Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Eğitim & Öğretim > Tarih / Coğrafya

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
osmanlı, tarihi

'Osmanlı Tarihi'

Eski 10-07-2012   #46
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

'Osmanlı Tarihi'



OSMANLI DÖNEMİ VE TÜRKLERİN RUMELİ’YE GEÇİŞLERİ

Malazgirt savaşından sonra Anadolu’da iyice yerleşen Selçuklular, boğazlara dayandılar Anadolu Beylikleri döneminde özellikle Çanakkale Boğazı üzerinden Rumeliye yapılan akınlar sıklaştı

Trakya’nın Osmanlılar tarafından ele geçirilmesi de bu akınların ardından oldu Aynı zamanda Türkler bu akınlar esnasında bölgeyi iyice tanıdılar Karasi, Aydın ve Osmanoğulları beylikleri, Tekirdağ’a başlıca yedi akın yaptılar Süleyman Paşa komutasındaki Türkler 1354 yılında Rumeliye kesin olarak geçmeden önce Bizans İmparatorları ile Türkler arasında uzun süren samimi ya da çıkara dayanan ilişkiler görülmektedir İlk olarak 1320’li yıllarda Bizans’taki taht kavgası sırasında güç durumda kalan Kantakuzenas, Aydınoğulları’na başvurarak yardım talep etti

Aydınoğlu Umur Bey donanmasıyla harekete geçerek Bulgarlar’ı Dimetoka’dan (Edirne) kovdu 1344’te Latinlerin İzmir’i işgal etmeleri, Aydınoğullarını ve onlardan yardım uman Kantakuzenos’u zor durumda bıraktı Kantakuzenos Umur Bey’in teklifiyle Orhan Bey’e başvurdu ve ondan aldığı yardım ile 1346’da Edirne’yi ele geçirdi Yine 1349’da Sırplar Selanik’i kuşatınca Bizans İmparatoru tekrar Türklerden yardım istedi Orhan Bey, Süleyman Paşa komutasındaki orduyu Rumeliye göndererek Selanik’in kurtarılmasını sağladı 1348’de Çanakkale Boğazını aşan akıncılar bu kez Tekirdağ’da görünerek kıyı bölgelerini ele geçirdiler ve Vize’ye kadar yaklaştılar

Asıl imparator İannes ile egemenlik savaşını sürdüren Kantakuzenos zor duruımda kalınca yeniden Osmanlılara başvurdu Yapacakları yardım karşılığında Gelibolu’da bir kaleyi armağan olarak vermeyi teklif etti Bizanslılar 1352’de Gelibolu’da Çimbi Kalesini Osmanlılara teslim etti Buraya yerleşen Süleymen Paşa kısa sürede durumunu sağlamlaştırdı Bu arada Gelibolu Türkler tarafından ele geçirildi(1354)

Süleyman Paşa beraberindeki Lalaşahin Paşa, Hacı İlbey, Evrenos, Gazi Fazıl ve Yakup Ece ile Trakya’nın fethine hazırlandı Bu arada Bizans’ın Sırp, Bulgar ve Macarlarla anlaşarak saldırıya geçme ihtimalini göz önüne alan Süleyman Paşa çabuk davranarak Şarköy İlçemizin topraklarını ve o zamanki adı “Od Köklük” olan Balabancık’a ve Müstecablu’ya (Müstecep) uzanan yerleri alarak Tekirdağ’a kadar bu bölgeyi tamamen ele geçirdi Bu arada Osmanlıları Rumeliye çıkartmakla, imparatorluğu büyük bir tehlike ile karşı karşıya bıraktığını anlayan Kantakuzenos Orhan Bey’e başvurarak Çimbi Kalesini kendisine satmasını ve birliklerini buradan çıkarmasını istedi

Orhan Bey Çimpe kalesini satabileceğini ancak fethedilen yerlerden çıkılmayacağını söyledi Bizans merkezindeki karışıklıklardan yararlanan Süleyman Paşa fetih hareketlerini hızlandırarak; Malkara, Keşan, Hayrabolu, Tekirdağ (1357), ve Çorlu’yu (1358) ele geçirdi Çorlu’nun alınmasıyla İstanbul-Edirne yolu kesilmiş oldu Fakat 1357’de Süleyman Paşa ölünce fetih hareketleri duraklama gösterdi

Şehzade Murat en küçük duraklamanın bile Rumeli’deki tüm toprakların yitirilmesine sebep olacağını düşünüyordu Süleyman Paşa’nın ölümünden sonra fethedilen yerler korunmamış ve kısa bir süre içinde Çorlu ve Tekirdağ yöresi Bizanslıların eline geçmiştir Harekete geçen Osmanlılar 1359’da Çorlu’yu yeniden ele geçirdiler Bundan sonraki hedef Edirne idi Lüleburgaz alındıktan sonra Osmanlı ordusu Babaeski’ye yerleşti Ordunun sol kanadını komuta eden Hacı İlbey Malkara, İpsala ve Dimetoka’yı (Edirne) aldı Edirne’nin fethinden sonra (1361) yöre bütünüyle Türklerin eline geçti

Alıntı Yaparak Cevapla

'Osmanlı Tarihi'

Eski 10-07-2012   #47
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

'Osmanlı Tarihi'



Osmanlıların ilk defa kullandıkları toplar deve, katır ve beygirlerle naklolunacak kadar küçük ve hafifti; aynı zamanda sarp yerlere top malzemesi naklolunularak toplar oralarda dökülürdü; XV yüzyıl ortalarından sonra topçulukta ehemmiyetli surette yenilik yapan Osmanlılar, büyük toplar dökerek bunları top arabaları ile sevkettikleri için ayrıca bir de top arabacıları ocağı kurulmuştur Burada yetişenler de XVI yüzyılda acemi ocağından alınırdı Arabacı ocağı çak sayıda ortalara ayrılmış olup en büyük zabiti arabacı başı idi





Topçu Ocağı

Top dökmek, top atmak ve top mermisi yapmak gayesiyle teşkil edilen bu ocak da, Kapıkulu ocaklarının yaya kısmındandı Efradı, Acemi Ocağı'ndan sağlanırdı Osmanlı ordusunda ilk top, Sultan I Murad zamanında 1389 yılında Kosova Meydan Muharebesinde kullanılmıştır Yıldırım Beyâzid tarafindan da gerek İstanbul muhasaralarında gerekse Niğbolu kuşatmasında topun bir silah olarak kullanıldığı, Aşıkpaşazâde tarafindan anlatılmaktadır Görüldüğü gibi Osmanlı Devleti'nin daha başlangıç yıllarında top, ordunun ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir Bununla beraber topun silahlı kuvvetlerin ağır ve önemli bir silahı olarak ordu ve donanmaya yerleşmesini sağlayan, Fâtih Sultan Mehmet olmuştur Kale yıkan büyük toplar ile havan topunun mucidinin de Fâtih Sultan Mehmed olduğu belirtilmektedir Bu silahın, askeriyedeki önemi o kadar büyümüş ve devlet ona o kadar ehemmiyet vermiştir ki, patlatılamayan bir topun patlamasını temin eden kimseleri bile her türlü vergi ve rüsûmdan muaf saymıştır

Ocağının top döken kısmı ile top kullanan bölükleri ayrı ayrı idiler Toplar, her zaman devlet merkezinde veya fabrikalarinda döktürülmezlerdi Bazen kale muhasaralarında kalelerin önünde de top imal edildiği görülmektedir Nitekim Sultan II Murad zamanındaki Mora ve Arnavutluk seferlerinde, daha sonra da İstanbul kuşatmasında develerle getirilen malzeme ile buralarda toplar döktürülmüştü
Osmanlılar, gelecekteki ihtiyaçlarını karşılamak ve devamli bir şekilde hazırlıklı bulunmak gayesiyle İstanbul'un dışında da top fabrikaları kurmuşlardı Bu fabrikalar, hudud veya hududa yakın yerlerde idi Bu yerler:

Belgrad, Semendire sancağının Baç (Beç) madeni, Budin, Içkodra, Praviste, Timasvar ile Asya'da İran sınırına yakın Kerkük'ün Gülanber kalesi idi Bu topların mermilerini yapan fabrikalar da Bilecik, Van, Kigi, Kamengrad, Novaberda ve Baç'da idi Bu mermiler (yuvarlak=gülle) için de ayrı ayrı yerlerde depolar yaptırılmıştı Her yıl ne kadar mermi ve gülle döküleceği, Divan tarafından planlanıp Topçubaşına bildirilirdi Dökümhanelere de buna göre emir giderdi Bir gülle dökümhanesinin yıllık ortalama kapasitesi 20-24 bin aded arasında değişiyordu Bu mermilerin en küçükleri 320 gram ağırlığında idi Bunlar, "Sahî" denilen topların gülleleri idi Sahîler, katır sırtında taşınabilen ve yalnız iki topçu eri tarafindan kullanılabilen küçük, pratik, ateşi seri ve müessir toplardı "İnce Donanma"yı meydana getiren nehir gemilerinde de bunlar kullanılırdı Kale muhasaralarında surları yıkmak için kullanılan toplar daha büyüktü Bu topların gülleleri 70 kg ağırlığında idi Top mermisi döken madenlerde dökücü ustaları ve yeterince işçi vardıDökücüler, İstanbul'daki Tophaneden gönderilirlerdi

Osmanlılar, sadece madenî değil, taş gülle de kullanmışlardı Bu gülleleri demir olanlardan ayırmak için "Taş gülle" tabirini kullanıyorlardı
Topçu ocağının en büyük zâbitine (subayına) "Sertopî" veya "Topçubaşı" denirdi Bundan başka Dökümcübaşı, Ocak kethüdası ve çavuşu gibi yüksek rütbeli subayları ile "Çorbacı" veya "Bölükbaşı", Dökücü halifeleri" gibi subayları ile Ocak katibi vardı
Tophanede sivil memurlar da istihdam ediliyordu Bunlar, Tophane Nâzin ile Tophane Emini idi Tophane Emini, tophaneye alınan ve sarf edilen eşyanın defterini tutar ve her sene hesabını verirdi Tophane levazımı, bunun eli ile tedarik edildiğinden vazifesi çok önemli idi Bütün bunlardan anlaşıldığına göre Topçubaşı, Dökümcübaşı, Tophane nazırı, top dökümcüleri kethüdası, Tophane emini ve Topçu çavuşu Tophane ocağının yüksek rütbeli subaylarındandı
Topçular, sayıca "Cebeciler"e yakın idiler XVI asırda ocağın mevcudu 1204 nefer iken, XVII asırda bu sayı 2026'ya kadar yükselmiştir Onyedinci asrın sonlarında muharebelerin devamı yüzünden sayıları 5084'e kadar çıkmıştır

Oldukça islah edilmesine rağmen Sultan III Selim'in tahttan indirilmesi (hal') esnasında Kabakçı Mustafa'ya iltihak eden Topçu ocağı, isyana istirak etmişti Halbuki Sultan Selim, bu ocağın, zamanın şartlarına göre islâh edilmesine ehemmiyet vermiş, derece ve itibarlarını artırmıştı Vak'a-i hayriye esnasında topçular, devlete sadık kalarak Humbaracı ve Lağımcı ocakları ile birlikte "Sancağ-ı Şerif altına gelmişlerdi Yeniçeri ocağının ilgasından sonra Topçu ocağı yeni şekle göre tertip edilmişti
Topçu ocağı ile çok yakından ilgisi bulunan bir ocak daha vardır ki, bu da "Top Arabacıları Ocağı"dır Osmanlıların ilk dönemlerinde kullanılan toplar, deve, katır ve beygirlerle naklolunan küçük ve hafif toplardı XV asırdan sonra topçuluğun büyük ölçüde gelişmesi üzerine ve büyük topların dökülmesinden sonra, yenilik yapan Osmanlılar, bunları araba ile savaşa götürmeye başladılar Demek oluyor ki bu ocak, topların daha ziyade tekemmül ederek arabalarla taşınmasından sonra doğmuştur Arabacıbaşı adında bir subayın komutasında bulunan bu ocak da çeşitli ortalara ayrılmıştı

Alıntı Yaparak Cevapla

'Osmanlı Tarihi'

Eski 10-07-2012   #48
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

'Osmanlı Tarihi'



OSMANLI İMPARATORLUĞUN’DA OKUL AÇAN ÜLKELER VE OKULLARI

A FRANSIZ OKULLARI

Saint - Benoit Fansız Okulu

Saint - Georges Fransız Okulu

Saint - Louis Dil Oğlanları Koleji

Saint - Pierre Fransız Okulu

Nötre Dame De Sion Fransız Kız Lisesi

Saint Pulcherie Fransız Okulu

Saint - Josep'n Fransız Koleji

Saint - Esprit Fransız Okulu

İmmacule Conception Fransız Okulu

BİNGİLİZ OKULLARI

C AMERİKAN OKULLARI

Harput Amerikan Koleji

Robert Koleji

İstanbul Amerikan Kız Koleji

Merzifon Amerikan Koleji

D İTALYAN OKULLARI

İtalyan Kız Ortaokulu (Ağahamamı Kız Ortaokulu)

İtalyan Kız Ortaokulu

Büyükdere İtalyan Okulu (R Scuole Femminiledi Büyükdere)

Santa - Maria İtalyan Okulu (Büyükdere)

Bakırköy İtalyan Okulu

Yedikule İtalyan Okulu

İtalyan Erkek Okulu (R Scuole Elementare Maschile)

Beykoz İtalyan Okulu

Sainte - Marie İtalyan Okulu (Beyoğlu)

Sacre Cour İtalyan Kız Okulu (Yeşilköy)

Bartelemeo Giustiniani İtalyan Okulu

San - Pietro İtalyan Kız Okulu (Galata)

İtalyan Kız Okulu (Kadıköy)

San - Pietro Okulu (Kadıköy)

ALMAN OKULLARI

AVUSTURYA OKULLARI

1964 YILI ESAS ALINARAK TÜRKİYE'DE -GÜNÜMÜZDE- BULUNAN

YABANCI (ÖZEL) OKULLAR ŞUNLARDIR:[1]

A) FRANSIZ OKULLARI

Nötre Dame de Sion Fransız Lisesi

Nötre Drame de Lourd Fransız Okulu

Sainte Pulcherie Fransız Okulu

Sanit Benoit Fransız Erkek Lisesi

Saint Benoit Fransız Kız Orta Okulu

Saint Michel Fransız lisesi

Saint Joseph Fransız Erkek Lisesi

B) İNGİLİZ OKULLARI

İngiliz Erkek Lisesi (Nişantaşı)

İngiliz Kız Ortaokulu (Beyoğlu)

C) AMERİKAN OKULLARI

Bursa Amerikan Koleji

İzmir Amerikan Kız Koleji (Göztepe)

İstanbul Amerikan Bristol Hastanesi Ebe ve Hemşire Okulu (Nişantaşı)

İstanbul Amerikan Koleji Kız Kısmı (Arnavutköy)

İstanbul Robert Koleji Lisesi Bölümü (Bebek)

Tarsus Amerikan Koleji (İçel)

Amerikan Kız Lisesi (Üsküdar)

Merzifon Amerikan Koleji

Fırat Amerikan Koleji

D) İTALYAN OKULLARI

İtalyan Kız Ortaokulu (İvrea Sörlerine ait)

İtalyan ilkokulu (Salesiaini Rahiplerinin yönetiminde)

İtalyan Lisesi (İtalya Dışişleri Bakanlığına bağlı)

İtalyan Ticaret Lisesi ve Giustiniani Okulu

E) ALMANYA OKULLARI

İstanbul Alman Lisesi

F) AVUSTURYA OKULLARI

Sank-Georg Avusturya Kız Lisesi

Sank-Georg Avusturya Erkek Lisesi ve Ticaret Okulu

G) İRAN OKULLARI

İran islam Cumhuriyeti İlkokulu (Türkiye'deki İranlılar için açılmıştır )

H) YUNANİSTAN OKULLARI

Rum Zapyon Okulu

Fener Rum Patrikhanesi içindeki "Fener Rum Okulu" Fener Rum Patrikhanesi binası 1941'de yandı 1986'da Türkiye patrikhane binasının onarımına izin verdi 17 Aralık 1989'da Fexner Rum Patrikhanesi yeni binalarında çalışmaya başladılar [2]

Anadolu’daki Amerikan misyonerler 1891’e kadar 9 kolej kurdular Bunlar;

İstanbul’da Robert Koleji (1862),

Beyrut’ta Beyrut Üniversitesi (1864),

İstanbul’da Amerikan Kız Koleji (1873),

Antep’te Merkezi Türkiye Koleji (1876),

Harput’ta Fırat Koleji (1878),

Maraş’ta Merkezi Türkiye Kız Koleji (1882),

Merzifon’da Anadolu Koleji (1886),

Tarsus’ta Paul Enstitüsü (1888)

İzmir’de Uluslararası Kolej (1891)

Anadolu’daki beş Amerikan Kolejinin ana taşıyıcıları Ermeniler'di

İSTANBUL’DAKİ ERMENİ OKULLARI

Günümüzde İstanbul’da Ermeniler’e ait 19 anaokulu, 20 İlkokul, 9 Ortaokul, 5 Lise bulunmaktadır

Bezezyan Anaokulu ve İlkokulu

Varhutyan İlkokulu

Semerciyan Anaokulu ve İlkokulu

Karagözyan İlkokulu

Aramyan Uncuyan Ortaokulu

Bezciyan Ortaokulu

Sahakyan Nunyan Lisesi

Eseyan Lisesi

Gebrenagan Lisesi

Alıntı Yaparak Cevapla

'Osmanlı Tarihi'

Eski 10-07-2012   #49
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

'Osmanlı Tarihi'



OSMANLILAR DEVRİNDE ASTRONOMİ

Osmanlılardaki astronomi, İslam dünyasında daha önce var olan astronominin devamıdır İlmî anlamda, İslam astronomi tarihi Abbâsiler'in başlarında 800 yılına doğru Sanskritçe'den tercüme edilen Sindhanta, Yunanca'dan tercüme edilen Pitolemeos'un el-Mecastî'sı ile başlamıştır Memun zamanında (819-833) Rasathanelerin kurulmasıyla gözlemler yapılmaya başlanmış, astronomi sahasında orijinal eserler ortaya konmuştur Gözlem yapan âlimler arasında cebir ilminin kurucusu el-Harezmî (ölm 850 civan) ile Habeş el-Hâsib (ölm 840 cıvan) vardır Bundan sonra, el-Bettânî (ölm 920) zamanında, Bûveyhilerde, Fâtımîler'de, Selçuklular'da, Endülüs Emevileri'nde, İlhanlılar ve Timurlular zamanlarında çeşitli rasathaneler kurulup gözlemler yapılmış, astronomi ilmi devamlı gelişerek yeni kitaplar yazılmıştır

Yalnız, tıp, matematik, fizik konularında olduğu gibi, İslâm âlimleri astronomi ilminin yönünü değiştirecek teoriler ortaya atamamışlardır Çalışmaları daha çok pratik ağırlıklı olmuştur İlme hizmetlerini bu konularda yapmışlardır Genel astronomi yanında, astronomi âletlerine, vakitlerin ayinine dâir eser çok yazılmıştır Bunda dînî bir kaygı da vardı Pratik astronomiye dînî muhitler sempatiyle bakıyorlardı Diğer taraftan İslâm dünyasında astronomi ile uğraşanlar Psagor ve Eflatun'un güneş merkezli sistemini benimsememişler, Aristo ve Batlamyus'un Dünya merkezli sistemini benimsemişlerdir Matematik ilmini ve gözlemleri astronomide daha çok kullanmışlardır Cisimlerin birbirini çekmesi konusunda İslam âlimlerinden İbn el-Fakîh İbn Sîna, İdrisî, İbn Zunbul bazı Yunan düşünürlerinin fikirlerini tekrarlamışlardır

Osmanlı Devleti kurulduğu sırada, İlhanlılar devrinde kurulan Merağa Astronomi Ekolu'nün tesiri zirvedeydi Nasîruddîn el-Tûsî (ölm 1274) ve etrafındaki astronomlar gözlemler yapıp Zîc-i İlhani'yi hazırlamışlar, astronomi ile ilgili çok sayıda kitap yazmışlardı Diğer taraftan XIV yüzyılda Şam bölgesinde yaşayan İbn el-Şâtır (ölm Î375) ve arkadaşlarının temsil ettiği başka bir ekol de vardı Bu ekol el-Mizzî (ölm 1349), İbn el-Mecdî (ölm 1447), Abdülazîz el-Vefâî (ölm 1469), Sıbt el-Mardînî (ölm 1506), Muhammed b Ebi'l-Feth el-Süfi (ölm 1536) gibi âlimlerle Osmanlılar'ın Şam ve Mısır'ı ele geçirmelerine kadar devam edecektir

Osmanlılar devrinde astronomi ile uğraşan ilk âlimler XV yüzyılın başlarında yaşamışlardır Bunlar doğu astronomisinin temsilcileridir Avrupa astronomisinin ilk etkileri ise ancak XVI yüzyılın ortalarında hissedilmeye başlar XV yüzyıl başında Ahmed-i Dâî (1421'de sağ), Nasîruddın el-Tûsî'nın takvimle ilgili iki risalesini Türkçe'ye çevirmiştir Bunlardan Si fasl tercümesine kendi de bazı ilâveler yapmıştır Aynı sıralarda Abdülvâcid el-Kütâhî ise Si fasl'a Arapça şerh yazmıştır Hasan b Ali el-Komanatî (ölm 1429 civan) el-Buzcânî Zici'ni şerhetmiştir BU zamanda yaşayan en büyük Osmanlı-Türk astronomu ise Kadı-zâde el-Rûmî (ölm 1532 cıvan)'dir Bu zat Bursa'da doğmuş, tahsilini tamamlamak için doğuya gitmiş, Semerkand'ta Uluğbey ile tanışmış, onun kurduğu medresede ders vermiştir Uluğbey Semerkand Rasathanesi'ni kurunca bu müessesede çalışan astronomlar arasında Kadı-zâde (ölm 1435 cıvan) de vardı Rasathane'nin birinci müdürü Gıyâseddin Cemşid el-Kâşî ölünce, onun yerine rasathane müdürlüğüne getirilmiştir Uluğbey Zicı tamamlanmadan Kadı-zâde dahi ölmüş, rasathane müdürlüğüne Ali Kuşçu (ölm 1474) getirilmiştir Ali Kuşçu zamanında rasatlar tamamlanmış, Uluğbey Zici'ne son şekli verilmiştir Bundan sonra Uluğbey Zici'nin etkisi hızla yayılmıştır Takvim çıkarmada bu zic kullanılmaya başlanmıştır Kadı-zâde el-Mecastî, el-Mülehhas fıyl-hey'e el-Tezkiret el-nasîriyye adlı astronomi kitaplarını şerhetmiştir Çağmînî (ölm 1220 civarı)'nin el-Mülahhas fiyl-hey'e'si üzerine yazdığı şerh Osmanlılar devrinde en çok okunan astronomi kitaplarındandır

Uluğbey'in 1453 yılında öldürülmesinden sonra Ali Kuşçu önce Tebriz'e Uzun Hasan'ın yanına gitti 1570 yılı civarında ise Fâtih'in daveti üzerine İstanbul'a geldi 1574 yılında İstanbul'da öldü Uluğbey Zici 'ni hazırlayanlar arasında bulunan Ali Kuşçu, aynı zamanda bu zici şerh ettiÇok yönlü bir âlimdi Astronomi ve matematik konularında başka kitaplar yazdı Bunlar arasında Risale der ilm-i hey'et ile el-Fethiye önemlidir Bu iki eser Osmanlılar devrinde en çok okunan astronomi kitaplarındandır Ali Kuşçu'nun pek çok talebesi vardır Bunlar arasında torunu Mirim Çelebi (ölm 1525) ile Fethullah el-Şirvânî (ölm1486} en meşhurlarıdır Mirim Çelebi astronomiye dâir çok sayıda kitap yazmıştır Bu arada astronomi ile uğraşan pek çok kişi çıkmış, çeşitli kitaplar yazmışlardır

Yavuz Sultan Selim, Şam ve Mısır bölgelerini 1517 yılında fethedince bu bölgelerde yaşayan astronomlar da Osmanlı sahasına girmişlerdir Bundan sonra, Merağa Ekolü yanında Şam-Mısır Ekolü'nün ağırlığı da hissedilmeye başlanmıştır Osmanlı Devleti'nde astronomi ilminin merkezleri İstanbul ve Kahire olmuştur Meşhur astronom Takıyüddin el-Râsıd (ölm 1585) Şamlıdır İstanbul'a gelmeden önce Şam ve Mısır'da tahsilini tamamlamış, çeşitli görevlerde bulunmuştur En meşhur hocası Muhammed b Ebiyl-Feth el-Sûfî'dir Takiyüddin gençliğinde babasıyla İstanbul'a gelmiş, buradaki çeşitli âlimlerle tanışmış, Semiz Ali Paşa'nın saat koleksiyonundan faydalanmıştır Daha sonra mekanik saatler üzerine önemli bir eser yazmıştır İstanbul'dan Şam'a dönen Takiyüddin Filistin'de, Mısır'da kadılık ve müderrislik görevlerinde bulunduktan sonra 1570 yılı civarında tekrar İstanbul'a gelmiştir Bu sırada Müneccimbaşı olan Mustafa b Ali el- Muvakkıt'in 1571 yılında ölmesi üzerine Müneccimbaşı tâyin edilmiştir Sadrazam Sokulu Mehmet Paşa ve Hoca Sadeddin Efendi'nin desteğiyle rasad (gözlem)'lar yapmaya karar vermiştir Önce Galata'da geçici bir yerde başlayan bu çalışmalar III Murat devrinde 1575 yılı civarında Dar el-Rasad el-Cedid el-Sultani'nin yapılmasıyla düzenli hale getirilmiştir Bu gözlemlerden maksat Uluğbey Zici'ndeki hataları düzelterek yeni bir zic hazırlamaktı Takiyüddin'in yanında İranlı, İstanbullu astronomlar da bulunmaktaydı O zamana göre gelişmiş gözlem âletleri yapılmıştı Belki bu âletleri yaparken Avrupa'daki örneklerinden de faydalanılmıştır Bu âletler arasında zât el-halak (armila zodiak), kadran (müral kadran), zât el-semt veyl-irtifâ (azimuthal semicircle), zât el-şu beteyn (triquetrum), rub-i mistar, zat d-sükbeteyn (dipostra), zâtül evtar el-müşebbehe biyl-menâtık (sextant), astrolab, rub el-müceyyeb rub el-mukantarat bulunmaktaydı Fakat onun bu gözlemleri ancak birkaç yıl devam etmiş çekemeyenlerin ve ilmin değerini anlamayan cahillerin aleyhte propagandaları sebebiyle 1587 yılında, uğursuzluk getireceği düşüncesiyle, rasathanenin topa tutularak yıkılmasıyla sona ermiştir Osmanlı Devleti'nde bundan sonra rasathane ancak 300 yıl sonra Rasadhane-i Amire adıyla Beyoğlu'nda 1867 yılında kurulmuş, müdürlüğüne Aristede Coumnbary (ölm 1895) getirilmiştir Daha sonra, rasathanenin müdürlüğüne Salih Zeki (ölm 1921) ve Fatin Gökmen (ölm 1955) getirilmiştir Fatin Gökmen zamanında Kandilli Rasathanesi kurulmuştur

Takiyüddin el-Râsıd çalışmalarını Cerîdet el-dürer ve harîdet el-fiker, Sidretü münteha'l-efkar el-Zîc el-şehinşâhî adlı eserlerinde ortaya koymuştur Fakat, onun bu zicleri astronomlar ve takvim yapanlar tarafından fazla kullanılmamıştır Yine Uluğbey Zici 'ne göre takvimler yapılmaya devam edilmiştir XX yüzyılın ikinci yansında Takiyüddin el-Râsıd ve eserleri üzerinde çalışmalar çoğalmıştır Bilhassa, Sevim Tekeli ve Aydın Sayılı (ölm1993)'nın çalışmalarıyla onun faaliyetinin orijinalliği ve değeri ortaya konmuştur Kitaplarının metinlerinin büyük kısmı neşredilmeyi beklemektedir Takiyüddin'in soyu hakkında çok şeyler söylenmiştir Hatta Yahudiler'le ilişkisi olduğu dahi ortaya atılmıştır Bir kitabında kendisi tarafından verilen soy kütüğüne dayanarak yaptığımız bir araştırmada Türk soyundan geldiği kesin olarak ortaya konmuştur (Erdem Dergisi, cilt 4, sayfa 10, Ankara 1988, s 165-180) Nisbelerinden birinin Sahyuni olması ise uzak atalarından Nâsiruddin Menküpars'ın Sahyun Kalesi sahibi olması ve İstanbul'da dedelerinin bu kalede oturması dolayısıyladır

Takiyüddin zamanında Mısır'da ve İstanbul'da başka önemli astronomi alimleri de yetişmiş ve önemli kitaplar yazmışlardır Astronomi sahasında 17 yüzyılda kitap yazanların en önemlisi Bahâeddin el-Âmilî (ölm 1622)'dir Bu zat matematik ve astronomi sahalarında yazdığı iki ders kitabıyla, o zamana kadar İslam dünyasında varolan astronomi ve matematik bilgilerini özetlemiştir Aslen Lübnan'daki Cebel-i Âmile'den olan âlim ömrünün büyük kısmını İran'da Safavîlerin yanında geçirmiştir Matematik sahasında Hulasat el-hisab, astronomi sahasında Teşrih el-eflak adlı eserlerini yazmıştır Bu iki kitap bundan sonra medreselerde temel kitap olmuş, üzerlerinde çok sayıda çalışma yapılmıştır Ancak, XVIII yy sonunda modern ilme geçilmeye başlanmasıyla bu kitaplar üzerinde çalışma azalmıştır

Bu arada, ruby el-müceyyeb, ruby el-mukantarat, usturlab konularında pek çok eser yazılmıştır Zicler'e ve bu âletlere önem verilmesi takvim çıkarmaya yaradıkları içindir Bayramların, ramazan imsakiyesinin, namaz ve hac vakitlerinin tâyini dinî bakımdan çok önemliydi Din âlimleri astronomiye bu açıdan bakıyorlardı Camilerde muvakkıthaneler (vakit tâyini yapılan yerler) vardı Astronomi ile uğraşanlar genellikle buralarda çalışıyorlardı Ve müneccimbaşıya bağlıydılar Müneccimbaşının görevlerinden biri de yıldızlara bakıp uğurlu ve uğursuz zamanları tâyin edip padişaha ve devlet adamlarına bildirmekti Bunun için takvim, astroloji konularında pek çok kitap yazılmıştır Bunların ilmî değerleri pek yoktur Yalnız Osmanlılar zamanında vakit tâyini için hesap cetvelleri gibi kolay metotlar ortaya koymuşlardır XVII-XVIII asırlarda Mısır'da ve İstanbul'da astronomi ile uğraşan âlimler çıkmaya devam etmiş, değerli eserler yazmışlardır Bunlar arasında Rıdvan el-Felekî, Hasan el-Cebertî, Salih el-Mimârî, Cınârî İsmail Efendi'nin adlarını burada iletmek gerekir Bu arada, Uluğbey Zici birkaç defa Türkçe'ye ve Arapçaya tercüme edilmiştir Türkçe'ye iki tercümesi vardır Biri XVII yüzyıl ortalarında adı bilinmeyen biri tarafından yapmıştır İkincisi yine aynı asır sonlarında Kahire Azaplar Ocağı Ağası Hasan Efendi'nin teşvikiyle Abdurrahman b Osman tarafından yapılmıştır Bu tercümede sarayda II Beyazıt koleksiyonunda bulunan orijinal nüsha kullanılmıştır Meşhur tabiplerden Abbas Vesim Efendi( ölm 1760) bu eseri şerhetmiştır

Diğer bir önemli nokta ise XVI yüzyıl başından itibaren astronomi ile ilgili Türkçe kitapların çoğalmaya başlamasıdır Meselâ, bu asırda yaşayan Muhammed b Kâtıb Sinan'ın 13 eserinden altısı, Mustafa b Ali el-Muvakkıt'in 22 eserinden 19'u, Şeydi Ali Reis'in 6 eserinin hepsi ' Türkçe'dir Bundan sonra Türkçe eser sayısı hızla artacaktır

Bu arada folklorik ve dînî bilgilerden faydalanılarak birkaç astronomi kitabı yazılmıştır Bunlar İbrahim el-Karamânî (ölm 1664)'nin Risale fıyl-heyye âlâ tariki Ehl el-sünne veyl-cemâa adlı eseri, bunun Nazmî-zâde Murtaza (ölm 1723) tarafından yapılan Türkçe tercümesi ve İbrahim Hakkı Erzurûmî'nin Marifetnâme'sine aldığı bilgilerdir Bunlar hadislere, folklora dayanır, ilmî değerleri yoktur

Bu arada geleneksel astronomi sahasında eserler yazarken Osmanlı âlimleri XVI yüzyıldan itibaren az da olsa Batı'daki gelişmelerden haberdar olmaya başlamışlardır Pîrî Reis coğrafya ve harita bilgilerinde, Takiyüddin mekanik saatler konusunda Batı'daki gelişmelerden büyük miktarda faydalanmışlardı XVII yüzyılda ise Kâtib Çelebi tarafından Atlas Minör, Ebu Bekr b Behram tarafından Atlas Majör tercüme edilmişlerdir Bu arada, Batı'da astronomi sahasında devrim yapan Kopernik, Galileo, Kepler ve Newton'un çalışmaları Osmanlı astronomlarının dikkati çekmemiştir Buna karşılık pratik astronomi ile ilgili çalışmalar daha çok ilgi uyandırmıştır Bu sebeple, Noel Duret (ölm 1650 civarı)'in Astronomik tabloları (zici) Zigetvarlı Tezkireci Köse İbrahim tarafından 1670'li yıllarda adabtasiyon şeklinde Türkçe'ye tercüme edilmiştir Bu eserin, mukaddimesinde Avrupa'daki astronomi çalışmalarından, bu arada Kopernik'ten bahsedilmekte fakat sisteminden hiç söz edilmemektedir Öyle anlaşılıyor ki, Duret zici tercümesi hiç bir yankı uyandırmamıştır Yine Uluğbey Zici'ne göre takvim yapılmaya devam edilmiştir XVIII yüzyıl başında İbrahim Müteferrika, Hollandalı astronom Andreas Cellanus'un Atlas Collesis adlı kitabını Mecmûtı el-heyyet el-kadîme veyl-cedîde adıyla Türkçe'ye çevirmiştir Bu eserde ve Cihanüma'ya yazdığı zeyl'de Müteferrika yeni astronomiden kısaca bahseder 1760 yılı civarında Belgrat tercümanı Osman b Abdülmennan, Köprülü Hafız Ahmet Paşa'nın teşvikiyle Bernhand Varenius (ölm I676)'un Coğrafya'sını adabtasiyon şeklinde tercüme etmiştir Bu eserde Kopernik sisteminin bir şeması verilmekte, "Akla daha uygun olmasına rağmen, bu sistemin dini kitaplara uymadığı, dînî kitaplardaki bilginin tercih edildiği" söylenmektedir

Bundan biraz sonra Halife-zâde Çınarî İsmail Efendi (ölm 1790) Alexis-Claude Clairant (ölm 1765) ile Jacques Cassini (ölm 1756)'nin astronomik tablolarını 1767, 1772 yıllarında Türkçe'ye tercüme etti Bunlardan Tuhfe-i behîc-i rasînî tercüme-i Zic-i Kasini adını taşıyan Cassini Zici önemlidir Çınârî İsmail Efendi bu tercümenin giriş kısmında Logaritma cetvellerini de tercüme etmiştir Astronomi hesaplarını kolaylaştırmıştır Cassini zici tercümesi büyük rağbet görmüş, 1800 yılında III Selim'in emriyle takvimler bu zice göre tertip edilmeye başlanmış, Uluğbey zici terkedilmiştir Cassini zici Arapçaya da tercüme edilmiştir Ardından 1829 yılında Jeröme Lalande (ölm 1807)'nin Tables astronomigues adlı eseri (zici) müneccimbaşı yardımcısı Hüseyin Hüsnü (ölm 1829) tarafından 1826 yılında Türkçe'ye çevrildi Bu zic, Cassini zici 'nden daha doğruydu Hekimbaşı Mustafa Behçet ile Hüseyin Hüsnü, Cassini Zic'nde hatalar olduğuna, Lalande zici 'nin daha doğru olduğuna dâir bir rapor hazırlayıp II Mahmut'a sundular Padişah'ın emriyle takvimler 1829 yılından itibaren Lalande zici'ne göre yapılmaya başlandı Aynı sıralarda Hoca İshak Efendi (ölm 1836) Mecmua-i ulûm-i riyaziye adlı eserinde Kopernik sistemini, yeni astronomiyi detaylarıyla açıklıyordu XIX asrın ilk yarısının sonlarında eski astronomi ihmal ediliyor, yeni astronomi kabul ediliyordu Bununla beraber, XX yüzyıl başına kadar eski astronomi konusunda kitaplar yazılacaktır Bundan sonraki çalışmalar ise bilim tarihi şeklindedir

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Osmanlılar her zaman astronomi sahasında âlimler çıkarmışlar, dünyadaki gelişmelerle az çok ilgilenmişlerdir Bütün bilimler ve edebi alanlarda olduğu gibi, Osmanlılar devrinde astronomi sahasında koyu karanlık bir devir yaşanmamıştır Bilimsel gelenek devam etmiştir Cumhuriyet devrine girerken her konuda olduğu gibi, modern gelişmelerin çoğu benimsenmiş, astronomi sahasında Salih Zeki, Fatin Gökmen gibi dünyadaki gelişmeleri takip edebilecek şahsiyetler yetişmiştir

Alıntı Yaparak Cevapla

'Osmanlı Tarihi'

Eski 10-07-2012   #50
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

'Osmanlı Tarihi'



Osmanlı Tarihi denince bir çok duymuş olmalısınız Enderun adını Orada yaşanları merak etmiş, acaba nasıl bir yerdi demekten kendinizi alamamış da olabilirsiniz Enderûn' un büyülü atmosferini burada yaşatamasak da biraz olsun Enderûn hakkında bilgi vermek istedik:

Sarayda eğitim ve öğretim yapılan mekteb Büyük bir irfan merkezi olan bu mekteb, ikinci Murâd tarafından Edirne' de Eski Saray' da te'sis edildi Mektep gerçek şahsiyetine, Fâtih Sultan Mehmed' in Topkapı Sarayı' nı yaptırmasıyla kavuştu Bu tarihten sonra devşirme mektebi olma hüviyetinden çıkarak devletin idaresi için gerekli mülki ve idarî kadronun eğitim ile yetişmesine yöneldi Devrin en meşhur ilim adamları sarayda toplanarak bu mektepte ders vermekle görevlendirildi

İkinci Bâyezîd Han, enderun mektebi hizmetinde bulunanların görevlerini belli bir tâlimâtnâmeye bağladı Yavuz Sultan Selim Han ise, teşrifât merâsimine Hırka-i seadet ziyaretini de ilave etti Bu gelişmeler Kanuni Sultan Süleymân zamanında da devam etti ve mektebe yeni binalar eklendi Öyle bir düzen kuruldu ki, beş yüz yıl boyunca Enderun mektebi mensupları belirlenen zamanda yemeğin yedi, yatıp kalktı ve namazlarını cemâatle kılarak vazifelerini eksiksiz yerine getirdi

Saray mektepleri, özellikle Topkapı Sarayı'ndaki Enderun mektebi; Osmanlı Devleti sivil me'murlarının, devlet ileri gelenlerinin ve askeri görevlilerin büyük bir bölümünü, yeniçeri ağalarını, sadrâzamını, defterdârını, kubbe vezirini, Beylerbeyilerini ve sancakbeylerini yetiştiren en önemli eğitim müessesesiydi Enderun'a girebilmek, bir şeref, imtiyaz ve bahtiyarlık sayılırdı Fakat girenlerden pek çok şey ve kâbiliyet beklenirdi Bunun için Enderun'a alınacak talebeler zekâ testine tâbi tutulurlardı Zekâ testini de dünyada ilk uygulayan Osmanlılar olmuştur

Saray mekteplerinin talebeleri, devşirme denilen usûl ile toplanan hıristiyan çocuklarıydı Sonraları bu mekteplere Türk ve müslüman çocukları da girdiler Hangi milletten ve hangi dinden olursa olsun, devşirmeler, devlet merkezine getirildikten sonra önce divan-ı hümayûna sevkedilip hepsi padişah tarafından tek tek görülürdü Daha sonra padişahın emriyle kapıağası bu küçük çocukların zekâlarını ölçerek zekâsı üstün ve keskin olanlar ile vücut yapısı bakımından en düzgünlerini seçerlerdi Seçilenler enderun mektebine talebe yetiştiren ve beş yerde bulunan orta dereceli saray mekteplerine içoğlanları adıyla gönderilirdi Orta dereceli olan saray mektepleri, Galatasarayı, Eski Saray (Bayezid' de) , İbrahim Paşa Sarayı (Sultanahmed' de ), İskender Çelebi Sarayı (Küçükçekmece' de) ve Edirne Sarayı idi

İçoğlanlarının oda denilen koğuşları muntazam olup, yiyecekleri de çok dikkatli hazırlanırdı Her oda efradının isi ve künyesiyle yevmiyeleri mikdârını gösteren maaş defterleri vardı Maaşları diğer ulûfeler gibi üç ayda bir verilir, elbise, ayakkabı, iç çamaşırı ve sâir ihtiyaçları hep saray tarafından karşılanırdı Çok sıkı bir inzibât ve kontrol altında yetiştirilen bu çocuklar tam bir itâat ve terbiyeye mâlik idiler

Eski Saray, Edirne, Galata, İbrahim Paşa ve İskender Çelebi saraylarında eğitim gören içoğlanlarından başarılı olanları, belli aralıklarla çıkma denilen usûl ile ihtiyaca göre Enderûn mektebine alınır, diğerleri ise kapıkulu süvari bölüklerine gönderilirdi

Topkapı Sarayı enderûn mektebinde, hem devlet adamı veya san'atkar olmak üzere tahsil ve terbiye gören hem de çeşitli hizmetlerde bulunan içoğlanları (gılâmân-ı enderun) altı odaya ayrılmışlardı Aşağıdan yukarıya doğru bu altı oda şunlardır: 1- Büyük ve küçük odalar, 2-Doğancı koğuşu, 3- Seferli odası, 4- Kiler, 5- Hazine odası, 6- Has oda

Topkapı Sarayı içoğlanları dolamalı ve kaftanlı olarak iki sınıf idiler Büyük ve küçük oda gılmanlarına, dolama giydiklerinden dolayı dolamalı, seferli, kileri hazine ve has oda gılmanlarına da kaftan giydikleri için, kaftanlı denirdi
Bu altı odadaki içoğlanlarının derece ve mevkileri birbirlerinden farklı olup, hizmet ve maaşları da değişikti Hepsi enderun-ı hümâyûnda hizmet ederlerdi Sarayın enderûn kısmına âid iç ve dış tayinler bizzat padişah tarafından yapılırdı

Enderûn mektebinde ilk müfredât programı; Kur'ân-ı kerim, ilm-i hâl, tecvid gibi sâdece dini bilgileri öğreten derslerden ibaret idi İkinci Murâd zamânında müfredât programları geliştirilip; tefsîr, hadîs, fıkıh, ferâiz, şiir ve inşâ, hey'et, hendese, coğrafya, ilm-i kelâm, mantık, meâni, bedî ve beyân ile hikmet dersleri verilmeye başlandı

Enderûn mekteblerine alınan iç oğlanları öncelikle buradaki hazırlık sınıfları olan Küçük ve Büyük oda gılmanları arasına katılırlardı Buradaki okuma-yazma, özellikle Kur'ân-ı kerim tahsili ile ilgili derslerdi Buradan doğancı koğuşuna geçen içoğlanları eğitim ve öğretime burada devam ederlerdi Doğancı koğuşunun 1675'de kaldırılmasından sonra yüksek tahsilin ilk basamağı seferli odası oldu

Enderûn mektebinde asıl eğitimin başladığı bu odada tetimme medreselerine denk bir eğitim gören içoğlanları, dersleri dışında Farsça okumak ve en az bir zan'aat, san'at veya fenle (zekâ tesbiti sonunda sonuda belirlenen istidâtlarına göre) ilgilenmek zorundaydı Bunlar dışında ata binmek, iyi silah kullanmak isteyenler, iyi bir silahşör olarak yetiştirilirlerdi Güzel yazı (hüsn-i hat), cild san'atı, tazhibi tasvir, mimârî gibi san'atları öğrenmek isteyenler, şiir, edebiyat ve tıp, matematik, hendese gibi bilimlere ilgi duyanlar da ilgilendikleri alanlarda sarayda görevli bilginlere veya ehl-i hıref-i hassa (sarayda bulunan mesleğinde ehil san'a erbabı) üstâdlarına devâm ederlerdi Bunlar için hükümetçe zamanın en büyük san'atkar vebilim adamları görevlendirlir, saray-ı hümâyûn hocaları ünvanını alan bu üstadlar, haftada bir defa Enderûn mektebine gelirler, öğrenciler tarafından karşılandıktan sonra da o günkü konuyu işlemeye başlarlardı İçoğlanları, aldıkları bu dersle yetinmezler, kendilerinden eski olan oda kıdemlilerinin çevrelerinde dört-altı kişilik gruplar meydana getirerek, kendi kendilerine küme çatışmalarına devam ederlerdi Böylece yedi-sekiz yıllık bir eğitim ve öğretimi bitiren delikanlılar ya bir üst sınıfa geçerler, ya bir saray görevine tayin edilirler veya uygun bir subaylıkla saray dışına verilirlerdi Daha sonra sırasıyla Kiler ve Hazine odasında eğitim gören gılâmân-ı enderûn en son has oda denilen bölüme gelirlerdi

Has odadakiler enderûn mektebinin elit (en yüksek) kısmı idiler Defalarca seçimden geçerler bundan sonra da bizzat pâdişâha takdim edilirlerdi Genç olmalarına rağmen büyük bir mevkiye sahip olurlardı Burada bulunanlara devrin en yüksek eğitimi ve öğretimi verilirdi Buradaki eğitimin ana hedefi elemanları idârecilik yönünden yetiştirmekti

Hasodalılar eski ve acemiliklerine göre dış hizmete çıkarılırlardı Eğer eskilerden ise müteferrikalık, acemi ise, çâşnigirlikle çıkardı Hasodalıların sancak beyliği ile çıktıkları da görülürdü

Enderûn' a ait bütün odaların ve koğuşların harfi harfine tatbik edilen nizâmnâmeleri vardı Tertip ve tanzim edilmemiş, kendi hâlinde bırakılmış hiçbirşey yoktu Koğuşlarda disiplin son derece sıkı idi Yatılıp kalkılacak ve dinlenilecek zamanlar da dakika şaşmazdı Hasodalılar hâriç, diğer dâire mensupları güneşin doğmasından iki saat önce kalkarlardı Kalkış ve yatış saatleri güneşin doğuş ve yatsı namazının vaktine göre devamlı değişirdi Yatsı namazı cemâatle kılındıktan sonra hemen yatılırdı
Perşembe günleri yatsı namazından sonra her oda, pâdişâhın sıhhat ve selâmeti, din ve devlet düşmanlarının kahrı için merâsimle duâ ederdi Bir çok dersler, bilhassa tâlim ve terbiye dersleri, spor ve askerlik, her odanın yüksek subayları tarafından verilirdi Diğer dersler için dışarıdan müderrisler getirilirdi

Enderun mensublarının bekâr olmaları kânundu Evlenmek isteyen, pâdişâha mürâcaat eder, hangi rütbe de ise o rütbe ile saray dışı hizmete verilir ve enderûndan çıkarılırdı

Enderûn mektebinde her odanın iki hamamı vardı Birinde dâirenin yüksek rütbeli, diğerinde kıdemsiz subayları yıkanırlardı Ayrıca enderûn mensublarının ihtiyâcı için kullanılan enderûn kütüphanesi vardı Topkağı Sarayı'ndaki diğer kütüphanelerde enderûn mektebi mensûplarına açıktı

Yüksek rütbeli subaylar saraydan çıkarak haftada bir gün izin yaparlardı Daha yüksek rütbeliler, izin günlerinin gecesini de dışarıda geçirebilirlerdi Küçük subaylar ancak ağalarının nezaretinde izne çıkarlar ve nâdiren şehre inerlerdi Bunun sebebi, hizmet ve dersleri aksatmamak, bir de saraydan dışarı bilgi sızdırmamaktı

Bu esaslar doğrultusunda kurulup teşkilâtlanan enderûn-ı humayûn mektebi, kuruluşundan îtibâren aşağı yukarı devletin bütün büyük siyâsi ve askerî me'murlarını yetiştirdi Bu me'murlar, mektebden aldıkları terbiyenin mükemmelliği sayesinde, Osmanlı Devleti'ne sadâkât ve hamiyyetleriyle hizmet ettiler

Enderûn mektebinden eğitim ve öğretim sultan ikinci Mahmûd-ı Adlî devrine kadar sistemli bir şekilde devam etti On sekizinci yüzyılın sonlarında devşirme sisteminin bozulmasıyla darbe yiyen okul, 1826' dan sonra Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra Asâkîr-i Mansûre-i Muhammediyye ordusu için yetiştirilmesi gereken küçük ve büyük rütbeli subaylarınbüyük bir kısmının Enderûn mektebinden seçilmesi ile sarsıldı Daha sonra batı metodları ile harb okullarının açılması ve bunların gitgide çoğalmasıyla mektebin önemi iyice azaldı Modern eğitimin gittikçe yerleşip yayılması karşısında, enderûn mektebi de modern eğitimin ilkelerini uygulamaya başladı Ancak şehirde Türk ve ecnebi olmak üzere çeşitli genel kültür kurumlarının ve meslek okullarının açılması, özellikle Enderûn mektebi'nden çıkanların, Tanzimât'tan önceki devirde olduğu gibi, devler görevlerine tâyinlerdeki üstün durumlarını kaybetmeleri, halk arasında özellikle devlet ileri gelenleri katındaki değerini sarstığından bu eğitim yuvası kalkınamadı ve 1908 ikinci meşrûtiyetin îlânını tâkib eden günlerde tamâmen kapatıldı

1) Enderûn Mektebi Tarihi (H İsmail Baykal, İstanbul-1953)
2) Osmanlı Medreseleri (Câhid Baltacı, İstanbul-1975); sh 17
3) Osmanlı Devleti'ni Saray Teşkilâtı; sn296
4) Enderûn Mektebi (Ülker Akkutay)
5) Rehber Ansiklopedisi; cild-5, sh122
6) Tarih-i Enderûn (Atâ Bey, İstanbul-1953)
7) Kitâb-ı Müsteâb
8) Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi

Alıntı Yaparak Cevapla

'Osmanlı Tarihi'

Eski 10-07-2012   #51
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

'Osmanlı Tarihi'



Osmanlı Tarihinin ve özellikle hanedanın en çok tartışılan konuları arasında padişahların aile hayatı gelmektedir Bir kısım yazarlar padişahların harem hayatını bir sefahat ve gayr-i meşru eğlence hayatı gibi takdim etmeye çalışmaktadırlar Ancak bunların dayandıkları mehazlar genelde Avrupalı gözlemcilerin, gezginlerin, düşünürlerin hayal ürünü eserleridir Haremdeki aile hayatına dair tasvirler Osmanlılar hakkındaki kitapların satışına çok açık bir biçimde yardımcı oluyordu Bu sebeple bu tip anlatım ve tasvirler eserlerde abartılı bir biçimde yer bulabiliyordu Nitekim günümüzde de bir padişahın hanımını konu edinen ve cinsel fanteziler üzerine kurulu romanlar daha fazla rağbet görebilmektedir

Oysa meseleyi ciddi ve ilmi bir tarzda ele alan yerli ve yabancı yazarlar ve tarihçiler haremin içe işleyişi ve sakinlerinin yaşantısına dair pek az bir bilginin mevcut olduğuna vakıftırlar Harem, isminin de gereği olarak yabancıların gözlerinden gizlendiği gibi içindeki hayata dair konuşmalar da yine başkalarının işitme alanı dışarısında kalmıştır Haremde yaşayanlar ise bu durumu belki hayatlarının en büyük sırrı olarak kendileriyle birlikte mezara götürmüşlerdir

Saltanatın babadan oğula geçtiği bir hanedanın her hükümdarı gibi Osmanlı padişahı için de önemli bir siyasi anlam yüklü olan aile hayatı asla bir cinsel zevk olarak düşünülemezdi Zira evliliğin sonuçları -evlatlar- tahta kimin geçeceğini yani bizzat hanedanın varoluşunu etkiliyordu

İlk dönemde evlilikler

Kuruluş döneminden II Bayezid'e gelinceye kadar Osmanlı padişahları ve şehzadeleri ilk zamanlardan Müslümanlardan nüfuzlu kişilerin, Anadolu beylerinin, Bizans, Sırp ve Bulgar krallarının kızları ile evlendiler Bu evliliklerde siyasi nüfuz elde etme, diplomatik faydalar veya kız babası öldüğünde toprak talep etmek gibi gayeler hedefleniyordu

Ertuğrul Bey'in oğlu Osman Gazi'yi Şeyh Edebali'nin kızı Bala Hatun ile evlendirilmesinde muhakkak ki ahilerin desteğini de temin etmek maksadı da yatmaktaydı Nitekim Ertuğrul Bey'in vefatından sonra aşiretin başına amcası Dündar'ın muhalefetine rağmen ahilerinde desteğini temin eden Osman Gazi seçilmiştir Osman Gazi ikinci evliliğini yine nüfuzlu bir şahsiyet olduğu tahmin edilen Ömer Bey'in kızı Mal Hatun ile yapmıştır

Bilecik tekfuru oğlunu, Yarhisar tekfurunun kızı ile evlendireceği zaman düğüne Osman Gazi'yi de davet etmişti Tekfurlar Türk Beyi'ni düğüne katıldığı sırada ortadan kaldırmayı karalaştırmışlardı Ancak tertipten dostu Harmankaya hakimi Köse Mihal'in ihtarıyla, zamanında haberdar olan Osman Gazi mükemmel bir plan tertip ederek tekfurları pusuya düşürdü Bilecik ve Yarhisar'a sahip olurken Holofira isimli gelin de Osmanlılar eline geçmişti

Osman Gazi Holofira'yı oğlu Orhan'a nikahlayarak bir anlamda onun babasının topraklarına hakim olduğunu göstermiş oluyordu Daha sonra Müslüman olarak Nilüfer adını alan Holofira, hayır ve hasenatıyla Bursalıların gönlünde taht kurmuştur Nilüfer Hatun Bursa' da Kaplıca kapısı yanında bir tekke, Darülharp mahallesinde bir mescid ve Bursa ovasından geçen çay üzerine güzel bir köprü yaptırmıştır Bu nedenle çaya Nilüfer adı verilmiştir

Orhan Gazi'nin önce Bizans İmparatoru III Andronikus'un kızı Asporça Hatun ve Sonra VI John Kantakuzen ile eşi İrene'den doğan Teodora (Maria) ile evlenmesi ise Rumeli'ye geçişin imkan dahiline alınması ve saltanata geçişi sağlamak hedeflerine matuftur Kartakuzen Orhan Bey'in kuvvetleri sayesinde İstanbul'a girerek İmparatorluğa kavuşmuş, Trakya ve Makedonya'daki hakimiyetini kuvvetlendirmiştir Bu yardımlarına karşılık Gelibolu yarım adasındaki Çimbi kalesini Osmanlılara vermiştir ki bu durum Orhan Gazi'nin Rumeli'ye geçişinin ilk adımı olacaktır

I Murad Han'ın Bulgar Kralı Şişman'ın kız kardeşi Tamara (Maria) ile evlenmesi ise bu krallığın, tabiiyet altında tutulabilmesinin bir gereği olarak görülebilir Zira Sultan Murad 1368'den sonra sırasıyla Bulgarlardan Aydos, Karinabad, Süzeboli, Pınarhisar ve Vize'yi zaptetmişti Kral Şişman mukavemete muvaffak olamayınca sulh yaparak vergi vermeyi kabul ederek kız kardeşini de Osmablı hükümdarına vererek dostluğunu pekiştirmek istemişti

I Murad döneminden itibaren Osmanlı Padişahları gayr-i müslim kralların kızlarının yanısıra Anadolu beylerinin kızları ile de şehzadelerini evlendirmeye başlamışlardır Aslında Anadolu beyleri ile bu münasebet çift yönlü olarak devam etmiş Osmanlılar onlardan kız almalarının yanısıra, kızlarını da Anadolu beyleri veya oğullarına vermişlerdir Osmanlıların bu yerinde ve fevkalade isabetli siyasetlerinin sonucu geç de olsa meyvelerini vermiş ve bu evlilikler neticesinde Anadolu aşiretleri ve beyleri arasında sağlam, köklü ve daimi akrabalıklar tesis olmuştur Anadolu'da yüzlerce yıllık muhabbet, birlik ve beraberliğin temelinde, Osmanlıların bu siyasetinin rolü de unutulmamalıdır

I Murad Han oğlu Yıldırım Bayezid'i Germiyanoğlu Süleyman Şah'ın kızı devlet hatun ile evlendirdi Devlet Hatun'un annesi Mevlana Celaleddin Rumi'nin oğlu Veled Çelebi'nin kızı Mutahhare Hatundur Süleyman Şah kızının çeyizi olarak beyliğinin en güzel yerleri olan Kütahya, Tavşanlı, Emed ve Simav şehirlerini Osmanlılara vermiştir

Yine Yıldırım Bayezid Kosova meydan muharebesinden sonra kendisine karşı ayaklanan Anadolu beylikleri üzerine yürüdüğünde, Aydınoğlu İsa Bey karşı duramayarak tabiiyetini arzetmişti Buna karşılık Yıldırım Bayezid ise İsa Bey'e bir miktar toprak bırakırken onun Hafsa Hatun adındaki kızı ile de evlendirmiştir (1390)

Kosova savaşında (1389) Sırp kralı Lazar ölmüş ve yerine oğlu Lazaroviç geçmişti Yılıdırım Bayezid kendisi ile sulh anlaşması yaparken dostluğu pekiştirmek için kaz kardeşi Despine (bazı kaynaklarda Olivera) ile evlenmiştir

Osmanlılar doğuda kendilerine karşı en güçlü devletlerden olan Memluklerle aralarında tampon devlet konumundaki Karamanlılar ve Dulkadırlılar ile de evlilik yoluyla akrabalık kurmaya ve dostluklarını ilerletmeye çalışıyorlardı Nitekim Çelebi Mehmed fetret dönemi sırasında Dulkadırlı Süli Bey'in kızı Emine Hatunla evlenmek istemiş ve bu arzusu hüsn-i kabul görmüştür Çelebi Mehmed ile Emine Hatun 1403 yılında evlenmişler ve bu evlilikten ertesi yıl II Murad doğmuştur

II Murad Han'da Anadolu beylerinden Candaroğlu II İbrahim Bey'in kızı Hatice Hatun, Amasyalı Şadgeldi Paşa'nın torunu Yeni Hatun ile evlilikler yapmıştır II Murad'ın siyasi evliliklerinden biri de Sırp Kralı Jori Brankoviç'in kızı Mara Hatun'dur Brankoviç, Türk akınlarını önleyebilmek için kızı Mara'yı 1435 yılında II Murad ile evlendirmiştir Osmanlıların Balkanlarda zor duruma düştüğü bir dönemde Edirne-Segedin antlaşmasının imzalanmasında Mara Hatun'un büyük rolü olmuş böylece II Murad toparlanma imkanı bulmuştur

Bazı yazarlar II Mehmed (Fatih)'in annesi Mara hatun olduüunu ısrarla savunurlar Oysa Fatih'in 1431 yılında doğduğu düşünülürse, 1435'de gerçekleşen bu evlilikten böyle bir doğumun ne kadr imkansız olacağı ortadadır Buna rağmen bazı yazarlarda aynı gayretkeşliğin devam ettirilmesi akla, başka niyetler başka maksatlar olduğunu, çamur at izi kalsın prensibinin uygulandığını apaçık bir biçimde vermektedir

II Murad bu arada II Kosova zaferinden sonra Karamanoğullarının muhtemel bir hıyanetinden çekinerek, Dulkadıroğlu Süleyman Bey'le akrabalık kurmak istemiştir Bu itibarla Süleyman Bey'in kızı Sitti Mükerreme Hatun'un oğlu Mehmed' istemiştir Süleyman Bey'in de muvafık olmasıyla şehzade Mehmed ile Sitti Hatun Edirne'de üç ay süren muhteşem ve göz alıcı bir düğün merasimi ile evlenmişlerdir

Görüldüğü gibi Fatih Sultan Mehmed' e gelinceye kadar Osmanlı padişahları Bizans, Bulgar, Sırp krallarının ve Anadolu beylerinin kızları ile siyasi evlilikler kuruyorlardı Bunun yanısıra saraya alınan ve burada yetiştirilen cariyeler ile az da olsa evlilikler görülüyordu

Nitekim I Murad'ın Gülçiçek (Rum asıllı), Çelebi Mehmed'in Kumru Hatun, II Murad'ın Hüma Hatun ile bu yolla evlendikleri bilinmektedir Ancak Fatih'ten itibaren cariyelerle evlenme usulüne doğru sistemli bir geçiş süreci başlamıştır II Bayezid ve Yavuz dönemlerinin sonunda devşirme sistemi içerisinde evlilik Osmanlı sarayına hakim olmuştur

Fatih'in Dulkadırlı Süleyman Bey'in kızı Sitti Hatun'un dışında kalan eşlerinden Gülbahar Hatun aslen Arnavut, Çiçek Hatun Sırp, Venedik veya Rum ve Helene ise Rum'dur Gülşah Hatun'un ise milliyeti bilinmemektedir

II Bayezid Dulkadır oğlu Alaüddevle'nin kızı Ayşe Hatun ve Karamanoğullarından Nasuh Bey'in kızı Hüsnüşah Hatun'un yanısıra Bülbül Hatun, Ferahşad Hatun, Gülbahar Hatun, Gülruh Hatun ve Şirin Hatun adlı cariyeler ile de evlenmiştir

Yavuz Sultan Selim'in güzelliğiyle meşhur hanımı Hafsa Sultan'ı bazı tarihçiler Türk olarak gösterseler de aslen cariye olduğu vesikalardan anlaşılmaktadır

İşte Fatih'le beraber cariyeler ile evlenme usulü genişlemiş II Bayezid devri sonunda ise umumi bir kaide şeklinde saray hayatına girmiştir Bu usul pek az istisnası dışında hanedanın yıkılışına kadar da devam etmiştir

Niçin cariyelik sistemi

Padişahların bu sistemdeki evliliklerinden İslamiyetin hükümlerine uyularak nikah yapılmamıştır Zira İslamiyet'e göre cariyeler köle (kadın) statüsünde olduğundan sahipleri istedikleri gibi tasarruf hakkına sahip bulunuyordu

Bazı tarihçiler nikah ile evlenmeyi kaldırmayı Yıldırım Bayezid'in Ankara'da Timur'a esir düşmesinden sonra, hanımı Despina'nın da galiplerin eline geçmesi sebebiyle alındığını kaydederler Hatta bazı yabancı yazarlar, Türk ve Osmanlı düşmanları daha da ileri giderek Timur'un Yılıdırım'ın hanımına içki dağıttırdığını kaydederler

Gerek Timur gerekse Osmanlı, ciddi hiç bir tarihte bu tip haber mevcut değildir Oysa Osmanlı sarayında henüz İslamı seçmemiş olan Despina Hatun, Timurlu tarihçilerden Şerefeddin Yezdi'nin kaydına göre Timur Han'ın huzurunda Müslüman olmuştur

Ayrıca Osmanlıların bu sebeple cariyelerle evlendiği meselesi şuradan da yanlıştır ki, Yılıdırım'dan sonra Çelebi Mehmed Dulkadırlıoğlu Süli Bey'in kızı Emine Hatun'la II Murad Candaroğlu İbrahim Bey'in kızı Hatice Halime Hatunla, II Mehmed Dulkadıroğlu Süleyman Bey'in kızı Sitti Hatun'la, II Bayezid de Dulkadıroğlu Alaüddevle'nin kızı Ayşe ve Karamanoğlu Nasuh Bey'in kızı Hüsnü Şah Hatunla hep nikahlanarak evlenmişlerdir

Oysa Osmanlıların Fatih'ten itibaren cariyelerle evlenme sistemine geçişte kendileri ve devletleri için yine pek çok faydaları vardır Bunlar üzerinde dikkatle durmak gerekmektedir

Öncelikle Fatih' gelindiğinde Balkanlardaki prenslik ve krallıklar yıkılmış hepsi devletin sınırları içerisine alınmışlardı Fatih'le beraber Bizans İmparatorluğu'da Tarihe karışmıştır Ayrıca Anadolu beylikleri ortadan kaldırılmış ve Türk birliği temin olunmuştu

Zaferden zafere koşan Osmanlı hükümdarları kendilerini artık dünyanın en büyük ve güçlü padişahları saydıklarından, başka hanedanlarla akrabalık yoluyla dostluk kurmaya çalışmışlardır Başlangıçtaki siyasi ve diplomatik yarar sağlama unsuru artık görülmemektedir

Yine genelde çok evli bulunan Osmanlı padişahlarının her aldıkları kadın için yapacakları şatafatlı düğünler, yapılacak masraflar ve verilecek hediyeler düşünüldüğünde devşirme sistemiyle devletin ne büyük bir masraftan kurtulduğu açıkça görülmektedir

Padişahların devşirme kadınlarla evlenmelerini tenkit eden bazı yazarlar ise, neden Türk ilim ve Devlet adamlarının kızlarını almadıklarını sorgularlar Oysa bu düşünceleri uygulanmış olsaydı yapılacak masraflar bir tarafa her padişah döneminde bir kaç aile saraya nüfuz edecek devlet işlerine karışacak, parçalanma ve bölünme süreci içeriden daha çabuk bir şekilde gerçekleşecekti

Devşirme usulüyle kız almanın bir faydası ise küçük yaşta saraya getirilen bu kızların tam bir saray kültürü ve terbiyesi içerisinde yetiştirilmiş ve padişaha layık bir eş haline getirilmiş bulunmasıdır Ayrıca bunların en seçilmişleri padişah hanımlığına namzet olurken diğerleri de enderun mektebinde yetişen diğer devlet görevlileri ile evlendirilmek üzere hazırlanıyordu Enderun nasıl saray içerisinde padişaha kişisel hizmet yoluyla erkekleri saray dışında hanedana hizmete hazırlanıyorsa, harem de padişah ve annesine hizmet yoluyla dış dünyadaki rollerini almaya hazırlanıyordu Böylece idareciler eş yoluyla devlete daha da sadık bir hale getirilmiş olurdu

Devşirme sistemi ile padişah evlilikleri

Saraya alınan cariyelerin büyük bölümü hizmet birimlerinde çalışırdı Bunların en güzel ve kabiliyetli olanları padişahın hizmetinde, ona yakın olanlar da şehzadeler dairesine gönderilirdi Bunlardan padişah hanımı olabilecek durumda olanlar Haznedar Usta'nın emrine verilirdi O bunları yetiştirir ve efendisine yaraşır bir kadın olmasını sağlardı

Bunların dışındakiler ise padişah hiç bir bakımdan irtibatta bulunmadığı gibi belki kendilerini ne görür ne de tanırdı Bu bakımdan padişahın zaman zaman bütün cariyeleri toplayıp içlerinden en güzelini seçmesi gibi konular artık fantazi masallar olarak tarihteki yerini almışlardır Has odalık olarak yetiştirilen cariyelerle padişah münasebette bulunduğunda şayet bunlar gebe kalırlarsa İkbal ve haseki adını alırlardı Bunlar derecelerine göre Baş İkbal, İkinci İkbal, Üçüncü İkbal denirdi Sayıları yediye kadar çıkabilirdi İkballer hanım veya hanımefendi diye çağırılırlar ve artık azad edilip saraydan ihraç edilmekten kurtulurlardı Haseki Sultan tabirinin yerini zamanla Kadın veya Kadın efendi almıştır

Hasekiliğe yükselen cariyeye samur kürk giydirilirdi Hasekilerden erkek çocuk doğuranlara Haseki Sultan ünvanı verilir ve başına kıymetli taşlarla süslü bir altın taç takılırdı Yine harem geleneği gereğince ona daire ayrılır, emrine kalfa ve cariyeler verilirdi

Haremde cümle kapısı holünden Kızlarağası Dairesi ile Kalfalar koğuşu arasında devam eden yoldan sola dönülerek girilen geniş ve uzun hole Cariyeler ve Kadın efendiler Taşlığı denilirdi Taşlığın sağ tarafındaki birinci, ikinci ve üçüncü kapı sırasıyla Kadın efendi odalarıdır

Daireler zemin katta giriş bölümü, merdiven aralığı ve güzel bir manzara kazandırabilmek için iki kat yüksekliğinde yapılmış birer Başodaya sahiptir Üst katta taşlığa bakan bir sahanlık ile birer odayla baş odalara açılan bir asma katı bulunmaktadır Daireler 17 yüzyıl Osmanlı çinileriyle kaplı olup ocaklı ve tavanı kalem işli desenli boş odalar, zengin dekorları ve nefis manzarasıyla dikkat çekmektedir

Osmanlı padişahlarının ölümlerinden sonra onun çocuk doğurmamış yahut da erkek çocuk doğurmuş ve çocuğu vefat etmiş olan kadın ve hasekileri isterlerse devlet ricalinden biriyle evlendirilirdi Bu uygulamaya ilk defa Fatih döneminde rastlanmaktadır O babası II Murad'ın dul eşi Hatice Hatun'u babasının adamlarından İshak ile evlendirmiştir Kendisi de boşamış olduğu David Komnenos'un kızını Zağanos Mehmed Paşa ile evlendirmiştir Yine III Murad'ın ölümünden sonra çocuksuz olan ikballeri Eski Saraya gönderilmiş ve daha sonra derecelerine denk kimselerle evlendirilmişlerdir

Genellikle evlendirilenler odalık ve ikballer olup padişahların asıl kadınlarından evlenenler pek az görülmüştür Zira kadın efendiler evlendikleri zaman bu durum hanedana ve padişaha karşı yapılan bir saygısızlık olarak kabul edilir ve tasvip edilmezdi

İktidardan düşen veya vefat eden padişahın kadınları harem dairesinden alınarak Eski Saray'a gönderilirlerdi Bu kadınların eğer padişah olacak çocukları yoksa ölünceye kadar burada yaşarlar, oğlu padişah olanlar Valide Sultan sıfatıyla tekrar hareme dönerdi

Eski Saraydaki kadınlar genellikle kendilerini ibadete verirler, hayır ve hasenat işleriyle meşgul olurlardı

Osmanlı padişahları içinde çok kadınla evlenenlere karşılık pek az eşi olanlar da görülmektedir I Mustafa'nın hiç kadını tesbit edilmemiştir Yavuz Sultan Selim, II Selim, III Mehmed, IV Murad ve II Ahmed'in birer; Osman Gazi, Çelebi Sultan Mehmed, III Ahmed, II Osman ve III Osman'ın da ikişer kadını olduğu anlaşılmaktadır

Alıntı Yaparak Cevapla

'Osmanlı Tarihi'

Eski 10-07-2012   #52
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

'Osmanlı Tarihi'



Sultan tabiri Osmanlı Padişahları' nın erkek evlatlarına, kızlarına, padişah validelerine hatta ailelerine kadar teşmil edilmiştir Bu ünvanın Padişahların erkek çocuklarında ismin evveline kızların da ise ismin sonuna gelmesi adet olmuştu Sultan Selim, Sultan Ahmed, Ayşe Sultan, Fatma Sultan vs gibi Sultan tabiri yanlız olarak kullanılırsa padişahın kıs çocukları kastedilmiş olurdu Sultanların kız çocuklarına ise Hanım Sultan denir
Sultan doğar doğmaz ilk olarak Darüssaade Ağasına haber verilirdi Ağa, oda lalası vasıtasıyla silahtar ağaya müjdeli haberi gönderir o da padişahın bir kız çocuğu olduğunu sarayda ilan ederdi Bu haber üzerine enderunda bulunan her oda doğum şerefine üç kurban keserek sultanın doğumunu kutlardı Bu arada sarayın deniz kıyısında bulunan toplar günde beş defa tekrarlanmak üzere üçer kez atış yaparlar böylece doğum halka ve devlet ricaline duyurulurdu
Doğum haberini alan Sadrazam ertesi gün divan azalarıyla saraya gelerek padişahı tebrik ederdi Ziyafete gelenlere türlü maddelerden yapılan nefis şerbetler altın, gümüş ve billur kaplar da ikram olunurdu

BEŞİK ALAYI

Sultanların doğumlarında bir takım merasimler tertip olunurdu Bunlardan ikisi Valida Sultan ile Sadrazamın göndermiş oldukları beşik, yorgan ve sırmalı örtü münasebetiyle yapılan beşik alaylarıdır
Çocuk doğunca padişah validesinin evvelce hazırlatmış olduğu beşik, sırmalı püşide denilen örtüsü ve yorganıyla merasim ve alayla Eskisaray' dan Yenisaray' a nakl olunurdu
Törene katılacak ağalara birgün öncesinden kethüda bey ve darüssaade ağası yazıcısı tarafından davetiyeler gönderilir, belirli saat de Eskisaray' da bulunmaları bildirilirdi
Ertesi gün davetliler hazır olduklarında Teşrifatçı, törenin başlaması için işaretini verirdi Bunun üzerine Valide Sultanın başağası beşiği, yorganı ve örtüyü Eskisaray' dan çıkararak Valide Sultan kathüdasına teslim ederdi Kethüda Bey de beşiği, Valide Sultan' ın kahvecibaşısına, yorganı ikinci kahveciye, beşik örtüsünü de üçüncü kahveciye teslim ederdi
Kahvecibaşılar kendilerine teslim edilen eşyaları sayıyla alırlar ve başlarının üzerlerine koyarlardı Bundan sonra harekete geçen alay Beyazıd, Divanyolu ve Ayasofya önünden geçerek Bab- ı Hümayun önüne gelirdi Çevredeki kalabalık alayı alkışlarla uğurlarken çocuğa ve babasına da uzun ömürlü olmaları için dua ederlerdi
Orta kapıya kadar atlar üzerinde ilerleyen ağalar, burada attlarından inerek iki sıra halinde dizilerek haremin araba kapısı önüne kadar gelirlerdi Burada kahvecibaşılar beşiği, yorganı ve beşik örtüsünü kapı önünde beklemekte olan Valide Sultan başağasına o da saygıyla alarak darüssaade ağasına teslim ederdi Darüssaade ağası devraldığı eşyaları harem ağaları ile birlikte içeri götürerek, bu işle görevli kadınlara teslim ederdi Daha sonra, törene katılan ağalara ve görevlilere rütbelerine göre padişah adına ihsanlarda bulunurdu
Doğumun altıncı gününde ise Sadrazamın beşik alayı töreni düzenlenirdi Bu alay Valide sultanınkinden daha göz kamaştırıcı ve daha kalabalık olurdu Bu sırada devlet erkanının aileleri de çocuğu görmek üzere davet olunurlardı
Sadrazam, sultan doğar doğmaz bir beşik, bir yorgan ve bir de beşik örtüsü yaptırır, hepsi de inciler, elmaslar, tırtıllar ve zümrütlerle donanırdı Doğumun beşinci günü törene katılacaklara davetiyeler gönderilir, belirli bir saat de Paşakapısında bulunmaları istenirdi
Ertesi gün belirlenen saat de Paşakapısı önünde, sadrazamın hazırlanan eşyaları Kethüda beye vermesiyle tören başlardı Kethüda bey de beşiği baş, yorganı ikinci çuhadara beşik örtüsünü ise mehter başıya verirdi Bunların eşyaları saygıyla alıp başiları üzerine koymasından sonra mehter takımının çaldığı marşlar ve ilahilerle alay harekete geçerdi
Başlara giyilen renkli kavuklar, sırtlardaki renkli kürkler ve kaftanlar, ayaklardaki sarı ve kırmızı çizmelerve yemeniler beşik alayını yürüyen bir çiçek bahçesi haline getirirdi Yine binbir emek sarf edilerek hazırlanan çiçek bahçeleri ve şeker kutuları nu renkli sahneyi daha da canlı ve muhteşem bir hale koyardı Mehterhanenin muazzam ritmi de insanları ayrı bir vecde getirirdi Alaya katılan ağaların heybetli görünüşleri, ağır başlı yürüyüşleri insana Niğbolu, Kosova, Varna ve Mohaç'tan hatıralar ve manzaralar yaşatır gibi olurdu
Valide beşik alayında olduğu gibi Divan yolundan geçilerek Bab-ı Hümayundan içeri girilir ve araba kapısı önünde alay sona ererdi Daeüssaade ağası tarafından teslim alınan beşik takımı doğruca padişaha götürülür ve gösterilirdi Padişah beşik takını gördüktan sonra hareme yollardı
Lohusanın yattığı oda Valida Sultan, Sultanlar, kadınefendiler, ikballer ve davetli kadınlarla dolup boşalırdı Valide Sultan yanında sultanlar olduğu halde yüksekçe bir divanda otururdu Misafirler ise peykelere yerleştirilmiş minderler ve yastıklar üzerinde dinlenirlerdi Sadrazamın gönderdiği beşik takımının gelmesiyle hep birden ayağa kalkarlardı
Beşik takımı odanın ortasına gelince Valide Sultan üzerine bir avuç altın atar onu diğerleri takp ederlerdi Orada bulunan ebe, dualar okuyarak çocuğu yeni gelen beşiğe koyar ve üç defa sallardı Sonra çocuğu beşikten çıkararak kucağa alırdı O zaman davetli kadınlar, getirmiş oldukları değerli taşlarır ve kumaşları beşiğin üzerine koyarlardı Bunların hepsi ebenin olurdu
Davetli kadınlar haremde üç gün misafir edilirler, cariyelerin de katılmasıyla çeşitli eğlenceler tertiplenir, hoşça vakitler geçirilirdi Ayrıca davetlilere padişah tarafından hediyeler gönderilmesi de usuldendi

SULTANLARIN YETİŞMESİ
Sultanların doğumu ile birlikte bir daire ayrılır emrine dadı, sütnine, kalfa ve cariyeler verilirdi Eğitimiyle annesi, dadısı ve kalfası uğraşırdı Yürümeye başladıktan itibaren bahçelere çıkar küçük cariyelerle veya aynı yaşdaki çocuklarla dadısının nezaretinde oyunlar oynardı Sultanlar, dadısız ve kalfasız dışarı hiç çıkamazlardı
Sultanlar beş veya altı yaşına girdiklerinde irade-i seniyye ile derse başlarlar ve kendileri için tayin edilen hocalardan ders alırlardı Bed-i besmele denilen ilk derse törenle başlanır ve padişah da hazır bulunurdu Bazen dersler şehzadeler dairesinde okunurdu Okumada ilk üzerinde durulan konu, padişahın çocuklarının Kuran-ı kerimi doğru okumalarını temin etmekti onların Kur'an-ı kerimi tecvide uygun okumaları ve bitirmeleri kendileri ve babaları için büyük bir mutluluğa sebep olurdu Bu vesile ile bir de hatim töreni tertip ediliyor sultanlara ve hocalarına hediyeler veriliyordu Sultanlar Kur'an-ı kerimden başka Türkçe, Matematik, Tarih, Coğrafya, Arapça ve Farsça dersleri de alırlardı
Sultanların günümüze kadar ulaşan mektuplarından son derece düzgün ve edebi ifadeler kullandıklarını, kelime, cümle ve gramerhatalarının yok denecek kadar az olduklarını görmekteyiz
Sultanlar erkeklerden kaçma çağına geldikelrinde başlarına yaşma örterler ve dışarıya çıktıklarında uygun elbiseler giyerlerdi

DÜĞÜNLERİ
İlk Osmanlı padişahları kızlarını, genellikle Anadolu beyleri veya onların oğullarına verdikleri gibi kendi maiyetlerinde ki beylere de verirlerdi Nitekim 1 Murad' ın kızı Melek Hatub, Karamanoğlu Alaaddin Bey' le ; Çelebi Mehmed' in kızı Selçuk Hatun Candaroğlu Kasım Bey' le; Fatih' in kızı Gevherhan Sultan Akkoyunlu Uzun Hasan' ın oğlu Uğurlu Mehmed Bey' le; II Bayezid' in kızı Aynışah Sultan ise Uğurlu Mehmed' in oğlu Göde Ahmed Bey' le evlenmişlerdir
Ancak osmanlılar Anadolu birliğini temin edince etrafta kızlarını verecek hanedan kalmadığından, sultanları vezirler, kaptan paşalar ve büyük devlet adamlarıyla evlendirmeye başladılar
Padişahların kızlarını Anadolu beylerine vermesi gibi kendi devlet adamlarıyla da evlendirmeleri, duygusal yönden ziyade siyasi idi Zira sultanları alanların çoğu enderun mektebinden yetişen devşirme devlet adamlarıdır Bunlar padişaha baba gözüyle bakarlardı Bir de padişahın kızıyla evlenince hanedanın üyeleri arasına girerek nüfuzlarını da arttırırlardı bazı yabancı yazarların, padişahların kızlarını korktuğu veya zenginliğini çekemediği paşalarla evlendirdiği iddiası, tamamen uydurma ve hayal mahsülüdür
Padişah kızını evlendirmek isteyince sadrazama bir hatt-ı humayun yazar ve damad olacak şahsın nişan takımlarını yollamasını emrederdi Uygun görülen adayın, fermanı alır almaz eğer evli ise, sultanlara hürmeten hanımını boşaması adet haline gelmiştir Ayrıca II Mahmud zamanına kadar sultanların rızası formalite icabı alınıyordu Ancak II Mahmud' dan itibaren durumun değiştiği ve en azından fotoğraflarla birbirini önceden tanıdıkları görülmektedir
Sultanların nikahları bazan Yeni Sarayda ve bazan da paşa kapısında kıyılırdı Sultanın vekili darüssaade ağası idi Damat paşaya da münasi görülen bir vezir vekil olurdu Nikahı şeyhülislam kıyar ve mihr-i muaccel ve mihr-i müeccel sultanın derecesiyle mutenasip olurdu Onaltıncı asır sonlarına kadar nikah yüzbin altın üzerinden kıyılırdı
Sultan nikahından sonra hükümdar namınamerasimde bulunanlara kürk ve hil'atler giydirilirdi Damat da hil'at giyerdi Sultanların düğünleri babalarının sağ olup olmadıklarına veya padişahın sevdiği bir kız kardeşi veya yeğeni olup olmayışına göre olurdu Tabii babaları sağ olan sultanların düğünleri fevkalede mükellef yapılırdı Damat, böyle bir düğünde pek çok masraf eder, saraya gönderdiği her çeşit mücevherli (yüzük, küpe, bilezik, incili tuvalet aynası ve yine incili gelin duvağı ve hamam nalını gibi) nişan hediyesinden başlayarak bütün düğün masraflarını görürdü Düğün müddeti muayyen olmayıp onbeş yirmi gün süren düğünler de vardı
Gelin olan sultanın alayı ya kendisinin bulunduğu Eski Saraydan veyahut Yeni Saraydan itibaren tertip edilirdi Sultan, Osmanlı hanedanına mahsus kırmızı atlas cibinlik içinde olarak araba ile naklolunurdu
Gelin alayında sadrazam, vezirler, devlet erkanı ile düğün münasebetiyle sultanlara mahsus yaptırılan ve Nahl denilen balmumdan yapılmış düğün tezyinatı, alayın önünde giderdi
Sultanın çeyizi, kocasının konağına gitmeden evvel sarayda teşhir edilirdi Sadrazam ve diğer devlet adamları oraya kendi düğün hesiyelerini de gönderirler, sonra bu çeyiz alayla damadın konağına götürülürdü
Sultan, kocasının konağına geldiği zaman orada zevci ile Kızlar ağası tarafından karşılanır ve koltuklarına girilerek harem dairesinin kapısına götürülürdü Damadın konağında kadın ve erkeklere ayrı ayrı ziyafetler çekilir ve yatsı namazından sonra davetliler konaktan ayrılırdı Damat Paşa davetlilerin her birine derecelerine göre birer hediye verirdi
Yine bu sırada darüssaade ağası padişah namına damada bir samur kürk giydirir ve paşayı sultana takdim ettikten sonra çekilirdi Bundan sonra yenge kadın paşayı odaya sokar, damat paşa odanın bir köşesinde namaz kıldıktan sonra zevcesinin eteğini öper ve sultanın oturması için müsaadesine kadar ayakta dururdu
Şayet damadın memuriyeti hariçte ise düğün için İstanbul' a çağırılır, konak döşer, sultanla evlenir ve sonra vazife ile İstanbul' da kalmazsa yine memuriyeti başına dönerdi Sultan İstanbul' da kocasının konağında kalırdı

GEÇİMLERİ
Sultanların maiyyetlerinde padişahın emriyle tayin edilen kethüdaları vardı Bütün işleri, alış veriş vesaireleri hep bu kethüdaları vasıtasıyla görülürdü Dul olan sultanların vazife ve aidatları matbah-ı amire ile şehremini tarafından verilmek kanundu
Sultanların hash veya paşmaklık ismi verilen dirlikleri vardı Bunların bazılarına herhangi bir mukataanın varidatından maaş ve bir kısmına iltizam suretiyle mukataalarda verilmişti Bu isimler altındaki dirlikler bir mahallin varidatının bunlara tahsisi demekti Malikane suretiylemukataa, kaydı hayat şartıyla verilen dirlikti Sultanları bu gelirlerini idare ve tahsil için voyvoda denilen memurlar vardı Sultanlara bazan hazineden maaş da verilirdi Sultan III Mustafa Laleli Camisinin vakfiyesini tertip ettirirken bu vakfından oğullarına bin beşeryüz kızlarına biner ve kadınlarına beşer yüz kuruş tahsis eylemişti

Alıntı Yaparak Cevapla

'Osmanlı Tarihi'

Eski 10-07-2012   #53
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

'Osmanlı Tarihi'



Osmanlılarda cülus merasiminden bir kaç gün sonra saray, yeni bir törene daha sahne olurdu III Murad Han'ın cülusundan itibaren düzenlenen bu merasim padişahın annesinin Eski Saray'dan alınarak Topkapı Sarayına nakli hadisesidir
Valide Alayı ismi verilen bu tören şu şekilde gerçekleşirdi
Yeni padişah cülusundan bir kaç gün sonra validesinin Eski Saraydan Topkapı Sarayına naklini emrederdi Bir gün öncesinden rikâb-ı hümayun ve şikar ağaları, kapıcıbaşılar, sultan kethüdaları, padişah evkafı mütevellileri, haremeyn vakfı erkanı, harem-i hümayun ağaları, baltacılar, darüsaade ağası ve yeni tayin olunan valide kethüdasına haber gönderilerek hazır olmaları istenirdi
Valide Alayı, Bayezid kolluğu (karakolu) önüne geldiği vakit yeniçeri ağası, şayet o seferde ise sekbanbaşı tarafından karşılanırdı Araba burada bir müddet durur, bu sırada ağa yer öperek hürmet ve tazimlerini arzederdi Ağaya bir hil'at giydirilir, yine ona ve maiyyetine önceden belirlenen hediyeleri dağıtılırdı Bu şekilde her kulluk geldikçe oradaki görevli neferlere hediyeleri verilirken alaydan etrafa çil çil paralar saçılırdı Alay cebehane önüne gelince cebecibaşı valide sultanı selamlayarak hediyesini alırdı

El Öpme

Bu şekil merasimlerle bâb-ı hümayundan saraya girilirdi Hastane kapısı köşesinde bekleyen bostancı başhasekisi ile hasekiler ellerinde değneklerle dizilip ilgililer dışında kimseyi ileriye geçirmezlerdi
Valide sultanın arabası has fırın kapısı önüne gelince padişah vakarlı bir şekilde yürüyerek gelir, validesini iki veya üç temenna ile selamlar ve annesinin sağ tarafdaki pencereden uzanan elini öperdi Bu sırada çavuşlar hep birlikte alkış tutarlardı
Valide Sultan'ın arabası orta kapıdan içeri girdikten sonra alay sona ererdi
Valide sultan saraya gelişinin ertesi günü sadrazama bir hükümnâme ile kürk ve hançer gönderirdi
Bu şekilde saraya yerleşen valide sultan haremin en itibarlı hanımıdır Valide sultanın herkesten üstün konumu harem müessesesinin esasıydı O hem sultan ailesinin vesayetinden hem de harem hanesinin günlük işleyişinin idarî denetiminden sorumluydu Onun haremin en güçlü üyesi olduğunu maaşı açık bir şekilde yansıtmaktadır Zira devlet hazinesinden harem üyelerinin her birine ödenen günlük maaş (mevacib), harem kurumunun hiyerarşisini ortaya koyar ve simgelerdi
Kanuni sonrası dönemde, haremi idare eden ilk valide sultan olan Nurbanu Sultan'a günlük 2000 akçelik bir maaş bağlanmıştı III Mehmed'in annesi Safiye Sultan da ise, bu rakam 3000 akçeye çıkmıştır Valide sultan maaşları, kısa süreli istisnai dönemler dışında bu yüksek seviyeyi muhafaza etmiştir
Genelde Osmanlı haremini anlatan Avrupa kaynaklı tasvirlerde valide sultandan hiç söz edilmeyip, padişah kadınları ön plana çıkarılmaktadır Harem kısmındaki gücün valide sultanın değil de hasekilerde olduğunu savunmaki yabancı gözlemcilerin saray hayatına dair cinsel fantazi ve entrika senaryolarını daha rahat kurabilmenin bir ürünü olmalıdır
Harem-i hümayun konusunda arşiv belgelerine dayalı ciddi bir eser ortaya koyan Amerikalı tarihçi Lesli Peirce, bu durumu ; büyük ölçüde kendi kraliçelerinin karşılığını arayan ve dolayısıyla Osmanlı haremindeki en büyük güç ve statü sahibinin valide sultan olduğunu anlamaya hazır olmayan Avrupalı gözlemcilerin kültürel at gözlüklerine bağlanması gerekir diyerek açıklamaktadır

Padişahlar ve Anneler

Padişahların validelerine karşı son derece hürmetkar davranmaları onların saraydaki hüküm ve nüfuzlarını daha da arttırmıştır Bunda muhakkak ki, İslamiyetin ana hakkı konusundaki müessir prensiplerinin büyük rolü olmuştur
Cennet anaların ayağı altındadır; Ana babaya iyilik etmek nafile namaz, oruç ve hac faziletlerinden daha faziletlidir; Allahü Teâlâ'nın rızası ana va babanın rızasındadır vb Hadisi şerifler ana-babaya gösterilecek hizmet ve hürmeti açık bir biçimde ifade etmektedir
Nitekim Fatih Sultan Mahmed kendisini yetiştiren ve hristiyanlık dininde kalmaya devam eden üvey annesi Mara'ya geniş bağışlarda ve temliklerde bulunmuştur Yine ona ölünceye kadar, halini hatırını sormaya ve iyiliklerde bulunmaya devam etmiştir
Kanuni Sultan Süleyman annesi Hafsa Sultanı çok sever, bir dediğini iki etmezdi Hayırları ve iyi kalpliliğiyle ün kazanan Hafsa Sultanın Manisa'da cami, imaret, medrese, mektep ve hangâhı vardır
III Murad, validesi Nurbanu Sultan'ın ölümünde matem elbisesiyle cenazeyi takip ile Fatih Camiine kadar gelmiş, orada namazını kıldıktan sonra sarayına dönerek ruhu için sadakalar dağıttırmıştır
III Mehmed Han da babası gibi validesine çok riayet gösterirdi IV Mehmed'in annesi Turhan Sultan'a, III Selim Han'ın da Mihrişah Saultan'a karşı hürmet ve tazimleri pek fazla idi
Bunun neticesi olarak valide sultanların saraydaki hüküm ve nüfuzları daha da artmıştır Bu durum bazı valide sultanların, devlet işlerine de karışmasına da yolaçmıştır Ancak istisnai olarak görülen bu çeşit olayların dahaçok çocuk yaşta tahta çıkan padişahlar döneminde olduğu da gözden kaçırılmamalıdır

Valide Dairesi

Otuz altı Osmanlı padişahından sadece yirmi üçünün annesi valide sultan ünvanını kullanmış, diğerleri oğulları tahta geçmeden vefat ettikleri için bu ünvanı alamamıştır
Valide Sultanların kendilerine verilmiş paşmaklık denilen hasları vardır Daha sonraları haslarından başka kendilerine darphaneden muayyen bir maaş da tahsis edilmiştir
Validelerin kalabalık bir maiyyetleri vardı Haremi, Haznedar Usta vasıtasıyla idare ederlerdi Haremdeki bütün kadınlar, sultanlar, ustalar, ve cariyeler kendisinden çekinirler onu sayarlardı Haremdeki bütün işler onun emriyle yapılırdı Göçler, gezintiler onun emriyle ve arzusuna uygun olarak haznedar ve kalfalar tarafından uygulanırdı Törenlerde ve hareme kabullerde baç rolü valide sultan oynardı Hariçteki işlerin Valide Kethüdası denilen bir memur bakardı Validelerin hasları ve mukataalarını da o idare ederdi
Haremde valide sultan dairesi padişaha ait mekanlardan sonra, en büyük ve en önemli mekândır Daireyi valide taşlığından bir bekleme odası ile girilirdi Girişte nöbetçi cariyeler beklerdi Daire yüksek kubbeli bir sofa, daha küçük bir yatak ve ibadet odası ile iç içe üç bölüm halindedir Sofanın duvarlarının alt kısımları çinili, üst bölümleri ise 19 yüzyıl hayali panoramik manzara resimleriyle dekorlanmıştır Sedef kakmalı gömme dolapları ve kapı kanatları eskidir Bir ocak ve çeşmeye de sahip olan odaya kadife sedirler ve sofra takımı da kurulmuştur Valide Sultanlar yemeklerini burada yerlerdi
Yatak odası kapısının yanında mermer üzerine yazılmış olan;

Lâ ilâhe illallah
Muhammedun Resûlullah
Dem bedem saat besaat
bâd ikbâlet fizûn
Düşmenet çün
şişe-i saat bemişe ser nigûn
Bu ocağın dûd-i dâim
sünbül izhâr eylesün
Sahibine hazret-i Hak
nârı gülzâr eylesün

Açıklaması:

Allahü Teâlâ'dan başka ilah yoktur, Muhammed "aleyhisselam" O'nun Resûlüdür Her ana her saat talihin yükselsin, Düşmanın, saat şişesi gibi baş aşağı olsun Bu ocağın daimi olan dumanı sünbül gibi görünsün Sahibine Hazret-i Hak, ateşi gül bahçesi eylesin

Anlamına gelen bir beyit yeralmıştır Yatak odasının 17 yüzyıl İznik çiniciliğinin son kaliteli ürünleriyle kaplı duvarlarında, çiçekler fışkıran şadırvan motifleri kullanılmıştır Solda ahşap altın yaldızlı, kabartmalı ve üstü dört sütuna dayalı parmaklıkla çevrili alanı yatak yeridir
Yatak odasından mermer söveli ve demir şebekeli bir zar ile geçilen dua odası da benzer görünüşlüdür Duvarında çiniden bir Kabe tasviri de vardır
Ölen ya da tahttan indirilen padişahların anneleri, merindeki cariyeleri ile birlikte bu daireyi boşaltarak yeniden Eski Saray'a yerleşir ve kendilerini tamamen hayır işlerine verirlerdi

Alıntı Yaparak Cevapla

'Osmanlı Tarihi'

Eski 10-07-2012   #54
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

'Osmanlı Tarihi'



Harem lûgatte korunan, mukaddes ve muhterem yer anlamına gelir Ev, konak ve saraylarda genellikle iç avluya bakacak bir şekilde planlanan, kadınların yabancı erkeklerle karşılaşmadan rahatça günlük hayatlarını sürdürdükleri kısımdır Burada yaşayan kadınlara da harem deniyor olması, İslamiyet'in bu bölümlere, özellikle hane kadınlarıyla belirli bir kan bağı dışında kalan erkeklerin (nâmahrem) girişini yasaklamasından kaynaklanır

Osmanlı devlet teşkilâtında harem-i hümâyûn tabiri hem haremi hem de enderunu içine alır Enderun padişah, saray ve devlet hizmetinde bulunacak erkeklerin, harem ise ikametgâh görevinin yanında kadınların yetiştirilmesi için bir eğitim müessesesidir Bu bakımdan hareme yüksek dereceli kadınlar akademisi de denilebilir Burada en alt kademe olan cariyelikten ustalığa kadar bir terfi sistemi bulunmaktadır

Haremin bu son derece çarpıcı ve ilgi çekici yönü ne yazık ki, hep geri plana itilmiş ve yeterince değerlendirilmemiştir Buna karşılık harem hayatının gizliliği ve mahremiyeti herkese malum olduğu halde özellikle batılı yazarlar tarafından hiç bilinmeyeni en bilinen kısmıymış gibi harem hakkında anlatılanlar basit ilişkiler üzerine kurulmuştur Buradaki bilgilerle senaryolanan çeşitli film, roman ve tiyatrolarda da maalesef çok geniş bir teşkilata sahip bulunan haremin asıl fonksiyonu göz ardı edilmiş veya maksatlı olarak unutturulmaya çalışılmıştır

Oysa son yıllarda harem üzerine yapılan yerli ve yabancı bilim adamlarının yaptıkları çalışmalar Osmanlı sarayının harem bölümünün padişahın evi ikametgâhı olmasının yanısıra dünyada eşi benzeri görülmeyen bir mektep hüviyetinde olduğunu gözler önüne sermektedir

Harem-i Hümayun hakkında on yıllık yorucu bir mesai sonunda arşiv belgelerine dayalı bir doktora tezi hazırlayan Amerikalı uzman Leslie Peirce "Biz batılılar İslam toplumunda cinselliği saplantı haline getirmek gibi eski ama güçlü bir geleneğim mirasçılarıyız Harem, müslüman cinsel duyarlılığı üzerine kurulu Batı efsanelerinin kuşkusuz en yaygın simgesidir" dedikten sonra haremin amaç ve teşkilatı hakkında verdiği bilgiler aleyhteki iddialara en güzel cevaptır

"Hanedan ailesi üyeleri için harem bir ikametgâhtı Sultan ailesinin hizmetkârları için ise bir eğitim kurumu diye tarif olunabilir Genç kadınlar sadece padişaha uygun cariyeler ve annesiyle diğer ileri gelen harem kadınlarına nedimler sağlamak amacıyla değil, aynı zamanda askerî/idarî hiyerarşinin tepesine yakın erkekler için uygun eş sağlama amacıyla eğitilirlerdi Enderun, saray içinde padişaha kişisel hizmet yoluyla erkekleri nasıl saray dışında hanedana hizmet hazırlıyorsa, harem de kadınları padişah ve annesine kişisel hizmet yoluyla dış dünyadaki rollerini almaya hazırlıyordu

Azat edilerek enderun mezunları veya diğer görevlilerle evlendirilen bu kadınların payına da kocalarının oluşturduğu erkek hanelerini (selamlık) tamamlayan haremler oluşturmak düşerdi

Sultan hanesinin kurduğu teşkilat ve eğitim kalıbı bu köle evlilikleri vasıtasıyla çoğaltılarak Osmanlı yönetici sınıfının sosyal ve politik temelini oluşturuyordu Saray eğitim sisteminin -hem erkek hem de kadınlar için- ana hedeflerinden biri hükümran hanedana sadakatin aşılanmasıydı İmparatorluk elitini sarmalayan bağları erkekler kadar kadınlar da sürdüğü için elitin sadakatinin odağında sadece padişahın kendisi değil, aynı zamanda sultan hanesinin kadınları, yani bir bütün olarak haneden ailesi vardı"

Yine 17 yüzyıl bazı batılı yazarlardan haremin gizliliğinin yaznısıra harem hakkında konuşamların da fanteziler üretmekten başka bir şey yapmadıklarını gözlemlemek mümkündür

"Sarayın, ikinci avluya girmelerine izin verilen yabancıların gidebildiği kadarını gördüm İçeriyi görmedim Ama hükümdarlarına karşı huşu duyduklarını gösteren şahane bir sessizlik ve saygı içindeki sonsuz bir görevliler ve hizmetkârlar kalabalığı ile karşılaştım" (Henry Blunt, A Voyage into the Levant, 1638)

"Kadınlar dairesine ilişkin bir bölümü buraya, okuyucuya bu daireyi iyi bilmenin imkânsızlığını anlatabilmek için dahil ediyorum Buraya erkeklerin girmesi yasaktır ve bu yasak Hristiyan manastırındakinden çok daha büyük bir dikkatle uygulanır

Sultanın aşk hayatının niteliği gizli tutulur Bunun üzerine konuşmayacağım ve bu konu hakkında hiç bir bilgi edinemedim Bu konuda fantezi kurmak kolay ama doğru bir şeyler söylemek alabildiğine güçtür" (Jean-Baptiste Tavernier Nottvelle Relation de l'interieur du serrail de Grand Seigneur, 1675)

"Kardeşim, Osmanlı imparatorlarının sarayı konusundaki merakını herkesten kolay giderebilirim Çünkü yirmi yıldan fazla bir süredir bu sarayın içine kapalı kalmış biri olarak güzelliklerini, yaşam tarzını, disiplinini gözlemleme zamanım oldu Çeşitli yabancı gezginlerin bir kısmı dilimize de çevrilmiş olan bir çok fantastik tasvirine inanılacak olursa b sarayın büyülü bir yer olmadığını hayal etmemek güçtür Fakat sarayın asıl güzelliği içinde gözlenen düzende ve burada yaşayan güçlü kişilerin hizmetine bakacak olanların eğitiminde yatar" (François Petis de la Croix, Ett General de l'Empire Ottoman, 1695)

Alıntı Yaparak Cevapla

'Osmanlı Tarihi'

Eski 10-07-2012   #55
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

'Osmanlı Tarihi'



Osmanlı İmparatorluğunda büyük isyan ve ayaklanmaların sebepleri nasıl açıklanırsa açıklansın, asıl sebep ve kaynaklarına derinlemesine inildiğinde bu kanlı olayların paraya dayandığı açıkça görülür Bilinen ilk vak’a, ta Fatih Sultan Mehmed’in cülusunda başlar Cülus bahşişi verildi, verilmedi patırdısının perde arkasında, akçaların satın alma gücünün o devirde çok hafif de olsa düşmeye başlaması gerçeği yatar Daha sonraları, nice paşa, vezir ve sadrazamların, hatta padişahların hayatına mâl olan ve bilinen isimleri konulmuş isyanlarda züyuf akçalar, kara kuruşlar büyük rol oynar

Osmanlı imparatorluğunun askerî kudret ve kuvvetine aynı silahla mukabele edemiyen Avrunpa devletleri onu iktisaden çökertmeye yönelmişlerdir Bu amaçla Osmanlılaxra ayarı düzgün gümüş paralarını kendi ayarı düşük ve hatta kalp paraları ile değiştirerek Osmanlı İmparatorluğunun para düzenini içinden çıkılmaz hale getirmişlerdir

Yukarda çok kısa olarak değinilen Osmanlı paralarının, bu çok çeşitli ve tedavülünde ihtilaflar yaratan durumu, Sultan Abdûl Mecid’in cülusunun altınca yılına kadar devam etmiştir Nihayet Abdülmecid Han o günden sonra Mecidiye diye anılan 830 ayar, fevkalade sempatik, manâlı ve sağlam parayı bastırmaya muvaffak olmuştur 1259 (1843) de “Tashihi Ayar Kanunu” çıkararak Osmanlı paralarını modern para sistemine uydurmak üzere faaliyete geçmiştir Bugün, bu sahada saygı ile andığımız Sultan Abdülmecld Han, yeni paralar için yeni makinalarını devrinin en ileri devleti olan İngiltere’ye sipariş etmiş ve Topkapı Sarayı yakınında şiddetle arzu ettiği Darphaneyi kurdurmuştur Her sabah yeni makinaların montajını kontrol etmiş ve sabırsızlıkla faaliyete geçmesini beklemiştir Yaverleri vasıtasiyle istical ettiğini darphane yetkililerine duyurmuştur: İngiltere Kraliçesi Viktorya da bir cemile olarak kraliyet armasını havi bir adet makinayı sipariş edilen makinalar dolayısiyle hediye olarak Padişaha göndermiştir Böylelikle, 1261 yılında bahse konu Mecidiye ve aksamı darbedilmeye başlanmıştır

Bu şekilde kurulan darphane iki asıra yakın bir zaman zarfında bakır, pirinç, fakfon, gümüş ve altın olmak üzere altı padişahın tuğrasını havi olarak faaliyetini devam ettirmiştir Bütün bunların yanında madalya nişan ve rozetlerden çeşitli jetonlora, askeri levazımattan damga ve mühürlere kadar devlet hizmetinde bulunmuştur Darphane makinaları o devirde en ileri tekniğe sahip olup otomatik olarak hassas ölçüleri ile verilen tartı ve kalınlık mekanizmalarını havi ve bugün halen kullanılabilir vaziyettedir

1975 yılı Şubat ayında gazetelerdeki bir ihale ilanından tarihi istanbul darphane makinalarının 900000 liraya bir hurdacıya satıldığı öğrenildi Durumla ilgilenip, hiç olmazsa, fotoğraflarını çekmek üzere gidildiğinde, son derece muhkem bir şekilde monte edilmiş bulunan darphane makinalarının kaynakla kesildiği görüldü Bugün bu makinalar bir hurdacı arsasında kadir ve kıymet bilmeyen yetkililere şaşkınlıkla bakmaktadır Bir döneme adını yazmış, Darphane-i Hümayun, hurdacı balyozları altında kırılıp parçalanmakta ve potalarda eritilmektedir İlgi ve çabalarımız sonucunda parçalanmaktan kurtulabilen bir kaç makina şimdilik hurdacıda satılık durmaktadır

Darphaneyi ve burada bulunan emsaline rastlanmayan makinaları 1710 sayılı kanun eski eser saymamakta, buna mukabil bu makinalarda basılan milyonlarca madeni para tarifine girdiği mülahazası ile kanunun kapsamında mütalâa edilmektedir

Alıntı Yaparak Cevapla

'Osmanlı Tarihi'

Eski 10-07-2012   #56
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

'Osmanlı Tarihi'



Osmanlı madeni paraları etüd edildiğinde, tuğra şeklinin Emir Süleyman ve Çelebi Mehmed devirlerinde ilk defa görülmeye başlandığı anlaşılır

Ancak, bu tuğralar pek iptidaî durumda olup, sadece “Sultan Süleyman bin Bayezid” şeklindedir Gelişmiş ve nihaî şeklini bulmuş tuğralar, yani “Sultan Ahmed bin Mehmed El Muzaffer daima” gibi sultanın ve babasının adı çok sonraları, III Ahmed devrinde, güxmüş paralarda yer olmaya başladı Altın paralarda bu şekil ilk tuğra da II Mustafa’nın 1106 tarihli Konstantaniye altınında yer almıştır

Elimize gecen ve fotoğrafı verlien tuğra ise III Murad’a ait olup 982 tarihinde Tebriz’de basılan gümüş dirhemdir Bu dirhem, üzerindeki tuğra içinde “Murad bin Selim Han El Muzaffer daima” yazılıdır

O devirde, sadece fermanlarda gözüken bu tuğra şeklinin ilk defa madeni paralarxda görülmesi bakımından ilginç bulunarak neşredilmiştir

Alıntı Yaparak Cevapla

'Osmanlı Tarihi'

Eski 10-07-2012   #57
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

'Osmanlı Tarihi'



Murad V, 93 günlük çok kısa saltanatı sırasında az çeşit ve sayıda para darbetmiştlr Bugüne kadar bulunanlar, altın, gümüş ve kâğıt kaimelerdir Bu meyanda Sultan V Murad’ın tuğralarına da çok az rastlanılır Bunlardan biri Topkopı Sarayı bahçesinde, resimde görülen havan topu üzerindeki tuğrasıdır ve oldukça önem taşır Bu tuğra, kakma olarak havan topu üzerine işlenmiş bulunmaktadır

5 yıl kadar evvel almış olduğum bir akçede [1] ibaresini görmüş fakat sikkede eksik kısımlar fazlaca olduğundan üzerinde durmamıştım Sonradan yaptığım tetkikte mezkûr sikkenin Çelebi Mehmed’e ait 808 Amasya sikkelerinin bir benzeri olduğunu anladım

Sayın Cüneyt Ölçer “Yıldırım Bayezid’in Oğullarına ait Akçe ve Mangırlar” isimli dexğerli eserinde Çelebi Mehmed’in sikke darbına çok ehemmiyet verdiğini ve sikkelerinin fetret devrinde muhtelif tarihlerdeki kudretini belirten birer vesika olduğunu yazar

Çelebi Mehmed’in burada neşrettiğim bu sikkesinde diğer sikkelerden ayrı olarak HASBİ ALLAH ibaresinin konmasının sebebini ancak tarihçilerimiz açıklayabilirler

Alıntı Yaparak Cevapla

'Osmanlı Tarihi'

Eski 10-07-2012   #58
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

'Osmanlı Tarihi'



Sultan Mahmud I’in (1143-1168 H - 1730-1755 M) saltanatı sırasınxda Mısır’da darb edilen bazı zer mahbup yarımlıklarında Osmanlı mâdeni paraxlarının hiç birinde görülmeyen bir özellik vardır

Bu altın yarımlığın (nısfiye’nin) tuğra yüzünden “Nısfiyesi” yazılıdır ve olanğanüstü bir şekilde tuğra ile bağlantı halindedir

Ağırlık : 0930 gr

Çap : 17 mm

Bu tip paranın mevcudiyeti İsmail Galib Bey’in “Takvimi Meskukâtı Osmaxniye” kitabının s 294, No 713 ve 714 de neşr ettiği paralarla ilk defa anlaşılxmıştır

Bu paranın arka yüzünde fotoğrafta görüldüğü üzere (İ Galib’in neşr etxtiği paralardan farklı olarak) Râgıb kelimesi vardır ki bunun 1744 - 1749 M senelerinde Mısır Valiliği yapmış olan Koca Ragıp Paşa’nın ismine izafeten yer almış olması kuvvetle muhtemeldir

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.