Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Forum İslam > İslami Yazılar & Hikayeler

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
>islami, sözlük

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-03-2008   #46
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük



MÜSTEKAR:
1 Karar kılınacak, yerleşilecek yer
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
O (cehennem) ne kötü bir müstekar ve kalınacak yerdir (Furkân sûresi: 66)
2 Sâbit, hiç değişmeyen, yerleşmiş, değişmez
İslâmiyet, insanların mukadderâtını (işlerini) belli müstekar bir adâlet temeline bağlamış, diktatörlerin, zâlimlerin, câhillerin, şahıslar ve zümreleri kayıran veya ezen, birbirine uymayan ahkâm (hükümler) yapmalarına hâcet bırakmamıştır Halkın muk adderâtını tesâdüfe, şansa değil, beyâza-siyaha ve doğuya-batıya yayılan eşit haklara, âdil hükümlere bağlamıştır Fıkıh kitabları, her ilerlemedeki zorlukları çözen, her çağda huzûr ve seâdeti sağlayan ilâhî hükümleri bildirmektedir (Abdülhakîm Arvâsî)

MÜSTEKÎM:
Doğruluk üzere olan, doğru yolda yürüyen Doğrulukla sıfatlanmış kimse (Bkz Sırât-ı Müstekîm ve İstikâmet)
Müstekîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni (Diyâr-ı Bekrli Saîd Paşa)

MÜSTE'MİN:
Eman dileyen, sığınan
Kendi memleketinden başka bir devletin topraklarına izinle giren kimse

Müste'min Kâfir:
Müslüman bir memlekete onların izni ile giren müslüman olmayan kimse
Dâr-ül-İslâm'a (İslâm ülkesine) müste'min olarak gelen bir kâfir, burada yaşamakta olan bir zımmî gibi, yâni gayr-i müslim vatandaş gibi korkusuz yaşar Onun haklarına mâlik olur Müste'mine veya zımmîye olan borcunu ödemeyen müslüman hapsolunur (İbn-i Âbidîn)
Dâr-ül-İslâm'da bulunan müste'min kâfirin yalnız muâmelâttaki (İslâm hukûkunun alış-veriş, kirâ, şirketler, fâiz, mîrâs gibi hususlardaki) hükümlere uyması lâzımdır İslâm memleketinde, müste'min ile de, müslümanlar ile yapılması câiz olan sözleşmele r yapılır Alınması dînimizde lâzım olmayan malları alınamaz Âdet olsa da, alınması yine câiz olmaz Meselâ Meryem anayı ziyâret için Kudüs'e gelenlerden ve turistlerden ayakbastı parası veya başka isimlerle bir şey almak câiz olmaz (İbn-i Âbidîn)

Müste'min Müslüman:
Dâr-ül-harbe (müslüman olmayanların ülkesine) onların izni ile giren müslüman
Dâr-ül-harbde bulunan bir müste'min müslümanın, kâfirlerin mallarını, onların rızâsı ile alması câizdir Fakat, gadr, yâni sözünde durmamak, hıyânet etmek, her yerde haramdır Gönül rızâsı ile malını almak, gadr değildir Malına, canına, kadınına, kı zına saldırmak gadr olur Haram olur Fakat, müslüman memleketinde bulunan müste'min kâfirin malını, gönül rızâsı ile olsa bile, câiz olmayacak yol ile almak gadr olur Çünkü, İslâm memleketinde, şerîatin emirlerine uygun hareket edilir (İbn-i Âbidîn)

MÜSTEŞRİK:
Doğu memleketlerini, din, dil ve târihleri başta olmak üzere her yönden araştırıp tesbite çalışan batılı ilim adamı Garplı bilgin, oryantalist, şarkiyâtçı
Meşhûr İngiliz müsteşriki George Sale, Kur'ân-ı kerîmi İngilizce'ye tercüme ettiği eserinin önsözünde diyor ki: "Hicretten evvel, Medîne-i münevverede müslüman olmayan hiçbir ev kalmamıştı Yâni Medîne'de her eve İslâmiyet girmişti Eğer bir kimse; " İslâmiyet diğer memleketlere ancak kılıç kuvveti ile yayıldı diye bir iddiâda bulunursa; bu kuru bir suçlama ve cehâlettir Çünkü İslâmiyet'i kabûl eden ve kılıcın ismini bile işitmeyen pekçok memleket vardır Bunlar kalblere te'sir eden Kur'ân-ı kerîmi işitmekle müslüman olmuşlardır (Harputlu İshâk Efendi)

MÜŞÂHEDÂT:
Kalb gözüyle görmeler veya bu yolla görülen şeyler Müşâhede kelimesinin çoğuludur
Ahvâl ve mevâcid (hâller ve kendinden geçme) ve müşâhedât ve tecelliyât (hakîkatlerin kalbe yerleşmesi) tasavvuf yolunun başlangıcında ve arada meydana gelir (İmâm-ı Rabbânî)
Dünyâda vâki olan müşâhedât tamâmen zıllere, gölgelere bağlıdır ve hayâl kaydından, bağından kurtulmuş değildir (Muhammed Ma'sûm)

MÜŞÂHEDE:
Görme, anlama Kalb gözü ile görme
Kalbde tevhîdin yâni tek olan Allah'a inanmanın bulunduğunun alâmeti; O'nunla berâber bir ikincisinin olmadığını her an müşâhede etmektir (Ebüssü'ûd Ebü'l-Aşâir)

MÜŞÂHİN:
Müslümanların cemâatini terk eden, bid'at sâhibi, mezhebsiz kimse
Allahü teâlâ, Şa'bân'ın (Şa'bân ayının) on beşinci gecesi (Berât gecesi) bütün kullarına merhamet eder Yalnız müşrik (Allahü teâlâya ortak koşanı) ve müşâhini affetmez (Hadîs-i şerîf-Taberânî)

MÜŞÂRATA:
Şartlaşma, sözleşme Nefs muhâsebesinin (nefsi hesâba çekmenin) ilk basamağı olup, Allahü teâlânın beğendiği işleri yapma, beğenmediklerinden sakınma ve âhirete hazırlanma husûsunda nefsle sözleşme
Din büyükleri, dünyânın bir pazar yeri gibi olduğunu ve burada, nefs ile alış-verişte olduklarını anlamışlardır Bu ticâretin kazancı Cennet'tir Ziyânı (zarârı) da Cehennem'dir Yâni kârı, ebedî seâdet (kurtuluş), ziyânı da sonsuz felâkettir Din bü yükleri, nefslerini, ticâretteki ortak yerine koymuşlardır Ortak ile önce müşârata yapılır Sonra, işlerine, sözünde durup durmadığına dikkat edilir Nihâyet hesâblaşılıp, hıyânet yapmışsa (sözünde durmamışsa) mahkemeye verilir Din büyükleri de, nefsleri ile müşârata edip şirket kurmuşlar, onu murâkabe edip gözetmişler, hesâba çekmişler, cezâlandırmışlar, onunla uğraşmışlar ve onu azarlamışlardır (İmâm-ı Gazâlî)

MÜŞÂVERE:
Aklı, fikri kuvvetli, ileriyi gören kimseler ile bir konu üzerinde konuşma, görüşme, danışma, meşveret etme, görüşüne baş vurma (Bkz Meşveret)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Ey Resûlüm!) Eshâbın ile müşâvere et Onlara danış (Âl-i İmrân sûresi: 159)
İslâm halîfelerinin hepsinin müşâvirleri (her işte danışacakları kimseler), meclisleri, ilim adamları vardı Müşâvere etmeden bir şey yapmazlardı (Muhammed Hâdimî)
Müşâvere yapılacak kişide şu beş şart bulunmalıdır: 1) Akıllı ve tecrübeli olmalıdır 2) Dindar ve takvâ sâhibi (Allahü teâlâdan korkarak haramlardan kaçan olmalıdır 3) Nasîhat eden bir dost olmalıdır 4) Zihnini meşgul eden bir sıkıntısı olmamalıdı r 5) Kendisine danışılacak işte onu ilgilendiren bir maksâdı ve onu etkileyecek bir arzu ve menfeat olmamalıdır (Mâverdî)
Müslümanlığın çok mantıkî oluşu ve sâdeliği, câmilerin insanı kendine çeken câzibesi, bu dîne mensûb olanların dinlerine büyük bir ciddiyet ve muhabbet ile bağlanmaları, işlerde müşâvere edip, insanlara dâimâ merhamet ve şefkat ile muâmelede bulunmal arı, yoksullara yardım etmeleri ilk defâ olarak kadınlara da mal sâhibi olma hakkını vermeleri gibi pekçok şeyler, o zamâna göre yapılan en muazzam medenî inkılablar benim üzerimde çok büyük te'sirler yaptı (Donald Rockwell)

MÜŞEBBİHE:
Allahü teâlâyı cisim ve varlıklara benzeten, Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih (mânâsı kapalı) âyetleri görünen lugat mânâsına göre açıklayıp, Allahü teâlânın el ve yüz gibi organlarının olduğunu iddiâ eden bozuk fırka
Müşebbihe bozuk yolunu ilk defâ ortaya çıkaran aslen bir yahûdî olan Abdullah bin Sebe'dirHicrî birinci asrın başlarında yaşayan Hişâm bin Sâlim el-Cevâlikî ve Hişâm bin Hakem gibi kimseler de müşebbihedendirler Müşebbiheye göre; "Mâbûdları (ibâdet ettikleri tanrı) cisimdir, sonu ve sınırı vardır Uzunluk genişlik ve derinlik sâhibidir O, parlak bir ışıktır Her tarafına ışık saçan yuvarlak bir inci misâli parlayan saf altın gibidir Rengi, tadı, kokusu vardır Mâbûd bâzan hareket eder, bâzan hareketsiz durur O, kendi karışıyla yedi karıştır" (Abdülkâhir Bağdâdî)
Müşebbihe esasta ikiye ayrılır Birincisi Allahü teâlânın zâtını insana benzetenlerdir İkincisi ise, Allahü teâlânın sıfatlarını insanların ve diğer yaratılmışların sıfatlarına benzetenlerdir (Şehristânî)
Kendilerine selefiyye adını veren ve bulundukları memleketlerdeki Ehl-i sünnet (Peygamberimizin ve Eshâbının yolunda olan) din adamlarını her fırsatta kötüleyen kimseler, bugün müşebbihe ve mücessimeye âit fikirleri benimsemekte ve yaymaya çalışmakta dır Kendilerine haşevî adı verilen, Allahü teâlâyı, yarattıklarına benzeten, madde ve cisim diyen kâfirlerin büyük bir kısmı müşebbihe ve mücessimedirler (Ebû Zühre, İbn-i Cevzî)

MÜŞEKKİK:
Bir cins içindeki ferdlerin hepsinde eşit miktârda bulunmayan sıfat, özellik
İlim, âlimlerin bâzısında az, bâzısında çok olan bir sıfattırBu sebeple din bilgilerinde, ilmi en çok olan âlime güvenilir Akıl da ilim gibi müşekkik olup, insanlarda eşit olarak bulunmaz Hiç yanılmayan, hatâ etmeyen selîm akıl, peygamberlerde ale yhimüsselâm bulunur Peygamberlerin akıllarına yakın olan akıllar, Eshâb-ı kirâmın (Peygamberimizin arkadaşlarının), Tâbiîn'in (Eshâb-ı kirâmı görenlerin), Tebe-i tâbiîn (Tâbiîn'i görenlerin) ve diğer din büyüklerinin akıllarıdır (Abdülhakîm Arvâsî)

MÜŞFİK:
Şefkatli, merhametli, acıyan
Merhametli ve müşfik bir rehber olmadıkça, çocuk, ilim ve ahlâk edinemez, yükselemez İyi rehber, yâni ilim ve ahlâk sunan zât, çocuğu felâketten kurtarıp, seâdete kavuşturur (İmâm-ı Gazâlî)
Hoca müşfik ve mâhir; talebe zekî ve çalışkan olursa öğrenilmeyecek bir mes'ele yoktur (Abdülhakîm Arvâsî)
Müşfik ve şefkatli rehber yâni mürşid, talebesini alçak dünyâ için kızıp azarlamaz Onların azarlamaları dünyâ için değildir Zîrâ dünyânın, onların yanında sivrisinek kadar kıymeti yoktur (Abdülmecîd Şirvânî)

MÜŞRİK:
Allahü teâlâya şirk (ortak) koşan Allahü teâlâyı mâbûd bildiği hâlde put veya benzeri şeyleri de ilâh, tanrı edinen (Bkz Şirk)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Mekke kâfirleri, Muhammed ölecek, O'ndan kurtulacağız diyorlardı Allahü teâlâ da evet sen öleceksin Fakat, o müşrikler de, elbette ölecekler Kendileri elbet ölecek olan kimselerin, başkasının ölümünü beklemeleri, açık bir câhilliktir (Zümer sûresi: 30)
Müşriklerin kendileri değil, îtikâdları ve kalbleri pistir Îtikâdları düzelirse, kendileri de temiz olur (İmâm-ı Rabbânî)
Müşrik, Hak teâlâdan başkasının ibâdetine tutulmuştur (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)

__________________
Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-03-2008   #47
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük



MÜŞTEBEH:
Şübheli olan şey
Helâl meydandadır Haram meydandadır Müştebeh olanlar ikisi arasındadırKıyâmete kadar böyledir (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Herkese önce lâzım olan şey, Ehl-i sünnet vel-cemâat âlimlerinin anladıklarına ve bildirdiklerine uygun olarak îtikâdı düzeltmektir Îmânı düzelttikten sonra farzları, vâcibleri, sünnetleri, müstehâbları, haramı, helâli, mekrûhu ve müştebehi öğrenmek ve fıkıh (ilmihâl) bilgilerine göre amel etmek lâzımdır (İmâm-ı Rabbânî)

MÜŞTERÎ:
Satın alan
Bir malı satan ile müşteri arasında anlaşılan değere malın bedeli, fiyatı denir (Ali Haydar Efendi)
Satış sözleşmesi tamam olunca, mebî (satılan mal) müşterinin mülkü olur (Alâüddîn Haskefî)
Müşteri, satın aldığı bir şeyin kusûrunu düzeltse, geri vermek hakkı kalmaz Satın alınan bir hayvana binmek, kabûl etmek demektir (İbn-i Âbidîn)

MÜTÂBE'AT:
Tâbi olmak, uymak
İki cihân seâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhiretin efendisi olan Muhammed aleyhisselâma mütâbeat iledir O'na mütâbeat için, îmân etmek ve ahkâm-ı İslâmiyyeyi (İslâmiyet'in emir ve yasaklarını) öğrenmek ve yapmak lâzımdır (İmâm-ı Rabbânî)
Resûlullah'a mütâbeat; dînimizin emir ve yasaklarına uymak ve kâfirlik âdetlerini terketmekle olur (İmâm-ı Rabbânî)
Resûlullah'a mütâbeat niyyetiyle gün ortasındaki uyku (kaylûle); mütâbeatla olmayan çetin riyâzet ve şiddetli mücâhedelerden üstündür (İmâm-ı Rabbânî)
Resûlullah'a mütâbeat olmadıkça kurtuluş muhâldir (imkânsızdır) (Sa'dî-i Şîrâzî)

MÜT'A NİKÂHI:
Şâhidsiz olarak bir kadına belli miktarda para verip, belli bir zaman için berâber yaşamağı sözleşmek
Ey müslümanlar! Kadınlar ile müt'a nikâhı yapmanıza izin vermiştim Fakat şimdi bunu, Allahü teâlâ harâm etti Kimin yanında böyle kadın varsa, onu salıversin ve ona verdiği malı geri almasın! (Hadîs-i şerîf-Müslim, İbn-i Mâce)
Müt'a nikâhı, dört mezhebde (Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî) de harâmdır (Abdülvehhâb-ı Şa'rânî)

MÜTASARRIFA:
İnsandaki görünmeyen his organlarının beşincisi; his organları vâsıtası ile elde edilen duyuları ve mânâları karşılaştırıp, yeni mânâlar elde etmeye yarayan kuvvet
İnsandaki görünmeyen his organları beştir:Birincisi hiss-i müşterek; his organlarından beyindeki duygu merkezlerine gelen hâricî te'sirlerin hepsi, burada toplanır İkincisi, hayâldir Hiss-i müşterekte toplanıp anlaşılan, his edilen şeyler burada sa klanır Üçüncüsü vâhimedir Meselâ düşmanlık, korku gibi, hissedilenler burada saklanır Dördüncü kuvvet hâfızadır Vâhimenin anladığı mânâları saklar Beşincisi mütasarrıfadır (Ali bin Emrullah)

MÜTEAHHİRÎN:
Sonra gelenler Kelâm ilminde İmâm-ı Gazâlî ile, diğer İslâmî ilimlerde Şems-ül-Eimme Hulvânî ile başlayıp onlardan sonra gelen âlimler
Hanefî ve Hanbelî mezheblerinde, ücret ile ezân okutmak, imâm tutmak, Kur'ân-ı kerîm öğretmek, din dersi öğretmek câiz değildir Müteahhirîn din âlimleri, Kur'ân-ı kerîm ve din dersi öğretmek ve ezân, imâmlık için para ile adam tutmak câiz olur dedi Bunlara sözleşilen ücretin verilmesi lâzım olur Aslında ücret ile ibâdet yaptırmak câiz değildir Ancak son zamanlarda, dinde gevşeklik olduğundan, Kur'ân-ı kerîm ve din bilgilerinin unutulmaması, imâmlığın ve müezzinliğin yapılabilmesi için ücretl e yaptırılması zarûret hâline gelmiştir (İbn-i Âbidîn)

MÜTE'ÂL (El-Müte'âl):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden) Düşünülebilen, akla gelen, hayâl edilebilen her şeyden başka bunlardan pâk, temiz ve yüce olan
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Allahü teâlâ) görünmeyeni de görüneni de bilir Büyüktür, Müte'âl'dir (Ra'd sûresi: 9)
El-Müte'âl ism-i şerîfini söyliyenin hâli düzelir, derecesi yükselir (Yûsuf Nebhânî)

MÜTEASSIB:
Taassub eden; yanlış bir şeyi müdâfaada körü körüne inât ve ısrâr eden, haksız yere düşmanlık eden
Müteassıb papazlar olmasaydı, hıristiyanların hepsi müslüman olurdu (İmâm-ı Birgivî)
Mektebde okurken, bize müslümanların vahşî, hele Türklerin büsbütün müteassıb ve gaddar olduğu öğretilmişti Hâlbuki hayâtımın en güzel günleri İstanbul'da geçti Kendileri ile temas ettiğimiz müslümanlar, son derece nâzik, kibar ve medenî insanlardı Ancak bizi asıl şaşırtan; Türklerin Îsâ aleyhisselâmdan nefret etmemeleri ve ona da bir peygamber olarak inanmaları oldu Bizim âyinlerimize müdâhale etmiyor, ibâdetlerimizle alay etmiyorlardı Bize bir insan olarak hürmet ediyorlar, bizim müslümanları şeytana uymuş Allah'sızlar olarak görmemize mukâbil, onlar dînimize karşı en ufak bir fenâ kelime bile kullanmıyorlardı Evet müteassıb olan bizdik (Georgina Max Müller)

MÜTEAYYİN:
Teayyün eden Belli, âşikâr ve meydanda olan (Bkz Teayyün)

MÜTEHASSIS:
İhtisas sâhibi, uzman Bir işin hakîkatini, iç yüzünü çok iyi bilen, bir ilim dalında veya meslekte mâhir olan
Evliyâ, kalb, rûh mütehassısları olup, herkesin bünyesine ve hastalığına ve zamânının zulmetine ve fesâdına (bozukluğuna) uygun olarak rûhun ilâclarını hadîs-i şerîflerden seçerek söylemişler ve yazmışlardır (Sarı Abdullah Efendi)
İslâm bilgilerinin ve tasavvuf bilgilerinin mütehassısı Seyyid Abdülhakîm Efendi; "Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs kitâblarından sonra İslâm kitâblarının en üstünü İmâm-ı Rabbânî'nin, Mektûbâtıdır" ve "İslâm âleminde İmâm-ı Rabbânî'nin Mektûbâtı kadar kıy metli bir kitab daha yazılmamıştır" buyurdu (M Sıddîk Gümüş)

MÜTEKADDİMÎN:
Önce gelenler; kelâm ilminde, İmâm-ı Gazâlî'ye, fıkıh ilminde Şems-ül-Eimme Hulvânî'ye kadar gelen İslâm âlimleri
Mütekaddimîn âlimlerine göre, Kur'ân-ı kerîm ve din dersi öğretmek ve ezân, imâmlık için para ile adam tutmak câiz değildir Dînen uygun değildir Fakat müteahhirîn (sonradan gelen din âlimleri) ise câiz olur, dedi Çünkü, son zamanlarda, dinde gevşe klik olduğundan, Kur'ân-ı kerîmin ve din bilgilerinin unutulmaması ve imâmlığın yapılabilmesi için bunların ücret ile yaptırılması zarûret hâline gelmiştir Fakat bu fetvâ bütün ibâdetlerin ücretle yapılabileceğini göstermez Yalnız saydıklarımız zarûret olup, mezhebin aslından dışarıda bırakılmaktadır Hâfızlara ücretle Kur'ân-ı kerîm okutmak, zarûret olmadığı için, câiz değildir Büyük âlim Tâc-üş-şerîa, Hidâye şerhinde (açıklamasında) diyor ki: "Ücret ile okunan Kur'ân-ı kerîmden, ne ölüye, ne de okuyana sevâb hâsıl olmaz" Aynî, Hidâye şerhinde diyor ki: "Hâfızlar, para için, mal için okumamalıdır Hâfız da, parayı veren de günâha girer" Câiz olmayan; ücretle Kur'ân-ı kerîm öğretmek değil, ücretle Kur'ân-ı kerîm okumak veya okutmaktır Bu iki husus birbirine karıştırılmamalıdır (İbn-i Âbidîn)

MÜTEKÂMİL:
Kemâle erişmiş, olgun, üstün
İslâm dîni dünyânın en mütekâmil, en mantıkî ve en son dîni olduğundan, onun hakkında bir kitap yazabilmek için, yazanın yüksek tahsilli yâni ilim sâhibi olması, Arabî, Fârisî ve bir ecnebî lisânı bilmesi, en yeni tabiî ve fennî bilgiler yanında İslâ m ilimleri ile de mücehhez (donanmış) olması lâzımdır (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MÜTEKAVVİM MAL:
Kıymetli, kullanılması mubâh ve mümkün olan mal
Bir satışın sahîh (dîne uygun) olması için malın mütekavvim olması lâzımdırMüslümünlar için şarap, domuz ve besmelesiz kesilen veya kesmeden öldürülen hayvan, mütekavvim mal değildir Denizdeki henüz tutulmamış balık mütekavvim mal değildir Çünkü t utulmadığı için kullanılması veya satılması mümkün değildir (İbn-i Nüceym, Ali Haydar)

MÜTEKEBBİR (El-Mütekebbir):
1Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden Yaratılanların sıfatlarından uzak, vehim ve aklın anlamasından yüksek, azamet ve kibriyâ (büyüklük) sıfatıyla her şeyden ayrılmış olup, her şeyden yüce ve yüksek olan
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlânın ilâhlıkta şerîki, ortağı yoktur Mülkü hiç yok olmayan bir meliktir Noksanlık olan her şeyden münezzehtir Ayıblardan ve kudretsizlikten uzaktır Mü'minleri sonsuz azâbdan emîn kılmıştır Her şey üzerine hâkim ve hâfızdır Hükmünde gâlibdirMütekebbirdir Allahü teâlâ müşriklerin şirklerinden ve iftirâlarından münezzehtir (uzaktır) (Haşr sûresi: 23)
El-Mütekebbir ism-i şerîfini söylemeye devâm eden kimse, hayırlı rızık ve bereketlere kavuşur Allahü teâlâ bu ism-i şerîfi okuyanlara hayırlı evlâd nasîb eder (Yûsuf Nebhânî)
2 Kibirlenen, kendisini başkalarından üstün gören, kendini beğenen (Bkz Tekebbür)
Mal ile, evlâd ile, mevkî ile ve rütbe ile mütekebbir olmak insana hiç yakışmaz Çünkü bunlar, kendinde bulunan üstünlükler değildir Gelip geçer, kendinde kalmayan, insandan çabuk ayrılan şeylerdir (Hâdimî)

MÜTEKELLİM (El-Mütekellim):
1 Söyleyici mânâsına Allahü teâlânın isimlerinden
Allahü teâlâ hayy (diri), âlim (bilici), kâdir (kudret sâhibi) ve mütekellim olarak ve sonsuz zamanlarda hep hâzır ve nâzırdır (görücüdür) Hayât, ilim, kudret ve kelâm sıfatları zamansız ve mekânsız olduğu gibi, hâzır ve nâzır olması da zaman ve mek âna bağlı değildir Allahü teâlânın sıfatlarının hepsi böyledir (İmâm-ı Rabbânî)
Âlemlerin şaşılacak bir nizâm içinde olduklarını görüyoruz Fen her sene bunların yenilerini bulmaktadır Bu nizâmı yaratanın hayy (diri), âlim (bilici), kâdir (gücü yetici), mürîd (dileyici), semî' (işitici), basîr (görücü), mütekellim ve hâlık (yar atıcı) olması lâzımdır Çünkü, ölmek ve câhil olmak ve gücü yetmemek ve zorla yapmak, sağırlık, körlük ve söyleyememek birer kusurdur, utanılacak şeylerdir Bu kâinâtı, bu âlemi bu nizâm üzere yaratanda ve yok olmaktan koruyanda böyle kusurlu sıfatların bulunması olacak şey değildir (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
2Kelâm âlimi (Bkz Mütekellimîn)

MÜTEKELLİMÎN:
Kelâm âlimleri İslâm dîninin îmân bilgilerini, naklî (dînî) ve aklî delillerle îzâh eden, açıklayıp isbatlayan büyük âlimler
Resûlullah efendimizden sallallahü aleyhi ve sellem ve Sahâbe-i kirâmdan (Peygamberimizin arkadaşları) sonra, fitneler (karışıklıklar) ve bid'atler (sapıklıklar) çoğaldı Îmân bilgilerini ve fıkıh (amel) bilgilerini bildirmek vazîfesi din imâmlarına yâni müctehidlere verildi Bu müctehîdlerden (yüksek din âlimlerinden) îmânı bildirenlere mütekellimîn, fıkhı bildirenlere fukahâ denildi (Seyyid Abdülhakîm)
Mütekellimîn; dînî akîdelerin (îmân esaslarının) isbâtı için gerekli olan naklî (dînî) ve aklî delîlleri bildirirler ve şüphelerin giderilmesine çalışırlar (Taşköprüzâde)
İmâm-ı a'zâm Ebû Hanîfe, Ebü'l-Hasen el-Eş'arî, Ebû Mansûr Mâtürîdî, İmâm-ı Gazâlî, Fahreddîn-i Râzî gibi âlimler mütekellimînden olup, Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdını (inancını), sapık ve bid'at ehli kimselere ve kendilerine İslâm filozofu adı vere n kimselere karşı müdâfaa etmişlerdir (Seâdet-i Ebediyye)

MÜTEMETTİ' HAC:
Hac aylarında ömre yapmak için ihrâma girip, ömre için tavâf ve sa'y yapıp, traş olup ihrâmdan çıkıp sonra memleketine gitmeyerek, o sene terviye gününde veya daha önce, ihrâma girerek müfrid hacı gibi hac yapma (Bkz Hac)
Kârin ve mütemetti' hacıların şükür kurbanı kesmesi vâcibdir Kesmeyeceklerse, Zilhicce'nin yedi, sekiz ve dokuzuncu günlerinde ve bayramdan sonra yedi gün daha oruç tutmaları lâzım olur Hepsi on gün olur (MMevkûfâtî)

MÜTESAVVIF:
Gafletten uzak yâni her an Hakk'ı zikreden, kalbini mânevî kirlerden temizleyen ve Allahü teâlâdan başka her şeyi gönlünden çıkaran, rûhunu cenâb-ı Hakk'ın zikri ile (anmakla) süsleyen tasavvuf ehli, velî, mürşid, ahlâk-ı hasene sâhibi Çoğulu mütesa vvifûn, mütesavvifîn ve mütesavvife'dir

MÜTEŞÂBİH ÂYET:
Mânâsı açık olmayan âyet-i kerîme Çoğulu, müteşâbihâttır (Bkz Müteşâbihât)

MÜTEŞÂBİHÂT:
Mânâsı kapalı âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler (Bkz Âyet) Müteşâbihâta îmân etmeli, mânâsını Allahü teâlâya bırakmalıdır Bunlar, Allahü teâlânın sevdiklerine bildirdiği sırların sembolleri, işâretleridir Bunları anlıyanlar açıklamamışlardır
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Sana Kur'ân'ı indiren O'dur (Allah'tır) Bunun bir kısım âyetleri açık ve kesindir Bunlar Kur'ân'ın esâsıdır Diğer bir kısım âyetler de vardır ki müteşâbihâttır İşte kalblerinde şüphe bulunanlar, fitne aramak ve te'viline gitmek için Kur'ân'ın müteşâbih âyetlerine uyarlar Hâlbuki, o müteşâbihin te'vilini yalnız Allah bilir İlimde derinleşmiş olan kimseler ise; "Biz ona (müteşâbihe) inandık Açık ve kapalı bütün âyetler Rabbimiz tarafındandır" derler Bunları ancak akılları tam olanlar iyice düşünür (Âl-i İmrân sûresi: 7)
Muhkem olan (mânâsı açık olan âyetlere) uyunuz Müteşâbihâta inanınız Bunlara inandık hepsini Rabbimiz bildirmiştir deyiniz (Hadîs-i şerîf-Akîdet-üs-Selef)
Müteşâbih iki kısımdır 1)Lafzı (sözü) müteşâbih olan âyetler olup yirmi dokuz sûrenin evvellerindeki Sâd, Tâhâ, Elîf lâm mîm, Yâsîn gibi harflerdir 2) Mânâsı müteşâbih olan âyetlerdir ki, görünen mânâsını vermek günâh olur Meselâ İsrâ sûresinde; "Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir" meâlindeki âyet-i kerîme gibi Allahü teâlâ bununla neyi murâd ediyor ise öylece inandım demelidir Bunun mânâsını ben anlayamam, ancak Allahü teâlâ bilir demek en iyi yoldur Müteşâbih âyetlerin mânâsını a ncak Allahü teâlâ ve Allahü teâlânın kendilerine İlm-i ledün (kendisi tarafından verilen ilim) ihsân ettiği derin âlimler, bildirdildiği kadar anlayabilir Meselâ tefsîr âlimleri müteşâbihâttan olan "el" kelimesine "kudret, gücü yetmek" mânâsını vermişlerdir (Kâdızâde Ahmed Efendi, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Râzî, Süyûtî)

MÜTEVÂTÎ:
Bir cins içinde bulunan ferdlerin hepsinde müsâvî, eşit miktarda bulunan sıfat, husûsiyet, özellik
İnsanlık yâni insan olma, insanın bütün ferdlerinde en yüksek derecedeki insan ile en aşağı bir insan da eşittir Meselâ, insan olma bakımından bir peygamber ile peygamber olmayan aynıdır Yine yüksek makam sâhibi birisi ile bir köy çobanındaki insan lık eşittir Birinde daha çok, diğerinde daha az olmaz Çünkü insanlık, mütevâtîdir (Abdülhakîm Arvâsî)
Tâbi olmak, uymak kelimesi (sözü) mütevâtî sözlerdendir Çünkü uymak demek, tâbi olanın, uyduğu kimsenin arkasında gitmesi demektir Bir kimse bir büyüğe uyarsa o kimseye tâbi; uyulan büyük zâta metbû' yâni kendisine uyulan denir Tâbiin, metbûa uyma sının az ve çok olması ve uyduğu zamânın az ve çok olması, kısa ve uzun olması, uymağı değiştiriyor ise de, bu değişiklik, farklılık, uymak işinin özünü değiştirmez Bunun mütevâtî olmasını bozmaz (Abdülhakîm Arvâsî)

MÜTEVÂTİR HADÎS:
Birçok sahâbînin Resûl-i ekremden ve başka birçok kimsenin de bunlardan işittiği ve kitaba yazılıncaya kadar, böyle hep, çok kimselerin haber verdiği hadîs-i şerîfler (Bkz Hadîs)

MÜTEVEFFÂ:
Vefât etmiş Ölmüş kimse (Bkz Ölüm)
Müteveffânın bıraktığı maldan, önce borçları ödenmelidir Borçları ödenmedikçe, rûhu iyiler derecesine kavuşamaz Zevcesine vaktiyle ödemediği mehr yâni nikâh parası da borcudurDaha sonra günâh olmayan vasiyetleri yerine getirilir (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)

MÜTEVELLÎ:
Bir vakfın işlerini şer'î (dînî) hükümler ve vakf şartları dâiresinde idâre etmek üzere, vakfeden veya hâkim tarafından tâyin edilen kimse
Mahalle câmisinin gelirini toplaması, tâmirini, masraflarını idâre etmesi için mahalle halkının bir mütevellî tâyin etmesi câiz ve lâzımdır (İbn-i Âbidîn)
Vakf eden kimse bir mütevellî tâyin edip, malı buna teslim eder Bir vakfın bir nâzırı ve bir mütevellîsi olsa, mütevellî, nâzırın haberi olmadan bir şey yapamaz (İbn-i Âbidîn)

MÜTTEKÎ:
Takvâ sâhibi Allahü teâlâdan korkup, haramlardan, dinde yasak edilen şeylerden sakınan
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Azâbıma dilediğim kimseyi uğratırım Merhâmetim, her şeyi kaplamıştır Bu rahmetim (âhirette) , müttekîlere, zekâtlarını verenlere ve bizim âyetlerimize îmân edenleredir (A'râf sûresi: 166)
Bir kimse, tehlikeli olan şeyin korkusundan dolayı, tehlikesiz şeyden sakınmadıkça müttekî olamaz! (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Müttekî âlim ile namaz kılan, bir peygamber ile kılmış gibidir (Hadîs-i şerîf-İbn-i Âbidîn)
Mütekkîlerin verâ'ı; harâm ve şüpheli olmayan fakat, helâl olup, şüpheli veya harâma sebeb olmak korkusu olan şeylerden sakınmaktır (İmâm-ı Gazâlî)
Bir kimsenin cimrilik huyu ile öfke duygusu körelmedikçe, müttekî sınıfına geçemez (Bekr bin Abdullah Müzenî)

MÜVAKKİT:
Eskiden İslâm devletlerinde namaz vakitlerini ve bunlarla ilgili âletleri kullanan, tâmirini ve ayarını yapan vazîfeli kimse
İslâm devletlerinde câmi ve mescidler, İslâmiyet'in ilk zamanlarından beri ilim merkeziydiler Müvakkit adı verilen me'murlar, câminin hemen yanındaki müvakkithâne denilen yerlerde kalırlardı Müvakkithâneler, zamanlarında tatbîki (uygulamalı) olarak astronomi eğitimi yapan birer okuldular Müvakkit inceleme, tatbik ve hesaplamada kullandığı, usturlap, güneş saati, rubu' tahtası, kıble nümâ (pusula) ve saat gibi âletleri kullanır, ayar ve tâmirlerini çok iyi bilirdi Bugün radyo ve televizyonla belli zamanlarda saat ayarı verilerek bütün saatlerde berâberlik sağlanmaktadır Zamandaki berâberliği eskiden muvakkitler hesaplayıp îlân ederek sağlıyorlardı Büyük şehirlerde herkesin görebileceği şekilde meydanlara konan saat kuleleri bu sebebden yapılmıştı (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

MÜVÂLÂT:
1 Abdest alırken her uzvu ara vermeden birbiri ardınca yıkamak
Müvâlât, Hanefî mezhebinde sünnet, Mâlikî mezhebinde farzdır (A Şa'rânî)
2 Dostluk, karşılıklı sevgi (Bkz Velî) Tebrik ile terdif ederim arz-ı hulûsu, Kalbimdeki sıdk u müvâlât senindir
(Ahmed Mekkî)

MÜVÂSÂT:
Tanıdıklarını ve arkadaşlarını, kendisinde bulunan nîmetlere ortak etmek, onlarla iyi geçinmek
Cömertlikten, birçok iyi huylar doğar, bunların sekizi meşhurdur 1)Kerem; herkese faydalı olmayı, yardım yapmayı sevmek 2) Îsâr; ihtiyâcı olan malı, muhtâc olan başkasına verip, yokluğuna kendisi sabretmek 3) Afv etmek, 4)Mürüvvet; başkalarına iyi lik etmeyi sevmek 5) Vefâ; arkadaşlarına geçimlerinde yardımcı olmak 6) Müvâsât 7) Semâhât; vermesi lâzım olmayan şeyleri de seve seve vermek 8) Müsâmaha etmek; başkasının kabahatini, kusurunu görmezlikten gelmek (Ali bin Emrullah)

MÜVEKKEL:
Birinin yerine vekil tâyin edilmiş kimse
Her kim sabah namazının farzını cemâat ile kılarsa, kıyâmet gününde yüzü ayın on dördü gibi parlar Öğle ve ikindi namazlarının farzlarını cemâat ile kılsa, Hak teâlâ o kula bir saf melek müvekkel kılıp, kıyâmet gününe kadar onun için tesbîh ederler Her kim akşam namazını cemâat ile kılsa, Hak teâlâ hazretleri o kişiyi peygamberlerle haşr eder Her kim yatsı namazını cemâat ile kılsa, o kimse ile Hak teâlâ arasında hicâb (perde) kalmaz (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)

MÜVEKKİL:
Vekil eden, bir kimseyi kendi yerine geçiren (Bkz Vekîl)
Vekil, müvekkilden ayrıca izin almadıkça veya, "istediğini yap" diyerek umûmî vekîl edilmedikçe, başkasını kendine vekîl yapamaz Yalnız, zekât vermek için olan vekil, izinsiz olarak başkasını, o da başkasını vekîl yapabilirler (M Mevkûfâtî, İbn-i Âbidîn)

MÜZÂREA ŞİRKETİ:
Zirâat ortaklığı Harman yapılan ürünleri yetiştirmek için, tarla yâni toprak birinden, çalışma, işçilik diğerinden olmak ve mahsûlü sözleşilen nisbette (miktârda) aralarında paylaşmak üzere, kurulan şirket
Müzâreaya verilmiş bir toprağı, toprak sâhibi başkasına satarsa, alan kimse toprak kurtuluncaya yâni mahsûl kaldırılıncaya kadar bekler Yâhut mahkeme yolu ile satışı bozdurur (İbn-i Âbidîn)

MÜZDELİFE:
Mekke-i mükerremede Minâ ile Arafât arasında bulunan, Âdem aleyhisselâmla hazret-i Havvâ'nın yeryüzünde ilk buluştukları yer
Hac esnâsında Arafât'tan dönüşte Müzdelife'de bir müddet durmak vâcibdir (İbn-i Nüceym)
Arefe (Kurban bayramından önceki gün) gecesi Müzdelife'de yatmak sünnettir Arafât'tan Müzdelife'ye gelip burada yatsı vakti olunca, akşam ve yatsının farzları birleştirilerek cemâat ile kılınır Akşam namazını Arafât'ta veya yolda kılanların Müzdeli fe'de tekrar cemâat ile veya yalnız olarak yatsı ile birlikte kılması lâzımdır Müzdelife'de fecr (tanyeri) ağardıktan sonra vakfeye durmak da haccın sünnetlerindendir Gece Müzdelife'de yatıp fecr açılırken sabah namazını hemen kılıp sonra Meş'ar-il-haram denilen yerde ortalık aydınlanıncaya kadar vakfeye durulur Güneş doğmadan önce Minâ'ya hareket edilir (Mevkûfâtî)
Hac ve ömre için ihrâma girerken, Mekke'ye, Medîne'ye girerken, Müzdelife'de vakfeye dururken, cenâze yıkayacağı zaman, hacâmat (kan aldırma) olduktan sonra, Kadr, Arefe, Berât geceleri ve deli iyi olunca, çocuk bâliğ ve kâfir müslüman olunca gusl et meleri (boy abdesti almaları) müstehâbdır (Ebû Bekr Ali)

MÜZİLL (El-Müzill):
Bâzı kullarını aşağı ve zelîl eden mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden)
El-Müzill ism-i şerîfini yetmiş beş kere söyliyen ve sonra duâ eden kimse, hased edenin hasedinden ve zâlimin zulmünden emin olur (Yûsuf Nebhânî)

MÜZZEMMİL SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yetmiş üçüncü sûresi
Müzzemmil sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi) Yirmi âyet-i kerîmedir İlk âyet-i kerîmede geçen el-Müzzemmil kelimesinden dolayı Sûret-ül-Müzzemmil denilmiştir Müzzemmil, örtünüp bürünen demektir (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî)
Allahü teâlâ Müzzemmil sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Ey örtüye bürünen (Muhammed!) Gecenin yarısında, istersen biraz sonra, istersen biraz önce bir müddet için kalk ve ağır ağır Kur'ân oku! Doğrusu biz sana taşıması güç bir görev vereceğiz (Âyet: 1-5)
Kim Müzzemmil sûresini okursa, Allahü teâlâ ondan dünyâda ve âhirette zorluğu kaldırır (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîrî)

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-03-2008   #48
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük



NÂ-MAHREM:
Yabancı, kendisiyle evlenilmesi haram olmayan kimse
Nikâhı câiz olmayan yirmi beş kadın dışında kalan kadınlar nâ-mahremdir Nâ-mahrem kadınlarla nikâhlanmak câizdir (Saîdüddîn Fergânî)
Kadınlar nâ-mahrem erkek ile hacca gidemez Giderse, haccı kabûl olur ise de haramdır Hacca giden bir erkek ile muvakkat (geçici) nikâhlanmaları da câiz değildir (Nablüsî, Kâşânî)

NÂDÂN:
Câhil Ey, insan adını taşıyan varlık, Kendine gel, uyan gafletten artık! Seâdet yolun, göremezsen nâdân, Niye vermiş sana, bu aklı Yezdân?
(M Sıddîk bin Saîd) Devr-i zamâne cünbüşi nâdânlık üzredir Nâdân komaz ki merdüm-i dânâ huzûr ede
(Bâkî)
(Zamânın işlerinin yapılması nâdânlıkladır Âlim kimsenin huzûrlu olmasına nâdân fırsat vermez)

NAFAKA:
İnsanın yaşayabilmesi için, yiyecek, giyecek ve ev gibi lâzım olan şeyler
Herhangi bir müslüman kendi ehline (âilesine) , Allahü teâlânın rızâsını umarak infâk (zarûrî ihtiyâçlarını te'mîn) ederse, bu nafaka onun için sadaka olur (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)
Gazâ için sarf edilen, köle âzâd etmek için, fakire sadaka vermek için ve evindekilerin nafakası için, sarf edilen altınların en üstünü ve sevâbı çok olanı, evin nafakasına verilen altının sevâbıdır (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Farzları yapamıyacak kadar az yimek, câiz değildir Kendinin ve çoluk-çocuğunun nafakasını kazanacak ve borçlarını ödeyecek kadar, çalışıp kazanmak farzdır (Abdullah-ı Mûsulî)
Allahü teâlâ, kullarına ıyâlim demiş yâni çok merhametli olduğu için, herkesin rızkını nafakasını kendi üzerine almıştır Allahü teâlâ bu ıyâlinden birkaçının rızıkları, nafakaları ve bunların yetişmeleri, rahat yaşamaları için, bir kulunu görevlendi rirse, bu kuluna büyük ihsân etmiş olur (İmâm-ı Rabbânî)
Zevcenin nafakasını sıkmamalı, isrâf da etmemelidir Âilenin nafakası için verilen paranın sevâbı, sadaka sevâbından daha çoktur (İmâm-ı Gazâlî)

NÂFİ' VE DÂRR (En-Nâfi' ve'd-Dâr):
"Fayda ve zarar, iyilik ve kötülük kendisinden olan" mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden)

NÂFİLE:
Farz ve vâcib olmayan ibâdetler
Kulum farzları yapmakla bana yaklaştığı gibi başka şeyle yaklaşamaz Kulum nâfile ibâdetleri yapınca, onu çok severim Öyle olur ki, benimle işitir, benimle görür, benimle her şeyi tutar, benimle yürür Benden her ne isterse veririm Bana sığınınca, onu korurum (Hadîs-i kudsî-Buhârî)
Farz namazı kılmamış olanın nâfile namazları kılması, vakti tamam olmuş hâmile kadına benzer Çocuğu olacağı günlerde, çocuğu düşürür, aldırır Çocuğu yok olduğu için, bu kadına, hâmile denemez Ana da denemez Bu kimse de böyledir Farz namazlarını ödemedikçe, Allahü teâlâ, nâfile kabûl etmez (Hadîs-i şerîf-Fütûh-ül-Gayb)
Beş vakit namazın sünnetleri ve diğer vâcib olmayan namazlar hep nâfiledir Müekked olan ve olmayan bütün sünnetler nâfiledir (İbn-i Âbidîn)
Eğer sizden biriniz, iki rek'at nâfile namazın sevâbını bilse idi, onu dağlardan daha büyük görürdü Farz namazlarına gelince, artık onun sevâbını anlatmak mümkün değildir (Kâ'b-ül-Ahbâr)
Farz ibâdet yanında, nâfile ibâdetlerin hiç kıymeti yoktur Deniz yanında damla bile değildir Mel'ûn şeytan, mü'minleri aldatarak, farzları küçük gösteriyor Nâfile ibâdetlere yol gösteriyor Zekât verdirmeyip, nâfile sadakaları güzel gösteriyor Hâ lbuki zekât niyetiyle fakire bir altın vermek, yüz bin altın sadaka vermekten daha sevâbdır (İmâm-ı Rabbânî)

NÂFİZ:
Sahîh, geçerli Başkasının hakkı bulunmayan Başkasının hakkını tealluk etmeyen
Bâliğ olan (ergenlik çağına, evlenecek yaşa gelen) akıllı insanın bey'i (alış-verişi) her zaman nâfizdir Bâliğ olmayan akıllı, çocuğun bey'i, velîsinin izin vermesi ile sahîh olur Velî babadır; anne, babanın tâyin etmesiyle velî olur (İbn-i Âbidîn)

NAĞME:
Sesi mûsikî perdelerine uydurmak Tegannî
Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Kur'ân-ı kerîmi Arab şîvesi ile onların sesi ile okuyunuz Fâsıklar şarkıcılar gibi okumayınız" Şarkı okur gibi okuyan kimsenin imâm olması haramdır Onun arkasında kılınan namaz sahîh olmaz Çünkü nağme yapmak harf ekl emektir ki, bunlar insan sözü olur Kur'ân-ı kerîm olmaz (Muhammed bin Ahmed Zâhid)
Kur'ân-ı kerîmi güzel ses ile okumalıdır Tegannî ile nağme ile okumak haramdır Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem şiir dinlemiştir Fakat bu, şarkı, nağme dinlemeye izin değildir (Alâüddîn Haskefî)
Nağme bulunmayan güzel sesi dinlemek mübâhtır Sıkıntı gidermek için nağme ile kendi kendine okumak câiz diyenler vardır Fakat başkalarını eğlendirmek veya para kazanmak için okumak haramdır Nağme üçtür Birincisi insan sesi; ikincisi hayvan sesi, kuşların ötmesi gibi Bunları dinlemek helâldir Üçüncüsü, cansızlardan (bütün çalgılardan) vurmak, üflemek, sürtmekle çıkarılan seslerdir Bu sesleri dinlemek haramdır Suyun akması, dalgaların çarpması, rüzgâr, yaprak seslerini dinlemek günâh değildir (Mazhar-ı Cân-ı Cânân)

NAHL SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin on altıncı sûresi
Nahl sûresinin son üç âyeti Medîne'de, diğer âyetleri Mekke'de nâzil oldu (indi) Yüz yirmi sekiz âyet-i kerîmedir Altmış sekizinci âyette bal arısından söz edildiği için, Sûret-ün-Nahl denilmiştir Sûrede; Allahü teâlânın kudretini gösteren yaratık lardan bahsetmek sûretiyle insanlar gafletten uyanmaya dâvet edilmekte, bu âlemdeki nice varlıkların insanlara hizmetçi ve fayda verici olduğu bildirilmekte, insanların seçkin bir varlığa sâhib oldukları ve insanoğlunun doğru yola ve hidâyete kavuşabilmeleri için, kendilerine vahy gönderilen peygamberlere muhtâc oldukları bildirilmektedir (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî, Ebû Hayyân)
Allahü teâlâ Nahl sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâ kullarına zulm etmez, haksızlık etmez Onlar kendilerini azâba, acılara sürükleyen bozuk düşünceleri, çirkin işleri ile kendilerine zulm ve işkence ediyorlar (Âyet: 30)
Kim Nahl sûresini okursa, Allahü teâlâ onu dünyâda verdiği nîmetleri için hesâba çekmez (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

NAHLE:
Hurma ağacı
Bu ağacın yaratılışında topluluk ve adâlet vardır İnsanın yaratılışı da böyledir Bunun içindir ki, Peygamber efendimiz nahle ağacına âdemoğullarının halasıdır, derdi: "Halanız olan nahleye saygı gösteriniz Çünkü bu ağaç, Âdem aleyhisselâmın çamurundan kalan artıktan yaratılmıştır" buyurdu Görülüyor ki nahle, Âdem aleyhisselâmın çamurundan yaratılmıştır Nahleye bereket buyurması, bunda her şeyin bulunduğu için olsa gerektir Bunun için, nahlenin meyvesi olan hurma yiyince, insanın parçası, dokusu olur Böylece hurmada bulunan her şey, insana da aktarılmış olur (İmâm-ı Rabbânî)

NAHR:
Kurbanlık deveyi göğsü üstünden (evdâcını yâni iki büyük damarını) kesmek (Bkz Kurban)
Deveyi kesmekte sünnet olan nahrdır Sığır nev'i (çeşidi), koyun gibi kesilir Deveyi zebh (boğazlamak, kesmek) ve sığırı ve koyunu nahr etmek mekruh olur (M Zihni Efendi)

NÂHÛR:
İbrâhim aleyhisselâmın amcası ve üvey babası olan Âzer'in asıl ismi
Nâhûr, dedelerinin hak dîninde idi Nemrûd'un vezîri olunca, dînini dünyâya değişerek kâfir oldu Fahreddîn Râzî ve selef-i sâlihînden (ilk asırda gelen büyük âlimlerden) çoğu, onun, İbrâhim aleyhisselâmın babası değil amcası olduğunu bildirdiler (Senâullah Pânî Pûtî)
İbrâhim aleyhisselâmın öz babası Târûh ölünce, Nâhûr, İbrâhim aleyhisselâmın annesini aldı Böylece üvey babası oldu (Senâullah Pânî Pûtî)

NAHV İLMİ:
Cümle bilgisi Kelimelerin cümle içinde fiil, fâil (özne), mef'ûl (nesne, tümleç) olma gibi durumlarından ve buna göre sonlarının aldıkları i'râbdan (harekelerden) bahseden ilim (Bkz İlm-i Nahv)

NÂİB:
1 Hac ibâdetinde birine vekâlet eden Vekil
Allahü teâlâ bir hac ibâdeti ile üç kişiyi Cennet'e koyar: 1) Haccı vasiyet edeni, 2)Vasiyeti infâz edeni (yerine getireni) , 3)Nâib olarak hacca gideni (Hadîs-i şerîf-Beyhekî
Nâib olarak hacca giden masraftan fazla bir şey alamaz Nâiblik ticârî maksatla olmaz Nâib olarak hacca gideceklere yakışan esas maksat; Beyt-i muazzamayı (Kâbe'yi) ziyâret ve dolayısıyla öteki kişiyi borçtan kurtarmak için ona yardımcı olmaktır (İbn-i Hümâm)
Hacda nâibliğin şartlarından biri de, nâibin, hacca gidip gelmekten âciz olanın parasıyla haccetmesidir (M Zihni Efendi)
Nâib, hacda isrâf ve cimrilik etmemek şartıyla yerine hac yaptığı kimsenin parasını sarf eder ve hac dönüşü de artan parayı kendisine veya vârisine iâde eder (verir) (M Zihni Efendi)
2 Kâdı vekîli
Osmanlı Devleti'nde Mevâlî adı verilen büyük kâdılar (hâkimler), bâzan hizmetlerinin bütününü, bâzan da bir kısmını, yerine getirmek için yerlerine kâdı evsafını (şartlarını) taşıyan ehliyet (bilgi ve tecrübe) sâhibi birini tâyin ederlerdi Bu sebebl e bulundukları beldelerin kazâlarına nâibler gönderirlerdi Nâibler vazîfelerine göre; Arpalık nâibi, Ayak nâibi, Bâb nâibi, Kazâ nâibi, Mevâlî nâibi gibi kısımlara ayrılmışlardır (İslâm Târihi Ansiklopedisi)

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-03-2008   #49
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük



MUFÂVADA ŞİRKETİ:
Sermâyedeki hisseleri, kâr ve kullanma hakkı, ortaklar arasında eşit olan ve ortakların müslüman olması ve herbirinin sermâyesinden başka parası bulunmaması şartlarıyla kurulan bir şirket Müsâvat şirketi
Mufâvada şirketinde ortaklardan herbiri, diğer ortakların kefîli ve vekîlidir Ortaklar, şirketin borçlarından ve teahhüdlerinden (sözleşmelerinden) zincirleme olarak ve bütün malları ile sorumludurlar (Mecelle)
Mufâvada şirketinde malın herhangi bir parçası satılınca, parası ve kârı bütün ortaklar arasında müşterek (ortak) olur (Avrupalılar Müfâvada şirketini müslümanlardan alıp, Kollektif şirket demişlerdir) (İbn-i Âbidîn)

MUGÂLATA:
Hatâlı ve yanlış söz, karşısındakini yanıltmak için söz söylemek veya bu sûretle söylenen söz
Safsata ve mugâlataya dayanan sophisme'i (insanı her şeyin ölçüsü kabûl eden felsefî düşünce sistemini) kelâm âlimleri şiddetle reddetmişlerdir (Seyyid Şerîf Cürcânî)

MUĞNÎ (El-Muğnî):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden) Hikmeti îcâbı, her şeyin ihtiyâcını giderici, tamamlayıcı ve lütfuyla doyurucu

MUHABBET:
Sevgi Aşırı düşkünlük
Allahü teâlâ buyurdu ki: Benim için birbirini sevenlere, benim için biraraya gelip oturanlara, benim için birbirini ziyâret edenlere, benim için birbirine verenlere muhabbetim vâcibdir (Hadîs-i kudsî-Senâullah-i Pânî Pûtî)
Benim muhabbetim; benim yolumda birbirine muhabbet edenler, hâlis sevgi gösterenler ve benim sevgim uğrunda harcıyanlar için hak oldu (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Benim muhabbetim bir kulun kalbine girerse, azîz ve celîl olan Allahü teâlâ, onun cesedini ateşe haram kılar (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Muhabbete, muhabbet denmesi; kalbde Allahü teâlânın rızâsından başka her şeyi mahv (yok)etmesindendir (Ebû Saîd Eşec)
Eshâb-ı kirâm (Peygamberimizin arkadaşları), Resûlullah efendimizin muhabbeti uğruna mallarını ve canlarını sarf eylediler (harcadılar) Makâm ve mevkilerini terk eylediler (İmâm-ı Rabbânî)
Muhabbet rızâya (Allah'tan gelen her şeyi beğenmeye), rızâ da muhabbete dâhildir Rızâsız muhabbet, muhabbetsiz rızâ olmaz Çünkü insan, ancak sevdiğine râzı olur ve râzı olduğunu sever (Amr bin Osman Mekkî)
Kul, muhabbet makâmına; Allahü teâlânın sevdiklerini sevmek ve Allahü teâlâya düşman olanlara düşmanlık etmekle kavuşur (Abdullah bin Muhammed Mürteiş)
Şu üç muhabbet çok mühimdir:Birincisi, Allahü teâlâyı sevmektir Bunun alâmeti, ibâdeti günaha tercih etmektir İkincisi, kuvvetli bir îmân ile Resûlullah efendimizi sevmektir Bunun alâmeti, Resûlullah'ın sünnetine yapışmaktır Üçüncüsü ise Allah iç in mü'minleri sevmektirBunun alâmeti, mü'minlere eziyet etmemek ve onlara faydalı olmaktır (Hâris el-Muhâsibî)
Bütün kazançlarıma, mürşidlerime (hocalarıma) çok muhabbet etmekle kavuştum Seâdetin (mutluluğun, kurtuluşun)anahtarı, Allahü teâlânın sevdiklerini sevmektir (Mazhar-ı Cân-ı Cânân)
Muhabbet edene muhabbet edilir Seven sevilir, unutmayan unutulmaz (Ali Hâfız Efendi) Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl, Muhammedsiz muhabbetten ne hâsıl
(Bezm-i Âlem Vâlide Sultan)

Muhabbet-i Resûlillâh:
Peygamber efendimizin sevgisi
Hazret-i Ali, muhabbet-i Resûlillah makâmının en son derecesine ulaşmış; cânını ve malını, O'nun yoluna fedâ etmiştir (Ahmed Fârûkî)
Müslüman kimse, Eshâb-ı kirâmın (Resûlullah efendimizi görüp, sohbetinde yetişen mübârek insanların) hepsini sevmeli ve iyi bilmelidir Onları sevmenin, muhabbet-i Resûlillah demek olduğunu bilmelidir Çünkü, Peygamber efendimiz; "Onları seven, beni sevdiği için sever" buyurdu Bir müslüman için, kurtuluş yolu ancak budur (Abdullah Süveydî)

Muhabbet-i Zâtiyye:
Allahü teâlânın zâtına olan sevgi
Muhabbet-i zâtiyye denilen sevgi hâsıl olunca, sevgilinin nîmetleri ve elemleri (iyilik ve ızdırabları), sevenin yanında eşit olur Bu zaman, ihlâs (her şeyi Allah için yapma) hâsıl olur Rabbine ancak, O'nun için ibâdet eder; kendi nefsi için değil İbâdeti, nîmetlere kavuşmak için olmaz Çünkü ona göre, nîmetlerle azâblar arasında başkalık (ayrılık, fark) yoktur (İmâm-ı Rabbânî)

MUHABBETULLAH:
Allahü teâlânın sevgisi
Kim muhabbetullahı, kendi muhabbetine tercih eder, üstün tutarsa, Allahü teâlâ, halktan gelen meşakkat ve sıkıntılar husûsunda ona kâfi gelir (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
İslâm dîninde, en mühim maksâd, muhabbetullah olduğundan, Allahü teâlâ, her gün beş vakitte nice kerreler zikr edilerek (hâtırlanarak), kalb kuvvetlendirilmektedir Kalbin ve rûhun kuvvetlenmesi, sevgiliye (Allahü teâlâya) kavuşmaya sebeb olurNamaz kılarken okunan âyetler, tesbihler ve duâlar, Allahü teâlânın büyüklüğünü bildirir Allahü teâlâ, bunları okuyanları severim ve onlara çok sevâb veririm buyuruyor Muhabbetullaha kavuşmak için ve sevâb kazanmak için okunan ve yapılan şeyler güç olsal ar da, îmânlı kimselere kolay ve tatlı gelir (İmâm-ı Gazâlî)

MUHÂCİR:
1 İslâmiyet'in başlangıcında, sırf müslüman oldukları için Mekkeli müşriklerin zulüm ve işkencelerine mâruz kalıp, dinlerini, îmânlarını korumak için, evlerini, mallarını ve mülklerini bırakarak Resûlullah efendimizin izni ile önce Habeşistan'a, son ra Medîne-i münevvereye hicret eden Mekkeli müslümanlar Muhâcirin çoğulu muhâcirîn'dir
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Önce müslüman olanlardan, Muhâcirlerin ve Ensârın önde gelenlerinden ve bunların yolunda gidenlerden Allahü teâlâ râzıdır ve bunlar da Allahü teâlâdan râzıdırlar Allahü teâlâ bunlar için, Cennetler hazırladı Bu Cennetlerin altından nehirler akmaktadır Bunlar Cennet'te sonsuz kalacaklardır (Tevbe sûresi: 100)
Duâ ordusunun askerleri, gazâ ordusu askerlerinin rûhu gibidir Gazâ ordusunun askerleri, onların kalıpları, bedenleridir O hâlde, gazâ ordusunun askeri, duâ ordusu olmadıkça, iş başaramaz Çünkü, rûhsuz bedene hiçbir yardımın ve kuvvetin faydası ol maz Bunun içindir ki, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem gazâlarında ve sıkıntılı zamanlarında, muhâcirlerin fakirleri hürmetine Allahü teâlâdan yardım dilerdi Askeri, ordusu olduğu hâlde, muhâcirlerin fakîrlerini vesîle ederek duâ ederdi (İmâm-ı Rabbânî)
2 Vatanından ayrılmış, terk etmiş kimse Göç eden

MUHADDİS:
Hadîs âlimi Çok sayıda hadîs toplayıp, senet ve metinleriyle ezberleyen, râvilerin cerh ve ta'dîl (güvenilir olup olmadıkları) noktasından durumlarını bilen, bu ilimde ihtisas kazanıp kitaplar yazmış olan âlim Muhaddisin çoğulu muhaddisîn'dir
Büyük muhaddislerden İmâm-ı Buhârî hazretlerinin rivâyet ettiği (naklettiği) hadîs-i şerîflerden birkaçı şöyledir:
Hayâ (utanma) îmândandır Îmânı olan Cennet'tedir Fuhuş kötülüktür Kötüler Cehennem'dedir
Benden sonra, müşrik olmanızdan (Allah'a ortak, eş koşmanızdan) korkmuyorum Dünyâya düşkün olarak, birbirinizi öldürmenizden, böylece geçmiş kavimler gibi helâk olmanızdan korkuyorum
Yine büyük muhaddislerden İmâm-ı Müslim hazretlerinin rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzısı şöyledir:
Allahü teâlâ, birinizin tövbesine, birinizin kayıp hayvanını bulduğu vakit sevinmesinden daha çok sevinir
Kıyâmet gününde müslümanlardan bir kısmı, dağlar gibi günâhlarla gelirler de, Allahü teâlâ, onların o kadar günâhını af ve mağfiret eder

MUHÂL:
İmkansız, mümkün olmayan
Muhammed aleyhisselâma tam ve kusûrsuz tâbi olabilmek için, O'nu tam ve kusûrsuz sevmek lâzımdırTam ve olgun sevginin alâmeti de, O'nun düşmanlarını düşman bilmektir O'nu beğenmeyenleri sevmemektir Muhabbete (sevgiye) müdâhene yâni gevşeklik sığma z Âşıklar, sevgililerinin dîvânesi olup, onlara aykırı bir şey yapamaz Aykırı gidenlerle uyuşamaz Cem-i zıddeyn muhâldir İki zıd şeyin muhabbeti bir kalbde, bir arada bulunamaz İki zıddan birini sevmek, diğerine düşmanlığı îcâb ettirir (İmâm-ı Rabbânî)

MUHÂLAA:
Kadının mal karşılığı kocasına kendini boşattırması (Bkz Hul')


MUHÂLEFET:
Karşı gelme itâat etmeme, uymamak
İrâde; nefsin arzularına muhâlefet edip, onu Allahü teâlânın emirlerine yöneltmek ve kendisi için Allahü teâlânın takdîr ettiğine râzı olmaktır (Abdullah bin Muhammed Mürteiş)
Her ayrılışın başlangıcı muhâlefettir Hocasına muhâlefet eden bir kimse, artık onun yolu üzerinde devâm edemez; aradaki ilgi ve berâberlik kesilir Kalbi ile hocasına îtirâz eden (karşı gelen) kimse, sohbetinden ve ilminden istifâde edemez (faydalan amaz) O kimseye tövbe etmesi lâzım olur (Ebû Ali Dekkâk)
Bir kimsenin münâzara ve muhâlefet yaptığını, sâdece kendi görüşünü beğendiğini, ısrarlı bir tutum içerisinde olduğunu görürsen, onun hüsrânının tamam olduğunu bil (Bilâl bin Sa'd)

MUHÂLEFETÜN-LİL-HAVÂDİS:
Allahü teâlânın, zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde (işlerinde) yarattıklarına, hiçbir bakımdan benzememesi
Âkil ve bâliğ (akıllı ve ergenlik çağına gelmiş) olan kadın ve erkek her müslümanın, Allahü teâlânın zâtî ve subûtî sıfatlarını doğru bilmesi ve inanması lâzımdır Herkese ilk farz olan şey budur Bilmemek özür olmaz, büyük günahtır Allahü teâlânın zâtî sıfatları yâni zâtına âit olan sıfatları altıdır Bunlar; 1)Vücûd; var olmaktır 2)Kıdem; varlığının öncesi, başlangıcı olmamaktır 3)Bekâ; varlığı sonsuz olmaktır, hiç yok olmamaktır 4)Vahdâniyyet; zâtında, sıfatlarında, işlerinde ortağı benzeri olmamaktır 5) Muhâlefetün- lil-havâdîs 6)Kıyam bi-nefsihî; varlığı kendinden olup, hep var olması için, hiçbir şeye muhtâç olmamaktırBu altı sıfatın hiçbiri, mahlûkların (yaratılmışların) hiçbirinde yoktur (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

MUHAMMED ALEYHİSSELÂM:
Allahü teâlânın insanlara gönderdiği son peygamber
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) , peygamberlerden başka (bir şey) değildir O'ndan evvel daha nice peygamberler gelip geçmiştir Şimdi O ölür yâhud öldürülürse, ökçelerinizin üstünde (gerisin geri) mi döneceksiniz Kim (böyle) iki ökçesi üzerinde (ardına) dönerse, elbette Allah'a hiçbir şeyle zarar yapmış olmaz Allah, şükür (ve sebât) edenlere mükâfât verecektir (Âl-i İmrân sûresi: 144)
Muhammed (aleyhisselâm) Allahü teâlânın insanlara gönderdiği peygamberidir O'nunla birlikte olanlar kâfirlere karşı şiddetlidirler Biribirlerine karşı pek merhâmetlidirler (Feth sûresi: 29)
Ben Muhammed'im Ben Mâhî'yim ki, Allahü teâlâ benimle küfrü yok eder Ben Hâşir'im ki, halk kıyâmet günü benim izimce haşr olunacak (toplanacak) tır Ben Âkıb'ım ki, benden sonra peygamber yoktur (Hadîs-i şerîf-İslâm Âlimleri Ansiklopedisi)
Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlânın Resûlü yâni peygamberidir Habîbi (sevgilisi)dir Peygamberlerin en üstünü ve sonuncusudur Babası Abdülmuttalib'in oğlu Abdullah, annesi Vehb'in kızı Âmine Hâtun'dur Mîlâdın 571 senesi Nisan ayının yirmisine ra stlayan Rebî-ül-evvel ayının on ikinci Pazartesi gecesi sabaha karşı Mekke'de doğdu Babası O doğmadan önce vefât etti Altı yaşındayken annesi, sekiz yaşındayken dedesi vefât etti Sonra amcası Ebû Tâlib'in yanında büyüdü Yirmi beş yaşında hazret-i Hadîce ile evlendi Bundan dört kızı iki oğlu oldu Kırk yaşında bütün insanlara ve cinne peygamber olduğu bildirildi Üç sene sonra herkesi îmâna çağırmaya başladı Elli iki yaşındayken bir gece Mekke'den Kudüs'e ve oradan göklere götürülüp, getirildi Mîrâc adı verilen bu yolculuğunda Cennetleri, Cehennemleri, Allahü teâlâyı gördü Beş vakit namaz bu gece farz oldu Mîlâd'ın 622 yılında Allahü teâlânın emriyle Mekke'den Medîne'ye hicret etti (göç etti) Vefâtına kadar İslâmiyet'i yaymaya ve insanları iki cihân seâdetine (mutluluğuna) kavuşturmağa çalıştı Hicrî on bir (M 632) senesinde Rebî-ul-evvel ayının on ikinci Pazartesi günü öğleden evvel vefât etti Salı'yı Çarşamba'ya bağlayan gece yarısı, vefât ettiği odaya defn edildi (İbn-ül-Esîr, İmâm-ı Süyûtî, Halebî, Abdülhak-ı Dehlevî, Zerkânî)
Muhammed aleyhisselâm beyaz idi İnsanların en güzeli idi O her zaman dünyânın her yerinde olan ve gelecek bütün insanlardan her bakımdan üstündür Aklı, fikri, güzel huyları, bütün organlarının kuvveti her insandan fazla idi Ümmî idi yâni hiç mekt ebe gitmedi Kimseden ders almadı, fakat Allahü teâlânın bildirmesi ile her şeyi bilirdi (İmâm-ı Kastalânî)
Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselâm adındaki bir melek ile Muhammed aleyhisselâma Kur'ân-ı kerîmi gönderdi İnsanlara dünyâda ve âhirette lüzûmlu ve faydalı olan şeyleri emr etti Zararlı olanları yasakladı Bu emirlerin ve yasakların hepsine İslâm dîn i veya İslâmiyet denir Muhammed aleyhisselâmın her sözü doğrudur, kıymetlidir, faydalıdır Muhammed aleyhisselâmın sözlerinden birine inanmayan, beğenmeyen kimse kâfir (îmânsız) olur Muhammed aleyhisselâmı sevmek; bütün seâdetlerin (mutlulukların), rahatlıkların, iyiliklerin başıdır O'nun peygamber olduğuna inanmamak ise bütün sıkıntıların, kötülüklerin başıdır (Tirmizî, Beyhekî, İmâm-ı Rabbânî,Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Muhammed Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin kırk yedinci sûresi
Muhammed sûresi, Medîne-i münevverede nâzil oldu (indi) Otuz sekiz âyet-i kerîmedir İkinci âyetinde Resûl-i ekremin ism-i şerîfi geçtiğinden sûreye Sûret-ül-Muhammed denilmiştir Ayrıca yirminci âyet-i kerîmede kıtale (adam öldürmeye) işâret olduğu için Sûret-ül-Kıtal da denilmektedir Sûrede Resûl-i ekreme inanan ve Hakk'a uyan mü'minlerin bağışlanacağı, bunların kavuşacakları Cennet nîmetleri, cihâddan kaçanların Allahü teâlânın gazâbına uğradığı, dünyâ hayâtının geçiciliği ve cimrilik yapanların kendilerine yazık ettiği bildirilmektedir (İbn-i Abbâs, Taberî, Kurtubî, Râzî)
Allahü teâlâ Muhammed sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Ey îmân edenler! Allahü teâlânın yoluna gider, O'nun dînine yardım ederseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınızı doğru yoldan ayırmaz (Âyet: 7)
Kim Muhammed sûresini okursa, Allahü teâlânın ona Cennet nehirlerinden içirmesi hak olur (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

Muhammed-ül-Emîn:
"Doğru sözlü ve güvenilir" mânâsına Peygamber efendimizin lakabı
Muhammed aleyhisselâmın peygamber olduğu kendisine bildirilmeden önce ve sonra hiç yalan söylemediği, bunun için de düşmanları arasında bile Muhammed-ül-emîn adıyla meşhûr olduğu güneş gibi meydandadır İslâm düşmanlarının taşkınlıkları gözlerini kör etmiş ve o kadar karartmıştır ki, bu açık hakîkati saklayacak kadar alçalmışlardır (İmâm-ı Gazâlî)
Mükemmel bir insan olduğunu bütün dünyânın tasdîk ettiği Muhammed aleyhisselâma son derece dürüstlüğü ve sadâkati (doğruluğu) sebebi ile en büyük düşmanları dahi Muhammed-ül-emîn derlerdi (Kürschner)
Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem otuz beş yaşındayken yağan yağmur ve seller Kâbe'nin duvarlarını yıpratmıştı Mekkeliler, binâyı yeniden inşâ etmeye başladılar Hacer-ül-esved taşını yerine koyma sırası gelince; her kabîle onu koyma şerefine kendisi kavuşmak istediğinden aralarında tartışmalar büyüdü Dört beş gün süren bu anlaşmazlık sebebiyle neredeyse kan dökülecekti Sonunda orada bulunanlar, Benî Şeybe kapısı tarafından ilk gelen kimsenin hakemliğini kabûl etmeye karar verd iler O kapıdan girecek kimseyi beklemeye başladılar O sırada Muhammed-ül-emîn lakabıyla bilinen ve hep kendisine güvenilir dedikleri Muhammed aleyhisselâm kapıdan girdi İşte Muhammed-ül-emîn O'nun hükmüne râzıyız dediler Peygamber efendimiz bir örtü üzerine Hacer-ül-esvedi koyup her kabîleden bir kişiye tutturarak taşı yerine yerleştirdi Böylece büyük bir anlaşmazlık Muhammed-ül-emînin hakemliğiyle son buldu (Molla Miskîn, İbn-i Hişâm, Abdülhak Dehlevî)

MUHANNES:
İşlerini, sözlerini, hareketlerini ve şeklini kadınlara benzeten erkek
Muhanneslik yapanlar mel'ûndur Bunlar için, hadîs-i şerîfte; "Kendilerini kadınlara benzeten erkeklere ve erkeklere benzeten kadınlara, Allah lânet eylesin!" buyruldu (Abdülhak-ı Dehlevî)
İslâm hukûkuna göre bir erkeğe hakâret etmek kastıyla; "Ey Muhannes!" diyen, ta'zîr olunur (cezâlandırılır) (İbn-i Âbidîn)

MUHARREF:
Tahrif edilmiş, değiştirilmiş, bozulmuş
Allahü teâlâ peygamberleri aracılığıyla insanlara yüz adedi suhuf (forma), dördü büyük kitâb olmak üzere yüz dört kitâb gönderdi Bu kitabların bir kısmının mevcûdu kalmadı, bir kısmı ise tahrîf edildi Mevcûdu bulunan kitablardan Tevrât ve İncîl muh arreftirler Papazlar tarafından değiştirilmiştir Muharref olmayan tek ilâhî kitab Kur'ân-ı kerîmdir (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Mûsâ ve Yûşâ aleyhimesselâmdan sonra, Buhtunnasar Bâbil'den gelip Kudüs'ü aldı Süleymân aleyhisselâmın yapmış olduğu Mescid-i Aksâ'yı yıktı Tevrâtları yaktı, iki yüz bin kişiyi öldürdü, yetmiş bin din adamını esir alarak Bâbil'e götürdü Daha sonra serbest bırakılan İsrâiloğulları, Üzeyr aleyhisselâmdan sonra bozuldular Tevrât'ı değiştirerek muharref hâle getirdiler İncîl de ilk şeklinde olduğu gibi saklanamadı; hıristiyan din adamları tarafından değiştirildi (Harputlu İshâk Efendi)
Allahü teâlâ tarafından bildirilen ilâhî dinler, muharref dinler ve muharref olmayan dinler diye kısımlara ayrılır Yahûdîlik ve hıristiyanlık muharref dinlerdir Muharref olmayan tek din ise İslâmiyet'tir (Harputlu İshâk Efendi)

MUHARREM AYI:
Hicrî kamerî yılın ilk ayı
Ramazan'dan sonra oruçların en fazîletlisi, Muharrem ayında tutulan oruçtur Farzlardan sonra en fazîletli namaz da gece namazıdır (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)
Kim arefe günü oruç tutarsa, iki senelik günâhına keffâret olur ve kim de, Muharrem ayında bir gün oruç tutarsa, her bir günü için otuz gün sevâbı yazılır (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Muharrem ayı, Kur'ân-ı kerîmde kıymet verilen dört aydan biridir Aşûre, bu ayın en kıymetli gecesidir Allahü teâlâ, birçok duâları Aşûre günü kabûl buyurmuştur (Bkz Aşûre Günü) (Muhammed Rebhâmî)
İslâmiyet'in ilk zamanlarında ve İslâmiyet'ten evvel, Receb, Zilka'de, Zilhicce ve Muharrem aylarında harb etmek haram idi İslâmiyet'ten evvel Arablar, Receb veya Muharrem aylarında harb edebilmek için, ayların yerini değiştirir, ileri veya geri alı rlardı Resûlullah efendimiz, hicretin onuncu senesinde, doksan bin müslüman ile vedâ haccı yaptığı zaman; "Ey Eshâbım! Haccı tam zamânında yapıyoruz Ayların sırası, Allahü teâlânın yarattığı zamandaki gibidir" buyurdu (Ali Cürcânî)

MUHARREM GECESİ:
Muharrem ayının birinci gecesi, müslümanların hicrî-kamerî yılbaşı gecesi
Muharrem ayı, hicrî kamerî senenin birinci ayıdır Muharrem ayının birinci günü müslümanların kamerî senesinin, birinci günüdür Müslümanlar, kendi sene başı gecelerinde ve günlerinde müsâfeha ederek, mektuplaşarak tebrikleşir Birbirlerini ziyâret e der ve hediyeleşirler Sene başını mecmûa ve gazetelerde kutlarlar Yeni senenin, birbirlerine ve bütün müslümanlara hayırlı ve bereketli olması için duâ ederler Büyükleri, akrabâyı, âlimleri evinde ziyâret edip, duâlarını alırlar O gün, bayram gib i temiz giyinirler Fakirlere sadaka verirler (M Sıddîk Gümüş)

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-03-2008   #50
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük



MUHARREMÂT:
1Yapılması dînen yasaklanmış, haram olan işler, haramlar
Muharremâttan bâzıları şunlardır:İnanmamak (küfür), kalp kırmak, büyüklenmek (kibir), yalan söylemek ve yalancı şâhidlik etmek, ayıplanmaktan korkmak, insanları çekiştirmek (gıybet), kıskançlık (haset), koğuculuk (nemmâmlık), söz taşımak, gösteriş, a lay etmek, kızmak, münâkaşa etmek, isrâf etmek, müstehcenlik ve fuhuş (Hâdimî)
2Nikâhlanılması (evlenilmesi) dînen haram kimseler Nikâh düşmeyenler
Yirmi beş kadın muharremâttan olup, bunlardan on sekizi ebedî mahremdir Yâni ölünceye kadar kendileriyle evlenilmez (Saidüddîn Fergânî)
Erkeğin ve kadının nikâhlanıp hiç evlenemeyeceği muharremâttan olan kimselerin yedisi nesepten (soydan), yedisi sütten, dördü de sıhriyyet (evlilik) ile olan akrabâlarıdır (M Mevkûfâtî, M Zihnî Efendi)

MUHÂSEBE:
Hesâblaşma, insanın nefsini hesâba çekmesi
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem; "Hesâba çekilmeden evvel hesâbınızı görünüz" emirleri ile, bâzı insanlar, her gün ve her gece yaptıkları işlerden kendilerini muhâsebe ediyor Ben, hesâbda onları geçtim ve işlediklerimle berâber, dü şündüklerimde de kendimi hesâba çekiyorum (Muhyiddîn-i Arabî)
Amellerden sonra muhâsebe yapmalıdır Her gün yatarken, o gün yaptığı işler için nefsi hesâba çekmeli, sermâyeyi, kârdan ve zarardan ayırmalıdır Sermâye farzlardır Kâr da, sünnetler ve nâfilelerdir Ziyân ise, günâhlardır (İmâm-ı Gazâlî)
Yetmiş iki kadar güzel huydan biri de, insanın kendini her zaman muhâsebe etmesidir (Kudbüddîn İznikî)
Allah'a ve âhiret gününe îmânı olan herkesin, nefis muhâsebesinde bulunması, nefsini bir an ihmâl etmemesi ve bütün işlerinde onu sıkıştırıp göz altında bulundurması lâzımdır Çünkü, ömürden geçen her nefes, bahâ biçilmeyen bir cevherdir (İmâm-ı Gazâlî)
Ey insanoğlu! Aza kanâat et; malını hayırlı yerlere harca, yoksulluktan korkma, rızkına Allahü teâlâ kefildir Doğruluktan kalbini ayırma, nefsini Allah için muhâsebe et; çünkü nefis, kendi arzûlarını, sana faydalı ve iyi gösterir Hâlbuki onlar aslı nda günâhtır İşlerini Allah'ın rızâsına uydur Âhiret gününün sıkıntılarından kurtulmak için, kalbini Allahü teâlâya bağla (İmâm-ı Gazâlî)

MUHASSER VÂDİSİ:
Hicaz'da, Minâ ile Müzdelife'yi birbirinden ayıran ve hacıların Minâ'ya giderken durmamaları gereken yer
Hacılar, Muhasser vâdisinin başına ulaşınca, bir taş atımı yeri hızla geçer Çünkü burası Kâbe-i muazzamayı yıkmak için gelen Ebrehe'nin ordusunun durak yeridir Meşhûr târihçi Ezrâkî, Muhasser vâdisinin beş yüz kırk beş arşın olduğunu söylemiştir (İbn-i Âbidîn)

MUHAYYERLİK:
Satan ve satın alanın alış-verişten vaz geçebilme hakkı
Müşteri iki veya üç maldan birini seçmek için üç günden fazla muhayyer olabilir Üç maldan fazlasını seçmek için ise üç günden fazla muhayyer olamaz (Dâmâd)
Bir kimse satın aldığı bir malda kusur bulsa, tam fiyatı ile almakta veya red etmekte muhayyerdirSatan râzı olursa fiyatını düşürerek satın alabilir (Dâmâd)

MUHAYYİRE (Dâlle):
Âdet zamânını unutan kadın (Bkz Dâlle)

MUHÂZÂT:
Kadının aynı imâma uymuş olan erkeğin önünde veya hizâsında bulunması
Muhâzât hâlinde erkeğin namazı bozulur (Tahtâvî)

MUHBİR-İ SÂDIK:
Hep doğru söyleyici, doğru haber verici mânâsına Muhammed aleyhisselâm
Muhbir-i sâdık aleyhi minessalevâti etemmühâ buyurdu ki: "Kıyâmet günü, şehîdlerin kanını, âlimlerin mürekkebi ile tartarlar Mürekkeb ağır gelir" (İmâm-ı Nevevî)
Muhbir-i sâdık ne bildirdi ise ve Ehl-i sünnet âlimleri rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmâ'în kitablarında ne yazdı ise onları yapmağa canla-başla çalışmalıdır (İmâm-ı Rabbânî)
Muhbir-i sâdık Muhammed aleyhisselâm; "Helekel müsevvifûn" buyurdu Yâni; "Sonra yaparım diyenler helâk oldular" (İmâm-ı Rabbânî)

MUHDİS:
Namaz abdesti olmayan kimse
Muhdisin Kur'ân-ı kerîmi tutması haramdır Ezberden okuması câizdir, olur Yatağa abdestli girmek sünnettir (İbn-i Âbidîn)
Muhdisin Kur'ân-ı kerîmi yatakta, yatarak ezberden okuması câizdir ve sevâbdır Fakat başını yorgandan dışarı çıkarmalı ve bacakları bitiştirmelidir (Seyyid Alizâde)
Cünüb ve hayızlının câmiye girmesi harâmdır Muhdisin girmesi mekrûhtur (Molla Hüsrev)

MUHÎT (El-Muhît):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden) İhâta eden, çeviren, ilmi her şeyi kuşatan
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır Allahü teâlânın ilmi ve kudreti her şeyi muhîttir (Nisâ sûresi: 126)
Allahü teâlâ muhîttir, her şeyi ihâta etmiştir Fakat bu ihâta, çevirmek, bizim anladığımız gibi değildir (İmâm-ı Rabbânî)

MUHKEM:
Sağlam kılınmış, tahkîm edilmiş İçinde hüküm bulunan, mânâsı açık olan âyet Çoğulu muhkemâttır (Bkz Muhkemât)

MUHKEMÂT:
Kur'ân-ı kerîmdeki mânâsı açık, meydanda olan, anlaşılabilen âyet-i kerîmeler Muhkemin çoğulu (Bkz Âyet)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Ey Habîbim!) Sana Kur'ân'ı, Allahü teâlâ inzâl etti (indirdi) Onun bir kısmı muhkemât olup, bunlar Kur'ân'ın esâsıdır Bir kısmı da müteşâbihtir (mânâsı açıkça belli değildir) Fakat kalblerinde eğrilik bulunanlar (muhkem âyetleri bırakırlar da) fitne aramak (hakkı karıştırmak, halkı şüpheye düşürüp doğru yoldan saptırmak kastıyla) ve isteklerine göre te'vil etmek (asıl mânâsından başka mânâ vermek) için müteşâbih olan âyetlerine tâbi olurlar Halbuki onun te'vilini Allahü teâlâdan başka kimse bilmez İlimde rüsûh sâhibi (derin) âlimler: "Biz ona inandık, muhkemi, müteşâbihi her biri Rabbimiz Allahü teâlâ tarafındandır, hepsi haktır (doğrudur) " derler Bunları kâmil (olgun) akıl sâhiplerinden başkası düşünemez Yâhut bunlardan yalnız kâmil akıl sâhipleri öğüt kabûl eder (Âl-i İmrân sûresi: 7)
Muhkemât; İslâm bilgilerinin ve ahkâmının (hükümlerinin) kaynağıdır (Ahmed Fârûkî)
Kur'ân-ı kerîmdeki, helâl, haram, namaz, oruç, zekât ve hac gibi hükümlere âit kısımlar muhkemâttandır (İmâm-ı Süyûtî)
Muhkemâtı öğrenmeden ve muhkemâtın emirlerini yapıp yasaklarından kaçmadan, müteşâbihâta mânâ vermeye kalkışan câhildir Hem de kendi cehlini anlamayan kara câhildir (Ahmed Fârûkî)

MUHLAS:
Devamlı ihlâs sâhibi olan Her şeyi Allahü teâlânın rızâsıyla yapan (Bkz İhlâs)
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
İblis; "Senin mutlak kudretine and olsun ki, onlardan (Allahü teâlânın kullarından) muhlas olanlar hâriç, hepsini mutlaka azdıracağım" dedi (Sâd sûresi: 82, 83)
Uğraşmadan, zorlamadan, külfetsiz ele giren ihlâs, devamlıdır ve Hakk-ul-yakîn mertebesinde ele geçer Devamlı ihlâs sâhibi muhlastır Muhlas olana, ibâdet yapmak, tatlı ve kolay olur Çünkü bunlarda, nefislerinin arzusu ve şeytanın vesvesesi kalmamı ştır Böyle ihlâs, insanın kalbine ancak bir velînin kalbinden gelir Muhlaslar ile ihlâsı çalışarak elde eden muhlisler arasında çok fark vardır Tasavvuf yolunda ilerleyenlerin, ilimde ve amelde öğrenmekle, anlamakla, hâsıl olan bilgiler, bunlara k eşf yolu ile hâsıl olur Ameller, ibâdetler kolayca, seve seve yapılıp, nefisten ve şeytandan hâsıl olan tembellik ve gevşeklik kalmaz Günahlar, haram olan şeyler çirkin, iğrenç görünür (İmâm-ı Rabbânî)

MUHLİS:
İhlâs sâhibi Niyetini ve ihlâsını düzeltmeye uğraşan kimse (Bkz İhlâs)
Bütün mü'minler, ibâdet yaparken, Allahü teâlâ emrettiği ve beğendiği için yapmağa niyet ediyorlar Böylece ihlâs ile yapıyorlar Fakat bütün işlerin, iyiliklerin hep ihlâs ile yapılması ve bu ihlâsın kalbden gelmesi lâzımdır İbâdetlere başlarken ya pılan niyet, ihlâs; zahmet çekerek, kendini zorlayarak hâsıl oluyor ve kısa bir zaman devâm ediyorSonra kalbe nefsin arzûları geliyor Muhlis, niyetini ve ihlâsını devamlı düzeltmeğe çalışır (İmâm-ı Rabbânî)

MUHSAN:
Evli veya dul olan iffetli müslüman erkek Evli olan iffetli kadına muhsana denir
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır Kendilerine kitap verilenin (yahûdî, hıristiyan vb) yiyeceği size helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir Mü'min kadınlardan muhsan olanlar ile daha önce kendilerine kitap verilenlerden muhsan kadınlar da, nâmuslu olmak, zinâ etmemek ve gizli dost tutmamak üzere mehirlerini vermeniz şartıyla size helâldir (Mâide sûresi: 5)
Zinâ haddi iki çeşittir Birisi muhsan olan kişi içindir Haddi (cezâsı) bir meydanda ölünceye kadar taşlanmaktır İkincisi muhsan olmayan kimse içindir Haddi (cezâsı) yüz sopadır (Molla Hüsrev, Alâüddîn-i Haskefî)
Dünyâda yapılan işin karşılığının nasıl olacağını, Allahü teâlâdan başka kimse bilmez İnsan bilgisi bunu anlıyamaz Meselâ muhsan olan bir kimseyi kazf edene (zinâ lafı atana) seksen sopa vurulmasını emreylemiştir (Ahmed Fârûkî)
İslâmiyet'te muhsan olan erkek veya kadına zinâ lafı atmak büyük günahtır (Alâüddîn-i Haskefî)
MUHSÎ (El-Muhsî): Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden) Bütün mahlûkâtın sayısını, miktârını bilen ve kendisine hiçbir şey gizli olmayan
Muhsî ism-i şerîfini söyliyen kimse, Allahü teâlânın izniyle başkalarını cezbeder, itâati altına alır (Yûsuf Nebhânî)

MUHSİN:
İyilik ve ihsân eden
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(O takvâ sâhipleri ki); bollukta ve darlıkta harcayıp yedirenler, öfkelerini yenenler, insanların kusurlarını bağışlayanlardır Allah muhsinleri sever (Âl-i İmrân sûresi: 134)
Sana nasîhat şudur ki, dört huy ile huylan böylece muhsinler zümresinden (kısmından) olursun
1) Genişlikte (zenginlikte) zekât, darlıkta sadaka ver
2) Gazâb (öfke) zamânında gazâbını ve hırsını yen
3) Başkasının aybını görünce, onu açmayıp, kapatmaya çalış
4) Hizmetçiye, ehline (hanımına) evlâd ve akrabâya ihsân ederek onları hoş tut (İmâm-ı Gazâlî)

MUHTÂC:
İhtiyâc sâhibi Akşam evinde yiyecek bulamayacak derecede fakîr kimse
Her kim ihtiyâcından fazla bir suyu, muhtac olanlardan esirgerse, kıyâmet gününde Allahü teâlânın kerem ve ihsânına kavuşamaz (Hadîs-i şerîf-Nasb-ür-Râye)
Ey falan! Dünyâdaki nasîbin ne ise ve nerede olursa gelip seni bulacaktır Sen ise, dünyâdaki nasîbinden daha çok âhirettekine muhtâcsın Âhiret nasîbini, dünyâ nasîbine tercih et! Dünyâ nîmetleri geçicidir Âhiret için elde ettiklerin ise, nerede ol ursa olsun senindir (Mu'âz bin Cebel)

MUHTÂR:
Serbest Söz ve fiillerinde serbest olup, istediği gibi davranan ve dilediğini yapan
Kullar istekli hareketlerini yapıp yapmamakta muhtardırlar Kul bir işi önce ihtiyâr eder (ister) diler, Allahü teâlâ o işi yaratır (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Allahü teâlâ adle yâni adâlet yapmağa mecbûr değildir Mecbûr olsaydı, işlerinde muhtâr olmazdı İrâdesi isteği bulunmazdı (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Muhtâr Kavl:
Bir mes'elede, bir mezhebin âlimlerinin çoğu tarafından mezhebin içinde mevcûd ictihâdlardan (büyük âlimlerin kitâb ve sünnetten çıkardıkları hükümlerden) seçilen ve bu seçime göre üstün tutulan ve fetvâya esâs alınan kavl, söz
Kitaba ve sünnete yâni Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun îtikâd (îmân etmek) lâzım olduğu gibi, müctehidlerin (büyük din âlimlerinin) kitâb ve sünnetten çıkardıkları hükümlere uygun işleri yapmak da lâzımdır Mukallidlerin (müctehid olmayanı n), bir müctehide uyması yâni bir mezhebe bağlı olması lâzımdır Bulunduğu mezhebin muhtâr olan kavline uymalıdır (İmâm-ı Rabbânî)

MUHTÂRİYYE:
Şia fırkasının kollarından biri Bu fırkaya Keysâniyye ve Bedâiyye de denir Kurucusu Muhtâr bin Ebî Ubeyd es-Sakafî'dir (Bkz Şia, Keysâniyye)
Muhtâriyye fırkası, İmâm-ı Zeynelâbidîn'e inanmadı İmâmiyye fırkası Zeyd-i Şehîd'e, İsmâiliyye fırkası da Mûsâ Kâzım'a inanmadı (İmâm-ı Rabbânî)

MUHTEKİR:
İnsan ve hayvan yiyecek maddelerini piyasadan toplayıp pahalanınca satan kimse Karaborsacılık yapan (Bkz İhtikâr)
Muhtekir ne fenâ bir kuldur Allahü teâlâ fiyatları ucuzlatırsa adamın keyfi kaçar, yükseltirse o zaman ferahlar (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Muhtekir mel'ûndur (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Hazret-i Ali radıyallahü anh, bir muhtekirin sakladığı malların hepsini yaktırdı (İmâm-ı Gazâlî)

MUHTESİB:
Eskiden İslâm devletlerinde iyiliği emredip, kötülüğü yasaklayan, engel olan ve cemiyette güzel ahlâk ve fazîletlerin korunmasına ve dînî hükümlerin uygulanmasına, çarşı ve pazarların düzenine bakmakla vazîfeli, ilim, fazîlet ve kuvvet sâhibi kimse (Bkz Hisbet)
Hisbet; iyilikler yapılmaz olduğunda iyiliklerin yapılmasını emretmek, kötülükler yapılır olduğunda yapılmasını önlemek, nehyetmektir Âyet-i kerîmede de meâlen; "Sizden, insanları iyiliğe çağıran bir cemâat olsun ki, ma'rûfu (yâni kitab ve sünnete uymayı) emreder ve münkeri (kötülükleri) yasak eder hâlde bulunsunlar" (Âl-i İmrân sûresi: 104) buyrulmuştur Bu farz olan işleri yaptırmak muhtesibin görevidir (İmâm-ı Mâverdî)
Hadîs-i şerîfte; "Günâh işleyeni gören, eli ile mâni olsun Buna gücü yetmezse, dili ile mâni olsun" buyruldu Emr-i ma'rûf ve nehy-i münkeri el ile yapmak hükûmet adamlarına yâni muhtesib ve kâdılara, dil ile yapmak, din adamlarına, kalb ile yapmak da her müslümana farzdır (Abdülganî Nablüsî)

MUHYÎ (El-Muhyî):
Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden Yaratıcı, hayat verici, diriltici
El-Muhyî ismi şerîfini söyleyen kimsenin korktuğu kimselerle arasında ülfet meydana gelir (Yûsuf Nebhânî)

MU'ÎD (El-Muîd):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden) Mahlûkâtı (yaratılmışları) dünyâdaki hayatlarından sonra öldürüp, ölümden sonra onları tekrar dirilten, hayât veren

MU'ÎN (El-Muîn):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden) Yardım eden, yardımcı
Âişe'den (ranhâ) şöyle dediğini rivâyet ettik: "Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bir savaşta idi Dönüp eve girdiği zaman onu karşıladım ve elinden tutarak: "Sana muîn olan ve sana ikrâm eden Allahü teâlâya hamd olsun" dedim" (İbn-i Sünnî)
Allahü teâlâ sıhhat ve âfiyet versin Nefsin esiri olmaktan muhâfaza buyursun Elinizden geldiği kadar Allahü teâlânın emir ve yasaklarına sarılınız Haram işlemekten, kötü arkadaştan çok sakınınız Allahü teâlâ muîniniz olsun (İmâm-ı Rabbânî)

MU'ÎZZ (El-Muizz):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden) Kullarından bâzılarını, maddî ve mânevî mülk ve saltanat vermek sûretiyle, azîz (üstün) kılan
El-Muizz ismi şerîfini akşam namazından sonra veya cumâ gecesi kırk defâ söyliyen, başkalarına heybetli görünür (Yûsuf Nebhânî)

MUKÂBELE:
Ramazân-ı şerîf ayında câmide her gün Kur'ân-ı kerîmden bir cüz (yirmi sayfa) olacak şekilde cemâatin huzûrunda Kur'ân-ı kerîm okumak
Ramazan ayında mukâbele sûretiyle Kur'ân-ı kerîm okumak, orucun sünnetlerindendir (İmâm-ı Gazâlî)

MUKADDERÂT:
Allahü teâlânın olacak şeyleri ezelde (sonsuz öncelerde) bilip takdîr ettiği şeyler, kader, alın yazısı (Bkz Kazâ ve Kader)
Kul yetmiş sene Cennetliğin ameli gibi amel eder Hattâ herkes onun Cennetlik olduğunu söyler Öyle ki aralarında (yâni Cennet ile o kimse arasında) mânevî yönden bir karış fark kalmaz Sonra mukadderâtı galebe çalar da Cehennem ehlinin işini yapar ve Cehennem'e gider (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Sâlihlerden birisi yere yıkılmış bir sarhoşun yanından geçerken kendi hâlini düşünerek böbürlendi Sarhoşa göz ucuyla bile bakmağa tenezzül etmedi Sarhoş başını kaldırarak âlime dedi ki: "Ey iyi zât! Kavuştuğun bu nîmete şükret Sakın büyüklenme Zî râ kibirden (büyüklenmeden) mahrûmiyet hâsıl olur Birini zincire vurulmuş görürsen gülme Senin de başına gelebilir Mukadderâtın belli olmaz Belki bir gün sen de sarhoş olup yerlerde sürünebilirsin" (Sâdî-i Şîrâzî)

MUKADDES:
Mübârek, kutsal Ayb, çirkin ve kötü şeylerden uzak; temiz
Ey ihlâsla Allahü teâlânın yolunda bulunmak arzûsunda olan sâdık talebe! Zâhir ve bâtınını (dışını ve içini) temizle Bu temizlik olmadıkça mukaddes ve ulvî yüksekliklere ulaşılamaz (Necmeddîn-i Kübrâ)
Mukaddes dînimizi, şanlı ve şerefli ecdâdımızın mübârek elleri ile yazdıkları hâlis ve afif (temiz) kitaplarından okuyup öğrenmelidir (M Sıddîk Gümüş)

Mukaddes Âlem:
Görülemeyen ve hissedilemeyen mânâ âlemi
Müslümanın birinci vazifesi îtikâdı düzeltmektir Ehl-i sünnet vel-cemâat âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak inanmaktır İkinci olarak lâzım olan şey fıkıh bilgilerini öğrenmek ve her şeyi bu bilgiye göre yapmaktır İki kanat gibi olan bu îtikâ d ve amel elde edildikten sonra mukaddes âleme uçmalıdır (İmâm-ı Rabbânî)

Mukaddes Kitablar:
Allahü teâlânın Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla peygamberlerine gönderdiği kitâblar (Bkz Semâvî Kitablar)
Allahü teâlâ tarafından nesh edilmiş (hükmü kaldırılmış) ve kullar tarafından değiştirilmiş mukaddes kitablara hakâret etmek, alay etmek ve bunları okumak, dinlemek câiz değildir (Muhammed Hâdimî)

MUKADDESÂT:
Ta'zîm ve hürmet edilmesi lâzım olan şeyler, kıymetler
Îmânıma ve mukaddesâtıma saldıranları görünce söğüt yaprağı gibi titriyorum (İmâm-ı Rabbânî)

MUKADDİM (El-Mukaddim):
Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden: Mahlûklardan (yaratılmışlardan) bâzısını bâzısından önce var ve yok eden; dilediğini kendine yakınlaştıran, dilediğini uzaklaştıran, kendisine yakın kıldığı meleklerini, peygamberlerini aleyhimüsselâm ve âlimlerin i üstün kılan
Muhârebe ânında bir kimse el-Mukaddim ism-i şerîfini söylediğinde kuvvet ve zafer bulur (Yûsuf Nebhânî)

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-03-2008   #51
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük



MUKALLİD:
1Amelde, yapılacak işlerle ilgili konularda müctehid denilen derin âlime tâbi olan, uyan kimse
Mukallid olanların, müctehidin (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran âlimlerin) sözüne göre hareket etmesi vâcibdir, gereklidir (İbn-i Âbidîn)
Bir mukallid ne kadar âlim olursa olsun, önce gelmiş müctehidlerin bildirdiklerinin dışında ayrı bir ictihadda bulunamaz, yâni hüküm veremez (İbn-i Melek)
Mukallidler için delîl, sened; fıkıh âlimlerinin yâni müctehidlerin sözleridir (Muhammed Hâdimî)
2 İnanılacak şeylerin delillerini araştırmadan, anlamadan, sâdece anasından babasından duyarak îmân eden
Mukallidin îmânı sahîhtir (doğrudur) Bunlar, farzı, vâcibi, sünneti, müstehâbı bilmez Anasından, babasından gördüğü gibi inanır ve ibâdet eder Bu gibilerin îmânından korkulur (Kutbüddîn-i İznikî)
3 Fıkıh âlimlerinin yedinci derecesinde bulunan âlim
Mukallid olan fıkıh âlimleri, mezheb imâmlarını taklid eder Bu demektir ki, kendiliğinden söz söylemez Onun sözü mezheb imâmının söylediği sözdür (M Sıddîk bin Saîd, İbn-i Âbidîn)

MUKARREB:
Yakınlaştırılmış
1 Cennette dereceleri en yüksek olan
Îmânları ileride olanlar, Allahü teâlâya yaklaşmakta ileride olanlardır Bunların hepsi mukarreblerdir (Vâkıa sûresi: 10)
Üç çeşit fakir vardırBirincisi, istemezler verince de almazlar Bunlar İlliyyînde meleklerledir İkincisi istemez, verilince alırlar Bunlar Cennet'te mukarreblerledir Üçüncüsü de ihtiyâcı olunca isterler Bunlar sâdıklar olup, Eshâb-ı yemîn iledir ler (Bişr-i Hâfî)
2 Tasavvufta, nefslerinin sevgisinden kurtulmuş, kalbinde Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmayan, yalnız Allahü teâlâyı isteyen
Ebrârın iyilik olarak yaptıkları, mukarrebler yanında günâh olur (Hadîs-i şerîf-El-Hâmilü fil-Fülk)
Mukarrebler, Allahü teâlâ için olmayan her şeyden, yemekten, içmekten, yatmaktan, söylemekten sakınırlar Bunlar, din için niyyet etmedikçe hareket etmezler İbâdete kuvvet kazanmak niyyeti ile yerler Her sözleri Allah içindir (İmâm-ı Gazâlî)

Mukarreb Melek:
Allahü teâlânın huzûrunda bulunan melekler
Allahü teâlâ ile öyle vakitlerim oluyor ki, o zamanlarda, aramıza hiçbir mukarreb melek ve peygamber giremez (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Muhammed aleyhisselâma verilmiş olan din, geçmiş dinlerin hepsinin süzülmüş kaymağı gibidir Hak olan, doğru olan bu dînin bildirdiği her iş, geçmiş dinlerde bildirilen amellerden, işlerden seçilmiş alınmıştır Ayrıca meleklerin işlerinden de seçilmi ş alınmış bulunmaktadır Meselâ, meleklerden bir kısmına rükû etmek emrolunmuştur Birçoklarına secde etmek, başka meleklere de kıyâm, yâni ayakta ibâdet etmeleri emredilmiştir Bunun gibi, geçmiş ümmetlerden bâzısına yalnız sabah namazı emredilmişti Başkalarına başka vakitlerin namazı emredilmişti Geçmiş ümmetlerin ve mukarreb meleklerin ibâdetlerinden, amellerinden süzülenleri, seçilenleri bu dinde emredildi Bunun için, bu dîni tasdîk etmek, inanmak ve bu dînin emirlerine uymak, geçmiş bütün dinleri tasdîk etmek ve hepsine uymak olur (İmâm-ı Rabbânî)

MUKÂVELE:
Sözleşme, yazılı sözleşme
Kirâcı, kirâ ile tuttuğu yerin ücretini ödemezse, mal sâhibi mukâveleyi fesh edebilir (bozabilir) (Fetâvâ-i Hindiyye)
Mal sâhibi daha fazla kirâ veren birini bulunca mukâveleyi bozamaz (Hayrullah Efendi)

MUKÂYADA SATIŞI:
Altın ve gümüşten başka, ayn (belli) olan bir malı yine ayn olan mal karşılığında satmak
İki kile buğdayı, yüz yumurta karşılığında satmak mukâyada satışıdır Böyle satışta, birbirine karşılıklı satılan malları söz kesilirken tâyin etmek (belli etmek) şart olup, kabz etmek (ele geçirmek) şart değildir (İbn-i Âbidîn)
Mukâyada satışında, satın alınan mala bedel olarak verilecek belli malı aynen vermek lâzımdır Meselâ bir gümüş kaşığı gösterip, şu kaşık ile bu horozu satın aldım dese kaşığı vermesi lâzım olup, aynı ağırlıkta ve şekilde ve aynı kıymette başka gümüş kaşık veremez (Ali Haydar Efendi)

MUKAYYED:
Kayıtlanmış, bağlanmış; mutlak olmayan, bir sıfat, hâl, gâye veya şarta bağlı olan lafız (söz)
Nisâ sûresinin doksan ikinci âyet-i kerîmesinde bir mü'mini hatâ ile öldürenin, keffâret (cezâ) olarak mü'min bir köle âzâd etmesi, buna gücü yetmezse, iki ay aralıksız oruç tutması lâzım geldiği bildirilmiştir Âyet-i kerîmede köle kelimesi mukayyed dir Çünkü, mü'min sıfatıyla kayıtlanmıştır (Serahsî)
Mâide sûresinin seksen dokuzuncu âyet-i kerîmesinde yemin keffâreti için bir köle âzâd etmek, yâhut on fakiri doyurmak, yâhut onları giydirmek olduğu, bu üçünden birini yapamayanın üç gün ardarda oruç tutması îcâbettiği bildirilmiş, böylece; "Üç gün oruç tutma" işi ondan önceki üç şeyden birine gücü yetmeme şartı ile mukayyeddir (Serahsî)

Mukayyed Müctehid:
Mezheb imâmının koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dînî delillerden (kaynaklardan) yeni hüküm çıkaran İslâm âlimi Müctehid fil mezheb de denir (Bkz Müctehid)

Mukayyed Su:
Cinsi ve sıfatı birlikte söylenen ve herhangi bir şeyle kayıtlanmış sular (Bkz Mâ-i Mukayyed)
Mukayyed sular iki türlü olup, biri kavun, karpuz suları gibidir Bunlar hilkaten (yaratılış îcâbı) böyledirler Diğeri ise; mutlak su iken, daha sonra bir şeyle karışma netîcesi mukayyed olmuşlardır Et suyu, sabun suyu, safranlı sulardır Mukayyed su ile abdest ve gusül abdesti alınmaz (İbn-i Âbidîn)
Suyun ismi değişmediği zaman, su koyu olursa, akıcılığı kalmazsa, mukayyed su olur Akıcılığı kalırsa, üç özelliği değişse bile temiz kalır Fasülye, nohut, yaprak, meyve ve otların soğuk suda kalarak, rengi veya kokusu, tadı değişen su böyledir (Alâüddîn Haskefî)

MUKÎM:
Doğduğu veya evlendiği veya hep kalmak niyyeti ile yerleştiği yerde oturan veya 104 km ve daha uzak bir yerde giriş çıkış günlerinden başka on beş gün veya daha fazla kalmaya niyet eden kimse Mâlikî ve Şâfiî mezheblerinde dört gün kalmaya niyet eden ve kendi memleketine giren mukîm olur
Seferî olan kimsenin dört rek'at olan farz namazları iki rek'at kılması Hanefî'de vâcib, Mâlikî'de sünnet-i müekkede, Şâfiî'de efdâl (iyi)dir Seferî olanın mukîm olan imâma uyması, Hanefî'de, vaktin farzını edâ ederken câiz, Şâfiî'de hem edâ hem kaz â ederken câiz, Mâlikî'de ikisinde de mekrûhtur (Abdurrahmân Cezîrî)

MUKÎT (El-Mukît):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden) Beden için görünen kuvvet, rûh için mânevî kuvvet yaratan, her şeye kuvvet veren

MUKSİT (El-Muksit):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden) Adâlet sâhibi, zâlimden mazlûmun hakkını alan
El-Muksit ismi şerîfine devâm eden, ibâdette vesveseden kurtulur (Yûsuf Nebhânî)

MUKTEDÎ:
İktidâ eden, uyan; namazda, iftitâh (başlama) tekbîrine yetişemeyen
İmâma uyanlar dört çeşittir Bunlar; müdrik (iftitâh tekbîrini imâm ile birlikte alan), muktedî, mesbûk (imâm, rek'atlerin birini veya ikisini kıldıktan sonra uymuş olan) ve lâhık (iftitâh tekbîrini imâm ile berâber almış, fakat sonra abdesti bozuldu ğundan, abdest alıp, tekrar imâma uyan)dır (Kutbüddîn İznikî)
Namazda; imâm olsun, muktedî olsun ve yalnız olsun, sübhâneke okumak, sünnettir (Kutbüddîn İznikî)

MUKTEDİR (El-Muktedir):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden) Kudret sâhibi, her şeye gücü yeten
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, her şeye muktedirdir (Kehf sûresi: 45)
Allahü teâlâ kıyâmeti şimdi koparmaya, muktedirdir İsterse şu anda bütün mevcûdâtı (varlıkları) yok etmeye gücü yettiği gibi bütün varlıkların nihâyete ermeyen bir sayıda benzerlerini yaratmaya da kâdirdir, gücü yeter (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MULTEKİT:
Bir çocuğu atılmış olduğu yerden alıp kaldıran (Bkz Lakît)

MURÂBAHA:
Satın alınan bir malı, alış fiyatını söyleyerek ve üzerine kâr koyarak başkasına rızâsı ile satmak
Murâbaha satışında eklenecek kârın belli olması şarttır (İbn-i Âbidîn)

MURÂD:
1 İstenilen; arzû edilen şey
Sizden biriniz sefere çıkmak murâd ettiğinde kardeşlerine (vedâ edip) selâm versin Zîrâ Allah onların duâları sebebi ile o kimsenin hayrını artırır (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Allah, bir kula zilleti murâd ettiğinde, ona malını, binâda, suda ve çamurda harcatır (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
İlim öğrenmeli ve faydalı işler yapmalıdır Ahlâkı bozan kitapları okumamalı, zararlı yayınlardan uzak durmalıdır İyi huyların faydaları ve haramların zararları ve Cehennem'deki azâbları hep hatırlanmalıdır Mâl, mevki arkasında koşanlardan hiçbiri murâdına kavuşamamıştır Malı, mevkiyi hayr için arayan ve hayır işlerinde kullanan rahata huzûra kavuşmuştur (Hâdimî)
2 Tasavvuf yolunda bulunanlardan çalışmadan Allahü teâlânın yardım ve dilemesi ile yüksek makâmlara kavuşanlar İctibâ (çekilenler, istenenler) yolunun sâlikleri, yolcuları
Murâd olunanların başı ve sevilenlerin önderi Muhammed aleyhisselâmdır (İmâm-ı Rabbânî)
Tasavvuf yolunda bulunanlar ya mürîd olurlar, ya murâd olurlar Mürîdler; Allahü teâlâya yakınlık derecelerine ulaşmak için riyâzetler ve mücâhedeler çekerler (nefsin isteklerinden kaçınıp istemediklerini yapmaya çalışırlar) Murâdları ise, nazlı naz lı okşıyarak götürürler ve sıkıntı çektirmeden yakınlık derecelerine ulaştırırlar (Şihâbüddîn Sühreverdî)
Murâd olanlar sevilirler, dâvetlidirler, çekilirler ve yükseltilirler Onun için murâdlar çok kıymetlidirler Murâd olanların başı ve sevilenlerin önderi Muhammed aleyhisselâmdır (Ali Sincârî)

Murâd-ı İlâhî:
Allahü teâlânın murâdı; irâde buyurduğu, emrettiği
Bütün insanlara önce lâzım olan şey, Ehl-i sünnet (Resûlullah ve Eshâbının yolunda olan) âlimlerinin kitablarında bildirdikleri gibi bir îmân ve îtikâd edinmektir Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın yolunu bildiren, Kur'ân-ı kerîmden murâd-ı ilâhî yi anlayan bu büyük âlimlerdir Kıyâmette kurtuluş yolu bunların gösterdiği yoldur (İmâm-ı Rabbânî)

MURÂKABE:
1 Kontrol etmek, inceleyip vaziyeti anlamak
Ölmek üzere olanı üç şeyde murâkabe edin: Alnı terlediği, gözleri yaşardığı ve dudakları kuruduğu vakit Bu kendisine inen Allahü teâlânın bir rahmetidir Boğazı sıkılmış gibi horlarlar, yüzü kızarır, dudakları kurur ve yağlanırsa, bu da Allahü teâlâdan kendisine inen bir azâbtır (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
2Kulun, bütün hâllerinde Allahü teâlânın kendini gördüğünü bilmesi ve O'nu unutmaması
Murâkabenin başlangıcı, Allahü teâlânın insanlara olan yakınlığını kalbin bilmesidir (Hâris-i Muhâsibî)
İbn-i Mübârek hazretleri adamın birisine "Allah'ı murâkabe et!" dedi Adam bu nasıl olur deyince; İbn-i Mübârek; "Dâimâ Allah'ı görür gibi ol!" buyurdu (İmâm-ı Gazâlî)
3Nefsi kontrol etmek, ondan gâfil olmamaktır
Nefsin her an gözetilmesi, kontrol edilmesi lâzımdır Ondan gâfil olursan, nefs, şehvet ve tembelliği istemekle eski hâline döner Murâkabenin esâsı, her yaptığımızı, her düşündüğümüzü Allahü teâlânın bildiğini unutmamamızdır İnsanlar birbirinin dış ını görür Allahü teâlâ ise, hem dışını, hem içini görür Bunu bilen kimsenin işleri ve düşünceleri edebli olur (İmâm-ı Gazâlî)

MURDÂR:
Kendiliğinden ölmüş veya kasten besmelesiz kesilmiş olan hayvan, leş ve domuz eti gibi kendileri kat'î yâni kesin ve açık delîl ile haram olan şey (Bkz Lâşe)
Haram olduğu açıkça bildirilmiş bir şeye helâl diyen kâfir olur Şerâb içmek, domuz eti yemek ve murdâr olan şeylere helâl demek böyledir (İbn-i Âbidîn)
Hanefî mezhebinde, bile bile Besmelesiz kesilen hayvan murdâr olur Murdâr olan hayvanı yemek haramdır (Kâşânî)

MÛRİS:
Mîrâs bırakan
Verâsetin olabilmesi için mûrisin vefâtı, mûrisin vefâtı zamânında vârisin hayatta olması, verâset sebebinin bilinmesi şarttır (Abdürreşîd Secâvendî)
Mûrisi öldüren ona vâris olamaz (Molla Hüsrev)

MÛSÂ ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden Ülü'l-azm adı verilen altı büyük peygamberden biridir Yâkûb aleyhisselâmın soyundan, İmrân adında bir zâtın oğlu, Hârûn aleyhisselâmın kardeşidir
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Vaktâ ki Mûsâ (aleyhisselâm) onlara Rab olduğumuza delâlet eden alâmetler, açık mûcizeler ile geldi Onlar; "Bu mûcize diye gösterilen şey ancak uydurulmuş, sihirden başka bir şey değildir Biz bu sihri veya peygamberlik iddiâsını evvelki atalarımızdan işitmedik" dediler Mûsâ (aleyhisselâm) dedi ki: "Allahü teâlâ tarafından kimin hidâyetle (peygamberlikle) geldiğini ve hayırlı âkıbetin (Cennet'in) kime nasîb olacağını Rabbim çok iyi bilir Zâlimler aslâ felâh (kurtuluş) bulmazlar (Kasas sûresi: 36,37)
Bir gün Mûsâ aleyhisselâm yolda giderken Allahü teâlâ kendisine nidâ edip; "Ey Mûsâ! Ben kendisinden başka ilâh olmayan Rabbin Allah'ım" buyurdu Mûsâ aleyhisselâm; "Buyur yâ Rabbî! Emrine hâzırım" dedi ve secdeye vardı Allahü teâlâ; "Başını kaldır yâ Mûsâ!" buyurdu Mûsâ aleyhisselâm başını kaldırdı Allahü teâlâ; "Yâ Mûsâ! Arşın gölgesinde gölgelenmek istiyorsan, yetimlere merhâmetli bir baba gibi, dul kadına da onu muhâfaza eden ve gözeten zevci (kocası) gibi ol Yâ Mûsâ merhâmetli ol Böyle olursan sana da merhâmet edilir Cezâ verirsen cezâ görürsün (Sa'lebî)
Mûsâ bin İmrân (aleyhisselâm) ; "Yâ Rabbî! Kullarının en kıymetlisi kimdir?" dedikte; gücü yettiği zaman affeden (müslüman kimse) dir buyruldu (Hadîs-i şerîf-Beyhekî)
Yûsuf aleyhisselâmdan sonra Mısır'da yerleşen ve çoğalan İsrâiloğulları, Mısır'ın yerli halkı olan Kıbtîlerden ve bunların hükümdârları olan Fir'avnlardan zulüm ve hakâret gördüler İsrâiloğullarının doğan erkek çocuklarını öldürdüler Bu sırada düny âya gelen Mûsâ aleyhisselâmı, annesi, Allahü teâlânın emriyle bir beşiğe koyup Nil nehrine bıraktı Beşik, Fir'avn'ın sarayı önünden geçerken, Fir'avn'ın hanımı Âsiye Hâtun bunu alıp büyüttü Mûsâ aleyhisselâm kırk yaşına gelince, İsrâiloğullarının y anına gitti Bir gün Mısırlı bir kıptînin İsrâiloğullarından birine işkence ettiğini gördü Kurtarırken kazâ sonucu kıptî öldü Mûsâ aleyhisselâm, Fir'avn ve kıptîlerden çekinip Medyen şehrine gitti Orada Şuayb aleyhisselâmın kızıyla evlendi Şuayb aleyhisselâma on sene hizmet ettikten sonra, Mısır'a dönerken Tûr dağında Allahü teâlâ ile konuştu ve peygamber olarak vazîfelendirildi Mısır'a gelip, Fir'avn'ı dîne dâvet etti Mûcizeler gösterdiği hâlde Fir'avn ve kıptîler ona inanmadılar Mûsâ aleyhisselâm İsrâiloğullarına serbestlik verilmesini istedi Fir'avn kabûl etmedi Kâfirlerin suları kan oldu, kurbağa yağdı, cild hastalıkları ve üç gün karanlık oldu Fir'avn bu mûcizeleri görünce korktu ve İsrâiloğullarına izin verdi Mûsâ aleyhisse lâm İsrâiloğullarıyla birlikte Mısır'dan çıkıp Kudüs'e doğru giderken, Fir'avn pişman olup, askerleriyle arkalarına düştü Kızıldeniz'den on iki yol açılıp Mûsâ aleyhisselâm ve berâberindeki İsrâiloğulları karşıya geçti Fir'avn geçerken deniz kapandı; Fir'avn, askerleriyle birlikte boğuldu Kızıldeniz'den geçip Tih sahrasına geldikleri sırada Mûsâ aleyhisselâm, kardeşi Hûrûn aleyhisselâmı vekîl bırakıp Tûr dağına gitti Orada kırk gün ibâdet etti Allahü teâlânın kelâmını işitti ve kendisine Te vrât kitâbı indirildi Mûsâ aleyhisselâm Tûr dağında iken İsrâiloğulları Sâmirî isimli, inanmadığı hâlde inanmış görünen bir münâfığın sözlerine aldanarak ve Hârûn aleyhisselâmı dinlemeyerek altın buzağı heykeline taptılar Mûsâ aleyhisselâm Tûr'dan gelip bu hâli görünce üzüldü; Sâmirî'ye lânet etti İsrâiloğulları yaptıklarına pişman oldular, Mûsâ aleyhisselâma yalvarıp,Tevrât'a göre ibâdet etmeye başladılar Mûsâ aleyhisselâm ümmeti ile birlikte Lût gölünün güney tarafına geçti Uç bin Unk adında bir melîk ile harb etti Şerîa nehrinin doğusundaki yerleri ele geçirdi Eriha şehri karşısındaki dağa çıktı Ken'an ilini uzaktan gördü Bu sırada kardeşi Hârûn aleyhisselâm vefât etti Mûsâ aleyhisselâm yerine Yûşâ aleyhisselâmı halîfe bırakıp yüz yirmi yaşında vefât etti (İbn-ül-Esîr, Abdülhâk-ı Dehlevî, Nişâncızâde, Kisâî, Sa'lebî)

MUSALLÂ:
Namaz kılınan yer Namazgâh
Eğer imâm, insanlar ile berâber bayram namazını musallâda kılsa, her ne kadar safların arasında açık veya genişçe yer olsa da, hepsinin namazları câiz olur denilmiştir Çünkü musallâ, insanlar için namazın edâsı (yerine getirilmesi) hakkında mescid ( namaz kılınacak yer, küçük câmi) hükmündedir (Kâdihân)
Pâdişâh olsan da derler "er kişi niyyetine" Var, musallâda yatan mevtâya bak da ibret al! (İslâm Ahlâkı)

Musallâ Taşı:
Namazının kılınması için, cenâzelerin üzerine konduğu taş
Cenâze musallâ taşına konduğunda, imâm efendi; sultan da olsa, bey de olsa, paşa da olsa er kişi niyetine diye namaz kıldırır (M Sıddîk Gümüş)

MUSALLÎ:
Namaz kılan, beş vakit namazına devâm eden
Musallînin yukarısında veya karşısında veya sağ ve sol ve arka tarafları hizâsında hayvan, insan resmi bulunması, üstünde veya elbisesinde insan veya hayvan resmi bulundurması mekruhtur (İbn-i Âbidîn)
Musallîye bir kimse selâm verdikte musallînin eliyle veya başıyla selâma cevap vermesi mekruhtur (İbn-i Âbidîn)
Musallî mü'min vefâtında güleryüzlü, nûrlu ve parlak yüzlü olur (Abdülhakîm-i Arvâsî)

MUSAVVİR (El-Musavvir):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden) En güzel sûrette şekil veren
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
O Allahü teâlâ hâlıktır (varlıkları yaratandır) , bârîdir (var edendir) , musavvirdir En güzel isimler O'nundur Göklerde ve yerde olanlar O'nun şânını yüceltmektedirler O, azîzdir, hakîmdir yâni gâlib olan O'dur, her şeyi hikmeti üzere yapandır) (Haşr sûresi: 24)

MÛSEVÎ:
Mûsâ aleyhisselâmın bildirdiği hak dîne inanan ve bu dîne tâbi olan kimse (BkzMûsevîlik)
Allahü teâlâ, Mûsevîlik dînini İsrâiloğullarına ve Mısır'ın yerli halkı olan kıbtîlere gönderdi Kıbtîler, Mûsevîlik dînini kabûl etmedikleri gibi kabûl eden İsrâiloğullarına da zulm ve işkence yaptılar Mûsâ aleyhisselâm Mûsevîleri alarak Mısır'dan çıkardı Böylece Fir'avn'ın ve kıbtîlerin zulmünden kurtardı Mûsâ aleyhisselâmdan ve diğer İsrâil peygamberlerinden sonra Mûsevîlik dîni değiştirildi Kısmen bozulmuş olan Mûsevîlik zamanla asıl hüviyetini tamâmen kaybetti Hattâ bugün dünyâda yahûdî olarak kalmış olan on beş milyon kadar insandan hakîki Mûsevîlik dînine ve onun kitâbı olan hakîki Tevrât'a inanan kimsenin kalmadığını ilmî kaynaklar bildirmektedir (M Sıddîk Gümüş)

MÛSEVÎLİK:
Allahü teâlânın Mûsâ aleyhisselâm vâsıtasıyla İsrâiloğullarına gönderdiği din Mukaddes (ilâhî) kitabı Tevrâttır Îsâ aleyhisselâma kadar olan peygamberler bu dîni insanlara tebliğ ettiler Îsâ aleyhisselâmın gelmesiyle Mûsevîlik dîninin hükmü kaldır ıldı
Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâmdan sonra gelen Dâvûd, Süleymân, Zekeriyyâ ve Yahyâ aleyhimüsselâm da yine İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderildiler ve insanları Mûsevîlik dînine dâvet ettiler Dâvûd aleyhisselâma gönderilen Zebûr kitabı Mûsevîlik dîninin hükmünü kaldırmadı Hattâ onu kuvvetlendirdi Mûsevîlik dîni Îsâ aleyhisselâm zamânına kadar devâm etti Îsâ aleyhisselâmın dîni, Mûsevîliği nesh etti yâni hükmünü kaldırdı Bundan sonra Mûsevîlik dînine uymak câiz olmayıp, Muhammed aleyhisse lâmın dîni olan İslâmiyet gelinceye kadar Îsâ aleyhisselâmın dînine uymak lâzım oldu Fakat İsrâiloğullarının çoğu, Îsâ aleyhisselâma îmân etmeyip, Mûsevîliğin bozulmuş şekli olan yahûdîliğe uymakta inat ve ısrâr ettiler Muhammed aleyhisselâmın getirdiği İslâm dîni de, Îsâ aleyhisselâma bildirilen Îsevîlik dîninin ve İbrâhim aleyhisselâma bildirilen Hanîf dîninin hükümlerini kaldırdı Bugün Allahü teâlânın rızâsına kavuşabilmek için bütün insanların İslâm dînine uymaları gerekmektedir İslâm dîninin hükmü kıyâmete kadar sürecektir (M Sıddîk bin Saîd)
Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma kadar gelen üç büyük din yâni Mûsevîlik, Îsevîlik ve İslâm dinleri, hep Allahü teâlânın bir olduğunu ve Allahü teâlânın peygamberlerinin bizim gibi bir insan olduğunu bildirmiştir (Harputlu İshâk Efendi)

MUSHAF:
Kur'ân-ı kerîmin tamâmının yazılı olduğu kitap Mıshaf da denir
Ümmetimin yaptığı ibâdetlerin en kıymetlisi Kur'ân-ı kerîmi mushafa bakarak okumaktır (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Üç şey var ki, onlar dünyâda bir yabancı gibidir Zâlimin yanında Kur'ân-ı kerîm, kötü insanlar arasında iyi bir kimse, bir evde durup okunmayan mushaf (Hadîs-i şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ)
Muhammed aleyhisselâm, âhireti teşrîf ettiği sene, halîfe hazret-i Ebû Bekr ezber bilenleri toplayıp ve yazılı olanları getirtip bir hey'ete bütün Kur'ân-ı kerîmi kâğıd üzerine yazdırdı Böylece mushaf meydana geldi Otuz üç bin Sahâbî, bu mushafın h er harfinin, tam yerinde olduğuna söz birliği ile karar verdi (İbn-i Hacer)
Mushafı hiç okumayıp, hayır ve bereket için evde saklamak câizdir (Fetâvâ-yı Hindiyye)
Mushaf yazmak ve hediyye etmek çok sevâbdır (Seyyid Abdülhakîm)

MUSÎBET:
Âfet, belâ, sıkıntı
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Ey insan! Sana gelen her iyilik, Allahü teâlânın ihsânı olarak, nîmeti olarak gelmektedir Her dert ve musîbet de kötülüklerine karşılık gelmektedir Hepsini yaratan, gönderen Allahü teâlâdır (Nisâ sûresi: 79)
Size gelen belâlar, musîbetler, kabahatlerinizin, günâhlarınızın cezâsıdır Bununla berâber, Allahü teâlâ bir çoğunu da affederek musîbete mârûz (karşı) bırakmaz (Şûrâ sûresi: 30)
Kullarımdan herhangi birine; bedeninde, malında veya evlâdında bir musîbet verdiğim zaman bu musîbeti sabr-ı cemîl (güzelce sabrederek) karşılarsa, kıyâmet günü onun için mîzân kurmak ve defter açmaktan (hesaptan) hayâ ederim (Hadîs-i kudsî-İhyâ)
Bir kimseye musîbet erişince; "İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn" desin Allahü teâlâ o kulun duâsını kabûl eder (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Mü'minin ahlâkı; zenginlikte iktisad, genişlikte şükür, belâ ve musîbet zamânında sabırdır Musîbete sabreden, ecir (mükâfât) ve sevâba kavuşur (Sehl bin Abdullah)
Musîbet birdir Musîbetin geldiği kişi feryâd eder, ağlayıp sızlarsa, musîbet iki olurBiri musîbet, diğeri sevâbın gitmesi Bu musîbet öncekinden daha büyüktür (Abdullah bin Mübârek)
Musîbete feryâd eden, Allahü teâlâya karşı gelmiş olur Feryâd etmek, ağlayıp sızlamak belâ ve musîbeti geri çevirmez (Şakîk-i Belhî)
Gördüğünüz her musîbet ve felâket, kızgınlığın, zulüm ve haksızlık etmenin cezâsıdır (Abdülhakîm Arvâsî)

MUSKA:
Şifâ âyet ve duâlarının yazılı olduğu, dürülüp bağlanmış rukye (Bkz Rukye ve Mıska)

MUSTAFA:
Seçilmiş mânâsına, Resûlullah efendimizin mübârek isimlerinden biri Mü'min olanların çoktur cefâsı, Âhirette vardır zevk ü sefâsı, On sekiz bin âlemin Mustafâsı, Adı güzel kendi güzel Muhammed
(Yûnus Emre) Ümmetim dedi sana çün Mustafâ, Ver salevât sen de âna bul safâ
(Süleymân Çelebi)

MUTAFFİFÎN SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin seksen üçüncü sûresi
Mutaffifîn sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi) Otuz altı âyet-i kerîmedir Ölçü ve tartıda hîle yapanları kötüleyerek başladığı için sûreye, Sûret-ül-Mutaffifîn denilmiştir Sûrede, Allahü teâlâyı inkâr edenlerin ve günâhkârların uğrayacağı Cehennem azâbı ile îmân eden mü'minlerin kavuşacakları Cennet nîmetleri bildirilmektedir (İbn-i Abbâs, Taberî, Râzî)
Allahü teâlâ, Mutaffifîn sûresinde meâlen buyurdu ki:
Verirken noksan, alırken fazla ölçenlere acı azâblar yapacağım (Âyet: 1)
Kim Mutaffifîn sûresini okursa, kıyâmet günü, sonunda misk kokusu bırakan mühürlenmiş saf bir içecekten Allahü teâlâ ona içirir (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

MUTAHHAR:
Temiz, temizlenmiş mânâsına Muhammed aleyhisselâmın ismi
Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm altıncı kat semâda Mutahhar ismi ile anılır (Molla Miskîn Muhammed Muîn)

MUTAHHİR:
Temizleyici, temizleyen
Abdestte ve gusülde kullanılmış (Mâ-i müsta'mel denilen) su; Hanefî, Şâfiî ve Hanbelî mezheblerinde yalnız tâhir (temiz)dir Fakat mutahhir değildir Mâlikî mezhebinde ise, hem tâhir hem de mutahhirdir (Abdülvehhâb Şa'rânî)

MU'TEKİF:
İ'tikâf eden Bir yere çekilip ibâdetle meşgûl olan (Bkz Îtikâf)
Mu'tekif, kalbini dünyâ düşüncesinden ayırıp kendini Allahü teâlâya teslim ederek hak dergâhına sığınmış ve şeytanın ve nefsin mekrinden (aldatmasından) Allahü teâlânın himâyesine girmiş ve lisân-ı hâl (hâl dili) ile "Rabbim beni mağfiret etmedikçe b u kapıdan ayrılmam" demiş olur (Zihni Efendi)
Mu'tekif, ibâdet yerinden ancak ihtiyâç için çıkar Çünkü zarûret, mecbûrî ihtiyâcı sebebiyle çıkmaya izin vardır (Molla Hüsrev)

MU'TEMED:
1 Sözüne güvenilir kimse
Hudeybiye günü, Tebük ve Buvat gazâlarında ve daha pekçok yerde, susuzluk baş gösterince, Peygamber efendimizin mübârek parmaklarından fışkıran sudan Eshâb-ı kirâm içip susuzluklarını gidermişlerdir Bu mûcizeler, çok sağlam rivâyetlerde mu'temed (gü venilir) siyer âlimleri tarafından ittifakla (sözbirliği ile) bildirilmiştir (Zerkânî)
Müslüman, mu'temed insandır Emânete hıyânet etmez Eliyle diliyle kimseye eziyet etmez (Seâdet-i Ebediyye)
2 Müctehîd âlimlerin dînî bir mevzûdaki sözlerinden esas alınan kavl (söz), ictihad

MU'TEMİR:
Ömre yapan (Bkz Ömre)
Mu'temir, mîkât denilen yerde ihrâm giyerken; "Yâ Rabbî! Ben ömre yapmak istiyorum Bunu bana kolay ve kabûl eyle diye duâ eder ve telbiye (Lebbeyk Allahümme Lebbeyk) okur (M Zihni Efendi)

MU'TEZİLE (Mûtezile):
Hicrî ikinci asırda Vâsıl bin Atâ tarafından kurulan ve aklı, nakilden yâni dînî delillerden önde tutan bozuk fırka "Büyük günâh işleyen kimse ne kâfirdir, ne de mü'mindir, iki menzile (yer) arasında bir menzilededir (yerdedir)" diyen Vâsıl bin Atâ, hocası Hasen-ül-Basrî'nin ders halkasından ayrıldığı için ayrılanlar mânâsına Mûtezile adı verilmiştir Bu fırkaya Kaderiyye de denir
Mûtezile fırkası, aklın güzel veya çirkin demesini esas tutuyor Allahü teâlânın yarattığı şeylerin güzel veya çirkin olmasının seçimini akla bırakıyor Güzel olduğu akıl ile anlaşılanları Allahü teâlâ yaratmağa mecbûrdur diyor Allahü teâlânın insan aklının güzel dediği şeyleri yaratmağa mecbûr olduğunu söylemek kadar çirkin bozuk söz yoktur (Abdullah-ı Süveydî)
Cebriyye fırkasının ikinci kısmı olan Cehmiyye ile Mûtezile fırkası mîrâc yoktur, mîrâc rüyâdır dedi Zamânımızda Mûtezile fırkasını taklîd edenler çoğalmaktadır (Muhammed Rebhâmî)
Eski felsefecilerden bir kısmı, mû'tezile fırkasının çoğu ve zındıklar; cin ve şeytanlara inanmadı "Cin; zekî, dâhi insan demektir Şeytanlar da kötü kimselerdir demektir" dediler (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Mûtezile fırkasında olanlar insan dilediği işi kendi yaratır dediler Kazâ ve kaderi inkâr ettiler (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

MU'TÎ (El-Mu'tî):
Veren, ihsân eden mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden)

MUTLAK:
Kayıtsız, şartsız Teklik, çokluk veya herhangi bir vasıf ile kayıtlı olmayan, delâlet ettiği (gösterdiği) fertlerden (şeylerden) her hangi birini ifâde eden lafız (söz)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: " Köle âzâd etmektir" (Beled sûresi: 13) (Âyet-i kerîmedeki "köle" sözü mutlaktır Çünkü müslim veya gayr-i müslim, teklik veya çokluk gibi herhangi bir şey ile kaydlanmamıştır Yeminini bozan kims enin keffârete gücü yetiyorsa, herhangi bir köle veya câriye âzâd eder, hürriyetine kavuşturur Yâhut zekât alması câiz olan erkek veya kadın on fakiri bir gün sabahlı akşamlı olmak üzere iki defâ doyurur veya on fakire bu değerde kumaş, havlu, mendil, çorap, çamaşır gibi bir şey verir Bu üçünden birini yapmayan fakir, üç gün ardarda oruç tutar (İbn-i Âbidîn)

Mutlak Adâlet:
Bir şeyi yerli yerine koymak Kendi mülkünde olanı kullanmak (Bkz Adâlet)
Âlemleri yaratan Allahü teâlâ hâkimler hâkimi, her şeyin asıl sâhibi ve tek hâlıkı (yaratıcısı)dır Allahü teâlâ mutlak adâlet sâhibidir Onun için insanlara gönderdiği en son ve en kâmil (üstün ve eksiksiz) dinde mutlak adâlet vardır (Harputlu İshâk Efendi)

Mutlak Fenâ:
Allahü teâlâdan başka her şeyin kalbden çıkıp, isimlerinin bile unutulması (Bkz Fenâ)
Mutlak fenâ hâsıl olmadıkça, Hakk'ın şühûdü (yâni Allahü teâlânın kalbe tecellîsi) mümkün değildir (Ahmed Fârûkî)
Sonsuz kavuşmak ve devamlı huzur ancak mutlak fenâdan sonra Bekâ-billah ile şereflenen kimseye nasîb olur (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâdan başka şeylere köle olmaktan büsbütün kurtulabilmek için, mutlak fenâya kavuşmak lâzımdır (İmâm-ı Rabbânî)

Mutlak Müctehîd:
Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş olan hükümleri ve mes'eleleri, açık olarak bildirilenlere benzeterek meydana çıkarabilen derin âlim Ehl-i sünnetin ameldeki mezheb imâmlarından her biri (Bkz Müctehîd)
Fıkıh âlimleri yedi tabaka, yedi derecedir En yüksek derecesi dinde müctehid olanlardır Bunlara mutlak müctehîd denir Dört mezheb imâmları mutlak müctehîdlerdir (Kemâlpaşazâde Ahmed bin Süleymân Efendi)

Mutlak Nezr:
Şarta bağlı olmayan adak (Bkz Nezr)
Allahü teâlâ için bir sene oruç tutacağım demek mutlak nezr olup, bunu söylerken kasd (niyyet) etmese de, söz arasında dilinden çıksa bile, yapması vâcibtir Çünkü, talâkta (boşamada) ve adakta niyetsiz, düşünmeden söylemek, ciddî istiyerek söylemek gibidir Hattâ; "Allahü teâlâ için bir gün oruç tutmak üzerime borç olsun" diyeceği yerde; "Bir ay oruç tutmak" diye ağzından çıksa, bir ay tutması lâzım olur (Alâüddîn Haskefî)

Mutlak Su:
Yaratıldıkları hâl (durum) üzere bulunan sular (Bkz Mâ-i Mutlak)
Yağmur, kar, deniz, göl, kuyu ve ırmak suları mutlak sular olup, hem temiz hem de temizleyicidir İçilir, abdest ve gusl alınır (İbn-i Âbidîn)

Mutlak Vilâyet:
Evliyâlık
Vilâyet, husûsî veya umûmî olur Umûmî vilâyet, mutlak vilâyettir Vilâyet-i hâssa (husûsî vilâyet) de vilâyet-i Muhammedîdir ki, tam fenâ ve ekmel (en olgun)bekâdır Bunda nefs, râdî ve mardîdir (İmâm-ı Rabbânî)

Mutlak Zuhûr:
Bir kayda bağlı olmayan zuhûr, akis Bir şeyin bir başka şeyde görünmesi meselâ insanın aynada, Hakk'ın, velînin kalb aynasında tecellî etmesi böyledir

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-03-2008   #52
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük



MUTMAİNNE:
1 İtmînân bulan, rahatlayan, huzur ve sükûna kavuşan
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
Biliniz ki kalbler ancak Allah'ın zikri ile mutmainne olur (Ra'd sûresi: 28)
2 İslâmiyet'in emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınarak ve Allahü teâlâyı zikrederek itminana huzur ve sükûna kavuşan, şüphe ve tereddütlerden kurtulan nefis
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey mutmainne nefs (Allahü teâlânın nîmetine şükür ve ibâdet mihnetine sabır eylemen sebebiyle) sen Rabbinin verdiği nîmetten râzı ve Rabbin de senden râzı olarak Rabbine dön Haydi benim (sâlih) kullarımın arasına dâhil ol (ve onlarla birlikte) Cennet'ime gir (Fecr sûresi: 27-30)
Bir insan, işlerini yaparken, İslâm dînine uyarsa, nefsi, emmârelikten (nefsinin kötülüğü emretmesinden) kurtulup mutmainne olur Bu zaman şehveti ve gadabı faydalı olarak çalıştırır (İmâm-ı Rabbânî)
Kalbin temiz ve nefsin mutmainne olduğunun alâmeti, bedenin İslâmiyet'e seve seve uymasıdır (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Evliyâlık derecelerinin sonu, kulluk makâmıdır Kulluk makâmının üstünde hiçbir makam yoktur Velîler Hakk'a doğrudurlar Peygamberlik de hem Hakk'a hem de halka doğru olup, birbirine engel olmaz Evliyânın nefisleri mutmainne olmuş ise de bedendeki maddelerin ihtiyaç ve istekleri vardır (İmâm-ı Rabbânî)
Nefs mutmainne olunca serkeşliği bırakır ve azgınlığı kalmaz (İmâm-ı Rabbânî)

MUVÂCEHE-İ SEÂDET:
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek kabrinin bulunduğu Hücre-i Seâdetin (odanın) kıble tarafında ziyâret sırasında önünde durulan duvar
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem kabrini ziyâret etmek isteyen kimse, Bâb-ı Selâm (Selâm kapısı) veya Bâb-ı Cibrîl'den (Cibrîl kapısı) Peygamber efendimizin mescidine girip minber-i şerîf yanında iki rek'at tehıyyet-ül-mescîd (câmiye girince kılınması sünnet olan) namazı, sonra iki rek'at da şükür namazı kılar ve duâ eder Duâdan sonra kalkıp edeble Hücre-i seâdete gelir Yüzünü Muvâcehe-i seâdet duvarına karşı, arkasını kıbleye dönerek, Resûlullah'ın mübârek yüzüne karşı iki me tre kadar uzakta edeble durur Resûlullah'ın kendisini gördüğünü, selâmını, duâlarını işittiğini ve cevap verdiğini, âmin dediğini düşünür "Esselâmü aleyke yâ Seyyidî, Yâ Resûlallah" diyerek ziyâret esnâsında okunacak duâyı okur Emânet olan selâmları söyler Sonra salevât okuyup, dilediği duâyı okur (Abdullah Mûsulî, Şernblâlî)

MUVAHHİD:
1Allahü teâlânın birliğine inanan
Bir kimse, başkaları görmek için ibâdet eder veya Allahü teâlâ için eder ammâ başkasının görmesi de hoşuna giderse veya ibâdetinde başkasından bir karşılık, meselâ bir âferin sözü beklerse, o kimse şirkten kurtulmuş ve hâlis muvahhid olmaz (İmâm-ı Rabbânî)
2Tasavvufta, Allahü teâlâdan başka bir şey görmeyen, kendini ve başkalarını unutan (Bkz Tevhîd)
Muvahhidlerin gönlüne Allah'tan başka bir şey gelmez Kulakları, Allah'tan başka bir şey duymaz Gözleri, Allah'tan başka bir şey görmez Her ne duyar ne görürse, ondan ibret alır ve Allahü teâlânın büyüklüğünü düşünerek, O'na olan bağlılıkları artar (İmâm-ı Gazâlî)

MUVAKKAT:
Geçici belli bir vakte bağlı
Yedi kadın vardır ki, bunlarla muvakkat olarak evlenilemez Aradaki sebeb kalkınca, evlenmek helâl olur Bunlardan beşi, nikâh sebebi ile haramdır Bir adam, nikâhladığı (evlendiği) kadının kız kardeşi ile evlenemez Nikâhladığı kadın ölürse veya boş arsa, bunun kızkardeşi ile evlenebilir Bir kadın nikâhında iken, bu kadının halası veya teyzesini veya kardeşlerinin kızını da nikâhlamak haramdır Evlenmesi muvakkat haram olan yedi kadından altıncısı müşrik yâni kitapsız kâfir olan kadındır Müşri k müslüman olursa, evlenmek câiz olur Yedincisi ise, hür kadın ile evli iken, câriye (harpte alınan esir kadın) ile de nikâhlanmaktır (Mehmed Zihnî)

Muvakkat Nikâh:
Geçici nikâh Bir adamın, yüz sene de olsa, belli bir zaman sonra hanımını boşamağı söyleyerek, bütün şartlarına uygun yapılan ve harâm olan nikâh (Bkz Müt'a Nikâhı)
Hacca götürecek erkeği olmayan bir kadının, hacca gidebilmek için, hacca gitmekte olan bir erkek ile evlenmesi ve hacdan gelince boşanması, muvakkat nikâh olduğu için haramdır (Abdülganî Nablüsî)
Muvakkat nikâh, dört mezhebde de haramdır (Abdülvehhâb-ı Şa'rânî)

MUVATTÂ:
İmâm-ı Mâlik bin Enes hazretlerinin, derlediği (topladığı) hadîs kitâbı
Kütüb-i sitte denilen, doğru oldukları, bütün İslâm âlimleri tarafından tasdîk edilmiş olan altı hadîs kitâbından biri de Muvattâ'dır Bu kitâb, ilk yazılan hadîs kitâbıdır (Muhammed Tâhir, Abdülhak-ı Dehlevî)

MUZTAR:
Sıkışık, zor durumda olan, çâresiz
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, size ölüyü (Murdar hayvanı) , kanı, domuz etini, bir de Allah'tan başkası için kesileni, kesin olarak haram kıldı Fakat kim bunlardan yemeye muztar kalırsa, (kimseye) saldırmamak ve haddi (ölmeyecek miktârı) geçmemek şartıyla, onun üzerine günâh yoktur Şüphesiz ki, Allah çok bağışlayıcı ve çok merhâmet edicidir (Bekara sûresi: 173)
Muztar olana, piyasadaki en yüksek değerinden gaben-i fâhiş ile yüksek fiyata satmak fâsiddir (İbn-i Âbidîn)

MÜBÂDELE:
Bir şeyi diğer bir şeyle değişmek, değiştirmek, satış
Satış, malı mala rızâ ile mübâdele etmektir (İbrâhim Halebî)

MÜBÂHELE:
Lânetleşme Dar anlamda hazret-i Îsâ'nın ilâh ve Allahü teâlânın oğlu olduğunu söylemekte ısrâr eden ve bu inanışlarının yanlış olduğunu kabûl etmeyen hıristiyanlara, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem); " Gelin oğullarımızı, oğullarınızı, kadınlarımızı, kadınlarınızı, bizleri ve sizleri çağıralım, sonra hepimiz duâ edip, yalvaralım (Îsâ aleyhisselâmın durumu hakkında hangimiz) yalancı ise, Allahü teâlâ ona lânet etsin, diyelim" demesi emredilen Âl-i İmrân sûresinin altmış bi rinci âyet-i kerîmesi
Peygamber efendimize Necrân'dan bir hıristiyan hey'eti gelmişti İçlerinden ileri gelen üç kişi Peygamber efendimiz ile konuşmaya başladı Söz arasında Îsâ aleyhisselâm için bâzan "Allah", bâzan "Allah'ın oğlu" bâzan da; "Üç tanrıdan biridir" diyorla rdı Peygamber efendimiz bunları İslâm dînine dâvet etti Birkaç âyet-i kerîme okudu; îmâna gelmediler "Biz senden önce îmân ettik" dediler Resûlullah efendimiz; "Yalan söylüyorsunuz! Allah'ın oğlu var diyenin îmânı olmaz" buyurdu Bir müddet daha konuştular ise de, müslüman olmayıp inâd ettiler Bunun üzerine Allahü teâlâ Peygamber efendimize onları mübâheleye çağırmasını emretti Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem de onlara; "Bana inanmıyorsanız, gelin sizinle mübâhele edelim" buyurdu Necrân'dan gelen hıristiyan hey'eti içerisinde Şerhabîl adında biri; "Bunun peygamber olduğu her şeyden anlaşılıyor Bununla mübâhele edersek, ne biz kurtulur, ne de bizden sonra gelenlerimiz kurtulur Muhakkak bir belâya uğrarız" dedi Mübâhele etmekten kaçındılar ve; "Yâ Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)! Biz senden râzıyız Ne istersen sana verelim Eshâbından bir emîn kimseyi bizimle berâber gönder, vergimizi ona verelim" dediler ve gittiler Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sell em buyurdu ki: "Eğer onlar mübâhele etselerdi, maymuna ve hınzıra dönerlerdi Vâdileri ateş içinde kalırdı Allahü teâlâ Necrân'ı, ahâlisini, hattâ ağaçlar üzerindeki kuşlarını da helâk ederdi" (Muhammed bin Hamzâ, Senâullah Dehlevî)

MÜBÂREK:
Bereketli, feyizli, hayırlı, fâidesi bol
Yanımdan ayrılma yâ Ebâ Bekr! Bedenime ve kalbime gelen her sıkıntı, senin mübârek yüzünü görmekle hafifliyor Seninle, kalbim kuvvetleniyor (Hadîs-i şerîf-Meâric-ün-Nübüvve)
İbrâhim aleyhisselâm Mekke'ye geldi de; "İsmâil nerededir?" diye sordu İsmâil'in hanımı; "Ava gitti; buyursanız da, yemek yiyip su içseniz" dedi İbrâhim aleyhisselâm; "Yiyeceğiniz ve içeceğiniz nedir?" dedi İsmâil'in hanımı; "Taâmımız av eti, meşrûbatımız (içeceğimiz) de Zemzem suyudur" dedi İbrâhim aleyhisselâm da; "İlâhî! Bunların yiyip içeceklerini mübârek kıl" diye duâ etti (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)
Kalbin huzur ve sükûnuna yardım eden her şey mübârektir (İmâm-ı Rabbânî)
Kur'ân-ı kerîmin her harfi mübârektir (İbn-i Hacer)
Mübârek beldelere gittiğinde kalbin uyanık olsun Orada Resûlullah efendimizin ve arkadaşlarının gezdiğini, oturduğunu unutma O mübârek toprakların kıymetini bil (Dâvûd bin Süleymân Bağdâdî)

Mübârek Geceler:
İslâm dîninin kıymet verdiği geceler Kadir, Arefe, Fıtr ve Kurban bayramı ile Mevlid, Berât, Mi'râc, Regâib, Muharrem, Aşûre geceleri (Bkz İlgili Maddeler)
Mübârek gecelere saygı göstermelidir Saygı göstermek, günâh işlememekle, ibâdet yapmakla olur Allahü teâlâ kullarına çok acıdığı için, bâzı gecelere kıymet vermiş, bu gecelerdeki, duâ ve tövbeleri kabûl edeceğini bildirmiştir Kullarının çok ibâdet yapması, duâ ve tövbe etmeleri için bu geceleri sebeb kılmıştır (Muhammed Rebhâmî)
Mübârek geceleri ihyâ etmeli, yâni kazâ namazları kılmalı, Kur'ân-ı kerîm okumalı; duâ, tövbe etmeli, sadaka vermeli, müslümanları sevindirmeli, bunların sevâblarını ölülere de göndermelidir (Muhammed Rebhâmî)

MÜBÂŞERET-İ FÂHİŞE:
Kadın ile erkeğin, çıplak olarak çirkin yerlerini birbiriyle sürtünmesi
Mübâşeret-i fâhişe, erkeğin de kadının da abdestini bozar (İbrâhim Halebî)

MÜBDÎ (El-Mübdî):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden) Benzeri, nümûnesi olmayan, varlıkları yoktan var eden

MÜBECCEL:
Yüceltilmiş, muhterem, azîz, büyük saygı gösterilen (Bkz Tebcîl)
Mevlid gecesi ve günü mübecceldir, mukaddestir, mükerremdir Şerefi kıymeti çoktur (Celâleddîn Abdurrahmân Kettânî)


MÜBELLİĞ:
1 Tebliğ eden, bildiren, duyuran
Dinleri, emirleri ve yasakları koyan Allahü teâlâdırMübelliği ise, Allah'ın peygamberidir (Seyyid Abdülhakîm)
2 Aynı namazı imâma tâbi olarak kılarken onun aldığı namaz tekbirlerini arka saflardaki cemâate duyuran kimse
Mübelliğ olan kimsenin, aynı namazı kılması lâzımdır Aynı namazı kılmayan, dışardan birinin sesine uyan cemâatin namazları olmaz (İbn-i Âbidîn)
Cemâatin yalnız imâmın sesine değil, aynı namazı kılan mübelliğin sesine uyması da câizdir Böyle olmayan seslere uyanların namazı olmaz (Halebî, Dâmâd, İbn-i Âbidîn)

MÜBEŞŞİR:
1 Kabirde, mü'minlere suâl soran melek (Bkz Münker ve Nekîr)
2 Müjdeleyici mânâsına Peygamber efendimizin isimlerinden
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Şüphesiz biz seni şâhid, mübeşşir ve nezîr (azâb ile korkutucu) olarak gönderdik (Feth sûresi: 8)

MÜBTEDİ':
Bid'at sâhibi Dinde değişiklik meydana getiren, dinde olmayan bir şeyi varmış gibi gösteren, dinde eksiklik ve fazlalık olduğunu söyleyerek değişiklik yapan Ehl-i bid'at
Mübtedi' ve ehl-i hevâ (isteklerinin esîri), İslâmiyet'e değil, nefslerine uyarlar Yetmiş iki sapık fırka böyledirBunlardan bâzısının îtikâdı, küfre (dinden çıkmaya) sebeb olmaktadır (İbn-i Nüceym)
Mi'râcda Resûlullah'ın Mekke'den Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya götürüldüğüne inanmayan îmânsız olur Göklere ve bilinmeyen yerlere götürüldüğüne inanmayan ise, mübtedi' olur (İsmâil Hakkı)
Mübtedi'nin cenâzesinde bulunan kimse, dönünceye kadar hep Allahü teâlânın gadabındadır (İmâm-ı Rabbânî)
Her mübtedi' ve sapık, kendi îtikâdını Kitab ve sünnete uygun bilir ve kendi kısa ve eksik anlayışı miktârınca Kitab ve sünnetten, uygunsuz mânâlar çıkarır (İmâm-ı Rabbânî)

MÜBTEDÎ:
Tasavvufta ve diğer dînî ilimlerde henüz başlangıçta olan
Büyüklerden biri buyurdu ki: Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin sevdiklerinden birkaçına yazmış olduğu mektûblardan ve risâlelerden meydana gelen Fıkarât kitabı, başlangıçta olan mârifetleri mübtedîlere anlatmak için yazılmıştır "İnsanlara akılları erdiği kadar söyleyiniz!" gözetilerek yazılmıştır (İmâm-ı Rabbânî)

MÜCÂDELE:
Karşısındakinin câhilliğini veya haksızlığını ortaya koymak ve kendisinin akıl, fazîlet ve şeref bakımından üstün olduğunu isbât etmek için iki kişinin bir şey üzerinde tartışması
Haksız olduğu hâlde mücâdeleden vazgeçen kimseye Allahü teâlâ Cennet'in kenâr yerinde bir ev inşâ ettirir Haklı olduğu hâlde mücâdeleden kaçınan kimseye ise, Cennet'in ortasında bir köşk inşâ ettirir (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, İbn-i Mâce)
Mücâdeleyi terkedin; zîrâ onun kârı azdır Mücâdeleyi terk edin, faydası az olduğu gibi dostlar arasına hüsûmetin (düşmanlığın) girmesine sebeb olur (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Kardeşinle mücâdele etme, onunla alay etme, ona verdiğin sözden dönme! (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Âdî (aşağı) kimselerle mücâdele etme; seni üzerler Halîm (yumuşak) kimselerle mücâdele etme sana küserler (İbn-i Abbâs)
Dostlar arasında kin ateşini en kuvvetli tutuşturan; münâkaşa ve mücâdeledir (İmâm-ı Gazâlî)

Mücâdele Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin elli sekizinci sûresi
Mücâdele sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi) Yirmi iki âyet-i kerîmedir Birinci âyetinde geçen Mücâdele kelimesinden dolayı sûreye, Sûret-ül-Mücâdele denilmiştir Sûrede; cemiyet ve muâşeret âdâbı (insanların birbirleri ile olan münâsebetlerinde tut acakları yol) ve Resûl-i ekremin aleyhinde gizli teşebbüslerde bulunan yahûdîler ile bunların destekçileri olan münâfıkların (iki yüzlülerin) kötülendiği bildirilmektedir (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî)
Allahü teâlâ, Mücâdele sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâya ve kıyâmet gününe îmân edenler, Allahü teâlânın düşmanlarını sevmezler O kâfirler ve münâfıklar, mü'minlerin anaları, babaları, oğulları, kardeşleri ve başka yakınları olsa da, bunları sevmezler Böyle olan mü'minleri Cennet'e koyacağım (Âyet: 22)
Kim Mücâdele sûresini okursa, kıyâmet günü Allahü teâlânın râzı olduğu kimselerden yazılır (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

MÜCÂHEDE:
1 Çalışma, mücâdele etme, uğraşma, cihâd etme
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Bizim uğrumuzda mücâhede edenlere gelince, elbette biz onlara yollarımızı gösteririz Şüphesiz ki Allah, her hâlde muhsinlerle (iyilik edenlerle) berâberdir (Ankebût sûresi: 69)
Gerçek mü'minler; Allahü teâlâya ve Resûlüne îmân edip, sonra şüphe etmeyerek, Allah uğrunda mal ve canlarıyla mücâhede edenlerdir İşte sâdık olanlar bunlardır (Hucurât sûresi: 15)
Çoluk-çocuğunun geçimini helâlinden te'mine çalışan, Allahü teâlânın yolunda mücâhede eden gibidir (Hadîs-i şerîf-İhyâ, Müsned-i Firdevsî)
Resûl-i ekreme insanların en efdâli kimdir diye sorulunca; "Canı ve malı ile Allah yolunda mücâhede eden mü'mindir" buyurdular (Buhârî ve Müslim)
2 Nefse zor gelen, nefsin istemediği şeyleri yapma
Bir kimse bin sene ibâdet etse ve sıkıntılı riyâzetler çekse (nefsin istediklerini yapmama) ve sıkı mücâhede yapsa, eğer bir peygambere (aleyhisselâm) uymamış ise, bütün bu çalışmalarının bir arpa kadar kıymeti olmaz Çölde görülen serâb gibi hiçbir şeye yaramaz Hiçbir iş olmayan yâni bir şeye yaramayan uyku bile, meselâ, gün ortasında bir parça uyumak (kaylûle yapmak), o büyüklerin emrine uyarak yapılınca, onlara uymadan yapılan, bin sene ibâdetten, mücâhededen kat kat daha kıymetli olur (İmâm-ı Rabbânî)
Açlık ve nefisle mücâhede, hârika ve kerâmeti (olağanüstü şeyleri) arttırır Evliyânın sohbeti ise, kalbe zikri yerleştirir Sünnete (dînimizin emir ve yasaklarına)tâbi olmayı (uymayı) kolaylaştırır (Seyfeddîn Fârûkî)
İbâdet yapmaktan maksad; hem mücâhede yaparak, nefsi terbiye etmek, hem de kalbe ferahlık getirmek, kalbi Allahü teâlaya bağlamak içindir (Ali bin Emrullah)
Hevâ (nefsin arzu ve istekleri) ancak mücâhede ile azalıp yok olur (Muhammed Hâdimî)

MÜCÂHİD:
Allah yolunda din düşmanları ile çarpışan, cihâd eden
Benim yolumda mücâhid kimse, benim uhdemdedir (zimmetimdedir) Rûhunu kabzedersem onu Cennet'e vâris ederim Memleketine döndürürsem sevâb veya ganâimle (harpte alınan mallarla) döndürürüm (Hadîs-i kudsî-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Fîsebîlillah (Allah yolunda) mücâhid olanlar en ufak bir zorlama ile bir senelik oruç bedeli ve bir senelik gece ibâdeti hak ederler (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Allah yolundaki bir mücâhidin hâli, gündüz oruç tutup gece ibâdet eden bir kimseye benzer Tâ ki dönünceye kadar (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Mücâhidlere ezâ vermekten Allah'tan korkun Muhakkak ki Allah, peygamberlerine ilişenlere gadab ettiği gibi, onlar için de gadab eder Peygamberlerin duâsını kabûl buyurduğu gibi, onların duâsını da kabûl buyurur (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
İnsanların peygamberlik derecesine en yakın olanı âlim ve mücâhidlerdir Âlimler, peygamberlerin emirleri ile insanları irşâd ederler Mücâhidler ise, peygamberlerin emri üzere silâhlarıyla harbederler (İmâm-ı Gazâlî)
Hiç kimseyi gıybet etmemeli, çekiştirmemeli, gıybet yapana mâni olmalıdır Emr-i mârûfu ve nehy-i münkeri, yâni nasîhati elden kaçırmamalıdır Fakirlere, mücâhidlere, mal ile yardım etmelidir Hayır, hasenât yapmalıdır Günâh işlemekten sakınmalıdır (Muhammed Ma'sûm)

MÜCÂVİR:
Komşu Memleketini ve yurdunu terk ederek, zamânını Haremeyn-i şerîfeynde yâni Mekke-i mükerremedeki Mescid-i Harâm'da ve Medîne-i münevverede ise Mescid-i Nebî'de (Peygamber efendimizin mescidinde) ibâdetle geçiren kimse

MÜCEDDÎD:
Yenileyici, kuvvetlendirici İslâm dînini kuvvetlendiren, bid'atleri yâni İslâm dînine sokulmak istenen reformları, hurâfeleri söküp atan ve sünnetleri ortaya çıkaran âlim
Her yüz senede bir müceddîd zâhir olur (ortaya çıkar) Ümmetimin işlerini yeniler (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Bu ümmet, ümmetlerin en iyisi olduğu ve bu ümmetin Peygamberi, peygamberlerin sonuncusu olduğu için, bunların âlimlerine, İsrâiloğullarının peygamberlerinin mertebesi verilmiştir Peygamberlerin vazîfeleri, bu âlimlere yaptırılmaktadır Bunun için he r yüz sene başında, bu ümmetin âlimleri arasından bir müceddîd seçerler Hele bin sene geçince, geçmiş ümmetlerde bir ülü'l-azm peygamber gönderdikleri ve onun işini bir nebîye (her yüz senede bir gönderilen peygambere) bırakmadıkları gibi, bu ümmett e de, tam bilgili bir âlim seçilir Bu zât, geçmiş ümmetlerdeki ülü'l-azm peygamberlerin işini yapar (Ahmed Fârûkî)
Rüyâda Resûlullah efendimizi gördüm Bir minber (câmilerde hutbe okunan yer) üzerinde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini medh ederek (överek) şöyle buyurdu: "Ümmetim içinde onunla iftihâr ediyorum (övünüyorum) Allahü teâlâ onu, ümmetim arasında müceddîd k ıldı" (Mîr Hüsâmeddîn)

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-03-2008   #53
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük



Müceddîd-i Elf-i Sânî:
Hicrî ikinci bin yılının yenileyicisi mânâsına İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin lakabı
İmâm-ı Rabbânî hazretlerine ilk defâ, Müceddîd-i elf-i sânî ismini veren, zamânının en büyük âlimlerinden Abdülhakîm-i Siyalkûtî'dir (Muhammed Hâşim-i Keşmî)
Sultanlar içinde Ömer bin Abdülazîz, din bilgilerinde İmâm-ı Şâfiî, tasavvufta (bir müslümanın İslâm ahlâkı ile ahlâklanması için lâzım olan bilgileri ve yolları öğreten ilimde) Ma'rûf-i Kerhî, esrâr (sırlar, gizli) bilgilerinde İmâm-ı Muhammed Gazâl î, feyz vermekte ve kerâmetler göstermekte Abdülkâdir-i Geylânî, hadîs ilminde Celâlüddîn-i Süyûtî, tarîkat, hakîkat ve akâid yâni îmânla ilgili bilgilerin inceliklerini açıklamakta ve kalblere akıtmakta İmâm-ı Ahmed Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî, müceddîd idiler Hepsi, İslâmiyet'in yayılmasına, kuvvetlenmesine hizmet ettiler (Abdullah-ı Dehlevî)
İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî, derin âlim, büyük velî idi Müctehîd yâni Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran âlim idi İslâm âlimlerinin göz bebeğidir Âlimlerin önderi, velîlerin baş tâcı idi Resûlullah efendimizin güzel ahlâ kını açıklayan bir deryâdır İmâm-ı Rabbânî'yi sevenler, mü'min ve müttekî olanlar yâni Allahü teâlâdan korkup, haramlardan kaçanlardır Sevmeyenler münâfıklar yâni içi dışı başka, iki yüzlü olanlardır İslâm memleketleri, hazret-i Müceddîd'in feyz ve nûrları ile doldu İnsanda bulunacak her üstünlüğü, Allahü teâlâ İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî hazretlerine vermiştir Vermediği yalnız peygamberlik makâmı kalmıştır (Şâh-ı Dehlevî)
İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî hazretlerinin buyurduğu kıymetli sözlerden bâzıları şunlardır:
İbâdetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allahü teâlâya en çok yaklaştıran şey namazdır
Ölmek, felâket değildir Öldükten sonra, başına gelecekleri bilmemek felâkettir
Dünyâyı ele geçirmek için âhireti vermek ve insanlara yaranmak için Allahü teâlâyı bırakmak, ahmaklıktır Kur'ândan, hadîslerden sonra gelir eserin Rûhlara şifâ olan, o mübârek sözlerin Başkumandanısın sen velîlerin, erlerin Ve Müceddîd-i elf-i sânî adını alan
(M Sıddîk Gümüş)

MÜCEDDİDİYYE:
Evliyânın büyüklerinden müslümanların gözbebeği İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin tasavvuftaki yolu
Müceddidiyye büyükleri buyurdular ki: "Allahü teâlânın ahlâkı ile huylanmağa, Hakk-ul-yakîn denir Bu hâl, insanın şuûrunu kaplayınca kalb nûrlanır" (Abdullah-ı Dehlevî)

MÜCESSİME:
Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih (mânâsı kapalı) âyetleri, zâhir (görünen)mânâsına göre açıklayıp, Allahü teâlânın el ve yüz gibi organlarının bulunduğunu, dolayısıyla madde ve cisim olduğunu iddiâ ederek doğru yoldan ayrılan bozuk fırka Bu fırkaya müşe bbihe de denir (Bkz Müşebbihe)
Allahü teâlâya madde diyen mücessime adındaki kâfirler burada çok yanıldılar Allahü teâlâyı insan şeklinde, sûretinde sandılar Ahmak oldukları için insanlarda olduğu gibi, Allahü teâlânın organları, duygu âletleri var dediler Böylece doğru yoldan saptılar Çok kimseleri de saptırdılar (İmâm-ı Rabbânî)
Mücessime ve müşebbihe fırkaları; Allahü teâlâ cisim gibidir; Arş üzerinde oturur, iner yürür şeklinde inandıkları için îmânsız olmaktadırlar (Şehristânî)

MÜCÎB (El-Mücîb):
Kullarının duâlarını kabûl eden mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından
Dert ve belâlar gelince, Allahü teâlâya sığınmalı, âfiyet vermesi, kurtarması için duâ etmeli, O'na yalvarmalıdır Allahü teâlâ duâ edenleri, sıhhat ve selâmet isteyenleri sever O mücîbdir (İmâm-ı Rabbânî)

MÜCMEL:
Bir açıklayıcı tarafından, açıklanmadıkça mânâsı anlaşılmayan kapalı lafız (söz)
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: İnsan, hırslı ve sabrı az yaratıldı (Meâric sûresi: 19) Âyet-i kerîmede hırslı ve sabrı az mânâsına olan "helû" lafzı mücmel olup, ondan sonra gelen; "Ona bir sıkıntı dokunursa, feryâd eder Ona hayır (mal) isâbet ederse cimrilik eder" (Meâric sûresi: 20,21) âyet-i kerîmeleri ile açıklanmıştır (Serahsî)
Ahkâm (hükümlerle ilgili) âyetlerinin ekserisi, mücmeldir Bunların çoğunu Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem açıklamıştır Meselâ, mücmel olan salât lafzını; "Ben nasıl salât (namaz) kılıyorsam, siz de öyle kılın" buyurarak îzâh etmişlerdir (Serahsî)
Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Eshâb-ı kirâmdan (radıyallahü anhüm) gelen haberlere ve âlimlerin tefsîrlerine ve tefsîr ilminin usûlüne bakmadan ve Kureyş lügatını bilmeden ve hakîkat (sözün hakîki, asıl mânâsı) ile mecâzî (hakîki ol mayan mânâsını) düşünmeden, mücmel, mufassal (geniş mânâsını), umûmî ve husûsî olanları birbirinden ayırmadan ve âyet-i kerîmelerin indirilme sebebleri gibi daha pekçok şeyi araştırmadan verilen mânâyı, Allahü teâlânın murâdı, kasdettiği mânâ diye sö ylemek doğru değildir (Abdülhakîm Arvâsî)

MÜCRİM:
Kâfir Günâhkâr
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
(Ey nîmetleri inkâr eden kâfirler!) Az bir zaman (ölünceye kadar) dünyâda, hayvanlar gibi yiyin, için, zevk edinin Şüphesiz ki siz mücrimlersiniz (Mürselât sûresi: 46)
Kıyâmet günü, yâni insanlar dirilip bir araya geldikleri gün, Allahü teâlânın emriyle, Resûlullah efendimiz, Kur'ân-ı kerîmi gâyet güzel ve tatlı bir şekilde okur, mü'minlerin (Allah'a ve Resûlullah efendimize inanıp îmân edenlerin) yüzleri güler ve sevinirler Kur'ânı kerîme inanmayanların yüzleri gâyet çirkin olur Bu anda bir nidâ (ses) gelir ki: "Ey mücrimler! Şimdi sizler ayrılınız!" denir O zaman, herkesi büyük bir korku alır (İmâm-ı Gazâlî-Kıyâmet ve Âhiret)
Sırât yâni Cehennem'in üzerine kurulacak köprüden geçemeyip düşen mücrimler, Cehennem hazenesine yâni azâb meleklerine teslim olunurlar Ağlayıp inlemeğe başlarlar (İmâm-ı Gazâlî)

MÜCTEBÂ:
Seçilmiş mânâsına, Resûlullah efendimizin mübârek sıfatlarından Eğer ümmet isen, ol müctebâya, Uymalısın sünnet-i Mustafâ-yı safâya
(M Sıddîk Gümüş)

MÜCTEHİD:
İctihâd makâmına yâni Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîf ve diğer dînî delillerden hüküm çıkarma derecesine yükselmiş büyük din âlimi Bütün İslâm ilimleri ve zamânın fen bilgilerinde söz sâhibi âlim (Bkz İctihâd)
Yanılan müctehide bir sevâb, doğruyu bulana iki veya on sevâb vardır İki sevâbdan birincisi, ictihâd etmek (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarma) sevâbıdır İkincisi, doğruyu bulmak sevâbıdır (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
İctihâd makâmına varan âlimlerin kendi ictihâdlarına (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden çıkardıkları hükümlere) göre hareket etmeleri lâzımdırBaşka müctehide uymaları câiz (uygun) değildir İctihâd, ibâdet yâni Allahü teâlânın emri olduğundan, h içbir müctehid, diğer müctehidin ictihâdına yanlış dememiştir (İbn-i Nüceym)

Müctehid Fil-Mes'ele:
Mezheb reîsinin (imâmının) bildirmediği mes'eleler için mezhebin usûl ve kâidelerine göre hüküm çıkaran İslâm âlimi
Müctehid fil-mes'elenin, çıkan mes'elelere âit çıkardığı hükümlerin, mezheb reisinin koyduğu esaslara uygun olması şarttır Hassâf, Tahâvî, Kerhî, Şems-ül-eimme Hulvânî, Şems-ül-eimme Serahsî, Pezdevî ve benzerleri olan derin âlimler, bu üçüncü tabak adan olan müctehidlerdir (Kemâl Paşazâde, Ahmed bin Süleymân)

Müctehid Fil-Mezheb:
Mezhebde müctehid; mezheb reisinin (imâmının) koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dört delîlden (Kitâb, yâni Kur'ân-ı kerîm, sünnet, icmâ', kıyâs, (Bkz İlgili maddeler) hüküm çıkaran İslâm âlimi Buna, müctehid-i mukayyed ve müctehid-i müntesib de den ir
Ebû Yûsuf, İmâm-ı Muhammed Şeybânî ve İmâm-ı a'zâm'ın bunların derecesindeki diğer talebeleri, müctehid fil-mezhebdirBunların çıkardıkları hükümlerden bâzıları, İmâm-ı a'zam'ın çıkarmış olduğu hükümlere uymayabilir İctihâd derecesine yükseldikleri için, kendi çıkardıkları hükümlere uymaları şarttır (Kemâl Paşazâde Ahmed bin Süleymân)
Müctehid fil-mezheb olan İmâm-ı Muhammed Şeybânî, din bilgilerinde bin kadar kitâb yazmıştırTalebesinden olan İmâm-ı Şâfiî'nin annesini nikâh ettiği için, vefât edince, kitâbları İmâm-ı Şâfiî'ye kalarak, onun bilgisinin artmasına vesîle olmuştur Bu nun için İmâm-ı Şâfiî; "Yemin ederim ki, fıkıh (dînî hükümler konusundaki) bilgim, İmâm-ı Muhammed'in kitablarını okumakla arttı Fıkıh bilgisini derinleştirmek isteyen, Ebû Hanîfe'nin talebesi ile berâber bulunsun" buyurdu (Ahmed Zühdü)
Müctehîd fil-mezheb olan âlim, kendi mezheb imâmına uymaz Kendi re'yi ile fetvâ (dînî suâllere cevâb) verir Fakat delîlleri, mezheb imâmının usûl ve kâidelerine göre arar Bu kâidelerin dışına çıkmaz (İmâm-ı Süyûtî)
Müftî, mutlak müctehid değilse (Bkz Müftî) , müctehid fil-mezheb olması lâzımdır Böyle olmayana müftî denilmez, nâkil dînî hükümleri, fetvâları nakleden denir (İbn-i Âbidîn)

Müctehid-i Fiş-Şer':
Dînî hükümleri, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden çıkarırken, kendine mahsûs kâide ve usûl koyan mezheb sâhibi müctehid Buna müctehid-i mutlak da denir (Bkz Müctehid-i Mutlak)
Dört mezhebdeki fukahâ (dînî hükümleri bildiren fıkıh âlimleri), yedi derecedirBirincisi, müctehid-i fiş-şer' olan tabakadır Dört mezhebin imâmları böyledir (Ahmed Cevdet Paşa)

Müctehid-i Mukayyed:
Mezheb imâmının koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, delîllerden yeni hükümler çıkaran İslâm âlimi Mukayyed müctehid (Bkz Müctehid fil-Mezheb)
Müslümanlar, ya müctehid (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden mânâ, hüküm çıkaran İslâm âlimi) olur, yâhut ictihâd derecesine yükselmemiştir Müctehid de, ya mutlak müctehid (Bkz Müctehid-i Mutlak) olur, yâhut müctehid-i mukayyed olur Mutlak müct ehidin, başka bir müctehidi taklîd etmesi câiz değildir Kendi ictihâdına uyması lâzımdır Mukayyed müctehidin ise, bir mutlak müctehidin mezhebinin usûllerine uyması vâcibdir (gereklidir) Bu usûllere uyarak yapacağı kendi ictihâdına (hükmüne) uyar (Abdülganî Nablüsî)

Müctehid-i Mutlak:
Dînî hükümleri, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden ve diğer dînî delillerden (kaynaklardan) istinbât ederken, çıkarırken kendine mahsûs kâide ve usûl koyan müctehid Buna, müctehid fiş-şer' ve müctehid-i müstekıl de denir
Dört mezhebin imâmları, müctehid-i mutlaktır Bu dört imâmdan sonra müctehid-i mutlak yetişmedi Hiçbir âlim müctehid-i mutlak olduğunu iddiâ etmedi Yalnız,Muhammed Cerîr-i Taberî bu iddiâda bulundu ise de, hiçbir âlim bu sözünü kabûl etmedi (İmâm-ı Şa'rânî)
Hicretin dört yüz senesi geçtikten sonra müctehid-i mutlak yetişmediği için, bu târihten sonra gelen âlimleri taklîd etmek câiz değildirBu târihten evvel yetişmiş olan bir müctehidin mezhebini öğrenmek için, âlimlerin sözbirliği ile kabûl ettikleri İslâmî hükümleri bildiren fıkıh kitablarını okumak lâzımdır (İmâm-ı Menâvî)
Nisâ sûresinin, elli sekizinci âyetinde meâlen; "Uyuşamadığınız din işlerinde, Kitâba (Kur'ân-ı kerîme) ve Sünnete (Hadîs-i şerîflere) mürâcaat edin" buyrulmaktadır Bu emir, müctehid-i mutlak olan âlime uymak için emirdir (Mahmûd bin Abdülgayyûr Pişâvûrî)

Müctehid-i Müntesib:
Mezheb reîsinin (imâmının) koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, edille-i şer'iyyeden (dört ana delîlden) hüküm çıkaran İslâm âlimi Buna, müctehid fil-mezheb (mezhebde müctehid) de denir (Bkz Müctehid fil-Mezheb)
Müctehid-i müntesib, delîl aramakta ve hüküm çıkarmakta, mezhebinin imâmını taklîd etmez Fakat delîlleri, mezheb imâmının kâidelerine göre arar İmâmının yolunda, mezhebinde olduğu için, onun mezhebinde olduğu söylenir (Bedreddîn Zerkeşî)

Müctehid-i Müstekıl:
Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden doğrudan hüküm çıkarabilen ve kendine mahsûs kâide ve usûl koyan mezheb sâhibi müctehid Buna, mutlak müctehid de denir

MÜD:
Sekiz yüz yetmiş beş gram ağırlığında bir ağırlık birimi
Ümmetimden herhangi biri Uhud dağı kadar altın sadaka verse, Eshâbımın bir müd arpa sadakasına verilen sevâba kavuşamaz (Hadîs-i şerîf-Savâik-ül-Muhrika)
Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm, bir müd su ile abdest alır, bir sa' (42 litre) su ile gusl ederdi (İbn-i Âbidîn)

MÜDÂHENE:
Aldatmak, iki yüzlülük etmek, hîle ve yağcılık etmek Kudreti olduğu, gücü yettiği hâlde dindeki gevşekliği sebebiyle haram işleyene mâni olmamak
Sıkılmadan açıkça harâm işleyen kimseyi gîbet etmek câiz olduğu gibi, şerlerinden korunmak için bunlara müdârâ etmek de câizdir Fakat müdârâ, müdâhene şeklini almamalıdır (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Haram işleyene veya yanında bulunanlara olan saygısı, yâhut dîne olan bağlılığının gevşekliği, müdâheneye sebeb olur Dînine veya dünyâsına veya başkalarına zarar olmadığı zaman, haram ve mekrûh işleyene mâni olmak lâzımdırMâni olmamak, susmak harâm olur Müdâhene etmek, haram işlemeğe râzı olmağı gösterir (Muhammed Hâdimî)
Muhabbete müdâhene sığmaz (İmâm-ı Rabbânî)
Müdâhene edenlerin kabirden maymun ve hınzır şeklinde kalkacakları hadîs-i şerîfte bildirildi (Seyyid Alizâde)

MÜDÂRÂ:
Dîni ve dünyâyı zarardan kurtarmak için, dünyâ menfaatinden vermek veya belâyı dünyâ menfaati ile savmak
Allahü teâlâ bana, farzları yerine getirmeyi emrettiği gibi, insanlara müdârâ etmeyi de emretti (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Müdârâ ederken tatlı dilli ve güler yüzlü olmak lâzımdırTalebeye ders verirken de müdârâ yapılır (Muhammed Hâdimî)
Düşmandan âciz duruma düşersen, müdârâ ederek latîfe yolunu tut Çünkü latîfe kalb kazanır (İmâm-ı Mâverdî)
İnsanlar üç kısımdır: Bir kısmı gıdâ gibidir Herkese, her zaman lâzımdır İkinci kısmı, ilaç gibidirler İhtiyaç zamânında lâzım olur Üçüncü kısmı, hastalık gibidir Bunlara ihtiyâç olmaz Fakat kendileri insanlara musallat olurlar, bulaşırlar Bun lardan kurtulmak için, müdârâ etmek lâzımdır (İmâm-ı Gazâlî) Dostlara mürüvvet (mertlik), Düşmanlara müdârâ etmeli
(Sâ'dî-i Şîrâzî)

MÜDDESSİR SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yetmiş dördüncü sûresi
Müddessir sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi) Elli iki âyet-i kerîmedir İlk âyet-i kerîmede geçen Müddessir kelimesinden dolayı sûreye, Sûret-ül-Müddessir denilmiştirMüddessir; örtüsüne bürünen, demektir Sûrede, Peygamber efendimize; inkâr yolunda olanları uyarması, Allahü teâlâyı tekbir etmesi, yüceltmesi, sabırlı olması vs emredilip, inkârcıların uğrayacakları cezâlar bildirilmiş, iyilerle kötülerin mukâyesesi yapılmıştır (İbn-i Abbâs, Katâde, Râzî, Kurtubî)
Allahü teâlâ Müddessir sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Ey örtüye bürünen (Muhammed) ! Kalk da bildir! Rabbini tekbîr et! Giydiklerini temiz tut! Kötü şeylerden sakın Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma! Rabbin için sabret (Âyet: 1-7)
Kim Müddessir sûresini okursa, Allahü teâlâ, Muhammed'i (aleyhisselâm) tasdîk (inanan) ve tekzîb edenlerin (inanmayanların) adedinin on katı sevâb verir (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

MÜDEBBER:
Âzâd olması yâni serbest bırakılıp, hürriyetine kavuşması, efendisinin vefâtına (ölümüne) bağlı kılınan köle Böyle olan kadına müdebbere denir
Şunlara zekât verilmesi câiz değildir: 1)Deliye, 2)Kâfire, 3)Zenginlere, 4)Usûl (Baba-dede) ve furûuna (çocuğuna, çocuğunun çocuklarına), 5)Zevcesine (hanımına), 6)Kölesine, 7)Mukâtebesine, yâni efendisine belirli bir miktâr para vermekle âzâd olacak kölesine, 8)Müdebberine, 9) Kadının kocasına zekât vermesi ihtilâflı olup, esahh olan (en doğrusu) vermemektir 10)Bir kimseyi yabancı sanarak, evlâdı çıksa ve müslüman sanarak kâfir çıksa, bunlara zekât verilmez ise de, bilinmeyerek verilmiş ise, e sahh olan iâde edilmez Meyyitin (ölünün) kefeni için de zekât verilmezBir kimse zekâtını fakirden alacağına da sayamaz (Kudbüddîn İznikî)

MÜDELLES HADÎS:
Resûlullah efendimizin hadîs-i şerîflerini toplama işinde, baştan yalnız birinci râvisi (rivâyet edeni, nakledeni) bildirilmeyen hadîs (Bkz Hadîs)

MÜDERRİS:
Medreselerde ders veren öğretim üyesi, profesör
Osmanlılarda müderris tâyininde, vücûd, zihin ve karakter özelliklerine bakılır, sempatik, akıllı, kültürlü, anlayışlı, adâletli, iffetli, cömerd ve gözü-gönlü tok olmasına dikkat edilirdi Hâl ve hareketlerinin, huyunun güzel olması her hâli ile tal ebelerine örnek olması arzu edilirdi (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)
Selâhaddîn Eyyûbî Fâtımî sapıklarını Mısır'dan temizleyince, İmâm-ı Şâfiî'nin türbesinin yanına bir medrese yaptırıp, Mecmeddîn Hubuşânî'yi müderris tâyin eyledi (İbn-i Hallikân)
Kara Çelebi diye tanınan Muhammed bin Hüsâmeddîn Abdullah, müderrisliği müddetince Muhammed aleyhisselâmın yolunu, dîn-i İslâm'ın yüksek hükümlerini talebelere en güzel bir şekilde anlattı ve öğretti (Mecdî Efendi)

MÜDRİK:
Cemâatle namaz kılarken iftitah (başlama) tekbirini imâmla birlikte alan, namaza imâmla birlikte başlayan ve namazın başından sonuna kadar imâma uyan, birlikte kılan

MÜDRİKE:
İdrak edici, anlayıcı, bilici kuvvet
İnsan rûhu, yalnız insanlarda bulunur Bu rûhun da iki kuvveti vardır İnsan, bu iki kuvvet ile hayvanlardan ayrılmaktadır Bu iki kuvvetten birisi idrâk edici olan Kuvve-i âlime ve müdrike denilen bilici kuvvettir İkincisi, hareket kuvvetidir (Ali bin Emrullah)
Müdrike kuvvetleri üçtür Biri, görünen his organlarındaki kuvvetler olup, bunlar insanda bulunduğu gibi, hayvanlarda da vardır İkincisi, akıl kuvvetleri olup, hiss-i müşterek, hâfıza, vâhime, mütesarrıfa ve hazânet-ül-hayâl denilen görünmeyen beş h is organındaki kuvvetlerdir Bu kuvvetler insanlara mahsûstur Hayvanlarda yoktur Üçüncüsü mânevî kuvvet olup, insanların havâssına, yüksek olan seçilmiş kimselere mahsûstur Mânevî kuvvetle anlaşılan şeyler, akıl ve his kuvvetleriyle anlaşılamaz Akıl kuvvetleriyle anlaşılan şeyleri, insan, hayvanların en üstünü olan ata, senelerce uğraşsa anlatamaz Bunun gibi, mânevî kuvvetle anlaşılanları, meselâ mârifetullahı, Allahü teâlâyı tanımayı, bu seçilmişler, başka insanlara senelerce söylese, onlar anlıyamaz Bunlardan daha yüksek seçilmişlerin seçilmişleri vardır Bunlardan da daha üstün nebîler, nebîlerden daha üstün resûller, bunlardan da üstün ülü'l-azm dereceleri vardırBunların üstünde de kelîmiyyet, rûhiyyet, hullet ve nihâyet mahbûbiy yet mertebeleri vardır ki, bu en üstünü Muhammed Mustafâ sallallahü aleyhi ve sellem efendimize mahsustur (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MÜECCEL:
Te'cil edilen yâni sonraya bırakılmış, ertelenmiş
Ödünç alma karşılığı olan borçlar ve zekât vermek farz olduğu günden önce ödeme zamânı gelmiş olan müeccel kul borçları nisâb hesâbına (dînen zekât vermek için lâzım olan miktâra) katılmaz (İbn-i Âbidîn)
Bey', peşin semen (para) ile câiz olduğu gibi müeccel semen ile de câizdir Te'cil ancak semen ile mebi' (mal) aynı cinsten olmadıkları ve ikisi hacm ile veya tartarak ölçülmedikleri ve semen, ayn (belli) olmayıp, deyn (belirsiz) olduğu zaman ve muay yen (belli) bir vakte kadar olmak şartı ile câiz olur (Bkz Semen) (Ali Haydar Efendi)
Nikâhta mehrin hepsi muaccel olabildiği gibi hepsi müeccel de olabilir (M Zihnî)

MÜEKKED SÜNNET:
Kuvvetli sünnet Peygamber efendimizin devamlı yaptıkları, pek az terkettikleri sünnet
Sabah namazının sünneti, öğlenin dört rek'atlik ilk sünneti ve iki rek'at son sünneti akşam namazının sünneti, yatsı namazının son iki rek'at sünneti ile ezân okumak, kâmet getirmek, cemâate devâm etmek, abdest alırken misvak kullanmak müekked sünnet lerdendir (İbn-i Âbidîn)
Müekked sünnetlerin en kuvvetlisi sabah namazının sünnetidir (M Zihni Efendi)
Müekked sünnetler İslâm dîninin şiârıdır, yâni bu dîne mahsustur Başka dinlerde yokturlar (Tahtâvî)
Müekked sünnetleri inkâr eden îmânsız olur Bir özürle terk eden sevâbından mahrûm olur Özürsüz terk eden azarlanır (Enver Şah Keşmîrî)

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-03-2008   #54
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük



Müctehid-i Müntesib:
Mezheb reîsinin (imâmının) koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, edille-i şer'iyyeden (dört ana delîlden) hüküm çıkaran İslâm âlimi Buna, müctehid fil-mezheb (mezhebde müctehid) de denir (Bkz Müctehid fil-Mezheb)
Müctehid-i müntesib, delîl aramakta ve hüküm çıkarmakta, mezhebinin imâmını taklîd etmez Fakat delîlleri, mezheb imâmının kâidelerine göre arar İmâmının yolunda, mezhebinde olduğu için, onun mezhebinde olduğu söylenir (Bedreddîn Zerkeşî)

Müctehid-i Müstekıl:
Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden doğrudan hüküm çıkarabilen ve kendine mahsûs kâide ve usûl koyan mezheb sâhibi müctehid Buna, mutlak müctehid de denir

MÜD:
Sekiz yüz yetmiş beş gram ağırlığında bir ağırlık birimi
Ümmetimden herhangi biri Uhud dağı kadar altın sadaka verse, Eshâbımın bir müd arpa sadakasına verilen sevâba kavuşamaz (Hadîs-i şerîf-Savâik-ül-Muhrika)
Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm, bir müd su ile abdest alır, bir sa' (42 litre) su ile gusl ederdi (İbn-i Âbidîn)

MÜDÂHENE:
Aldatmak, iki yüzlülük etmek, hîle ve yağcılık etmek Kudreti olduğu, gücü yettiği hâlde dindeki gevşekliği sebebiyle haram işleyene mâni olmamak
Sıkılmadan açıkça harâm işleyen kimseyi gîbet etmek câiz olduğu gibi, şerlerinden korunmak için bunlara müdârâ etmek de câizdir Fakat müdârâ, müdâhene şeklini almamalıdır (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Haram işleyene veya yanında bulunanlara olan saygısı, yâhut dîne olan bağlılığının gevşekliği, müdâheneye sebeb olur Dînine veya dünyâsına veya başkalarına zarar olmadığı zaman, haram ve mekrûh işleyene mâni olmak lâzımdırMâni olmamak, susmak harâm olur Müdâhene etmek, haram işlemeğe râzı olmağı gösterir (Muhammed Hâdimî)
Muhabbete müdâhene sığmaz (İmâm-ı Rabbânî)
Müdâhene edenlerin kabirden maymun ve hınzır şeklinde kalkacakları hadîs-i şerîfte bildirildi (Seyyid Alizâde)

MÜDÂRÂ:
Dîni ve dünyâyı zarardan kurtarmak için, dünyâ menfaatinden vermek veya belâyı dünyâ menfaati ile savmak
Allahü teâlâ bana, farzları yerine getirmeyi emrettiği gibi, insanlara müdârâ etmeyi de emretti (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Müdârâ ederken tatlı dilli ve güler yüzlü olmak lâzımdırTalebeye ders verirken de müdârâ yapılır (Muhammed Hâdimî)
Düşmandan âciz duruma düşersen, müdârâ ederek latîfe yolunu tut Çünkü latîfe kalb kazanır (İmâm-ı Mâverdî)
İnsanlar üç kısımdır: Bir kısmı gıdâ gibidir Herkese, her zaman lâzımdır İkinci kısmı, ilaç gibidirler İhtiyaç zamânında lâzım olur Üçüncü kısmı, hastalık gibidir Bunlara ihtiyâç olmaz Fakat kendileri insanlara musallat olurlar, bulaşırlar Bun lardan kurtulmak için, müdârâ etmek lâzımdır (İmâm-ı Gazâlî) Dostlara mürüvvet (mertlik), Düşmanlara müdârâ etmeli
(Sâ'dî-i Şîrâzî)

MÜDDESSİR SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yetmiş dördüncü sûresi
Müddessir sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi) Elli iki âyet-i kerîmedir İlk âyet-i kerîmede geçen Müddessir kelimesinden dolayı sûreye, Sûret-ül-Müddessir denilmiştirMüddessir; örtüsüne bürünen, demektir Sûrede, Peygamber efendimize; inkâr yolunda olanları uyarması, Allahü teâlâyı tekbir etmesi, yüceltmesi, sabırlı olması vs emredilip, inkârcıların uğrayacakları cezâlar bildirilmiş, iyilerle kötülerin mukâyesesi yapılmıştır (İbn-i Abbâs, Katâde, Râzî, Kurtubî)
Allahü teâlâ Müddessir sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Ey örtüye bürünen (Muhammed) ! Kalk da bildir! Rabbini tekbîr et! Giydiklerini temiz tut! Kötü şeylerden sakın Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma! Rabbin için sabret (Âyet: 1-7)
Kim Müddessir sûresini okursa, Allahü teâlâ, Muhammed'i (aleyhisselâm) tasdîk (inanan) ve tekzîb edenlerin (inanmayanların) adedinin on katı sevâb verir (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

MÜDEBBER:
Âzâd olması yâni serbest bırakılıp, hürriyetine kavuşması, efendisinin vefâtına (ölümüne) bağlı kılınan köle Böyle olan kadına müdebbere denir
Şunlara zekât verilmesi câiz değildir: 1)Deliye, 2)Kâfire, 3)Zenginlere, 4)Usûl (Baba-dede) ve furûuna (çocuğuna, çocuğunun çocuklarına), 5)Zevcesine (hanımına), 6)Kölesine, 7)Mukâtebesine, yâni efendisine belirli bir miktâr para vermekle âzâd olacak kölesine, 8)Müdebberine, 9) Kadının kocasına zekât vermesi ihtilâflı olup, esahh olan (en doğrusu) vermemektir 10)Bir kimseyi yabancı sanarak, evlâdı çıksa ve müslüman sanarak kâfir çıksa, bunlara zekât verilmez ise de, bilinmeyerek verilmiş ise, e sahh olan iâde edilmez Meyyitin (ölünün) kefeni için de zekât verilmezBir kimse zekâtını fakirden alacağına da sayamaz (Kudbüddîn İznikî)

MÜDELLES HADÎS:
Resûlullah efendimizin hadîs-i şerîflerini toplama işinde, baştan yalnız birinci râvisi (rivâyet edeni, nakledeni) bildirilmeyen hadîs (Bkz Hadîs)

MÜDERRİS:
Medreselerde ders veren öğretim üyesi, profesör
Osmanlılarda müderris tâyininde, vücûd, zihin ve karakter özelliklerine bakılır, sempatik, akıllı, kültürlü, anlayışlı, adâletli, iffetli, cömerd ve gözü-gönlü tok olmasına dikkat edilirdi Hâl ve hareketlerinin, huyunun güzel olması her hâli ile tal ebelerine örnek olması arzu edilirdi (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)
Selâhaddîn Eyyûbî Fâtımî sapıklarını Mısır'dan temizleyince, İmâm-ı Şâfiî'nin türbesinin yanına bir medrese yaptırıp, Mecmeddîn Hubuşânî'yi müderris tâyin eyledi (İbn-i Hallikân)
Kara Çelebi diye tanınan Muhammed bin Hüsâmeddîn Abdullah, müderrisliği müddetince Muhammed aleyhisselâmın yolunu, dîn-i İslâm'ın yüksek hükümlerini talebelere en güzel bir şekilde anlattı ve öğretti (Mecdî Efendi)

MÜDRİK:
Cemâatle namaz kılarken iftitah (başlama) tekbirini imâmla birlikte alan, namaza imâmla birlikte başlayan ve namazın başından sonuna kadar imâma uyan, birlikte kılan

MÜDRİKE:
İdrak edici, anlayıcı, bilici kuvvet
İnsan rûhu, yalnız insanlarda bulunur Bu rûhun da iki kuvveti vardır İnsan, bu iki kuvvet ile hayvanlardan ayrılmaktadır Bu iki kuvvetten birisi idrâk edici olan Kuvve-i âlime ve müdrike denilen bilici kuvvettir İkincisi, hareket kuvvetidir (Ali bin Emrullah)
Müdrike kuvvetleri üçtür Biri, görünen his organlarındaki kuvvetler olup, bunlar insanda bulunduğu gibi, hayvanlarda da vardır İkincisi, akıl kuvvetleri olup, hiss-i müşterek, hâfıza, vâhime, mütesarrıfa ve hazânet-ül-hayâl denilen görünmeyen beş h is organındaki kuvvetlerdir Bu kuvvetler insanlara mahsûstur Hayvanlarda yoktur Üçüncüsü mânevî kuvvet olup, insanların havâssına, yüksek olan seçilmiş kimselere mahsûstur Mânevî kuvvetle anlaşılan şeyler, akıl ve his kuvvetleriyle anlaşılamaz Akıl kuvvetleriyle anlaşılan şeyleri, insan, hayvanların en üstünü olan ata, senelerce uğraşsa anlatamaz Bunun gibi, mânevî kuvvetle anlaşılanları, meselâ mârifetullahı, Allahü teâlâyı tanımayı, bu seçilmişler, başka insanlara senelerce söylese, onlar anlıyamaz Bunlardan daha yüksek seçilmişlerin seçilmişleri vardır Bunlardan da daha üstün nebîler, nebîlerden daha üstün resûller, bunlardan da üstün ülü'l-azm dereceleri vardırBunların üstünde de kelîmiyyet, rûhiyyet, hullet ve nihâyet mahbûbiy yet mertebeleri vardır ki, bu en üstünü Muhammed Mustafâ sallallahü aleyhi ve sellem efendimize mahsustur (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MÜECCEL:
Te'cil edilen yâni sonraya bırakılmış, ertelenmiş
Ödünç alma karşılığı olan borçlar ve zekât vermek farz olduğu günden önce ödeme zamânı gelmiş olan müeccel kul borçları nisâb hesâbına (dînen zekât vermek için lâzım olan miktâra) katılmaz (İbn-i Âbidîn)
Bey', peşin semen (para) ile câiz olduğu gibi müeccel semen ile de câizdir Te'cil ancak semen ile mebi' (mal) aynı cinsten olmadıkları ve ikisi hacm ile veya tartarak ölçülmedikleri ve semen, ayn (belli) olmayıp, deyn (belirsiz) olduğu zaman ve muay yen (belli) bir vakte kadar olmak şartı ile câiz olur (Bkz Semen) (Ali Haydar Efendi)
Nikâhta mehrin hepsi muaccel olabildiği gibi hepsi müeccel de olabilir (M Zihnî)

MÜEKKED SÜNNET:
Kuvvetli sünnet Peygamber efendimizin devamlı yaptıkları, pek az terkettikleri sünnet
Sabah namazının sünneti, öğlenin dört rek'atlik ilk sünneti ve iki rek'at son sünneti akşam namazının sünneti, yatsı namazının son iki rek'at sünneti ile ezân okumak, kâmet getirmek, cemâate devâm etmek, abdest alırken misvak kullanmak müekked sünnet lerdendir (İbn-i Âbidîn)
Müekked sünnetlerin en kuvvetlisi sabah namazının sünnetidir (M Zihni Efendi)
Müekked sünnetler İslâm dîninin şiârıdır, yâni bu dîne mahsustur Başka dinlerde yokturlar (Tahtâvî)
Müekked sünnetleri inkâr eden îmânsız olur Bir özürle terk eden sevâbından mahrûm olur Özürsüz terk eden azarlanır (Enver Şah Keşmîrî)


Mertebe-i Vehm:
Var olmadığı halde, var görünen
Bir ipin ucuna bir taş bağlayıp, öteki ucundan tutup, ipi elimiz etrâfında çevirirsek, dönen taş, karşıdan dâire şeklinde görünür Dönen taş, nokta-i cevâledir (dönen noktadır) Görünen dâire de vehmîdir, hayâlîdir Aslında dâire yoktur Yalnız bir g örünüştür İşte Allahü teâlâ bütün mahlûkları mertebe-i vehmde yaratmıştır Fakat görünüşlerini devâm ettirmektedir Âlem mevhumdur sözünün mânâsı budur (İmâm-ı Rabbânî)
Hâriçte mevcûd olan yalnız Allahü teâlâdır Mehlûkların hepsi mertebe-i vehmde olup, O'nun kudretinin görünüşleridir (İmâm-ı Rabbânî)
Hak teâlâ eşyâyı his ve mertebe-i vehmde yaratmıştır Onları varlıkta durdurmaktadır Ebedî işleri ve sonsuz azâb ve nîmetleri bunlara bağlı kılmıştır (İmâm-ı Rabbânî)

MERVE:
Kâbe-i muazzamanın yakınında bulunan ve hacda, aralarında sa'y denilen ibâdetin yapıldığı iki tepeden biri (Bkz Safâ ve Merve)
Son yapılan asfalt caddelere göre, Mina ile Mekke arası dört buçuk, Mina ile Müzdelife arası 33 ve Müzdelife ile Arafat arası 54 kilometre, Safâ ile Merve arası üç yüz otuz metre, Safâ tepesindeki kemer ile Kâbe arası yetmiş metre oldu (M Sıddîk Gümüş)

MERYEM SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin on dokuzuncu sûresi
Meryem sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi) Doksan sekiz âyet-i kerîmedir Hazret-i Meryem ve onun Îsâ aleyhisselâmı dünyâya getirmesi anlatıldığından, sûre bu ismi almıştır Sûrede; Îsâ aleyhisselâmın, hazret-i Meryem'den babasız olarak dü nyâya gelmesi kıssası, Mûsâ, İsmâil, İdrîs peygamberlerin aleyhimüsselâm medhi ve bunlardan sonra gelen bâzı kavimlerin kötülükleri, inkârcıların kıyâmet günü uğrayacakları azâb bildirilmektedir (İbn-i Abbâs, Senâullah Dehlevî, Muhammed bin Hamza)
Allahü teâlâ Meryem sûresinde meâlen buyuruyor ki:
(Mü'minler) orada (Cennet'te) boş söz işitmezler, ancak (meleklerden veya birbirlerinden) selâm işitirler Orada, sabah-akşam rızıkları da (ayaklarına) gelecektir (Âyet: 62)

MESÂNÎD:
Meşhûr ve çok kıymetli hadîs kitablarından; İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'in "Müsned'i", Ebû Ya'lâ'nın "Müsned'i", Abdullah Dârimî'nin "Müsned'i" ve Ahmed Bezzâr'ın "Müsned'i"nin hepsine birden verilen isim (Bkz Müsned)

MESBÛK:
Cemâatle namaz kılınırken imâma birinci rek'atte yetişemeyen yâni ilk rek'atin rükûundan sonra imâma uyan kimse
İmâm iki tarafa selâm verdikten sonra, mesbûk ayağa kalkarak yetişemediği rek'atleri kazâ eder (kılar) ve kırâatleri (okumayı) birinci, sonra ikinci, sonra üçüncü rek'at kılıyormuş gibi okur Oturmağı ise, dördüncü, üçüncü ve ikinci rek'at sırası ile yâni sondan başlamış olarak yapar (Halebî)

MESCİD:
Müslümanların ibâdet yaptıkları yer
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
De ki: "Rabbim adâleti emr buyurdu Her mescidde yüzünüzü kıble tarafına çevirin ve dinde samîmi olarak O'na ibâdet edin İlkin sizi nasıl O yarattı ise, yine O'na döneceksiniz (A'râf sûresi: 29)
Ey âdemoğulları! Her mescid huzûrunda namaz kılacağınız zaman zînetinizi (avretinizi örten elbisenizi) giyiniz Yiyin-için, ama isrâf etmeyin Çünkü Allahü teâlâ isrâf edenleri sevmez (A'râf sûresi: 31)
Mescidleri yol yapmayınız! Mescidlere zikr ve salât (namaz) için giriniz (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâyık)
Her kim Allahü teâlânın rızâsını umarak küçük veya büyük bir mescid yaparsa, Allahü teâlâ da ona Cennet'te köşk yapar (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Arz kıtalarının efdali (kıymetlisi) mescidlerdir Câmi ehlinin de en efdali, ilk girip son çıkandır İlk cemâate gelen, ilk müslüman olan gibidir (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Mescidler yeryüzünde Allahü teâlânın evleridir Mescidde namaz kılanlar, Allahü teâlânın misâfirleridir (Hazret-i Ömer-ül-Fârûk)
Mescide giren münâfıklar, kafesteki serçe kuşlarına benzer Kafesin kapısı açılır açılmaz uçarlar, kaçarlar (İmâm-ı Mâlik)
Mescidde oturan kimse, Allahü teâlânın huzûrunda demektir (Hazret-i Ömer-ül-Fârûk)
Ne mutlu evlerini mescid yapanlar Mescidler, takvâ sâhiplerinin (haramlardan ve günâhlardan sakınanların) evleridir (Ka'b-ül-Ahbâr)

Mescid-i Aksâ:
Kudüs'te Süleymân aleyhisselâm tarafından yaptırılan mescid Beyt-i Mukaddes (Makdis)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Her türlü noksanlıktan) münezzeh bulunan (Allah) , kulunu (Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemi) geceleyin (Mekke'deki) Mescid-i Harâm'dan alıp, kendisine âyetlerimizi gösterelim diye; etrâfını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götürdü Muhakkak O Semî'dir (işitendir) ve Basîrdir (görendir) (İsrâ sûresi: 1)
Resûlullah efendimiz yatağında iken uyandırılıp, mübârek bedeni ile Mekke şehrinden Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya ve oradan göklere ve yedinci gökten sonra Allahü teâlânın dilediği yerlere götürüldü Mîrâca böyle inanmak lâzımdır (M Hâlid-i Bağdâdî)
Resûlullah efendimiz Mîrâc gecesi, Mescid-i Aksâ'da peygamberlere imam olup, yatsı yâhut sabah namazını kıldırdı (M Hâlid-i Bağdâdî)
1099 yılında haçlı ordusu Kudüs'e girdiŞehirdeki halkın hepsini kılınçtan geçirdi Mescid-i Aksâ'ya sığınmış olan yetmiş binden ziyâde müslüman öldürdü Bunlar içinde âlimler, zâhidler, eli silah tutmaz ihtiyarlar çoktu (Ahmed Cevdet Paşa)

Mescid-i Dırâr:
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz zamânında münâfıkların (inanmadıkları hâlde, müslüman görünenlerin) fitne, fesâd yuvası ve silah deposu olarak Kubâ'da yaptırdıkları mescid
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Bir de şunlar var ki, küfür için, mü'minlerin arasına tefrika (ayrılık) sokmak için ve bundan evvel Allah ve Resûlü ile harb edeni (râhip Ebû Amr'ın gelmesini) beklemek ve gözetmek için Mescid-i Dırârı yaptılar Bununla berâber, hüsn-i niyetten başka bir murâdımız yoktu diye yemîn de ederler Fakat Allah şâhid ki, bunlar şeksiz şüphesiz yalancıdırlar (Tevbe sûresi: 107)

Mescid-i Harâm:
Ka'be-i muazzamanın etrâfında üstü açık olan câmi
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Namazda) yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir Bu emir Rabbinden gelen bir gerçektir Allah sizin yaptıklarınızdan gâfil değildir (Bekara sûresi: 149)
Mescid-i Harâm'da namaz kılmanın fazîleti, benim bu mescidimde (Mescid-i Nebî) yüz namaz kılmaktan daha fazîletlidir (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Kâbe ve etrâfındaki Mescid-i Harâm, müslümanların namazda kıblesidir Buraya dönmeleri farzdır Yeryüzünde ilk mescid, Ka'be etrâfındaki Mescid-i Harâmdır Her tavâftan sonra Mescid-i Harâm içinde iki rek'at namaz kılmak sünnettir (Eyyûb Sabri Azrakî, İbn-i Âbidîn)
Hazret-i Ömer zamânından önce Mescid-i Harâmın duvarları yıkıktı Ka'be'nin etrâfında bir meydancık ve sonra evler vardı Halîfe Ömer, Ka'be etrâfına bir metreye yakın yükseklikte duvar çevirerek Mescid-i Harâm meydana geldi Sonra da muhtelif zamanl arda yenilendi Bugünkü şekli on yedinci Osmanlı Pâdişâhı Dördüncü Sultan Murâd Han tarafından yapılmıştır (Eyyûb Sabri)
Mescid-i Harâm, Arabistan'daki Mekke-i mükerreme şehrinde olup, etrâfında üç sıra kubbe vardır Kubbeleri beş yüz adettir Kubbelerinin altında 462 direk vardır Mescid-i Harâm dikdörtgen gibi olup, kuzey duvarı 164, güneyi 146, doğu duvarı 106, batı sı 124 metre uzunluğundadır Mescid-i Harâmın 19 kapısı olup, doğu duvarında dört, batıda üç, kuzeyde beş, güneyde yedidir Yedi minâresi vardır (M Sıddîk Gümüş

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-03-2008   #55
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük



Mescid-i Hîf:
Yetmiş peygamberin namaz kıldığı bildirilen Minâ'daki mescid
Mescid-i Hîf'te yetmiş peygamber namaz kıldı Onlardan birisi Mûsâ aleyhisselâmdır, sanki ben onu katvani iki aba giymiş gibi deve üzerinde ihramlı görür gibiyim (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Eğer Mekkeli olsaydım, her Cumartesi Minâ'ya gidip, Mescid-i Hîf'te namaz kılardım (Ebû Hüreyre)

Mescid-i Kıbleteyn:
Peygamber efendimiz Medîne-i münevverede öğle veya ikindi namazında iken kıblenin Kudüs'ten Kâbe'ye döndürülmesi emrinin geldiği mescid

Mescid-i Kubâ:
Resûlullah efendimizin Mekke'den Medîne'ye hicret ederken Kubâ köyünde yaptıkları mescid
Câmilerin efdali (en üstünü)Kâbe-i muazzama, sonra bunun etrâfındaki Mescid-i Harâm, sonra Medîne-i münevveredeki Mescid-i Nebî, sonra Kudüs'teki Mescid-i Aksâ ve sonra Medîne-i münevvere şehri yanındaki Mescid-i Kubâ'dır (Alâlüddîn Haskefî)

Mescid-i Nebî:
Peygamber efendimizin, hicretten sonra Eshâb-ı kirâm (mübârek arkadaşları) ile birlikte Medîne-i münevverede inşâ ettiği mescid, câmi Mescid-i Resûl, Mescid-i Saâdet ve Mescid-i Şerîf de denilmektedir
Yalnız üç mescide ziyâret için gidilir Mescid-i Harâm, Mescid-i Nebî, Mescid-i Aksâ (Hadîs-i şerîf-Minhat-ül-Vehbiye, Şevâhid-ül-Hak)
Sultan Abdülmecîd Han, Mescid-i Nebî'nin eski şeklini, İstanbul'da Hırka-i Şerîf Câmiinde bulundurmak için emir buyurmuş, bunun için, 1267 senesinde, mühendis mektebi hocalarından binbaşı ressam Hacı İzzet Efendi Medîne'ye gönderilmiştir İzzet Efend i, her yeri ölçerek elli üç defâ küçültülmüş bir modelini yapıp İstanbul'a gönderdi Sultan Abdülmecîd Han'ın yaptırdığı Hırka-i Şerîf Câmiine kondu (Eyyûb Sabri Paşa)
Medîne'de yaşayanların, kuraklık olduğu zaman yağmur duâsı için Mescid-i Nebî'de toplanmaları daha iyi olur Çünkü orada Resûlullah efendimizden başka bir şey vâsıtasıyla Allahü teâlâdan bir şey istenmez ve bir şeye kavuşulmaz Resûlullah efendimizin de, Mescid-i Nebî içinde yağmur duâsı yapmış olduğu Buhârî'de ve Müslim'de yazılıdır Duâ edilen yer, ne kadar şerefli ise, rahmet yağması o kadar çok olur (Hasen Şernblâlî)
Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem âşıklarının temiz kalblerinden çıkan sözler, edebe, saygıya uygunsuz görünürse, bunlara bir şey dememeli, susmalıdır Buradaki edeblerden, saygılardan biri de susmaktır Âşıklardan biri, Kabr-i seâdetin yanın da her sabah ezân okur, namaz uykudan daha iyidir derdi Mescid-i Nebî hizmetçilerinden birisi, Resûlullah'ın huzûrunda terbiyesizlik yapıyorsun diyerek, bunu dövdü Bu da; "Yâ Resûlallah! Yüksek huzûrunuzda adam döğmek, söğmek, edebsizlik sayılmaz m ı?" dedi Biraz sonra döğen kimsenin felç olduğu, eli ayağı tutmadığı görüldü Üç gün sonra da öldü (Hâfız Ebü'l-Kâsım, Sâbit bin Ahmed Bağdâdî)

Mescid-i Seâdet:
Mescid-i Nebî
Mescid-i Seâdeti tâmir ve tezyîn için Sultan Abdülmecîd Han kadar çok para harcayan ve gayret eden hiçbir kimse olmamıştır Harameyni tâmir için yedi yüz bin altın sarfetmiştir Tâmir 1277 (m 1861)de tamam olmuştur Her gün Resûlullah'a bir hizmette bulunmuştur Bu yolda keşf ve kerâmetleri de görülmüştür (Eyyûb Sabri Paşa)
Ahmed bin Muhammed Sofî (rahimehullahü teâlâ) diyor ki, Hicaz çöllerinde varlığım kalmadı Medîne'ye Mescid-i Seâdete geldim Hücre-i Seâdet yanında Resûlullah'a selâm verdim Bir yana oturup uyudum Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) görünüp; "Ahmed geldin mi?Avucunu aç!" buyurdu Avucumu altınla doldurdu Uyandım Ellerim altın dolu idi (Merrâkûşî)

Mescid-i Şerîf:
Mescid-i Nebî
Medîne şehrindeki Mescid-i şerîf'i hicretin birinci senesinde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Eshâb-ı kirâm ile birlikte yaptılar Hicretin ikinci senesi, Receb ayında, kıblenin Kudüs'ten Kâbe'ye dönmesi emrolununca, mescidin Mekke'ye karşı olan kapısı kapatılıp karşı tarafa, yâni Şam tarafına yeni bir kapı açıldı Şimdi bu kapıya Bâb-üt-tevessül denmektedir Medîne'de, Kudüs'e karşı on altı ay kadar namaz kılındı Mekke'de iken, önce Kâbe'ye karşı namaz kılınırdı Hicretten az bir zaman önce, Kudüs'e karşı kılınması emrolundu Mescid-i Şerîf'in kıblesi değiştirilirken, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kâbe'yi mübârek gözleri ile görerek, kıblenin cihetini tâyin eyledi Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) namaz kıldığı yer, minber ile Hücre-i Seâdet arasında olup, minbere daha yakındır Haccâc'ın Medîne-i münevvereye gönderdiği mıshaf, büyük bir sandık içinde olduğundan, bu sandık, bu yerin önündeki direğin sağ tarafına konulmuştu Buraya ilk mihrâbı Ömer bin Abdülazîz koymuştur (Eyyûb Sabri Paşa)
Fıkıh âlimlerimiz (rahimehümullahü teâlâ) hac vazifesini yaptıktan sonra, Medîne-i münevvereye gelerek Mescid-i Şerîf'te namaz kılarlardı Sonra Ravda-i Mutahhera ile minber-i münîri ve Arş-ı a'lâdan efdal olan Kabr-i şerîfi, sonra oturdukları, yürüd ükleri, dayandıkları yerleri, vahy geldiği zaman dayandıkları direği ve mescid yapılırken ve tâmir edilirken çalışan ve para vermekle şereflenen Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin (radıyallahü teâlâ anhüm ecmâîn) geçtikleri yerleri ziyâret ederler, görmekle bereketlenirlerdi Onlardan sonra gelen âlimler, sâlihler de, hacdan sonra Medîne'ye gelirler, fıkıh âlimlerimiz gibi yaparlardı Bugüne kadar hacılar da, bunun için Medîne-i münevverede ziyâret yapmaktadırlar (M Sıddîk Gümüş)

MES'ELEDE MÜCTEHİD:
Mezheb reîsinin bildirmediği mes'eleler için, mezhebin usûl ve kâidelerine bağlı kalarak, dînî delillerden hüküm çıkaran âlimler
Tahâvî, Hassâf, Kerhî, Şems-ül-eimme Halvânî,Şems-ül-eimme Serahsî, Fahr-ül-islâm Pezdevî, Kâdıhân ve benzerleri mes'elede müctehid âlimlerdir (İbn-i Kemâl Paşa)

MESH:
1Mest denilen ayakkabıyı abdestle giydikten sonra, abdest bozulup, yeniden alırken, ayakları yıkamayıp elleri ıslatarak, sağ elin yaş beş parmağını sağ mest, sol elinkini de sol mest üzerine boylu boyunca yapıştırıp ayak parmakları ucundan bacağa do ğru çekme
Resûlullah efendimiz abdest almak istediklerinde ben su döktüm Abdest aldılar ve mestleri üzerine meshettiler (Mugîre bin Şu'be)
Mest üzerine mesh müddeti mukîm (yolcu olmayan) için yirmi dört saat, misâfir için üç gün üç gece yâni yetmiş iki saattir Bu müddet, mesti giydiği zaman değil, mest giydikten sonra abdesti bozulduğu zaman başlar (İbn-i Âbidîn)
Mest üzerine mesh etmeyi Eshâb-ı kirâmdan yetmişin üzerinde sahâbî bildirmiştir Bunlardan biri de hazret-i Ali'dir (Abdullah-ı Süveydî)
Gusül (boy) abdesti alırken veya teyemmüm ederken mest üzerine mesh edilmez (Halebî)
2Bir uzva veya sargıya ıslak eli sürme
İmâme, yâni sarık ve kalensüve, yâni takke ve her başlık ve bürka' yâni peçe ve maske üstüne ve eldiven üstüne mesh etmek câiz değildir (İbn-i Âbidîn)
Cebîre yâni kırık kemiğin iki yanına bağlanan tahtalar üzerine mesh câizdir (Halebî)

MESÎH:
1 Îsâ aleyhisselâmın isimlerinden
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Meryem oğlu Mesîh bir peygamberden başka bir şey değildir Ondan evvel de peygamberler gelip geçmiştir Anası çok sâdıka (doğru) bir kadındı (Mâide sûresi: 75)
Meryem oğlu Mesîh, Allah'ın kendisidir diyenler, şüphesiz kâfir olmuşlardır Hâlbuki (Bizzât) Mesîh şöyle demişti: "Ey İsrâiloğulları! Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin Zîrâ kim Allah'a ortak (eş) koşarsa, (hiç şüphesiz) Allah, ona Cennet'i haram kılar Onun varacağı yer ateş (Cehennem) dir Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur (Mâide sûresi: 72)
Ve: "Biz, Allah'ın peygamberi Meryem oğlu Mesîh Îsâ'yı öldürdük" demeleri sebebiyle (dir ki, kendilerini rahmetimizden) kovduk Hâlbuki onlar onu öldürmediler, onu asmadılar da Fakat (öldürülen ve asılan adam) kendilerine (Îsâ) gibi gösterildi Esâsen, Îsâ'nın katli (öldürülmesi) husûsunda ihtilâfa düştüler (Bu konuda) kesin bir şek (şüphe) içindedirler Onların buna (onun öldürülmesine) âit hiçbir bilgileri yoktur Ancak kuru bir zan peşindedirler Onu gerçekten öldürmemişlerdir (Nisâ sûresi: 157)
Azîz ve celîl olan Allahü teâlâ, diğer peygamberlerden mîsâklarını (sözleşmelerini) aldığı gibi, benden de mîsâk aldı Meryem oğlu Mesîh Îsâ, beni müjdeledi ve Peygamberinizin annesi, rüyâsında, iki ayağının arasından bir nûr çıktığını ve o nûr ile Şam'ın köşklerinin aydınlandığını gördü (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Îsâ aleyhisselâma niçin Mesîh dendiği husûsunda tefsîr âlimlerinden çeşitli rivâyetler (nakiller) gelmiş olup, bâzıları şunlardır:
a) Her türlü pisliklerden uzak, günâhlardan temizlenmiş olduğu için bu isim verilmiştir b) Hangi hastaya dokunsa, Allahü teâlânın izni ile hasta iyi olurdu Bunun için mesîh denilmiştir c)Îsâ aleyhisselâmın yeryüzünde çok seyâhat etmesi sebebiyle b u isim verilmiştir d)Mesîh, İbrânî dilinde mübârek mânâsındadır Hazret-i Îsâ'nın şeref ve fazîletinin üstünlüğünü bildirmek için bu mânâya işâretle Mesîh denilmiştir (Fahreddîn-i Râzî)
2 Kıyâmete yakın yeryüzünde çıkacağı bildirilen, son derece kıvırcık saçlı, gözü dışarı fırlamış kâfir bir genç olan Deccâl'e verilen isim
Dikkat ediniz! Deccâl Mesîh'in sağ gözü şaşıdır Onun gözü sanki salkımındaki emsâlinden dışarı çıkmış, iri bir üzüm tânesi gibidir (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Deccâle de Mesîh denir ki, onun hâşâ fazîletlerle (güzelliklerle, iyiliklerle) hiçbir ilgisi yoktur Ona Mesîh denmesinin sebebi, gözünün birinin silik olup, tek gözlü olduğu veya kendisinden hayır silindiği, yâhut ortaya çıktığında, yeryüzünü kısa z amanda dolaşacağı içindir (Ahmed Nâim Efendi)

MESKÛKÂT:
Belli ağırlıkta basılmış olan altın ve gümüş paralar
Meskûkâttan altın paralara (dînâr); gümüş paralara (dirhem) denir (Eyyûb Sabri Paşa)

MESNEVÎ:
1Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin (kuddise sirruh) yirmi altı bin beytten meydana gelen ve altı defter olan meşhûr eseri
Mesnevî'deki hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz şöyle buyurdu: "İçinizde gizli olan düşmanı anlatsam, yiğitlerin ödü patlar, akıllıların aklı mahv olurdu Ne gönlünüzde duâ edip yalvarmaya, ne oruç tutmaya ve ne de namaz kılmaya kuvvet bulabilirdiniz"
Bir tasavvuf âliminin huzûrunda, senelerce dirsek çürütüp, emek verip pişmeden, olgunlaşmadan Mesnevî okutmak, tasavvuf kitablarını yalnız kendi bilgisine göre açıklamaya kalkışmak zararlı olur (Abdülhakîm Arvâsî)
İslâm dînine inanmayanlar, vaktiyle Allahü teâlânın Tevrât ve İncîl kitaplarını değiştirdikleri gibi, zaman zaman din büyüklerinin kitablarına da el uzattılar Kitaplara bâzı şeyler karıştırdılarsa da az zamanda meydana çıkarıldı Celâleddîn-i Rûmî h azretleri bu sebepten dolayı Mesnevî'sini nazm şeklinde yazarak, düşmanlarının değiştirmesine imkân bırakmamıştır (M Sıddîk bin Saîd)
2 Edebiyâtta bir nazım şekli olup, iki mısrânın bir biri ile kâfiyeli hâli Bu sebeple her beyti kâfiyeli olan eserlere mesnevî denir

MEST:
Abdest alırken ayağın yıkanması farz olan yerini yâni topuklarla birlikte ayakları örten deriden yapılmış su geçirmez ayakkabı
Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'i sevip üstün tutmak, hazret-i Osman ve Ali'yi sevmek ve mest üzerine mesh etmek; Ehl-i sünnet (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olanların) alâmetlerindendir (Muhammed Rebhâmî)
Mestin, bir saat yol yürüyünce, ayaktan çıkmayacak şekilde sağlam ve ayağa uygun olması lâzımdır Ağaçtan, camdan, mâdenden mest olmaz (İbn-i Âbidîn)
Mestli kimsenin, abdesti bozulunca, bu abdestsizlik, abdest uzuvlarına yayılırken ayaklara değil, mestlere yayılır Mestlerin hadesten (mânevî kirlilikten) temizlenmesi de mesh etmekle olur (Halebî)
Hanefî mezhebinde ayağın üç parmağı sığacak kadar yırtığı bulunan bir mest üzerine mesh etmek câiz değildir (İbn-i Âbidîn)

MESTÛRE:
Örtünmüş, örtülü
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem zamânında, hür kadınlar mestûre idiler Bir kadının, hizmetçi olmayıp, hür hanım olduğu mestûre olmasından belli olurdu (Abdülhakîm Arvâsî)
Kadınlar, cihâda mestûre olarak zevci veya mahremi (nikah düşmeyen akrabâsı) ile gider (İbn-i Âbidîn)
Mestûre hanımlar sokak başlarında birbirleriyle mecburiyet olmadıkça konuşmamalı, harama düşmemeye çok dikkat etmelidir (Senâullah Dehlevî)

MEŞAKKAT:
Zorluk, güçlük, zahmet
Babanın evlâdı üzerinde hakkı, baba kızdığı zaman ondan korktuğunu gösterip ona boyun eğmek, açlık ve meşakkat esnâsında önce babasını düşünüp onu kurtarmaktır Çünkü iyiliğe karşı iyilikle karşılık veren, akrabâlık hakkını yerine getirmiş değildir Belki akrabâları sıla-i rahmi (ilgiyi) kestiği zaman onları arayıp soran kimse akrabâlık hakkını îfâ etmiş (yerine getirmiş) olur (Hadîs-i şerîf-Edeb-üd-Dünyâ ve'd-Dîn)
Bir işte meşakkat görülünce ruhsat (izin) ve vüs'at (genişlik kolaylık) gösterilir Meselâ meşakkat sebebiyle borcunun tamâmını birden ödemek imkânı bulunmayan borçluya, borcunu taksitle ödemesi için müsâade edilir (Mecelle, Ali Haydar Efendi)

MEŞ'AR-ÜL-HARÂM:
Mekke-i mükerremede, Arafât ile Minâ arasında bulunan Müzdelife'nin sonunda Cebel-i kuzah yakınında bir yer Meş'ar, şiâr (alâmet) yeri demektir Meş'ar denmesi; ibâdet yeri olması; haram diye vasıflandırılması ise, hürmeti ve kıymeti sebebiyledir
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Hac mevsiminde ticâretle) Rabbinizden rızık istemenizde bir günâh yoktur Arafât'tan (orada vakfeden sonra seller gibi) boşanıp (hep birlikte) aktığınız zaman Meş'ar-ül-harâmın yanında Allah'ı zikr edin O size nasıl hidâyet ettiyse siz de O'nu öyle anın" (Bekara sûresi: 198)
Haccın sünnetlerinden biri; Müzdelife'de vakfeye fecr (tan yeri) ağardıktan sonra durmaktır Gece Müzdelife'de yatıp, fecr açılırken sabah namazını hemen kılıp Meş'ar-ül-harâm denilen yerde ortalık aydınlanıncaya kadar vakfeye durulur Güneş doğmadan önce Minâ'ya hareket edilir (Alâüddîn Haskefî)

MEŞÂYIH:
Şeyhler, velîler, evliyâ Şeyh kelimesinin çoğuludur
Bir kimse, meşâyıhın ervâhı (ruhları) hep hâzırdır, bilirler dese, îmânı gider Allahü teâlânın izni ile hâzır olurlar dese küfr olmaz (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî ve İmâm-ı Birgivî)
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem; "Hesâba çekilmeden evvel, hesâbınızı görünüz" emirleri sebebi ile bâzı meşâyıh her gün ve her gece yaptıkları işlerden kendilerini hesâba çekerdi (Muhyiddîn-i Arabî)

Meşâyıh-ı Kirâm:
Büyük velîler, büyük zâtlar
Meşâyıh-ı kirâmın büyüklerinden biri diyor ki: Diri iken tasarruf (himmet, yardım) yaptıkları gibi, öldükten sonra da tasarruf, yardım yapan dört büyük velî gördüm Bunlardan ikisi, Ma'rûf-i Kerhî ile Abdülkâdir-i Geylânî hazretleridir (Ahmed Hamevî)

Meşâyıh-ı Müstakîm-ül-Ahvâl:
Hâlleri İslâmiyet'in emirlerine uygun olan zâtlar
Evliyâya hâsıl olan hâller, keşfler, eğer Peygamberimize sallallahü aleyhi ve sellem tâbi olmakla berâber ise, nûr üstüne nûr olur ve şerîatin (İslâmiyet'in) incelikleri onda hâsıl olmağa başlarSahâbe-i kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşları) he psi ve Selef-i sâlihin (ilk asrın müslümanları) ve Meşâyıh-ı müstakîm-ül-ahvâl böyle idi (İmâm-ı Rabbânî)

MEŞHÛR HADÎS:
İslâm'ın ilk asrında bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan, yâni bir kimsenin Resûl-i ekremden, o kimseden de, çok kimselerin ve bunlardan dahî, başka kimselerin işittiği hadîs-i şerîfler (Bkz Hadîs)
Meşhûr hadîse inanmayanın îmânı kalmaz, müslümanlıktan çıkar (İbn-i Âbidîn)

MEŞÎHAT-I İSLÂMİYYE:
Bâb-ı fetvâ (fetvâ kapısı) Şeyhülislâmın bulunduğu yer
İlmiye teşkilâtının en yüksek makâmı meşîhat-ı İslâmiyye idi Meşîhat dâiresinin en büyük vazifelisi şeyhülislâm idi (Ahmed Cevdet Paşa)
Ulemâdan Ahmed ibni Kemâl Paşa, Kânûnî Sultan Süleymân Han zamânında 1526'dan, 1534 senesine kadar meşîhat-ı İslâmiyye makâmında idi Cinnîlere de fetvâ verirdi Bunun için Müftî-yüs sakaleyn (insan ve cinlere fetvâ veren müftî) adı ile meşhûr oldu (Mecdî Efendi)

MEŞİYYET:
İrâde, dileme, isteme (Bkz İrâde)

MEŞREB:
Yaratılış, tabiat, huy
İnsanların akılları değişik, anlama kâbiliyetleri farklı olduğundan, herkes yaratıcıyı aradığında O'nu kendi tabîatına, meşrebine, ilim ve idrâkine (anlayışına) uygun bir tarzda tasavvur etmiştir Çünkü insan, aklının aczi ve noksanlığı sebebi ile an lamadığını, bilmediğini bildikleri gibi sanmıştır Hakîkati bulduk dedikleri çoğu zaman, mecûsîlik, putperestlik gibi şerrin, bâtıl (asılsız) şeylerin tam içine dalmış, bu sebeple şirk (ortak koşma) ve dalâlete düşmüşlerdir İnsan kendi başına yaratıcıyı lâyıkiyle anlayamayacağından; merhâmetlilerin en merhâmetlisi olan Allahü teâlâ her asırda, her kavme peygamberler göndermiştir Böylece işin hakîkatini, doğrusunu insanlara öğretmiştir (Harputlu İshâk Efendi)
Muhammed Ma'sûm Fârûkî hazretlerinin keşfleri çok doğru ve çok kuvvetli olup, uzak memleketlerdeki talebesinin evliyâlığın hangi mertebesinde olduğunu, meşrebinin nasıl olduğunu haber verirdi (Bedreddîn Serhendî)

MEŞRÛ':
Şerîate (İslâmiyet'e) uygun şey
Tevekkül, sebeblere yapışmayıp, tembel oturmak değildir Çünkü böyle olmak Allahü teâlâya karşı edepsizlik olur Müslümanın meşrû bir sebebe yapışması lâzımdır Sebebe yapışıp çalışmaya başladıktan sonra tevekkül edilir (Muhammed Bâkî-Billah)
Ana-babanın meşrû emirlerine âsî olanlar mel'ûndur (Süleymân bin Cezâ)
Bedendeki bütün âzâlar birer emânettir Bu nîmetleri meşrû şekilde ve meşrû yerlerde kullanırsan, emin kimselerden olur, cenâb-ı Hakk'a karşı tam şükretmiş olursun Bu emânetleri gayri meşrû yerlerde kullanan insan, Allahü teâlâya isyân ve hıyânet et miş olur (Süleymân bin Cezâ)
Humûd huylu olan kimse, helâl olan zevkleri, meşrû olan arzulara terk eder Ya kendi helâk olur, yâhut nesli kesilir (Ali bin Emrullah)

MEŞVERET:
Aklı, fikri kuvvetli, ileriyi gören kimse ile bir konu üzerinde fikir alış-verişinde bulunma; danışma (Bkz Müşâvere)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Onlar ki, Rableri için dâvete icâbet etmekte namazı dosdoğru kılmaktadırlar Ve işlerinde meşveret eder, kendilerine verdiğimiz rızıktan (hak yolunda) sarfederler (Şûrâ sûresi: 38)
Eğer ben bir kimseyi meşveret etmeksizin âmir tâyin edecek olsa idim, elbette İbn-i Mes'ûd'u tâyin ederdim (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed)
Meşveret etmek, insanı pişman olmaktan koruyan bir kal'a gibidir (Muhammed Hâdimî)
Meşveret olunan kimsenin, bilmediğini veya bildiğinin aksini söylemesi günâhtır (Sâdî-i Şîrâzî)
Herhangi bir işini bahîl yâni hasîs kimselere danışma Çünkü, seni sonra insanlar arasında rezîl ve rüsvâ eyler Sâlih kimseler ile meşveret et (Süleymân bin Cezâ)
Meşveret etmek sünnettir Zîrâ danışarak iş yapan zarar etmez Peygamber efendimiz eshâbı ile çok meşveret ederdi Bir iş için akıl, takvâ (haramlardan sakınma), hikmet (ilim ve fen) ve tecrübe sâhibi on kişiye danışırdı (Muhammed bin Ebû Bekr)

METÂ':
Faydalanılan şey
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Dünyâ hayâtı ancak insanları aldatıcı metâ'dır (Âl-i İmrân sûresi: 185)
Kadın erkek, hiçbir çekinme ve kaçınma olmaksızın berâber oturmak, konuşmak ve görüşmek sûretiyle kadınlara hürmet ediyoruz ve haklarını yerine getiriyoruz diyenler; hakîkatte kadınları tahkîr etmekte, aşağılamakta ve ticâret metâı olarak kullanmakta dırlar (Harputlu İshak Efendi)

METAFİZİK:
Fizik ve akıl ötesi Beş duyu organıyla ve tecrübeyle anlaşılamayan şeyler Fizik ötesini araştıran ilim, ilâhiyyât
Metafizik bilgilerden çürük bozuk olanları dîne uymaz Bu ilimler öğrenilince, din bilgilerinin aklî ilimlere uyan ve aklî bilgilerle çözülmeyen yerleri ve sebebleri meydana çıkar Akla uygun sanılmayan, aklın erişemediği mes'elelerin inkâr edilemeye ceği anlaşılır (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Bütün nutuklarımda, atomdaki enerjiden nasıl istifâde edilebileceğini anlattım Şimdi aklımıza haklı olarak şu suâl gelmektedir Bu muzzam kudreti küçücük yere kim ve nasıl koydu?Buna ancak metafizik cevap verecektir Ben ve arkadaşım atom bilgini Ha hn bu cevâbı İslâm dîninin verdiği fikrindeyiz (W Heisenberg)

METÂNET:
Sağlamlık, dayanıklı olma
Türklerde önce, itâat (söz dinlenme, emre uyma) duygusunu kırmak ve mânevî râbıtalarını (bağlarını) parçalamak, dînî metânetlerini zayıflatmak îcâb eder Bunun da en kısa yolu, an'anât-ı milliyye (millî geleneklerine) ve mâneviyyelerine (mânevî değer lerine) uymayan hâricî (dış) fikirler (düşünceler) ve hareketlere alıştırmaktır (Patrik Gregoryus)
Kadınların hayâsı, erkeklerden daha çok sabırlı ve metânetli olmalarını sağlar Onların birçok ağır işlere atılmalarını da önler (M Sabri Efendi)


METBÛ':
Kendisine tâbî olunan, uyulan
Peygamber efendimize uymanın en yüksek derecesi; insan vücûdunun her zerresinin tâbi olmasıdır Tâbi, metbû'a o kadar benzer ki, tâbi olmaklık aradan kalkar Bunlar da, sanki Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem gibi, aynı kaynaktan her şeyi alır (İmâm-ı Rabbânî)
İlim amelden (işten) şu husûslarda efdâldir (üstündür) Zîrâ ilim metbûdur, amel ise ona tâbîdir İlim lâzımdır (gereklidir), amel ise, melzûmdur (ilme bağlı olarak meydana gelir) İlim yalnız olduğu hâlde nef' (menfeat, fayda) verebilir; amel ise, i limsiz fayda veremez (Kudbüddîn İznikî)

METÎN (El-Metîn):
1Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden) Kudretli, kâmil (kusursuz, noksansız) olan, hiçbir sûrette za'fiyet, âcizlik, güçsüzlük meydana gelmeyen
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Mahlûkâtına (yarattıklarına) rızık verici yalnız Allahü teâlâdır (O), kuvvet sâhibidir, metîndir (Zâriyât sûresi: 58)
2 Hadîs-i şerîfi rivâyet eden (nakleden) râvîlerin (zâtların) sıra ile isimleri demek olan sened kısmından sonra gelen hadîs-i şerîfin bizzat kendisi, lafızları, sözleri
Hadîs-i şerîfin sâdece metin kısmı, hadîs âlimlerinin incelemesine pek nâdir hâllerde mevzû (konu) olur Hadîs-i şerîflerin sahîh, zayıf veya ikisi arasında bir derece ile vasıflandırılması, senette yer alan râvîlerinin, gerekli şartları taşıyıp taşı mamaları, râvi sayısının çokluğu veya azlığı veya senedin muttasıl (kesintisiz) ve munkatı (kesintili) olması vs gibi durumlardan dolayı olmaktadır İşte hadîs-i şerîf seneddeki bu durumlara göre; sahîh, hasen, zayıf, mütevâtir, meşhûr ve âhad vb çeşitlerine ayrılır (Seyyid Şerîf Cürcânî)

METRÛKÂT:
1 Özürsüz, tembellikle kılınmayan, terk edilen namazlar
Farz namazları özür ile kaçırmak günah olmaz ise de, hemen kazâ edilmesi lâzımdır Özür ile kaçırılan namaza fâite denir Özürsüz, bir namazın vaktini geçirmek büyük günâh olup, kazâ etmekle ortadan kalkmaz; ayrıca tövbe de etmelidir Fıkıh kitapları nda, müslümana hüsnü zân (iyi zan) edilerek kazâya kalan namazların hepsine fâite denmiş, metrûkât denmemiştir Çünkü müslüman, tembellik ederek namazı terk etmez (Alâüddîn Haskefî-İbn-i Âbidîn)
2 Vefât eden kimsenin geriye bıraktığı şeyler Mîrâslar, terikeler (Bkz Terîke ve Mîrâs)

ME'VÂ CENNETİ:
Sekiz Cennet'ten üçüncüsü
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Îmân edip de sâlih amel işleyenler için, yapmış oldukları iyi amellere karşılık konak olmak üzere Me'vâ Cennetleri vardır (Secde sûresi: 18)

MEVÂCİD:
Kalbe gelen zevkler, vecdler (mânevî coşkunluk halleri) (Bkz Vecd)
Tasavvuf yolcularının, bu yolculukta gördükleri ahvâl (hâller), mevâcid, ulûm (ilimler) ve mârifetler; imrenilecek, istenilecek şeyler değildir Hepsi evhâm (vehimler) ve hayâlât (hayaller) gibi geçici şeylerdir Bunlar o yolcuları ilerletmek için vâ sıtadan başka bir şey değillerdir (İmâm-ı Rabbânî)
İhlâs (herşeyi Allahü teâlânın rızâsı için yapma) makâmına ve (tasavvufun en yüksek derecelerinden) rızâ mertebesine kavuşmak için ahvâl ve mevâcidden vaz geçmek, ilim ve mârifetler edinmek lâzımdır Bunlar gâyeye götüren yoldur Maksadın başlangıcıd ır (Muhammed Bâkî-billah)
Ahvâl (hâller) ve mevâcid; matlûbun yâni ele geçirilmek istenilenlerin başlangıçlarıdır Maksad (gâye) değildir (İmâm-ı Rabbânî)
İslâmiyet'ten kıl ucu kadar bile ayrılan bir kimsede ahvâl (hâller) ve mevâcid hâsıl olursa, bunlara istidrâc (fâsıklarda ortaya çıkan hârikulâde haller) denir ki onu dünyâda ve âhirette rezil olmaya sürükler (İmâm-ı Rabbânî)
Bütün ahvâl (kalbde meydana gelen güzel değişiklikler) ve mevâcidi bize verseler, fakat Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdını içimize yerleştirmeseler, kendimi mahvolmuş bilirim Eğer Ehl-i sünnet (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olanların) îtikâdını verseler, ahvâl ve mevâcid hiç vermeseler, hiç üzülmem (Ubeydullah-ı Ahrâr)

MEVÂT ARÂZİ:
Ölü arâzi (Bkz Arâzi) Bir kimsenin mülkünde bulunmayan, mer'a, baltalık ve harman yeri olarak kimseye verilmemiş olan ve gür sesli bir kimsenin köy ve kasaba evlerinin son bulduğu yerden bağırıp sesi duyulmayacak derecede köy ve kasabadan uzak yâni tahmînen yarım saatlik uzaklıkta olan dağlık, taşlık, kıraç, otlak ve boş yerler
Kim bir mevât arâziyi ihyâ ederse (ekilebilir hâle getirirse) o, onun (mülkü) olur (Hadîs-i şerîf-Kitâb-ül-Harâc)

MEVCÛDÂT:
Var olan şeyler, mahlûklar, yaratıklar
Bütün mevcûdât; cansızlar, nebâtât (bitkiler) ve hayvânât olmak üzere üç cinse ayrılır Bütün bunları yaratan Allahü teâlâdır Hayvan cinsinin en kıymetlisi, en şereflisi insandır Her cinsin nev'ileri (türleri, çeşitleri) arasında üstünlük sırası va rdır Meselâ nebâtâttan hurma ağacı, hayvan gibi his ve hareket eder Hurma ağaçlarından bir kısmı erkek, bir kısmı dişidir Erkek ağaç, dişi tarafına eğilmektedir Erkek ağaçtan, bir madde dişiye gelmeyince, dişide meyve hâsıl olmaz Gerçi bütün nebâtâtlarda (bitkilerde) bu iki organ vardır Fakat hurma ağacında, hayvanlar gibi görünmektedir Hattâ hurma ağacının başında beyaz bir şey vardır Hayvanların yüreği gibi iş görür Bu şey yaralanırsa veya suda kalırsa, ağaç kurur (Ali bin Emrullah)

MEVDÛ HADÎS:
Bir hadîs imâmının (üç yüz binden daha çok hadîs-i şerîfi, râvîleri ve senedleri ile birlikte ezbere bilen âlimin) şartlarına uymayan hadîs-i şerîfler (Bkz Hadîs)
Mevdû hadîs, uydurma hadîs demek değildir (Abdülhakîm-i Arvâsî)
İbn-i Teymiyye aşırı giderek tasavvuf büyüklerine, Sadreddîn Konevî'ye Muhyiddîn ibni Arabî'ye İbn-i Fârıd'a insafsızca saldırmıştır İmâm-ı Gazâlî'nin kitablarında mevdû hadîs doludur derdi Onun bu tür iftirâlarına zamânındaki âlimler gerekli cevâb ı vermişlerdir (Abdülhakîm Arvâsî)
İslâmiyet'in temel kitablarında hiçbir mevdû hadîs ve düşmanların, câhillerin dîne soktukları bozuk inanışlar ve yanlış işler yoktur (M Sıddîk bin Saîd)
Ehl-i sünnet âlimleri hadîs-i şerîfleri incelerken kılı kırk yarmışlar, mevdû hadîslerin hepsini elemişlerdir Farzları helâl ve harâmları yalnız sahîh ve meşhûr hadîslerden çıkarmışlardır (Dâvûd-i Karsî)

MEVHİBE:
İhsân, bağış, Allahü teâlânın kuluna ihsânı
İlim iki çeşittir Biri verâset, biri de ledün ilmidir Verâset ilmi çalışarak elde edilir İlm-i ledün ise, Allahü teâlânın ihsânıdır Çalışmadan elde edilir İlâhî bir mevhibedir Kullarından dilediğine verir (Ubeydullah-ı Ahrâr)

MEVHÛM:
Vehmolunmuş, aslı esâsı yokken zihinde kurulmuş olan, kuruntuya dayanan Hayâlî (Bkz Vehm)
Dışarıda bir şeyi görmek tatlı geldiği gibi, onun aynadaki hayâlini görmek de tatlı gelmekte, sevilmektedir Hâlbuki, o şeyin kendisi dışarda vardır Aynada görmek ise, hayâl ve vehim olup, kendisi değildir Fakat tesirleri ve işleri birbirlerine ben zemektedir Allahü teâlâ, lutf ve ihsân ederek, mevhûm olan şeylerin tesirlerini, mevcûd (var olan) şeylerin tesirlerine, işlerine benzettiği için, mevhûm olanlarda, mevcûda ihsân edilen (verilen) nîmetlerden pay almak ümidi meydana geldi (Ahmed Fârûkî)

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-03-2008   #56
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük



MEVKÎ':
Yer, mahâl, makam
Suyun bakliyâtı yetiştirmesi gibi, mal ve mevkî sevgisi de, kalbde nifâkı münâfıklığı yâni için dışa uymamasını) yetiştirir (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
İki aç kurdun saldırdıkları zaman, koyun sürüsüne verdikleri zarar, mal ve mevkî sevgisinin, müslümanın dînine verdiği zarardan daha çok değildir (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
İnsanın izzeti (şerefi), îmân ve mârifet (Allahü teâlâyı bilmesi) iledir Mal ve mevkî ile değildir (Muhammed Ma'sûm)
Mevkî ve şöhret sâhibi olmak arzûsu, insanlarda üç şeyden meydana gelir: Birinci sebeb; nefsin arzûlarına kavuşmaktır Nefis, arzûlarının haram yollardan elde edilmesini ister İkincisi; kendinin ve başkalarının haklarını zâlimlerden kurtarmak ve müs tehâb olan meselâ, sadaka vermek için ve hayrât (hayır, iyilikler) yapmak için, yâhut mübâh olan işler yapmak için, meselâ, iyi yimek, iyi giyinmek, iyi evlerde oturmak ve çoluk-çocuk sâhibi olup, râhat ve mes'ûd (huzurlu) yaşamak için veya zâlimleri mazlûmlardan kurtarmak için veya İslâm dînine ve müslümanlara hizmet için mevkî sâhibi olmak istenir Bu niyet ile mevkiye kavuşurken, İslâmiyet'in yasak ettiği şeyleri yapmaz ve vâcibleri, sünnetleri terk etmezse, bunun mevkî sâhibi olması câizdir Üçüncü sebeb; nefsini eğlendirmektir Nefis, maldan olduğu gibi, mevki'den de lezzet almaktadır (Muhammed Hâdimî)

MEVKIF:
Durak, durulacak yer; kıyâmette ölülerin diriltildikten sonra toplanacakları yer; Arasât meydanı, mahşer yeri (Bkz Mahşer)
Âhirette, peygamberlerin, kendilerine inen kitâblarını okumaları tamâm olduktan sonra, bir nidâ (ses) gelir ki: "Ey mücrimler (kâfirler) ayrılınız!" (Yâsîn sûresi: 59) denir Bu nidâ üzerine, mevkıf yâni Arasât meydanı harekete geçer O zaman, herkes i büyük bir korku alır Birbirine girift olurlar (karışırlar) Melekler cinler ile ve cinler insanlar ile karışır (İmâm-ı Gazâlî)

MEVKÛF SATIŞ:
Sözleşme, alıcı ve verici açısından İslâmiyet'e uygun olduğu hâlde; başkasının hakkı karışmış olan alış-veriş
Mevkûf satış, bâyiden başka bir kimsenin hakkı da bulunan bir malın satılması, o kimsenin izin vermesine mevkûftur İzin vermezse müşteri o mala mâlik, sâhib olamaz (İbn-i Âbidîn)

MEVLÂ:
1Yardımcı ve koruyucu olan Allahü teâlâ
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Biliniz ki Allah sizin mevlânızdır O, ne güzel mevlâ, ne güzel yardımcıdır (Enfâl sûresi: 40)
De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize aslâ erişmez O, bizim mevlâmızdır Onun için mü'minler yalnız Allah'a güvenip, dayanmalıdır (Tevbe sûresi: 51)
Dünyâyı anlayan onun sıkıntısından üzülmez Dünyâyı anlayan ondan sakınır Ondan sakınan nefsini tanır Nefsini tanıyan Rabbini bulur Mevlâsına hizmet edene, dünyâ hizmetçi olur (İbrâhim Hakkı Erzurumî) Hak şerleri hayr eyler Zannetme ki gayr eyler Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler
(İbrâhim Hakkı Erzurumî)
2 Sevgili, sevilen
Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır (Hadîs-i şerîf-Kurret-ül-Ayneyn)
3 Âzâd edilmemiş, serbest bırakılmamış köle ve câriyenin sâhibi, efendisi
4 Âzâd edilmiş köle
5 Kölesini âzâd etmiş olan kimse
Bir köle âzâd edildikten yâni serbest bırakıldıktan sonra sâhibi ile arasında velâ (yakınlık) ve yardımlaşma devâm eder Bu bakımdan her ikisine de mevlâ denmiştir (İbn-i Âbidîn)

MEVLÂNÂ:
1 "Efendimiz" mânâsına bir büyüğe karşı söylenen hürmet ve saygı ifâdesi
Tahrîmen yâni harama yakın mekrûh olan şeyi terk etmek vâcibdir Mevlânâ Bahr-ul-ulûm, Erkân-ül-erbea kitabında diyor ki: "Tahrîmen mekrûh olan şeyi terk etmek vâcibdir Bu mekrûhu yapmak, bu vâcibi terk etmek olur (Abdülhay Lûknevî)
Sözü başka tarafa çevirelim Duâlarımı bildiren mektubumu size getiren Mevlânâ Muhammed Hâfız, ilim sâhibi olup, çoluk çocuğu fazladır Geçim darlığından askere geldi Eğer yardım elinizi uzatır, emîr nakîb Seyyid Şeyh Ciyû'ya maaş alması veya yardım etmesi için söylerseniz kerem etmiş olursunuz (İmâm-ı Rabbânî)
2 Evliyânın büyüklerinden Celâleddîn Rûmî'nin ve Hâlid-i Bağdâdî'nin ve bâzı büyüklerin lakabı

MEVLEL-MUVÂLÂT
Bir zımmînin yâni gayr-i müslim (müslüman olmayan vatandaşın) veya harbî yâni vatandaş olmayan pasaportlu bir kâfirin bir müslümanın yardımı ile îmâna gelerek, bu müslümanı velî kabûl edip ona; "Sen benim mevlâmsın (velîmsin), şâyet ben bir cinâyet ( suç)işlersem diyetini (borcunu) sen ver, ben ölünce de sen malıma vâris ol" diyerek bir mukâvele (sözleşme) teklifinde bulunması
Velâ yâni başkasının yakınlığı ve velîliği altında bulunan kimse, hiçbir yakını bulunmaksızın ölse, mîrâsının tamâmı mevlel-muvâlâta kalır Velâ altında bulunan vefât ettiğinde yalnız zevcesini (hanımını) veya ölen kadın olup da yalnız zevcini (kocas ını) geride bırakırsa, bunlar muayyen (belirli) hisselerini aldıktan sonra geri kalan mal mevlel-muvâlâta âid olur Beyt-ül-mâle kalmaz (Sirâciyye)
Meyyitin (ölünün) bıraktığı maldan ferâiz ilmindeki sıra tâkib edilerek Zevilerhâmdan kimse yoksa mevlel-muvâlât denilen kişiye verilir (M Mevkûfâtî)

MEVLEVİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin tasavvuftaki yolu
Mevleviyye yolunun büyüğü Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, ney ve başka hiçbir çalgı çalmadı Mûsikî dinlemedi ve raks yâni dans etmedi Mevlânâ Câmî; Mesnevî'nin birinci beytinde bahs edilen ney'in, İslâm dîninde yetişen kâmil (olgun) yüksek insan olduğun u bildirmiştir Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'den sonra Mevlevî şeyhlikleri câhillerin eline düştüğünden, ney'i çalgı sanarak; ney, dümbelek gibi şeyler çalmağa, dans etmeğe başlamışlar, ibâdete haram karıştırmışlardır İslâmiyet'in ve Celâleddîn-i Rûmî' nin beğenmediği bu oyun âletleri, o tasavvuf üstâdının türbesine konunca, türbeyi ziyâret edenlerden bir kısmı bunları onun kullandığını zannederek aldanmaktadır Osmanlılar zamânında gelişen ve yayılan, çok büyük hizmetlere vesîle olan Mevlevîlik, câhil ve ehliyetsiz kimselerin eline düştü İbâdete haramlar karıştırıldı Sultan İkinci Mustafa Han'ın hocası olan Vânî Muhammed Efendi, Mevlevîlerin simâlarını (âletsiz, çalgısız olan ses) ve Halvetîlerin rakslarını (dans) yasak ettirdi (M Sıddîk Gümüş)
Mevleviyye şeyhleri de âlim ve sâlih kimseler idi Bunlardan Osman Efendi, Tezkiye-i Ehl-i Beyt kitabında râfizîlerin iftirâlarına vesikalarla cevab vererek İslâmiyet'e büyük hizmet etmiştir (Abdülhakîm Arvâsî)

MEVLİD:
Dünyâya gelme; doğum yeri ve zamânı Peygamber efendimizin dünyâya gelişini, mi'râcını ve mübârek hayâtını anlatan eser
Mevlid okumak, Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem dünyâya gelişini, mi'râcını ve hayâtını anlatmak; O'nu hatırlamak, O'nu övmektir (İbn-i Hacer-i Heytemî)
Resûlullah efendimizin mevlidine dâir yazılanların okunması için bir dirhem harcayan, Cennet'te bana arkadaş olur (Hazret-i Ebû Bekr)
Resûlullah efendimizin mevlidine kıymet veren, İslâma kıymet vermiştir (Hazret-i Ömer)
Resûlullah efendimizin mevlidine kıymet verip mevlid-i şerîf okunmasına sebeb olan dünyâdan îmânla gitmesi umulur (Hazret-i Ali)
Mevlid okunan yerden belâlar sıkıntılar gider (Mevlânâ Celâleddîn Rûmî)
Hâfızlar, Kur'ân-ı kerîm ve mevlid okumakla geçinmemeli, bunları para düşünmeden Allah rızâsı için okumalıdır (Muhammed Hâdimî)
Süleymân Çelebi'nin Mevlid'inden bir beyt şöyledir: Âmine Hâtun Muhammed Ânesi, Ol sadeften doğdu ol dür dânesi


Mevlid Gecesi:
Peygamberimiz Muhammed Mustafâ sallallahü aleyhi ve sellemin doğduğu Rebî'ul-evvel ayının on birinci ve on ikinci günleri arasındaki gece
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) mevlîd gecelerinde Eshâbına ziyâfet verir, dünyâyı teşrif ettiği ve çocukluğu zamânında olan şeyleri anlatırdı Müslümanlar bu geceye çok önem vermiştir Bu geceyi bütün mahlûklar, melekler, cinler, hayvanlar ve cansız maddeler, birbirlerine müjdelemekte, Peygamber efendimiz dünyâya geldi diye sevinmektedirler (İbn-i Hacer-i Heytemî)
Mevlîd günü ve gecesinin şerefi, kıymeti çoktur Resûlullah'ın varlığı, vefâtından sonra O'na tâbi olanlar için, kurtuluş vesîlesidir O'nun doğumu için sevinmek Cehennem azâbının azalmasına sebeb olur Bu geceye hürmet etmek, sevinmek, bütün senenin bereketli olmasına sebeb olur Mevlid gününün fazîleti, Cumâ günü gibidir Cumâ günü, Cehennem azâbının durdurulduğu, hadîs-i şerîfte bildirildi Bunun gibi, mevlîd gününde de azâb yapılmaz Mevlid geceleri, sevindiğini göstermeli, çok sadaka, hediy e vermeli, dâvet olunan ziyâfetlere gitmelidir (İmâm-ı Celâlüddîn Abdurrahmân bin Abdil-Melîk Kettânî)
Mevlid gecesinde sadaka vermek, müslümanları toplayıp câiz olan şeyleri yedirmek ve câiz olan şeyleri okutup dinlemek, sâlih kimseleri giydirmek bu geceye hürmet etmek olur Bunları Allah rızâsı için yapmak câizdir ve çok sevâb olur Bunları yalnız f akirler için yapmak şart değildir Ancak muhtaç olanları sevindirmek daha sevâb olur (İbn-i Battâl)
Mevlid gecesi Kadr gecesinden sonra en kıymetli gecedir Bu gece Peygamber efendimiz doğduğu için sevinenler affolur (Muhammed Rebhâmî)
Her sene mevlid gecesinde müslümanlar sadaka veriyorlar, seviniyorlar, hayr ve hasenât yapıyorlar Toplanıp Mevlid kasîdesi okutup dinliyorlar (Şemseddîn Sehâvî)

MEVT:
Ölüm; rûhun bedenden ayrılması (Bkz Ölüm)

MEVZÛN:
Ölçülü, tartılı, ağırlıkla ölçülen, tartılan mal
Birkaç kimse arasında müşterek (ortak) olan mekîl (ölçek ile ölçülen) veya mevzûn olan bir malı ölçmeden paylaşmak fâiz olur (Ömer Nesefî)

MEYL-İ TABÎ'Î:
İç güdü İnsanın irâdesi dışında, yaratılıştan olan meyl, bedenin istemesi
Allahü teâlâdan başka bir şeyi sevmek iki türlü olur: Birincisi; bir mahlûku, varlığı kalb ile ve beden ile birlikte sevmek, ona kavuşmak istemektir Câhillerin sevmeleri böyledir Tasavvuf yolunda çalışmak, kalbi bu sevgiden kurtarmak içindir Böyle kalbde yalnız Allahü teâlânın sevgisi kalır, kalb O'ndan başkasına tutulmaktan, gönül bağlamaktan kurtulur İkincisi; meyl-i tabiî olup, bedendeki maddelerin ve enerjinin özelliklerinden, ihtiyâçlarından ileri gelen bir istektir Tasavvufun en son mertebesine kavuşan ve Allahü teâlânın sevdiği kulları olan evliyâda, mahlûklara (yaratılmışlara) karşı bu sevgi bulunabilir Hattâ hepsinde vardır Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem serin ve tatlı içmeği severdi Nefs itminâna kavuşup, artık kötülükleri istemez hâle gelince, yalnız bedendeki maddelerin ısı ve hareket enerjisinin kötü isteklerine karşı cihâd edilir, savaşılır (Muhammed Ma'sûm)
Meyl-i tabî'î olan istekler, nefsin istekleri değildirNefsle ilgileri yoktur Tabîat kânunlarından hâsıl olan istekler yasak edilmemiştir Bunları istemek nefse uymak olmaz Bu istekleri yapmak mübâhtır Nefs ya mübâhların fazlasını veya şüpheli ve haram şeyleri ister (İmâm-ı Rabbânî)

MEYTE:
Ölmüş veya besmelesiz kesilen yâhut kesilmeyip başka sûretle öldürülen hayvan (Bkz Leş, Murdar)

MEYYİT:
Vefât etmiş, ölü
Bir kimse mü'min kardeşinin kabrini ziyâret eder ve kabir yanında oturursa ve selâm verirse, meyyit onu tanır ve selâmına cevab verir (Hadîs-i şerîf-Kitâbü Şerh-us-Südûr)
Meyyitin mezardaki hâli, imdâd diye bağıran denize düşmüş kimseye benzer Boğulmak üzere olan kimse kendisini kurtaracak birini beklediği gibi, meyyit de babasından, anasından, kardeşinden, arkadaşından gelecek bir duâyı gözler Kendisine bir duâ gelince, dünyânın hepsi kendisine verilmiş gibi sevinmekten daha çok sevinir (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Meyyit, ehlinin, evlâdının ağlamalarından azâb duyar (Hadîs-i şerîf-Minhet-ül-Vehbiyye)
Âdet olarak, riyâ, gösteriş olarak değil de, Allah rızâsı için, fakirlere yemek, sadaka verip, sevâblarını meyyitin rûhuna göndermek iyi olur ve büyük ibâdet olur (Muhammed Ma'sûm)
Meyyit için duâ, Fâtiha, sadaka ve istiğfâr ile imdad ve yardım lâzımdır (Abdülhakîm-i Arvâsî)

MEZÂR:
Kabir, ölünün gömüldüğü yer
Türbelere bez, iplik bağlamak, mezârlara mum yakmak dînimizde yoktur Bunları hıristiyanlar yapar Mezâra mum yakılmaz Türbeye hizmet eden, orada ibâdet eden fakirlere mum götürülürse, sadaka sevâbı olur Bu sevab ölüye bağışlanır Mezârın yanında a dak hayvanı da kesilmez (İbn-i Âbidîn)

MEZHEB:
Gitmek, tâkib etmek, gidilen yol Mutlak müctehîd denilen dinde söz sâhibi âlimlerin, müslümanların yapmaları gereken hususlarla ilgili olarak dînî delîllerden (Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve İcmâ'dan) hüküm çıkarma usûlleri ve çıkarıp bildirdik leri hükümlerin hepsi
Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve Eshâbının yolu) yüzlerce mezhebinden bugün dört tânesi kitâblara geçmiş olup, diğerleri kısmen unutulmuştur Bu dört mezheb; Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhebleridir Müctehîd olmayanların bütün hareketler inde ve ibâdetlerinde bir müctehîde tâbi olması yâni bu dört mezhebden birinde bulunması lâzımdır (Tahtâvî, Hamdullah Decvî, Muhammed Bâvâ Viltorî)
Eshâb-ı kirâmın (Peygamberimizi gören müslümanların) hepsi derin âlim, birer müctehîd idiler Din bilgilerinde, siyâsette, idârecilikte, zamanlarının fen bilgilerinde ve tasavvufta (ahlâk ilminde) birer deryâ idiler Bu bilgilerinin hepsini, Resûlull ah'ın sallallahü aleyhi ve sellem mübârek yüzünü görmekle ve kalblere işleyen, rûhları çeken sözlerini işitmekle az zamanda edindiler Müctehîde kendi ictihâdı ile amel etmek lâzım geleceğinden her birinin mezhebi vardıMezhebleri az veya çok farklı idi Tâbiîn (Eshâb-ı kirâmı görenler) ve Tebe-i tâbiîn (Tâbiîn'i görenler) arasında da müctehidler vardı Bu müctehidlerin mezheblerinden yalnız dördü kitaplara geçip dünyânın her yerine yayıldı Diğerlerinin mezhebleri unutuldu (Seyyid Abdülhakîm, Hamdullah Decvî)
Her müslümanın; bir ibâdet, bir iş yaparken dört mezhebden birine uyması lâzımdır Dört mezhebden başka bir mezhebe uymak câiz değildir Dört mezhebden birine tâbi olmak için bu mezhebin fıkıh bilgilerini iyi öğrenmek lâzımdır Bu da o mezhebde yazıl mış fıkıh ve ilmihâl kitâblarından öğrenilir (Muhammed Abdurrahmân Silhetî)
Dört mezhebin îtikâdları yâni îmânları birdir, ayrılıkları yoktur Dördü de Ehl-i sünnet îtikâdında (inanışında)dır Ehl-i sünnet îtikâdında olmayanlara bid'at ehli denir (Şehristânî, Tahtâvî)
Dört mezhebden birine uymak Kur'ân-ı kerîme ve Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme uymaktır Çünkü, mezheb imâmları Kur'ân-ı kerîmde açıkça bildirilen hükümleri, Peygamber efendimizin Kur'ân-ı kerîm ile ilgili açıklamalarını bildirdikleri gibi, K ur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerinde açıkça bildirilmeyen hususların hükümlerini yine Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerin ışığı altında ortaya koymuşlardır (Abdülganî Nablûsî)

Mezheb İmâmı:
Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan işiterek veya nakl ile toplayan, açıkça bildirilmemiş olanları da, kendi koydukları usûllere (metod) göre açıkça bildirilmiş olanlara benzeterek çıkaran derin âlim, mutlak müctehîd (Bkz Müctehid)
Bilinen dört mezheb imâmından başka mezheb imâmları da vardı Fakat bunların mezheblerinde olanlar azala azala bugün hiç kalmadı Eshâb-ı kirâmın hepsi derin âlim ve müctehid idi Her biri kendi mezhebinde idi Hepsi de mezheb imâmlarımızdan daha üst ün idi Fakat bunların kitabları olmadığı için mezhebleri unutuldu (Şa'rânî)

Mezheb Taklidi:
1 Amelde yapılacak işlerde bir müctehidin ictihâdlarına, fetvâlarına tâbi olma Mevcût dört hak mezhebden birini öğrenip, kabûllenip, onunla amel etme
Her müslüman vücud yapısına, yaşadığı iklim şartlarına, iş hayâtına göre kendisine daha kolay gelen ve meşhûr olan dört mezhebden birini seçer Yâni bu mezhebin ilmihâl kitâbını okuyup, öğrenir, ibâdetlerini ve bütün işlerini bu mezhebi taklîd ederek yapar Böylece bu mezhebe girmiş olur Dört mezhebden birini taklîd etmeyen kimse, Ehl-i sünnetten (Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kirâmın yolunda olanlardan) ayrılmış olur (Şernblâli)
Mezheb taklîdi demek; kitâb (Kur'ân-ı kerîm) ve sünnetten ayrılmış olmak değildir Bilakis mezheb imâmının kitâb ve sünnetten bildirdiklerine uymak, yâni kitâb ve sünnete uymak demektir (Abdurrahmân Silhetî, Nablüsî)
Bugün din bilgilerini bu dört mezhebden birinin ilmihâl kitablarından öğrenmekten başka çâre yoktur Herkes kendine kolay gelen mezhebi seçer Onun kitablarını okur, öğrenir Her işini bu mezhebe uygun yapar O mezhebi taklîd etmiş olur (Yûsuf Nebhânî)
2Dört mezhebden birine uyan kimsenin bir işi yapmada ihtiyâç veya zarûret (başka hiçbir çâre bulunmama) veya meşakkat (güçlük) bulunduğunda, diğer mezheblerden birinin bu mes'eleyle ilgili şartlarına uyarak faydalanma
Bir kimse bağlı olduğu mezhebde, kendi anlayışına göre değil, dinde bildirilen ölçüler çerçevesinde bir hususta mecbur kalınca, diğer üç mezhebden birini taklîd edebilir Fakat o mezhebin o hususla ilgili bildirdiği şartların hepsini de yapması lâzım dır Meselâ Hanefî mezhebinde olan bir kimsenin Şâfiî mezhebini taklîd ederek necâset (pislik) bulaşmış kulleteyn (küçük havuz) miktârı sudan abdest alırsa, yüzü yıkarken niyet etmesi ve tertibe riâyet etmesi ve imâm arkasında Fâtihâ okuması ve namazda tâdil-i erkânı muhakkak yapması lâzımdır Bunları yapmazsa namazın bozulacağı söz birliği ile bildirilmiştir (Abdurrahmân İmâdî, Abdülganî Nablüsî)
Bir kimse bir mezhebe tâbi olunca, ihtiyâc olmadıkça başka mezhebi taklîd etmez Fakat bir işi yapmakta kendi mezhebine uymak güç olursa, o işi başka mezhebi taklîd ederek yapması câiz olur (Muhammed Hâdimî)


MEZHEBDE MÜCTEHİD:
Mezheb imâmının koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dînî delîllerden (kaynaklardan) yeni hükümler çıkarabilen İslâm âlimi Buna müctehid-i mukayyed ve müctehid-i müntesib de denir (Bkz Müctehid)
İmâm-ı Muhammed Şeybânî, fıkıh âlimlerinin ikinci tabakasından olup, mezhebde müctehiddir Hanefî mezhebini, yüzlerce kitab yazarak nakleden ve yayan odur Güzel ahlâkı ve üstün hâlleri ile meşhûr idi (İbn-i Âbidîn)

MEZHEBSİZ:
Müctehid (dînî delîllerden hüküm çıkarabilen büyük âlim) olmadığı hâlde, dört hak mezhebden birine tâbi olmayan, mezhebleri kabûl etmeyen ve dînî delillerden kendi anlayışına göre hüküm çıkarıp, buna göre amel eden veya böyle birine uyan kimse
İbâdetlerin doğru olarak yapılmasını bildiren dört mezheb vardır Bunlardan dördü de haktır, doğrudur Bu dört mezheb; Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî mezhebidir Her müslümanın bu dört mezhebden birinin fıkıh kitâbını okuyup ibâdetlerini bu kitâba uy gun yapması lâzımdır Böylece bu mezhebe girmiş olur Mezhebsiz olan, Ehl-i sünnet (Peygamber efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın yolunda bulunanlardan) değildir (Tahtâvî, Hamdullah Decvî)
Hak olan, doğru olan dört mezhebin îtikâdları yâni îmânları aynıdır Îmânda ayrılıkları yoktur Dördü de Ehl-i sünnet îtikâdındadır Ehl-i sünnet îtikâdında olmayan ve dört hak mezhebden birine uymayan, bid'at (sapıklık) ehli veya mezhebsizdirBunlar kendilerine beşinci mezheb diyorlar Beşinci mezheb diye bir şey yoktur (Şehristânî ve Yûsuf Nebhânî)
Mezhebsizler, mezheb imâmı olan büyük âlimlerin üstünlüklerini kabûl etmezler Kendilerinin de Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarabileceklerini söylerler Mezheblerden birisine tâbi olan kimseleri câhillikle ithâm ederler Bin sened en beri gelmiş hâlis müslümanları ve mezheb imâmlarına uyan âlimleri küçük görerek kendilerini gerçek müslüman ve asrın ihtiyâçlarını kavramış geniş kültür sâhibi bir İslâm âlimi olarak tanıtırlar (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Mezhebsizlik, dinsizliğe giden bir köprüdür (Zâhid-ül-Kevserî)
Mezhebsiz; eğer Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilen bir şeye inanmamış veya şüphe etmiş ise, kâfir (îmânsız) olur Açık olarak bildirilmemiş şüpheli olan delîlleri te'vîl ederek (kendine göre yorum yaparak) yanlış mânâ vermiş ise , ehl-i bid'at (sapık) olur (Hamdullah Decvî)

MEZMÛM:
Yerilen, kötülenen, beğenilmemiş, çirkin
Kâfirlerin yaptıkları ve kullandıkları şeyler iki kısımdır: Birisi âdet olarak yâni her kavmin her memleketin âdet olarak yaptıkları şeylerdir Bunlardan haram olmayıp, insanlara faydalı olanları yapmak ve kâfirlere benzemeği düşünmeyerek kullanmak g ünâh değildir Pantolon, fes ve çeşitli ayakkabı, çatal, kaşık kullanmak, yemeği masada yemek ve herkesin önüne tabaklar içinde koymak ve ekmeği bıçaklarla dilimlere ayırmak ve çeşitli eşyâ ve âletleri kullanmak, hep âdete bağlı şeyler olup, mübâhtır, serbesttir Bunları kullanmak, bid'at olmaz, günah olmaz Bunlardan faydalı olmayanları, mezmûn olanları kullanmak ve yapmak harâm olur Kâfirlerin kullandıkları şeylerin ikinci kısmı, onların ibâdet olarak yaptıkları, kâfirlik alâmeti olan şeylerd ir ki, bunları yapmak ve kullanmak küfr (îmânsızlık) olur, haramdır (İbn-i Âbidîn, İmâm-ı Birgivî)

MEZY (Mezî):
Dokunma, bakma ve düşünme gibi sebeplerle erkekten gelen beyaz şeffâf sıvı
Hanefîde ve Şâfiî'de bir kimseden vedî (idrardan sonra gelen beyaz bulanık koyu sıvı) ve mezî çıkınca cünüp olmaz yâni boy abdesti alması gerekmez Fakat abdest bozulur (M Mevkûfâtî)
Mezî ve vedî, Hanefî ve Mâlikî mezhebinde kaba necâsettirler (İbn-i Âbidîn)
Vedî, mezî çıkınca dört mezhebde de abdest bozulur Hanbelî'de gusl (boy abdesti) de lâzım olur (Ekmelüddîn Bâbertî)

MIRDAR:
Leş (Bkz Leş)

MISHAF:
Kur'ân-ı kerîmin tamâmının yazılı olduğu mübârek kitab (Bkz Mushaf)

MISKA:
Şifâ âyet-i kerîme ve duâlarının yazılı olduğu kâğıt, muska (Bkz Rukye)
Kur'ân-ı kerîm ile ve duâ ile olan mıskaları yapmak ve kullanmak câizdir ve insanı korurlar Kur'ân-ı kerîm maddî ve mânevî her derde şifâdır ve her harfi mübârektir, muhteremdir (İbn-i Âbidîn)

MİHRÂB:
Mescid, câmi vb ibâdet yerlerinin kıble tarafında imâmın namaz kıldığı yer
İmâmın mihrâb içinde durması mekrûhtur Ayakları, mihrâbın dışında olunca, mihrâb içine secde etmesi mekrûh olmaz (Halebî)
Mihrâbı bulunmayan, hesab, yıldız gibi şeylerle de anlaşılmayan yerlerde, kıbleyi bilen, sâlih müslümanlara sormak lâzımdır Kâfire, fâsıka (açıkça günah işleyene) ve çocuklara sorulmaz (Dâmâd, İbn-i Âbidîn)

MİHRİCÂN GÜNÜ:
Eylül ayının yirmi üçüncü gününe rastlayan mecûsî bayramı
Nevruz (Mart'ın yirmi birinci) ve mihricân günlerinde, bunların isimlerini söyleyerek hediye vermek haramdır Bu günleri bayram bilerek hediye vermek, îmânı götürür Bu günlerde hürmet için kâfire yumurta bile verenin îmânı gider (Alâüddîn Haskefî)

MÎKÂİL ALEYHİSSELÂM:
Dört büyük melekten biri Ucuzluk, pahalılık, kıtlık, bolluk yapmak, ferah ve huzûr getirmek ve her maddeyi hareket ettirmekle görevli melek
Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Cebrâil'e; "Ey Cebrâil! Mîkâil'in güldüğünü hiç görmedim, bunun sebebi nedir?" diye sorduğunda, Cebrâil (aleyhisselâm; "Cehennem ateşinin tutuşturulduğu günden bugüne dek Mîkâil gülmemiştir" diye cevap verdi (Muînüddîn Hirevî)
Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâma gökte iki ve yerde iki yardımcı yaratmıştır Bunlar gökte Cebrâil ve Mikâil, yerde hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'dir (Nişancızâde)

MÎKÂT:
Hac ve umre için gelenlerin ihrâma girdikleri mevki, yer
Mîkâtlar şunlardır:
Zülhuleyfe, Zât-i irk, Cuhfe, Karn (Karen) ve Yelemlem Medîneliler, Zülhuleyfe'den; Bağdâd-Basra ahâlisi Zât-ı irk'ten, Şam ahâlisi Cuhfe'den ve Necid halkı Karen'den ve Yemen ahâlisi, Yelemlem'de ihrâma girerler (M Zihni Efendi)
Bir kimse ihrâmsız olarak mîkâtı geçtikten sonra ihrâma girerse, yasak olan şeyi işlediği için bir kurban lâzım olur (M Mevkûfâtî) Olunca vâsıl-ı haddî mîkât İki ihrâmdan aç; iki kanat
(Nâbî)
(Mîkât'a gelince iki kanadını açarak, uçan bir kuş misâli iki parçadan ibâret olan ihrâmını giy)

MİL:
Bin dokuz yüz yirmi metre olan bir uzunluk ölçüsü
Abdest ve gusül (boy abdesti) almak için su bulamayan ve sudan bir mil uzak olan kimse, niyyet etmek şartıyla teyemmüm eder (Molla Hüsrev)

MÎLÂD:
Doğum günü, Îsâ aleyhisselâmın doğum günü olduğu iddiâ edilen noel gecesi (Bkz Noel Gecesi)
Noel gecesi doğru olarak Mîlâd'ın, Aralık'ın 25'i veya Ocak'ın altıncı günü veya başka gün olduğu sanıldığı gibi, bugünkü Mîlâdî senenin bir veya dört sene az olduğu çeşitli dillerdeki kitablarda yazılıdır (Hasib Bey)
Sorbon üniversitesi profesörlerinden Gungvebert, hazret-i Îsâ'nın mîlâdî târihinden on beş sene önce veya sonra doğduğu isbat edilemez diyor Doğum senesi tahmin edilemeyince doğduğu gün elbette hesaplanamaz (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

MÎLÂDÎ YIL:
Hazret-i Îsâ'nın doğduğu iddiâ edilen yılı başlangıç kabûl eden ve 365,242 günlük güneş yılını esas alan takvim senesi
Hicrî kamerî yılbaşı, hicrî şemsî ve mîlâdî yılbaşılarından on gün önce gelmektedir Bundan dolayı müslümanların mübârek günleri veya geceleri, şemsî senelere nazaran her yıl on gün önce gelmektedir Çünkü müslümanların mübârek günleri, güneş ayların a göre değil, hicrî kamerî aylara göre yapılır Dînimiz böyle emretmektedir (M Sıddîk Gümüş)
Mîlâdî yıl altıncı yüzyıla kadar hiç kullanılmadı İlk olarak Danyı adında bir râhip altıncı yüzyılın başlarında mîlâdî târih kullandı (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
Mîlâdî yıl kat'î olmayıp, günü de, senesi de şüpheli ve yanlıştır Büyük âlim, İmâm-ı Rabbânî ve Burhân-ı Kâtı'ın yazarı mütercim Âsım Efendi'nin bildirdiklerine göre, Îsâ aleyhisselâm ile Peygamberimiz arasındaki zaman, bin seneden az değildir (M Sıddîk Gümüş)

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-03-2008   #57
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük



MİLHAFE:
Kadının sokağa çıkarken giydiği manto ve ferâce gibi uzun geniş örtü
Senede, biri yazlık biri kışlık olmak üzere iki milhafe alması, erkeğin zevcesine (hanımına) olan nafakasındandır (İbn-i Nüceym)

MİLLET:
1 Din, dil ve târih berâberliği bulunan insan cemâati, topluluğu, kavim
Bugün dünyâdaki kâfirler iki türlüdür Birincisi kitâblı kâfirler yâni hıristiyan ve yahûdîler olup, öldükten sonra dirilmeğe, âhiretteki sonsuz hayâta inanıyorlar Avrupa ve Amerika milletleri kitablıdır İkincisi kitabsız kâfirler yâni müşrikler ol up, her şeyi yapan bir Allah'ın bulunduğuna inanmazlar (M Sıddîk Gümüş)
2 Din; kullarının dünyâda ve âhirette râhat ve huzûra kavuşmaları için Allahü teâlânın peygamberleri vâsıtasıyla gösterdiği yol
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Kendini bilmeyenden başka İbrâhim'in (aleyhisselâm) milletinden kim yüz çevirir Gerçekten biz onu dünyâda seçtik O, âhirette dahi gerçek sâlihlerdendir (Bekara sûresi: 130)
(Ehl-i kitâb); bir de "Yahûdî veya hıristiyan olun ki, hidâyet bulasınız" derler Sen de, deki: "Hayır biz hak yol üzere bulunan İbrâhim (aleyhisselâm) milletiyiz O, hiçbir zaman müşriklerden (puta tapanlardan) olmadı (Bekara sûresi: 135)
(Yûsuf aleyhisselâm dedi ki:) Atalarım İbrâhim, İshâk ve Yâkub'un milletine uydum Bizim, Allah'a ortak koşmamız olacak şey değildir Bu bize ve insanlara Allah'ın bir lütfudur Lâkin insanların çoğu şükretmezler (Yûsuf sûresi: 38)
Milletim, millet-i İslâm'dır Îtikâdda Ehl-i sünnet ve cemâat, amelde Hanefî mezhebindenim Âdem aleyhisselâmın zürriyetindenim (Muhammed bin Kudbüddîn İznikî)

MİLLİYETÇİLİK (Milliyet):
Aynı vatanda aynı toprakta doğup yetişenlerin din, örf-âdet ve menfeat birliği
İslâmiyet "posa ırkçılığını" ve ırk ve kavim üstünlüğü iddiâlarını câhiliyye devri âdetleri olarak reddetmekle birlikte, aslâ, müslümanları, soyunu, kavmini ve ırkını red ve inkâr etmeye dâvet etmemektedir Aksine böyle bir fiili harâm saymaktadır K aldı ki; "Vatan sevgisi îmândandır", "Kişi kavmini sevmekle suçlanamaz" ve "Kavminin efendisi, kavmine hizmet edendir" diye buyuran Resûlullah efendimizin dînini; kavimlerin, milletlerin ve milliyetçiliğin aleyhine kullanmak mümkün değildir İslâmiye t bunları yok etmez, kardeş olmaya dâvet eder (S Ahmed Arvâsî)

MİNÂ:
Mekke-i mükerremenin doğusundaki dağların eteğinden Arafât'a giden yol üzerinde bulunan yer Hac ibâdeti esnâsında kurban kesmek ve cemre (şeytan) taşlamak için buraya gidilir İbrâhim aleyhisselâm, kurban etmek için, oğlu İsmâil'i buraya götürmüştü
Minâ Mekke'nin, Müzdelife Minâ'nın, Arafât da Müzdelife'nin kuzeyindedir Son yapılan asfalt caddelere göre Minâ ile Mekke arası 4,5, Minâ ile Müzdelife arası 3,3 ve Müzdelife ile Arafât arası 5,4 kilometredir (M Sıddîk Gümüş)
Haccın sünnetleri on birdir Bunlardan biri de imâmın üç yerde hutbe okumasıdır Birisi Zilhicce ayının yedinci günü Mekke'de, ikincisi, dokuzuncu günü öğle namazı, öğle ve ikindi namazlarından önce Arafât'ta, üçüncüsü, on birinci (kurban bayramının ikinci) günü Minâ'da okunur (İbn-i Nüceym)
Kurban bayramının birinci günü güneş doğmadan önce Meş'aril-haram denilen yerden Minâ'ya hareket edilirMinâ'ya gelince, Mescid-i Hîf'e en uzak olan Cemre-i akabe denilen yerde sağ elin baş ve şehâdet parmaklarıyla iki buçuk metreden veya daha uzakta n Cemre yerini gösteren duvarın dibine nohut kadar yedi taş atılır Sonra hiç durmadan buradan gidilip kurban kesilir Bayramın birinci günü Minâ'da olanlar ve bütün hacılar bayram namazı kılmaz (İbn-i Âbidîn)
Mekke-i mükerremede Minâ pazarında, genç bir tâcir aşağı yukarı elli bin altın değerinde alış veriş yapıyordu O esnâda, kalbi, Allahü teâlâyı bir an unutmuyordu (Hâce Behâeddîn-i Buhârî)

MİNÂRE:
Câmilerde, müezzinlerin çıkıp ezân okuduğu yüksek yer
Minâre ilk defâ Mısır vâlisi Mesleme bin Mahled tarafından hazret-i Muâviye'nin emri ile yaptırılmıştır (İbn-i Âbidîn)
Minâre yapmak, müstehâbdır Çünkü müezzinin, ezânı yükseğe çıkıp okuması sünnettirMinâre, bu sünnete yardım etmektedir (Abdülganî Nablüsî)
Mezar üzerine mum yakmak, minârede kandil yakmak ve câmilerde şarkı ve oyun havaları şeklinde mevlîd okutmak gibi adaklar adak olmaz (İbn-i Âbidîn)

MİNBER:
Câmilerde hatiplerin hutbe okumaları için yapılmış merdivenli yüksek yer
Kabrim ile minberim arası Cennet bahçelerinden bir bahçedir (Hadîs-i şerîf-Minhet-ül-Vehbiyye)
İmâm hutbe okumak için minbere çıkınca, cemâatin namaz kılması ve konuşması haram olur (Kâşânî)

Minber-i Nebevî:
Resûlullah efendimizin hutbe okudukları minber

MİNNET:
1 Yapılan bir iyiliği, verilen bir şeyi başa kakma Minnetin bu kısmı İslâmiyet'te yasaklanmıştır
Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyruldu:
Sadakalarınızın sevâbını minnet ve ezâ ile heder etmeyin, boşa çıkarmayın (Bekara sûresi: 264)
Minnet edenin sadakasını Allahü teâlâ kabûl etmez (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Minnet akıl ve iz'andan soyunmuş özü-vicdânı çürük kişilere yaraşır Böyleleri bir kimseye bir iyilik ettikleri zaman onu ya söz veya davranışlarla açıklamaya kalkışarak zavallıyı mahcub eder ve gönlüne ızdırap yüklerler (Ahmed Rıfat)
2 Görülen iyiliğe karşı teşekkür etme
Gaflet ve şaşkınlığa kapılarak, ana-babanın kalbini kırarsan derhal onların rızâsını almaya çalış, yalvar, minnet eyle ve her ne sûretle olursa olsun, onların gönlünü al Ana-babanın evlâdı üzerinde hakları çok büyüktür (Süleymân bin Cezâ)
Allahü teâlâya hamdü senâlar olsun ki, üç seneden beri müslümanımMes'ûd bir hayâta kavuştum Bana İslâmiyet'i anlatıp müslüman olmama vesîle olanlara minnet borcum çoktur (Ömer Mita-Japon)
3 Allahü teâlâya hamd ve senâ etmek, şükretmek
Allahü teâlâya hamd ve minnet ederiz ve O'nun Peygamberine sonsuz salât ve selâm ederiz Selâmette ve âfiyette olmanız ve doğru yolda bulunmanız ve ilerlemeniz için Allahü teâlâya duâ ederiz Kıymetli ve merhametli efendim! Kazanç zamânı geçip gidiyo r Her geçen an, ömrümüzü azaltmakta, ecel zamânı yaklaşmaktadır Bugün aklımızı başımıza toplamazsak, yarın âh etmekten ve pişmanlıktan başka elimize bir şey geçmez Bu birkaç günlük sağlık zamânında dînin emirlerine uygun yaşamaya çalışmalıyız! Anc ak böylece kurtulmamız umulur (İmâm-ı Rabbânî)
Minnet Allahü teâlâya ki, O'na tâatte bulunmak, beğendiği işleri yapmak, O'na yakınlaştırır O'na şükretmekle nîmet artar Alınan her nefes, hayâtın devâmını sağlar Verilen nefes, insanı rahatlatır O halde, her nefeste iki nîmet vardır Her nîmete bir şükür lâzımdır (Sâdî-i Şîrâzî)
Hayat yolunda bizim taşıyabileceğimiz ve öteki dünyâya da götürebileceğimiz biricik servet; Allahü teâlâya hamd ve senâ etmek (O'na minnet bildirmek) ve O yüce kudret sâhibine sevgi ile bağlanmak, O'na ibâdet etmektir (William Pickhard-İngiliz)
4 Nîmete kendi eliyle, kendi çalışmasiyle kavuşmadığını, Allahü teâlânın lütfu ve ihsânı olduğunu düşünmek Ucbun (kendini ve işlerini beğenme hâlinin) zıddı

MİNNETDÂR:
Birinden gördüğü iyileğe karşı mahcup ve müteşekkir kalan
Kur'ân-ı kerîmi toplayan, Şeyhayn'dır (hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'dir) Bugün bilinen İslâm ilimlerinin hepsini, Şeyhayn ortaya koydu Arabı, Acemi hidâyete getiren, Şeyhayn'dır Şeyhayn'a bütün insanlar minnetdârdır Bunu anlayamamak, güneşi görmemeye benzer (Veliyyullah-ı Dehlevî)
Din bilgilerinde ve dünyâ işlerinde kendisine minnetdâr olduğum bir kişi vardır O da İmâm-ı Muhammed'dir (İmâm-ı Şâfiî)



Mİ'RÂC:
1 Merdiven
Resûlullah efendimiz, Mekke şehrinden, Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya geldikleri zaman, peygamberlerin rûhları, insan şekillerinde orada hazır bulundu Bir anda Kudüs'ten yedinci göke kadar, bilinmeyen bir mîrâc ile çıkarıldı (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
2Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem elli iki yaşında uyanık iken, beden ile, hicretten altı ay önce Receb ayının yirmi yedinci gecesi, Mekke-i mükerremede Mescid-i Harâm'dan Kudüs'e ve oradan göklere ve bilinmeyen yerlere götürülüp, g etirilmesi
Mi'râc gecesi bir cemâate uğradım Önlerine nefis yemekler koymuşlar Bir yanda da leş duruyor O nefis yemekleri bırakmış, leş yiyorlardı "Bunlar kimlerdir?" dedim Cebrâil aleyhisselâm; "Bunlar, helâli terk edip, harama meyl eden erkek ve kadınlardır Helâl malları varken, haram yiyen kimselerdir" dedi (Hadîs-i şerîf-Meâric-ün-Nübüvve)
Mi'râca götürüldüğüm gece, Cennet'te bir seviyeden yüksek yapılmış köşkler gördüm Dedim ki: "Yâ Cebrâil! Bunlar kimin içindir?" Buyurdu ki: "Öfkesini yutanlar ve insanları affedenler içindir (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Mi'râc gecesi, çok fecî ve elîm bir şekilde kendi kendilerine azâb eden bir takım insanlar gördüm Cebrâil aleyhisselâma sordum ki: "Yâ Cebrâil! Bunların günâhı nedir? Niçin böyle kendi kendilerine azâb ederler?" Cebrâil aleyhisselâm dedi ki: "Bunlar, başkalarının ayblarını (kusûrlarını) açığa çıkaranlardır (Hadîs-i şerîf-Meâric-ün-Nübüvve)
Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselâma olan ihsânlarının en şereflilerinden biri de, O'na mi'râc mûcizesini vermesidir Bu mûcizeyi O'ndan başka hiçbir peygambere vermemiştir Resûlullah'ın Mekke'den Mescid-i Aksâ'ya götürüldüğü, Kur'ân-ı kerîmde İsr â sûresinin birinci âyet-i kerîmesinde açıkça bildiriliyor (mi'râcın bu kısmına isrâ' denir) Buna inanmıyan kâfir olur Mescid-i Aksâ'dan göğe çıkarıldığını meşhûr hadîsler haber veriyor Buna inanmıyan ise, bid'at ehli, sapık ve fâsık (günahkar) olur Mîrâcın uyanık iken ve cesed ile olduğunu, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin ve hadîs âlimlerinin ve fıkıh âlimlerinin ve kelâm âlimlerinin çoğunluğu haber vermişlerdir Böyle olduğunu sahîh hadîsler bildirmektedir Mi'râc çok defâ olmuştu Bunlardan biri uyanık iken ve cesed ile idi Ötekiler yalnız rûh ile idi Âişe (ranhâ) rüyâda rûh ile olan mi'râclardan birini haber vermektedir Onun bu haberi, uyanık iken cesed ile olan mi'râcın yok olduğunu göstermez (Abdülhak Dehlevî, İsmâil Hakkı Bursevî, Muhammed Behâüddîn)
Beş vakit namaz mi'râc gecesi farz oldu Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, mi'râcda cennetleri ve cehennemleri ve Allahü teâlâyı gördü Yalnız bu görmesi, dünyâ görmesi ile değil, âhiret görmesi ile oldu Çünkü o gece zaman ve mekân çe vresinden dışarı çıktı Bu görmeğe dünyâda gördü demek, mecâz olarak denilmiştir Dünyâdan gidip gördüğü ve yine bu dünyâya geldiği için böyle denilmiştir (İmâm-ı Rabbânî)

MÎRÂS:
Vefât eden kimsenin, geride kalan akrabâlarına bıraktığı mal ve haklar
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Ey Resûlüm!) babası ve çocuğu olmıyanın mîrâsı hakkında senden dînin hükmünü istiyorlar De ki, Allah, babası ve çocuğu olmayan için şöyle beyân eder: Eğer bir kimse ölür de çocuğu bulunmazsa ve geride ana-baba bir veya baba bir olan tek bir kız kardeşi olursa, terikenin yarısı bunundur Eğer ölen bir kadının geride çocuğu kalmaz da erkek kardeşi bulunursa, o, terikenin tamâmına vâris olur Ölenin iki veya daha çok kız kardeşi varsa, bunlara terikenin üçte ikisi vardır Eğer kardeşler erkek ve kadın olurlarsa erkek için iki kadın payı vardır Şaşırırsınız diye Allah size dîninizin hükümlerini açıklıyor Allah her şeyi hakkıyla bilendir (Nisâ sûresi: 176)
Küçük çocukları olan veya mîrâsa muhtaç bâliğ (ergen) ve sâlih çocukları bulunan hastanın, malından nâfile hayrât ve hasenâtı (iyilik yapılmasını) vasiyyet etmeyip çocuklarına bırakması daha iyidir (İbn-i Âbidîn)
Malını, hayrâta (iyi yerlere) sarf edip, fâsık (haram ve günah işleyen) çocuğuna mîrâs bırakmamalıdır Çünkü günâha yardım etmek olur (Kerderî)

MÎRÎ TOPRAK:
Beytülmâle yâni devlete âit toprak (Bkz Arâzi)

MÎSÂK:
Söz verme, sözleşme, andlaşma
1 Allahü teâlânın, Âdem aleyhisselâma ve bütün zürriyetine (ondan gelecek insanlara); "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye hitâb buyurması, onların da; "Evet, sen Rabbimizsin" diye cevab vermeleri (Bkz Ahd)
Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Kur'ân-ı kerîm hüzün ile inmiştir Onu okurken kusurlarınıza ve ilerdeki tehlikelere karşı üzüntünüzü gösteriniz" Üzüntüsünü açıklamanın yolu, oradaki korkutucu, azâb verici, mîsâk ve muâhede âyetlerini düşünmekle, sonr a da nehy (yasaklarına) ve emirlerine karşı kusurlarını hatırlamakla olur Şüphesiz bunları gereği gibi düşünen insan hem mahzûn olur, hem de ağlar Şâyet ağlıyamıyorsa, ağlıyamadığına üzülmelidir Çünkü Kur'ân'ın bu gibi âyetlerinden üzüntü duymamak büyük musîbettir (İmâm-ı Gazâlî)
2Yemîn ile kuvvetlendirilen söz verme
Allahü teâlâ için yemîn ediyorum demek, yemîn olur Allah'a ahd ediyorum (söz veriyorum), Allah'a mîsâk ediyorum demek, yemîn olur (Alâüddîn-i Haskefî, Halebî)

MİSKAL:
Bir çeşit ağırlık ölçü birimi
Bir miskal; Hanefî mezhebinde 4,8 gram, Şâfiî mezhebinde ise 3,45 gramdır (Süleymân bin Cezâ)
Üzerine bulaşan necâset, bir miskalden az ise yıkamak sünnettir Bir miskal bulaşmış ise yıkamak vâcib, fazlasını yıkamak farzdır (Kutbüddîn İznikî)
Altının, zekât verilmesi farz olan miktârı yirmi miskaldir (Kâşânî)

MİSKÎN:
1 Bir günlük nafakasından (yiyeceğinden, giyeceğinden) fazla bir şeyi olmayan müslüman
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Fazla ihtiyarlık ve devamlı hastalık gibi sebeblerle oruç tutmaya güç yetiremeyenler üzerine, bir miskîn doyuracak kadar fidye vermek lâzımdır (Bekara sûresi: 184)
Akrabâya, miskîne ve yolda kalmışa hakkını ver Bununla berâber (malını) büsbütün saçıp savurma! (İsrâ sûresi: 26)
Her şeyin bir anahtarı vardır Cennet'in anahtarı da, fakîr ve miskînleri sevmektir Fakîr ve meskînler, sabırları sebebiyle kıyâmet günü Allahü teâlâya yakın bulunacaklardır (Hadîs-i şerîf-Dâre Kutnî)
Bir kimse, kalbinde katılık bulunduğundan şikâyet edince, Resûlullah efendimiz ona; "Yetimin başını okşa ve miskîni doyur!" buyurdular (Hadîs-i şerîf-Dimyâtî)
Zekât verilecek yedi sınıf kimseden birisi de miskîndir (İbn-i Âbidîn)
2 Dervîş Miskîn Yûnus var yârına, Koma bugünü yârına, Yârın Hakk'ın dîvânına, Varam Allah deyü deyü!
(Yûnus Emre)

MİSLÎ:
Çarşıda, pazarda aynı evsâfta, özellikte benzeri bulunan, fiyatları farklı olmayan mal
Ağırlıkla, hacim ve uzunlukla ölçülenlerden fabrikada, tezgâhta yapılan şeyler ve sayı ile ölçülenlerden, aynı büyüklükte olanlar ve aynı büyüklükteki yumurta ve karpuz mislî maldır (İbn-i Âbidîn)
Mislî malı telef eden, benzerini, mislî olmıyan malı telef eden, kıymetini öder (İbn-i Âbidîn)

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-03-2008   #58
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük



MİSVÂK:
Bir karış büyüklüğünde kesilmiş, dişleri temizlemek için kullanılan ve Erak denilen ağaçtan veya zeytin dalından yapılan ağaç fırça
Misvâk; ağzı temizlemeye, cenâb-ı Hakk'ın rızâsına kavuşmaya vesîledir (Hadîs-i şerîf-Beyhekî)
Misvâk kullanarak kılınan namaz, misvâk kullanmadan kılınan namazdan yetmiş kat üstündür (Hadîs-i şerîf-Reddülmuhtâr)
Abdest alırken misvâk kullanmak sünnet-i müekkededir (kuvvetli sünnettir) Misvâk, düz ve ikinci küçük parmak kalınlığında, bir karış boyunda olmalıdır Misvâk, Arabistan'da yetişen Erak ağacının dalıdır (Düzgün ucundan iki santimetre kadar, kabuğu soyulup, burası birkaç saat suda tutulur Sonra ezilince, fırça gibi açılır) Erak ağacı bulunmazsa, zeytin dalından yapılır Nar ağacından yapılmamalıdır (İbn-i Âbidîn)
Misvâk kullanmanın on beş faydası vardır Bunlar; sekerât-ı mevtte (son nefeste) Kelime-i şehâdeti söylemeye sebeb olur, dişlerin etlerini pekiştirir, safrayı keser, balgamı ve ağız kokusunu giderir, Allahü teâlâ ondan râzı olur, baş damarlarını kuvv etlendirir, gözleri nûrlanır, hayrı ve hasenâtı (iyilikleri) çok olur, sünnet ile amel etmiş olur, ağzı temiz olur, fasîh-ul-lisân yâni güzel konuşmaya vesîle olur, şeytan gamlanır, misvâklı olarak kılınan iki rek'at namazın sevâbı, misvâksız olarak kılınan yetmiş rek'at namazın sevâbından daha çok olur (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Hazret-i Ömer zamânında Şam civârında bir kal'a muhâsara edildi Öğleye kadar kal'a feth edilemedi Hazret-i Ömer gadaba geldi İslâm askerlerini huzûruna çağırdı "Kal'a feth edilemedi Kâfirler İslâm askeri karşısında bu kadar dayanamazdı Aramızda birisi bir kusur işlemiş olmasın" buyurdu Askerler hayret edip, tövbe ve istiğfâr etmeye başladılar O sırada bir kişi ağlayarak hazret-i Ömer'in huzûruna geldi "Ey mü'minlerin emîri! Bu gece teheccüde kalktığım zaman karanlık olduğu için misvâkımı aradım, fakat bulamadım Bu sebeble misvâksız namaz kıldım Sizin aradığınız kusuru ben işledim" dedi Hazret-i Ömer ona; "Tövbe ve istiğfâr etmeye devâm et" buyurdu O da tövbe ve istiğfar okumaya başladı Bir saat sonra kal'a fetholundu (Evliyâlar Ansiklopedisi)

MİSYONERLİK:
Propaganda yaparak belirli bir fikir ve inancı yayma işi Dar anlamda, henüz hıristiyanlığı kabûl etmemiş ülkelerde veya hıristiyan ülkelerde çeşitli isimler altında hıristiyanlığı yayma ve hıristiyanlık propagandası yapma faâliyeti Bu çalışmaları y ürüten râhib, papaz ve din adamlarına misyoner, bu çalışmaları yapan teşkîlâta da Misyonerlik teşkîlâtı adı verilir
Avrupalılar, hıristiyanlık inancını yaymak ve milletleri hıristiyanlaştırmak için misyoner teşkîlâtını kurdular İktisâdî (ekonomik) bakımdan dünyânın en kuvvetli teşkîlâtı hâline gelen kilise ve misyoner teşkîlâtları akıl almaz bir çalışmanın içine girdiler Hıristiyanlığı İslâm memleketlerinde yayabilmek için korkunç bir İslâm düşmanlığı başlattılar İslâm memleketlerinin her yerine hıristiyanlığı öven binlerce kitap, mecmûa ve broşür gönderdiler Bugün de güzel memleketimizde durmadan hıristiyanlığı anlatan kitap, mecmûa (dergi) ve broşürler, misyonerlik teşkîlâtı tarafından dağıtılmakta, posta ile yurt dışından adreslere gönderilmektedir (Muhammed Sıddîk bin Saîd)
Târih göstermiştir ki, misyonerler gâyelerine erişmek için her türlü vâsıtayı mübâh (sakıncasız) gören bir zihniyete sâhib olmuşlardır Asya ve Afrika milletlerini, asırlar boyu sömüren devletlerin en büyük yardımcıları misyonerler ve misyonerlik teş kîlâtları olmuştur Misyonerler, girdikleri memlekette sâdece kendi dinlerini yaymakla meşgûl olmazlar O memleketteki milleti meydana getiren maddî ve mânevî değerleri tahrib ederler Tahrîb ettikleri millî duyguların enkazı üzerine kendi inançlarını binâ etmeye çalışırlar Ellerinde bulunan bütün imkânlarını bu yolda kullanırlar (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

MİŞNÂ:
Yahûdîlerin Tevrât'tan sonra mukaddes kabûl ettikleri Talmûd kitâbının iki kısmından biri
Mişnâ, İbrânice "tekrar" demektir Sözlü emirlerin kânun hâline getirilmiş ilk hâlidir Yahûdî îtikâdına göre, Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma, Tûr dağında Tevrat kitabını (Yazılı emirleri) verdiği gibi, bâzı ilimleri yâni (sözlü emirleri) de söyledi Mûsâ aleyhisselâm bu ilimleri Hârûn, Yûşâ ve Elîazar'a aleyhimüsselâm bildirdi Bunlar da kendilerinden sonra gelen peygamberlere bildirdiler Elîazar, Şuayb aleyhisselâmın oğludur Bu bilgiler hahamlardan hahamlara rivâyet edildi Mîlâddan önce 538 ve mîlâddan sonra 70 senelerinde çeşidli Mişnâlar yazıldı Bunlara Yahûdîlerin âdetleri, kânun müesseseleri, hahamların bir mevzudaki tartışmaları ve şahsî görüşleri de karıştırıldı Böylece Mişnâlar, hahamların indî görüş ve münâkaşalarını ifâde eden kitablar hâline geldi Diğer Mişnâları içinde toplayan en son ve en meşhur Mişnâ, mîlâdın ikinci asrında yahûdî hahamlarından Yehûda tarafından yazıldı Yehûda'dan sonra gelen hahamlar, Mişnâ'ya ilâveler ve şerhler yapmışlardır Mişnâ'nın lisanı, kendisinde Yunanca ve Latincenin tesiri görülen Yeni İbrânicedir Mişnâ'nın yazılmasından maksat, yazılı emr kabûl edilen Tevrat'ı tamamlayıcı olan sözlü emirleri tanıtmaktır Mişnâlar, Tevratlardan daha basît olup, kelime ve cümle şekilleri onlarda n çok farklıdır Emirler, umûmî kâideler şeklinde bildirilmiştirDikkat çekici misâller verilmiştir Vâki' olmuş hâdiselere bâzan rastlanır Emirler beyan edilirken kaynak olarak Tevratların âyetleri verilir Mişnâ altı kısımdan meydana gelir: 1)Zerâim (tohumlar), 2)Moed (Mübârek günler Bayram ve oruç günleri gibi), 3) Nâşim (Kadınlar), 4)Nezikin (Zararlar), 5)Kedaşim (Mukaddes şeyler), 6)Tehera (Tahâret, temizlik) Bunlar altmış üç risâleye, risâleler de cümlelere ayrılmıştır (Harputlu İshâk Efendi)

Mİ'YÂR:
1-Ölçü âleti
Akıl; his kuvveti ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmaya yarayan bir mi'yârdır O hâlde, peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın i nanmaktan başka çâre yoktur Peygamberlere tâbi olmak, aklın gösterdiği bir lüzûmdur ve aklın istediği, beğendiği bir yoldur (İmâm-ı Gazâlî)
2Kendisinde yalnız bir vâcibin (farzın) edâ edildiği, başka bir vâcibin edâ edilemediği vakit
Ramazan ayı bu aydaki farz orucun mi'yârıdır Bu ayda Ramazân orucundan başka bir oruç tutulamaz Bunun içindir ki, Hanefîlere göre bir kimse Ramazân-ı şerîfte nâfile oruca niyet etse, o yine Ramazan orucundan sayılır (Serahsî)

MİZÂC:
Huy, tabîat, bir kimsenin yaratılıştan gelen özelliklerinin hepsi (Bkz Huy)
Gadaba gelen (kızan, öfkelenen) insan, aklın kontrolünden çıkmış olduğundan; bu kimsede basîret (kalb gözü, derin ve ince anlayış), düşünce, irâde (kendine hâkim olma) ve fikir diye bir şey kalmaz Nice insanlar var ki, yaratılış îtibâriyle çabuk kız arlar Hattâ, yüzünden gadab (kızgınlık) akar Kalbin harâret mizâcı da buna yardımcı olur Zîrâ gadab, ateştendir Nitekim, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Mizâcın burûdeti (soğukluğu); gadabı (kızgınlığı) söndürür ve şehveti kırar (İmâm-ı Gazâlî)

MİZÂH:
Latîfe, şaka
Ben mizâh konuşurum, fakat doğru konuşurum (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Alay, şaka ve mizâhtan kaçınınız Zîrâ insanın şerefini kırar, vekarını (ağırbaşlılığı) azaltır (Hazret-i Ömer)
Az olmak şartı ile arada bir mizâh mübâhtır (serbesttir) Ancak mizâhı âdet ve meslek hâline getirmemeli ve doğru söylemelidir Çünkü fazla şaka, mizâh vakti öldürür ve çok güldürür Çok gülmek ise, kalbi karartır Heybet ve vekarı giderir (İmâm-ı Gazâlî)
Mizâhın azı kötü değildir Çünkü mizâh, gönül açıcı ve kalb temizleyicidir Mizâhta aşırılığa kaçmamalı ve devamlı olmamalıdırMizâhta aşırılığa kaçılırsa, çok gülmeğe sebeb olur Çok gülmek ise kalbi karartır (Muhammed Hasan Can)

MÎZÂN:
1Terâzi, ölçü âleti
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
(Şuayb aleyhisselâm), Kavmine şöyle dedi: Rabbiniz tarafından size açık mûcize geldi Artık kileyi, mîzânı tam tutun İnsanların haklarını yerine getirmekte noksanlık yapmayın (Peygamberler ve onlara tâbi olanların vâsıtasıyla) ıslâh olan yeryüzünü (küfür ve hîlelerinizle) fesâda vermeyin Eğer benim sözümü tasdîk ederseniz, (bu söylediklerim) sizin için hayırlıdır" (A'râf sûresi: 85)
Şuayb aleyhisselâm Eyke halkını; ölçüyü ve mîzânı tam yapmaya, insanların hukûkuna riâyet etmeye, yeryüzünde fesâd çıkarmamaya, Allahü teâlâdan korkmaya ve takvâ üzere olmaya dâvet etti (Fahrüddîn-i Râzî)
2 Kıyâmet günü insanların günâh ve sevâbını tartan ve nasıl olduğu bilinmeyen terâzi
Alahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Biz kıyâmet gününe mahsûs adâlet mîzânları kurarız Artık hiç kimse hiçbir şeyle haksızlığa uğratılmayacaktır (Yapılan amel) hardal tânesi kadar bile olsa, onu getiririz (mîzâna koyarız) Hesâb gören olarak biz (herkese) yeteriz (Enbiyâ sûresi: 47)
Artık kimin (sevâb) mîzânı ağır gelirse onlar korktuklarından emîn, umduklarına kavuşanların tâ kendileridir Kimin de mîzânı hafif gelirse, onlar kendilerine yazık edenlerdir (Onlar) Cehennem'de ebedî kalıcıdırlar (Mü'minûn sûresi: 102, 103)
Mîzânda güzel ahlâktan daha ağır gelecek hiçbir şey yoktur (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfred)
Bir kimse kıyâmette mîzâna getirilir Sonra her birinin büyüklüğü, gözün görebileceği uzunlukta olan doksan dokuz amel defteri getirilir Bu defterlerde o kimsenin iyilik ve kötülükleri yazılıdır Günâhı sevâbından çok gelip, Cehennem'e gönderilir Cehennem'e giderken, Allahü teâlâ katından bir ses duyulur; "Acele etmeyiniz Onun tartılmayan bir şeyi vardır" der Baş parmağı ucu kadar bir şey getirilir Üzerinde Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah yazılı olur Sevâb kefesine konur Böylece sevâbı, günâhından ağır gelir ve Cennet'e gitmesi emrolunur (Hadîs-i şerîf-Ahlâk-ül-Ulemâ)
İyi ameller güzel sûretlerle, kötü ameller de çirkin kıyâfetlerle gelecek, mîzâna konacaktır (İbn-i Abbâs) Ömür tamam olup defter dürülür Sırat Köprüsü ve mîzân kurulur Hakk'ın dergâhında elbet durulur Buyruğu tutulur ferman eğlenmez
(Aziz Mahmûd Hüdâyî)

MİZMÂR:
1 Her türlü çalgı âleti, ney türünden, biri kamış, diğeri ağaçtan olmak üzere iki parçadan meydana gelmiş olan âlet, düdük, kaval, fülüt
Bir zaman gelir ki, müslümanlar birbirlerinden ayrılır, parçalanırlar İslâmiyet'i bırakıp kendi düşüncelerine, görüşlerine uyarlar Kur'ân-ı kerîmi mizmârlardan yâni çalgılardan şarkı gibi okurlar Allah için değil, keyf için okurlar Böyle okuyanlara ve dinleyenlere hiç sevâb verilmez Allahü teâlâ bunlara lânet eder, azâb verir (Hadîs-i şerîf-Müsâmere)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem kıyâmet alâmetlerini sayarken buyurdu ki: "Hâkimler rüşvet alarak haksız karar verir Adam öldürmek çoğalır Gençler ana-babalarını, hısım-akrabâsını aramaz, saymaz olur Kur'ân-ı kerîm mizmârdan, yâni çalgı âletlerinden okunur Tecvîd ile güzel okuyanları, İslâmiyet'e uyan hâfızları dinlemeyip, mûsikî ile şarkı gibi okuyanları dinlerler" (Hadîs-i şerîf-Tergîb-üs-Salât)
Keyf ve eğlence için her mizmârı çalmak ve dinlemek haramdır Çalgı, içki içenlerin âdetidir İçki ise, nefsin arzûlarını yâni şehveti harekete getirir Yalnız muhârebede (savaşta) askerin moralini kuvvetlendirmek için bando, mızıka çalmak ve bunlara sulh zamânında da hazırlanmak ve düğünlerde davul def çalmak, her müslümana câizdir (İmâm-ı Gazâlî)
2 Güzel ses
Bir gün Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Ebû Mûse'l-Eş'arî'nin Kur'ân-ı kerîm okumasını dinledi ve buyurdu ki: "Ebû Mûsâ'ya Âl-i Dâvûd'un mizmârlarından verilmiştir (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Kur'ân-ı kerîmi mizmâr ve tecvîd ile okumalıdır Tegannî ile yâni kelimeleri değiştirip nağmeye uydurarak okumak haramdır (Abdullah-ı Dehlevî)

MU'ACCEL:
Peşin olarak verilen Acele ödenen şey (Bkz Mehr)
Nikâh akd edilirken (yapılırken) tek mehr söylenip, ne kadar mu'accel olduğu bildirilmedi ise, âdete ve zevcinin emsâline (akranlarına) göre söylenilenin bir miktârı mu'accel olur Mehrin hepsi mu'accel denildi ise mu'accel olur (Fetavâ-yı Hindiyye)

MUÂHEDE:
Andlaşma (Bkz Ahd)
İslâm halîfeliğinin bir an evvel kaldırılması İngilizlerin birinci düşünceleridir Kırım muhârebelerine sebeb olmaları ve burada Türklere yardım etmeleri hilâfeti mahv etmek için bir hîle idi Pâris muâhedesi bu hîleyi açıkça ortaya koymaktadır (Abdürreşîd İbrâhim Efendi)

MUÂHEZE:
Azarlama, darılma, paylama, cezâlandırma
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlâ sizi yemîn-i lağv (geçmiş bir şey için zan ile yanlış yemin etmek) ile muâheze etmez Fakat (kasıdla, bilerek) akd ettiğiniz yeminlerde (geçmişte bir şey için yalan söyleyerek veya ilerde yapacağım yâhut yapmayacağım diye yalan yere yemi n etmekte) muâheze eder Onun keffâreti, çoluk-çocuğunuza yedirdiğinizin orta hâli ile on fakiri doyurmaktır Veya çoluk-çocuğunuza giydirdiğinizin orta hâliyle birer elbiseyi on fakire giydirmektir veya bir köle âzâd etmektir Bu üçünden birini yapmaya gücü yetmiyenin üç gün müteâkiben (peşpeşe) oruç tutmasıdır İşte bunlar sizlerin yeminlerinize keffârettir Lisânlarınızı yemininizi bozmaktan hıfz ediniz (koruyunuz) (Mâide sûresi: 89)
Allah hiç kimseye gücü yetmeyeceği bir şeyi teklif etmez Herkesin kazandığı kendi lehine, yüklendiği vebâl de aleyhinedir "Ey Rabbimiz! Eğer unuttuk veya hatâ ettikse, bizi muâheze etme Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmiyeceği şeyleri de yükleme Günâhlarımızı affet Bizi bağışla Bize merhâmet eyle Sen bizim mevlâmızsın Artık kâfirler gürûhu (topluluğu) üzerine bize yardım et (dediler) " (Bekara sûresi: 286)
Bir ümmet içerisinde, her gün yirmi beş kişi; Allahü teâlâya yirmi beş defâ istiğfâr ederse (günahlarının bağışlanmalarını dilerse) Allahü teâlâ o ümmeti umûmî azâbla muâheze etmez (Mekhûl eş-Şâmî)

MUAHHİR (El-Muahhir):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden) Peygamberlerini, evliyâsını, sevdiklerini kendine yaklaştırıp, kâfirleri (inanmayanları), fâcirleri, düşmanlarını, sevmediklerini kendisinden uzaklaştıran, hor ve hakîr edip alçaltan
El-Muahhir ism-i şerîfini söyleyenin tövbe etmesi kolay olur (Yûsuf Nebhânî)

MU'ÂMELÂT:
İnsanların birbirleri arasında olan işler Alış-veriş, kirâ, şirketler, fâiz, mîrâs gibi insanlar arasında meydana gelen işler Fıkıh ilminin dört kısmından biri
Mu'âmelâtta bir fâsıkın (açıkça günâh işleyenin) veyâ müslüman olmıyanın sözü de kabûl edilir Akıllı olan çocuk ve kadın da mu'âmelâtta erkek gibidir (Alâüddîn-i Haskefî)

MU'AMMÂ:
1Gizli, örtülü, anlaşılmaz veya anlaşılması güç şey
Allahü teâlâyı mü'minler Cennet'te görecektir Fakat, nasıl olduğu bilinmeyen bir görmekle göreceklerdirNasıl olduğu bilinmeyeni, anlaşılmayanı görmek de, nasıl olduğu anlaşılmayan bir görmek olur Belki gören de, nasıl olduğu bilinmeyen bir hâl alı r ve öyle görür Bu, bir muammâ, bir bilmecedir ki, bu dünyâda evliyânın büyüklerinden seçilmişlere bildirilmiştir (İmâm-ı Gazâlî)
2 Edebiyâtta bir ad sorulacak şekilde düzenlenmiş manzûm bilmece
On altıncı asrın büyük muammâ şâirlerinden biri de Emrî'dir (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-03-2008   #59
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük



MU'ÂNAKA:
İki kişinin birbirinin boynuna sarılması
Âdem aleyhisselâmdan İbrâhim aleyhisselâma kadar, selâmlaşma, birbirine secde etmekle olurdu Sonra bunun yerine mu'ânaka ile oldu Muhammed aleyhisselâm zamânında el ile müsâfeha sünnet oldu (Muhammed Rebhâmî)
Âlimler buyurdular ki: Mu'ânaka edenlerin üzerinde bir gömlek veya cübbe gibi bir şey varsa, mu'ânaka câizdir (Burhâneddîn Mergînânî)
Mu'ânakanın mekruh olanı (dînen iyi görülmeyeni) şehvetli olanıdır (Şeyh Ebû Mansûr)

MU'ÂŞERET:
İnsanların birbirleriyle görüşmelerinde ve işlerinde karşılıklı uymaları gereken usûller, kurallar (Bkz Edeb)

MU'ÂTEBE:
İtâb etme, kızma, azarlama (Bkz İtâb)

MU'ATTALA:
Allahü teâlânın sıfatlarını inkâr eden bozuk bir fırka, topluluk
Nikâh ile alması haram olan yirmi beş kadından birisi de veseniyye yâni puta tapan kadınlardır Güneşe, yıldızlara, resimlere ve heykellere tapınanlar ve Mu'attala ve Bâtıniyye ve İbâhiyyeden olanlar ve zındıklar yâni koyu müslüman görünüp küfre sebe b olan şeylere îmânın şartı diyenler, hep puta tapanlardandır (Mehmed Zihni Efendi)

MU'ÂVVİZETEYN:
Felak ve Nâs sûrelerinin ikisine berâber verilen isim
Cumâ namazından sonra, yedi defâ ihlâs ve mu'âvvizeteyn okuyanı, Allahü teâlâ, bir hafta, kazâdan, belâdan ve kötü işlerden korur (Hadîs-i şerîf-Fevâid-i Osmâniyye)
Dertlerden, belâlardan kurtulmak; şeytanın, cinlerin şerrinden korunmak için, Mu'âvvizeteyn'i çok okumak faydalıdır (Seyyid Abdülhakîm)

MU'ÂYEDE:
Bayramlaşma Birbirinin bayramını kutlama
Selçuklular ve Osmanlılarda muâyede merâsimleri pek muhteşem olurdu Sultanlar bayram namazı kılmak için büyük bir alayla (toplulukla) selâtin yâni sultanlar tarafından yaptırılan câmilerden birine giderlerdi Bayram namazı kılındıktan sonra sultan, sarayda devlet erkânıyla bayramlaşırdı (İslâm Târihi Ansiklopedisi)
Osmanlılarda pâdişâhın bayramı tebrik merâsimi, İstanbul'un fethinden on dokuzuncu yüzyıl ortalarına kadar Topkapı Sarayı'nda yapıldı Daha sonraki devirlerde Dolmabahçe Sarayı'nın orta kısmındaki büyük muâyede salonunda yapılmaya başlandı (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)
Bayram günlerinde herkes temiz ve iyi giyinir, çocuklara yeni elbiseler alınır, fakir, yetim ve öksüzler sevindirilirdi Kabirler ziyâret edilerek vefât eden akrabâ, diğer müslümanlar ve din büyüklerinin rûhu için Kur'ân-ı kerîm okunur, duâlar edilir ve daha sonra muâyede için âile büyükleri, dost, akabâ ve tanıdıklar ziyâret edilirdi (Hızır İlyâs Ağa)

MUBÂH:
Dînimizde yapılması emr olunmayan ve yasak da edilmeyen şeyler
Mubahlar, iyi niyetle yapılınca tâat (Allahü teâlânın beğendiği şey) olur Kötü niyetle yapılınca, günâh olur İnsan, mubâh bir işe başlarken niyyetine dikkat etmelidir Niyyeti iyi ise, o işi yapmalıdır Niyyeti, yalnız Allahü teâlâ için olmazsa, ya pmamalıdır (Seyyid Abdülhakîm Efendi)
Allahü teâlânın mubah ettiği yâni izin verdiği şeyler pek çokturHaram ettiği, yasakladığı şeyler ise, pek azdırMubahlarda bulunan lezzet, harâmda bulunanlardan kat kat fazladır Mubâh işleyenleri Allahü teâlâ sever Haram işleyenleri sevmez Aklı o lan, doğru düşünebilen bir kimse, geçici bir zevk için, Allahü teâlânın râzı olmadığı, beğenmediği bir şeyi yapmaz Zâten Allahü teâlâ, zararlı olan bir lezzeti haram edince, bu lezzette olan zararsız birçok başka şeyleri mubâh eylemiştir (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâ lutf ederek, kerem ederek, acıyarak, kullarına çok şeyleri mubâh etmiş, izin vermiştir Rûhu hasta, kalbi bozuk olduğu için, mubâhlarla doymayıp, bitmez tükenmez mubahları bırakarak, İslâmiyet'in hududundan dışarı taşanlar, şüpheli ve ha ramlara uzananlar ne kadar bedbaht ve zavallıdır (İmâm-ı Rabbânî)
Mubâhları, lâzım olduğu kadar kullanmalıdır Bir insan, mubâh yâni İslâmiyet'in izin verdiği şeylerden, her istediğini yapar, taşkınca mubâh işlerse, şübheli şeyleri yapmaya başlar Şüpheliler ise, haram olanlara yakındır (İmâm-ı Rabbânî)

MÛCİD (El-Mûcid):
Îcâd eden, yoktan vâr eden, yaratan mânâsına Allahü teâlânın isimlerinden
"Ben civaya bakınca, bunu yaratanın büyüklüğüne hayran oluyorum Buna ne türlü hassalar vermiş! Bunları düşündükçe, aklım başımdan gidiyorBenim buluşlarım esâsen dünyâda bulunan, fakat o zamâna kadar insanların göremedikleri büyük hârikaların ancak, ufacık bir kısmını meydana çıkarmaktan ibârettir Ben mûcidim ha! Hayır, asıl mûcid, asıl yaratıcı işte O'dur, Allah'tır" (Edison)

MU'CİZÂT (Mûcizât):
Mûcizeler Allahü teâlânın peygamberlerine, peygamberliklerini isbât etmeleri için ihsân etmiş olduğu hârikulâde yâni âdet dışı (olağan üstü) hâller Mûcize kelimesinin çokluk şeklidir (Bkz Mûcize)

MU'CİZE (Mûcize):
Peygamberlerden aleyhimüsselâm peygamberliklerine delil olarak Allahü teâlânın izniyle meydana gelen hârikulâde (olağanüstü) haller
Bir şeyin mûcize olabilmesi için şu şartlar lâzımdır: Allahü teâlâ o şeyi mûtâd (alışılmış) sebepler dışında yaratmış olmalıdır Hârikulâde (olağanüstü) olmalıdır Peygamber olan zâtın istediğine uygun olmalıdır İsteyip de hâsıl olan mûcize kendisin i yalanlamamalıdır Mûcize, peygamber olduğunu söylemeden önce hâsıl olmamalıdır Bir peygamberin ümmetinden meydana gelen hârikulâde hâller, kerâmetler o peygamberin mûcizesidir (İmâm-ı Rabbânî)
Peygamberler şerîatin emirlerini ve yasaklarını bildirirlerdi Ümmetleri mûcize isteyince; "Mûcizeleri Allahü teâlâ yaratır Bizim vazifemiz O'nun emirlerini bildirmektir" buyururlardı Allahü teâlâ dilerse ümmetlere merhamet ederek, inanmaları, seâd ete kavuşmaları için o anda mûcize yaratırdı (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâ her peygambere zamanlarında önemli kabûl edilen hususlarla ilgili mûcize ihsân etmiştir Mûsâ aleyhisselâm zamânında sihirbâzlık yaygın idi Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma asâ mûcizesini ihsân etti Mûsâ aleyhisselâmın asâsı büyük yılan olup sihirbâzların sihir âletlerini yuttu Böylece sihirbâzlar, bunun insan gücünün üstünde olduğunu anlayarak Mûsâ aleyhisselâma îmân ettiler Îsâ aleyhisselâmın zamânında tıb ileri gitmişti Tabipler başarılarıyla öğünürlerdi Allahü teâlâ Îsâ aleyhisselâma ölüleri diriltme ve anadan kör doğanların gözlerinin açılması mûcizesini ihsân etti Tabipler âciz kaldılar Muhammed aleyhisselâm zamânında ise, Arabistan yarımadasında şâirlik ve belâgat san'atı en yüksek dereceye ulaşmıştı Yazdıkları v e okudukları şiirlerle birbirlerine öğünürlerdi Allahü teâlâ Peygamber efendimize en büyük mûcize olarak Kur'ân-ı kerîmi gönderdi Kur'ân-ı kerîmin îcâzı, eşsizliği karşısında şâirler âciz kaldılar Bir kısmı Allah kelâmı olduğunu inkâr edip kâfir o larak öldüler Bir kısmı ise, Allah kelâmı olduğunu anlayarak müslüman oldular (Ahmed Fârûkî)
Allahü teâlânın âdetinin ve kânunlarının dışında yarattığı mûcizelerin meydana gelmesi için, peygamberlerin aleyhimüsselâm diri olması şart değildir Öldükten sonra da Allahü teâlâ onlara mûcize ihsân eder (Abdülganî Nablüsî)
Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem mûcizeleri binden fazla olup bâzıları şunlardır:Mîrâc mûcizesi, şakk-ı kamer mûcizesi (ayın ikiye bölünmesi), mübârek parmaklarından su fışkırma mûcizesi, Kâbe-i muazzama içindeki putların mübârek parmağının işâreti ile yüz üstü düşmesi mûcizesi, ölülerin diriltilmesi mûcizesi, yaralılara ve hastalara şifâ verme mûcizesi (Harputlu İshâk Efendi)

MUDÂREBE ŞİRKETİ:
Ortaklardan bir kısmının sermâye vermesi, bir kısmının da iş yapmayı üzerine alması üzerine anlaşma yapılarak kurulan şirket, ortaklık
Mudârebe şirketinde sermâyenin; altın, gümüş veya başka geçer para olması lâzımdır Kâr önceden sözleşilen oranda paylaşılır Sermâye, iş yapanlara emânettirTelef olursa ödemezler (İbn-i Âbidîn)

MUDILL (El-Mudıll):
Dalâlete düşüren, doğru yoldan çıkarıp, eğri yola saptıran mânâsına, Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından, güzel isimlerinden
Allahü teâlânın isimleri aynı zamanda sıfatlarıdır Allahü teâlânın Hâdî (hidâyete kavuşturucu) Mudıll sıfatları vardır İnsanlardan bâzılarına Hâdî, bâzılarına Mudıll sıfatı ile tecellî eder Niye böyle olduğunu biz bilemeyiz (İmâm-ı Rabbânî)

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-03-2008   #60
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük



MU'ÂNAKA:
İki kişinin birbirinin boynuna sarılması
Âdem aleyhisselâmdan İbrâhim aleyhisselâma kadar, selâmlaşma, birbirine secde etmekle olurdu Sonra bunun yerine mu'ânaka ile oldu Muhammed aleyhisselâm zamânında el ile müsâfeha sünnet oldu (Muhammed Rebhâmî)
Âlimler buyurdular ki: Mu'ânaka edenlerin üzerinde bir gömlek veya cübbe gibi bir şey varsa, mu'ânaka câizdir (Burhâneddîn Mergînânî)
Mu'ânakanın mekruh olanı (dînen iyi görülmeyeni) şehvetli olanıdır (Şeyh Ebû Mansûr)

MU'ÂŞERET:
İnsanların birbirleriyle görüşmelerinde ve işlerinde karşılıklı uymaları gereken usûller, kurallar (Bkz Edeb)

MU'ÂTEBE:
İtâb etme, kızma, azarlama (Bkz İtâb)

MU'ATTALA:
Allahü teâlânın sıfatlarını inkâr eden bozuk bir fırka, topluluk
Nikâh ile alması haram olan yirmi beş kadından birisi de veseniyye yâni puta tapan kadınlardır Güneşe, yıldızlara, resimlere ve heykellere tapınanlar ve Mu'attala ve Bâtıniyye ve İbâhiyyeden olanlar ve zındıklar yâni koyu müslüman görünüp küfre sebe b olan şeylere îmânın şartı diyenler, hep puta tapanlardandır (Mehmed Zihni Efendi)

MU'ÂVVİZETEYN:
Felak ve Nâs sûrelerinin ikisine berâber verilen isim
Cumâ namazından sonra, yedi defâ ihlâs ve mu'âvvizeteyn okuyanı, Allahü teâlâ, bir hafta, kazâdan, belâdan ve kötü işlerden korur (Hadîs-i şerîf-Fevâid-i Osmâniyye)
Dertlerden, belâlardan kurtulmak; şeytanın, cinlerin şerrinden korunmak için, Mu'âvvizeteyn'i çok okumak faydalıdır (Seyyid Abdülhakîm)

MU'ÂYEDE:
Bayramlaşma Birbirinin bayramını kutlama
Selçuklular ve Osmanlılarda muâyede merâsimleri pek muhteşem olurdu Sultanlar bayram namazı kılmak için büyük bir alayla (toplulukla) selâtin yâni sultanlar tarafından yaptırılan câmilerden birine giderlerdi Bayram namazı kılındıktan sonra sultan, sarayda devlet erkânıyla bayramlaşırdı (İslâm Târihi Ansiklopedisi)
Osmanlılarda pâdişâhın bayramı tebrik merâsimi, İstanbul'un fethinden on dokuzuncu yüzyıl ortalarına kadar Topkapı Sarayı'nda yapıldı Daha sonraki devirlerde Dolmabahçe Sarayı'nın orta kısmındaki büyük muâyede salonunda yapılmaya başlandı (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)
Bayram günlerinde herkes temiz ve iyi giyinir, çocuklara yeni elbiseler alınır, fakir, yetim ve öksüzler sevindirilirdi Kabirler ziyâret edilerek vefât eden akrabâ, diğer müslümanlar ve din büyüklerinin rûhu için Kur'ân-ı kerîm okunur, duâlar edilir ve daha sonra muâyede için âile büyükleri, dost, akabâ ve tanıdıklar ziyâret edilirdi (Hızır İlyâs Ağa)

MUBÂH:
Dînimizde yapılması emr olunmayan ve yasak da edilmeyen şeyler
Mubahlar, iyi niyetle yapılınca tâat (Allahü teâlânın beğendiği şey) olur Kötü niyetle yapılınca, günâh olur İnsan, mubâh bir işe başlarken niyyetine dikkat etmelidir Niyyeti iyi ise, o işi yapmalıdır Niyyeti, yalnız Allahü teâlâ için olmazsa, ya pmamalıdır (Seyyid Abdülhakîm Efendi)
Allahü teâlânın mubah ettiği yâni izin verdiği şeyler pek çokturHaram ettiği, yasakladığı şeyler ise, pek azdırMubahlarda bulunan lezzet, harâmda bulunanlardan kat kat fazladır Mubâh işleyenleri Allahü teâlâ sever Haram işleyenleri sevmez Aklı o lan, doğru düşünebilen bir kimse, geçici bir zevk için, Allahü teâlânın râzı olmadığı, beğenmediği bir şeyi yapmaz Zâten Allahü teâlâ, zararlı olan bir lezzeti haram edince, bu lezzette olan zararsız birçok başka şeyleri mubâh eylemiştir (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâ lutf ederek, kerem ederek, acıyarak, kullarına çok şeyleri mubâh etmiş, izin vermiştir Rûhu hasta, kalbi bozuk olduğu için, mubâhlarla doymayıp, bitmez tükenmez mubahları bırakarak, İslâmiyet'in hududundan dışarı taşanlar, şüpheli ve ha ramlara uzananlar ne kadar bedbaht ve zavallıdır (İmâm-ı Rabbânî)
Mubâhları, lâzım olduğu kadar kullanmalıdır Bir insan, mubâh yâni İslâmiyet'in izin verdiği şeylerden, her istediğini yapar, taşkınca mubâh işlerse, şübheli şeyleri yapmaya başlar Şüpheliler ise, haram olanlara yakındır (İmâm-ı Rabbânî)

MÛCİD (El-Mûcid):
Îcâd eden, yoktan vâr eden, yaratan mânâsına Allahü teâlânın isimlerinden
"Ben civaya bakınca, bunu yaratanın büyüklüğüne hayran oluyorum Buna ne türlü hassalar vermiş! Bunları düşündükçe, aklım başımdan gidiyorBenim buluşlarım esâsen dünyâda bulunan, fakat o zamâna kadar insanların göremedikleri büyük hârikaların ancak, ufacık bir kısmını meydana çıkarmaktan ibârettir Ben mûcidim ha! Hayır, asıl mûcid, asıl yaratıcı işte O'dur, Allah'tır" (Edison)

MU'CİZÂT (Mûcizât):
Mûcizeler Allahü teâlânın peygamberlerine, peygamberliklerini isbât etmeleri için ihsân etmiş olduğu hârikulâde yâni âdet dışı (olağan üstü) hâller Mûcize kelimesinin çokluk şeklidir (Bkz Mûcize)

MU'CİZE (Mûcize):
Peygamberlerden aleyhimüsselâm peygamberliklerine delil olarak Allahü teâlânın izniyle meydana gelen hârikulâde (olağanüstü) haller
Bir şeyin mûcize olabilmesi için şu şartlar lâzımdır: Allahü teâlâ o şeyi mûtâd (alışılmış) sebepler dışında yaratmış olmalıdır Hârikulâde (olağanüstü) olmalıdır Peygamber olan zâtın istediğine uygun olmalıdır İsteyip de hâsıl olan mûcize kendisin i yalanlamamalıdır Mûcize, peygamber olduğunu söylemeden önce hâsıl olmamalıdır Bir peygamberin ümmetinden meydana gelen hârikulâde hâller, kerâmetler o peygamberin mûcizesidir (İmâm-ı Rabbânî)
Peygamberler şerîatin emirlerini ve yasaklarını bildirirlerdi Ümmetleri mûcize isteyince; "Mûcizeleri Allahü teâlâ yaratır Bizim vazifemiz O'nun emirlerini bildirmektir" buyururlardı Allahü teâlâ dilerse ümmetlere merhamet ederek, inanmaları, seâd ete kavuşmaları için o anda mûcize yaratırdı (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâ her peygambere zamanlarında önemli kabûl edilen hususlarla ilgili mûcize ihsân etmiştir Mûsâ aleyhisselâm zamânında sihirbâzlık yaygın idi Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma asâ mûcizesini ihsân etti Mûsâ aleyhisselâmın asâsı büyük yılan olup sihirbâzların sihir âletlerini yuttu Böylece sihirbâzlar, bunun insan gücünün üstünde olduğunu anlayarak Mûsâ aleyhisselâma îmân ettiler Îsâ aleyhisselâmın zamânında tıb ileri gitmişti Tabipler başarılarıyla öğünürlerdi Allahü teâlâ Îsâ aleyhisselâma ölüleri diriltme ve anadan kör doğanların gözlerinin açılması mûcizesini ihsân etti Tabipler âciz kaldılar Muhammed aleyhisselâm zamânında ise, Arabistan yarımadasında şâirlik ve belâgat san'atı en yüksek dereceye ulaşmıştı Yazdıkları v e okudukları şiirlerle birbirlerine öğünürlerdi Allahü teâlâ Peygamber efendimize en büyük mûcize olarak Kur'ân-ı kerîmi gönderdi Kur'ân-ı kerîmin îcâzı, eşsizliği karşısında şâirler âciz kaldılar Bir kısmı Allah kelâmı olduğunu inkâr edip kâfir o larak öldüler Bir kısmı ise, Allah kelâmı olduğunu anlayarak müslüman oldular (Ahmed Fârûkî)
Allahü teâlânın âdetinin ve kânunlarının dışında yarattığı mûcizelerin meydana gelmesi için, peygamberlerin aleyhimüsselâm diri olması şart değildir Öldükten sonra da Allahü teâlâ onlara mûcize ihsân eder (Abdülganî Nablüsî)
Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem mûcizeleri binden fazla olup bâzıları şunlardır:Mîrâc mûcizesi, şakk-ı kamer mûcizesi (ayın ikiye bölünmesi), mübârek parmaklarından su fışkırma mûcizesi, Kâbe-i muazzama içindeki putların mübârek parmağının işâreti ile yüz üstü düşmesi mûcizesi, ölülerin diriltilmesi mûcizesi, yaralılara ve hastalara şifâ verme mûcizesi (Harputlu İshâk Efendi)

MUDÂREBE ŞİRKETİ:
Ortaklardan bir kısmının sermâye vermesi, bir kısmının da iş yapmayı üzerine alması üzerine anlaşma yapılarak kurulan şirket, ortaklık
Mudârebe şirketinde sermâyenin; altın, gümüş veya başka geçer para olması lâzımdır Kâr önceden sözleşilen oranda paylaşılır Sermâye, iş yapanlara emânettirTelef olursa ödemezler (İbn-i Âbidîn)

MUDILL (El-Mudıll):
Dalâlete düşüren, doğru yoldan çıkarıp, eğri yola saptıran mânâsına, Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından, güzel isimlerinden
Allahü teâlânın isimleri aynı zamanda sıfatlarıdır Allahü teâlânın Hâdî (hidâyete kavuşturucu) Mudıll sıfatları vardır İnsanlardan bâzılarına Hâdî, bâzılarına Mudıll sıfatı ile tecellî eder Niye böyle olduğunu biz bilemeyiz (İmâm-ı Rabbânî)

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.