin üst katında mazgallar ve istihkâm siperleri bulunmaktadır Sur duvarlarını içeriden 1,5 m genişliğinde bir yol çepeçevre dolaşmaktadır İç Kale duvarları 2–3 m kalınlığında olup, kuzey-batı ve kuzey-doğu köşelerinden Asıl Kale’ye bağlanmaktadır Ayrıca mazgallı duvarların köşelerine de dörder nöbetçi kulesi yerleştirilmiştir

İç Kale’den sonra yapılmış olan Dış Kale duvarları tamamen kesme ve moloz taştan yapılmıştır Duvar örgü sistemini büyük taş dizilerinin aralarına dizilen küçük taşlar oluşturmuştur İç Kale duvarlarına göre daha ince olan Dış Kale duvarları İç Kale’ye güney-doğu ve kuzey-doğu köşelerinden bağlanmıştır Mazgallı korkuluklarla sonuçlanan Dış Kale duvarlarının üç köşesine de silindirik, yarım yuvarlak ve at nalı biçiminde üç kule yerleştirilmiştir

At nalı şeklindeki kulelerin çapı 475 m olup, kalınlığı 2 m dir Büyük olasılıkla denizi kontrol altında tuttuğundan ötürü de bu duvarlara mazgallar yerleştirilmiştir Buna benzer olan yarım yuvarlak kule 7,5 m çapında olup, ahşap kirişlerle dört kata ayrılmıştır Ahşap merdivenlerin birbirine bağladığı katlarda mazgal delikleri, iç kısımlarda ise dikdörtgen ve yarım daire şeklinde kapı ve pencere izleri görülmektedir Bu kulelerin eteklerinde taş tuğla sıraları ile aralarındaki balık kılçığı biçiminde tuğla örgüler dikkati çekmektedir Surun kuzey köşesinde kayalık tepe üzerinde bulunan mazgallı, silindirik kule ise 6 m çapında ve üç katlıdır

Cumhuriyetin ilanından sonra Anadoluhisarı İstanbul Belediyesi tarafından onarılmış, bu arada ortasından geçirilen Üsküdar-Beykoz karayolu kalenin bir bölümünün yıkılmasına ve özelliğini kısmen de olsa yitirmesine neden olmuştur Bu yol yapımı sırasında çevresindeki kaleye bitişik evler kamulaştırılarak yıkılmış ve kalenin kalan kısımlarının ortaya çıkması sağlanmıştır

Günümüzde Kültür ve Turizm Bakanlığı yönetimindeki Hisarlar Müzesi Müdürlüğü’ne bağlıdır Bakanlık tarafından 1992–1993 yıllarında acil onarımları yapılmıştır


Boğazkesen Kalesi (Rumeli Hisarı) (Sarıyer)

000 m2’lik bir alana yapılmıştır Hisarın yapımına 1451–1452 yıllarında başlanmıştır Rumeli Hisarı Boğaz’ın en dar ve akıntılı yerinde Yıldırım Beyazıt’ın yaptırmış olduğu Anadolu Hisarı’nın tam karşısında yapılmıştır Kalenin yapılmasındaki amaç, İstanbul kuşatması sırasında Karadeniz’den gelecek yardımları önlemek idi Nitekim 1452 yılında buradan geçen ve yapılan ikazlara aldırmayan Kaptan Antonio Rizo kumandasındaki bir Venedik kalyonu batırılmıştır Fatih Sultan Mehmet bu kaleyi yaptırarak kuşatma sırasında arkasını da emniyete almayı düşünmüştür

Fatih Sultan Mehmet’in vakfiyesinde bu hisarın ismi Kule-i Cedide, Neşri tarihinde Yenice Hisar, Aşıkpaşa ve Nişancı tarihlerinde de Boğazkesen Hisarı olarak geçmiştir Tarihçi Dukas’tan öğrenildiğine göre; Fatih Sultan Mehmet 1451 kışının başında egemenliği altındaki yöneticilere gönderdiği emir ile bölgelerindeki bütün usta ve işçilerin burada toplanmasını istemiştir Hisarın yapımına 1452 yılı Mart ayının sonunda başlanmış ve 139 gün gibi çok kısa bir sürede bitirilmiştir Kalenin yapılmasına başlanması üzerine Bizanslılar kaleyi ele geçirmeyi düşünmüşlerse de Fatih Sultan Mehmet onlara gönderdiği haberle kaleyi Karadeniz ile Akdeniz arasındaki korsanlara karşı yaptırdığını belirtmiştir Bizans askeri yönden de zayıf olduğundan kalenin yapılmasına göz yummuştur

Kalenin yapımda kullanılan keresteler İzmit ve Karadeniz Ereğlisi'nden; taşlar Anadolu'nun değişik yerlerinden ve devşirme mimari parçalar çevredeki harap Bizans yapılarından elde edilmiştir Rumeli Hisarı üçü büyük biri küçük dört kule ve bunları birbirlerine bağlayan sur duvarlarından meydana gelmiştir Kulelerden deniz kıyısında olanı Çandarlı Halil Paşa, kuzeydeki Saruca Paşa, güneydeki de Zağanos Paşa tarafından yaptırılmıştır

XVIII yüzyılda İstanbul’a gelen gezgin Tournefort bu kulelerin üzerlerinin kurşun külahlarla kaplı olduğunu belirtmiştir Ayrıca Melling’in yapmış olduğu gravürlerde de aynı şekilde kulelerin üzerinin sivri birer külahla örtülü olduğu gösterilmiştir Sonraki yıllarda yapılan Allom’un gravürlerinde ve Miss Pardoe’nin gravürlerinde bu külahlara değinilmemiştir

Kuleleri birleştiren surlardaki seğirdim yollarına on sekiz yerden merdivenlerle çıkılmaktadır
Çandarlı Halil Paşa Kulesi on iki köşeli, içeriden sekiz katlıdır Kulenin içerisi yuvarlak olup, dış çapı 2380 m duvar kalınlığı 7 m yüksekliği de 35 m dir Kulenin giriş kapısı iç avluya açılmaktadır Kulenin dışarısında satrançlı kufi yazı ile Allah ve Muhammed yazılıdır Bu kulenin önünde Hisarpeçe denilen ayrı bir sur duvarı ve bir de kapısı bulunmaktadır İlk yapımında Hisarpeçe önünde bir iskele olduğu sanılmaktadır

Kıyıdan bakıldığında sol tarafta, deniz seviyesinden 57 m yüksekliğindeki Zağanos Paşa Kulesi bulunmaktadır Kesme taştan yuvarlak olan bu kulenin çapı 2670 m dir Kule ortasındaki yuvarlak ve boş alan 1470 m çapında 25 m yüksekliğinde, duvar kalınlığı da 7 m dir İçten dokuz katlı olan kulenin katları ahşap olduğundan günümüze gelememiştir Her katta duvarların içerisine beşik tonozlu hücreler yerleştirilmiştir Üst kısımda ise burcu çevreleyen bir devriye yolu bulunmaktadır Kulenin korkulukları mazgallıdır

Kuleye ilk girişte helezoni bir merdivenle doğrudan doğruya dördüncü kata çıkılmaktadır Kulenin kuzeyinde Dağ Kapısı, doğusunda da Sel Kapısı bulunmaktadır Kulenin ana duvarında Arapça yapım tarihlerini belirten iki kitabe bulunmaktadır Kitabelerde kuleyi yaptıran Zağanos Paşa’nın ismi yazılıdır

Kitabe:
”Bu sarp ve yüksek kalenin inşaasını Sultanü’azâm ve Hakan el-muazzam Muhammed bin Murad Han emretti: O’nun memleketi ve kulu ve mükerrem veziri Zağanos Paşa bin Abdullah hakkındaki lûtfu ilânihaye payidar olsun856 senesi Recep ayında tamam oldu h 856 (1452)

Deniz kıyısından bakıldığında sağ tarafta bulunan Saruca Paşa Kulesi denizden 43 m yüksekliktedir Kulenin dıştan çapı 2380 m orta boşluğunun çapı 980 m duvar kalınlığı da 7 m dir Kulenin tüm yüksekliği 28 m dir Kule içerisinde bulunan ahşap katlar günümüze gelememiş, ancak duvarlar üzerindeki izlerden her katta bir ocak bulunduğu anlaşılmaktadır İçerisindeki katları belirten izler Zağanos Paşa Kulesinde olduğu gibi burada da görülmektedir Kulenin yapımından sonra buraya bir kitabelik konulmuş ancak kitabe yazılmamıştır Saruca Paşa Kulesi ile Zağanos Kulesi ve Halil Paşa kuleleri arasındaki arazi eğimli ve inişli çıkışlı olduğundan sur duvarları da buna uydurulmuştur Ayrıca Saruca Paşa ile Zağanos Paşa kuleleri arasında beş küçük burç bulunmaktadır

İşkodra Seferi sonrasında gözden düşen Vezir Gedik Ahmet Paşa bir süre burada hapsedilmiştir

Rumeli Hisarı 1509 depreminde zarar görmüş ve sonra onarılmıştır XVIII yüzyılın ikinci yarısında yangın geçirmiş, Sultan III Selim zamanında (1789–1807) onarılmış ve kendi haline bırakılmıştır Bundan sonra halkın kale içerisine yerleşmesine izin verilmiştir Önceleri yalnızca kale dizdarı ve muhafızların oturduğu avludaki evlere yeni ilaveler yapılmış ve burası yerleşime açılmıştır

Fatih Sultan Mehmet devrinde küçük bir mescit yapılmış, ancak zamanla harap olmuştur Günümüzde bu mescidin bulunduğu yerde sahne platformu bulunmaktadır Yalnızca mescidin minaresi ayaktadır Caminin bulunduğu yerin altında ise büyük bir su sarnıcı, avlunun çeşitli yerlerinde de üç ayrı çeşmesi vardır

Evliya Çelebi biraz abartılı olarak burada 150 ev olduğundan bahsetmiştir XIX yüzyılın ikinci yarısında kale içerisinde “Hisariçi Mahallesi” kurulmuştur Bu mahalle 1953 yılında yapılan kalenin restorasyonu sırasında kamulaştırılarak yıkılmıştır


Yedikule Hisarı (Fatih)

Theodosios (408-450) döneminde yapılan Bizans kara surlarının en önemli giriş kapısı olan Porta Aurea (Altın Kapı) arkasında İstanbul’un fethinden dört yıl sonra 1457-1458 yıllarında Fatih Sultan Mehmet tarafından İç Kale olarak yaptırılmıştır

Altın Kapı’nın iki pilonu ve aynı sıradaki iki burcundan yararlanılarak üç kulesi olan bir sur eklenmiş ve beşgen şeklinde yedi kuleli bir kale meydana getirilmiştir Kalenin yapımı sırasında Bizans surlarının üç geçidi kapatılmış ve önündeki köprü de yıkılmıştır Buradaki Altın Kapı önünde bulunan kabartma plakalardan 12 tanesinin 1620 yılına kadar yerinde durduğu İngiliz Elçisi Sir ThRoe’den öğrenilmektedir Bir süre sonra da kaybolan bu plakaların ne olduğu bilinmemektedir

Semte ismini veren Yedikule Hisarı düz bir arazide beşgen bir kale olarak yapılmış, üç köşesine üzerleri yüksek pramidal külahlarla örtülü üç büyük kule eklenmiştir Bu kulelerin arası yarım yuvarlak ve biri de köşeli altı küçük burç ile takviye edilmiştir Ayrıca Altın Kapı’nın dışında kule ile korunan bir kapı ve onun kuzeyine de küçük bir kapı daha eklenmiştir Bu küçük kapının üzeri sonradan örülerek kapatılmıştır Büyük kulelerden kuzeydoğudaki yuvarlak olanı ”Hazine veya Darı”, güneydoğudaki “ Kız (Top) Kulesi”, ortadaki prizma şeklindeki ise “Zından Kulesi” olarak isimlendirilmiştir Bu kule bir süre hapishane olarak kullanıldığından buradaki tutukluların duvarlara yazdığı yazılardan ötürü de “Kitabeler Kulesi” olarak anılmıştır Kule içten 13 m çapında, dıştan sekiz kenarlı poligonal şekildedir İçerisi ahşap kirişlere tutturulmuş katlara ayrılmıştır En üst katta mazgallı bir devriye yolu vardır Dik bir merdivenle çıkılan kulenin üzerinde bir sahanlık, buradan da ayrı bir merdivenle diğer katlara inilmektedir Bu kulenin yapımına Sultan III Ahmet (1703–1730) zamanında başlanmış ve Sultan III Osman (1754–1757) zamanında tamamlanmıştır Kulenin dış duvarlarındaki onarım kitabesinde h 1163 (1749) tarihi ile “Mâşâllâhı te’âlâ-Yüce Tanrının izniyle” yazılıdır

Güneydeki “Küçük Kule” adı ile tanınan burç 1766 depreminde yıkılmış ve daha sonra yenilenmemiştir Günümüzde bu burca ait kalıntılar hendek seviyesinde görülmektedir

Giriş kapısının üzerindeki “Bayrak Kulesi”nin iki tarafında muhafız odaları bulunmaktadır Bu kulenin duvar kalınlığı 5 m olup, yuvarlak mekânın çapı ise 950 m dir Kulelerin içerisine kapılardan girilmektedir Buradaki geçitlerden rampa ve merdivenlerle kulenin katlarına çıkılmaktadır

Fatih Sultan Mehmet’in vakfiyesinden öğrenildiğine göre; kalenin yapımını bitirdikten sonra içerisine dikdörtgen planlı, ahşap çatılı küçük bir mescit eklemiştir Mescit 1813 yılında onarılmış, 1905 yılında yıkılmış, yakın tarihlere kadar da minare kaidesi gelebilmiştir Darüssaade Ağası Beşir Ağa bu mescidin yanına bir sıbyan mektebi yaptırmıştır Mescidin yanındaki kitabesiz çeşme de yakın tarihlerde onarılmıştır Sonraki yıllarda buraya yapılan evlerle Yedikule Hisarı bir mahalle konumuna gelmiştir

Yedikule zindan olarak kullanılmış, Aksaray ile Yedikule’yi de kapsayan 1782 yangınında çevresindeki yapılarla birlikte yanmış ve içerisindeki tutuklular da yanarak ölmüştür

Beşgen plân şemasıyla Bizans üslûbundan tamamen uzaklaşan bu kale Osmanlı askeri mimarisinin bir örneğidir Kuleler arasında düz satıhtaki duvarlar burada geçecek bir savaşta savunma gücünü kolaylaştırmayı sağlamakta olup devriye yollarını kesintiye uğratmamaktadır Üçgen şeklindeki ara kulelerin sivri uçları dışarıya doğru olup devriye yollarından üç metre yüksekliktedir Devriye yolları dışa doğru 080 m kalınlığında ve 220 m yüksekliğinde mazgallı bir siper ile korunmakta idi Bu mazgallı siperler Osmanlı devrinde zaman- zaman tamir ve takviye edilmişlerdir

Yedikule hisarı Fatih Sultan Mehmet döneminden itibaren uzun süre Osmanlı hazinesinin muhafazası için de kullanılmıştır III Murad’ın hekimbaşısı olan Dominico’nun hatıratında 250 asker tarafından korunan kulelerden birinde külçe altın para, diğerinde silah, zırhlar, kıymetli eyer ve at koşumları, öbür kulelerde ise eski armalar, antika eşya resmi devlet evrakı korunuyordu Yavuz Sultan Selim’in İran seferinden getirip burada muhafaza ettiği ganimetler ise daha sonra III Murad zamanında Topkapı Sarayı’na taşınmıştır

Yedikule hisarının içindeki garnizonda bir dizdar (kale muhafızı),dizdar yardımcısı,6 komutan ve 50 askerlik bir yönetim kadrosu bulunuyordu Bu personelin ikamet etmesi için de hisarın içinde bir dizdar evi ile 12 asker evi vardı Günümüze bu barınaklardan ve askeri depolardan hiçbir kalıntı gelmemiştir

Bizans devrinde Altın Kapı’nın yanındaki Pilon zindan olarak kullanıldığında birçok siyasi mahkûm burada hapsedildiği gibi öldürülmüştür de Burası Fatih tarafından kaleye döndürüldüğünde de bu işlev devam etmiştir II Mahmut zamanında (1808–1839) kalenin hapishane olarak kullanımına son verilmiştir Yapılışından 9 gün sonra Çandarlı Halil Paşa ve oğulları Zaganos Paşa ve bazı ulemanın onun fethe karşı olduğu ve gizlice Rumlarla mektuplaştığı iddiasıyla Fatih Sultan Mehmet tarafından önce görevinden azledilmiş sonra burada kırk gün kadar hapsedilmişlerdir Fatih Sultan Mehmet’in, babası II Murad’ın kendisi lehine tahttan feragat etmesinden sonra, Çandarlı Halil Paşa’nın II Murad’ı tekrar tahta geçmesi için ikna etmesinden dolayı Halil Paşa’ya bir kırgınlığı vardı Ayrıca Lalası olan diğer vezirlerden Zagonos Paşa’da henüz çocuk yaşta olan Fatih’in ilk iktidar senelerinde oldukça nüfuzlu idi Bu da Çandarlı’nın son derece rahatsız olduğu bir konu idi Çandarlı İstanbul’un fethine de fikren karşı olmasına rağmen fetihte Fatih’in yanında yer almış ve ona büyük destek sağlamıştır Çandarlı’nın Yadikule’de idam edildiği iddiası ise açıklık kazanmamıştır Bir kısım tarihçiler bu idamın Edirne’de gerçekleştiğini ileri sürmektedirler Çandarlı’nın oğulları ise daha sonra serbest bırakılmıştır Cesedi daha sonra oğlu İbrahim Paşa tarafından İznik’e getirilir ve İmaretinin karşısındaki türbesine gömülür

Paşa’nın idamından sonra bütün servetine el konulmuşsa da II Bayezid devrinde malları çocuklarına iade edilmiştir 1461’de Osmanlı topraklarına katılan Trabzon Rum İmparatorluğu’nun son imparatoru olan David Komnenos ve oğulları 1463’de burada idam edilmişlerdir Fatih Sultan Mehmet’in vezirlerinden Mahmut Paşa görevinden 1474’de alındığında bu kalede bir süre tutuklu olarak kalmıştır 1474’de Yavuz Sultan Selim’in hilâfeti devralarak İstanbul’a getirdiği son Abbasi Halifesi III Mütevekkil de burada hapsedilmiştir

Kalenin orta yerinde bulunan kuyu birçok idama sahne olduğu ve ölümlerin bu kuyunun yanında gerçekleşmesinden ötürü “Kanlı Kuyu “ adı ile anılmaktadır Burada meydana gelen en acı olay ise 1622’de tahtından indirilen Genç Osman’ın öldürülmesidir Kapıkulu askerleri ile Yeniçerilerin başlattıkları isyanda, isyancıların istediği ulemanın başlarını onlara vermeyen Genç Osman dört gün süren bu isyanı bastıramamış, sarayı basan yeniçeriler önce I Mustafa’yı Harem’deki dairesinden çıkarıp divanhaneye götürmüşler ve arabuluculuk yapmak isteyen Dilaver Paşa ile Süleyman Ağayı parçalayarak orada öldürmüşlerdir Genç Osman I Mustafa’nın tahta çıkarıldığını öğrenince ilk önce askere para dağıtarak onları ikiye bölmek istemiş, bu iş için de Ohrili Hüseyin Paşa ile Yeniçeri Ağası Kara Ali’yi görevlendirdi ise de isyancıları durduramamıştır Ali Ağa genç padişahı Ağa Kapısı’ndaki kendi dairesinde sakladı ise de isyancılar 20 Mayıs sabahı burayı basan isyancılar Genç Osman’ı avluya çıkartarak Sadrazam Ohrili Hüseyin Paşa’yı parçalayarak öldürmüşlerdir Bu arada II Mustafa’nın alelacele cülus töreni yapılmış, Genç Osman bir pazar arabasına bindirilerek Yedikule’ye götürülerek orada idam edilmiştir Daha sonra cenazesi saraya götürülmüş ve I Ahmet türbesine gömülmüştür

Yedikulehisarı hapishane olarak kullanıldığı dönemde bir takım yabancı uyruklu elçi ve prenslere de ev sahipliği yapmıştır Bunların içinde en önemlileri Venedik asilzadesi Stephanus Alberti (1607),Julius Ardrea Virasina (1600), Fransız Konsolosu Jean de la Haye (1660), Elçi Ruffin, İstanbul Ermeni Patriği Avedik (1703), Eflâk Prensi Constantin Brancoveanu (1714), Rus Elçisi Kont Aleksi Oberskov (1787) , Sadrazam Kara Davud Paşa (1622), Baş Mimar Kasım Ağa (1651), Girit Fatihi Deli Hüseyin Paşa’dır

Deli Hüseyin Paşa’nın Altın Kapı önünde 1660’daki idamından sonra kendisi ve ailesinin buraya gömüldüğü iddia edilirse Yedikule’nin restorasyonu sırasında bu mezarlara rastlanmamıştır Yabancı elçiler burada geçirdikleri tutukluluk süresinde avluda dolaşmak izinleri vardı hatta kale içinde yapılmış evlerde bile kalabiliyorlardı XVIII yüzyılda İstanbul’a gelen gezgin JGrelot gezi notlarında buradaki Hıristiyan tutukluların ibadetleri için dışarıdan rahip getirildiğini ve bir de küçük şapel inşa edildiğini yazmaktadır Bu şapelden XIX yüzyıl başlarında Yanya’da Fransız Konsolosu iken tutuklanarak buraya getirilen Poucqueville de bahsetmektedir Ayrıca bu konsolos hatıratında tutukluların savaş esiri değil de rehin muamelesi gördüklerini yazmaktadır

Bundan sonra kale ve Altın Kapı bir kez daha onarılarak Baruthane olarak kullanılmıştır 1878’de Maarif Nezaretine tahsis edilmiş ve içerisine kız okulu yapılmış ancak, buradaki eğitim fazla sürmemiş ve 1895’te Müze-i Hümayun’a bağlanmıştır Kale içerisindeki toplar da Askeri Müze olarak kullanılan Aya İrini’nin bahçesine götürülmüştür Harbiye’deki Askeri Müze açıldıktan sonra bu toplar oraya taşınmıştır

Yedikule Hisarı ve Altın Kapı’nın son onarım ve restorasyonu YMimar Cahide Tamer tarafından 1958–1970 yılları arasında yapılmıştır Bundan sonra Hisarlar Müzesi Müdürlüğü’ne bağlı olarak 1985’te ziyarete açılmıştır Günümüzde Yedikule kültür ve sanat merkezi olarak kullanılmakta olup, STİ Vakfı’na tahsis edilmiştir

Alıntı Yaparak Cevapla

İstanbul Hakkında Bilgi

Eski 08-14-2012   #25
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İstanbul Hakkında Bilgi



İstanbul Anıt ve Heykelleri


Taksim Cumhuriyet Anıtı (Beyoğlu)



Cumhuriyet’i simgelemek amacı ile yapılan bu anıt, İstanbul Milletvekili Hakkı Şinasi Paşa’nın başkanlığında 1925 yılında bir komisyon oluşturulmuş Pietro Canonica ile bağlantı kurulmuş ve bu anıtı yapması istenmiştir Anıtın yapımı 2,5 yıl sürmüş, halkın maddi katkılarıyla yapılmış olup, yapımında taş ve bronz birlikte kullanılmıştır Anıtın Taksim’e dikilmesi ile birlikte burada bir meydan ve çevre düzenlemesi yapılmıştır Mimar HProst’un düzenlediği proje çerçevesinde çevrede istimlâkler yapılmış bu arada tarihi Taksim Kışlası da yıktırılmıştır

İtalyan Heykeltıraş Pietro Conanico tarafından yapılan bu anıt İstanbul’a vapurla getirilmiş ve 23 günde monte edildikten sonra 8 Ağustos 1928’de törenle açılmıştır

Anıt yuvarlak bir meydan ortasında yer alıp, iki tarafı bombeli ve dört köşelidir Çevresi 17 m olup, 60 m2’lik bir alanı kapsamaktadır Anıtın iki yüzüne yerleştirilen bronz figürler ulusal mimariden esinlenilerek yapılmıştır Kemerli taş kaide üzerinde 11 m yüksekliğindeki anıtın kaidesinde pembe Trentino ve Torino şehri yakınındaki Suza bölgesi mermerleri kullanılmıştır Anıtın bir yüzü Kurtuluş Savaşı’nı, diğer yüzü de Cumhuriyet Türkiye’sinin simgelenmesine ayrılmıştır

Anıtın kuzey yönünde Atatürk sivil giyimli olarak İsmet İnönü, Fevzi Çakmak ve o dönem Türkiye’sinde Cumhuriyet’in kuruluşunda yardımları olan yabancı devlet mensupları, askerler ve halkla birlikte tasvir edilmiştir Anıtın Harbiye’ye yönelik bölümünde ise 30 Ağustos Zaferi canlandırılmış olup, burada Atatürk’ün Kocatepe Savaşı, askerleri ve kadınları ile birlikte gösterilmiştir Buradaki Atatürk’ün heykeli, Milli Mücadele sırasında Ethem Hamdi’nin çektiği fotoğraf esas olarak canlandırılmıştır Anıtın dar yüzlerinde kahramanlığın timsali olan sancaklı birer asker heykeli, önlerindeki madalyonlarda da iki kadın portresine yer verilmiştir

Anıtın dar yüzündeki heykellerin altında, önlerinde mermer yalakları olan çeşme taşları görülmektedir Başlangıçta bu yalaklarla meydan çeşmesi düzenlemesi düşünülmüş, daha sonra burada suya yer verilmemiştir


Atatürk Heykeli (Eminönü)

Kaynaklardaki bir başka bilgiye göre de; Atatürk Kurtuluş Savaşı’ndan sonra İstanbul’a ilk gelişinde burada karaya çıkmış, Harf Devrimi 9 Ağustos 1928’de burada halka söylenmiştir Cumhuriyet döneminde İstanbul’da yapılan ilk Atatürk Anıtıdır

Sarayburnu’ndaki Atatürk heykeli Avusturyalı Heykeltıraş Heinrinck Krippel tarafından yapılmıştır Heykel sanatçının Viyana’daki atölyesinde yapılmış, dökümü Viyana’da Birleşik Maden İşletmelerinde yapılmış, parçalar halinde Türkiye’ye getirilmiş ve heykeltıraşın denetiminde yerine oturtulmuştur Yapımına 1925 yılında başlanan heykelin açılışı 3 Ekim 1926’da yapılmıştır

Heykel 3 m yüksekliğinde, yukarıya doğru hafifçe daralan mermer ve granitten dikdörtgen bir kaide üzerindedir Bu kaide iki katlı dikdörtgen bir platform üzerindedir Platformun birinci katına dört, ikinci katına da üç basamakla çıkılmaktadır Ayrıca bu alanın çevresi 70 cm yüksekliğinde alçak bir duvarla çevrilmiştir Üçgen, kare ve altıgen motiflerle dekore edilmiş duvarlara birer metre aralıklarla birer metre yüksekliğinde üzerlerinde kubbeye benzer başlıkları olan sütunlar yerleştirilmiştir

Atatürk’ün heykeli bronzdan dökülmüş olup, Atatürk burada sivil giysileri ile tasvir edilmiştir Sol elini beline dayamış, sağ elini de aşağıya doğru uzatmıştır Heykelin kaidesinin önünde Hattat Kamil Akdik’in yazısı ile “tarihi ihtilas 1336”, arka yüzünde heykelin dikiliş tarihi 1926, yan tarafında Cumhuriyet’in ilân tarihi yazılıdır


Atatürk ve Gençlik Anıtı (Eminönü)



Bu anıtta Atatürk, sol kolunu yönlendirici bir kumandan edası ile havaya kaldırmış olarak tasvir edilmiş olup, sağında aydınlanmayı simgeleyen elinde meşale tutan bir genç kız, solunda yine elinde bayrakla ulusal devleti simgeleyen genç bir erkek figürü vardır Bu anıt ile Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’si üniversite önünde somutlaştırılmıştır Bu anıtın yapımının bir diğer amacı da 27 Mayıs 1960 devriminin üniversite öğrencilerinin desteği ile yapıldığının simgelenmesidir

Anıtın alçak ve kademeli kaidesi üzerindeki kompozisyon bronzdan ve 4 m yüksekliğinde yapılmıştır


Harbiye Atatürk Anıtı (Şişli)

Buradaki Atatürk Heykeli 1937 yılında Yedek Subay öğrencileri tarafından kendi aralarında topladıkları para ile Heykeltıraş Ali Hadi Bara’ya (1906–1971) yaptırılmıştır

İlk yapılışında okulun önünde, giriş kapısının üzerinde bulunan anıt, caddenin genişletilmesi nedeni ile 30 Ağustos 1960’ta yerinden kaldırılarak bugünkü park içerisindeki yerine konulmuştur

Bu heykelde Atatürk mareşal üniforması içerisinde “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri” komutunu verirken tasvir edilmiştir Sol elinde, bel hizasında dürbünü ve sağ eli ile de ileriyi gösterecek biçimde tasvir edilmiştir Anıtın üzerinde herhangi bir yazıt bulunmamaktadır

Bu anıt günümüzde ilk tasarlanmış olduğu kurgudan farklıdır İlk yapılışında komutu sol eliyle vermekte, sağ bacağı da denge unsuru olarak önde görülmektedir Ancak komutlar, sağ elle verildiğinden ötürü bu tasarım değiştirilmiştir



Abide-i Hürriyet Anıtı (Şişli)



Günümüzde çevre yolu ve viyadüklerin yükseltilmesinden sonra anıtın bulunduğu tepe ile çevresi topografik konumunu kısmen de olsa yitirmiştir Anıtın bulunduğu bu yerin İstanbul’un kuşatması sırasında Fatih Sultan Mehmet’in otağını kurduğu yer olduğu da söylenmektedir

Anıtın tasarımını Neo-Klasik dönem mimarlarından, Mimar Muzaffer yapmıştır Bu anıtın yapımı için açılan yarışmaya dönemin tanınmış mimarlarından Kemalettin Bey, Vedat Tek, AVallaoury, Konstantin Kiryakidi katılmış ve onların projeleri arasında Mimar Muzaffer Bey’in projesi birinciliği kazanmıştır

Anıt üçgenler ve geometrik kurgular üzerinedir Biçim olarak üçgenin ve onunla bağlantılı altıgenin kullanılması ile tasarım geometrik bir örgüye büründürülmüştür Buradaki eşkenar üçgenlerin her kenarı geometrik olarak anıta çepeçevre eşdeğer bir perspektif kazandırmıştır Ayrıca anıtın alanına girişten itibaren başlayan ve bir kapı ile yönlendirilen akslara da yer verilmiştir Anıt, köşeleri pahlanmış bir eşkenar üçgen plato üzerindedir Buradaki pahlanmış köşelerden üç yöne yönelik geniş merdivenler ile üçgen biçimindeki zemine ulaşılmaktadır Bu zeminin giriş yönünde küçük bir taç kapıya yer verilmiştir Bu kapının üzerinde “Makber-i Şuhedâ-i Hürriyet” yazılı bir kitabe bulunmaktadır Anıtın zemin altında da bir mahzen kısmı bulunmaktadır

Anıtın yapımında çeşitli taş malzeme kullanılmıştır Anıtın tabanı üçgen biçiminde olup, üçgenin köşelerinin üzerine büyük pembe renkli cilalı taştan birer kürre konulmuştur Bu kürrelerin yardımıyla üçgen alandan altıgene geçilmiştir Üçgenin kenarlarının ortasına da alt kısımda mahzene açılan pencereler bulunmaktadır Anıtın gövdesi aşağıdan yukarıya doğru daralan altıgen kesitlidir Bu gövdenin birer yüzü atlanarak üç yüzeyine 31 Mart Şehitlerinin isimleri altıgen mühürler içerisine oyularak işlenmiştir Gövdenin ön yüzünde Sultan V Mehmet Reşat’ın tuğrası, diğerlerinde de “Tarih-i İstirdâd-ı Meşrutiyet 12 Temmuz 1325” yazısını içeren kitabeler yerleştirilmiştir Altıgen gövdede mukarnasların yardımıyla yuvarlak bir daire oluşturulmuş ve burada prizmatik üçgen geçiş şeridinden yararlanılarak daha da dar bir halkaya ulaşılmıştır Bunun üzerine de yuvarlak namlu biçiminde gövde oturtulmuştur bU gövdenin üzerine süngülü tüfekler, kılıçlar, cankurtaran simidi, bayrak, askeri figürler metal döküm olarak yerleştirilmiştir

Anıtın on sekiz basamakla inilen üçgen planlı mahzen (kripta) kısmı oldukça yüksek olup, üç büyük taşıyıcı ayak buraya yerleştirilmiştir Buradaki üçgenin köşelerine, taş örgülü ayakların üzerine de birer kitabe şeridi yerleştirilmiştir Ayrıca üçgenin güneydoğu köşesine de mermer bir mihrap yerleştirilmiştir Kriptanın üzeri rumi motifli, renkli camlı bir vitray kubbe ile örtülmüştür Bunun ortasına büyük bir avize yerleştirilmiştir Anıtın çevresi geniş bir parmaklıkla çevrilidir Burada Sadrazam ve Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa’nın türbesi ile Mithat Paşa ile Talat Paşa’nın mezarları bulunmaktadır Son zamanlarda Enver Paşa’nın kemikleri de buraya getirilmiştir


Barbaros Anıtı (Beşiktaş)

Barbaros Heykelini Güzel Sanatlar Akademisi Öğretim Üyelerinden Heykeltıraş Hadi Bara ile Zühtü Müridoğlu yapmışlardır Anıtın bronz işleri Yusuf Akpınar ile Ali Haydar Seymen’e aittir Anıtın bronz kısmı altı ton dokuz yüz ton ağırlığındadır

Anıt birkaç basamaklı mermer bir platform üzerinde, on metre yüksekliğinde kademeli kaide üzerine üç bronz figürden meydana gelmiştir Kaidenin ön kısmı gemi pruvası ve güvertesini simgeleyecek biçimde iki buçuk metre yüksekliğinde bir platform şeklindedir Burada Barbaros, normal bir insan boyundan 1/3 daha büyük ölçüde iki leventin ortasında yer almaktadır Arkalarında sivri bir köşe ile sonuçlanan soyut bir kütle bulunmaktadır

Heykelin deniz tarafındaki taş kaidesinde Barbaros’u Kanuni Sultan Süleyman huzurunda gösteren alçak bir kabartmaya yer verilmiştir Heykelin kara tarafında ise bronzdan saray ile ilgili alçak kabartma panolar yer almaktadır Heykelin arkasında ise Yahya Kemal Beyatlı’nın “Süleymaniye’de Bir Bayram Sabahı” isimli şiirinden alınmış dizelere yer verilmiştir:

”Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor
Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor
Adalardan mı? Tunustan mı, Cezayirden mi?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pâre gemi
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor
O mübarek gemiler hangi seferden geliyor?”

Bu dizelerin üzerinde de bir dal motifi ile 1944 tarihi bulunmaktadır

Barbaros Anıtı üzerindeki tiplerin giysileri Nigâri’nin minyatüründen esinlenilerek yapılmıştır Bununla beraber bu tiplemelerde yabancı ressamların çizgilerinden de esinlenildiği sanılmaktadır Nitekim Barbaros’un hemen arkasındaki levent, o yıllarda yeni yeni kullanılmaya başlanan bir tabanca ile sol elinde bir sancak tutmaktadır Soldaki levendin elinde ise bir kılıç vardır Bunlar ayakları açık savaşa hazır durumda yapılmışlardır


Tayyare Şehitleri Anıtı (Fatih)

Mimar Vedat Tek’in eseridir

Bu anıt Türk havacılık tarihinin ilk şehitleri olan Fethi, Sadık ve Nuri beyler için dikilmiştir Bu askeri pilotlar IDünya Savaşı öncesinde diğer devletlere Osmanlılarda da havacılığın başladığını göstermek amacıyla Enver Paşa’nın isteği üzerine iki uçakla İstanbul’dan Kahire’ye kadar uzanan 2500 kmlik bir uçuşu gerçekleştirmek amacıyla yola çıkmışlardır Pilotlardan Fethi Bey ile Sadık Bey 27 Şubat 1914’te Şam-Kudüs arasında, Fransız Deperdussin tipindeki diğer uçağın pilotu Nuri Bey ise 11 Mart 1914’te Yafa’dan kalkarken düşmüşler ve şehit olmuşlardır İlk hava şehitlerinin mezarları Suriye’de, Şam Emeviye Camisi’nde Selahaddin Eyyubi Türbesi’nin yanında bulunmaktadır

Anıt, beyaz mermer ve bronzdan yapılmış olup, mermer bir kaide üzerinde kırık bir sütundan meydana gelmiştir Anıtın kırık olmasının nedeni de yarıda kalan uçuşu simgelemektedir Yaklaşık 750 m yüksekliğindeki anıtın kaidesinin iki yanındaki madalyonlara bronz bir kitabe ve bronz bir rölyef işlenmiştir Sütun üzerinde ise yine bronzdan bir defne dalına yer verilmiştir Her yıl Hava Şehitleri nedeni ile bu anıt önünde tören düzenlenmektedir


Yahya Kemal Beyatlı Anıtı (Beşiktaş)

İstanbul ili Beşiktaş ilçesi, Kadırgalar Caddesi’nde Maçka Parkı içerisindeki bu anıt, Türk edebiyatının ünlü şairi Yahya Kemal Beyatlı’nın (1884–1858) doğumunun 84 yıldönümü nedeni ile 2 Aralık 1968’de dikilmiştir Anıt İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Öğretim Üyesi Heykeltıraş Hüseyin Gezer’e aittir

Anıt Tunçtan yapılmış olup, 180 m yüksekliğindedir Burada koltuğa oturmuş halde Yahya Kemal Beyatlı sağ elini şakağına dayamış, sol eline de bastonunu almış vaziyette tasvir edilmiştir Anıtın üzerinde, değişik yerlere şiirlerinden alınmış dizeler yazılmıştır:

“Cihan Vatandan ibarettir

“Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul
Görmedim, sevdiğim, gezmediğim hiçbir yer”

“Öyle sinmiş bu vatan semtini milliyetimiz ki
Biziz hem görülen, hem duyulan yalnız biziz”

“Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer”

“İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar”

“Ölüm yabancı bir âlemde bir geceyse bile
Tahayyülümde vatan kalsın eski haliyle”

“Ölmez kaderde var bize ürküntü vermiyor
Lâkin vatandan ayrılışın ızdırabı zor”

“Yarab bana bir ses yaratan kudreti ver”


İnönü Anıtı (Beşiktaş)

Belling’e 1940 yılında ısmarlanmıştır Bugünkü Taksim Gezisi olan, İnönü Gezisi olarak yapılan yerin Taksim Meydanı’na bakan yüzüne yerleştirilmek üzere yapılmıştır Anıtın kaidesi 1943–1944 yılları arasında tamamlanmıştır

Anıtın kaide ve çevre düzenlemesi Güzel Sanatlar Akademisi Öğretim Üyelerinden Feridun Akozan ve Mimar Mehmet Ali Handan tarafından yapılmıştır Ancak 1950 yılında Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi nedeni ile RBelling’in yapmış olduğu heykel yerine konulmamış ve uzun yıllar kaidesi boş kalmış, heykelin parçaları Mecidiyeköy’deki Tekel Likör Fabrikası bahçesinde ve daha sonra da Edirnekapı’daki belediye atölyelerinde saklanmıştır 1982’de alınan karar üzerine heykel bugünkü Taşlık’taki yerine konulmuştur

Anıt 7,5 m yüksekliğinde taş bir kaide üzerinde 5 m yüksekliğinde, bronz at üzerinde İnönü heykeli ve kaidenin önüne yerleştirilmiş 3 m yüksekliğinde genç bir erkek figüründen meydana gelmiştir Buradaki bir elinde defne dalı, diğer elinde meşale tutan genç erkek figürü barışı ve Türkiye Cumhuriyeti’ni simgelemektedir Taş kaidenin bir yüzüne Atatürk’ün II İnönü Zaferi’ni kutlamak için İsmet Paşa’ya çektiği telgrafın metni işlenmiştir:

“Bütün tarih-i âlemde, sizin İnönü Meydan Muharebesinde deruhte ettiğiniz vazife kadar ağır bir vazife deruhte etmiş kumandanlar enderdir Milletimizin İstiklâl ve hayatı dâhiyane idareniz altında şerefle vazifelerini ifa eden kumandan ve silah arkadaşlarınızın kalp ve hamiyetine büyük bir emniyetle istinat ediyordu Siz orada yalnız düşmanı değil milletin makûs talihini de yendiniz 1Nisan 1921”

Kaidenin diğer yüzünde de başka bir kitabeye yer verilmiştir:

“Savaşta büyük asker, barışta büyük devlet adamı ve diplomat, İnönü, Sakarya Muharebesinde ve Afyonkarahisar Taarruzunda cephe kumandanı, Büyük Millet Meclisi hükümetinin Hariciye Vekili ve Lozan Murahhas Heyeti’nin reisi, Cumhuriyet Hükümeti’nin on dört yıl Başvekili, hayatını ve dehasını yalnız yurt ve halk hizmetine veren yapıcı ve kurucu Cumhurreisimiz ve Milli Şef’imiz İsmet İnönü’ye ve İstanbul şehrinin sevgi, saygı ve minnet duygularıyla…”


Akdeniz Anıtı (Şişli)



İlhan Koman’ın bu eseri 1981 yılında Simavi Ödülü’nü kazanmıştır Heykel ilk tasarımında yedi metre boyunda ve Akdeniz’in on yedi çeşit mavisini oluşturacak biçimde idi Ancak Halk Sigorta binanın önünü kapatacağı endişesi ile heykelin yarıya kadar küçültülmesine karar vermiştir Yeterli sayıda boyanın bulunamamasından ötürü de heykel yalnızca beyaz renkte yapılmıştır

Akdeniz Heykeli birbirine eşit uzunlukta çok sayıda kaynaklarla birleştirilmiş, 4,5 ton ağırlığında saç levhalardan meydana gelmiştir Burada kollarını açmış durumda bir kadın tasvir edilmiştir Uçucu bir hafiflik gösteren heykelde kesintili sürekliliği dilimler arasındaki eşit boşlukta hacimlerden ötürü hareketli bir görünüm sağlanmıştır Heykeltıraş İlhan Koman’a göre burada “dalgalardan teşekkül eden, dalgaların meydana getirdiği ilahe, gözün yansıması, hareket eden bakışın sinetik yanılgısı” gösterilmiştir Cepheden bakıldığında kadının yüzünde sert bir ifade vardır Burada bir bakıma insanlardan gördüğü eziyet protesto edilmiştir Farklı açılardan bakıldığında da gövde dalgalı bir şekle dönüşmektedir

İlhan Koman’ın İsveç meydanlarını süsleyen heykelleri olmasına karşılık bu heykel sanatçının İstanbul’daki en büyük boyutlu tek heykelidir Yalnızca Divan Oteli’nin önündeki otoparkta küçük bir heykeli bulunmakta olup, yer konumundan ötürü kimsenin dikkatini çekmemektedir


Cumhuriyet’in 50Yıl Anıtı (Beyoğlu)

Sadi Çalık tarafından 1973 yılında Cumhuriyet’in 50Yılı anısına yapılmıştır

Heykel paslanmaz çelikten üç büyük boru halinde yapılmıştır Bu silindirik borular Cumhuriyet’in dinamizmi ve aydınlanma simgelenmiştir








Barış ve Kültür Heykeli (Zeytinburnu)

Heykel Zeytinburnu Belediye Başkanı Murat Aydın’ın tasarımıdır

Bu heykel barış ve kültürü simgelemekte olup, beş metre yüksekliğindedir Burada üç elin üzerinde dünya tasvirine yer verilmiştir Dünya figürünün içerisinde barışı simgeleyen üç zeytin dalı uzanmaktadır Buradaki üç el Zeytinburnu’nda yaşayan Türk, Rum ve Ermeni toplumunu simgelemektedir





Lahana Anıtı (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesinde, Topkapı Sarayı birinci avlusunda bulunan bu anıt, Sultan III Selim’in (1761–1808) 434 adımdan tüfekle yapmış olduğu nişan talimi sırasında yumurtayı vurmasından ötürü dikilmiştir

Anıt dört yüzlü mermer bir sütun şeklinde olup, üzerinde kabartma olarak işlenmiş lahana tasviri bulunmaktadır Çelebi Sultan Mehmet Merzifon’un ünlü lahanası nedeni ile Merzifon süvarilerine Lahanacı ismini yakıştırmıştır Sultan III Selim’in de bu süvarileri tutması nedeni ile de anıtın üzerine lahana tasviri yerleştirilmiştir

Anıtın denize bakan yüzünde Hattat Mahmud Esad Yesari’nin yazdığı Şair Naşit’in 1790 tarihli on sekiz mısralık dizesi yazılıdır Bu yazıtın ilk satırında:

“Hazreti Sultan Selim Han İbn-i Sultan Mustafa
Mazhar etmiş zatını hak her fünunu ekmele”;

Kitabenin son satırında da:

“Naşıda hamem cevahir kondurur tarihini
Beyzayı Sultan Selim cemşek urdu hele
1205 (1790)” yazılıdır

Alıntı Yaparak Cevapla

İstanbul Hakkında Bilgi

Eski 08-14-2012   #26
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İstanbul Hakkında Bilgi



İstanbulun Tarihi Ağaçları

İstanbul’un Tarihi Ağaçları


Doğal olarak yaşamlarını sürdürebilme olanağını bulabilen ağaçlar, önlerindeki bir çok tarihi olaya da tanık olmuşlardır Günümüz İstanbul’unda öylesine yaşlı ağaçlar vardır ki, onların isimleri tarihi olaylarla birlikte anılmaktadır Yüzyıllar boyunca ulu gövdeleri, geniş dalları birçok anıyı saklamışlardır Sultanahmet Meydanı’ndaki Kanlı Çınar, Gülhane Parkı önündeki Yeniçeriler Çınarı, Koca Mustafa Paşa Camisi’nin avlusundaki Zincirli Servi, Büyükdere’deki Büyükdere Çınarı ile Emirgân Çınarı bunların başında gelmektedir Bu ağaçların önünde tarihin en kanlı olayları cereyan etmiş, bazılarının gövdelerini meczuplar istila etmiş, bazılarının isimleri çeşitli söylentilere karışmış, bazısının altında da devrin en seçkin simaları toplanarak akademik konuları tartışmışlardır

İstanbul tarihinde iz bırakmış ağaçlardan Yeniçeriler Çınarı’nın ayrı bir öyküsü vardır Sultanahmet Meydanı’ndan Gülhane Parkına inen yolun başındaki bu çınar tarihi bir olaya rastlantı sonucu da olsa tanık olmuştur


Yeniçeriler Çınarı (Eminönü)

Fatih Sultan Mehmet’in ilk sarayının bulunduğu bugünkü Topkapı Sarayı’nda yaşayan hizmetkârlardan genç bir kız hürriyetine kavuşabilmek için duvarlara tırmanıp kendisini saray dışına atmıştır Ne var ki, tanımadığı bir kişi onun saray giysilerinden ve heyecan içerisinde oluşundan şüphelenerek yakalamış, buradaki heybetli çınarın gövdesi içerisine hapsetmiş, bahşiş koparabilmek için saraya haber vermiştir Fatih Sultan Mehmet olayı öğrenir öğrenmez, o adamı huzuruna çağırmış, davranışından memnun olduğunu ve karşılığında isteğinin ne olduğunu sormuştur Adam ise yaptığı bu işin karşılığında para istemediğini, hünkâr tarafından mutlak mükafatlandırılmak isteniyorsa, çınar yakınında bir yeniçeri ocağının kurulmasını dilemiştir Bunun üzerine de bu çınarın yanında bir yeniçeri ocağı kurulmuş, “Kız Bekçileri” ismi de bu ocağa verilmiştir Topkapı Sarayı’nın ön karakolu olan bu ocakta kırk yeniçeri sürekli nöbet tutmuş, buradaki askerler heybetli görünüşleri, renkli giysileri ile gelip geçen herkesin dikkatini çekmiştir Yeniçerilerin kaldırılmasına kadar bu karakol önemini korumuş, İstanbul’a gelen gezginler ve yabancı devlet elçileri bu çınardan “Yeniçeri Ağacı” veya “Kız Bekçileri” ismi ile söz etmişlerdir


Kanlı Çınar (Vaka-i Vakvakiye) (Eminönü)

Sultanahmet Meydanı’ndaki bir diğer çınar ağacının önünde kanlı olaylar olmuş ve bu nedenle ona “Kanlı Çınar” ismi verilmiştir Günümüze ulaşamayan bu çınar, Ayasofya ile Sultanahmet camileri arasında, bugün park olan yerde bulunuyordu Burada ağacın dikkati çeken bir özelliği de dallarından birisinin Ayasofya’yı göstermesi idi

Tarihin derinliklerine baktığımızda bu çınarın isminin ilk kez Sultan İbrahim’in tahttan indirildiği günlerde geçtiğini görüyoruz Sultan İbrahim’in tahttan indirmek için ayaklananlar önce Sadrazam Ahmed Paşa’yı yakalamış ve asileri destekleyen Vezir Sofu Mehmet Paşa’ya teslim etmişlerdir Kurnaz ve işini bilen bir vezir olan Mehmet Paşa önce Onu Şehzadebaşı’ndaki konağında ağırlamış, sonra da şeyhülislamdan idamı için fetva almıştır Öte yanda Ahmed Paşa malını mülkünü Mehmed Paşa’ya bırakarak canını kurtardığını sandığı anda birden karşısında devrin ünlü celladı Kara Ali’yi görünce her şeyin bittiğini anlamıştı Kara Ali ve diğer cellatlar onu sürükleyerek konağın bodrumuna indirip kementle boğmuşlardır Bunun ardından sadrazamın cesedi bir ata bağlanarak sürüklene sürüklene Sultanahmet’teki bu çınarın altına bırakılmıştır Bu arada yeniçeri kılığına giren bir câni, insan yağı romatizmaya iyi gelir diyerek sadrazamın şişman vücudunu parça parça doğrayarak isteyene vermeye başlamıştır Bu acı olay üzerine bu çınara “Kanlı çınar” sadrazama da bin parça anlamında “Hazerpare Ahmet Paşa” ismi yakıştırılmıştır

Kanlı Çınar, bir süre sonra yeni bir kanlı olaya sahne olmuştur Yeniçeri ulûfelerinin dağıtıldığı bir gün Girit seferinden dönen yeniçerinin dağıtımdan pay alamamaları, kapıkulu ocaklarına da ayarı düşük akçe verilmesi ortalığı karıştırmış ve yeni bir ayaklanmaya neden olmuştur At Meydanı’nda toplanarak saray kapılarına dayanan yeniçeriler ve onlara katılanlar yeni kurbanlar istemeye başlamıştır Sultan IV Mehmet henüz çocuk yaşta bir padişahtı Padişahın yanındakiler asilere direnmişlerse de durumun daha da kötüye gitmesi üzerine istenilen kişileri boğdurup saray duvarlarının dışına bırakmışlardı Boğdurulanlar arasında Kızlar Ağası, Kapı Ağası, Padişahın müsahibi ile Kösem Valde Sultan zamanında nüfuzu artan Mülki Kalfanın kocası Şaban Ağa’da bulunuyordu

Bundan sonra isteklerini elde eden asiler, kesik başları çınarın dallarına asmıştır Buradaki başlar günlerce asılı kalmış, rüzgarla sallanmış ve halk bu görünümü dehşet içerisinde seyretmiştir

Çınara ikinci kez kanlı bir olaydan sonra “Vaka-i Vakvakiye” ismi halk tarafından yakıştırılmıştır İstanbullu bir şair de bu olay üzerine bir şiir yazmıştır

Gûşu merihe erüp tantana-i cahü celâl
Lerzenâk etti bu kavga gühu âfâkı
Oldu mahmur nice mest müdamı devlet
Câmı ikbale ne tarh etti bilinmez Sâki
Bağbanı felek gine güzârı seyret
At Meydanına dikti secere-i vakvakı

Sultanahmet Meydanı’ndaki bu çınarın yazgısı bununla sona ermemiş, 1826 yılında son yeniçeri isyanı bastırıp, ocak dağıttığı zaman Sultanahmet Camisine gizlenen son yeniçeriler de boğdurulup cesetleri yine bu çınarın dallarına asılmıştır
Secerei Vakvak’ın öyküsünü hazırlayıp, şiire çeviren İzzet Molla da şu dizeleri yazmıştır:

Bir zaman ehli fitne camii Hanı Ahmedde
Bigünah asmış iken kullarını Hallâkim
Şimdi erbabı Şekanın dökülüp kelleleri
Meyve vaktine yetiştik, secerei vakvakın


Zincirli Servi (Fatih)

İstanbul ili Fatih ilçesi Kocamustafapaşa’da, Kocamustafapaşa Cami’sinin avlusunda bulunan, desteklerle korunmaya çalışılan zincirli servinin İstanbul folklorunda önemli bir öyküsü vardır Buna göre; Bu zincir borcunu kabul etmeyenler ağacın altına getirilecek olunursa, zincir hareketlenerek borçlunun üzerine değermiş Bu nedenle de alacaklı birçok kişi Osmanlı tarihinde Kadı’nın yerine şahitler önünde, yakaladığı borçlusunu servinin önüne götürür ve onun vereceği hükmü beklermiş Ancak servinin üzerindeki zincirin nasıl ve ne şekilde hüküm vereceği de bilinmez Zincirli Servi ile ilgili bir başka inanışa göre de bu zincir kıyametin kopmasını önlüyormuş Zincir yerinden kopup düşecek olursa o zaman kıyamet koparmış

Yüzyıllar serviyi öylesine yıpratmış ki nihayet zinciri taşıyamamış, yerinden koparak yere düşmesin diye zincir İstanbul Belediye Müzesi’ne kaldırılmış

Bu ağacın yanında tunç şebekeli, üzeri kitabeli, mevsimine göre açan çiçeklerle bezeli bir mezar bulunmaktadır Bu mezarla ilgili de bazı inanışlar vardır İslam tarihlerine göre Hz Hüseyin’in şehit edilmesinden sonra ailesi esir edilmiş, önce Şam’a getirilmiş, sonra da Yezid onları Medine’ye göndermişti Zincirli Servi’nin yanındaki bu mezar Hz Hüseyin’in Fatma ve Sakine isimlerindeki iki kızına aittir Bu kızların Arap Yarımadası’ndan İstanbul’a ne şekilde geldikleri de bilinmiyor Tarihi belgelerle ispatlanamayan bu geliş iki şekilde olmuştur Bunlardan birine göre Yezid, Hz Hüseyin’in kızlarını Bizans İmparatoru IV Konstantin’e cariye olarak göndermiştir Diğer rivayete göre de Yezid, kızları Mısır’a deniz yolu ile gönderirken gemi korsanların hücumuna uğramış, içerisindekiler esir edilerek İspanya’ya götürülmüştür İspanya Kralı da esirler arasından seçtiklerini IV Konstantin’e hediye olarak göndermiş ve bunların arasında da Hz Hüseyin’in kızları İstanbul’a gelmiştir Bir başka rivayete göre de bu iki kızı Haçlılar Beyrut’tan İstanbul’a getirmiştir

IV Konstantin bu kızların Hz Hüseyin’in kızları olduğunu öğrenince onları diğer esirlerden ayırmış ve bugünkü Kocamustafapaşa Camisi’nin bulunduğu yerdeki Hagios Andreas Manastırı’nda misafir etmiştir İmparator kızları kendi oğulları ile evlendirmek istemişse de kızlar, kendilerine yapılan evlenme teklifine ancak kırk gün sonra cevap vereceklerini söylemişlerdir Verilen süre bittiği zaman cevabı almaya gidenler iki kardeşin birbirlerine sarılmış, üzerlerine nur inmiş cesetleri ile karşılaşmışlardır Bunun üzerine Tahire-i Muhteremeler diye isimlendirilen bu iki kardeş bugünkü Kocamustafapaşa Camisi’nin avlusunda Zincirli Servi’nin yanına gömülmüşlerdir Sonraki devirlerde mezarın yeri kaybolmuştur

İstanbul’un fethinden sonra Sümbül Sinan Efendi bu rivayetleri göz önüne alarak buraya bir mezar yapmış, yanına da bir Bektaşi tekkesi kurmuştur Ayrıca ölümünden önce de “Beni Tahire-i Muhteremelerin ayakucuna gömünüz” diye vasiyet etmiştir

Sultan II Mahmut kendisine nakledilen rivayetlere ve gördüğü rüyalara dayanarak Zincirli Servi’nin altına tunç şebekeli bir açık türbe yaptırmış, üzerine de devrin ünlü hattatı Yesarizade Mustafa İzzet Efendi’nin talik yazılı bir kitabesini koydurmuştur


Emirgan Çınarı (Sarıyer)

İstanbul Sarıyer ilçesi, Emirgân’da ünlü Çınaraltı Kahvesi’ne ismini veren Emirgân Çınarı’nın edebiyatımızda önemli bir yeri vardır Birkaç yüzyıllık bir geçmişi olan bu çınarın altında devrin tanınmış kişileri toplanmış ve çınarın altı bir nevi akademi konumuna gelmiştir

Ruşen Eşref Ünaydın Boğaziçi isimli eserinde bu çınarın altından şöyle söz etmiştir:

“ Onun güzelliği üç sade şeyin birbirine uygunluğundan geliyor; çınar, mermer, deniz

Dört, beş çınar, deniz kıyısında yokuşumsu bir meydanı kaplamış Her birinin bir ağaç iriliğindeki dalları, mermer direkli beyaz bir cami minaresinin üst hizasına kadar sarmaş dolaş çıkıyor Bu açık hava kahvesi yazları bir bakıma o semtin umumi selamlık dairesi… Geçenlerde bir gün beyaz ceketli bir bahriye zabiti, kaloş kunduraları kaldırımlarda çıkırdayan kranta bir memur mütekaidi (emekli) ile orada tavla oynuyordu Zar ve pul takırtılarına, öteki basanın başına toplanmış gençlerin iddialı dört kol iskambil partileri de karıştı; her iki masanın gürültülerine de nargile tokurtuları kırıtkan dumanlı bir çeşni daha katıyordu

Emirgân Çınarı’nın ününün artması memleketin her yanına yayılmış, özellikle XX yüzyılın başlarında burası tanınmış kişilerin uğradığı yer olmuştur Özellikle Salı ve Cuma günleri öğleden sonraları memleket çapındaki ünlüler burada toplanır olmuştu


Büyükdere Çınarı (Sarıyer)

İstanbul Sarıyer ilçesi, Büyükdere’de bulunan bu çınarın 4000 yıllık bir geçmişi olduğu rivayet edilmektedir Ne var ki bu çınar I Dünya Savaşı’ndan sonra yıkılmış ve yok olmuştur Çınarın bulunduğu alana Bahçe Kültürleri İstasyonu yapılmıştı

XIX yüzyılda yapılmış bir gravürden bu çınarın birbirleri ile kaynaşmış birkaç iri gövdesi olduğu görülmektedir Bu çınarın altında IHaçlı Seferi komutanlarından Godefroy de Bouvillon 1096’da karargâhını kurmuş, bu nedenle de çınara “Platane de Godefroy Bouvillon” ismi verilmiştir

Sultan II Mahmut’un sık sık gittiği Büyükdere çayırında bu çınarın altında oturup Yeniçerilerin oynadığı Tomak oyununu seyrettiği kaynaklarda belirtilmektedir Ayrıca devrin ünlü musiki üstatlarına da burada konserler verdirmiştir

Büyükdere Çınarı bir söylentiye göre üzerine düşen yıldırımdan, bir başka söylentiye göre de içerisinde yapılan kahve ocağının tutuşması sonucu yanmıştır

Alıntı Yaparak Cevapla

İstanbul Hakkında Bilgi

Eski 08-14-2012   #27
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İstanbul Hakkında Bilgi



İstanbul'un Koruları

Şehirlerin içi veya çevresindeki koruma altına alınmış büyük ağaç topluluğu veya küçük
orman parçasına koru denilir Koru ve ormanlar bir ülkenin en büyük zenginlik
kaynağıdır Ayrıca bu yeşillik alanlar kentlerin hem nefes almasını hem de içinde
barındırdığı,sincap,tilki, çeşitli kuşlar gibi küçük hayvanları ile estetiğini sağlarlar
İstanbul ‘un yüzyıllar boyu sahip olduğu yeşil alan ve korular zaman süreci içerisinde
göçler, iskân ve savaş gibi etkenlerle ne yazık ki büyük bir ölçüde azaldı 1950 li yıllardan
itibaren başlayan ekonomik büyüme neticesinde Boğaziçindeki tepeler artan nüfus
karşısında Belediye’nin aldığı bir kararla iskân alanı içine alınarak burada büyük bir inşaat
işgali başladı ve küçük korular bir-bir ortadan kalktılar Bugün mevcut olan koruların
büyük bir bölümü Boğaziçinde diğer kısmı ise İstanbul’un yakın çevresinde toplanmıştır
Hukuki ve mülkiyet açısından İstanbul Koruları başlıca iki grupta toplanır:
1- Hazine ve Belediye’nin mülkiyetindekiler Bu korular Dr Lütfi Kırdar’ın İstanbul
valiliği sırasında kamu varlığına katıldığından bölünme , satılma ve iskan gibi
tehlikeleri yoktur 6831 sayılı kanunun 1inci maddesi gereğince 30 dönüm (3 hektar)
den fazla olanlar bu guruba girmektedir
2- Özel Mülkiyet içindeki korular Aynı kanunun 1inci maddesinin 1 inci fıkrası ve
Tahdit,Tescil Talimatnamesinin 40ıncı maddesinin 3üncü fıkrası gereğince bu
birimlerin ağaç varlığı kalmasa da Orman sayılmakta ve Korumaya girmektedir
3- 30 dönümden az olan mülkiyet içindeki küçük korular Ne yazık ki büyük bir kısmı
inşaatlar neticesinde yok olmuş olan bu yeşil alanlardan arta kalan küçük parçalar İmar
plânları ve tescillerle günümüzde korunmaya çalışılmaktadır
AVRUPA YAKASINDAKİ KORULAR
ALMAN ELÇİLİĞİ KORUSU
Bogaziçinde,Yeniköy-Tarabya yolu üzerindeki yazlık köşklerin arkasında tepeye doğru
yükselen ,eski Tarabya Kasrı’nın bulunduğu yerdeki 17 hektarlık bir koruluktur
Gürgen,akçaağaç ıhlamur ve meşe ağaçlarının yanı sıra az da olsa sert kıllı bir palmiye cinsi
buranın hakim ağaç örtüsüdür Denize nazır tepe’nin üst kısmında I Dünya Savaşında şehit
düşen askerler ile 1883 de Osmanlı ordusunun hizmetine girip 1907 de Ordu Müfettişi olan
ve 1916 da Bağdat da ölen Colmar von der Goltz Paşanın anısı için yaptırılan mezarlıkta ise
fıstık çamları,selvi,yalancı akasya,mavi ladin ve Avrupa ladini bulunmaktadır
AYAZAĞA KORUSU
Sultan IIinci Mahmud zamanında (1808-1839) Hazine-i hassaya ait olup ve padişahın sık
sık avlanmaya geldiği Haznedar Çiftliğinin koruluğudurb İçerisinde Ayazağa Kasırları ile
Ayazağa Av köşkü bulunmaktadır 7,8 hektarlık bir alana sahip olan bu koruluğun hâkim
ağaç örtüsü çınar,Ihlamur,saplı meşe,at kestanesi ile Akçaağaçtır Ayrıca diğer korularda
görülmeyen boy ve çaptaki dişbudak ağaçları dikkati çekmektedir Bugün koruda 1 300 –
1400 kadar büyük çap ve boyda iyi korunmuş ağaç bulunmaktadır Günümüzde büyük bir
kültür kompleksinin kurulması amacıyla koru,içindeki binaları ile birlikte İstanbul Kültür ve
Sanat Vakfı’nın korumasına verilmiştir
ÂRİFÎ PAŞA KORUSU
Bebek-Rumelihisarı arasındaki sahil yolunun arkasındaki Abdülaziz devrinde Osmanlı
Hariciye nazırı olan Ârifî paşa’nın Korusu Boğaziçi Üniversitesi kampüsüne doğru yükselen
yamaçtadır Oldukça dik eğimli bir arazide bulunan bu koruluğun kapladığı alan yaklaşık 22
dönüm kadardır Boğaziçinde en büyük tahribata uğrayıp parsellenip içerisine mahalleler
kurulan yeşil alan burasıdır Ancak en tepedeki dik yamaçta kalan kısmı korunabilmiştir
ARNAVUTKÖY ROBERT KOLEJ KORUSU
Arnavutköy’den Ulus’a doğru yükselen kuzeydoğu ve güneydoğuya bakan yamaçlar ,vâdi
ve tepeciklerden meydana gelen çok dik eğimli bir arazi parçası üzerindedir27,5 hektarlık
bir alanı kaplayan bu korunun büyük kısmı Robert Kolej’in hudutları içerisindedir
Manolya,dişbudak,saplı meşe,yalancı erguvan,sakız ağacı,çitlenbik,yalancı akasya,Ihlamur,
ceviz,defne,sabunağacı,fıstık çamı gibi ağaçların bulunduğu çok bakımlı bir korudur
AVUSTURYA ELÇİLİĞİ KORUSU
Yeniköy sahilindeki Avusturya yazlık elçiliğinin bulunduğu bu arazi Mıgırdıç
Cezayirliyan’a ait idi II Abdülhamid’in emri ile Osmanlı-Avusturya dostluğunun bir
nişanesi olarak kamulaştırılmış ve Avusturya İmparatoru II Franz Joseph 1898 de hediye
edilmiştir Elçilik binasının arkasındaki dört katlı bir set üzerinde bulunan koruluk 5,5
hektarlık bir alanı kaplamaktadır Koruda çok nadide olan gümüşi ıhlamur,yaz
ıhlamuru,beyaz çiçekli at kestanesi,Japon kadife çamı,mavi servi,Avusturya kara çamı,sahi
sekoya,porsuk,erguvan,çin şemsiyesi gibi ağaçlar bulunmakta olup son derece bakımlıdır
AYŞE SULTAN KORUSU
BebeRumelihisarı sahil yolundan Boğaziçi Üniversitesi kampüsüne doğru uzanan eğimli bir
arazi üzerinde idi1886 da doğan ve IIAbdülhamid’in kızı olan Ayşe Sultan (Osmanoğlu)
1924 de hilafetin kaldırılmasıyla Paris’e gitmiş 1952 de Türkiye’ye dönmüş ve 1960 da da
İstanbul’da vefat etmiştir Ayşe Sultan kendi mülkü olan bu koruyu 1942 de Avrupada
yaşarken Sami Serozan’a satmıştır1960 dan sonra koru parsellenmiş ve içerisine
villalar,apartmanlar yapılarak burada bir mahalle oluşturularak İstanbul’un ilk yok edilen
korusu olmuştur Korunun içindeki 38 odalı köşkü ise 1958 de yıkılıp bahçesindeki çok
büyük yaşlı çamlar kesilerek inşaat alanı haline getirilmiştir Günümüzde bu korudan arta
kalanlar evlerin arasındaki münferit ağaç kümeleridir Bugünkü sakinleri müşterek kullanım
alanlarındaki himalaya sediri,servi,mavi atlas sediri,erguvan,defne,ceviz ,acem dutu,
dişbudak,dağ akça ağacı,macar meşesi,sakızağacı gibi nadide ağaçları korumaktadırlar
BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ KORUSU
Bebek-Rumelihisarı sahil yolundan kuzeydoğuya doğru oldukça dik bir eğimle yükselen
tepecik ve vadilerin oluşturduğu bir arazi parçasıdır 23 Hektarlık bir alanı kaplamaktadır
XVII inci yüzyılın ikinci yarısında Kaptan-ı Derya Deli Hüseyin Paşa’nın bağı olarak
bilinen bu arazinin üzerinde 1871 de Misyoner DrCyrus Hamlin’in New York’lu tüccar
Christopher Rindlender Robert ‘den temin ettiği para ve kurduğu vakıf ile Robert Kolej’in
binası yapılmıştır İlk önce küçük bir bina olan okul zaman süreci içerisinde genişleyerek
buğunku durumunu almıştır Kolejin arazisinde kalan koruluk oldukça iyi korunmuş
durumdadır İçerisinde Göknar,fıstık çamı,at kestanesi,ıhlamur,dişbudak gibi ağaçların yanı
sıra çok nadide olan Amerikan sahil sekoyası,Mavi sedir bulunmaktadır Son 15 yıl
içerisinde korunun açık alanları da iğne yapraklı çam,defne,kermes meşesi gibi ağaçlarla
doldurulmuştur
EMİN ERKAYINLAR KORUSU (Şeyhülislâm Cemâleddin Efendi Korusu)
Kuruçeşme’de sahil yolu ile Ulus’daki TRT arazisi arasında yüksek duvarlarla çevrili 100
dönümlük bir koruluktur Şeyhülislâm Cemaleddin Efendi’nin (1848-1917) korusu olarak
bilinen bu arazi daha sonra Emin Erkayın’a geçmiş onun ölümünden sonra da varisleri
arasında bir anlaşma sağlanamadığından bugün perişan bir haldedir Korunu yukarı
kısmındaki iki köşkten biri yanmış diğeri ise harap bir haldedir Korunun Kuruçeşme
tarafındaki büyük giriş kapısı ve onun bitişiğinde de bir çeşme kalıntısı bulunmaktadır
Ayrıca Kuruçeşme tarafındaki duvarlarına bitişik birkaç tane büyük su sarnıcı
bulunmaktadır Horasan harç ile sıvalı olan bu sarnıçlardan devrinde sahildeki saray ve
yalılara su temini için yapılmıştır Bugün bu sarnıçlardan birine kapı ve pencere açılarak ev
haline getirilmiştir Bugün bu sarnıçlardan birine kapı ve pencere açılarak ev haline
getirilmiştir abanıl bur durumdaki koruda mavi atlas ve himalaya sedirleri,manolya ve alev
ağaçları gibi nadide ağaçların yanı sıra,meşe, çam,göknar,çitlenbik ve ıhlamur da
bulunmaktadır
EMİRGAN KORUSU
Bizans döneminde, Baltalimanından İstinye’ye kadar uzanan bu arazinin büyük bir servi ormanı olup
adının da (Kyparades ) olduğunu eski kaynaklardan öğrenmekteyiz XVI ıncı yüzyıla kadar mîri arazi
olan bu yer Nişancı Feridun Bey’e verilmiş ve “Feridun Paşa Bahçesi” adı ile anılmıştır IV Murad
ise 1635 de İran seferinden dönerken yanında getirdiği ve sonra en büyük musahibi olarak kabul ettiği
Emirgûne oğlu Tahmasb Kulu Han’a vermiştir Bu tarihten sonrada burası “Emirgûne Bahçesi” veya
“Mirgûn bahçesi” adı ile anılmıştır Daha sonra da bu isim “Emirgan” a dönüşmüştür IV Murad’ın
ölümünden sonra Emirgûne oğlu idam edilip malları müsadere edilerek Kemankeş Mustafa Paşa’ya
verilmiştir XIX uncu yüzyılın ikinci yarısında ise Sultan Abdülaziz buradaki büyük arazi parçası ve
koruluğu Mısır Hıdivi İsmail Paşa’ya vermiştir İsmail Paşa bu korunun içine birbirinden zarif üç köşk
inşa ettirmiş ve çevresini de park halinde düzenlemiştir Hıdivliğin kaldırılması ve İsmail Paşa’nın
ölümü üzerine koru üç çocuğu arasında taksim edilmiştir Hüseyin Kâmil Paşa Tıkmak burnu
tarafını,İbrahim Paşa orta kısmını,kızı Prenses Fatma da batı kısmını almışlardır Onların da
ölümlerinden sonra varisleri burası ile ilgilenmemiş ve vereseden Satvet Lütfü Tozan satın almıştır
Bir müddet sonra da 1943 de İstanbul Belediyesi burayı kendisinden satın alarak halka açık bir park
haline getirmiştir Günümüzde İstanbul Büyükşehir Belediyesi Park ve Bahçeler Müdürlüğüne bağlı
bir şeflikle idare edilmektedir
472000 mkarelik bu korunun içinde Hıdiv İsmail Paşa’nın yaptırdığı iki su göletinin etrafı
ağaç taklidi kaskadlar ve korkuluklarla süslüdür Korunun içindeki üç köşk’ten en büyüğü
olan “Sarı Köşk” 1954 de geçirdiği bir yangınla yanmış ve Belediye tarafından eski halinde
yenilenmiştirTürkiye Turing ve Otomobil Kurumu’nun Genel Müdürü olan Çelik Gülersoy,
1979-1980 de Belediye ile yaptığı bir protokolla bu üç köşkün kullanımını kiralamıştır Her
üçü de baştan aşağı onarılıp döşenen bu köşklerden “ Beyaz Köşk” adı ile anılanı bir
“Müzik Sarayı”na dönüştürülüp konserler verilmiştir 1995 de İstanbul Belediyesi bu
köşklerin kira mukaveleleri feshedilip Türkiye Turing ve Otomobil Kurumundan alarak
tekrar kendi bünyesine bağlamıştır
İstanbul Belediyesi 1960 dan bu yana Türk lâleciliğini ihya ve teşvik amacıyla her yıl
burada bir lâle festivali düzenlemektedir Köşklerin işletmesini alan Türkiye Turing ve
Otomobil Kurumu ,buradaki restorasyonlarını tamamladıktan sonra ,İstanbul halkına
Avrupai bir cafe’nin nasıl olacağını göstererek hizmete sokmuştur 1982 senesinde
düzenlenecek olan geleneksel “Lale Festivali” ni Çelik Gülersoy üslenmiş ve o sene sırf
Lale Bayramı için özel olarak yaptırdığı eski İstanbul faytonları,seyyar satıcıları, ve Lale
devrinin giysilerini taşıyan Kurum’un genç kız personeli ile İstanbullulara unutulmaz bir
festival yaşatmıştır Türk Amerikan Üniversiteliler Derneği de bu bayram sırasında eski
İstanbul’un geleneksel kadın giysileri ve feracelerden oluşan orijinal kostümler ile bir de
defile tertip etmiştir
Etrafı duvarlarla çevrili olan bu koru 120 den fazla bitki ve ağaç türünü barındıran 472
hektarlık bir alanı kaplamaktadır Koru içindeki parkların düzenlenmesinde Romantik
İngiliz bahçe mimarisi ile açıkça bir Avrupa stili görülmektedir Fıstık çamı,kızılçam,halep
çamı,ağlayan çam,Veymut çamı,sahil çamı,Japon kadife çamı,Londra çamı ,Avrupa,mavi ve
konik ladinler den meydana gelen çamların yanı sıra Mavi atlas,Lübnan,Himalaya
sedirlerinin en güzel örnekleri buradadır Ayrıca kayın,dişbudak,sabunağacı,salk ım
söğüt,Macar meşesi ağaç örtüsünü meydana getirir İstanbul Park ve Bahçeleri ile
korularında rastlanmayan nadide ağaçlardan olan Kolorado gümüşi köknarı,Çin mabet
ağacı,kaymakağacı,kaliforniya su sediri ,sahil sekoyası ve kâfur ağacı da burada
bulunmaktadır
FRANSIZ ELÇİLİĞİ KORUSU
Tarabya’daki İpsilanti yalısının arkasındaki iki set halinde yükselen 75 hektarlık bir
alandır İpsilanti ailesinin fertleri Eflak ve Buğdan’da voyvodalık yapmış ve atalarının
Bizans İmparator ailesi olan Komnenoslar soyundan geldiğini iddia eden Fenerli bir Rum
ailedir Tarabya’daki bu arazi XVIII inci yüzyılda bu aileye aitti ve sahilde de bir yalıları
vardı Bâbıâlide tercümanlık yapan Aleksandros İpsilanti (1792-1828), görevi sırasında Rus
yanlısı bir siyaset izlediğinin Osmanlı hükümeti tarafından farkedilmesi üzerine Rusya’ya
kaçtı ve orada öldü Osmanlı Hükümeti de bu ailenin bütün mallarını müsadere etti Bundan
sonra yalı ve arazi Fransa elçiliğinin yazlık binası olarak kullanılmak üzere General
Sebastiani’nin tavassutu ile Fransa Hükümetine tahsis edildi
Yalının arkasındaki tepenin boğaz’a bakan yamacındaki iki büyük set’den meydana gelen
koruluğun yukarı setinin iki tarafı fıstık çamlarının meydana getirdiği bir sınırın içinde
kalan üçgen bölüm,içine dikili ağaçları ile adeta bir satranç tahtası görünümünde büyük bir
teras şeklinde idi Bu setin yalı tarafındaki küçük çıkması ile aşağı set arası kat-kat istinat
duvarları ve rampalarla birbirine bağlanmış olup aralarında bir de kaskatlı çeşme
bulunmaktadır Koruluğun hakim ağaç örtüsü olan fıstık çamlarının yanı sıra
akçaağaç,ıhlamur,çınar,yalancı akasya,bozkavak,saplı meşe ve defne ile sarısalkımlarla
erguvanlar buranın hâkim florasıdır
FRANSIZ YETİMHANESİ KORUSU
Bebek’i Etiler’e bağlayan dik yolun solunda 3,3 hektarlık bir alanı kaplayan bir koruluktur
Yanında ise İpar ve Kortel koruları bulunmaktadır Mülkiyet 1909 da Bebek’de açılan
Gabriel Fransız Okulu ile kimsesiz çocuklar için kurulmuş yetimhaneye aitti Lozan
Antlaşmasından sonra kapatılan bu okulun malları ve arazisi Saint Benoit Fransız Lisesine
devredildi Bu küçük koruluk ta çitlenbik,kestane,akçakesme,at kestanesi,sakız ağacı,kermes
ve saplı meşeler,fıstık çamları,gümüşi ıhlamur,defne ve menengiç’ler bir intizam
göstermeden grift bir karmaşa ile bu koruluğu doldurmaktadır
HUBER KORUSU (Cumhurbaşkanlığı Yazlık Köşkü Korusu)
Yeniköy-Tarabya sahil yolunda,koyun güneyindeki eski Huber Köşkü’nün arkasındaki
yamaç ve tepe üzerindedir Almanya’daki Mauser fişek fabrikalarının sahibi olan Auguste
Huber, Alman Krupp firmasının temsilciliğini alarak İstanbula geldiğinde Tıngıroğlu ve
Düzoğlu ailelerinden bu malikaneyi ve arkasındaki araziyi satın almıştır Ayrıca silah
ticareti ve komisyonculuğu da yapan Auguste Huber I inci Dünya savaşının bitiminde ve
İstanbul’un işgalinden az önce köşkü terkederek memleketine döner Huber’in ölümü
üzerine eski Maliye Nazırı Necmettin Molla varislerin yaşadığı Ausburg’a giderek köşkü
aileden satın alır Köşk ve arazisi daha sonra Mısırlı Prenses Kadriye Hanım’a satılır
Prenses İstanbuldan ayrılıp Mısır’a dönmeye karar verince de burasını sembolik bir ücretle
Notre Dame Sion sörlerine bırakır Mülkiyet 1973 de Boğaziçi İnşaat AŞ ye geçen yapı
1985 de kamulaştırılarak Cumhurbaşkanlığı Rezidansı olarak kullanılmaya başlar
64000 m karelik bir alanı kaplayan koruluk ise bir İngiliz Bahçesi stilinde tanzim
edilmiştir İçerisindeki nadide ağaç türleri ile Boğaziçinin en önemli yeşil alanlarından
birisidir Korudaki,Gümüşi Ihlamur,pırnal meşesi,kızılçam,fıstık çamı,sahil sekoyası,saplı
meşe,dişbudak,porsuk ve anıtsal bir boyuta erişmiş duglaz göknarı ağaçları bulunmaktadır
İNGİLTERE ELÇİLİĞİ (Yazlık) KORUSU
Tarabya’da sahil yolundaki yazlık binanın arkasında yükselen alandadır 27 hektarlık bir
alanı kaplamaktadır İçerisinde,servi, akçaağaç,atkestanesi,ıhlamur,p orsuk,defne,çınar, saplı
meşe,yalancı akasya,gülibrişim,fıstık ve kızılçamlar bulunmaktadır
İPAR KORUSU
Arnavutköy-Bebek arasında sahilden güneybatıya doğru yükselen oldukça dik eğimli bir
tepededir Bugün mülkiyeti Emin Hattat ailesindedir Etiler tarafındaki büyük kapıdan
girilen koru 4,4 hektarlık bir alanı kaplar İçeride Bizans dönemine ait duvar parçaları
görülmektedir İçiçe girmiş
çitlenbik,atkestanesi,ıhlamur, dişbudak,erguvan,fıs tıkçamı,manolya porsuk ve sekoyalar
bakımsız da olsa güzelliklerini korumaktadır
KORTEL KORUSU
Arnavutköy-Bebek arasında,kıyıdan güneybatıya doğru yükselen oldukça dik eğimli bir bir
tepeciktedir Kavalalı Mehmet Ali Paşanın kızı Zeynep hanıma ait olan bu koruluğun içinde
bugün yanmış olan iki ahşap köşk vardı Türkiyenin ilk elektrik mühendislerinden,İstanbul
ve Zonguldak milletvekiliği yapmış olan Hüsnü Kortel 1935 de burayı varislerden satın
almıştır Korunun sırta yakın düzlük kesimine ise ne yazık ki birtakım ağaçlar kesilerek
1978-1984 yılları arasında 20 ye yakın ikişer katlı villalar yapılmıştır
2 hektarlık bir alanı kaplayan bu koruda fıstık ve kızılçamlar,servi,sakızağacı,s aplı
meşedefne ve mavi atlaslar yaşamaya çalışmaktadır
NACİYE SULTAN KORUSU
Ortaköy-Kuruçeşme arasında,Defterdar Burnundan batıya doğru yükselen dik eğimli bir
yamaçla ve tepede düzleşen bir arazidedir Zaman içerisinde birçok el değiştiren bu arazinin
ilk kullanımı Dâhiliye Nazırı sonra da Sadrazam olan Ahmet Hamdi Paşa(1826-1885)’ya
aittir Daha sonra II Abdülhamit tarafından Sadrazam Edhem Paşa’ya verilmiş tir Paşa’nın
ölümünden sonra Şerif Paşa burayı satın almış ondan da Mediha Sultan’a geçmiştir Mediha
Sultandan sonra,Abdülmecid’in oğlu Şehzade Süleyman Selim Efendi’nin kızı ve Enver
Paşa’nın karısı olan Emine Naciye Sultanın (1896-1957) mülkiyetine geçer Korunun adı
Sultanın ismi ile bütünleşir Korunun içinde Enver Paşa Köşkü olarak tanınan bugün
restore edilmiş olan ahşap bir köşk vardı Ne yazık ki Boğaziçinin en çok yağma edilen yeşil
alanı olan bu korunun büyük bir kısmına 1980 li yıllarda iki katlı köşkler yapılarak
betonlaştırılmıştır 3,3 hektarlık bir alanı kaplayan bu korudan günümüze gelebilen
ağaçlardan en önemlisi anıtsal bir boyuta erişmiş olan yaşlı sakız ağacı ile yine yaşlı bir alev
ağacıdır Ayrıca fıstık çamları,kızıl çamlar ,erguvan,gül ibrişim ve sedir ağaçları bugün çok
kısıtlı bir alana sıkışmış olan korunun diğer ağaçlarıdır
NAİLE SULTAN KORUSU
Ortaköy-Kuruçeşme arasında,sahilden kuzeybatıya doğru yükselen oldukça dik eğimli bir
yamaçtadır II Abdülhamid’in kızı olan Naile Sultan (1884-1957) 1952 de Türkiye’ye
döndükten sonra içerisinde köşkünün de bulunduğu bu araziyi kumaş tüccarı Namık
Özsoy’a satmıştır 1980 li yılların başında ne yazık ki burası da büyük bir yıkıma sahne
olmuş koruluğun büyük bir kısmında arazi açılarak içerisine iki katlı villalar yapılmıştır 4,9
hektarlık bir alanı kaplayan koru arazisinden günümüze gelebilen az miktarda fıstık
çamları,kızıl çam,mavi atlas sediri,cehri,servi,mahlep,çiçe kli dişbudak ve manolya ağaçları
kentleşmeye karşı direnebilmeyi başarmışlardır
PRENS SABAHATTİN KORUSU
Kuruçeşme ile Ulus’daki TRT binasının arasında kalan dik eğimli yamaçlar üzerindedir22
dönümlük bir alanı kaplayan kapalı bir koruluktur II Abdülhamid’in kız kardeşi Seniha
Sultana ait olan bu koruluk ondan oğlu Prens Sabahattin’e geçmiş ve bu isimle anılmaya
başlanmıştır Bugün Vakıflar Bölge Müdürlüğünün mülkiyetindeki bu koruluğun içindeki
ağaçlar fazla yüksek olmadığından pek fark edilmez Korudaki ağaç cinsleri ise sakız
ağacı,çitlenbik,yalancı akasya,zeytin,ıhlamur ve defnedir
RUSYA ELÇİLİĞİ (Yazlık) KORUSU
Büyükdere-Sarıyer sahil yolundaki görkemli ahşap yalının arkasındaki tepededir Koruluk
ve sahildeki yalının II Mahmud (1808-1839) zamanında Rus Elçiliğine ait olduğunu

Bostancıbaşı Defterindeki şu ibareden biliyoruz: “kurbünde Rusya elçisinin kebir yalısı”
Ayrıca Mellig’in gravürlerinde de bu yalının resimlerini görmekteyiz
Tepelik bir alandaki bu koruluk 166hektarlık bir alanı kaplamaktadır İçerisinde anıtsal
nitelikte olan nadir bir ağaç olan Çin Yelpaze çamı vardır Ihlamur,at
kestanesi,dişbudak,ladin,servi ,macar ve saplı meşeler ile fıstık çamları sık ve grift bir
şekilde bulunmaktadırlar
SAİD HALİM PAŞA KORUSU
Said Halim Paşa (1863-1921) Mısır valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın torunudur
Kendisi Hariciye Nazırı iken 1913 de Mahmud Şevket Paşa’nın öldürülmesinden sonra
Sadrazam olmuştur Hariciye Nazırlığından evvel Yeniköydeki bu koruluğu sahip olduğu
bilinir Bugün bu koruluk Yapı ve Kredi Bankası’nın mülkiyetine geçmiş olup etrafı yüksek
duvarlarla çevrilmiş ve son derece iyi korunan şanslı boğaziiçi korularından biridir
Kapladığı alan 92 hektardır İçerisinde sakız ağacı,gladiçya,gümüşi ıhlamur,servi,himalaya
ve toros sedirleri, selvi,fındık,menengeç,defne,gü rgen akçaağaç ve fıstık çamları bulunur

YILDIZ PARKI KORUSU
Beşiktaş ile Ortaköy arasındaki yamaçlara yayılmış olan 466 hektarlık alanı ile kent içinin
en büyük korusudur
Tarihçi Hammer ilk Bizans kaynaklarında adı geçen defne ormanlarının ve mitolojik
öykülerde Pan’ın Boğaziçi topoğrafyasında flütünü çaldığı yeşilliklerin burası olduğunu
anlatır Bu koruluğun, Osmanlı tarihinde ilk adı geçişi Kanuni Sultan Süleyman (1520-
1566) devrindedir Daha sonra 1600 lü yılların başında “Kazancıoğlu Bahçesi” ismiyle
anılan bu yer mîri arazi içine alınmış ve IV Murad (1623-1640) tarafından da kızı Kaya
Sultan’a verilmiştir Kaya Sultan’ın sahilde bir de sarayı vardı Koruluğun esas yıldızının
parladığı devir III Ahmet (1703-1736) zamanıdır Padişah, mîri mal olan bu mülkünü
Sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın kardeşi Mehmet Paşa’ya ihsan etmiştir O
devirde burası “Çırağan” adıyla anılmaktadır Lale devrinin masalımsı Çerağan
eğlencelerinin bir kısmı burada,mavi denizin arkasındaki nefis nefti yeşilliklerin arasında
tertip edilirmiş III Selim (1789-1807) güzelliğine hayran kaldığı bu koruya etrafı
seyretmeye geldiğinde büyük bir sükun bulurmuş Bu yüzden de burada annesi Mihrişah
Valide Sultan için bir kasır yaptırmış ve ismini de “Yıldız” koymuştur II Mahmud (1808-
1839) buraya küçük bir köşk daha ilave ederek çevresini düzenlemiştir Yeniçeri teşkilâtı
kaldırıldıktan sonra kurulan Asâkir-i Mansûreyi Muhammediye’nin talimleri burada
olurmuş ve padişah da bizzat kendisi onlara nezaret edermiş Sultan Abdülmecid (1839-
1861)’in annesi Bezm-i Âlem Sultan için burada “Kasr-ı dilküşad” adını verdiği bir kasır
inşa ettirdiğini kayıtlardan öğreniyoruz Abdülaziz ise (1861-1876) sahildeki Çırağan
sarayını yaptırdıktan sonra kendisinin de hayran kaldığı bu koruluğu ana cadde üzerinde bir
kısmı hala duran taş ve mermer işlemeli bir köprü ile saraya bağlamıştır Onun döneminde
“Mabeyn Bahçesi” adı ile anılan koruluğu sadece Padişah ve yakın çevresi kullanıyordu II
Abdülhamit (1876-1909) tahta çıktıktan sonra Yıldız Sarayına yerleşince buraya yeni
köşkler (malta Köşkü,Çadır Köşkü,Şale,Kaskat köşkü,Limonluk köşkü,Set
köşkü,Cihannüma köşkü ve Saray tiyatrosu vbg) yaptırttı ve çevredeki arsaları da
koruluğa katarak Ortaköy’e doğru burasını daha da büyütüp ağaçlandırdı Deniz kenarındaki
yoldan itibaren koruluğu tepedeki yeni sarayına (Yıldız) bağlatıp etrafını da yüksek

duvarlarla çevirtti Yerli-yabancı birçok uzmanı mimar,bahçıvan gibi buraya getirerek
büyük paralar harcadığını kendi hatıra defterinde “koruluğun her metrekaresine altın
döküldüğünü” yazar
Koruya girişi Koltuk,Saltanat,Valide ve Mecidiye isimli kapılardan girilmekte idi
Bunlardan “Saltanat Kapısı” sadece padişah için açılır,Günlük giriş-çıkışlar ise “Koltuk
Kapısı”ndan yapılırdı 1890/91 yıllarında ise korunun içine bir çini fabrikası kurulmuştur
“Yıldız Porselen” adını taşıyan bu fabrika halen faaliyette olup antik tarzda kâse,tabak ve
vazo mal etmektedir II Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra koruluk ve içindeki
binalar adeta terk edildi,bu devredeki savaşların getirdiği mali çöküntü buraya para
harcanmasına mani olduğundan kısa sürede koruluk bir cangıla dönüşmeye ve köşkler de
yıpranmaya başladı Cumhuriyetin ilanından sonra burada yeni bir reorganizasyon başladı
İlk önce 1925 de bir İtalyan işletmeciye verilen ve bir casino olarak kullanılan Şale köşkü
Atatürk’ün emriyle bu işletmeciden alınarak boşaltıldı, böylece bu yanlış ve tehlikeli
kullanım ortadan kaldırıldı 1930 larda Yıldız Sarayı kompleksi üçe bölündü Tepe
kısmındaki yapılar Harp Akademisine (1978 de akademinin buradan çıkmasıyla Kültür
Bakanlığına bağlandı) ,Şale Köşkü Büyük Millet Meclisi Başkanlığına,koruluk ile içindeki
Malta ve Çadır köşkleri de İstanbul Belediyesine verildi Bu anlaşma 1940 yılında İstanbul
Vali ve Belediye Başkanı olan DrLütfü Kırdar ile Maliye Bakanı arasında imzalanan bir
protokolla gerçekleşti Bu tarihten itibaren de bu koruluk “Yıldız Parkı” adı ile
isimlendirildi II inci Dünya Savaşı ve onu izleyen yıllarda burası ile devrin mali
koşullarından ötürü ilgilenilemedi 1960-70 li yıllarda ise tam bir cangıla dönüşerek
berduşların ve kötü niyetli kişilerin adeta bir mekânı oldu Korunun yıldızının tekrar
parlaması 1979 da Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Genel Müdürü Çelik Gülersoy ile
İstanbul Belediye Başkanı Aytekin Kotil’in imzaladığı protokolla başlar Buna göre Kurum
parkın içindeki yıkılmaya yüz tutmuş köşkleri onaracak ,parkın bakımını da üslenecektir
Çelik Gülersoy 1979 dan itibaren geçen 15 yıl içinde 550 dönümlük bu koruluğu,büyük bir
bahçıvan kadrosu ile temizletip,aradaki yolları parke ve özel olarak Kandıra’dan getirttiği
yaprak taşlarla döşetmiş,insanların aileleri ile birlikte şehir içinde nefes alabilecekleri bir
konuma getirmiştir
Bu arada Malta ve Çadır Köşkleri de bir restoratör mimar-mühendis-dekoratör kadrosu ile
onarılmış ve içleri bizzat Çelik Gülersoy'un seçtiği nadide antika halılar,Blüthner marka
orijinal bir piyano,kristal avizeler ve tablolarla döşenmiştir Koruluğun ana yollarına
motorlu araç girişi kaldırılmış ve üst taraftaki kapının yanına büyük bir otopark
yaptırılmıştı Parka gelen ziyaretçi,arabasını buradaki otoparka bir ücret ödemeden bırakıyor
ve parktan tercihine göre yararlanıyordu İsterse köşklerde oturuyor ,maddi durumu kısıtlı
olanlar içinde koruluğun içindeki küçük çay bahçeleri ve banklar hizmet veriyordu Bu
dönemde yürüyüş yolları üzerine eski tipte döküm fenerleri dikilmiş,ağaçlar kendilerini
boğan vahşi sarmaşıklardan temizlenmiş,yeni fidanlar dikilerek zeminleri çimle kaplanmış
ve bazı köşelere de havuzlar yapılmıştır İçerisinde Tanzimat Müzesinin bulunduğu Çadır
köşkü de onarılmış ve bahçesine ve önündeki suni göldeki adaya tarihi tipte kır kahvesi
yapılmıştır
Kurum buraya el attığı zaman bu suni göl adeta bir bataklık halinde idi,büyük uğraşlar
sonucu dibindeki çamur tabakası temizlenmiş ve suyu berraklaştırıldıktan sonra içerisine
parlak günlerinde olduğu gibi ördek ve kazlar konulmuş,adayı karaya bağlayan köprü de
aslına uygun olarak onarılıp orijinaline benzeyen korkuluklar yapılmıştı Çevresi de yoğun
bir biçimde çiçeklendirilmiştir 1994’ e kadar geçen bu dönemden sonra İstanbul Belediyesi
Çelik Gülersoy ile yapılan sözleşmeye dayalı olan kira mukavelesini yenilememiş koru ve
köşklerin kullanımı İstanbul Belediyesine geçmiştir
Koruda,çoğunluğu yabancı kaynaklı ,egzotik 120 den fazla ağaç ve çalı türü bulunmaktadır
Aralarında 400 yıllık olanlarla beraber üç tane de nadir bulunan Sekoya vardır İğne
yapraklılardan çamlar,sedirler,göknar ve ladinlerin yanı sıra dişbudak,porsuk,ardıç,
akçaağaç,meşe,yalancı akasya,sofora,at kestanesi menengiç,Çin Şemsiye ağacı,Amerikan
Lale ağacı,acemdutu,sabunağacı,kaym akağacı,oyaağacı ve bunun gibi birçok tipte ağaç
koruyu doldurmaktadır

ANADOLU YAKASINDAKİ KORULAR
ABDÜLMECİD EFENDİ KORUSU
Üsküdar Bağlarbaşı’nda, Nakkaştepe ve Beylerbeyine doğru alçalan hafif meyilli bir 6,5
hektarlık bir alanı kaplamaktadır Koruluğun içinde de Şehzade Abdülmecid Efendi’nin
köşkü vardır İçinde çok sayıda değerli ağaçların bulunduğu bu koruluk ve köşk yüksek
duvarlarla çevrilidir İlk sahibi Hidiv İsmail Paşa’dır Hıdiv’in oğlu İsmail Paşa saraya
damat olduğunda kendisi için yaptırmayı planladığı köşkün projelerini Şehzade Abdülmecid
Efendi çok beğendiği için ona devretmiştir Şehzadenin babası II Abdülhamid’de 1895 de
burayı oğlu için İsmail Paşa’dan satın almış ve 1901 de dönemin tanınmış mimarlarından
Alexandre Vallaury tarafından köşk tasarlanıp inşa edilmiş köşk inşa edilmiş koruluk alan
da nadide ağaçlarla doldurulmuştur Günümüze bu köşkün selamlık bölümü
gelebilmiş,ahşap haarem dairesi ve müştemilat binaları yıkılmıştır Günümüzde mülkiyeti
Yapı ve Kredi Bankasına aittir Korunun ağaçlandırılmasında Avrupa fidanlıklarından
nadide fidanlar getirilerek buraya dikilmiştir Bunların içinde Zelkova, İspanyol
göknarı,saplı meşenin ehrami türü,sedir ve ladin gibi nadide olanların yanı sıra
erguvan,sakızağacı,ıhlamur,diş budak,sarı ve kara çamlar bulunmaktadır Ayrıca koru içinde
yine nadide olan birçok çalı türleri de mevcuttur

ABRAHAM PAŞA KORUSU
Beykoz ile Paşabahçe arasındaki sırtlardan başlayarak Riva’ya kadar uzanan son derece
geniş bir araziye yayılmış olan koruluğun kapladığı alan 279 hektardır Koruya ismini
veren Abraham Paşa Mısır Hıdivi Mehmet Ali Paşa’nın yakın adamlarından olan Erem
Âmira’nın torunu idi İstanbul sarraflarından olan babası Kevork Karakâhya’da buğün
Büyükdere fidanlığının bulunduğu yerde “Karakâhya” ismindeki meyve bahçesini
kurmuştu Mısırda öğrenimini yapan Abraham Paşa Hıdiv İsmail Paşa’nın Kapı Kethüdası
olmuş,bu sırada yapılan Süveyş Kanalı işinden de büyük servet kazanarak Osmanlı Sarayına
da nüfuz etmiştir Sultan Abdülaziz (1830-1876) ile büyük dostluk kurduğunu ve Mısır’a
ait imtiyazların İsmail Paşa lehinde sonuçlanmasında onun büyük payı olduğunu tarihi
kaynaklar yazmaktadır Rivayete göre de kendisi Padişah’a pırlantalı zarlı,fildişi ve
zümrütlü bir tavlayı hediye etmiştir Yine bir söylenceye göre padişah ile bu tavlada
oynadığı bir oyunu kazanarak korunun bulunduğu bu geniş araziyi kazanmıştır Abraham
Paşa’nın yıldızı II Abdülhamid’in tahta çıkmasıyla sönmeye başlar Abdülhamit ,Paşa’nın
İstanbul’da çok fazla arazisi olmasından rahatsız olmaya başlamış ve ilk etapta da bu koruyu
kendisinden satın almış ve Paşabahçe koyuna bakan tarafını “Hürriyet Bahçesi” ismi ile
halkın ziyaretine açmıştır Böylece bir tavla oyunu ile kazanılan arazi tekrar devletin malı
olmuştur Abraham Paşa da kalan ömrünü büyük bir debdebe içinde geçirmeye devam
etmiş,yazın Büyükdere’deki yalısında kışın ise Beyoğlundaki Serkldoryan da ikamet etmiş
ve 85 yaşında burada hayata gözlerini yummuştur
Abraham Paşa çok geniş bir alana yayılmış olan bu koruyu Fransız bahçe mimarlarına
tanzim ettirmiş içerisine köşkler,kuşhaneler ve havuzlar yaptırarak o zamana kadar
Türkiye’de yetiştirilmemiş bitki ve ağaçları diktirmiştir İçeriye yaptırmış olduğu minik
tiyatro ise 1937 de yanmıştır Korunun içinde iki büyük mağara,beş havuz ve üç tane suni
kayalıklardan meydana getirilmiş mağaramsı kaskatlar vardır Havuzlardan birinin ortasında
ise minik bir adacık bulunmaktadır
Şu andaki mülkiyeti Belediye’ye ait olan bu koru halka açıktır Bugün içinde iki otoparkı,iki
kır kahvesi,bir restoranı iki serası,açık spor alanı,çocuk bahçesi,oturma terasları ve piknik
alanları bulunmaktadır Bugün koruya giriş Boğaz yönündeki Karacaburun caddesinden ve
kuzey yönünde ise Kavakdere Caddesinden girilmektedir
Korunun içindeki yoğun ağaçlıklı alanda sekoya,kırmızı yapraklı karaağaç,Japon saforası
gibi nadide ağaçların yanı sıra bol miktarda,at kestanesi,çınar,ıhlamurmeşe,e rguvan,çeşitli
türdeki akasyalar teşkil etmektedir
ADİLE SULTAN VALİDEBAĞI KORUSU
Üsküdar’da, Koşuyolu ile Altunizade arasında hafif meyilli bir arazide 10 hektarlık bir alana
sahip olan bu koruluk adını Abdülaziz’in kızkardeşi,II Mahmud’un kızı ve Sadrazam
Mehmet Ali Paşa’nın eşi olan Adile Sultan’ın buradaki kasrından almaktadır Sağlığında
bütün servetini hayır işlerine sarfedilmesi için ondört ayrı vakıf kurmuş olan Adile Sultan
buradaki koru ve köşkünü de sağlık tesisi olarak kullanılmak üzere vakfetmiştir
Günümüzde Validebağı Prevantoryumu olarak hizmet vermektedir Milli Eğitim
Bakanlığına bağlı olan bu sağlık tesisinin yanında yine öğretmenler için bir yaşlılar evi ve
öğretmen evi bulunmaktadır
Koru ağaç türleri bakımından pek zengin sayılmaz En yaygın ağaç türü mavi atlas ve
himalaya sedirleridir Çeşitli çam cinsleri de gruplar halinde dikilmiştir Kasrın yakın
çevresini ise karaağaç,defne,selvi ve saplı meşeler doldurur Korunun bir kısmı da meyve
ağaçlarına ayrılmıştır Çoğunluğu armut olmak üzere,dut ve ayva ağaçları kçük gruplar
halindedir
AMCAZADE HÜSEYİN PAŞA KORUSU
Anadoluhisarının kuzeyinde,Amcazade Hüseyin Paşa’nın yalısının hemen arkasındaki dik
bir yamaç üzerindedir 63 hektarlık bir alanı kaplayan bu koruluk sahildeki yalının akıbetini
taşımaktadır Günümüzde bakımsızlıktan cangıla dönüşmüş olan bu koruluğun hiçbir
koruması yoktur İçerisindeki ağaç türleri,servi,akçaağaç,ıhlamur dişbudak,yalancı akasya,
meşe ve boğazın hakim ağacı olan erguvan ve defnedir

BEYKOZ KASRI KORUSU
Beykoz’da Hünkar İskelesinin güneyinde çayır ile sahil arasındaki tepecikte 8 hektarlık bir
alanı kaplamaktadır Bu koruluğun içinde XIX uncu yüzyılda Mısır Hıdivi Kavalalı
Mehmed Ali Paşa’nın İstanbul Şehremini ve İhtisab Ağası Hüseyin Bey’den satın aldığı

arazi ve koruluktaki kasrı bulunmakta idi XXinci yüzyılın başında harap hale gelen bu
kasırda önce bir darüleytam sonra da trahom hastahanesi açıldı Savaş yıllarında ise
göçmenler burada iskan edildi 1953 de Sağlık Bakanlığına geçen kasır onarılarak klinik
olarak kullanıldı ve korunun etrafı duvarlarla çevrilerek boş alanlara yeni fidanlar dikilerek
ağaç türleri ve kapladığı alanlar çoğaltıldı1963 den bu yana ise Beykoz Çocuk Gögüs
Hastalıkları Hastahanesi olarak hizmet vermektedir Kasrın bahçesini teşkil eden son derece
muntazam düzenlenmiş bu koruluğun içinde kubbe ve duvarları istiridye kabukları ile
kaplanmış olan “hava hamamı” denilen suni bir mağara bulunmaktadır Korunun içindeki
nadide üç adet mantar meşesi ağacı anıtsal ağaçlar grubuna girmektedir Ayrıca fıstık
çamları,servi ve çınarlar koruluğun başlıca ağaç cinsleridir

CEMİLE SULTAN KORUSU

Kandilli’de bulunan tarihi Cemile Sultan Korusu, Cemile Sultan’ın sahil sarayının üst tarafında bulunmaktadır Cemile Sultan (1843-1914), Sultan Abdülmecid’in kızı olup, Mahmud Celaleddin Paşa ile 1858 yılında evlendirilmiştir Sultan IIAbdülhamid 1876’da tahta çıktığı zaman Kandilli iskelesi yanındaki sahil saray içerisindeki eşyası ile birlikte Prens Mustafa Fazıl Paşa veresesinden kardeşi Cemile Sultan adına satın alınmıştır

Cemile Sultan Kandilli’deki sahil sarayını oğlu Celaleddin Bey’e bırakarak önce Göztepe sonra da Erenköy’deki evine taşınmış 10 Şubat 1914’te ölmüştür

Sahil Sarayının üst tarafında bulunan Cemile Sultan Korusu içerisinde “Orta Köşk” ve “Cici Bey” isimli iki köşk bulunuyordu Sahil Saray 1914 yılında yıkılmış, IDünya Savaşı’nın bitiminde 1918’de Yunanlı armatör Likardopulos Cemile Sultan Sahil Sarayının arsası ile arkasındaki 95,5 dönümlük koruyu satın almıştır Likardopulos 1944 yılında Yunanistan’a gitmiş ve tüm arsalarını film yapımcısı Cemil Filmer’e satmıştır Koru içerisindeki üç katlı, 27 odalı köşk 29 Ekim 1952’de bir yangın sonucu yanmıştır Bunun üzerine Cemil Filmer Cemile Sultan Sahil Sarayı arsasının kendisine ait olan hissesini ve korunun tamamını Türkiye Odalar Borsalar ve Birlik Personeli Sigorta ve Emekli Sandığı’na, Sahil Sarayı arsasından küçük bir hissesini de Mihrimah Sultan’a satmıştır Bundan sonra koru kendi yazgısına terk edilmiş, uzun bir süre sonra da İstanbul Ticaret Odası Eğitim ve Sosyal Yardımlaşma Vakfı korudaki kurumakta olan fıstık çamları, serviler, sakız ağaçları, defneler, erguvanlar, akasya ve meşe ağaçlarını kurtarmış ve 2000’e yakın yeni ağaç dikmiştir Böylece Cemile Sultan Korusu İTO tarafından canlandırılmış buraya İstanbul Ticaret Odası Tesisi; yüzme havuzu, basketbol, voleybol sahaları, tenis kortları, helikopter pisti, açık ve kapalı restoranlardan oluşan bir tesis yapmıştır


CEMİL MOLLA KORUSU
Üsküdar’da,Abdullah Ağa Mahallesinde,Nakkaştepe Mezarlığı ile Gümüşyolu arasındaki
alanda 9 hektarlık bir koruluktur İçerisinde sakız ağacı,kızılçam,kermes meşesi,saplı
meşe,ıhlamur ve at kestanesi ağaçları bulunmaktadır
KÜÇÜK ÇAMLICA KORUSU
Üsküdar’ın 4 kmdoğusunda, 227 m yüksekliğindeki Küçük Çamlıca tepesi üzerindeki
koruluktur Yamaçlarda İstanbul’un tanınmış su kaynakları olan Çamlıca,Tomruk suları
bulunur II Mahmut zamanında İstanbul’un sosyal yaşamına giren bu korulukda ava çıkılır
ve atla gezintiler yapılırdı 19 uncu yüzyıla gelindiğinde koruluğun büyük bir kısmı Sami ve
Suphi Paşaların mülkiyetinde idi 1940 senesinde İstanbul valisi DrLütfü Kırdar tarafından
kamulaştırıldı Fakat ne yazık ki ondan bu yana gecekondu ve rant istilası ile korunun büyük
kısmı yok oldu kalabilen kısmı da 1980 de İstanbul Belediyesi temizletip halkın
istifadesine açtı Genel ağaç örtüsü Fıstıkçamları,karaçam,kızılçam ,servi,çınar,gürgen ve
ıhlamurdur
DEMİRAĞ KORUSU
Üsküdar,Paşalimanı üstündedir Fethi Paşa Korusundan bir duvar ile ayrılır Yıkılmış olan
Cemile Sultan Sarayı’nın arazisini ve koruluğunu Nuri Demirağ satın almıştırÖzel
mülkiyette olan bu korunun kapladığı alan 10 hektardır Bakımlı bir koru olup içinde çam
türleri,meşe,erguvan ve akasya ağaçları bulunur
FETHİ PAŞA KORUSU
Üsküdar’ın kuzeyinden başlayarak bütün sırtı ve dik yamaçları kaplayarak Kuzguncuk
tepesine kadar ulaşan 26 hektarlık bu koru, II Mahmud ve Abdülmecid devirlerinde
valilik,elçilik ve nazırlıkta bulunmuş olan Tophane Müşiri Fethi Ahmet Paşa’ya (1851-
1858) aitti Halk arasında “Kuzguncuk Korusu “ diye adlandırılan bu koru onun ölümünden
sonra varisleri tarafından paylaşılmış,torunu olan Şevket Mocan da kendi payına düşen
hisseyi 1958 de Belediyeye devretmiştir Bu yüzden bir müddet de “Mocan Korusu” diye
adlandırılmıştır Belediye zaman içinde korunun büyük bir bölümünü hissedarlardan
istimlak suretiyle alarak 16 hektar kamulaştırılmıştır Bu koruluktan hâlen özel mülkiyette
bulunan Demirağ korusudur
Fethi Paşa korusu 1960-1980 arasında mülkiyet nedenleri ile çok bakımsız, perişan ve
cangıl durumunda idi Yabani böğürtlen ve sarmaşıkların kapladığı bu koruluğa girmek
neredeyse imkansızdı Büyükşehir Belediyesi istimlak işlerini bitirdikten sonra 1985-1987
de koruyu bakım altına aldırmış,yabani ot ve sarmaşıkları temizletip içerisine gezinti
yolları,koşu parkurları,seyir yerleri ,kafeterya ve spor alanları yaptırarak halkın hizmetine
sunmuştur Şu anda Koru Büyükşehir Belediyesi Park ve Bahçeler Müdürlüğüne bağlıdır
Korunun çevresi tamamen duvarla çevrili olup biri Üsküdar-Kuzguncuk arasında,diğeri
İcadiye mahallesinde olan iki kapıdan içeriye girilebilmektedir Korunun sırta yakın yerinde
eski bir köşkün temel izleri görülmektedir Buradan aşağıya doğru da kaskatlı bir havuz
devrindeki görkemini bize anımsatır Yalnız bu havuz restore edilirken devrinde kullanılan
malzemenin aynısı uygulanamadığından iyi bir restorasyon görememiştir Koru ağaç türleri
bakımından çok zengindir Her cinste çamlar,Meşe cinsleri,sakızağacı,akçakesme, at
kestanesi,Trabzon hurması,yalancı akasya,dişbudak,porsuk ve nadide bir ağaç olan Japon
kadife çamı ,korunun ağaç örtüsünü meydana getirmektedir
HIDİV İSMAİL PAŞA KORUSU (Çubuklu Korusu)
Çubukluda sahilden yamaca doğru yükselen dik yamaçları ve sırtın büyük bir bölümünü
kaplayarak Çubuklu vapur iskelesine yakın bir yerde nihayet bulan 172 hektarlık bir
koruluktur Bu bölgedeki yerleşimin Bizans dönemine kadar indiğini bilmekteyiz Bizans
kaynaklarında Aziz Aleksandır’ın kurduğu ve “Akimitis” diye adlandırılan gece gündüz
nöbetleşe ibadet eden bu yüzden de “uykusuz” diye adlandırılan keşişlerin yaşadığı bir
manastırdan söz edilmektedir Aziz Aleksandır 430 da ölmüş ve buraya defnedilmiştir Bu
koruluğun içinde Bizans devrine ait bazı su yolları sarnıç parçalarına rastlanmaktadır Miri
arazi olan koruluğun içindeki boş arazilerdeki bostanlar sarayın sebze ihtiyacını karşıladığı
gibi gelir de temin ediyordu 18 inci yüzyılın başlarında koru ve mesiresi İstanbul’un en
gözde mesire yerlerinden biri idi Abdülaziz (1861-1876)’in Mısır Hıdivi İsmail Paşa ile
ilişkileri son derece iyi idi İstanbula gelen İsmail Paşa Emirgan’da satın aldığı mülklerden
başka önce Çubuklu sahilinde iki ahşap yalıyı satın aldı sonra peyderpey genişleyerek
tapaya doğru çıkan yamaçtaki bostan,bağ-bahçe türünden arazileri satın alarak buraları
ağaçlandırdı 1907 de ise İsmail Paşa’nın oğlu Abbas Hilmi paşa babasından kalan miras ile
tamamiyle sahip olduğu arazinin üst platosuna “Hıdiv Kasrı” dediğimiz malikanesini
yaptırdı İtalyan mimarisinin hakim olduğu bu görkemli binayı ışıklandırmak için sahilde,
yakın zamana kadar itfaiye’nin olduğu şimdi boşaltılmış olan yerde bir elektrik fabrikası
kurarak bütün koruyu çıkan yollar da halil olmak üzere malikanesinin aydınlatılmasını
sağladı Hıdiv ürettiği bu elektriği Çubuklu halkına da ücretsiz olarak verdi Bu sırada
sarayda henüz elektrik yoktu Korunun bir bölümü bilhassa kasrın çevresi bir park halinde
tanzim edilmiş İsviçre ve Fransa’dan buraya dikilmek üzerde fidanlar getirtilmiştir Sahilden
koru içinden yaklaşık 400 m lik dar bir yolla ulaşılıyordu Ana giriş kapısından kasıra
kadar üç sıra halinde gümüşi ıhlamur ve at kestanesi ağaçları ile kasrın çevresine porsuk ve
fıstık çamları dikilmişti 1930 lu yıllara kadar Hıdiv ailesi tarafından kullanılan koru ve
kasır 3 Şubat 1937 de 60 000 lira bedelle Abbas Hilmi Paşa’nın vekili Şevket Muhtar
tarafından İstanbul Belediyesine satılmıştır Beyoğlu 5 inci noterinden 931937 de yapılan
satış mukavelesini İstanbul belediye Başkanı Muhittin Üstündağ ile Hıdiv ailesinin vekili
Şevket Muhtar Katırcıoğlu imzalamışlardır Daha sonraki yıllarda korunun güney yamaçları
da bir inşaat şirketine satılarak kooperatif tarzında evler yapılmıştır Uzun yıllar bakımsız
ve boş kalan kasır 1982 de Çelik Gülersoy’un Genel Müdürü olduğu Türkiye Turing ve
Otomobil Kurumuna Belediye ile yapılan bir protokolla kiralanmıştı 1,5 yıl kadar süren
onarım ve korunun tanzimini büyük bir uzman kadro ile gerçekleştiren Çelik Gülersoy
korunun bakımını da üslenmiş arada parke taşlı gezinti yolları ve etrafına da devrine uygun
ayaklı fenerler ile aydınlatılmasını sağlamıştır Bu arada büyük bir bahçıvan kadrosu ile
zaman içinde bir cangıla dönmüş olan korudaki bütün yabani sarmaşıklar temizlenmiş ve
ağaçlar budanmıştır Tesisin açılışı 24 Temmuz 1984 Cumhurbaşkanı Kenan Evren
tarafından yapılmıştır 1984 de ise İstanbul Belediyesi kira sözleşmesini feshetmiş ve bu
tarihten itibaren Kurum buradan ayrılmış ve Belediyeye devredilmiştir
172 Hektar alanındaki koru yapraklarını dökmeyen ağaç türleri bakımından çok zengindir
Korunun içinde fıstık ve kara çamlarla gruplar halinde dikilmiş olan ehrami selviler,saplı
meşe,yaz ıhlamuru,dişbudak,yalancı akasya,Akdeniz defnesi,Trabzon hurması,kuşüvezi,
erguvan,çitlenbik,porsuk ve Londra çınarı gibi ağaçlar korunun belli başlı ağaç türleridir

HÜSEYİN AVNİ PAŞA KORUSU
Üsküdar,Paşa Limanında ve Demirağ korusundan bir duvar ile ayrılan bu koru 445
hektarlık bir alanı kaplamaktadır 1874-75 de Sadrazam olan Hüseyin Avni Paşa’nın
mülkiyetinde olan bu koru ve içerisinde iki köşk Halide Edip Adıvar’ın babası olan Edip
Bey’in mülkiyetine geçmiştir Ailenin mirascıları Amerikada olduğundan ötürü son 25-30
yıldır oldukça bakımsız bir duruma gelmiş,bahçe duvarları yer-yer yıkılmış çevre halkının
da yağmasına uğramıştır Bugün içine yasal olmadığı halde dozerle arazinin
düzleştirilip,ağaçlarının kesilmesiyle bir spor sahası yapılmıştır Korudan arta kalabilen ağaç
türleri ise,ıhlamur,saplı meşe,defne,yabani zeytin,yalancı akasya kokarağaç ve fıstık çamı ve
sakız ağacı ve mahlep’dir
KANDİLLİ KIZ LİSESİ KORUSU
Birçok hayırları olan II Mahmud’un Zernigâr kadından olan kızı Adile Sultan (1826-
1899)’ın Akıntı Burnu’nun sırtındaki düzlükteki mirî arazisi üzerinde 2 hektarlık bir alana
sahiptir Meşrutiyetin ilânından sonra II Abdülhamid Kandillideki Adile Sultan sarayını
Maarif Nezaretine bağışlamış ve 1909 da Burada bir Kız Mektebi (=İnas Sultanisi)
açılmıştır Adile Sultan Sarayının yanmasından sonra okul aynı yerdeki pansiyon binasında
öğrenimi sürdürdü Kandilli Kız Lisesi olarak ismi tescil edilen bu okul 1986 da çıkan
yangında büyük hasar gördü Bu arada en büyük nasibi ağaçlar aldı, bir kısmı yandı, bazıları
da kavruldu Bakımsız durumda olan bu korulukta hastalıklı ağaçlar çoğunlukta olup genel
örtü fıstık çamı,selvi,Himalaya sediri,erguvan,ıhlamur,saplı ve kermes meşeleri ile at
kestaneleridir
MİHRÂBAD KORUSU
Kanlıca’da Boğaz’a hakim yamaç ve tepe üzerinde 25 hektarlık bir alana sahip koruluktur
Koru ismini Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın sadrazamlığı sırasında III Ahmet için
yaptırdığı bugün yıkılmış olan Mihrâbad Kasrından almaktadır Bu koruluğun mülkiyeti
daha sonra Vecihi Paşa’ya geçmiş ondan da Mısır Prensesi Rukiye Sultan almıştır Bugün
mülkiyet Orman Bakanlığına ait olup Alemdağ Orman İşletmesi Müdürlüğüne bağlıdır
Halka açık bir alan olarak düzenlenmiş olan bu koruda anıtsal boyutlara ulaşmış servi ve
fıstık çamlarının yanı sıra akçakesme,çınar,ve kermes meşeleri ile erguvanlar hakim ağaç
örtüsünü teşkil eder
MÜNİR BEY KORUSU
Kuzguncuk’da 25 hektarlık bir alanı kaplayan küçük bir koruluktur Bugün mülkiyeti
Devlet Demir Yollarına aittir İçindeki ağaç türleri servi,ıhlamur,kermes meşesi,defne,fıstık
çamı ve erguvandır
VAHDETTİN KORUSU
Üsküdar’da Kuleli’nin arkasındaki tepelik arazide bulunan bu koruluk 5 hektarlık bir alana
sahiptir Korudaki ilk bina İstanbul’un tanınmış ailelerinden olan Köçeoğlu’nun 1800 lerde
yapılmış olan köşküdür Abdülmecid köşk ve koruluğu Köçeoğlu ailesinden satın alarak
Şehzade Kemaleddin Efendi’ye vermiştir Daha sonra da köşk ve koruluk Şehzade iken
Vahdettin’e geçmiştir 5,6 hektarlık bir alanı kaplayan bu koruluk içindeki dört tarihi köşk
ile beraber peyzaj değerini günümüze kadar koruyabilmiştir Korunun içindeki köşkün
önünde Vahdettin tarafından yaptırılan 16 x 33 m ebadındaki havuzunu çevresindeki
ağaçların ışık yansımaları ile görünümünün aksetmesi zengin bir peyzaj meydana
getirmektedir Bahçe Osmanlı bahçe düzeninde tanzim edilmiş olup ağaçlar geometrik bir
düzende dikilmiştir Köşkün arka ve önündeki gezinme yolları da ağaçlarla çevrilidir Kuleli
Lisesi tarafındaki giriş at kestaneleri ile çevrilidir Koruluğun içinde suni gölcük ve
köprüleri sedir,fıstık çamı ve porsuk ağaçları çevreler Yine koruluktaki suni bir mağara
üzerine oturtulmuş olan birkaç taş basamakla çıkılan kameriyenin etrafı da sarkan çiçekler
ve bitkilerle sarılıdır Mağaranın içinden çıkan su yolu Vahdettin Köşkünü dolandıktan
sonra Kadın Efendi köşkünü ayıran bahçe duvarında nihayet bulur Kadınefendi köşkünü
Vahdettin kendisi küçükken annesi Gülüstû kadının ölümü üzerine onu büyüten analığı
Şayeste Kadın için yaptırmıştır Bu köşke koru içinden rustik çiçek kapları ile süslü bir
köprüyle geçilir Koru içindeki ağaçlardan fıstık çamları,at kestaneleri ve çınarlar çok büyük
boyutlara ulaşmıştır Akçakesme,ıhlamur,kermes meşesi,yalancı akasya,toros
sediri,himalaya sediri,servi ve erguvanlar da korunun diğer ağaç türleridir Dikim yolu ile
geliştirilen çiçekli ağaç türleri ise leylak,karayemiş,gül ibrişim,manolya ve çoban
püskülleridir Meyve ağaçları bakımından da çeşitlilik gösteren koruda malta eriği, yabani
fındık,kızılcık ve yabani kirazlar vardır
VANİKÖY KORUSU (Eski Papaz Korusu)
Kandilli Bahçesi’nin güneyinde IV Mehmet (1648-1687) tarafından Şehzadelerine hocalık
yapan Vanî Mehmed Efendi’ye bağışlanan ve ondan sonra da “Vaniköy Bahçesi” diye
adlandırılan 114 mlik bir tepenin üzerindedir Vanî Mehmet Efendi koruluğun içine bir de
cami yaptırmıştır
Bizans döneminde İmparator İustinianis’un bu bölgede bir yazlık saray ve kilise yaptırdığını
eski kaynaklar yazmaktadır Halkın öteden beri buraya “Papazı Bahçesi” demesinin sebebi
de bundan kaynaklanmaktadır Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiğinde burası mirî
mülk sayılmıştır Koruluğun içindeki ağaç türleri,sedir,iğde,fıstık çamı,göknar,poru-suk ve
yalancı selvidir
VANİKÖY RASATHANE KORUSU
Vaniköy’de çeşitli yönlerde Boğaz’a hakim olan yamaçlarda 92 hektarlık bir alanı kaplayan
koruluktur Rasathane’ye bağlı olup bakımı yapılan şanslı korulardan biridir Papazın
korusu denilen Vaniköy korusu ile komşudur Evliya Çelebi, burada Kanuni Sultan
Süleyman’ın buradaki koruluğun içine kat -kat bahçeler yaptırarak fidanlar diktirdiğinden
sebze ve çiçek tarhları yaptırıp, bostancıları içinde barınaklar kurdurduğundan bahseder
Burada anıtsal büyüklüğe ulaşmış çok yaşlı mavi atlas sedirleri,ıhlamurları ve himalaya
sedirleri mevcuttur Bunlardan başka İspanyol göknarı,servi,erguvan,yalancı
amasya,defne,sofora,çitlenbik ve iğde ağaçları korunun doğal örtüsünü teşkil etmektedir
ŞEHZADE YUSUF İZZETTİN EFENDİ KORUSU
Üsküdar’da,Büyük Çamlıca Tepesi’nin eteklerindedir IIMahmud’un Hekimbaşısı
Abdülkadir Molla’ya ait olan bu arazi ve içindeki köşk daha sonra varisler tarafından
Abdülmecid’in gözdesi Tiryal Hanım’a satılmıştır O da oğlu gibi sevdiği Abdülazizi’in
Şehzadesi Yusuf İzzettin Efendiye (1857-1916) hediye etmiştir Yusuf İzzettin Efendi 1
Şubat 1916 da Zincirlikuyu’daki köşkünde intihar ettikten sonra koru ve köşk kızları
Şükriye ve Mihrişeh Sultanlara kalmıştır 1924 de yurt dışına çıkan sultanlar 1952 de yurda
döndükten sonra köşkte ikamet etmeye başlamışlar,Şükriye Sultan’ın ölümünden sonra
kardeşi ,Halife Abdülmecid’in oğlu Ömer Faruk Efendi’nin eşi olan Mihrişah Sultan köşkü
ve koruluğu İstanbul Belediyesine satmıştır Köşk bugün Kadıköy Maarif Koleji Mezunları
Derneğiin sosyal hizmet veren bir lokali olarak kullanılmaktadır
22 hektarlık bir alanı kaplayan korulukta ıhlamur,akça kesme,at kestanesi,kara ve sarı
çamlar,ladin,sakız ağacı,defne,çınar ve su sediri ağaçları vardır

Alıntı Yaparak Cevapla

İstanbul Hakkında Bilgi

Eski 08-14-2012   #28
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İstanbul Hakkında Bilgi



İstanbul Kilisesleri 2

Rum Ortodoks Kiliseleri:

Ayios Demetrios (Fatih)

Edirnekapı’da Prof Naci Şensoy Caddesindedir Yüksek duvarlarla çevrili bir avlunun içerisindedir Bu kilisenin Bizans devrinde var olduğu Fatih Sultan Mehmet’in bir fermanında yer aldığı fakat bu fermanın aslının patrikhane yangınında yok olduğu ileri sürülür 17inci yy da bu kilise bu bölgede yaşayan keşişlere ait olduğu bilinmektedir 1730 tarihli bir fermanda daha önce bu bölgede yanmış olan oniki kilise ile birlikte bunun da onarımına izin verildiği yazılıdır Kilisenin batı tarafındaki kapısının üzerinde ise 20 Nisan 1834 tarihli tamir kitabesi vardır Kilise bugünkü durumu ile 19 uncu yy a ait üç nefli bir bazilikadır Yan nefler orta neften bir basamak yüksektir Ahşap olup kahverengiye boyalı İkonostasis üç nefi de kapsar,ambon ve despot koltuğu ile aynı teknikte yapılmıştır Apsis dışarıya yarım yuvarlak çıkıntılıdır İçerideki nefleri ayıran sütunlar ahşaptır Binanın üst örtüsü içeriden orta nefin üzeri tonoz ,dışarıdan ise çift meyilli çatıdır Kilisenin batı tarafında kare planlı Ayios Sebastios Ayazması bitişiktir

Ayios Demetrios Kanavis (Fatih)

Ayvansaray’da Kırkambar sokağında Rum ortodoks kilisesidir Bizans devrinde 1204 de Nikolaos Kanavis’e ithafen yakınları tarafından inşa ettirildiği ileri sürülen bu yapı 1597-1601 yıllarında Patrikhane kilisesi olarak kullanılmıştır 1729 da çıkan büyük yangında yanmış cve ertesi sene Patrik IIPaisios zamanında tamir ettirilerek ibadete açılmıştır Giriş kapısı üzerindeki kitabeden 1835 ‘de Patrik Konstantinos zamanında yeniden tamir edildiği yazar Ayrıca Narteks’deki kitabelerde 1933,1946 ve 1960 da onarım gördüğü yazılıdır Üç nefli bir bazilika planına sahip olan binanın bema kısmı neflerden iki basamak yüksektir Apsis’in iki yanındaki diakonikon ve protesis hücrelerinin kendi apsisleri vardır Bu üç apsis çıkıntısı dışarıdan yarım yuvarlaktır Nefleri ayıran sütunlar korint başlıklı ve ahşap olup üzerleri alçı kaplanıp porfir taklidi boyanmıştır Naos’daki İkonastasis abanoz taklidi siyah ağaçtan yapılmış olup üç nefi de kapsar Bunun yan tarafındaki ambon ve despot koltuğu da aynı stildedir Galerinin korkuluklarında İsa’nın yaşamından çeşitli sahneler canlandırılmıştır Pencerelerde ise renkli camlardan haç motifleri işlenmiştir Orta nefin üst örtüsü içeriden tonoz dışarıdan ise iki yandaki nefleri de kapsayan çift meyilli çatıdır Bina dışarıdan yüksek
duvarların arkasındaki avlunun içindedir

Ayios Kiryakos (Fatih)

Edirnekapı-Eğrikapı arasında sur dışındaki Rum mezarlığının içindeki Rum Ortodoks kilisesidir İmparator Diocletianus zamanında öldürülen ilk hıristiyanlardan olup sonradan azize ilan edilen Kiryaki’ye atanmıştır İlk yapılış tarihi bilinmemekte olup bugünkü durumu 19 uncu yy a ait olup mezarlık için yapılmış bir şapeldir Tek nefli bazilika şeklindeki bir plana sahip olup apsis dışarı yarım yuvarlak olarak çıkar Apsis’in önündeki ikonostasis mermerdendir Orta mekan içten beşik tonoz dıştan çift yüzlü kırma çatı ile örtülüdür

Ayios Konstantinos ve Ayia Eleni Kilisesi (Fatih)

Samatya-Yedikule arasında Kilise sokağındadır İlk yapılışının Bizans İmparatoru IKonstantinus (324-337)’un annesi Helena’nın anısına yaptırıldığı ileri sürülür Fatih Sultan Mehmet İstanbulu fethettikten sonra Karaman’dan gelen rumları burada iskan ettirmiş ve yıkık olan bu kiliseyi yeniden inşa etmelerine izin vermiştir 1689 da bu kilise tamamen yanmış ve uzun bir süre onarılmamıştır Kitabelerine göre 6 Nisan 1805 de yeniden yapılarak ibadete açıldığını öğreniyoruz 1833 de Mimar Konstantinos gözetiminde bir restorasyon geçirir Avludaki baldakinli çan kulesi ise 1903 de yapılmıştır7 Eylül olaylarında tamamen tahrip edilen bu kilise 1960 da onarılarak yeniden ibadete açılmıştır Bugünkü binanın plânı üç nefli bazilika şeklindedir Yan nefler orta neften bir basamak yüksektir Narteks’in üzerinde dikdörtgen planlı bir galeri yer alır Dış cephe oldukça sâde olup sıva ile kaplıdır Üst örtüsü orta nefin üzeri içten tonoz dıştan ise çift meyilli kiremit kaplı çatıdır İkonastasis,ambon ve despot koltuğu ahşap olup oyma kabartma tekniği ile çiçek ve yaprak motiflerini ihtiva eder

Ayios Minas Kilisesi (Fatih)

Samatya’da Nafiz Gürman Caddesi ile Bestekâr Hakkı Bey Sokağının bitiştiği köşededir Kilisenin bulunduğu yerde 4-5 yya ait olan Polikarpos Martirium’u bulunuyordu 1200 de Rusya’dan İstanbul’a gelen Novgoradlı Antoine yazdığı gezi notlarında buradan bahsetmektedir 1782 de yanan kilise 1833 de Mimar Konstantin Yolasığmazis’in projesi doğrultusunda bugünkü şekli ile inşa edilmiştir 6-7 Eylül olaylarında büyük tahribat görmüş ve İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğü Mimarlarından Süreyya Yücel’in kontrolluğunda tamir edilmiştir Üç nefli bir bazilika planına sahiptir Nefleri ayıran sütunlar silmelerle beton kirişlere bağlanır İkonastasis diğer bütün Rum kiliselerinde görüldüğü gibi ahşap olup üç nefi de kapsar Etrafı duvarla çevrili bir avlu içerisinde yer alan kilisenin en göze çarpan mimari parçası,mermerden baldaken tarzında yapılmış çan kulesidir Kilisenin altında bir Ayazması vardır

Ayios Nikolaos Kilisesi (Fatih)

Samatya’da tren istasyonunun arkasındaki Muallim Fevzi Sokağındadır Yüksek duvarlarla çevrili bir avlunun içerisinde yer alır Kilise 1583 tarihli Trypon ve 1604 Paterakis listelerinde yer almaktadır 1652 de buraya gelen Antakya Patriği’nin katibi Paulus yazdığı raporunda içte çok güzel süslemeleri olduğundan bahsetmektedir 1782 ‘de yanan kilise bir müddet sonra başlatılan inşaat ile yeniden inşa edilmiş ve 21 Ocak 1830 da Patrik Konstantinos zamanında ibadete açılıştır Üstü çift meyilli kiremit çatı ile kaplı olan kilise üç nefli bir bazilika şeklindedir Apsis doğu tarafında dışarıya yarım yuvarlak çıkıntılıdır Kaba taş tuğla karışımı malzeme kullanılarak inşa edilmiştir Avludaki çan kulesi demir iskeletten yapılmıştır

Ayios Nikolaos Kilisesi (Fatih)

Ayakapı Abdülezel Paşa Caddesi üzerindedir İlk yapılışı Bizans devrine kadar inen bu kilise 1633 deki Cibali yangınında harap olmuş ve Sultan III Mustafa’nın (1757-1774) verdiği fermanla yeniden inşa edilmişse de kısa bir süre sonra çıkan bir yangında yanmış ve 1837’de bugünkü kilise inşa edilmiştir Üç nefli bazilika tipinde bir plana sahip olan yapının,alt kısmı penceresiz üst katında ise az sayıda dikdörtgen pencereleri olan taş,tuğla karışımı duvar örgüsüne sahip kırma çatı ile örtülü bir kilisedir Yan nefler orta neften bir basamak daha yüksektir Naos’daki sütunlar birbirlerine yuvarlak kemerlerle bağlanmış,porfir taklidi boyalı olup ahşap üzerine alçı sıvalıdır Naos’daki üçgen alınlıklı ikonastasis ve ambon mermerden yapılmıştır Narteks’in üzerindeki galeriye çıkış avlunun güneyinde ve yanındaki Ayios Haralambos ayazmasındaki merdivenlerle sağlanır Baldaken tipinde mermerden yapılmış bir çan kulesi vardır

Ayios Nikolaos Kilisesi (Fatih)

Topkapı’da Kaynata,Posta ve Karatay sokaklarının çevrelediği köşededir Aziz Nikolaos’a ithaf edilmiş olan bu kilisenin ilk temellerinin Bizans’a kadar indiği söylenir Patrik Konstantinos zamanında Kayserili mimar Konstantinos Yolasığmazis’e hazırlattırılan proje çerçevesinde yeniden inşa edilmiş ve 17 Kasım 1831 de ibadete açılmıştır Yüksek duvarlarla çevrili bir avlunun arkasındadır Üç nefli bazilika tipinde bir plana sahiptir Neflerdeki ahşap sütunlar kirişlere postamentlerle bağlanmıştır Orta nefin üzeri içten tonoz yan nefler ise düz tavan şeklinde olup dışarıdan kiremit kaplı kırma çatı ile örtülüdür Dış cephede devşirme malzeme kullanılmış olup genel örgü sistemi kaba taş v tuğla karışımı olup sadece köşelerde düzgün kesme taş kullanılmıştır Üç nefi içine alan ikonastasis,despot koltuğu ve ambon ahşap olup üzeri oyma tekniği ile yapılmış kabartma bitki motifleri ile tezyin edilmiştir Baldakenli bir çan kulesi vardır Narteksin kuzeyinde Ayios Yeoryios’a atfedilen bir ayazma bulunur

Ayios Taksiarhes “Ayia Strati” Kilisesi (Fatih)

Haliçe inen Ayan Caddesindedir Yüksek duvarlarla çevrili eniş bir avlunun gerisinde yer alır İlk yapılışı Bizans’a kadar inen kilise 1730 Balat yangınında yanmış ,kitabesinde yazdığı üzere 17 Eylül 1833 de restorasyonu biterek Patrik IKonstantinuz döneminde ibadete açılmıştır Üç nefli bazilika planındaki kilisenin apsis’i dışarıya yarım yuvarlak çıkıntılıdır Üst örtüsü kiremit kaplı çatıdır Ortadaki büyük iki yanlardaki daha küçük basık kemerli üç kapı ile Naos’a girilir Ahşap olan İkonastasis her üç nefi de kapsar Despot koltuğu ve ambonu ile aynı stilde yapılmıştır Kare gövdeli çan kulesi binaya bitişiktir Kilisenin doğu cephesinde Ayios Nikolaos’a atfedilen ayazması vardır Avlunun kuzeyinde ise bugün kullanılmayan Rum İlkokulu bulunmaktadır

Ayios Yeoryios Kilisesi (Fatih)

Edirnekapı’da Mihrimah Sultan Külliyesinin karşısında,Vaiz,Kariye Yağhanesi ve Ali Kuşçu sokaklarının çevrelediği adadadır IX uncu yy da yapıldığı bilinen bu kilise 1556 da Mihrimah Sultan külliyesinin inşası sırasında yıktırılmış ve bugünkü yerinde yeniden yapılmıştır 1726 da tamir gören kilise 13 Eylül 1836 tarihli kitabesinde yazdığına göre Patrik VIGrigorius zamanında Hacı Nikolaos’un projesi doğrultusunda temelden yeniden inşa edilmiştir Üç nefli bir bazilika planına sahip olan kilisenin yarım yuvarlak kubbe örtüsü olan apsisi dışarıya taşkındır Üzeri kırma çatı ile örtülüdür Kaba taş ve tuğla karışımı malzeme ile inşa edilmiş olan kilisenin, nefleri ayıran ahşap sütunları alçı ile sıvanarak porfir rengine boyanarak mermer görünümü verilmek istenmiştir İkonastasis,ambon ve despot koltuğu birçok rum kiliselerindeki gibi ahşap oyma tekniğindedir Yüksek duvarlarla çevrili bir avlunun ortasında yer alan kilisenin güney cephesine bitişik Ayios Basileios a ithaf edilen ayazma vardır Avluda ayrıca bugün kullanılmayan bir Rum İlkokulu ile bir de sarnıcı vardır

Ayios Yeoryios Kiparisses Kilisesi (Fatih)

Samatya’da Nafiz Gürman Caddesi ile Büyük Kuleli Caddesi arasındadır Meyilli olan arazinin kuzey tarafındaki yoldan iki metre aşağıda yüksek duvarlı bir avlunun içindedir Bizans döneminde varlığı bilinen bu kiliseyi 1652 de İstanbula gelen Antakya Patriğinin katibi Paulus verdiği raporunda buradan içinde çok kıymetli ikonaların bulunduğu kubbeli bir Bizans bazilikası olarak bahseder 1782 yangınında harap olan bina Patrik IKonstantinus zamanında Mimar Nikolaos Nitkitadis’in hazırladığı proje kapsamında 1834 de yeniden inşa edilir 1966 da Vasilios Athanasiades’un maddi yardımlarıyla büyük bir tamirat yapılır Kaba taş ve tuğla karışımı malzeme ile inşa edilmiş kilise üç neflu kubbeli bir bazilika planındadır Narteks sonradan eklenmiştir Apsis ve iki yanında diakonikon ve protesis hücrelerinin apsisleri yarım yuvarlak olarak dışarıya çıkıntılıdır Orta nefin üzerini, sekizgen kasnaklı her köşede bir pencerenin yer aldığı ,üzeri kiremit örtü basık bir kubbe örter İkonastasis,despot koltuğu ve ambon ahşaptan yapılmış olup üzerlarinde aynı stilde geometrik ve bitki motifleri vardır Avluda kiliseye bitişik olan ayazma,İsa’nın Tabor dağında suretin değişmesi olan Metamorfozis (=Transfigürasyon) adı ile tanımlanmıştır

Ayios Yeoryios Metohion (Fatih)

Fener’de Vodina caddesi ile Merdivenli mektep sokağı arasındadır İlk yapılışı 1132 olan bu kilise XVII inci yydan beri Kudüs Patrikhanesinin metohionu (=temsilciliği) ‘dur1640 da geçirdiği yangından sonra içindeki kitabesinden öğrendiğimize göre 1708 de Kudüs Patriği Hrisantos döneminde Mimar Kalfa Paulos’un projesi doğrultusunda yeniden inşa edilmiştir 1728 de bir yangın daha geçirir ve yeniden yapılır 1913 de ise bina tekrar büyük bir tamir görür Üç nefli bir bazilika planına sahip olan yapı kırma taş ve tuğla ile yapılmış olup üst örtüsü iki tarafa meyilli, kiremit kaplı çatıdır Ortadaki apsis’in iki yanında kendi apsisleri olan diokonikon ve prothesis hücreleri vardır Bunların apsisleri dışarıya yarım yuvarlak olarak çıkıntı yapar Narteksin üzerindeki neflere doğru çıkıntı yapan galeriye naos’un kuzey batısındaki ahşap merdivenle sağlanır Kilise avludan Naos’a tek bir giriş ile sağlanır Buradan naos’a iki taraftan giriş basık kemerlidir Naos’un kuzeyinde Ayios minas ayazması yer alır

Ayios Yeoryios Potiras Kilisesi (Fatih)

Fener ile Karagümrük arasında Tevkii Cafer Mahallesi Murat molla caddesindedir 1583 tarihli Tryphon ve 1669 tarihli Smith listelerinde adı geçen bu kilisenin daha eski tarihi hakkında bilgimiz yoktur1730 tarihinde İstanbul’da yanmış olan oniki kilisenin ihyasına dair hükümde buranın da adı geçerse de restorasyonun 1830 da gerçekleştiğini kitabelerinden öğreniyoruz Son devir Rum kiliselerinin klasik mimari özelliklerini gösterir Üç nefli bir bazilika şeklinde olup üzeri kırma çatı ile örtülüdür Binanın kuzeyindeki ek yapı olan Parakklesion bitişiktir Kaba taş ve tuğla karışımı ile inşa edilmiş olup sadece köşelerde düzgün kesme taş kullanılmıştır Nefleri ayıran sütunlar diğer çağdaşı kiliselerdeki gibi mermer taklididir

Ayios Yeoryios Patrikhane Kilisesi (Fatih)

Fener’de Sadrazam Ali Paşa Caddesi üzerindedir Etrafı yüksek duvarlarla çevrili Patrikhane kompleksinin kilisesi olan yapı avlu kapısından girişte tam karşıya gelmektedir Kilise ile avlu kapısı arasında solda,hıristiyan alemi için oldukça önemli olan “mür” yağının üretildiği tek katlı bina yer alır Vaftizde alına sürülen bu çeşitli otların kaynatılmasıyla elde edilen bu yağ dünyada sadece burada üretilmektedir Bu kutsal yağ alelade bir ateşte kaynatılmaz Dünyanın her tarafından eskimiş inciller,kırık ikonlar ve diğer ahşap heykelcikler burada depolanır ve 4-5 senede bir yapılan bir merasimle “mür” yağının yapıldığı kazanın altındaki ateş bu malzemenin yakılmasıyla elde edilir Zemini kare mermer döşeli avlunun sağında patrikhanenin lojman binaları bulunmaktadır Kilisenin yan tarafından dar bir aralıkla arkaya doğru genişleyen bahçede ise Kütüphane,yönetim binaları ve Haralambos ayazması bulunmaktadır Fatih Sultan Mehmet tarafından patriklik tacı ve asası verilen IIGennadios zamanında patrikhane Oniki havari kilisesinde idi 1455 de buradan Pammakaristos (Fethiye Camii) Manastırına taşındı, 1597 de Şeyhülislam Çivizâde Mehmet Efendi’nin fetvasıyla bu manastırın camiye çevrilmesi üzerine Balat’daki Aya Dimitri Kilisesi patrikhane binası oldu 1602 de ise bugünkü binanın bulunduğu Hagios Georgios manastırı Patrikhane oldu ve zaman içinde gelişerek bugünkü konumunu aldı Kilise ,18 Aralık 1720 tarihli kitabesinde yazdığına göre yeniden inşa edilmiştir1827 ve 1836 da büyük onarımlar geçiren bina 1941 de bir yangın geçirmiştir En son düzenleme ise 1991 dedir Üç nefli bazilika planına sahip olan kilisenin giriş kapısı üçgen bir alınlıkla biter Ortadaki apsis’in iki yanındaki diakonikon ve protezis hücrelerinin apsisleri de yarım yuvarlak olarak dışarıya çıkıntılıdır İçerisi son derece zengin avizelerle aydınlatılmaktadır Patrikhane kilisesi olması dolayısıyla içerisine bazı rölikler ve kutsal sayılan eşyalar toplanmıştır Bunlardan en önemlisi İsa’nın kamçılanmak üzere bağlandığına inanılan taş Kudüsden buraya getirilerek İkonastasis’in güney tarafına konulmuştur Ayrıca Azize Eufemia ,Teophano ve Solomoni’ye ait olan röliklerin saklandığı üç tabut İkonastasis’in hemen yanındadır Ayrıca içerisinde çok zengin ikonalar vardır

Hristos Analipsis Kilisesi (Fatih)

Samatya İstasyonu arkasında Büyükkule ile Akıncı sokakları’nın arasındadır Hzİsa’nın göge yükselişine atanmış Ortodoks kilisesidir Burası hakkındaki en eski kayıt 1566 senesine aittir 1782 de yanan bina Patrik IKonstantinos döneminde yeniden yapılarak 1 Mart 1832 de ibadete açılmıştır Yüksek duvarlarla çevrili bir avlunun içinde yer alan kilise üç nefli bazilika planına sahiptir Giriş kısmı sonradan eklenmiştir Kaba yonu taşı ve tuğla karışımı olarak inşa edilmiş olup sadece köşelerde düzgün kesme taş kullanılmıştır Naos’dan üstteki galeriye korkuluklarına “Eski Ahit” den sahneler yapılmış ahşap merdivenlerle çıkılır Nefleri ayıran sütunlar mermer taklidi ahşaptır Dış görünüşünün sadeliğine karşılık İkonastasisin Yunan mabedinin cephesini andıran sütunlar ve üzerindeki üçgen arşitravla son derece görkemli bir görünüşü vardır Buradaki gümüş kaplamalı Analipsis ikonası en önemli parçalardan biridir Avludaki Zangoç evi’nin çatısında yer alan çan kulesi baldaken tarzındadır Ayrıca avluda bir ayazması vardır

İoannes Prodromos Metohion Kilisesi (Fatih)

Balat’da İskele Caddesi ile Mürsel Paşa Caddesi arasındadır 1334 tarihli bir belgede burasının “Avcıların Prodromos’u ve Vaftizcisi” olarak adlandırıldığını,1394 tarihli bir başka vesikada da “Nikolaos’un kilisesi” olarak adının geçtiğini görüyoruz 1400 tarihli bir başka belgede Nikolaos Hresimos tarafından yaptırıldığı yazmaktadır 1623 deki bir fermanın onayı ile tamir edilen kilise 1640 da yanmıştır 1686 de tamir edilir ve 1729 da Giritli Mimar Nikoforos tarafından genişletilerek yeniden inşa edilir 1831,1852 ve 1855 de tamir gördüğü içerideki kitabelerde yazılıdır 1670’deki bir kayıtta mülkiyetin İskenderiye patrikliğine ait olduğu yazılı olan bu kilise 1686 da Rusya elçisinin Sultan IV Mehmed’e başvurusu üzerine Tur-i Sina manastırına verilir bu tarihten sonra uzun bir süre Tur-i Sina keşişleri burada barınır ve o tarihten bu yana Tur-i Sina Dağındaki Azize Ekaterini Manastırının metohion’u olarak kabul edilmektedir Üç nefli bazilika planına sahip olan yapının üst örtüsü kırma çatıdır Nefler sivri kemerlerle birbirlerine bağlanmışlardır Ahşap İkonastasis bütün bema’yı kaplar ve yağlıboya ile İncil’den sahneler resmedilmiştir
İkonastasis’den itibaren üçüncü sütuna oturtulmuş olan ambon ve merdivenlerinin korkulukları çok ince bir ahşap işçiliği gösterir

Panayia Kilisesi (Fatih)

Hekimoğlu Ali Paşa Caddesi ile Kızılelma Caddesinin kesiştiği yerde,Yapağı sokağındadır Yüksek duvarların çevrelediği bir avlunun içerisinde yer alır Bizans döneminde önemli bir dini merkezde yer alması bakımından önemlidir Zaman içinde tahrip olan kiliseyi 1730 da İstanbul kadısı Mehmed Raşid’e yapılan bir başvuru ile yeniden inşası için izin alınmıştır Bugünkü bina 1834 de inşa edilmiş ve 1965 de de onarım geçirmiştir Klasik Rum Kiliselerindeki gibi üç nefli bir bazilika plânındadır Nefleri meydana getiren mermer taklidi sütunlar beton kirişlerle birbirlerine bağlıdır Dışarıdan Naos’a giriş üçüzlü bir kapıdan sağlanır Bu kapının her iki tarafında iki katta da dikdörtgen pencereler vardır Cephenin üst kısmını içinde pencere olan büyük bir kemer tamamlar Çatısı kiremit örtülü olup çift meyillidir Yan tarafında yapım tarihi 1786 olan ana kilisenin küçük bir kopyası durumundaki Taksiarhes şapeli bulunmaktadır

Panayia Balinu (Fatih)

Balat’da Mahkemealtı Caddesindedir İlk yapılış tarihini bilemediğimiz bu Ortodoks Kilisesi içerisindeki kitabesinde yazdığı üzere Patrik IV Germanos zamanında temelden yeniden inşa edilmiştir Daha sonra 1877,1912 ve 1992 de tamir edilmiştir Üç nefli bazilika plânında olup yarım yuvarlak apsis’i dışarıya çıkıntılıdır Üst örtüsü kiremit kaplı kırma çatıdır Nefleri mermer taklidi sütunlar birbirinden ayırarak arşitravlara bağlanır Narteks’den naosa giriş
basık bir kapı ile sağlanır

Panayia Belgradu (Fatih)

Belgratkapı’da, Hacı Hamza Mektebi sokağındadır Yüksek duvarların çevrelediği bir avlunun içinde bulunmaktadır Belgradın fethinden sonra oradan getirilenlerin iskan edildiği yer olduğu için Belgradkapı adı ile anılmaktadır Kilise de gelenlerin dini ihtiyaçlarını sağlamak amacıyla 1523 de inşa edilmiştir Belgrad’dan gelen göçmenler beraberlerinde getirdikleri Cuma Azizesi Paraskevi’nin rölik ve ikonalarını burada muhafaza ettiklerinden dolayı Kilise yapıldığında ona ithaf edilmiştir Rölikler 1539 da Patrik IYeremios tarafından o sırada patrikhane olarak kullanılan Pammakaristos Manastırına taşındığı için bu işlemden sonra kilise Meryem’in doğumuna ithaf edilmiştir 1837 de yeni baştan yapıldığını belirten tarih kitabesi vardır Üç nefli bazilika planında olan yapı kaba yontu taş ve tuğla karışımı ile inşa edilmiş olup sadece köşelerde kesme muntazam taş kullanılmıştır Üst örtüsü kırma çatı ile örtülüdür,Apsis ise yarım kubbedir Ahşap İkonastasis sütuncuklar ile hareketlendirilmiş olup bunlar yuvarlak kemerler ile birbirlerine bağlanırlar Kubbeli despot koltuğunda ise zarif bir ahşap işçilik vardır

Panayia Blahernai (Fatih)

Ayvansaray’da Damataşı,Kuyu ve Marul Sokaklarının çevrelediği alandadır Yüksek duvarlarla sokaktan ayrılmış olan avlunun içindedir Buradaki ilk kilise İmparator Markianus (450-457) un karısı Pulheria tarafından yapımına başlatılmış ve I Leon (457-474) zamanında tamamlanmıştır İçerisinde,Meryem’in elbisesi olduğu ileri sürülen Filistin’den getirilmiş bir “Moforion” bulunuyordu Iİustinus (518-527) tarafından genişletilmiş,III Romanos (1028-1034) de tekrar elden geçirilmiştir 1070 de yanan kiliseyi IV Romanos (1068-1071) tekrar yeni baştan yaptırmıştır XI inci yy da dini işlevinin yanı sıra İmparatorluğun idari işlerinin de yürütüldüğü bir merkez olmuştur Komnenoslar döneminde buradaki saray kompleksinin içine alınmışsa da çıkan bir yangında tahrip olmuştur Onarımdan bir süre sonra 1434 de tekrar yanmış ve bir daha tamir edilmemiştir Hatta 1545 de buraya gelen Pierre Gilles kilisenin arsası üzerinde çingenelerin yaşadığını yazmaktadır 1860 a kadar arsa durumunda bulunan kilisenin arsası üzerine buğünkü kilise inşa edilmiştir İçerideki kitabesinde 13 Ocak 1860 da ibadete açıldığı yazılıdır 6-7 Eylül 1955 deki olaylarda tahrip edilen kilise İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğünce YMimar Süreyya Yücel’in kontrolluğunda yenilenmiştir Kapalı yunan haçı planında olan kilisenin apsis’i dışarıya dört köşe çıkıntı ile açılmaktadır Orta mekanın üzerini sekizgen yüksek kasnaklı bir kubbe örter Diğer yerlerin üst örtüsü kiremit kaplı kırma çatıdır Naos bir basamakla yükselen beş cepheli apsis ile nihayetlenir Burada gümüş çerçeve içindeki kucağında çocuk İsa’yı taşıyan Meryem ikonası İstanbul’daki Rum kiliselerindeki en eski ikonadır Çan kulesi avluda demir iskelet üzerine asılmış bir çandan ibaret olup çok basittir Kilisenin yan tarafında küçük bir Ayazma vardır Bu ayazmanın ziyaret tarihi her sene 2 Temmuz’da başlayıp bir hafta devam eder

Panayia Hanceriotissa (Fatih)

Edirnekapı-Eğrikapı arasında Karagözcü,Ulubatlı Hasan ve Kazmacı sokaklarının çevrelediği alandadır Yüksek duvarlarla sokaktan ayrılan bir avlunun içerisindedir Aynı avluda bulunan Ayia Paraskevi Ayazması dolayısıyla Bizansın İkonaklast devrinde önemli bir yere sahiptir Yıkık olan kilise 1837 de Mimar Kosta Kalfa’nın projesi doğrultusunda yapılmıştır Bu devire ait olan Rum kiliselerinin plan yapısı olan üç nefli bazilika şeklinde olup benzerlerinin bütün özelliklerini o da taşır Apsis örtüsü yarım konik çatı olup diğer kısımlar kırma çatı ile kaplıdır Bina kaba taş ve tuğla karışımı olarak inşa edilmiş olup üzeri sıvalıdır İkonastasis ambon ve despot koltuğu ahşap olup aynı stilize motifler ile kabartma tekniğinde işlenmiştir

Panayia Muhliotissa (Fatih)

Fener’de Firketeci ile Tevkii Cafer sokaklarının köşesindedir Moğol kilisesi diye de adlandırılır Bizanslı prenses Maria Paleologina Moğol Hanı Hülagu ile evlenmek üzere yola çıktığında 1264 de Hülagu ölür Bu sefer Maria, Hulagu’nun oğlu Abaka Han ile evlilik hazırlıklarına başladıysa da Abaka Han’ın öldürülmesi üzerine İstanbula döner ve kendi mülkü olan arazinin üzerine bu kiliseyi yaptırır Bizans-Mogol ilişkisinden ötürü bu kilise “Moğol Kilisesi” adıyla adlandırılmıştır 1351 de Patrikhanenin denetimine geçen kiliseyi ISelim (1512-1520) ve III Ahmet (1703-1730) camiye çevirmek isterlers de Fatih Sultan Mehmet’in vakfiyesi gereği başarılı olamazlar 1633,1640 ve 1729 da yangın geçiren kilise 1731 de tekrar restore edilir Muhliotissa,Fetihden önce inşa edilip günümüze kadar Ortodoks ibadet mekânı olarak işlevini sürdürmeye devam eden tek Bizans kilisesidir Yonca planlı bir yapı olan kilisenin orta mekanını oldukça yüksek kasnaklı,üzeri kiremit döşeli bir kubbe örterYoncanın diğer kolları da alçak yarım kubbeler ile örtülüdür Dışı sıva ile kaplı olan binanın duvar tekniği taş ve tuğla karışımıdır Narteksdeki kubbelerde mozaik izleri görülmektedir Avlunun bir köşesinde Ayia Anna’ya ithaf edilmiş bir Ayazma mevcuttur

Panayia Taksiarhas (Fatih)

Balat’da Ayan Caddesi üzerindedir Yüksek duvarlı bir avlunun içerisindedirBu avlunun kuzeyinde bugün kullanılmayan Balat Özel Rum Okulu vardır Avlu içinde Biri Aziz Nikolaos’ a diğeri Mihail’e atanmış iki ayazma vardır1730 daki Balat yangınında yanmış olan kilise bugünkü şekli ile yeniden yapılıp 17 Eylül 1833 de ibadete açılmıştır Bu devirdeki diğer Rum kiliseleri ile aynı teknik ve plan yapısına sahiptir Kalın gövdeli çan kulesi binaya bitişiktir

Panayia Suda (Fatih)

Eğrikapı Caddesi üzerindedir Yüksek duvarlı bir avlunun içinde yer alır Alt katnda Timiazoni Ayazması bulunur Bizans devrindeki bir inanışa göre bu ayazmanın suyu akıl hastalarına iyi gelirmiş İlk yapılışı Bizans devrine ait olan yapı 1815 de yeniden inşa edilmiştir Patrik VI Kyrillos zamanında 1 Ocak 1816 da yeni şekli ile ibadete açılmıştırİçerideki kitabelerde 1930 ve 1946 da onarım gördüğü yazılıdır Klasik Rum Kilisesi planı olan 3 nefli bir bazilika şeklindedir Apsis ve yandaki hücrelerin apsisleri yarım yuvarlak olarak dışarıya çıkıntılıdır Üzeri kırma çatı ile örtülü olup apsis üzeri yarım konik çatıdır Nefleri teşkil eden sütunların kare yüksek kaideleri olup beton kirişlerle bağlanırlarİkonastasis,Ambon ve despot koltuğu oldukça gösterişlidir

Panayia Uranion (Fatih)

Edirnekapı’da Salma Tomruk caddesindedir Cadde tarafı alçık diğer tarafları yüksek yapılmış bir çevre duvarının içindeki avludadır İlk yapılışının Bizans devrine kadar indiği bilinir Harap olup kullanılamıyacak hale gelen kilise 1730 tarihli bir hükümle yeniden inşa edilmiştir Zaman içinde harap olan kilise1834 de yeniden inşa edilerek günümüzdeki konumuna gelmiştir Aynı devirde yapılmış olan diğer Rum kiliseleri ile aynı plan yapısı ve özelliklere sahiptir Narteksin kuzeyinde Aya Kiryaki’ye atanmış bir ayazma mevcuttur Kaba taş ve tuğla ile inşa edilip üzeri sıvanıp boyanmıştır Apsis ,ana mekandan daha alçak olarak yarım yuvarlak olarak dışarıya çıkıntılıdır Ana mekan çift meyilli kiremit kaplı çatı ile örtülüdür

Bulgar Kilisesi “Sveti Stefan” (Fatih)

Balat ile Fener arasında Haliç kıyısında,Bulgar Eksarhhanesine bağlı olup Demir Kilise adı ile de adlandırılır 3 Mart 1878 de imzalanan Ayastefanos Antlaşması ile Balkanlar’da özerk bir bulgar Prensliği oluşmuştur Bu tarihten sonra Bulgar hükümeti yeni bir Bulgar kilisesi yapılması için çalışmalara başlar gerekli mali destek hükümetten sağlanır ve Fener’de kilisenin olduğu yerde konağı olan Stefan Bogodi de mülkünü kilise yapımı için hibe eder Arsa’nın alt yapısının haliç’e doğru kaygan olmasından dolayı burada kaymayı önlemek için önce demir konstrüksiyonlu bir temel düşünülür sonra depreme dayanıklı bir bina yapmak fikri ortaya atılır ve neticede herhangi bir sorun karşısında prefabrike bir kilise yapmaya karar verilir Kilisenin projesi Mimar Hovsep Aznavur tarafından çizilir,yapım işi için de uluslararası bir yarışma açılır Yarışmayı Viyana’dan RPhWaagner firması kazanır ve 1893 de statik projeleri üzerinde çalışmalar başlar Gerekli döküm işleri dört yılda üretilir ve firmanın fabrikası avlusunda geçici olarak kilise kurularak kontrolu yapılır İstanbul’a Tuna nehri üzerinden Karadeniz’e gemilerle getirilen parçaların montajı yapıldıktan sonra 8 Eylül 1898 de Eksarh IYosif’in kutsamasıyla ibadete açılır Kilise üç nefli ve transeptli bir bazilikadır Giriş kapısının üst tarafındaki galeri aynı zamanda koro’nun da kullandığı bir mekandır,bunun üzerinde döner merdivenle çıkılan yüksek bir çan kulesi yükselir Kuledeki çeşitli büyüklükteki altı çanın üzerinde Rusya’daki Yaroslavi kentinde özel dökümlerin yapıldığı yazılıdır Kilisenin taşıyıcı profilleri çelikten olup üzeri saç ve döküm levhalarla kaplanmıştır Bütün parçalar birbirine cıvata,somun,perçin ve kaynakla birleştirilmiştir Mimari üslup olarak eklektik diyebileceğimiz gotik ve barok parçalar bir arada kullanılmıştır

Ermeni Kiliseleri

Surp Hreşdağabet Kilisesi (Fatih)

Balat’ta Kamış Sokağı’ndadır Bu kilisenin bulunduğu yerde Ayia Strati adında bir Rum kilisesi 17 inci yy a gelindiğinde terk edilmiş bulunuyordu 1620-1625 senelerinde Ermeni cemaati bu yerin kendilerine verilmesi için sayısız müracaatları neticesinde kendilerine tahsis edilir ve Divriğili Asdvadzadur Bolbolcıyan’ın maddi katkılarıyla buraya ahşap bir kilise yapılır ve Patrik I Zakarya tarafından kutsanarak 1628 Ermeni ibadetine açılır Aynı sene içinde çıkan bir yangında harap olan yerler bu sefer Rahip Kirkor Taranağzi’nin yardımlarıyla onarılır 28 Eylül 1692 deki yangında bir kere daha yanan kilise yeniden onarılırsa da bu sefer 16 Temmuz 1729 daki Balat yangınında tekrar yanar 1730 da kilise bir kere daha tamir edilir 1831 de ahşap bina yıkılarak yerine bugünkü ibadethane karğir olarak inşa edilirken temel kazısı sırasında Azize Ardemios’un kemikleri bulunur, bu kemikler kilisenin bodrumuna defnedilir ve üzerine bir ayazma inşa edilir Kilisenin açılışı 25 Haziran 1835 de yapılır ve o günden bu yana bazı küçük onarımlarla günümüze kadar gelir Bazilika planında yapılmış olan binanın büyük bir narteksi vardır Bu narteks’den koro’ya tahsis edilen galeriye çıkılır Apsis önündeki sunaklardan biri başmelek Gabriel’e diğeri Asdvadzazin’e (Tanrıyı doğuran kadın Meryem) diğeri de Surp Minas’a atanmıştır Bu her üç sunak da yarım daire şeklindeki apsislerin içinde yer almaktadır Apsis’in yanındaki paraklesion vaftizhaneye ayrılmış olup buradan hem galeriye çıkış,ana mekana giriş ve Narteks’e giriş sağlanmıştır Demir giriş kapısı üzerinde İsa’nın göge çıkışı,Aziz Georgios’un ejderhayı öldürmesi ve İsa’nın mabede girip oradaki satıcıları kovma sahneleri işlenmiştir

Surp Kevork Kilisesi (Fatih)

Samatya, Marmara Caddesindedir Kilisenin ilk inşası 1031 de Bizans İmparatoru III Romanos zamanındadır Tarihlerde büyüklüğü bakımından Ayasofya’dan sonra gelen ikinci kilise olarak tanımlanır III Romanos öldükten sonra manastır statüsünde olan bu kilisede kendisine ayrılan yere defnedilmiştir 1204 deki Latin istilası sırasında kilise yağmalanmış ve içindeki kıymetli her şey alınıp adeta bir harabeye dönüşmüştür VIII inci Mihael Palaiologos (1261-1282) zamanında onarılarak tekrar ibadete açılmıştır Fetihden sonra Fatih Sultan Mehmet Bursa’dan getirttiği Ermeni cemaatini Samatya’ya yerleştirmiş ve 1461 de onun emri ile kilise Ermeni Patrikliğine tahsis edilmiştir Kilisenin Ermenilere verilmesinden dolayı Rumlar ile Ermeniler arasında bir takım olaylar meydana gelmiş bu yüzden burası “Kanlı Kilise” adı ile anılmıştır Kilisenin yanındaki Ayazmadan ötürü Türkler tarafından “Sulu Manastır” adı ile isimlendirilmiş olan bu bina 1641 senesine kadar patriklik katedrali olarak kullanılmıştır 1660 da burada çıkan yangında tahrip olan kilise 1722 de yeniden inşa edilmiş ve binaya “Surp Yerrortutyan” adı verilen bir şapel eklenmiştir 10 Ağustos 1782 de burada çıkan büyük yangında kilise bir kere daha yanmış,1804 de Hagop Amira Güllapyan ve Minas Kalfa’nın projeleri doğrultusunda yeniden inşa edilmiştir 1831 ve 1843 de onarımdan geçen bina bu kez 1866 yangınını yaşamış ve bu sefer de Mimar Bedros Nemtze’nin projesi Mikhael ve Hovhannes Hagopyan’ın maddi katkılarıyla bugünkü şeklini almış ve 8 Şubat 1887 de Patrik I Harutyan Vehabedyan’ın takdisi ile tekrar ibadete açılmıştır I Dünya Savaşı sırasında kilise ve bahçesindeki okul askeri amaçla kullanılmış ve Sırp esirleri buraya yerleştirilmiş savaştan sonra tekrar ibadete açılmıştır 1993 de son bir onarım gören kiliseye Patriklik tahtı konularak ,Patriklik Katedrali olarak tescil edilmiştir Plân şeması ilk yapılışında Bazilika tipinde olmasına karşılık sonradan yapılan ilavelerle Yunan haçı şekline dönüşmüştür Muntazam kesme taştan yapılmış iki katlı görkemli bir yapıdır Ana giriş kapısı üzerindeki çan kulesi altındaki katlar ile tam bir uyum sağlar Bu kulenin iki tarafındaki simetrik çan kulesi şeklindeki kuleler sadece dekoratif olarak yapılmıştır Eski yapıdan kalan en kıymetli parçalardan biri demirden yapılmış,her kanadına kiliseye adını veren Aziz Kevork’un hayatından sahneler işlenmiş olan giriş kapısıdır Kilisenin ana mekanındaki bir büyük iki yanlarda da birer küçük sunak daha vardır Ana sunagın üzerinde İsa’nın şu sözleri yazılıdır: “Bana gelin ey yorgunlar ve ağır yüklü olanlar Ben size rahat sağlıyacağım” Kilisenin içindeki resimler son döneme aittir Narteksin üzerinde koro’ya ayrılmış geniş bir galeri bulunur


Hristos Analipsis Kilisesi (Bakırköy)

Bakırköy Rum mezarlığı içinde XIX uncu yy ın sonunda mezarlıkta yapılan cenaze törenleri için inşa edilmiştir Üç nefli bazilika planında olan bu şapelin mimarı Akilepsos Aleksios’dur İka yana meyilli kiremit kaplı çatısı vardır

Panagi Pege Kilisesi “Balıklı” (Zeytinburnu)

Asıl adı “Hayat veren kaynak” anlamına gelen Zoodokhos Peges olan bu Rum Ortodoks kilisesi Kazlıçeşme’de Balıklı Caddesi ile Seyyid Nizam Caddesi arasında,Rum Ortodoks mezarlığı yanındadır İlk yapılışı Tarihçi Prokopios’a göre Bizans İmparatoru I Leon (457-474) zamanındadır Iİustinianus (527-565) zamanında Ayasofya yapılırken oradan arta kalan malzeme ile genişletilmiştir Depremden zarar gören kiliseyi önce 790 da İmparatoriçe Eirene daha sonra da IBasileios genişleterek tamir ettirmiştir X uncu yy da geçirdiği bir yangın sonucu yanan kiliseyi 924 de IRomanos yeniden inşa ettirir 1204 deki Latin istilası sırasında burayı da işgal eden Haçlılar binaya büyük zararlar vermişlerdir Bir rivayete göre II Murad İstanbul yakınlarına geldiğinde bu civarda karargâh kurduğu kendisinin de kilisede kaldığı söylenir Fetihten sonra bakımsızlıktan harap olan kilise 1726-27 de Terkos Metropoliti Nıkodimos tarafından küçük bir yapı olarak yeniden ihya edilir Kilisenin bugünkü haliyle inşası II Mahmut’dan (1808-1839) alınan 1833 tarihli ferman ile Mimar Nikolaos Pağcıoğlu ve Marki Kalfa’nın projeleri doğrultusundadır 2 Şubat 1835 de Patrik IKonstantinos kiliseyi kutsayarak ibadete açar Üç nefli bazilika planında olan yapı çift meyilli kiremit döşeli çatı ile örtülüdür Nefleri ayıran sütunlar mermer taklididir İkonastasis Ahşap olup üç nefi de kapsar Burada yağlıboya ile yapılmış olan Meryem ve Çocuk İsa,Mikhael,Gabriel gibi baş meleklerle bazı azizlerin portreleri yapılmıştır Kilisenin yanında hastalara şifa verdiğine inanılan içinde balıkların yaşadığı bir ayazma mevcuttur Buraya gelip şifa bulanlar daha sonra bir ikona getirip hediye etmeleri Bizansdan beri süren bir gelenek olmuştur Bu yüzden kilisenin çok zengin bir ikon kolleksiyonu vardır Girişin sağ tarafında duvara bitişik demir iskelet üzerine oturan bir çan kulesi vardır Kilisenin avlusu eski Rum mezarlığından sökülerek buraya getirilen üzerlerinde karamanlıca yazılar mezar taşları ile döşenmiştir

Surp Pırgıç Ermeni Kilisesi (Zeytinburnu)

Ermenice “Kurtarıcı” anlamına gelen Surp Pırgıç Hastahanesi içinde hastaların ve yakınlarının dini ibadetleri için Leblebicioğlu Bostanının bulunduğu arazide hastahane yapılırken Harutyan Amira Bezciyan’ın maddi yardımları ve Hassa Mimarı Garabed Balyan’ın hazırladığı proje doğrultusunda yapılmıştır 3 Mayıs 1834 de Patrik II Isdepanos Zakaryan’ın takdisi ile ibadete açılmıştır 1898 de Tahtaburunyan ailesinin maddi yardımı ve Kirkor Melidosyan’ın ilave projesi ile bugünkü halini almış ve Patrik Mağakya Ormanyan tarafından 1 Aralık 1906 de tekrar ibadete açılmıştır 1966 da kiliseye bir galeri çekme kat ilave edilmiştir onarımı ve bazı ilaveleri yapılış Ermeni kiliselerinde nadir görülen bazilika planında bir yapıdır Apsis’in iki yanındaki hücrelerden biri vaftizhane diğeri ise hazine odası olarak kullanılır Apsis kemerinin üzerinde İsa’nın şu sözleri yer almaktadır: “Bana gelin ey yorgunlar ve ağır yüklü olanlar,ben size rahatlık vereceğim” Apsis’in önünde üç kubbeli bir kilise görünümünde ahşap sunak yer alır Muntazam kesme taştan yapılmış olan kilisenin iyon tarzı sütuna oturan yarım yuvarlak kemerli bir girişi vardır Bu girişin üzerinde ki üçüzlü pencerenin altında kilisenin kitabesi bulunur Çan kulesi çift meyilli çatının tam ortasında ön cephededir


Ayia Eufemia Kilisesi (Kadıköy)

Halkedonlu (Kadıköy0 azize Eufemia’ya ithaf edilmiştir Kadıköylü zengin bir ailenin kız olan Azize Euphemia, hıristiyanların henüz büyük bir takipte bulundukları devrede inancı yüzünden 303 de öldürülmüştür Daha sonra ailesi onun naaşını Halkedon’un dışında bir mezara gömerler Hıristiyanlık Bizans’da İmparator IConstantinus (324-337) zamanında resmen tanındığında mezarının bulunduğu yere ailesi bir Martirion yaptırırlar Daha sonra 451 de toplanan Ökümenik konsilinde,Ortodoks aleminin koruyucusu ilan edilir ve ölüm tarihi olan 16 Eylül de Yortu günü olarak kabul edilir O tarihten itibaren de her yıl yortu kutlamaları yapılır Bu tarihi hem doğu hem de batı kiliseleri ortak olarak Yortu günü kabul etmişlerdir Eski kaynaklar bu azizenin adına İstanbul’da bugün mevcut olmayan 4 kilise daha olduğundan bahsederler Bunların içinde en önemlisi Sultanahmed’de Hipodrom yakınında olanıdır Azize’nin röliklerinin de bulunduğu bu kilisedeki rölikler İkonoklast dönemde İmparatorun emriyle buradan kaldırılmıştır Daha sonra 798’de İmparatoriçe Eirene rölikleri törenle geri getirmiştir Diğer kiliselerin Olibreu (Şehzadebaşı),Petrion (Cibali civarı) ve Petra (Edirnekapı civarı) da olduğu söylenir
Kadıköy meydanındaki bu kilisenin antik Ayia Eufemia kilisesinin bulunduğu yer ile hiçbir ilgisi yoktur Bizans devrinde burada Ayia Basis manastırı bulunuyordu daha sonra burası Ayia Euphemie Metropolitlik Manastırı olarak kullanılan bina zaman içinde yıkılmıştır Bugünkü kilise 1694 de Kadıköy metropoliti Gabriel tarafından yeniden yaptırılmıştır1830 da Kadıköy Metropoliti II Zaharias Rusya’dan temin ettiği mali destek ile kiliseyi büyütmüştür Zaman içinde bakımsız kalan bina 1993 de Metropolit III Iokem’in mali desteği ile yenilenmiş ve 1 Nisan 1993 de yeniden ibadete açılmıştır Kapalı Yunan Haçı plânındadır Ortada yüksek kasnaklı bir kubbesi bulunur İkonastasion ahşaptır ve kabartma bezemelidir İçerisinde gümüş kaplı ikonalar bulunmaktadır Kilisenin sağ tarafında taştan inşa edilmiş çan kulesi vardır

Ayios İoannis Hiristosmos Kilisesi (Kadıköy)

Eski Kalamış vapur iskelesinin karşısında Rum Ortodoks kilisesidir İlk yapılışı hakkında kesin tarih bilgimiz yoktur Kalamış Caddesi açılırken bazı temel izlerinden burada yan-yana iki kilise olduğu düşünülebilir 1947 de yan tarafa demir çubuklardan bir çan kulesi yapılmıştır Dış cephe son derece sade olup yüksek pencerelerle içerisinin aydınlatılması sağlanmıştır Yan taraftaki kuyunun mermer teknesi kabartma nakışlarla süslü olup ortasında aziz Ayios Ioannis’in kesik başı vardır Bu yüzden bu kuyuya kutsallık atfedilmiş ve “Ayios Ioanis Prodromos Ayazması” adıyla da anılmasına neden olmuştur

Rum Ortodoks Kilisesi (Kadıköy)

Yeldeğirmeni Karakolunun yanında bulunan bu kilise 1895 de Rum Okulu olarak inşa edilmiş sonra okul 1918 de yanda inşa edilen yeni binaya taşınınca burası kiliseye dönüştürülmüştür Demir çubuklardan yapılmış olan çan kulesindeki dökme çan Samatyalı Zilciyan Usta’nın yapımıdır

Ayia Triada Kilisesi (Kadıköy)

Bahariye Caddesi Nisbetiye Sokağında Rum Ortodoks kilisesidir 1902 de Patrik III Yovakim ve Kadıköy Metropoliti Yermenos zamanında yapılmış olup metropolit’in mezarı kilisenin bahçesindedir Kapalı Yunan haçı planlıdır Orta mekanın üzerini dört sütun üzerine oturan yüksek kasnaklı bir kubbe örtmektedir İki tarafında birer çan kulesi bulunmaktadır Dış cephe oldukça sadedir Giriş kapısının olduğu cephe yuvarlak geniş bir kemerin içinde yer alan kapı ve üzerindeki yuvarlak kemerli sütunlarla hareketlendirilmiş olup bu kemerin üzerine de sivri bir alınlık yerleştirilmiştir Bu kısım dışarıya çıkıntılıdır Etrafı demir parmaklıklı alçak bir duvar ile çevrilidir Kilisenin altında Bizans döneminde yaşamış günahkar bir kadın iken hıristiyan olup günahlarını bağışlatmak için manastıra kapanan Ayia Ekaterini’ye atfedilen bir ayazma mevcuttur

Surp Levon Ermeni Kilisesi (Kadıköy)

Kadıköy Altıyol’da Ermeni Katolik kilisesidir Parmaksızoğlu isimli bir Ermeni’nin Bahariye Caddesinden Hasırcıbaşı Sokağına kadar uzanan büyük bir bağı vardı 1890 da ölümünden sonra bu arazi varisleri tarafından parsellenmiş bir parçası da kilise yapımı için kurulan “Ermeni Katolik Cemaati Vakfı”na verilmiştir Cemaat 1911 de kiliseyi yaptırarak ibadete Surp Levon ismiyle açmıştır

Surp Takavor Kilisesi (Kadıköy)

Kadıköy’de Muvakkithane Caddesinde Ermeni Gregoryen kilisesidir Bu kilisenin adı ilk defa Sarkis Hovhannesyan “Başkent İstanbul’un Topoğrafyası” isimli eserinde geçmektedir Ona göre burada “Surp Asdvadzazin” isminde ayrıca içinde Surp Takavor’a atanmış küçük bir şapelin bulunduğu yıkılmaya yüz tutmuş bir kilise vardı Bu bina Patrik Abraham zamanında,Harutyan Amira Nordukyan’ın maddi katkıları ile tamir edilmiş ve 4 Temmuz 1814 de ibadete açılmıştır Ağustos 1855 de çıkan bir yangında yanan bina bu sefer Erzurumlu Murat Garabetyan’ın maddi katkısı ile mimar Mıgırdıç Kalfa’nın hazırladığı proje doğrultusunda yeniden inşa edilir ve Aziz Kral anlamına gelen “Surp Takavor” adı 1858 de ibadete açılır Bu onarım sırasında avluya Hamazasbyan Muradyan adında bir de okul ilave edilir 1862 de ölen Murat Garabetyan mabedin avlusuna defnedilir Bir müddet sonra eşi de vefat edince o da oraya defnedilir Görkemli mermer lahitleri girişin sağında ve solunda yer almaktadır 1936 da tekrar bir onarım geçiren binaya bu sefer maddi yardımı Divriği’nin Kesme köyünden Hovhannes ve eşi Mariam Noradukyan yapar 1978 de Herman Türkmen dış camekanları yeniler ve kilise kapısıyla çan kulesi arasındaki alan kapatılarak cemaatin durabileceği yer genişletilmiş olur
Binanın mimarisi klasik Ermeni mimarisinden uzaktır Kapalı haç planındadırOrta mekanın üzerini yüksek kasnaklı bir kubbe örtmektedir Haçın diğer kolları ise kiremitle kaplı çatıdır Dış görünüşü oldukça sadedir,sadece giriş cephesi kesme taş ile kaplanmış olup yarım yuvarlak kemerli ikiz pencerelere sahiptir Gotik mimari tarzında yapılmış olan çan kulesi yapının kubbe’den sonra dikkati çeken ikinci mimari unsurudur
İstanbul’da itfaiye teşkilatı kurulmadan evvel bu kilise kendisine bir tulumbacı takımı kurmuştur Bunların ahşap olan koğuşu Güneşlibahçe sokağına bakmakta idi sonra bu teşkilat kaldırılınca burası yıkılarak kargir iki katlı bir dükkana dönüştürülmüştür

Anglikan Kilisesi (Kadıköy)

Moda,Yusuf Kamil Paşa Sokağındadır 1878 de İngilizler tarafından Galata kulesi yakınında inşa edilen Kırım kilisesinin mimarı tarafından projelendirilmiştir İnşaat maliyetinin büyük bir kısmını Modada oturan Sir James William Whittall sağlamış,burada oturan diğer İngilizler de katkıda bulunmuşlardır Etrafı alçak bir duvar ve demir parmaklıklar ile çevrili olan bu kilisenin cemaati son derece azdır ve tapu kaydına göre de sahibi Bayan Irene Whıttall görünmektedir Apsis cephesinde ki vitraylarda İncil’den sahneler işlenmiştir


Ayios Panteleimon Kilisesi (Üsküdar)

Kuzguncuk İcadiye Caddesindedir Aziz Pantelemion’a ithaf edilmiş Rum Ortodoks kilisesidir Sokaktan bur duvar ile ayrılan avlunun içindedir Son devir Rum kiliselerinden olan yapı’nın 1831 de ibadete açıldığını içindeki kitabelerden öğreniyoruz 26 Eylül 1872 de yanan kilise Mimar Nikola Ziko’nun hazırladığı proje doğrultusunda 1890 de inşaata başlanmış ve yeniden ibadete açılışı ise 28 Haziran 1892 dir Kapalı Yunan Haçı planında olan kilisenin orta mekanını örten kubbe dört sütuna oturmaktadır Zarif bir mimari yapıya sahip olan mermerden avlu giriş kapısı üzerinde 1911 de Andon Hüdaverdioğlu tarafından yaptırılan çan kulesi vardır Kilisenin yanında yol üzerinde kare planlı küçük bir ayazma bulunmaktadır

İlya Profiti Rum Ortodoks Kilisesi (Üsküdar)

Üsküdar Yenimahalle’de Hacı Murat sokağında Rum Ortodoks kilisesidir İlk yapılış tarihi hakkında bir bilgimiz bulunmamaktadır II Mahmud’un 1831 tarihli fermanı ile inşa edilmiştir Sokaktan bir duvar ile ayrılan avlunun içindedir Klasik bazilika planına sahip olan binanın apsisi yarım daire şeklinde dışarıya taşkındır Avlu içerisinde kiliseye bitişik altı tane lahit ile 1945 de tamir edilmiş küçük bir de ayazma mevcuttur

Surp Haç Kilisesi (Üsküdar)

Üsküdar Selamsızda Kozanoğlu (eski adı Papaz Abraham) sokağındadır Balatlı Abraham adlı bir rahip 1676 da buraya ahşap bir kilise yaptırdığı içerideki kitabelerden birinde yazılıdır Mezarı kilisenin avlusundadır 1727 de Patrik Hovhannes zamanında tamir görmüş ve genişletilmiş olup 1797 de yanına bir de okul açılmıştır 1808 de bir onarım geçiren bina Patrik III Garabed zamanında yeni baştan Hassa Mimarı Hovhannes Serveryan tarafından hazırlanan projesi doğrultusunda yeni baştan bugünkü halinde yapılır ve 22 Eylül 1830 da takdis edilerek ibadete açılır 1882 de çatısı onarılırken yanına bir de kesme taştan kat aralarında pencereler açılmış çan kulesi inşa edilmiştir Kilisenin 1710 tarihinde kurulmuş olan Miatzal isimli korosu Ermeni cemaati için çok önemlidir ve eneski ermeni korosu olarak halen aynı isimle hizmet vermektedir Muntazam kesme taştan inşa edilmiş olup tonoz kubbe ile örtülüdür Apsis’in ortasındaki sunak 1842 de Hassa Mimarı Hovhannes Aznavuryan tarafından kiliseye hediye olarak yaptırılmıştır Bu sunağın arka tarafında tören elbiselerinin bulunduğu oda vardır Bu sunağın çevresinde İsa ve oniki havari’nin Saray ressamı Umed Beyzad tarafından yapılmış resimleri vardır Sunak kemerinde “Kutsal Haç’ının gölgesinde bizleri koru” yazılıdır Avlusundaki büyük sarnıç 1831 de Pişmişyan tarafından yaptırıldığı mermer kuyu bileziğinde yazılıdır

Surp Karabet Kilisesi Kilisesi (Üsküdar)

Üsküdar,Bağlarbaşı,Vasiyet Sokaktadır İlk inşaatının ahşap olduğu ileri sürülen bu Ermeni Gregoryen Kilisesi 1617 de Atik Valide ve Çinili Külliyesinin inşası için Van’dan getirtilen Ermeni ustalar tarafından yapılmıştır 1727 de Patrik Hovhannes zamanında tamir ettirilmiş,daha sonra 1844 deki büyük onarımla tamamen yenilenmiş olan kilise 1887 deki büyük Yenimahalle yangınında yanmıştır II Abdülhamit’den alınan izin ile Apik ve Matus kardeşler tarafından ailelerinin ruhu için yeniden yaptırılarak bugünkü halini almıştır İbadete açılış tarihi 12 Haziran 1888 dir Son onarım tarihi 1984 dür Ermeni kiliselerinde çok az görülen bazilika planında bir yapıdır Muntazam kesme taştan yapılmış olan yapının giriş cephesi iki katlı olup üçgen bir arşitravla nihayetlenir Kiremit kaplı çatısı iki tarafa meyillidir Girişin iki yanında yer alan çan kulelerinin üstü sivri ve dilimli birer kubbe ile örtülü olup üzerlerinde birer haç vardır Sütunlarla üç nefe ayrılmış kilisenin doğu nefi ahşap oymalı korkulukları ile zeminden biraz daha yüksek olup koro’ya ayrılmıştır Apsis’in iki tarafında iki ayrı küçük şapel vardır Bunlardan kuzeydeki vaftizhane olarak kullanılmaktadır

Surp Krikor Lusavoriç (Üsküdar)

Kuzguncuk iskelesinin karşısında Çarşı Caddesinde Ermeni Gregoryen kilisesidirYapılış tarihi içerisindeki kitabesinde yazdığına göre Patrik Zakaryan Ağavani’nin (1831-1839) zamanında Hassa Mimarı Hovhannes Amira Serveryan’ın proje ve kontrolunda inşa edilerek 11 Mayıs 1835 ibadete açılıştır Zamanla tahrip olan yapı 1865 tarihli ferman üzerine Bedros Ağa Şalcıyan ve Kuzguncuk’daki Ermeni cemaatinin maddi katkılarıyla büyük bir onarım geçirmiştir 1967 de ise kilisenin içinde bazı düzenlemeler ve tamirat yapılmıştır Kilise ana caddeden alçak bir duvar üzerine demir parmaklıkların ayırdığı küçük bir avlunun içindedir Dış görünüşü son derece sade olup iki kat ve giriş kapısı yuvarlak kemerler içerisine alınmıştır Plan şeması Ermeni kiliselerinde çok kullanılan kapalı Yunan haçıdır Orta mekanın üzerini örten basık kasnaklı kubbe penceresizdir Apsis’in iki yanında küçük şapellerden biri vaftizhane olarak kullanılmaktadır Cephede açılmış olan yüksek pencerelerden içerisi çok fazla ışık almaktadır Apsis’in arkasındaki geçitten çan kulesine geçilmektedir Dış görünümünün sadeliğine karşı iç son derece abartılı tablolar ve çeşitli süsleme unsurları kullanılmıştır Kapıdan girince sağda kilisenin atandığı Aziz Lusavoriç’in portresi bulunmaktadır İçteki galerilere geçişi sağlayan ceviz ağacından yapılmış korkuluklar ,ince işçilikleri ile büyük bir sanat eseridir

Ayios Dimitrios Kilisesi (Adalar)

Büyükada’nın kumsal semtinde büyük bir bahçe içindedir 1856-1857 de Ada’da yaşayan Rum ortodoks cemaat tarafından yaptırılmış olup mimarı Fıstıki Kalfa’dır Üç nefli bir bazilika plânında olan bu kilise’nin orta nefi Dimitrios’a yan nefler ise doktor aziz Pandeleimon (=Lokman Hekim) ve İliya’ya (İlyas Peygamber) atanmıştır Kilisenin orta mekanını içten kubbe dıştan ise çift meyilli kiremit kaplı bir çatı örtmektedir Bu kubbede oniki havari arasında İsa tasvir edilmiştir Orta mekanın sağ tarafında büyük bir çerçeve içinde oniki havari resmedilmiştir Ambon ve despot kürsüsü ahşaptır Üç nefi de kapsayan ahşap,oymalı ikonastasis’de baş melek Mikhael’in altın kaplama bir ikonu ile gümüş çerçeve içinde Meryem’e ait diğer bir ikon bulunmaktadır

Ayios Nikolaos Kilisesi (Adalar)
Büyükada, Ayios Nikolaos manastırının içindedir İlk yapılışının 14 ncü yy ait olduğu bilinir Bu kilise zamanla yıkıldığından yerine 1868 de bugünkü ibadethane yapılmıştır Kapalı Yunan haçı plânındaki bu yapının üzerini dört fil ayağına oturan bir kubbe örtmektedir Kubbede Pantokrator (dünyaya hakim) İsa resmedilmiştir Kubbeye geçişteki pantantiflerde ise dört incil yazarının portreleri bulunmaktadır Mimari bakımdan önemli olmayan bu kilisenin avlusunda demir karkas üzerine asılı çanı vardır

Ayios Yeoryios Kilisesi (Adalar)

Büyükada, Asker Azizlerden Georgios’a ithaf edilmiştir Bizans devrinde burada mevcut olan bir manastırın üzerine 1906 yılında Büyük Ada’lı ortodoks cemaatin ve rahip Dionisios’un maddi katkılarıyla yapılmıştır Mimari bir özelliği yoktur Kilisenin en değerli eşyası gümüş bir çerçeve içindeki Aziz Georgios’u at üzerinde elinde mızrakla gösteren ikonudur

Ayios Nikolaos Kilisesi (Adalar)

Heybeliada’da İşgüzar sokağı ile İmralı kavşağında,evvelce mevcut olup yıkılmış olan bir kilisenin yerine 1857 de inşa edilmiş Rum ortodoks kilisesidirAziz Nikolaos’a ithaf edilmiştir 1894 depreminde büyük zarar görmüş ve II Abdülhamid’den alınan izin ile tamir edilmiştir Kapalı Yunan haçı planında olan yapının orta mekanını dört kemere oturan bir kubbe örtmektedir İkonastasis mermerden yapılmış olup üzerine azizlere ve Meryem’e ait ikonlar yerleştirilmiştir Apsis’in sağındaki duvarda gümüş kaplanmış 1895 tarihli Azize Barbara ikonu ile yine gümüş kaplı Aziz Nikolaos’un ikonu vardır

Ayios Spiridon Manastırı Kilisesi (Adalar)

Heybeliada’da Çam Limanı mevkiindeki tepenin üzerindedir Halk arasında “Tarik-i Dünya” adı verilir Trakyalı olup Heybeli Ada’ya yerleşmiş bir keşiş olan Arsenios tarafından 1862 de küçük bir kulübe şeklinde inşa edilmiştir Bu bina 1894 depreminde yıkılınca Ortodoks cemaat tarafından yeniden yapılmıştır Arsenios 1906 da vefat edince buraya gömülmüştür Kayserili bir rahip olan Kyprianos Stylianidis kilisenin etrafına taştan bir duvar çektirmiş bazı yerleri de onarmıştır 1954 de Patrik Athenagoras’ın ricası üzerine onarımdan geçmiştir Tek nefli bir bazilika planına sahip olan kilisenin üstünü çift meyilli bir çatı örtmektedir İçinde bulunduğu avlu kısmen kapatılmış olup adeta bir narteks görevini görür Apsis yarım yuvarlak şeklinde dışarıya taşkındır

Ayios Yeoryios (Aya Yorgi) Manastır ve Kilisesi (Adalar)

Burgaz Adası’nda, deniz tarafındaki manastırın önündeki “Cennet Yolu “denilen yol ile tepedeki kiliseye ulaşılır Aşağıdaki manastır 1920 de buraya yerleştirilen ,ihtilalden sonra Rusya’dan kaçan Beyaz Rusların kazaen çıkardıkları bir yangın sonucu yanmıştır Tepedeki kilise 1882 de inşa edilmiş olup 1894 de deprem sonucu yıkılmıştır Bugünkü bina 1897 de inşa edilmiştir Yunan Haçı plânındaki bu kilisenin orta mekanının üzeri dört fil paye’nin taşıdığı kemerlere oturan yüksek kasnaklı kubbe ile örtülüdür Yan kolların üzerindeki kubbeler küçüktür Kilisenin avlusundaki üç adet çan vardır Yortu günü 23 Nisan’dır

İoannes Prodromos Kilisesi (Adalar)

Burgaz Ada’da Takımağa sokağındadır Vaftizci Yahya’ya ithaf edilmiştir Bizans’ın İkonaklazma devrinde bu akıma karşı olan Patrik I Metodios ,Ignatios ve Fotios İmparator Teofilos tarafından adaya sürgün olarak gönderilmişlerdi Burada toprak altında bir hücrede yanında iki katil ile 7 yıl hapsedilmiş olan Metodios’a söylenceye göre adalı bir balıkçı tepedeki delikten yiyecek atarak onun hayatta kalmasını sağlamıştır Teofilos’un ölümünden sonra karısı Teodora ikonaklazma karşı olduğu için Metodios’u İstanbul’a getirtir ve patrik tayin eder O da kiliselerden kaldırılan bütün ikonaların yerlerine konmasını sağlar İgnatios ise İmparatoriçeden Burgaz adasında yaşadıkları zindanın bulunduğu yere bir kilise yapılmasını ister ve 842 de Aya Yani (İoannes Prodromos) kilisesi inşa edilir Metodios ölümünden sonra hıristiyanlığa yaptığı hizmetlerden dolayı “Aziz” kabul edilir Zaman içinde harap olan kilise 1759 da yenilenmiş 1817 de büyük bir onarım görmüştür 10 Temmuz 1894 depreminde yıkılmış ve yeniden inşa edilmiştir Bugünkü kapalı yunan haçı planlı ve merkezi kubbeli olan kilise bu tarihten kalmadır ve zindanın tam üstüne inşa edilmiştir Bu hücre 3,5 x 175 m ebadında 2 m yüksekliğinde taştan yapılmış bir odadır Buraya 11 basamaklı bir merdivenle inilmekte olup kilisenin Yortu günü olan 29 Ağustosta ziyaretçiler tarafından ziyaret edilmekted

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.