Koza,Dan Çıkış 1 |
08-06-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Koza,Dan Çıkış 1Koza,dan çıkış 1 "Koza"dan Çıkış (1) “Mekân köyünden çıkman kolaydır ama, kozan köyünden çıkman her beynin harcı değildir; ender kişiye nasiptir!” … Çok ve hızlı, daha özlücesi gereksiz yönde çalışarak evrendeki mükemmel uyuma gölge düşürüp kendisine sürekli ciddî bir gürültü üreten, yaşamına sürekli maddî ya da mânevî jelatinli sanal ve gereksiz hedefler koyarak kısır ve anlamsız bir döngü yaratan, şikâyet makamına demir atmış, tatminsiz ve dursuz duraksız, fevkalâde kirli ve kibirli bir zihnin mağduruyum ben! Sahte bir zekânın sanal kahramânıyım aslında! Şişirilmiş, daha doğrusu kendi kendini şişirmiş bir balonum! Enikonu bir kurbağa olduğundan habersiz, prense ayak uydurmak için durmaksızın şişinip, sonunda da kendini çok traji-komik durumlara düşüren o meşhur kurbağa, hiç de uzak değil bana Ve kendini zekî zanneden bir ahmağım en nihâyetinde… Özgüvenini yüksek bulurken, aslında tavan yapmış egosuyla, “öz” güven denilen o ebedî özgürlük hâliyle hiç tanışmamış, barışmamış, o büyük vuslatı hiç yaşamamış biri… Tüm orijinal ayarlarını bozmuş, dağıtmış, doğal güzelliğini ve duruluğunu târumar etmiş, “Acele işe şeytan karışır!” hakîkatindeki şeytanın, hıza ve dursuz duraksız bir sürate ayarlı kendi otomatik mekanizması, Arapsaçına dönmüş kaotik bilinçaltı programı olduğuna bir türlü tam mânâda ayamamış, zaman zaman bunu teoride yakalasa da yakaladığı teorik düzeyi kendi ego tatminine payanda yapmanın ötesine geçememiş, sinsi süper-egosu tarafından kuşatılmış bir papağan! Ya da kafasını kuma gömmüş, arkasından haberi olmayan bir devekuşu belki… “Ha ha! Çok komik! Kurbağa mısın, papağan mı; yoksa bir devekuşu mu! İyi de karar ver artık!” diyor, alaycı tavrıyla kamuflaj yolları arayan, açığa çıkanlardan pek bir rahatsız olan o kirli ve klâsik yanım! Ve Horatius veriyor ona, en can alıcı yanıtı; “Ne gülüyorsun! Anlattığım senin hikâyen…” … Annesine babasına çaktırmadan tabağındaki yemeği masanın altından aşağıda bekleyen kediye köpeğe yediren çocuk misâlî, etrâfa belli etmeden kendi nefsini besleyen, tehlikeli mekanizmasına gıdâ veren başarısız bir muhasebeciyim ben! O çocuğum, hâlâ çocuğum! Ve Nasreddin Hoca’nın, kendi bindiği dalı kesen o meşhur kahramânı da benim aslında, başkası değil Ezbere, kör bir gidişe kilitlenmiş olsa da çok beylik laflar ve kendi işine yaramayacak kâğıt üstü durum tespitleriyle “Yol alıyorum!” zannında bulunan ve bir yanı sürekli patinaj çektiğini görse de “Devam, devam!” tâlimatlarıyla gemisini karanlık sularda yüzdürmeye devâm eden şaşkın bir kaptanım Yepyeni sulara açılmanın edebiyâtını yaparken, ayağı sürekli kör bir inatla eski sulara doğru seyreden ve her gün her gün nefsâni, yâni sahte bir sadâkatle aynı rotaya tapan bir putseverim Daha işi olmadığı sabahlar yataktan kalkmaya üşenirken boyundan büyük işlere kalkışan, bir irâde fukarâsı iken bir irâde kahramânı olmaya soyunan bir mantık ve matematik yoksunu… Gittiği yerlerde hep daha önceki yerine oturan, evine hep aynı sokaktan giden, elmayı ya da portakalı hep aynı şekilde soyan, aynı damak tadını takip eden, aynı şarkıları dinleyen, aynı metodlarla aynı şekilde düşünen, aynı yargılarda bulunan, yatağın hep aynı yerine yatan, yemek masasında hep aynı yere oturan, aynı şekilde giyinen, aynı tür kitapları okuyan, aynı tür filmleri arayan bir kopyayım ben! “Bu da benim tarzım!” yalanının arkasına saklanmaya çalışan, ama sürekli açıkta kalan irice bir kuş! Dilindeki “değişim” ve “dönüşüm” yalanını etkili bir etiket olarak kullanan sinsi bir reklam uzmanı! Bütün bir eğitim hayâtında, ilkokuldaki bir şaşkınlığının dışında kesinlikle kopya çekmemiş, buna tenezzül dâhi etmemiş olmasıyla da sürekli övünen çok büyük bir kopyacı! Her dönem teşekkür takdir alan çok başarılı bir başarısız! Hayâtı baştan aşağı kopya ve şartlanma olan, ama “yeni”ye talip olduğu zannıyla gün be gün kozasına iyice yerleşip biraz daha çürüyen ilginç bir tür! Ve belki de en bilindik tür aslında J … “İnsansı”… Sonsuz varlık enerjisini, “Hakîkat”in insan türüne sunduğu o açık çeki, o müthiş jokeri abartısız kendi topuğuna sıkmak için kullanırken çok güzel edebiyat parçalayan iyi bir dil uzmanıyım ben; kuvvetli bir retorik erbâbıyım! Kitaplara, hemen onlardan bir şeyler alıp kanatlarını havalandırmak için uzanmış, deli gibi okumuş ama kitaplarda kaybolmamış, kendini yok etmemiş; aksine kendini bir yere ulaştıracak ham maddeyi aramış bir pragmatistim! Kitapları, kitaplardakini aslâ yaşama dönüştürememiş, onlardan aldığını sakat davranışlarını değiştirmek adına kullanamamış ve sürekli yerinde saymış, kitapları bir basamak olarak kullanıp ötede olan o farklı ve yaşamsal boyuta bir türlü teslîm olamamış büyük bir korkak, Ahmet İnam’ın deyimiyle yaşamın kıyısına vurmuş sıradan bir bilgi oburu… Yerim yerim ama hiç büyüdüğümü ya da doyduğumu görmedim bugüne dek! Tuzlu su içtikçe içi kavrulup yeniden aynı suya sarılan bir mantık yoksunu, bir yaşam yoksuluyum sonuçta! Zîrâ sonsuz vûcut enerjisinin verdiği farkındalıkla değil, bedeniyle, bedenselliğin dürtüleriyle yaşayan milyarlarca birimden bir birimim! Tüm farklılık zannıma ve aslında kibrime rağmen… Kapalı kavramların arkasına saklanmanın da zerrece faydası yok artık bugün! Çıkarcıyım! Kendi nefsimin hesâbındayım; tasarım, beklenti ve yüksek hedeflerle kirlenmiş, kendi elleriyle kendini kilitlemiş sıradan bir beşerim… İçimde ucuz hesapları, gizli bir ajandası olan ve kıyasa, kategorizasyona, zanda bulunmaya ve asılsız yorumlara dayalı küçük bir tanrı var! Tam içimde! Hattâ emir komuta zincirinin en başında, merkezde! Kaptan köşküne kurularak beni zehirli tâlimatlarıyla köleleştirmiş, sahte ama fazlaca etkili bir tanrı! Bana sürekli sufle veren, ne derse arkasından sazan gibi atladığım, ona alternatif bir filtre sistemini aslâ devreye sokmayı düşünmediğim, buna cesâret dâhi edemediğim sahte bir tanrı! Varlığından çok uzun yıllardır habersiz yaşadığım bağırsak beynim o benim! Yüzde doksanbeş onunla hareket ederken yüzde beşlik bir farkındalıkla yetinip susuz, ‘Hayy’atsız kalmama sebep olan altbilincim, ikinci beynim… Bu arada sürekli atılan o kurt da benim aslında! Kendi kendinin üzerine atılıp sürekli kendi mevcûdiyetini soluksuz bırakan o akılsız kurt! Velhâsıl yanlış söylemiş Thomas Hobbes! İnsan insanın kurdu değil! İnsan kendi kendinin kurdu aslında! “Ben mişim kendime en büyük cezâ!” diyen Necip Fâzıl da ispâtı işte… Sahte ve çok güçlü bir tanrı içimdeki! Büyük bir canavar, gözü dönmüş bir terörist! Gâyet mantıksız geliyor kulağa ama gerçek! Sahte ve çok güçlü! Kulağa diyorum, çünkü “gerçek akıl”la henüz tanışmadım ben… “Gerçek akıl” aynı sorunlarla boğuşturmaz insanı! Her gün ve her an yepyeni mekânlara, bambaşka hâllere savurur! “Gerçek akıl” açığa çıktığında, aynı soruna ikinci kez takılmaz insan! Her ayak bastığı basamak bambaşka bir periyodun başlangıcıdır ve canlıdır her şey! Yepyenidir… Kokma yoktur, kokuşma yoktur, can sıkıntısı, korku, vesvese, huzursuzluk, tatminsizlik, hırs, yarış ya da başarısızlık hissi yoktur! Her şey yerli yerincedir, öyledir ve her hâliyle güzeldir, mükemmeldir… “Gerçek akıl” sonsuz ve sınırsız kuantum potansiyelin “Ez-Zekî” rengidir, “El-Âlim” özüdür, “Yâ-Hayy” kokusudur! Sınırsız olasılıkların en rahmâni ve bonkör terkibidir, harcıdır; özüdür… Ve yine hiç yaşamadığı, görmediği, sadece hayâl ettiği, teoride tanıyıp tanıdığını zannettiği yerlere sıçravıverdi işte zihnim ve başladı görmediğini, yaşamadığını anlatmaya, hüküm vermeye, ahkâm kesmeye! İşte tam da bundan söz ediyorum! Yaşamadan, gözü kapalı ve boşa üreten, bir şeyler yaptığını zannederken sürekli patinaj çeken “ben”imden, kirli zihnimden ve bizzat nefsimden! Ve aslında ‘Hayy’ata atılmaya çekinen en korkak ve kibirli yanımdan… Daha nefs-i emmâre çukurundan nefs-i levvâmeye adım atmak için debelenip dururken nefs-i mutmâinneden ve hattâ hattâ nefs-i sâfiyeden masallar anlatmaya cüret eden hadsiz, edepsiz ve kör câhil benliğimden… Evet bu benim! Çünkü bu çağın ve bu insanlığın doğurduğu bir ürünüm ben! Tanrılaştırdığı benliğiyle otomatik pilotta giderken, yaptığı teknolojik devrimlerle tavan yapan egosundan başkaca bir şeyi olmayan bir modernite toplumunun mahsûlüyüm ve en büyük felâketzedeyim aslında! Depremde enkaz altında kalmışlardan ya da deprem sonrası gelen tsunamiyle evlerinin çatılarında üzerlerine doğru gelen azgın sulara karşı çaresiz kalmış mağdurlardan daha mağdurum ben! Mağdurluğuna uyanmamış bir mağrur aslında… Ölümcül hastalığının farkında olmaksızın kendi kendine toplumsal hastalıklara reçeteler döktüren bir gâfil, bir kendinden habersiz… Yarışın, kıyasın, acımasız bir savaşın âletiyim ben! Dili günde çok vakit “Beni o dosdoğru yola ilet!” derken kendi ayaklarıyla göz göre göre en çarpık ve en emniyetsiz yolu tâkip eden bir çelişkiler yumağından başka bir şey değilim… “Dediğini dinle ama gittiği yoldan gitme!” denilen o sahte imam da ben olabilirim pekalâ… Zihnim el vurulmaz keskinlikte müthiş bir bıçak ve son derece acımasız ve acele kararlar veren bâsiretsiz bir hâkim! Kalbim ve tüm mevcûdiyetimden kaynak alan aslî algı yetimse, bu kirli ve çenesi düşük, çokbilmiş zihnin ürettiği gürültüden rahatsız olarak gerilere çekilmiş, fazlaca gölgede kalmış ve bir bakıma bana küsmüş durumda Yönetim panelini ele geçirmiş kirli zihnim diktatör bir mantıkla boğazını sıkınca, onun da sesi soluğu çıkmaz olmuş artık! Varlığını bile duyamıyorum çoğu zaman… Çünkü ekseriyetle zihnimle yaşıyorum! Yâni düşüncelerimle! Onları hissediyorum çoğunlukla! Onlarla boğuşuyor, onlarla vâr oluyorum; vâr olduğumu zannediyorum! Daha acısı, zihnimin efendisi olduğumu sanırken, onun azat kabul etmez bir kölesi olarak aslında…</U> Ve karnemdeki tüm bu kırıklarla “Hakîkat”i arıyorum ben, biliyor musunuz? Eğer ben “Hakîkat” olsaydım, böylesi birine kesinlikle yüz göstermezdim! Ve o da göstermiyor zâten ve dönüp dönüp Amerika Kıtası’nı yeniden, yeniden keşfetmem gerekiyor… </U> Neden yeniden yeniden? Çünkü henüz hiç keşfetmedim de ondan! Keşif nedir tatmadım bile! Zaman zaman heyecanlandıran gel-gitlerim, anlık şimşeklerim olmadı değil! Ama teorik bilgi yüküm, beklenti odaklı çıkarcı tavrım ve reklamcı, pazarlamacı otomatiğim, teslîmiyetten uzak aceleci mekaniğim; ve sesi, sessizliği ve olup biten her şeyi gözleme özürlü oluşum, o ufak pırıltıları da eritti çabucak! Yüz gösterir göstermez üzerine çullanıp soluksuz bıraktı, hızlıca yok etti O’nu! Bir anda yuttu… Ve kedi olalı yakaladığım tüm fareler de berhavâ! Çünkü kedi kadar sabrım olmadı ki hiç; saatlerce aynı deliğe gözümü kırpmadan bakıp, aradığımı yüce bir sadâkatle bekleyeyim! “Hakîkat” yolunda maymun iştahlılık! Ne büyük sabırsızlık, ne büyük küstahlık! </U>İşte o da benim! Eli işte gözü oynaşta olan o sahte yolcu…</U> Bir hobi, bir sosyal faaliyet gibi aradım ben, bu vakte dek “Hakîkat”i! Bir “Hakîkat Avcısı” olmanın mânevî forsundan yararlanıp kendimi fazla yormadan, O’na tam teslîm olmadan, bir ayağım içerde, bir ayağım dışarıda götürmeye çalıştım maçı! Bugün kendime biraz daha ciddî baktığımda görüyorum ki; başladığım noktadan fazla uzaklaşamamış olmam da hiç sürpriz değil, hiç haksızlık değil elbet!</U> Kim kendini suya teslîm etmeden, kıyıdan denizi izleyerek yüzme öğrenebilmiş ki; ben bu performansla O’na gidebileyim! Ya da varlık hazînemdeki o âlî noktayı bulabileyim…</U> Tabi işim gücüm teoride, sembollerde, tanımlarda, mecazlarda, imgelerde takılıp kalmak ve uzaktan melûl melûl denize bakıp “O kadar da kitap okudum yüzme ile ilgili! Ve ne duâlar ettim geceler boyu, ne duâlar! Neden hâlâ yüzmeyi öğrenemedim, anlamıyorum bir türlü!” demek olduğu için, bu “yolculuk”, “yürüme”, “ulaşma”, “erme”, “gitme” gibi imgelerin, insanın kendi kendisinde yaptığı bir iç kazıyı anlatan önemli metaforlarolduğuna da ayamadım bir türlü! Teoride bu “yürüme”ler, “yolculuk”lar üzerine nice kitaplar yazdım, nice fermanvâri tezler hazırladım ama; pratikte hâlâ aymadım o en içteki devâsâ temizlik harekâtına, o en büyük kazıya! Tüm kemikleşmiş, taşlaşmış davranış kodlarımla kendi kendimi kozama mahkûm edişime, taşlanmış ve taşlaşmış şeytânî vehim ve vesveselerimle sürekli kendi kendimi kilitleyişime ve bu büyük esâreti aşmanın ancak kendi kendimde yapacağım ciddî bir derinleşme ve yüzleşmeye bağlı olduğuna…</U> Hep gidilecek bir yer vardı ve hep “Vira Bismillâh!” deyip çıktım o kutlu yola; ama nâfile! Kocaman valizinde kitapları ve tüm erzakları, ayağında ise dev prangalarla çok uzun yolculuklara çıkmaya hazırlanan traji-komik bir karikatür belirdi aynada; anlamadım, aslâ üzerime alınmadım! Bir an olsun durmadım! Aynadakini “oku”madım! Ve işte böyle başladı, “Haydi haydi çabuk! Çok oyalandık, fazlaca vakit kaybettik! Hemen çıkmalıyız!” diyerek şeytâni bir aceleyle, ayağımdaki o dev prangalarla çıktığımı sandığım o sanal yolculuk! Bütünden ve “Hakîkat”ten kopuk, o beyhûde, o boşuna çarçabukluk… Ve hâlen de devâm ediyor, tüm traji-komedisiyle, tüm sahteliğiyle… Hâlâ kaçıyor gözlerim, o gözlerimi kamaştıran aynadan ve hâlâ daha adam gibi durup bakamıyorum ona! ALINTI |
|