Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Psikoloji / Sosyoloji / Felsefe

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
evin, halbuki

"Halbuki Senin Evin

Eski 09-06-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

"Halbuki Senin Evin




Bugün burada bir megakentten ve onun insan psikolojisinin örgütlenmesi ile ilişkisinden bahsetmeyi istiyorum
Bir şehire baktığımız zaman onda iki tür alana veya topografyaya tanık oluyoruz Biri onun coğrafyası, diğeri onun zihin coğrafyası (Landscape, mindscape) Bir kentin veya megakentin silüeti, ona tabiatın ve içinde kuşaklar boyu yaşayan insanların tabiatının verdikleri ile şekilleniyor İnsan zihni ve şehir ilişkisi, sebep ve sonuçları karşılaştırıldığında iki yönlü bir etkileşime sahiptir Ancak psikoloji, psikiyatri falan sözkonusu olduğunda, bu etkileşimin daha çok bir yönü mercek altına alınır Şehrin insan psikolojisi üzerindeki etkileri daha çok konuşulur ve üzerine fikirler yorulur Şehir yaşantısının yarattığı depresyon, kaygı bozuklukları, tükenmişlik depresyonu, vs Oysa, öte yandan insan psikolojisinin ince kıvrımlarının, o şehrin somut varlığında nasıl kalın kıvrımlara dönüştüğü çoğunlukla daha az irdelenir Düzensiz zihinselliklerin trafikte yarattığı karmaşa, kirli düşüncelerin beton yığınına dönüştürdüğü yamaçlar, düşünsel kopuklukların şehir planlamasında, ya da şehir planlamamasındaki somutlukları, vs Bu ikinci yönün şöyle bir özelliği de var Birkaç kuşak önceki bir zihinsel sorunu yıllar boyu çekebiliriz çünkü o artık bizim şehirsel kaderimiz, yani güncel yaşamımızın somutluğu olup çıkmıştır Bugün Istanbul'un karşısına geçip, ona bir beyin haritası gibi de bakabiliriz Ve gördüğümüzün olumlulukların yanında, epey bir yerde, somutlaşmış, taşta, yapıda, binada, alanda somutlaşmış zihinsel kirlilik, dağınıklık ve çelişki fark edebiliriz Öyle görünüyor ki, biz iç dünyalarımızdaki çatışmaları aştıkça, ve gelişimsel takılmaları çözdükçe, yani zihinsel olarak daha sağlıklı oldukça şehrin fiziksel yapısı da değişecektir Biz kendimizle barıştıkça ve kendimizi gerçekleştirdikçe, şehrimiz ışıklı, doğayla barışık, yaşamsal alanları herkes için kendi zevk ve tercihlerine göre geniş ve aaaifli olacaktır Bu perspektiften bakınca, makro ve mikro, yani yaşamsal alanın en geniş ve en dar çemberleri arasında kuvvetli bir etkileşim olduğunu söylüyorum
Buradan yola çıkarak, megakentlerin oluşum süreçlerindeki bir aşamanın Istanbul megakentini nasıl etkilediğini ve bunun bizim iç dünyamız için ne anlama geldiğini sorgulamak istiyorum Modern şehirler 19 yüzyıl başından itibaren önce imparatorlukların kurumsal kimlik imajlarını yansıtmayı amaçlayan emperyal makyajlı restorasyonlarla ortaya çıktılar Geniş bulvarlar, devasa yapılar, görkemli anıtlar emperyal şehirlerin görüntüsünü oluşturdu Daha sonra ise, milli devletin endüstri ve sanayi şampiyonluklarının pozitivist zaferlerini yansıttılar Elektrikle ışımış, teknolojik pek çok aletle donanmış aydınlanmacı şehirler, ilerlemenin ve ilerlemeciliğin göstergeleri oldular Bu modernite kaleleri, içlerindeki bilgi ve deneyim birikimleri ile, sanayi tesislerine işçi olarak davet ettikleri köylüleri, medenileşme okulunun öğrencileri de kıldılar Şehirler, ürkek adımlarıyla bulvarlarda duvarlara yakın dolaşan köylülerin ruhlarını taşrasal içerikten boşaltan bir fonksiyona sahiptiler Köylü, Nurdan Gürbilek'in tabirini hatırlıyorum burada, vitrinlere bakan adamdı Vitrin camındaki görüntüsü gibi şeffaf, uçuşkan, içi boşalmış Bu sanayisel üretimdeki kopuşun da desteklediği bir yabancılaşma süreciydi Bu yabancılaşma ve içini boşaltmayı takip eden ikinci süreç ise, milli devletin şehir vasıtası ile bu boşalan alana milli ideolojinin bilimle ışıklanmış şehirliliğini koymaktı Evet en genel anlamda şehir iki kesimden oluşuyor gibiydi Şehirlileşenler, ya da şehirliler Ve de köylüler Ya da henüz gelmiş olanlar Biliyorsunuz, Yapı Kredi'de Beyoğlu'nda bir fotoğraf sergisi var bugünlerde Capa ismindeki bir Amerikalının 1946'da Istanbul ve Ankara'da çektiği resimler Resimlerde insanlar ikiye bölünüyor Hiç şaşmaz bir şekilde ikiye bölünüyorlar Kasketliler ve fötr şapkalılar Yani beyler ve efendiler Orhan Veli bu yılların şairi olarak duruma tanıklık eder Ne der ? "Kimimiz Ahmet Bey/Kimimiz Ahmet Efendi/Ya Ahmet Ağayla/Ahmet Beyefendi ?" Bir başka şiirinde ise, şehirde yerleşmeye başlayan bu "efendi/bey" düzeneğinin aslında epey bir aceleye gelmiş Türkiye modernleşmesinde çok ta oynak olduğunu ima ederek şöyle der: "Ne tuhaftır Ali Rıza ile Ahmed'in hikayesi !/ Birisi köyde oturur / Birisi şehirde / Ve her sabah / Şehirdeki köye gider / Köydeki şehire" Orhan Veli bir taraftan da modernleşmenin, endüstrileşmenin ve onların şehri kuşatan teknolojik oyuncaklarının farkındadır Tarihçi Erol Özbilgen'in ifade ettiği gibi, şehirdeki değişim öncelikle "mahalle"yi ya da bir başka şekilde söylersek "mahalli"yi vurmakta, onun komşuluğunu, törenlerini, adetlerini yok etmekte, onun yerine şehrin merkezi planlamasını, merkezi ulaşım araçlarını koymaktadır Böylece şehrin insanının mahallesinin değil, şehrin tüm meydanlarının anonim insanı olmasını ve böylece büyük bir kimlik değişimine uğramasına yol açmaktadır Cumhuriyet rejimi tarafından 1936'dan itibaren Istanbul'un yeniden imarı için uygulanan Prost planının ana hedeflerinden biri mahallede odaklanmış ve direnmeye devam eden geleneksel gücü (Belki de Şerif Mardin'in deyimiyle Volk Islam'ı -Halk Islam'ını) kırmaktı Orhan Veli şehrin değişiminin çelik rayları üzerinden mahallenin içine seslenir gibidir: "Yol düzdür/Üzerinden tramvay geçer/Adamlar geçer/Kadınlar Geçer/Kadınlar / Akşam Sabah Tramvayı beklerler /Rejinin Önünde /Bütün bu yollardan tramvayla geçilir/ Halbuki senin evin/Daha ötededir"
Psikanaliz herşeyden önce bir başka modernleşmeci şehrin öğretisidir O bir Viyana öyküsüdür Yukarıda sözü edilen tüm değişim süreçlerinin yansımalarını Viyana örneğinde görürüz Viyana endüstri devrimi ve aydınlanmacılığın bilimsel kalelerinden biri olma özellikleri ile modern bir şehirdir İçinde yaşayan bireyler -özellikle bireyler diyorum- kim bunlar ? Cemaat yapılarından ve topraktan kopmuş ve daha fazla bölünemez olana indirgenmiş olanlar ve böylece tabiat ve medeniyet arasındaki "arzu-yasak" çatışmasını daha şiddetle yaşayanlar, artık köylerindeki gibi yaşayamayacak olanlar, şehrin çeşitli ikiyüzlülüklerini (cinsellik ve saldırganlık) bir dolayımlılık olarak ahlak haline getirmiş olanlar, işte bu insanlar, modernitenin ruhsal sorununu yaşarlar ve taşırlar Freud buna nevroz diyordu En tipik nevroz "histeri"dir Nevroz bir "bastıran-bastırılan" karşıtlığıdır Diaaa bir gerginliği temsil eder (Fötrlüler-kasketliler / beyaz yakalılar-mavi yakalılar / aşağıdakiler-yukarıdakiler / Burjuva-Proletarya) Bastıran bastırılanı unutturur, bilinçdışına iter Modernleşmede köylülük unutulur, eski unutulur, eskinin dili unutulur, eskinin kimliği unutulur, yani tarih unutulur, yerine milli ve resmi bir tarih yazılır Bu hareketin kökeninin Fransız Devrimine dayandığını hatırlayarak şunu bile söyleyebiliriz Zaman adeta yeni bir sıfır noktasından başlatılır Fransız Devrimi yeni bir takvim geliştirmişti Bu diaaa gerginlikte yukarıdaki aşağıdakinden hep şüphe eder, ona güvenmez Hani babaanneler torunlarına kedi ile oynarken falan derlerdi ya: "Hayvandır ne yapacağı belli olmaz" Aşağıdaki tabiattır, içimizdeki hayvandır Freud ona "id" demişti Yani içimizdeki öteki ama hayvansı öteki Onu bastıranlar çok bilmiş ben ve ahlakçı üst-ben'di Freud içimizdeki zamirlerin, yani aktörlerin mücadelesini ortaya koyar ve bu mücadele diaaa bir mücadeledir Modern şehir, ilerlemenin, biriktirmenin, gelişmenin, çalışmanın, fedakarlığın şehridir Ancak aynı zamanda tüm bunların, bastırma ve yabancılaşma bedelleri vardır Ve Freud'un dediği gibi, bastırılan bir gün aniden kapıyı çalabilir Bu bazen bir semptom, bazen de bir ayaklanmadır Bu bazen dehşet yaratan bir hatırlamadır
Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki Batı Dünyası, iyimser ve naif aydınlanmacılığın çöküşünü ve yerini varoluşçu bir karamsarlığa bırakışını yaşadı Bu ortama verilen en genel isimler endüstrileşme sonrası veya post-modern toplum oldu Batı Toplumu artık çoğunlukla şehirleşmişti ve bu şehirlerdeki diaaa gerilim yerini yatay bir gerilime bırakmıştı Gücün toplumlarda yatayına yayılması, toplumun büyük oranda sivilleşmesi ve demokratikleşmesi, çılgın bir alt-kültür zenginleşmesi, milli devletin etnik çeşitliliğe tolerans göstermeye başlaması, sivil toplum örgütlerinin güç odakları haline gelmesi gibi özellikler göze çarpıyordu Artık bir bastırma ve unutmadan ziyade, yan yana olup ta görmezden gelme, inkar etme, reddetme, kopma gibi olgular daha öne çıkıyordu Diaaa gerilimli modern şehir nasıl yalnız olumlu, ya da olumsuz değilse, yatay gerilimli post-modern şehir de hem avantajlara, hem de dezavantajlara sahiptir Modern şehir nevrozun ve histerinin şehri iken, post-modern şehir narsizmin, sınırda kişiliklerin veya çözülmeler çok arttığında ve ilişkiler iyice koptuğunda şizofreninin ortamıdır Post-modern şehir maskeli balo özelliği ile çeşitliliğin, zenginliğin, esnekliğin, ifade hürriyetinin, yaşam özgürlüklerinin, bir arada yaşayabilme tahammülünün şehridir Ancak aynı zamanda, paranın öteki yüzünü düşünürsek, parçalanmanın, yarılmanın, aşırı iletişimsizlik ve ölümcül bir yalnızlığın şehri olabilir
Istanbul Türkiye Modernleşme projesinin yansımalarını barındırır Tüm Batılılaşma çabalarına karşın, organik süreçlerle değil, mekanik gayretlerle tepeden inme gerçekleştirilmeye çalışılan ve her zaman doku uyumu olmayan bu modernleşme çabalarının yansımalarıdır bunlar Megakent Istanbul bu aksayan sürecin getirdiği bir melezliği yaşamaktadır O bir taraftan modern, bir taraftan post-modern, bir taraftan da modernleşme öncesi bir şehirdir (yani bir köydür) Bu hali ile, bu değişik ortamların kimliklerini, rollerini ve repliklerini barındırır Bu değişik ortamların ruhsal örgütlenmelerini barındırır Bir taraftan nevrotik bir şehirdir, diğer taraftan sınırda ve şizoid bir şehirdir Batıdaki modellerin dışında hem diaaa, hem de yatay çatışmanın ön planda olduğu bir şehirdir Ben kırkı aşmış yaşımla modernitenin çocuğuyum Psikoterapist olarak gençleri dinlerken, bazen kendime yaptığım açıklamaların çocukluğumda fazla Kemalettin Tuğcu okumakla belirlenmiş zengin-fakir çatışması kökenli olduğunu görüyorum Ben öyküyü diaaa bir gerginliğin (zengin-fakir) teması olarak anlamaya çalışırken, anlatılanın zengin bir yatay dağılım içerdiğini yeni yeni öğreniyorum (Alt kültürler, kontlar, tikiler, cankiler, tomboylar, cornlar, bir başka düzeyde Müslümcüler, Orhancılar, vs)
Konuşmama son vermeden önce, bu sunduğum perspektiften yola çıkarak, megakentteki ötekilerle buluşma mekanlarımıza dair bir şey söylemek istiyorum Post-modern, şehir üçüncü adreslerin şehridir Üçüncü adres ev ve işyeri dışındaki mekandırBu Paris'te bistrolardır , Londra'da publardır, Roma'da kafelerdir Orası ayrımcılığın olmadığı, toplumun yatay çeşitliliğinin birbirini rahatsız etmeden biraraya geldiği ve diyaloga geçtiği mekanlardırUzun süren bir modernleşme sancısı yaşamış ve bunu tam anlamıyla :-):-):-):-)bolize edemeden post-modern bir dönüşüme girmeye başlayan Istanbul, uzun süre üçüncü adressiz bir şehir olarak yaşadı Cins ayrımcılığının yaşandığı kıraathaneler ve sadece belirli bir sosyal kesime hitap eden çay bahçeleri, hadi bunun simetrisini de söyleyelim , başka bir sosyal kesime hitap eden aşırı pahalı eğlence mekanları, otel lobileri bu üçüncü adresler değildiler Bu konuda, Istanbul'da son beş-altı yıldır bir gelişme yaşanmaya başladı Ahmet Hakan'ın köşesinde Sevgi Gönül'ün Teşvikiye Camii'ndeki cenazesini anlattığı yazısı, tüm Teşvikiye kafelerinin cenaze öncesi ve sonrası hallerini de anlatıyordu Ahmet Hakan'ın da belki de müdavimi olması sebebi ile ayrıcalıkla bahsettiği bir tanesi var bu kafelerin Ben şimdi klinisyen alışkanlığımla biraz olgu sunar gibi yaklaşayım bu kafeye Onu size tanıtayım Hiç reklam yapma gibi bir amacım yok Zaten bu mekanın reklama da ihtiyacı yokTeşvikiye Cami bahçesine dahil bir yapının içindeki bir kafe bu Hadi adını da söyleyeyim Teşvikiye Kafe Caminin bahçesine açılan kafe kapısının yaşam ve ölüm arasındaki ince sınırı ancak ayırabildiği, ne var ki ölümü korkutucu kılmadığı, yaşamın ve aromalı kahvelerin ve Belveder Palasın, Narmanlı Apartmanının bir devamı kıldığı bir kafe Ahmed Hakan yazısında kafenin alışılmadık ortamından bahseder ve orada toplumun çok farklı kesimlerinin, dar kafe ortamında nasıl omuz omuza oturduğunu anlatır Sahiden de orada mini etekli kızlar ve başörtülüler, lise öğrencileri, işadamları, ustalar, aktrisler, sekreter kızlar, yaşlılar, gençler bir arada otururlar Masalardan masalara laf atılır, gazeteler paylaşılır, ahbaplıklar kurulur Sonra herkes kendi evine, işine, yaşamlarına döner Orada seyredilen maçlarda özellikle milli maçlarda toplumun bu alt ve üst kısımları veya yatayına dağılan değişik kültürel grupları beraber bağırırlar ve itişirler, gollerde birbirlerine sarılırlar Elazığlı emekli Turan Amca Teşvikiye Kafe'nin tam karşısında oturur ve her gün Teşvikiye Kafe'ye gelir Ancak onun gelişi bir kahveye çıkma gelişidir Geçen günlerden bir gün kendisi ile aynı adı taşıyan oldukça medyatik birisi ile yan yana masalarda oturuyordu Medyatik figür oturduğu süre boyunca telefonla konuştu Sesi de epey yüksekti Medyatik figür kalktıktan sonra Mustafa amca kafenin emektarlarından Ahmet'e seslendi: "Ahmet bu bir daha gelirse, benim yanıma oturtma, kapının oraya falan oturt" Üçüncü adreslerde her zaman yanyana olmak gerekmez ama birarada olma toleransı gelişmiştir
Teşekkür ederim

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.