Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Kültür - San'at & Eğitim > Ülke & Şehirler > Türkiye > Marmara Bölgesi

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
bilgi, hakkında, istanbul

İstanbul Hakkında Bilgi

Eski 08-14-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İstanbul Hakkında Bilgi



İstanbul Genel Bilgi


Kuzey-güney doğrultusunda uzanarak Karadeniz ile Marmara’yı birleştiren İstanbul Boğazı, aynı zamanda Asya ile Avrupa’yı da iki köprü ile birleştirmektedir İstanbul Trakya ve Kocaeli düzlükleri arasında bir plato konumunda olup, yüksekliği çok fazla olmayan tepelerle engebelenmiştir Ayrıca Marmara ve Karadeniz’e dökülen akarsu vadileri ile de bölünmüştür İstanbul’un Avrupa yakasındaki belli başlı yükseltileri Yalıköy yakınlarındaki Garipkuyu tepesinde (361 m) yükselen ve doğuya doğru alçalan Istıranca Dağlarının uzantılarıdır Asya yakasında ise, Kocaeli platosunda yükselen dağlardır Bunlar Aydost Dağı (537 m), Kayış Dağı (438 m), Alemdağ (442 m), Büyük Çamlıca Tepesi (262 m) ve Yuşâ Tepesi’dir (202 m)

Bunların çoğu denizlere ve göllere dökülür Terkos Gölü’ne Istıranca deresi, Küçükçekmece Gölü’ne Sazlıdere ve Nakkaş Dere, Büyükçekmece Gölü’ne Hamzalı, Çakıl, Eskice dereleri, Haliç’e Alibey ve Kâğıthane dereleri, Karadeniz’e Riva ve Göksü dereleri, Marmara Denizi’ne Safran ve Sellimandıra dereleri dökülmektedir Yaz aylarında bu derelerin suları azalır Kış aylarında da taşkınlıklar oluştururlar Bunlardan Alibey Deresi üzerinde Alibey Barajı, Riva deresi üzerinde Ömerli Barajı, Heciz Deresinin kollarından Darlık Deresi üzerinde Darlık Barajı, Göksu Deresi üzerinde de Elmalı Barajı kurulmuştur Baraj göllerinin yanı sıra il sınırları içerisinde Büyükçekmece, Küçükçekmece ve Terkos gölleri bulunmaktadır

Ancak, bu vadilerin çoğu günümüzde yerleşim alanına dönüşmüştür Akarsu vadileri ise tarım alanları olarak kullanılmaktadır

Karadeniz kıyılarındaki yüksek alanlar ormanlarla kaplıdır Marmara kıyılarında plaj niteliğinde yerleşimler bulunmaktadır Bunların başında Silivri, Selimpaşa, Kumburgaz, Büyükçekmece, Küçükçekmece, Dragos, Tuzla, Yalıköy (Podima), Karaburun, Kısırkaya, Kumköy (Kilyos), Demirciköy, Riva ve Ağva gelmektedir İlin yüzölçümü 5220 km2, toplam nüfusu ise 10072447’dir

İstanbul’da Akdeniz ile Karadeniz iklimleri arasında geçiş iklimi olarak tanınan Marmara iklimi hakimdir Güneyde Marmara kıyılarında yazlar sıcak ve kurak, kışlar ılık geçerken, Karadeniz kıyılarında yazlar daha ılık ve yağışlı, kışlar da serin geçer

Turizm, sanayii, ticaret ekonomisinde ağırlıklıdır Sanayi kuruluşlarının büyük çoğunluğu il dışına taşınmasına karşılık, kent imalat sanayi yönünden önemini korumaktadır İstanbul sanayiinde asıl gelişme Cumhuriyetten sonra başlamıştır 1950’lerden sonra hızlanan sermaye birikimleri, özel sektöre sağlanan destek, sanayi ve ticaret yönünden İstanbul’un önde gelen bir kent olmasına olanak sağlamıştır

İstanbul doğal güzelliği, zengin kültür varlıkları, ulaşım ve konaklama konusundaki gelişimi ile Türkiye’nin en önde gelen turizm merkezlerinden biri olmuştur Türkiye’ye gelen yabancı turistlerin büyük bir bölümü İstanbul’dan giriş yapmaktadır

Ancak çarpık yapılanma sonucu bunların büyük bir kısmı özelliğini yitirmiştir Günümüze gelebilen mesire yerlerinin başlıcaları, Emirgân Korusu, Gülhane Parkı, Yıldız Parkı, Çamlıca tepesi ve Adalar’dır Ayrıca Kemerburgaz’da Aziz Paşa Ormanı, Odayeri; Çatalca’da Çilingoz ve İnceğiz; Sarıyer’de Belgrat ormanı, Binbaşı Çeşmesi, Kurt Kemeri ve Fatih Ormanı; Adalar’da Dilburnu, Değirmenburnu ve Kalpazankaya; Alemdağ’da Taşdelen, Kaynakdolduran; Anadolu Hisarı’nda Kavacık ve Hacet Deresi; Beykoz’da Karakulak Ormanı ve mesire yerleri bulunmaktadır Ayrıca Kuzguncuk, Yıldız, kandilli, Vaniköy, Bebek, Emirgân, Çubuklu, Abrahampaşa, Beykoz, Tarabya, Büyükdere koruları da onları tamamlamaktadır

Bizans ve Osmanlı dönemlerinde başlayan gıda ürünlerinin dışarıdan gelişi ve İstanbul pazarlarına aktarılması günümüzde de sürmektedir İlin tarım alanlarının büyük bölümleri yapılanmaya ayrılmıştır 1950’li yıllara kadar kent içerisinde ve çevresindeki bağ, bahçe ve bostanlardan karşılanan gereksinim, bugün kalmamıştır Silivri, Çatalca, Şile gibi ilçelerde kısıtlı miktarda tarım yapılmaktadır Buralarda buğday, elma, armut, yulaf, ay çiçeği ve soğanın yanı sıra sebzecilik yapılmaktadır Aynı ilçelerde hayvan besiciliği ve tavukçuluk da yapılmaktadır Buna karşılık balıkçılık İstanbul yaşamında ayrı bir yer tutmaktadır

İstanbul’un yer altı zenginlikleri bakımından önemli olan ilçeleri Çatalca, Şile, Bakırköy, Kartal, Gaziosmanpaşa, Sarıyer, Beykoz, Eyüp’tür Şile yöresinde bentonit, kil, sanayi kumu, tuğla,

İstanbul tarih boyunca çeşitli şekillerde isimlendirilmiştir Kaynaklar İstanbul’un 135 civarında ismi olduğunu belirtmektedir Dünyanın büyük kentlerinden hiç birisi bu kadar çok isimle tanınmamıştır Bununla beraber İstanbul’un isimleri kesin bir kronolojiye göre sınırlanamamaktadır Kentin ilk yerleşimi olan tarihi yarımadanın bilinen en eski ismi Licus (Ligos)’dur Bu isim tarihi yarımadaya (Eminönü yöresi) doğru akan Lekop Deresinin sağından Haliç vadisine kadar inen yerin ismi idi Daha sonra bu ismin yerine Kentin kurucusu kabul edilen Bizas’ın anısına verilen bu isim, zamanla bir imparatorluğun ismi olmuştur Çeşitli dillerde İstanbul’un isimlerinden ve kente verilen sıfatlardan bazıları şunlardır: Secunda Roma (IIRoma), Nova Roma (Yeni Roma), Roma Orientum, Megalipolis (Büyük Şehir), Kalipolis (İyi şehir), Konstantinopolis (Konstantinin Kenti), İslambol İstimboli, İstimpolin, Kayzer-i Zemin, Mahrusa-i Konstantiniye, Mahmiye-i İstanbul, Pay-ı Taht-ı Saltanat, Asitane, Beldetü’l Tayyibe, Darü’l Hilafe, Darü’l İslâm, Darü’l Mülk, Darü’s Saltana, der Aliyye, Der-i Devlet, Dergâh-ı Selâtin, Dersaadet ve İstanbul’dur

Byzantion, MÖVIIyüzyılın ortalarında büyük Yunan göçleri sırasında kurulmuş ve bu döneme ait çok az da olsa çanak çömlek parçaları Sarayburnu çevresinde ele geçmiştir İstanbul çevresindeki en eski yerleşim yeri, Anadolu yakasındaki Fikirtepe, Çatalca, Dudullu, Ümraniye, Pendik, Davutpaşa, Kilyos ve Ambarlı’dır Bu bölgede, Kalkolitik Çağda, MÖ3000’in başlarından itibaren yerleşim olduğu bilinmektedir Bununla birlikte, İstanbul’un 20 km batısındaki Küçükçekmece’nin kuzeyindeki kayalık bir tepe üzerinde yer alan Yarımburgaz Mağarası’ndaki buluntular, Orta Paleolitik Çağdan (MÖ5000-3000) başlayarak burada yerleşimin olduğunu göstermektedir Bu verilere karşın, ilk kentin, doğal bir koy olan 75 km uzunluğundaki Haliç (Keras)’in üst tarafında, Alibey ve Kâğıthane dereleri arasındaki dağlık ve yüksek burunda, Silivritepe’de kurulduğu öne sürülmektedir Ayrıca, bugün Sarayburnu olarak bilinen ve kent surlarıyla kuşatılmış bölgede yerleşim olduğu da bilinmektedir Plinius, bu kesimde Lygos adı verilen bir köyün bulunduğundan söz etmektedirVIII- VII yüzyılda ise Megaralılar Ege ve Marmara kıyılarından Boğaz’a gelerek Sarayburnu (Akra)’nda, büyük olasılıkla Trak yerleşmesinin üzerine kentlerini kurmadan önce Khalkedon (Kadıköy) çevresine yerleşmişlerdir Bu dönemde, Haliç’in sonunda, Galata’nın bulunduğu kesimde ve Hrisopolis (Üsküdar)’te de Yunanistan’dan gelen koloni yerleşmeleri olduğu bilinmektedir Bu dönemden sonra, MÖ 513’te Pers, MÖ 479’da Sparta, MÖ 477 sonrasında Atinalıların egemen buraya egemen olmuşlardır Kent, MÖ 340-339’da da Makedonya Kralı II Philippus’un eline geçmiş, Helenistik Çağda Byzantionun, Sirkeci, Sultanahmet ve Ahırkapı çevresinde gelişmiş, tüm yapılar antik akropol olan Topkapı Sarayı ve çevresinin bulunduğu alanda toplanmıştır Akropolde bulunan kent, taş bloklarla yapılmış sağlam duvarlarla kuşatılmıştır Burada surların batısında Trakion Kapısı ile 27 kule bulunmaktaydı Sarayburnu yakınındaki tepede yer alan ve içinde saray, Zeus, Athena, Artemis-Selene ve Poseidon Akropolis yakınında etrafı revaklarla ( porticus ) çevrili, dörtgen planlı bir Agoranın ortasında Apollon, Helios’un tunçtan bir heykeli bulunuyordu Agoranın batısında Traklara karşı kazanılan bir savaşın anısına yapılmış bir başka meydan daha vardı Ayrıca şehrin en büyük hamamı olan Akhylleos Hamamı’da bu çevrede idi Trakya’dan su kanalları aracılığıyla getirilen sular, şehrin içerisindeki açık ve kapalı sarnıçlarda toplanıyordu Nekropolis (mezarlık) de batıda, surların dışındaydıII yüzyıl sonlarına kadar, yüksek duvarlarla çevrilmiş Byzantion, zengin bir kentti Bu refah düzeyinin kaynağını balıkçılıktan elde edilen gelirler, Boğaz’ı geçen gemilerden alınan vergiler ve toprağın verimliliği oluşturmakta idi Bu durum MS193 yılında, Roma İmparatorluğunda taht kavgalarının neden olduğu kargaşa dönemine kadar sürmüştür

Sirkeci’den Çemberlitaş’a, oradan da doğuda Marmara Denizi’ne kadar uzanan, ancak günümüze gelememiş surlar Septimus Severus tarafından yaptırılmıştır Kent merkezi, hamamlar Apollon-Helios ve Aphrodite mabetleri ve tiyatro da dahil olmak üzere anıtsal yapılarla donatılmıştı Nekropolis (mezarlık), Çemberlitaş’la Beyazıt arasındaki alanda yer almaktaydı Zamanın ana yolları iki yanda sütunlarla sınırlandırılmıştı ve bu caddelerin en ünlüsü, Divanyolu (Yeniçeriler) Caddesi güzergâhını izleyen Mese Caddesi idi

Roma İmparatorluğunun ikiye bölünmesinden sonra Konstantinopolis, yeniden yapılanmaya başlamıştır Ancak, bunlar yangın, deprem, kuşatma ve isyanlardan ötürü zarar görmüş, çoğunun kalıntıları günümüze ulaşamamıştır Bizans döneminde şehir, akropolün çevresindeki alanda yapılan Hippodrom, Hagia Sophia, Hagia Eirene ve Sarayburnu’na kadar uzanan Büyük Saray çevresinde toplanmıştı İmparator Theodosios II Zamanında şehir Kent içerisinde kiliseler, manastırlar yapılmıştır Kentin ticaret merkezi de Hippodrom’dan bugünkü Beyazıt Meydanı’na kadar uzanan alanda yer alıyordu Ayrıca çeşitli meydanlar, sütun ve heykellerle bezenmiştir Bunlardan hemen hepsi günümüze kadar iyi durumda gelebilmiştir

Bizans İmparatorlarından Arcadius (395-408), IITheodesius, IIIustinianus (527-565), Thephios, IIIMikhael kente yeni yapılar eklemiştir Buna rağmen kentin tarihi yarımadası çeşitli isyanlardan büyük ölçüde etkilenmiş, zaman zaman da yakılıp yıkılmıştır İstanbul patriği Ioannes Chrisosthomos’un İmparator Arcadius’un karısı Eudoksia ile sürekli çatışması halkı ayaklandırmış, çıkan isyan önlenemeyince Ayasofya başta olmak üzere şehirdeki pek çok yapı yakılıp yıkılmıştır IIIustinianus’un yaşamını ve tahtını tehlikeye sokan Nika Ayaklanması (532), eşi Theodora ve komutanı Belisarios’un desteği ile bastırılabilmiştir Bu ayaklanma sonunda şehrin hemen her yanında yangınlar çıkmış, Hagia Sophia, Hagia Eireni ve Samson Bunun ardından 732 ve 740 depremleri kentin belli başlı anıtlarının yıkılmasına neden olmuştur Bu arada ilahi hikmetin simgesi sayılan Ayasofya, Nika İhtilalinden sonra yeniden yaptırılmıştır

Bizans döneminde İstanbul her geçen gün biraz daha gelişmiş, yerleşim artmış, yapılar yoğunlaşmış, çeşitli heykellerle bezeli Hippodrom yenilenmiştir Hippodrom’dan Marmara’ya uzanan alanda çeşitli yapılardan oluşmuş Büyük Saray inşa edilmiştir Tarihi yarımadada büyük yollar ve caddeler açılmıştır

Romalıların şehirlerini dikili taşlarla ve heykellerle süsledikleri bilinmektedir Bizanslılar da onları örnek alarak şehrin çeşitli yerlerinde sütunlar dikmiş, üzerlerine imparatorlarının heykellerini yerleştirmişlerdir

Yıldırım Beyazıt Karadeniz’den gelecek yardımları önlemek için, 1396 yılında bugünkü Anadolu Hisarı’nı yaptırmıştır Fatih Sultan Mehmet’te (1451-1481) onun karşısına Rumeli Hisarı’nı yaptırarak Boğazı kontrol altına almıştır Böylece İstanbul’un fethi için başlayan çalışmalar arasında, kuşatmada gerekli olacak büyük toplar döktürülmüş, 12 kadırgadan oluşan güçlü bir donanma oluşturulmuş, ordunun sayısı arttırılmış ve yardımı önlemek amacıyla bütün yollar tutulmuştur Bu arada Cenevizlilerin elinde bulunan Galata’nın savaş sırasında tarafsız kalması da sağlanmıştır Osmanlılar 2 Nisan 1453’te İstanbul surları önünde görülmüş ve iki aya yakın süreden sonra 24 Mayıs 1453’te şehir ele geçirilmiştir

İstanbul dört yönetim birimine ayrılmıştır Bunlardan biri imparatorluğun merkezi olan Suriçi, diğerleri Bilad-i Selase olarak isimlendirilen, Büyükçekmece’yi, Küçükçekmece’yi, Çatalca’yı ve Silivri’yi kapsayan Eyüp yönetimi, diğerleri de Galata ve Üsküdar idi Böylece Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’a taşınmış ve yeni bir dönem başlamıştır

Beyazıt zamanında, depremde büyük ölçüde zarar gören şehir 1510’da hemen hemen yeniden yapılmıştır Kanuni Sultan Süleyman zamanında İstanbul’da bir kent planı yapılmış ve geliştirilmiştir Osmanlı mimarisinin Klasik Dönemine ait eserler Mimar Sinan ve Onun ekolünü benimsemiş mimarlar tarafından yapılmıştır Bu dönemde İstanbul en parlak konumuna ulaşmıştır

Osmanlı döneminde şehrin görünümü, sosyal yaşantısı tamamen değişmiştir Ancak şehir depremler, seller, yangınlar, salgın hastalıklardan zarar görmüştür

Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın Sadrazamlığı (1718-1730) sırasında, lale Devri olarak isimlendirilen dönemde, İtfaiye Teşkilatı kurulmuş, ilk matbaa açılmış ve yeni yapılanma ile İstanbul’un görünümü değişmiş, batılılaşma süreci hız kazanmıştır Bu arada Topkapı Bunun sonucu olarak İstanbul yaşamında, eğitiminde, mimarisinde, sanayii kuruluşlarında büyük değişimler görülmüştür Bu dönemde şehir yeni yerleşim alanlarına doğru genişlemeye başlamıştır Tarihi yarımada Bakırköy, Yeşilköy yönüne, Galata, Taksim Maçka yönüne doğru yayılırken; Boğaziçi’nde yapılanma hız kazanmış ve Sarıyer’e doğru genişlemiştir Diğer taraftan şehir Anadolu yakasında Bostancı ve Beykoz’a kadar büyümüştür Bu dönemde altyapı ve kent hizmetlerinde önemli gelişmeler olmuş, Galata ile Eminönü’nü birleştiren köprü yapılmış, Karaköy’den Beyoğlu’na çıkan dünyanın 3Metro’su (Tünel) hizmete girmiştir Rumeli Demiryolu, kent içi deniz taşımacılığı yapan Şirket-i

XIXyüzyıl ile XXyüzyılın başları Osmanlı Devletinin en karmaşık dönemi olmuştur Bundan da İstanbul büyük ölçüde zarar görmüştür Peş peşe yenilgilerle sonuçlanan savaşların ortaya koyduğu çöküntü İstanbul’a da yansımıştır IMeşrutiyetin ilanı (1876), IImeşrutiyetin ilanı (1908), 31 Mart Olayı ve Hareket Ordusunun İstanbul’a girişi (1909) ve IIAbdülhamit’in tahttan indirilişi, Osmanlı-Rus Savaşı’nda Rusların Yeşilköy’e kadar gelmesi, Balkan Savaşları’nda (1912) Dünya Savaşı’nın başlaması bu dönemin, İstanbul’u etkileyen en önemli olaylarıdır IDünya Savaşı’nın başlaması, Mondros Mütarekesi’nin imzalanması (30 Ekim 1918) Osmanlı Devletinin yıkılmasının en büyük nedeni olmuştur Yunanlıların 23-30 Mayıs 1919’da İzmir’i işgalini kınamak için İstanbul’da Sultanahmet’te düzenlenen mitingler İstanbul tarihinin en önemli olaylarındandır Bunun ardından İstanbul, 15-16 Mart 1920’de İtilaf Devletleri tarafından işgal edilmiş, Heyet-i Mebusan kapatılmıştır

Son Osmanlı Padişahı VIMehmet (Vahidettin) 17 Kasım 1922’de İstanbul’u terk etmiş, ardından İtilaf Devletleri de İstanbul’dan ayrılmıştır Yeni Türkiye Cumhuriyetinin ordusu 6 Ekim 1923’te İstanbul’a girmiş ve İstanbul’un ikinci kez fethi gerçekleşmiştir Bundan sonra İstanbul yüzyıllardır sürdürdüğü başkentlik işlevini yitirmiştir

İstanbul’daki belli başlı tarihi eserler: İstanbul Doğu Roma, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi eserlerini bir arada toplamış bir kenttir Doğu Roma’dan (Bizans) başta Ayasofya, Aya İrini gibi Osmanlı dönemine ait Erken Dönem, Klasik Dönem, Barok, Rokkoko, Ampir ve Neo-Klâsik üslupta dini yapılar, namazgâhlar, sıbyan mektepleri, kervansaraylar, su yolları, mevlevihaneler ve dergâhlar, medreseler, hanlar, hamamlar, çeşmeler, sebiller, imarethaneler, darüşşifalar, türbeler, tarihi mezarlıklar, kaleler, köprüler, saraylar, kasırlar, yalılar, konaklar ve Türk sivil mimari örneklerini yansıtan eserler, Cumhuriyet dönemi anıtları, binaları günümüze gelmiştir Ayrıca uygarlık tarihinin tüm eserlerini bir araya toplayan müzeler de yine bu kentte bulunmaktadır

Alıntı Yaparak Cevapla

İstanbul Hakkında Bilgi

Eski 08-14-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İstanbul Hakkında Bilgi



İstanbul Gezgin Gözüyle


Topkapı Sarayı’nın Gizemli Köşesi: HAREM

Erdem Yücel


İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet, Topkapı Sarayı’nın yapımına Sarayburnu’ndaki Bizans’tan arta kalan kalıntılar üzerinde 1465 yılında başlamıştır Osmanlı İmparatorluğu’nun kaderinde rol oynayan bu saray kompleksi Saray-ı Cedid-i Amire (Yeni Saray) ismiyle 1478’de tamamlanmıştır Osmanlı devleti yönetim yapısı niteliğindeki saraya haremin ne zaman taşındığı konusunda kesin bir tarih verebilmek çok zordur Bu konuda yazılı belge olarak yalnızca Arabalar Kapısı üzerinde 1578 tarihli bir kitabe dışında başka bir belgeye rastlanmamaktadır Bazı tarihçiler, Saray Atik’den (Eski Saray) Haremin Kanunî Sultan Süleyman devrinde (1520-1566) taşındığını ileri sürmüşlerse de bu iddia da bir belgeye dayanmamaktadır

Osmanlı İmparatorluğu’nda padişahın evi anlamında olan Haremde padişahlar çiniler, ocaklar, çeşmelerle bezeli dairelerinde yaşamlarını sürdürmüşlerdir Burada acı-tatlı bir yığın olay birbirini izlemiştir Padişahlar ölmüş, öldürülmüş, masum şehzadelerin canına kıyılmış, gün gelmiş devletin varlığını tehlikeye düşürecek olaylar, saray entrikaları birbirini izlemiştir Bütün bu entrikalarla dolu ortamda yaşayanlar büyük olasılıkla kendilerini mutsuz hissetmişlerdir Sultanlar, sultan eşleri, cariyeler, valide sultan, şehzadeler, hizmetçiler, köleler, ağalar zengin bezemeli Harem dairelerinde yaşamış, dış dünyadan kopmuşlardır Bütün bu insanların yaşamı, güvencesi tek bir kişiye; Padişaha ve onun ağzından çıkacak bir çift söze bağlanmıştı

Haremde yaşayan kızların çoğu yabancı kökenli olup Darüssaade Ağası tarafından güzelliklerine göre seçilip satın alınmışlar veya bir baskında ele geçirilmişlerdir Sonra da Haremde İslam kurallarına göre yetiştirilip nakış, dans, müzik öğretilmiş, içlerinden en iyileri, güzelleri Sultanın hizmetine sunulmuşlardı Sultanın yatağına girebilme onuruna ulaşanlara gözde, birliktelikleri süreklilik kazananlara da ikbal denilmiştir Sultandan çocuk doğuran ikbal haseki olurdu Bunlardan erkek çocuk doğurana haseki sultan, kız çocuk doğurana da haseki kadın ismi verilirdi Hasekilerin Haremde farklı yerlerde daireleri, özel gelirleri, özel hizmetçileri olurdu Sultanın en büyük oğlunun annesi baş haseki sultan olurdu Bu çocuk padişah olduğunda da annesi Osmanlı’nın en güçlü kadını, valide sultanlık mertebesine erişirdi Ancak Sultanın dikkatini çekmeyen, şanssız diye nitelenenler, çocuk doğurma yaşını aşanlar, çocuk sahibi olması yasak şehzadelere verilirdi İçlerinden şanslı olanlar ise sarayda eğitildikten sonra saray dışında görev alanlarla evlendirilirdi

Topkapı Saray’ında Harem, Babüsselâm’dan girildikten sonra ikinci avlunun (Birûn) sol yanından başlayarak üçüncü avlu (Enderun) içerisine kadar uzanmaktadır İlk yapımından XIX yüzyılın ilk yarasına kadar geçen süre içerisinde her padişah döneminde yapılan eklerle genişletilmiş ve 400’ü aşkın odasıyla adeta küçük bir şehir görünümüne ulaşmıştır Böylesine uzun bir zaman süreci içerisinde yapılan eklerle çeşitli devirlerin mimari özelliklerini, bezemelerini görebilme olanağı vardır

Arabalar Kapısı’ndan, yekpare demir iki kanatlı kapı ile içerisine girilen Haremin yuvarlak kemeri üzerinde, siyah zemine altın yaldızlı bir kitabe yerleştirilmiştir

Güzin-i Padişahan han-ı Murad-ı âlişân
Letafetiyle beridir, der behişti acip
Haim-i cennet-i âlide bab-ı Sultan
996 (1588)

Arabalar kapısından Haremin asıl giriş kapısına kadar uzanan, üzeri açık, ince uzun avlunun çevresinde Dolaplı Kubbe, Şadırvanlı Taşlık, Kule, Başhazinedar Ağa ile Başmuhasip Ağa’nın daireleri, Meşkhane Kapısı, Karaağalar Mescidi, Karaağalar Koğuşu, Kızlar Ağası Dairesi sıralanmıştır Bu avlunun karşısına gelen küçük bir holün ardında da Haremin asıl giriş kapısı bulunmaktadır Buradan da tonozlu koridor üçüncü avluya (Enderun) açılan Kuşhane Kapısı yer almaktadır Haremin belli başlı bölümlerini Dolaplı Kubbe, Şadırvanlı Taşlık, Kule, Karaağalar Mescidi, Karaağalar Koğuşu, Kadın Efendiler Taşlığı, Valide Sultan Daireleri, Hünkâr Hamamı, Hünkâr Sofası, Ocaklı Sofa, Murad III Has Odası, Ahmet I Okuma Odası, çifte Kasırlar-Şehzadeler Daire oluşturmuştur

Topkapı Saray’ı Hareminin her bölümü ayrı ayrı gezilmelidir Bu bölümler Osmanlı tarihi tarihinde acı ve tatlı pek çok olaya tanık olmuştur Burada entrikalar, aşklar, kıskançlıklar yaşanmış ve bir çok acımasız olaylar birbirini izlemiştir Kısacası her bölümün ayrı bir öyküsü vardır

İşte, bunlardan bir örnek: Söylenenlere göre Mehmet isimli bir Harem ağası sevdiği, ümitsiz aşkına ortak olmuş genç bir cariye ile birlikte Dolaplı Kubbe’nin içerisinde eskilerin değişi ile sır olmuş, yani yok olmuştur Söylentiye göre padişahın biri bu aşkı öğrenmiş, hançerini çekerek “Kanın benim elimden akacak melun” diyerek zenci ağayı kovalamıştır Canını kurtarmak için kaçan Mehmed, Dolaplı Kubbe’ye kaçmış, ancak elbisesinin ucu kapının dışında kalmıştır Peşinden koşan padişah kapıyı açtığında zencinin yerinde yeller estiğini görmüştür Bu olay genç cariye içinde söylenmiş ve saraylılar bir anda yok olan çiftin erdiğine inanmışlardır Bunun üzerine de Dolaplı Kubbe’nin kapıları yeşile boyanmış, üzerine bir daha açılmaması için kilit vurulmuştur

Haremde yaşayan en önemli kişilerin başında da Kızlar Ağası gelirdi Karaağaların başı olan Kızlaraağası’nın resmi ismi de Darüssade Ağası idi Padişahın görevlendirdiği Darüssade Ağası son derece nüfuslu olup resmi protokolde sadrazam ile eş tutulurdu Ancak onunda kaderi padişahın iki dudağı arasında idi Padişahı kızdıran Darüssade Ağası’nı yalnızca Sultan azlederdi Bu durumda kendisini saygıda yine kusur edilmez, yol hazırlıklarını yapması için sarayda daha birkaç gün kalır, sonra da bir gemi ile Mısır’a gönderilir ve orada ölünceye kadar yaşardı; ancak padişahın gazabına uğrayanlar sarayın Balıkhane Kapısına getirilerek orada korku içerisinde bekletilirdi Burada bekleyen ağanın karşısına ya cellat ya da kendisini Mısır’a götürecek olan geminin kaptanı gelirdi

Osmanlı Haremi’nin tarihe geçmiş en ünlü kadınlarının başında Kösem Mahpeyker Sultan gelmektedir Kocasının, iki oğlunun ve bir torununun zamanında Haseki Sultan, Valide Sultan ve Büyük Valide Sultan olarak yarım yüzyıla yakın sarayda saltanat sürmüştür Reşat Ekrem Koçu’nun deyişiyle; sevmiş, sevilmiş, baş tacı edilmiş, Osmanlı sarayında her türlü entrikaya karışmış ve rakiplerinin hepsini yere sermiş, saltanatı uğruna cinayete varıncaya kadar her şeyi meşru görmüştür Osmanlı sarayına on üç yaşında gelmiş, on dört yaşındaki şehzade Ahmet’in koynuna sokulmuştur Aslında adalı bir Rum kızı olup, bir papazın evlatlığı idi Sultan I Ahmed ona “Kösem” (sürünün başında giden) ismini yakıştırmıştır

Osmanlı tarihinin en kanlı olaylarından biri olan Alemdar olayı da yine Haremin çevresinde geçmiştir Alemdar Mustafa Paşa, Sultan III Selim’i yeniden tahta çıkarmak için Babüssaade Kapısını kırıp içeri girdiğinde, padişahın cesedi ile karşılaşmıştı Bu sırada tahta çıkardıkları Sultan IV Mustafa’nın yerinde kalabilmesi için isyancılar Şehzade Mahmud’u öldürmeye koşmuşlardı Ancak genç şehzadeyi Cevri Kalfa isimli cesur bir kadın korumuş, taş merdivenin başında eline geçenleri isyancıların üzerine attıktan sonra elini kül dolu çömleğe sokarak merdivenleri çıkmaya çalışanların üzerine kızgın külleri atmış, genç şehzadenin damdan dama atlayarak kaçmasını sağlamıştı Bu mücadele Alemdar Mustafa Paşa’ya zaman kazandırmış ve Sultan II Mahmud Osmanlı tahtına çıkmıştır

Sultan I Abdülhamit ise Ruhşah isimli bir Başkadın’a aşık olmuş; ancak ömrünün sonuna kadar Onun yüzünden aşk acıları çekmiştir Harem de yazmış olduğu mektuplarda bu aşkın izleri açıkça görülmektedir

“Ruhşanım, Hamidin sana kurban ola, Cenab-ı Hallâk-ı Âlem, cal mahlûkatın hâlihidir Bir kusur ile azap eylemez Efendim sana bendolmuş bir kulunum İster darp eyle ister öldür; sana teslimim Bu gece gel niyazımdır Billâki sebeb-i illetim gözüm sürerek reca eylerim, kendimi zaptedemiyorum billâhilâzım

Padişahların zevk ve sefa sürdüğü Haremin hamamında iç oğlanlar, cariyelerin oluşturduğu görünümler batılı gravürlerde de yer almıştır Nitekim Tarihçi Reşat Ekrem Koçu Haremin hamamına kendine özgü üslubu ile anlatmaktadır:

“Muhteşem bir saray hamamının mermer ve altın yaldızlı bronz akisleri arasında saçı sakalı ağarmış bir padişahın, gözleri nefis lezzeti ışıkları ile parlayarak cennet kaçkını huri ve gılman misali, çıplak kızlar veya oğlanlar tarafından yıkanması, altın taslar, sızma işlemeli kırmızı peştemallar, sızma veya ince işlemeli tasmaları ile sedef kakmalı âbânoz nalınlar, tepe camlarından çubuk çubuk süzülen ışıklar, ne muhteşem bir tablodur

Osmanlı’da padişahların tanrısal bir niteliği olmamasına karşılık hanedanın dokunulmazlığı vardı Özellikle bu durum padişahta kutsallık olarak yoğunlaşmış ve bir köle aristokrasisine dönüşmüştür Padişahın bile özel yaşamının olmadığı bu sistemde Haremde yaşayanların da hareketleri yasalarla, törelerle sınırlanmıştır Bu saray sistemi Osmanlı Devletini XX yüzyılın başlarına kadar taşımıştır

Alıntı Yaparak Cevapla

İstanbul Hakkında Bilgi

Eski 08-14-2012   #3
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İstanbul Hakkında Bilgi



İstanbul Sözlü Tarih

İstanbul’un kuruluşuna ilişkin söylence

Megaralı Bizans,Kendi halkı için bir kent kurmaya niyetlenirDelf bilicisine başvurarak yer sorarBilici şöyle der:"Bu kenti körler ülkesinin karşısına kur"

Bizans bilicisinin söylediği yeri bulmak için hazırlıklara girişirgöç başlarGünün birinde Sarayburnu’na gelirlerBuradan çevreyi seyerderken,Kadıköy’de kurulmuş kenti görür"Bu kenti neden halşen benim bulunduğum yere değilde karşıki çorak yere kurmuşlarBu adamlar körmü"diye düşünürBirden bilicinin sözlerini hatırlarAradığı yeri bulmuşturKentini bulunduğu kıyıdaki yemyeşil yedi tepeüzerine kuracaktırKısa sürede kurulan kente Bizans adı verilir
İstanbul’un Fethine ilişkin söylence ll

İstanbul’un fethine ilişkin bir söylence de şudur:Fatih Padişah olunca İstanbul’un fethini görüşür devlet yetkilileriyle fakat kimse bu işe rıza göstermezHulefai Raşidin’e nasip olmayan fetih ancak Mehdi Hazretlerine nmasip olur derler fakat Ak Şemseddin "Konstantiniyyeyi Muhammed Han Fetheder,sonra Beni asfar alır"der

Devlet ileri ileri gelenleri bu söze pek rağbet etmezlerse de Fatih inanıradamlarını gönderip tekrara tekrar sordurursonunda da "Bu yılın Rebiülevvel ayının yirminci günü seher vakti ihlas ve gayretle falan falan tarafdan yürünür,o gün feth olunur,Konstantiniyye Ezan sesleriyle dolar" dedi

Savaşa devam edildiği bir esnada Fatih bir ara Akşemseddin’i davet ederFakat Akşemseddin çadırına kimsenin alınmamasını talebelerine tembih ettiğinden kimse yanına varamazGelmeyince Fatih hiddetlenirKendi gelir fakat bakar ki çadırı çadırı örtülmüş vaziyette kapalıKılıcını çekerek yarar ve içeri girerGörür ki içeride hiç bir şey yok Akşemseddin sadece toprak üzerind esecdeye kapanmış,tacı mübarek başından yuvarlanmış,başının ak sacı ve sakalı parlamaka Ak sacını ve sakalını toprağa sürmüş toprak olmuş,gözlerinden boşanan yaşlar yeri ıslatmışAllah’a yalvarmak’ta

Fatih bu durumu görünce dönüp makmına gelirKaleye bir bakar ki :İslam askeri Hisara yürümüş önlerind e ak elbise ( aba) giymiş bir taife hisaar gelmektedirArdından islam askeri,derken İstanbul feth edilir

fetihten sonra Akşemseddin’e fethi nasıl bildiğini sorunca o şöyle der:

-Kardeşim Hızır’la İlm-i ledünde Konstantiniyye’nin fethini istihrac etmiştikKale fetholunduğu gün hızır’ı gördüm,aba giymiş velielrle askerin önünde Hisara girmiştiKalenin fethinden sonra da hızır kardeşim kale duvarının üzerine çıkmış ayaklarını sarmış oturyorducevabını verir

Fetihten sonra da Fatih Akşemseddin’i aratır ,bulamazlar Nihayet Edirnekapı’da bir eski oda da ibadet ederken bulurlar

İstanbul’da bulunduğu sürece Akşemseddin o evde otururOraya bir mescit yapmıştırHalen oraya Akşemseddin mahallesi denir
Eyüp Sultan’a ait söylence

Söylenceye göre Peygamberimizin müjdesini duyan Emevi orduları İstanbul’u fethetmek için kuşatır fakat bir türlü fethedemezKuşatma orduları içinde Pegamberimizin sancaktarı Eyüp Sultan Hzleri de vardırSefer sırasında ağır hastalanırÇevresindekilere ölünce surlara en yakın yere gömülmesini vasiyyet ederÖlünce de gerçekten de en yakın bir yere gömülürGece olduğunda kabrinden çıkan nur Bizans imparatoru’nun dikkatini çeker ve durumu araştırıp öğrenir ve buraya bir türbe yaptırarak dört kandil yakılmasını emrederBöylece Eyüp Sultan’ın kabri Bizanslılar’ca da kutsal kabul edilir

Eyüp Sultan’ın kabrinin bulunuşuna ilişkin birçok söylence vardırBunlardan biri de şöyledir

Fatih İstanbul’u ferthettikten sonra Hocası Akşemseddin ile beraber Eyüp Sultan tarafına gider at üzerinde ki yolculuk bugünkü Eyüp Sultan’ın kabrinin bulunduğu yere gelince Akşemseddin:

-Hünkarım bugünkü yolculuğumuz buraya kadar olsun,der ve yere iki çınar dalı sokarGece fatih vezirini çağırıp çınar dallarının yerini değiştirmesini ve kimseye söylememesini emreder

Sabahleyin yine aynı yere geldiklerinde Akşemseddin atından iner ve :

-Hünkarım bizim çınar dalları yerlerini değiştirdi der ve yerin kazılmasını isterBir müddet kazıldıktan sonra Eyüp Sultan’ın kabri bulunurYıkanıp temizlendikten sonra tekrar gömülür ve bugünkü cami ve türbe yapılır,buradaki çınar dalları bugünkü çınar ağaçları olduğu söylenir
Ayasofya ya ilişkin Söylence

İmparator Justinianus bir gece düşünde bir aziz görürAziz ,çevresine bakmakta ve her köşede bir duraklamaktadırJustinianus hemen yanına varırAziz’in elinde gümüş bir levha levhada da şimdiye değin eşi benzeri görülmemiş bir kilise resmi vardırİmparator:" keşke bu resim bend olsaydı da bu topraklarda aynısını yaptırsaydım" diye düşünürAziz resmi imparatora uzatarak " Justinianus ,tam şuraya bir kilise yaptır,adını da Aaysofya koy ",der

İmparator,ertesi dün çağırttığı mimarın elinde düşündeki yapı resmini görünce çok şaşırırAziz Mimarın da düşüne girmiştirUyandığında resmi kağıda döken mimar İmparatorun buyruğuyla Ayasofya’nın yapımına girişir

HzMuhammet’in doğduğu gece İstanbul’da büyük bir zelzele olurAyasofya’nın büyük kubbesi yıkılırbir türlü onarılamazBunun üzerine Hızır’ın uyarısıyla Mekke’ye 300 keşiş gönderilirKeşişler Henüz çocuk olan HzMuhammet’in tükrüğünden alır,biraz Kabe toprağı ve zemzem suyula İstanbul’a dönerlerKubbenin onarımında kullanılan harca bunlar katılınca kubbe tutar

İstanbul fethedildiğinde Fatih "Bu kubbe Peygamberimizin tükrüğüyle yapılmıştır"diyerek kubbenin ortasına paha biçilmez bir altın top astırmıştırİnanışa göre bu Hızır’ın makamıdır40 gün bunun altında namaz kılanlar mutlaka Hızır’ı görürler

Ayasofya’nın büyük kubbesinin dört yanında birer melek resmi vardırbunlardan Cebrail kanat açıp nara atınca ,tüm doğu mücevherlerle dolarİsrafil nara atınca batıda kıtlık olur,Mikail seslenince Kuzeyde bir ermiş kişi ortaya çıkarAzrail bağırınca da tüm evrende veba salgını başlarBir başka söylenceye göre de Cebrail ve İsrafil gelecekte olacakları ,Mikail düşman saldırısını ve kıtlığı Azrail’de hükümdarların ölümünü haber verirAyasofya’nın orta kapısı üzerinde pirinçten uzun bir sanduka vardırİnnaışa göre içinde kraliçe Sofia’nı mumyası bulunmaktadırSanduka’ya el sürülürse korkunç bir gürültü çıkacak ve her yan sarsılacaktır

Güney kapılarından soldan 10sunun iç yanında dört köşe bir mermer sütun vardırBuna "Terler Direk" denirSütun kış yaz nemlidirBuna ilişkin olarak ta:Fatih İstanbul’u fethetmiş,Ayasofya’yı da cami yapmıştırİş bittiğinde Hızır cami’yi gezer bakarki Mihrap Kabe’ye yönelik değil,Terler Direk’in kaideini parmağını sokarak binayı Kabe’ye çevirirTerler Direk’te ki delik Hızır’ın parmağını soktuğu yer olarak kabul edilirBurası bir çok hastalıkların çaresi ve dileklerin gerçekleşeceği yer olarak bilinir

Büyük Kıble kapısının da Tufan’da Nuh’un kullandığı geminin tahtasında yapıldığı görülürDeniz ticaretiyle uğraşanlar ,sefere çıkmadan önce buraya uğrar dualar eder Nuh AS a dualar okur ve kendilerine iyi geleceğine sağsalim dönüp geleceklerine inanırlar
llBayezid Camii ne ilişkin söylence

Bayezid camisinin temelleri atıldığında ,Mimar Başı Bayezid’e Mihrabı nasıl yerleştirmeleri gerektiğini sorarBayezid:

-"Şu ayağıma bas" der Mimar başı denileni yaptığında Kabeyi görür ve Mihrabı ona göre yerleştirir
Ahmed Paşa Camisine ilişkin söylence

Söylenceye göre Hafız Ahmet Paşa Fatih Camii nin yanına bir cami sebil medrese ve çeşme yaptırırCami bittikten sonra Paşa bir düş görür ve düşünde Fatih:"amimin yakınında cami yaptırıp neden cemaatimi aldın" diye onu azarlar ve başını vurdurturAhmet Paşa heyecanla uykudan uyanır,düşünü yorumlatırYetmiş gün sonra paşa ölürCesedi gömülürken lahdin kenarından kopan bir taş başını kılıç gibi keser
Rahime Sultan ve Merkez Efendi söylencesi

Sümbül Efendi’nin Rahime adlı bi rkızı vardırMüritlerden Merkez Efendi onunla evlenmek isterSümbül efendi kızı vermek istemediğinden ancak kırık deve yükü altın getirirse razı olacağını söylerMerkez Efendi günümüzde gömütünün bulunduğu yerin arkasındankırık çuval toprak alırBunları develere yükleyerek Sümbül Efendi’ye götürürÇuvallar açıldığında altınla dolu oldukları görülürSümbül Efendi onun kerametlerini görünce "Sen artık yetiştin kale dışına çık ve Hakkın sana verdiği görevi yerine getir"derBunun üzerine Merkez efendi şimdi bulunduğu yere yerleşir

Günün birinde kızıyla damadını ziyarete giden Sümbül Efendi,kapıyı açık bulurKızı ayaklarını uzatmış,çıkan ateşle yemek pişirmektedirBabası ne yaptığını sorar o da odunları olmadığından dervişlere ancak böyle yemek pişirebildiğini söylersümbül Efendi kızının da olgunluğa eriştiğini anlar,bir süre sonra ölür
Yuşa Peygamber Söylencesi

Yuşa ,HzMusa’nın kızkardeşinin oğlu ve sancaktarıdırMusa ölünce İsrailoğulları’nın başına geçmiş ve onları filistin’e ulaştırmıştırbu arada yapılan savaşlarıon birind etam savaşı kazanmak üzere iken gün batmaya başlaryuşa sol elini havaya kaldırarak güneşi durdururGüneş bir saat daha aydınlık kalrak savaşı kazanır

söylenceye göre yuşa İstanbul’da da savaşmış ama Boğaziçi’nde Sütlüce köyü yakınlarında vurulmuş,bedeni ikiye ayrılmıştırBelinden aşağısı Sütlüce köyü’nde kalmış üst bölümü ise şimdi gömütünün bulunduğu yere dek gelmiş ve burada ruhunu teslim etmiştirOnyedi metre uzunluğudaki gömütünde,sadece belden yukarısının yattığına inanılırayaklarının kaldığı yerden fışkıran suyun da şifalı olduğuna inanılırAb-ı hayat suyu denir

Yuşa gömütünün başı Kudüs’e doğru iken İslamiyet’in doğuşuyla kendiliğinden Kabe’ye yönelmiştirBeykozlular Yuşa’yı koruyucuları ve kurtarıcıları sayar"Beykozlular’ı önc Allah sonra Yuşa korur" diye söyleniş yaygındır

Yuşa’nın İsrailoğuları’nın başına geçişi,savaşımı ve güneşi durdurması olayı Kitab-ı Mukaddes’te anlatılmaktadır
Şeyh Yahya Söylencesi

Kanuni’nin süt kardeşi olan Yahya döneminin en tanınmış müderrsilerindendirFatih sultan Mehmet Medresesi’ndeki görevinden ayrıldıktan sonra Ortaköy’de günümüzde kendi adıyla anılan toprakları alırBurada bir ev,medrese,mescit ve çeşme yaptırırsöylenceye göre en yakın arkadaşı Hızır’dırHatta bahçesindeki asmayı da beraber dikmişlerdir

Kanuni onunla hızıe arasındaki yakınlığı bildiğinden bir gün kendisini de Hızır’la görüştürmesini isterGünün birinde Padişah’ın saltanat kayığı ortaköy önlerine gelirHaberciler Şeyh Yahya’ya hünkarın kendisini çağırdığın bildirince o hızırla gelip kayığa binerarkadaşını Kanuni’ye tanıtmazPadişah’ta sormazBiraz ilerlediklerinde Hızır,Parmağındaki yüzüğü işaret ederek "Kerem eder verirmisiniz?"derPadişah uzatırHızır yüzüğü suya atıverirKanuni birşey demez ama çok öfkelenmirtirHızır Kurçeşme’de elini suya uzatıp yüzüğü çıkarır:"Buyur Hünkarım çok üzüldün çok ta öfkelendin" der

Kıyıya çıktıklarında Yahya ,Padişah’a yanınadakinin kim olduğunu söylerPadişah daha önce söylemediği için Yahya’ya çıkışır,Hemen ardına dönüp onu ararOrtada kimseler yoktur"o sana kimliğini söyledi ama sen anlamadın der"
Baba Haydar’a ilişkin söylence

Şeyh Haydar ünlü bir Rufai şeyhidirÜsküdar’daki dergahında yaşarYoksuldur,ama gönlü zengindirEline geçeni Üsküdar’ın yoksullarıyla paylaşır

Bir ramazan günü dergahında toplantı vardırİstanbul’un her yerinden gelen yoksullar yiyip içeçek,dua edecektir Ama dergahta yiyeceğin kırıntısı bile yokturHaydar’ın kardeşi Ethem Bey bunu görüp endişelenmektedirBaba Haydar ise hiç aldırış etmez"şimdi her şey gelecek yolda" diyerek kardeşini paylarRamazan topunun patlamasına beş dakika kala Padişah’ın adamları tepsiler dolusu yiyeceklerle çıka gelir
Yeni Kapı Söylencesi

lVMurat tebdili kıyafet halk arasında dolşamaktadırBir gün yine kıyafet değiştirerek Üsküdar’dan kayığa binerYanında bir kiş daha vardırBoğaz’a doğru yol alırken yanındakine adını sorar O da "bana Üsküdarlı Remmal Ağa derler " derNeiş yaptığını sorunca Remmil atıp gaipten haber verdiğini söylerlVMurat Remmil atıp Padişah’ın yerini söylemesini isterAdam Remil atar ve 1Padişah deniz üstünde görünür der yeniden bakınca "Sultan Murat bizimle beraber,Sultan sizsiniz " diye nara atar Padişah :"Aferin hüner sahibiymişsin" derŞimdi bir remil daha at bakalım "ben İstanbul’a hangi kapıdan gireceğim,bilirsen seni ödüllendiririm bilemezsen gerisini sen düşün "derAdam remilini atmadan önce "padişahım bunu yazıp vereyim siz İstanbul’a girdikten sonra okuyun"derPadişah kabul ederKıyıya gelince lVMurat adamlarına kayığı kıyıya çekip sur kapısını kırıp İstanbul’a girerRemil’i açıp okur "Padişahım Yeni Kapınız hayırlı olsun!" kapının açıldığı semte "Yeni Kapı" adı verilir
Beşiktaş’a ilişkin söylence

Beşiktaş bölgesi ormanlıkken Yaşka adlı bir papaz bir kilise yaptırırHzİsa’nın Taş Beşiği’ni de Kudüs’ten getirterek buraya yerleştirirBu beşik konulunca kilseye Taş Beşik Kilisesi denmeye başladıPapaz ölünce beşik Ayasofya’ya götürülürama semtin adı Taşbeşik’tirzamanla bu ad Beşiktaş olarak değişir

Başak bir söylenceye göre Barbaros Hayrettin Paşa , Akdeniz’e çıkacağı zaman gemileri burada demir atınca ,halatları bağlamak için ,kıyıya taştan beş direk diktirirBu nedenle buralara Beşiktaş denilir
Cibali’ye ilişkin söylence

İstanbul’un fethinde önsaflarda çarpışan yiğitlerden biri olan Cebe Ali Mısır sultanının şeyhidirİstanbul’un fethinde bulunmak istemektedirBu amaçla Anadoluya gelirAt çulundan bir cebe giydiği için bu adla anılır

Cebe ali orduyla İstanbul önlerine geldiğinde kendisine ekmekçibaşılığı görevi verilirBinlerce kişilk ordunun ekmeğini hiçbir aksaklığa meydan vermeden pişirir ama sırrını kimsecikler bilemez

Fatih gemileri karadan denize indirdiğinde Cebe Ali bu gemilere binmez Üç yüz Zeyni Fakiriyle Postlarını denize yayar,def ve küdüm eşliğinde denize açılırBunu gören Bizanslılar korkuyla kaçışırlarBu günün cibali kapısı denilen yere geldiklerinde surlara saldırır ve kente girerlerCebe Ali açıkça keramet gösterdiğinden şehit olur ve kente girdiği yere onun adı verilirbu ad zamanla Cibali olur
Unkapanı’na ilişkin söylence

Sefer Dede adlı şahıs bir gün Unkapanı’nda ki bir fırına girer ve uyurfırının en harlızamanıdırBir süre sonra dışarı çıkıp tanıdıklarıyla vedalaşır;Unkapanından kendini denize atarak yiterYedi yıl sonra Cezayir’den gelen bir gemi ile yine Unkapanı’na dönerAma dili tutulmuşturOnu getiren gemiciler Sefere Dede’yi Septe Boğazı’nda bir timsahın üstünde ardlarından gelirken görüp gemiye almışlarkıyıya ulaşana değin timsah kendilerini izlemiştirKıyıya ulaştıklarında timsah ölmüşSefer Dede’nin ricasıyla orada gömülmüştür
KAYNAK :http://okuyan_2tripodcom/efsaneler/efsaneler1htm

İSTANBUL

Dünyada güzeldir yeri
İstanbul bir cennet şehir
Mescitleri, camileri
İstanbul bir cennet şehir

Yedi tepe üzerinde
Eyüp Sultan yatır onda
Sevgisi yürekte, canda
İstanbul bir cennet şehir

Ayasofya, Sultan Ahmet
Fatih Sultan çekmiş zahmet
Allah ona vermiş rahmet
İstanbul bir cennet şehir

Beyazıt'ta gezin şöyle
Tarih, kültür seyir eyle
Gören kişi doğru söyle
İstanbul bir cennet şehir

Beşiktaş'ı, Eminönü
Topkapı, Üsküdar yönü
Çamlıca'dan görün onu
İstanbul bir cennet şehir

Sahabeler dolu bir yer
Yatır veliler, şehitler
Bağrında Yûşa Peygamber
İstanbul bir cennet şehir

Çobanoğlu elde kalem
Peygamber'den almış selâm
Hadis ile olmuş kelâm
İstanbul bir cennet şehir

Alıntı Yaparak Cevapla

İstanbul Hakkında Bilgi

Eski 08-14-2012   #4
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İstanbul Hakkında Bilgi



İstanbul Camileri ve Mescitleri 1

Abbas Ağa Cami (Beşiktaş)

Beşiktaş’ta, Sinanpaşa Mahallesi’nde, Selamlık Caddesi ile Abbas Ağa Cami Sokağı’nın kavşağında yer almaktadır

Bânisi Darüssade Ağası Abbas Ağa’dır (ö1672’den sonra) Abbas İbn Abdürrrezzak adı ile de bilinmektedir Osmanlı sarayının ünlü darüssade ağalarındandır IV:Mehmet’in padişahlığı (1648-1687) döneminde, saray hareminin ve haremağalarının etkinlik kazandığı yıllarda darüssaade ağası (1668-1671) oldu Edindiği servetle İstanbul’un bir çok semtinde okul, cami, hamam ve çeşmeler yaptırdı 1672’de darüssaade ağalığından azledilerek Mısıra sürüldü, orada öldü Kahire’de İmam Şâfi Türbesi Haziresi’ne gömüldü
Abbas Ağa Cami, Hadikatü’l Cevâmi’ye göre 1665-1666’da inşa edilmiştir IIMahmut tarafından 1834-1835’te yeniden yaptırıldığı bilinmektedir İlk inşasında caminin yanında bir sıbyan mektebi ile bir çeşmenin tasarlandığı, yapının bir hünkâr mahfili ile donatıldığı tesbit edilmiştir Sıbyan mektebi günümüze ulaşmamıştır

Caminin etrafı yüksek duvarlarla kuşatılmıştır Çevre duvarının kuzey yönünde, biri ana girişe, diğeri de halen imam meşrutası olarak kullanılan hünkâr mahfiline geçit veren iki kapısı bulunmaktadır Cümle kapısı ile cami arasındaki alan ahşap bir sakıfın altına alınmıştır Cami, kapalı son cemaat yeri, enine dikdörtgen harim, harime batı yönünde bitişen hünkâr kasrı ve minareden oluşmaktadır Duvarlar moloz taş ve tuğla ile örülerek ahşap bir çatı ile örtülmüş, duvarlara iki sıra halinde dikdörtgen pencereler dizilmiştir Hünkâr kasrı ise ahşap olarak tasarlanmıştırSon cemaat yerinin batı kenarında bağımsız bir girişle donatılmış olan hünkâr kasrının, IIAbdülhamit devri onarımında elden geçirildiği sanılmaktadır

Harimde bulunan fevkani mahfil, doğuda ve batıda duvarların yarısına kadar, kuzeyde ise derinliğine gelişerek son cemaat yerinin üstünü kaplamaktadır Petek kısmı prizmatik üçgenlerden oluşan silindir gövdeli minare, son cemaat yeri ile hünkâr mahfilinin birleştiği köşede, kare bir kaide üzerinde yükselmektedir Mahfilin cephelerinde, başlıklarında küçük oyma gülçeler bulunan ahşap pilastrlar vardır Küçük bir mihrabı olan son cemaat yeri ile ana mekan ahşap bir duvarla ayrılmıştır

Harim tavanındaki ahşap işçilik dikkat çekicidir Tam ortadaki avize, altın yaldızlı beyzi bir göbeğe asılmıştır Tavan yüzeyi, kalın çıtalarla oluşturulmuş sekiz köşeli yıldızlar, kenarları yumuşatılmış dikdörtgenler ve çeşitli geometrik şekillerle düzenlenmiştir Tavan kornişlerinde yelpaze şeklinde ajurlu konsollar, mukarnası andıran sarkıtlı süslemeler ve perde motifleri görülmektedir

Mahfil kare kesitli ahşap sütunlara oturtulmuş, mihrap eksenindeki sütun açıklığı, eğri çizgilerden oluşan alınlıkla taçlandırılmıştır Mahfilin kuzey ve doğu kanatları çatıdan mamul kafeslerle, insan boyunu aşacak yükseklikte kapatılmıştır Hünkâr mahfili niteliğindeki batı kanadı özel bir oda olarak ayrılmış, dışarıdan aplike, renkli ahşap süsleme ögeleri ile kapatılan küçük kare mekânın üzeri bağdadi bir kubbe ile örtülmüştür Bu kubbenin içi yağlıboya akantus yapraklı bir süsleme ile bezenmiştir Kareden kubbeye geçişte, köşelerde beliren üçgen alanlar, altın yaldızlı ışınsal süslemelerle kaplanmıştır IIMahmut devrinin özelliği olan söz konusu mekânda tavana kadar devam eden bir mihrap tasarlanmıştır Ana mekânın, beyaz yağlıboya ile boyanmış olan mihrabı ile ahşap mimberi oldukça basittir

Abdi Çelebi Cami (Fatih)

Fatih İlçesi’nde, Kocamustafapaşa mahallesi’nde, Müdafaimilliye Caddesi ile Marmara Caddesi’nin kesiştiği yerdedir

Kanuni Dönemi ileri gelenlerinden Ruznameci Çelebi Abdullah Efendi tarafından yaptırılmıştır Çilingir, Sankiyedim, Yedimiçtim gibi adlarla da anılmaktadır

Mimar Sinan tarafından 940/1533 tarihinde inşa edilen ilk yapı dolma bir set üzerinde yükselmekte, dört fil ayağına bir kubbe oturtulmak suretiyle tasarlanmıştı Geçen yüzyılın sonlarında çok harap olan cami, devrin seraskeri Rıza Paşa’nın (1844-1920) delaletiyle, gideri Hazine-i Hassa’dan ödenmek kaydıyla yeniden inşa ettirilmiş, Mimar Sinan’ın ilk tasarladığı camiden tamamen farklı, eklektik üslupta bir yapı ortaya çıkmıştır İstanbul’da meydana gelen 1896’daki Ermeni Olaylarından sonra caminin çevresindeki Ermeni mahallesinde bir karakolun inşa ettirilmesi, caminin de yenilenmesine neden olmuştur

Osmanlı devrinin son yıllarında bakımsız kalan cami 1993’de Süeda Hanım isimli bir hayırsever tarafından onarılmıştır 1992 yıllarında yapının kuzey kesimine dernek binası, tuvalet ve abdest yerleri eklenmiştir Ayrıca fevkani mahfilde kuzeye bakan pencerelerden biri kapıya çevrilerek minareye ve mahfile dışardan giriş sağlanmıştırSon yıllarda yapılan ekler caminin ana yapısı ile uyumsuz bir görüntü arz etmektedir

Yapının cepheleri pilastralarla bölünmüş, alt ve üst pencerelerin arasına yatay bir silme yerleştirilmiştir Alt pencereler basık, üst pencereler ise yuvarlak kemerlidir Üst pencerelerden cephe ekseninde bulunanlar yükseltilerek saçak kornişinden yukarıya taşırılmıştır Birkaç istisna dışında Osmanlı yapılarında görülmeyen, buna karşılık Bizans dini mimarisinde çokça kullanılan, osmanlı dönemi Rum kiliselerinde de sürdürülen bu saçak ayrıntısı, Abdi Çelebi Camisi’nin Rum kökenli ustaların elinden çıkmış olabileceğini düşündürmektedir Yapının dört köşesinde yükselen ağırlık kuleleri sekizgen, üst kısımları da soğan kubbelidir Cami kiremit kaplı ahşap çatıyla örtülmüştür Minaresi kuzeybatı köşesindedir

Kapalı son cemaat yerinin üst katı kadınlar mahfili olarak değerlendirilmiştir Fevkâni mahfilden harime açılan üç adet kemerin içinde mahfil zemini kavisli çıkmalarla genişletilmiş, bu çıkmalardan ortadaki daha geniş tutulmuştur Kare planlı harimin tavanı köşede, pandantif görünümlü ahşap dolgularla kuşatılmış, böylece elde edilen sekizgen yüzeyin merkezine alçıdan yuvarlak bir göbek oturtulmuştur Son devrin hattatlarından Tuğrakeş İsmail Hakkı Altunbezer’in eseri olan, yaldızla yazılmış sülüs hatlı Nur ayeti, alçı göbeği kuşatmaktadır Mihrabı çevreleyen ve 1933 onarımına ait olduğu sanılan çini kuşakta mavi zemin üzerine beyaz renkte celi sülüs olarak yazılmış, Kamil Akdik imzalı İhlas suresi bulunmaktadır Mihrap nişinde, son dönem özelliklerini yansıtan kalem işi perde motifleri görülür

Başlangıçta mescit olarak faaliyet gösteren yapının mimberini 1756’da mahmut Ağa’nın yaptırdığı bilinmektedir Halen görülen ahşap mimber ise, yapının mimarisi gibi eklektik özellikler göstermektedir 19Yüzyılın sonundaki yenileme sırasında konduğu anlaşılan bu mimberin köşk kısmı dilimli kemerlerle donatılmış, soğan kubbeli bir külah ile taçlandırılmıştır

Ağa Cami (Beyoğlu)

Beyoğlu’nda İstiklâl caddesindedir Caminin batısı Sakızağacı Caddesi’ne, kuzeyi Maliyeci Sokağı’na bakmaktadır 1003/1594 yılında Galatasaray ağası Şeyhülharem Hüseyin Ağa tarafından yaptırılmıştır IIMahmut 1834 yılında camiyi onartmıştır Doğudan Rumeli han’a bitişik olan caminin etrafı çevre duvarıyla kuşatılmıştır Maliyeci Sokağı’na bakan ana kapıdan avluya girilmektedir Tamamı kesme taş olan yapının tüm kenarları taraklı mozaikle çerçeve içine alınmıştır Cami, üstte sivri kemerli, dıştan revzenle kaplı, içeriden sitilize Türk çiçek motifli, renkli cam pencerelerle, altta ise dikdörtgen kesitli ve demir parmaklıklı iki sıra pencereyle aydınlatılmıştır Yapıyı saçak hizasında dolaşan palmet frizinin hemen altında bir üçgenler kuşağı yer alır Dışarıdan çokgen bir çıkma yapan mihrabın hemen arkasında, içinde bânisinin gömülü olduğu bir hazire yer alır Caminin kuzeybatısındaki kesme taş minarenin, dikdörtgen kesitli kaidesinden petek kısmına, prizmatik üçgenlerle geçilmiştir Silindir gövdeli ve şerefe korkulukları kesme taş olan minare, ahşap üzerine kurşun kaplı bir külah ile örtülmüştür

Dört basamakla çıkılan kâgir son cemaat yerinden bir kapıyla harime geçilmektedir Girişte, fevkâni mahfilin tam altında kalan iki bölüm sağ ve solda ahşap korkuluklarla ayrılmıştır Harim, mahfilin altında kalan giriş bölümüne göre biraz daha yükseltilmiştir İki basık paye, kuzeybatıdan bir merdivenle çıkılan fevkani mahfili taşır Payelerle mahfilin birleştiği yeri mukarnaslı konsollar desteklemektedir Mahfilin altı kalem işiyle bezenmiştir Enine dikdörtgen harim, kenarları parhlanmış iki paye ile üçe ayrılmıştır Payeler, zeminden belirli bir yüksekliğe kadar on iki köşeli yıldızlardan oluşan geometrik süslemeyle kaplıdır Tavan, klasik üslupta kalem işi ile bezelidir Mahfil seviyesinden başlayan siyah üzerine altın yaldızlı yazı kuşağı iki koldan mihrabın tepeliğine kadar dolaşır Duvarlar, zeminden itibaren pencerelerin ortasına kadar mavi, yeşil fayanslarla kaplıdır Caminin içi, klasik motifler kullanılarak Kütahya çinileriyle, pencereler ise kalem işleriyle süslenmiştir

Avlusunda, aralarında ajurlu mermer şebekeler ve içbükey çeşme aynaları olan, sivri kemerli sütunların oluşturduğu çokgen planlı bir şadırvan bulunmaktadır Şadırvan Mimar Sinan’ın eseridir Bugün yerinde olmayan, fakat Mimar Sinan’ın tezkirelerinde adı geçen Kasımpaşa’daki, Sinan Paşa Camisi’nden getirtilmiştir Fıskıyesi ise Oluklubayır Tekkesi’nden getirilmiştir

Ağalar Cami (Eminönü)
Bugün Topkapı Sarayı olarak adlandırılan Saray-ı Cedîd’in üçüncü avlusunda bulunan Ağalar Cami, Hasoda’nın yanındadır

REkrem Koçu, sarayın içindeki camilerin en büyüğü olan bu ibadet yerine Hünkâr Cami de denildiğini bildirmektedir Burada İçoğlanları ve Enderun-ı Hümayun zülüflü ağaları namaz kıldıklarından, daha sonraları buraya Ağalar cami denilmiştir Yapının kesin tarihi bilinmemekle beraber, Ağalar Camisi’nin duvar örgü tekniği Fatih Sultan Mehmet döneminden kaldığına işaret etmektedir Kapılarından biri üstündeki 1136/1723-24 tarihli kitabeden ve duvar örgü tekniğindeki farktan, 18Yüzyılda Seyyid Mehmed Ağa adlı bir kişi tarafından büyük ölçüde tamir ettirildiği anlaşılmaktadır

IIMahmud döneminde, yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması kararının bu camide alındığı da söylenmektedir Ağalar Cami, 1881’e kadar cami olarak kullanılmış, bundan sonra depo ve yemekhane olmuş ve üstünün kurşunları alınarak yıkılmaya bırakılmıştır Topkapı Sarayı müzeye dönüştürüldükten sonra, 1925’ten itibaren kütüphane ve okuma salonu olarak restore edilmiş, sarayın çeşitli yerlerindeki yazma kitaplar burada toplanmış ve bunu anlatan 1928 tarihli bir kitabe güney tarafındaki kapısı üzerine konulmuştur

Ağalar Cami, dikdörtgen planlı, enlemesine uzanan bir yapıdır Yanına kapısında 1136 tarihli kitabe olan mescit eklenmiştir Cami ilk yaıldığında, üstünün kiremit kaplı bir ahşap çatı ile örtülü olduğu ancak, 18Yüzyılın ortalarında şimdi görülen beşik tonozun inşa edildiği, bunun sonuncu elemanın Türk klasik dönem mimarisine ters düşmesinden anlaşılır Üstünde daha önce bir kubbe olduğu yolundaki görüş pek inandırıcı değildir Ağalar Cami taş ve tuğla dizileri halinde yapılmış, yuvarlak kemerli alt sıra pencereleri bu biçimlerini 18Yüzyılda almıştır

Ağalar camisi’nin yanında bugün okuma salonu olan mescidin duvarları çinilerle kaplanmıştır Mescit ile esas cami arasında kalan ve ancak Altınyol’dan ulaşılan mekan ise hareme mahsus namaz yeri idi


Ahi Çelebi Cami (Eminönü)

Eminönü’nde, Haliç kıyısında, Zindan Hanı’nın batısında ve Yoğurtçular Sokağı ile Değirmen Sokağı’nın kesiştiği köşede yer almaktadır

Caminin inşa kitabesi bulunmamaktadırAncak bazı söylentilere dayanılarak kapı üzerine 1500 tarihi konulmuştur Yapıldığı yıl kesin olarak belli değildir Yaptıran ise Âhi Çelebi Mehmed bin Tabib Kemal Ahî Can Tebrizî’dir Vakfiyelerde de “Merhum Ahî Çelebi bin Kemalü’l-Tabib olarak geçmektedir Fatih, IIBayezid, Yavuz Selim ve Kanuni devirlerinde yaşamıştır Önce Candaroğulları hizmetindeyken, daha sonraları İstanbul’a gelerek Mahmutpaşa semtinde bir dükkânda tabiblik yapmıştır İlk bilgilerini babasından alan Ahî Çelebi, fatih Darüşşifası’na hekimbaşı olmuşturMısır’da ölmüş ve İmam Şafii Türbesi’ne gömülmüştür Böbrek ve mesane taşları üzerine kaleme aldığı telifi ve tıbba ait bazı eserleri bilinmektedir

Ahi Çelebi Camii, Kanlıfırın Mescidi ve Yemişçiler Camii adlarıyla da anılmaktadır Ayvansarayî’nin Hadikatü’l-Cevâmi’de verdiği bilgiye göre, 15yüzyılda Ahi çelebi Tabib Kemal tarafından yaptırılmıştır Yemiş İskelesi’nde çıkan yangınlarda iki defa
yanmış; ilki 1539, ikincisi ise 1653’tedir İkinci yangından sonra Mimar Sinan tarafından tamir edildiği için Tezkiretü’l-Enbiye’de Onun eserleri arasında adı geçmektedir 1894 depreminde de hayli zarar görmüş ve onarım geçirmiştir Ahi Çelebi, İstanbul’un en eski camilerinden biri olup, bugün harap durumda ve mimari açıdan pek fazla bir özelliği bulunmamaktadır Evliya Çelebi’nin ünlü seyahat rüyasını gördüğü cami olması nedeniyle İstanbul folklorunda önemli bir yer tutmaktadır

Evliya Çelebi’nin ünlü rüyası:
1040 yılı Muharremi’nin aşura gecesi (19 Ağustos 1630), İstanbul’daki evinde bir ara dalıveren Evliya Çelebi, eskilerin deyimiyle “beyne’n-nevm ve’l-yakaza”, yani uykuyla uyanıklık arasında bir rüya görür Yemiş İskelesi yakınında helâl mal ile yapılmış eski bir cami olan Ahi Çelebi Camii’nde, minberin dibinde oturmaktadır Birden kapı açılır ve camiin içi nurdan bir cemaatle doluverir Hayret ve hayranlık içinde olup biteni seyreden Evliya, gelip yanına oturan zata kim olduğunu sorar
Aldığı cevap heyecan vericidir:
“Aşere-i Mübeşşere’den okçuların pîri Sa’d ibni Ebi Vakkas!”
Peki, camiyi nura boğan cemaat? Okçular pîrinin anlattığına göre, ön saftakiler peygamberlerin, arka saftakiler evliyanın ruhlarıdır Ashabın, muhacirînin ve bütün Kerbelâ şehitlerinin ruhları da hep orada Mihrabın sağında oturan Hz Ebubekir ve Ömer, solundaki Hz Osman ve Ali’dir Mihrabın önündeki de Hz Üveysü’l-Karâni Müezzinlerin, dolayısıyla Evliya Çelebi’nin piri olan Bilâl-i Habeşi, camiin solunda duvar dibinde oturmaktadır Ve işte şimdi içeri kanlı esvaplarıyla girenler de Hazreti Hamza ve cümle şehitlerin ruhları!
Sa’d ibni Ebu Vakkas, Evliya’nın “Yâ sultanım, bu cemaatin bu camide cem’ olmalarının aslı
nedir?” sorusunu da şöyle cevaplandırır:
“Azak câniblerinde cüyûş-ı muvahhidînden Tatar-ı sabâ-reftâr askeri muzdaribü’l-hâl olmağla
Hazret’in himâyesinde olan bu İslambol’a gelüp andan Tatar Han’a imdâda gideriz; şimdi
Hazret-i Risâlet dahi İmam Hasan ve İmam Hüseyin ve on iki imamlar ve bizden gayri Aşere-i Mübeşşere ile gelüp sabah namâzının sünnetin eda idüp sana kamet eyle diyü işaret buyururlar; sen dahi savt-ı a’lâ ile ikamet-i tekbîr idüp ba’de’s-selâm Ayetü’l-kürsî’yi tilâvet eyle, Bilâl Sübhanallah desin, sen Elhamdülillah, Bilâl Allahü ekber desin, sen âmin âmin de Ve cümle cemaat ale’l-umûm tevhîd ederiz, Ba’dehu sen Ve salli ala cemîi’l-enbiyâ ve’l-mürselîn ve’l-hamdüli’llâhi rabbi’l-âlemîn diyüp kalk, heman mihrabda Hazret-i Risâlet otururken dest-i şerîfin bûs idüp ‘Şefâat ya Resûlallah’ deyüp recâ eyle!”
“Seyahat ya Resulallah!”
Tam o sırada camiin kapısında bir nur şimşek gibi çakar ve her yer “nûrün alâ nûr” olur Bütün cemaat ayağa kalkmıştır; Peygamberimiz, sağında İmam Hasan, solunda İmam Hüseyin olduğu halde kapıda belirir Yüzünde al şaldan bir örtü, elinde bir asâ vardır ve kılıcını kuşanmıştır “Bismillah” diyerek mübarek sağ ayağını içeri atıp nikabını açar ve selâm verir:
“Esselâmü aleyküm yâ ümmetî!”
Camidekiler hep bir ağızdan selâmı alırlar Resulullah mihraba geçip sabah namazının sünnetini kılarken Evliya dehşet içinde tir tir titremekte, bu arada Peygamber’in eşkalini dikkatle incelemektedir Evet, aynen Hilye-i Hâkanî’de yazdığı gibidir: Destârı on iki kolanlı beyaz şal, gerdanında sarı sof şal, ayaklarında sarı çizmeler
Peygamber sünneti kılıp selâm verdikten sonra sağ eliyle dizine vurarak Evliya’ya “İkamet eyle!” buyurur Evliya, segâh makamında “ikamet ve tekbir” eder Resulullah aynı makamda hazin bir sesle Fâtiha’yı okuyarak ruhlar cemaatine sabah namazını kıldırır Selâmdan sonra Evliya, Sa’d ibni Ebi Vakkas’ın tarifine göre Bilâl-i Habeşî ile müselsel müezzinlik yapar Resulullah mihrapta yanık bir sesle Yâsin-i Şerif okuduktan sonra ayağa kalkınca Sa’d ibni Ebi Vakkas, Evliya’yı elinden tutup huzura götürür ve der ki:
“Âşık-ı sâdıkın ve ümmet-i müştâkın Evliya kulun şefaat rica eder!”
Ve ardından Evliya’ya döner:
“Mübarek dest-i şeriflerini bûs eyle!”
Evliya büyük bir heyecan içindedir; ağlayarak Peygamber’in elini öper ve “şefaat”
diyecek yerde,
“Seyahat ve Resulallah!” deyiverir
Bu dil sürçmesi Resulullah’ın çok hoşuna gitmiştir; tebessüm ederek:
“Şefaat ettim, sıhhat ve selâmetle seyahat eyle! Fâtiha!” buyurur
Ruhlar Fâtiha okuduktan sonra, Evliya Çelebi hepsinin ellerini bir bir öpmeye başlar Evliya Çelebi’nin anlattığına göre Hz Peygamber’in pembe renkli eli gül gibi kokmaktadır ve sanki
kemiksizmiş gibi yumuşacıktır Diğer peygamberlerin elleri ayva kokusundadır Hz
Ebubekir’in eli kavun, Ömer’inki anber, Osman’ınki menekşe, Ali’ninki yasemin, Hasan’ınki
karanfil, Hüseyin’inki beyaz gül
Evliya camideki bütün ruhların ellerini öptükten sonra Hz Peygamber tekrar “Fâtiha” der;
herkes yüksek sesle “seb’al-mesânî”yi okur ve “Esselâmü aleyküm eyâ ihvânûn” diyerek
camiden çıkar; sahabeler de Evliya’ya hayır dualar ederek onu takip ederler Sadece Sa’d ibni
Ebi Vakkas durur ve belinden sadağını çıkarıp Evliya Çelebi’nin beline kuşattıktan sonra şu öğütleri verir:
“Yürü sehm ü kavs ile gazâ eyle ve Allah’ın hıfz-ı emânında ol ve müjde olsun sana bu meclisde ne kadar ervâh ile görüşüp dest-i şerîflerin bûs itdinse cümlesini ziyaret itmek müyesser olup seyyâh-ı âlem ve ferîd-i âdem olursun Amma geşt ü güzer itdiğin memâlik-i mahrûsaları ve kılâ-i büldanları ve âsâr-ı acîbe ve garîbeleri ve her diyarın memdûhât, sanâyiât, me’kûlât ve meşrûbâtını ve arz-ı beledi ve tul-ı neharların tahrir idüp bu seyr-i garîbe ile ve benim silâhımla amel idüp dünyâ ve âhiret oğlum ol, tarîk-i hakkı elden koma gıll u gışdan beri ol, nân u nemek hakkın gözle, yâr-ı sâdık ol, yaramazlarla yâr olma, iyilerden iyilik öğren!”
Bu öğütleri verdikten sonra Sa’d ibni Ebi Vakkas da Ahi Çelebi Camii’nden çıkıp gider
“Önce bizim İstanbulcuğumuzu yaz!”
Derin bir inşirah ve büyük bir mutluluk içinde uyanan Evliya Çelebi, abdest alıp fecir namazını kıldıktan sonra Kasımpaşa’ya gider ve rüya tabircisi İbrahim Efendi’ye güzel rüyasını en ufak ayrıntıyı bile kaçırmadan anlatır İbrahim Efendi’ye göre, Evliya seyyah olup bütün dünyayı dolaşacak ve öteki dünyada Resulullah’ın şefaatine nâil olacaktır Bu tabirle yetinmeyen Evliya Çelebi,
Kasımpaşa Mevlevihanesi şeyhi Abdullah Dede’nin tabirini de merak eder ve huzuruna varır
Dede’nin tabiri daha gönül ferahlatıcıdır:
“On iki imamın ellerini öpmüşsün, dünyada azim sahibi ve başarılı olacaksın! Aşere-i
Mübeşşere’nin ellerini öpmüşsün, cennete gireceksin! Çâr-yâr-ı güzînin ellerini öpmüşsün,
dünyada bütün padişahların dostu olacak, sohbetlerinde bulunacaksın Hazreti Resul’ün yüzünü
görüp mübarek ellerini öpmüş, hayır dualarını almışsın, iki dünyada saadete ereceksin İmdi,
Sa’d Vakkas’ın nasihati üzere önce bizim İstanbulcuğumuzu yazmaya başla, yürü işin rast gele,
el fâtiha!”

Caminin bilinmeyen vakfiyesi953/1546 tarihli İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri’nde özet olarak verilmiştirVakfiyede Meyve Kapısı haricinde gösterilen cami ve bâninin Edirne’de bir hamam, Trakya’da sekiz köy, mezralar vakfedilmiştirAyrıca Ahî Çelebi’nin oğlu Ruhullah Çelebi’nin kızı Ayşe Hatun da 934/1528’de 10000 akçe nakit ve yıllık 1250 akçelik bir meblağı vakfa ilave etmiştir

Cami, tuğladan dört sivri kemer üzerine oturtulmuş, oldukça basık tek kubbelidir Son cemaat yeri altı kubbelidir Kubbeyi taşıyan sivri kemerlerin sağ ve sol üstlerinde sivri kemerli pencere izleri çıkmıştır Binanın kare şeklindeki kubbe kasnağı çepeçevre bir demirle çevrilmiştir Yanlara doğru ikişer payandanın da sonradan ilave edildiği anlaşılmaktadır Büyük kemer içlerinde sağ ve solda dörderi kıble duvarında üç, mihrap duvarında ise iki üst pencere mevcuttur Minare sağda yer almaktadır İçerideki kapısı yüksekte olduğundan bir merdivenle ulaşılmaktadırMinare kaidesi de bu geçide olanak vermek amacıyla dışarıdan kıbleye doğru uzatılmıştır Son cemaat yerinde minare tarafındaki duvardan bir kapı açılarak eklenti olan ilave binalara geçiş sağlanmıştır Caminin cümle kapısı son derece basittir Mihrabı mermer plaklarla kaplanarak yenilenmiştir Sağdaki ilave yapı üzerinde bulunan çeşmenin kitabesi 1281/1864 tarihlidir Binanın mimari açıdan önemi olmamakla birlikte, tarih açısından önemli bir yeri vardır


Ahmed Ağa Cami (Üsküdar)

Bağlarbaşı’ndan Selimiye Üsküdar yönüne giden Tunusbağı Caddesi üzerinde, Karacaahmet Türbesi’nin karşısında, Karacaahmet Mezarlığı’na bitişiktir

Caminin kuzeybatı köşesinde, imam odası ile pencere arasında on dört satırlık manzum kitabe yapının, üzengi ağalarından Rodoslu Hacı Hafız Ahmed Ağa tarafından ahşap olarak yaptırıldığını, daha sonra da oğlu Tophane Müşiri Fethi Ahmed Paşa tarafından 1272/1857’de yeniden inşa ettirildiğini belgelemektedir

Yapı kâgir ve ahşap çatılıdır Basık kemerli, uzun dikdörtgen pencerelerle aydınlanan caminin, türbeye bakan cephesinin altında dükkânlar bulunmaktadır Kuzeydoğu köşesi, kitabeye kadar uzanan mermer bir sütunla yumuşatılmıştır Ana mekâna, merdivenlerle minare kaidesinin yola ve mezarlığa bakan yönlerinden girilmektedir İç mekân birçok değişikliğe uğramış ve tarihi özelliğini kaybetmiştir Tavanı ahşap kirişli, mihrap ve minberi basit ahşaptan yapılmıştır

Kuzeydoğu köşesinde yer alan minaresinin dikdörtgen kesitli kaidesi yapı kitlesinin içerisine dahildir Sıvalı minaresi kurşun kaplı bir külahla örtülüdür


Ali Kethüda Cami (Sarıyer)

Sarıyer'de Yenimahalle caddesi üzerindedirII Mustafa zamanında (1695-1703) sadrazam kethüdası olan Ali Efendi tarafından yaptırılmıştır Hadikatü’l Cevamî’de 1720-1721’de Nevşehirli İbrahim Paşa’nın kethüdası Mehmet Ağa tarafından tamir ettirildiği ve bu sırada bir minare eklendiği yazılıdır Yapının 19Yüzyılın ortalarında yenilendiği mimari özelliklerinden anlaşılmaktadır İlk yapıldığında, deniz kıyısında yer aldığı, zamanla kıyının doldurulması sonucu biraz daha içeride kaldığı tesbit edilmiştir Nitekim deniz yönünde kayıkhanelerin bulunduğu, kaynaklardan anlaşılmaktadır

Kıble doğrultusunda gelişmiş, derinliğine dikdörtgen bir alana yayılan yapı, kâgir duvarlı ve ahşap çatı ile örtülüdür Bir bodrum katı üzerine oturtulan caminin, kapalı bir son cemaat yeri ve harimi bulunmaktadır Cümle kapısı kuzeyde, mihrap ekseni üzerindedir Ana mekân, sekizgen kesitli, pilastr başlıklı yedişer ahşap sütunla derinliğine üç nefe ayrılmıştır Sütunlar kuzey, doğu ve batı duvarları boyunca mihrap duvarına kadar uzanan fevkani mahfili taşırlar Mahfilin, kuzey kanadında , mihrabın karşısına gelen kısmı yarım daire bir çıkma yapmaktadır Aşağıdakilerle aynı hizada olan ahşap sütunlar çatıyı desteklemektedir Üst katta batı yönündeki pencerelerden beş tanesi kapı olarak kullanılmakta, bu açıklıklardan son yıllarda yapıya eklenen kadınlar bölümüne geçilmektedirKuzeydeki ana girişten başka, doğu duvarında bir yan giriş bulunmaktadır Duvarlar dışardan, kesme taş örgüsüne benzer şekilde taraklı mozaikle kaplıdır Bütün cephelerde iki sıra halinde, dikdörtgen açıklıklı ve kesme taş söveli pencereler sıralanmaktadırGerek pencere söveleri gerekse de aynı özellikleri gösteren cümle kapısı söveleri pilastr şeklinde yontulmuştur Yalnızca ana girişin üstünde daire şeklinde bir pencere açılmıştır

Harimin tavanı, boydan boya, ince ve kalın çıtalarla yapılmış, sivri uçlarında iç içe geçen baklava şekilleriyle düzenlenmiştir Bu düzenleme yer yer kare çerçeveler içine alınmış, çiçek süslemeleri ile renklendirilmiştir Mihrap beyaz ve siyah mermerle üslupsuz bir şekilde yenilenmiştir Ahşap minberin kapısında ve köşk kısmının sütunlarında, IIMahmud devrinden itibaren yaygınlaşan çubuklu süslemeler bulunmaktadır Minberin köşk kısmının üzerinde, sekizgen prizma biçiminde bir kasnağa oturan piramit şeklinde bir külah bulunmaktadır

Kuzeybatı köşesindeki minarenin, yapı kitlesi içine gömülü kaidesinin kuzey yüzünde, diğer pencerelerle aynı boyutta üst üste iki sağır pencere vardır Kesme taştan inşa edilmiş, silindir gövdeli minare, birçok geç devir örneğinde olduğu gibi, yine kesme taştan, soğan kubbe biçiminde bir külahla son bulmaktadır Caminin kuzeydoğu köşesinde, basık bir kitle halinde abdest mekânları yer almaktadır

Ali Paşa Cami (Eminönü)

Beyazıt’da, Fuat Paşa Caddesi ile Mercan Caddesi’nin kavşağında, İstanbul Üniversitesi Merkez Binası bahçesinin güneydoğu kapısının karşısında yer almaktadır

Yapı Ağa Mescidi ve Yakup Ağa Cami olarak de tanınmaktadır Saray Ağası Yakup Ağa’nın 954/1547’de ölümünden önce, Eski Saray’dan kalkan cenazelerin namazlarının kılınması için yaptırdığı mescidin yanması üzerine, Sultan Abdülaziz dönemi sadrazamlarından Âli Paşa (1815-1871) tarafından 1286/1869’da yaptırılmıştır

Yapının mimarı İtalyan Boriori’dir Kitabe üzerinde, beyzi bir madalyon içinde Sultan Abdülaziz’in tuğrası yer almaktadır 1912 Mercan Yangını’nda hasar gören yapı, otuz yedi yıl harap durumda kaldıktan sonra 1949-1953 yılları arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından, Âli Paşa dönemindeki üslubuna uygun olarak restore edilmiş ve ibadete açılmıştır

Eklektik üsluptaki bu yapı, altındaki dükkanları, köşesindeki sebili ve sekizgen prizma biçimindeki kitlesi ile dikkat çekicidir Dıştan sekizgen olan şema, içte yuvarlatılmış ve üstü kubbeyle örtülmüştür Alttan, dönen bir merdivenle çıkılan kapalı son cemaat yerinden yine aynı türde bir merdivenle mahfile çıkılmaktadır Bu merdivenin altında da bir kapıyla çokgen gövdeli, kırık piramidal külahlı, gövdesi üzerinde madeni aydınlatma şebekeleri bulunan minareye geçilir Şerefe, uçlarında sarkıtları bulunan konsollara oturtulmuş olup, korkulukları yine şebekeli madeni levhalardan meydana gelmektedir

Caninin yapıldığı arazinin konumu nedeniyle, ana eksende olmayan son cemaat yeri Fuat Paşa Caddesi’ne bakan giriş cephesi üzerindeki yarım altıgen planlı ve her kenarında dilimli kemerlere sahip bir pencere ile aydınlatılan bir çıkma bulunmaktadır Bu çıkma, yapının bu kesimine sivil mimari özelliği katmaktadır Cami caddelere bakan cephelerindeki pencerelerle aydınlatılmıştır Bu pencerelerden doğrudan ana mekâna açılan üç tanesi oldukça yüksek tutulmuş olup, yuvarlak kemerlerle donatılmıştır Kemerlerin üzengi hizalarına üçgen çıkıntılar konulmak suretiyle at nalı kemer havası verilmiştir Bu pencerelerin üzerinde, içeriden alçı vitraylar, dışarıdan Mühr-i Süleyman biçiminde şebekelerle donatılmış birer yuvarlak tepe penceresi yer almaktadır Yapının mihrabı çokgen çıkıntısı ile cephede vurgulanmıştır

Cami, iç süslemesinin bugünkü sadeliğine karşın, dıştan çok hareketli bir görünüme sahiptir Yapının saçak silmesi klasik oranlardan uzaklaşmış mukarnaslardan oluşmaktadır Ana kitlede, saçağın üst bölümünde, her cephede dilimli kemer şeklinde biçimlendirilmiş, içi rumîleri hatırlatan stilize bitki motifleri ile dolgulu alınlıklar, cephelerin köşelerinde birer palmet oluşturmakta ve böylece yapıyı bir taç gibi sarmaktadır Harime açılan yuvarlak kemerli pencerelerin iki yanı, üzengi hizasına kadar bir sıra altıgen kesme taşla hareketlendirilmiş, altıgenlerin birleşme noktalarında oluşan boşluklar kırmızı ve yeşil taş kakmalarla doldurulmuştur

Dükkanlar ve sebilin yer aldığı zemin kat ile caminin bulunduğu birinci katın arası, küçük konsollardan oluşan bir kuşakla belirtilmiştir Günümüzde namaza tahsis edilmiş olan ancak gerçek işlevi tam olarak anlaşılamayan zemin katta, basık kemerli pencereler yer almaktadır
Arakiyeci (Takkeci) İbrahim Ağa Cami (Zeytinburnu)

Topkapı’da, sur dışında, eski Edirne yolu üzerindedir Arakiyeci İbrahim Ağa, Takkeci İbrahim Çavuş, Takkeci Cami olarak da anılmaktadır

Kitabesinde de belirtildiği gibi, camiyi yaptıran İbrahim Çavuş’tur ve inşa tarihi 1000/1591-92’dir Cami, mektep ve sebilden meydana gelmiştir Taş levha ve iri dikmelerle inşa edilmiş bir duvarla çevrelenmiş, üç kapılı geniş bir avlu içerisindedir Doğu tarafındaki Takkeci Sokağı’nda İbrahim Ağa’nın bir diğer sebili, kendinin ve oğlu Halil Çavuş’un kabirleri bulunmaktadırAvlunun kuzeydoğu köşesinde ve diğer taraftaki sebilin karşısında Derviş Paşa’nın 1235/1819 tarihli çukur çeşmesi bulunmaktadır Haziredeki 1173/1759 tarihli Takkeci İbrahim Cami Şeyhi Ali Efendi’nin kabir taşından ve Hadaika’daki ifadeden caminin aynı zamanda vakfiye gereğince Halveti tekkesi olarak da kullanıldığı anlaşılmaktadır

Cami, 1236/1830’da onarım görmüştür1985’te Vakıflar İdaresi’nin yaptırdığı çalışmalarda da mahfil tavan ve dikme ve kemerlerinde orijinal altın yaldızlı nakışlar bulunmuştur

Cami 1,15 m kalınlığında, kaba kesme taş ve iki sıra tuğla ile yapılmıştır Çatılı ancak, içeriden 5,50 m çapında ahşap kubbelidirCaminin iç ölçüleri 11,70x11,25 m’dir 7,75 m Derinliğinde iki sıralı ahşap direk üzerinde, geniş saçaklı son cemaat yeri “U” şeklinde binayı çevrelemektedir Ön ve yan saçak alınları üçgen biçimindedir Sağda bulunan minare kaidesinin bir eşi de solda yapılarak denge kurulmuştur Buradan, dışarıdan ve içeriden mahfile çıkılmaktadır Minare kesme taştan, çok kenarlı bir gövdeye sahip, şerefe altı stalaktitlidir Bütünü ile orjinaldir Mahfile minareden de çıkılmaktadır Son cemaat duvarındaki cümle kapısı sade silmeli çerçeve içinde, iki sıra bademle tezyin edilmiştir Caminin kitabesi makaralı kapı üzerinde, üç satır halindedir Türkçe olarak kartuşlar içine girift bir celi sülüsle yazılmıştır Ahşap cümle kapısı orijinaldir ve kündekâri tekniği ile yapılmıştır Cümle kapısı sağ ve solunda ikişer alt ve üst pencere bulunmaktadır Alt pencereler arasında iki adet üstü dilimli ve köşeleri malakâri ile süslenmiş mihrap bulunmaktadır Son cemaat yerindeki alt pencerelerin kemer aynalarında mermerden celi sülüsle Fatiha, İhlas, Felak ve Nas sureleri kabartma olarak yazılmıştırCaminin sağ duvarında, minare yanında ikinci bir kapı vardır Cami on dört alt ve on dört üst pencereye sahiptir Üst pencereler sivri kemerli ve basit müzeyyen alçılıdır Mihrap üzerindeki müzeyyen pencerede besmele yazısı vardır Pencere ahşap kanatlarının bazıları günümüze kadar gelebilmiştir Mihrap duvarındaki pencerelerin kemer aynalarında son cemaat pencerelerindeki gibi celi sülüs yazılar bulunmaktadır Diğerlerinde ise çini panolar yer almıştır Dokuz ahşap direk üstündeki mahfil “U” şeklindeki camiyi sağ ve sol duvar ortalarına kadar sarmaktadır Yan duvarların mahfil altına isabet eden iki pencere arasında karşılıklı olarak birer kitabesi bulunmaktadır

Takkeci İbrahim Ağa Camisi’nin ünü ise, içerisindeki çinilerden dolayıdır 16Yüzyılın en güzel İznik işi çini örnekleriyle pencerelerin kemer tepelerine kadar bütün duvarlar kaplanmıştır Nar çiçeği kırmızısı, parlak camgöbeği, yeşil, lacivert renkler rumî ve hatayî desenler kullanılmıştır Pencere aralarında vazo ve çiçek buketleri ile bezenmiş panoların, kemer köşelikleri ve içleri zengin motiflerle süslenmiştir Mihrabın alçı mukarnasları hariç, tamamı çini ile kaplanmıştır ve mihrap ayeti de çiniyle yazılmıştır Bununla birlikta bazı duvarlarda taklit çiniler de kullanılmıştır Bazı panolar tamamen sökülerek alınmış ve yerlerine baskı tekniği ile yapılmış yenileri konmuştur Bunlardan bazılarının Gülbenkyan tarafından Lizbon’daki Salazar Müzesi’ne hediye edildiği bilinmektedir

Caminin mermer minberi, şebekeli korkuluğu, kafesli yanlıkları ve sade silmeleri ile devrinin güzel ve nisbetli bir eseridir Ahşap kubbe yaldızlı çatı ile dilimlenmiş, eteklerindeki mukarnasları altın yaldızlı iki sıra badem ve yapraklarla tezyin edilmiştir Kubbe göbeğinde yuvarlak içinde tekrarlanan bir ayet bulunmaktadır

Caminin avlusunun kıble tarafındaki kapının sağına bitişik üstü açık bir sebil, su kuyusu ve haznesi ayrıca da bir mektep binası bulunmaktadır Mektep, tek katlı ve çatılıdır Sebil ve mektebe giriş takkeci Cami Sokağı’ndan ayrı bir kapı iledir Mektebe bitişik olan sebilin avluya bakan penceresi yanında büyük bir kitabesi bulunmaktadır Kitabe dokuz satır olarak celi sülüsle caminin kitabesini de yazan Nûşî tarafından yazılmıştır 1002/1593-94 tarihini taşımaktadır

Caminin doğusunda Takkeci Cami Sokağı’nın öbür tarafında, köşe başında İbrahim Ağa’nın diğer sebili ve kendisi ile oğlunun kabirleri bulunmaktadır Sebil, köşede her iki sokağa karşı ikişer pencerelidir 4,10x4,50 m Ölçülerinde taş söve ve başlıklardan yapılmıştır İlk yapıldığında üstü diğer sebil gibi açık olduğu sanılan yapının bugün üstünde çinko kaplı bir ahşap kat bulunmaktadır Sebilin eski Edirne yolu üzerindeki cephesinde içerideki su haznesine bağlı bir çeşmesi vardır Bu çeşme üzerinde üç beyitlik mermerden Türkçe kitabede İbrahim Ağa’nın adı ve 986/1578 tarihi yazılıdır Sebilin diğer köşesinde pencere üst başlığındaki diğer mermer kitabede su ayeti ve bir hadis bulunmaktadır Sebilin arkasında bulunan bahçedeki yüksek sanduka büyük olasılıkla Takkeci İbrahim Ağa’nın kabridir Dört yanında gülçeler bulunan ve sekiz köşeli baş ve ayak taşlarında Arapça ve Türkçe kitabelerde bu hayratın sahibi olan zatın 1004/1595-96 da vefat ettiği yazıldır Yanındaki daha küçük olan ve örfi kavuklu taşıyla dikkati çeken kabir ise oğluna aittir Kitabesinde Türkçe olarak İbrahim Ağa’nın oğlu Halil Çavuş’un 995/1587’de vefat ettiği yazılıdır


Arap Cami (Beyoğlu)

Tersane Caddesi, Galata Mahkemesi Sokağı’nda ve Haliç’in Galata yakasındaki en büyük camidir Bu caminin İstanbul’u kuşatan Araplar tarafından yaptırıldığına dair bir söylence vardır Ama bu tarihsel verilerle çatışmaktadır İstanbul fethedildiğinde burada bir kilise bulunmaktaydı Bu kilise Fatih Sultan Mehmed tarafından Galata Camii adıyla 1475 yılında camiye dönüştürülmüştür Eski kilise, doğrudan doğruya Fatih vakıflarından biri olarak cami yapılmıştır 1492’deİspanya’dan göçe zorlanan Endülüs Araplarının bu cami etrafına yerleştirildikten sonra Arap Camii ismini almıştır

Arap Cami, IIIMehmed döneminde (1595-1603) bir onarım gördükten sonra, 1731’deki Galata yangınının arkasından 1147/1734’te Galata’nın bu bölgesinde hayır eserleri yaptıran IMahmud’un (1730-1754) annesi Saliha Sultan tarafından büyük ölçüde restore edilmiş ve bir de şadırvan eklenmiştir Cami, 1807’de bir yangın geçirmişse de hemen onarılmıştır Bu onarımla birlikte Divan-ı Hümayun kâtiplerinden Hacı Emin Efendi tarafından binanın manzum bir tarihçesi yazılarak taşa işlenmiş ve mihrabın sağındaki duvara konulmuştur Bu manzumede caminin esasının Mesleme bin Abdülmelik’e dayandığı da anlatılmıştır

Arap Camisi’nin büyük ölçüdeki onarımı 1285/1868’de IIMahmud’un kızı Âdile Sultan ile kocası Mehmed Ali Paşa tarafından yapılmıştır Bu sırada avlunun altına bir sarnıç ile, bugün görülen şadırvan da inşa edilmiştir Balkan Savaş’ından bir süre önce cami tekrar onarıma alınmış, bütün çatısı açılmış ve 1913’te yapılan bu onarımla büyük değişikliğe uğramıştır Bu sırada ahşap döşemenin altından çok sayıda kitabeli ve armalı mezar taşları çıkmış, bunlar Arkeoloji Müzesi’ne konulmuştur Ayrıca binanın doğu kısmında Bizans üslubunda bazı fresko resimlere de rastlanmış, çok sayıda Bizans korkuluk levhaları bulunmuştur Giritli Hasan Bey adında bir kişinin kontrolünde yapılan bu onarımda, avlu tarafındaki cephe ileriye alınmış, Arap Mimari üslubunu taklit eden yeni bir son cemaat yeri ilave edilmiş, mahfiller, ahşap direkler üzerine yeniden inşa edilmiştir Mihrabın yanındaki hücrenin Mesleme’nin Çilehanesi olarak düzenlenmesi ve kaldırılan hünkâr mahfili merdiveninin yerinde, rüya ile keşfedildiği söylenen Arap baba merkadinin yapılması yakın tarihlerdedir Son yıllarda kilisenin çan kulesi olan, çok değişik biçimli minaresi küçük bir onarım görmüştür Bu minarenin Şam’daki Emeviye Cami minarelerine çok benzemesi de camiyi Araplara bağlayan söylenceyi desteklemektedir

Arap Cami dikdörtgen planlı ve gotik üslupta bir yapıdır Minareye yakın duvarda esasları gotik kemerli bir iki pencerenin izleri görülebilir Dominiken kiliselerinin kuleleri biçiminde olan kare kesitli minarenin de altında gotik sivri kemerli bir dehliz, avluya geçilmesini sağlar Kulenin üçüz pencereleri örülerek mazgal biçimine dönüştürülmüştür Caminin içinde mihrap bölümünde gotik mimarisinin en başta gelen özelliği olan kaburgalı tonozlar görülmektedir Mihrap ve hünkar mahfili ile yan kapıların röveleri, barok üsluptadır ve büyük ihtimalle 1734-35’te Saliha Sultan tarafından yapılan onarım dönemine aittir
Asariye Cami (Beşiktaş)
Beşiktaş’ta Yıldız Mahallesi’nde Asariye Caddesi ile Asariye Çıkmazı’nın kesiştikleri köşede yer almaktadır

Aynı yerde daha eski tarihli bir caminin bulunduğu bilinmekle birlikte, kaynaklarda söz konusu yapının inşa tarihi ve yaptıranı hakkında farklı görüşler yer almaktadır Bugünkü yapı IIMahmud tarafından, büyük olasılıkla hükümdarlığının (1808-1839) sonlarına doğru yaptırılmıştır Caminin ta’lik hatlı mermer kitabesi kırık olduğundan tarihi tesbit edilememiştir Bu kırık kitabe, bugün cami bahçesinin kuzeydoğu köşesinde durmaktadır

Daire planlı ve kâgir olan yapıya, geç dönem özelliği olarak, dış görünüşüne egemen olan ve kuzeybatı köşesinde dikdörtgen bir çıkma yapan ahşap hünkâr kasrı eklenmiştir Hünkâe kasrı çıkmasını taşıyan, iki mermer sütunun arasına, daha sonra iki adet kare kesitli ahşap sütun yerleştirilmiştir Ana mekân, yüksek ve yuvarlak bir kasnağa oturan, içeriden sıvalı, dışarıdan kurşun kaplı bağdadi bir kubbe ile örtülmüştür Kâgir duvarlarda iki sıra halinde dikdörtgen açıklıklı pencereler yer almakta, alttakiler, IIMahmud döneminde sıkça görülen, baklava taksimatlı ve pullu şebekelerle donatılmış bulunmaktadır Harimin cümle kapısı kuzeyde, mihrap ekseninde yer almakta ve kapalı son cemaat yerine açılmaktadır Daire planlı ana mekân, alışılmış cami tiplerinden farklıdır Pencere aralarındaki sekiz çift bağdadi pilastr, kubbe eteğine kadar devam etmektedir

Eteğinde geniş bir silmenin dolaştığı kubbenin iç yüzeyi kartonpiyer tekniğinde yapılmış, ampir üslubunda süsleme grupları ile bezenmiştir Merkezde, avizenin asılı olduğu yuvarlak madalyon şeklindeki göbek içinde, yapraklardan ve çiçeklerden oluşan sekiz kollu bir süsleme görülmektedir Geri kalan yüzey, çift plastrların hizasında bulunan birer çift silme ile sekiz dilime ayrılmıştır Silmeler arasında, kubbe merkezine doğru gittikçe daralan sekiz adet dikdörtgen bölüm içinde, yaprak dolgulu oval süsleme grupları yer alır Bu dilimlerin eteğinde çelenk motifleri, merkeze bağlanan kısımlarında ise perde motifleri bulunmaktadırAynı perde motifleri mihrabın üzerinde de görülür İki yandan ahşap pilastralarla sınırlanan mihrabın yanlarında, ampir üslubu ile uyumlu, cami ile yaşıt pirinç şamdan durmaktadır Ahşap minber, iki tarafındaki plastralar ve eğri çizgilerden oluşan tepeliği ile aynı üslubun egemenliğini vurgulamaktadır

Caminin kuzeybatı köşesinde, hünkâr kasrı çıkmasının altındaki kapıdan, hünkâr kasrının zemin kat sofasına girilir Güney yönünde bir odanın bulunduğu bu sofadan merdivenle üst kata çıkılır Hünkâr mahfili ile bağlantılı üst kat, bir sofa, iç içe iki oda ve bir abdestlikten oluşmuştur Harim yönünde dışbükey bir çıkma yapan hünkar mahfili ahşap karkaslı, ajurlu madeni şebekelerle kapatılmıştır Karkasın üzerinde, marköteri tekniğinde, IIMahmud döneminde çok sık görülen çubuk biçiminde ve oval kakmalar bulunmaktadır Son cemaat yerinin üstünde büyük bir mahfil, kuzeydoğu köşesinde ise hünkâr mahfilinin simetriği olan ve aynı biçimde bir çıkma ile donatılmış ancak şebekesiz müezzin mahfili bulunmaktadır

Caminin kuzeydoğu köşesinde kesme taş minarenin kare kaidesi gövdeye kadar yükselmektedir Pabuç kısmı olmaksızın kalın bir simitle başlayan silindir gövdeli minarenin şerefesinin altına madeni akantus yaprakları aplike edilmiştir Sekizgen yıldızlarla süslü şerefe korkuluklarının alt kısmına girland kabartmaları yerleştirilmiştir Çıkmaz sokağın kuzeyinde, eskiden şadırvanın olduğu yerde halen tuvaletler ve abdest alma mekânı bulunmaktadır


Aşçıbaşı Cami (Eyüp)

Eyüp, Nişancı Mustafapaşa Mahallesi’nde Aşhane Sokağı ile Aşçıbaşı Cami Sokağı’nın kesiştiği köşede yer almaktadır

Ayvansarayî’ye göre, yapıyı yaptıranın Aşçıbaşı Mehmed Ağa olduğu ve mihrabın önünde gömülüdür Vakfiyesi 999/1589 tarihlidir Çeşitli onarımlar geçirerek günümüze gelen bu yapı, bugün aralarda tuğla hatılları olan moloz taş duvar örgüsüne sahiptir Mihraba dik, dikdörtgen bir plan arz eden yapı içten ahşap tavan, dıştan dört tarafa meyilli kiremit çatı ile örtülüdür Çatının altındaki bir sıra kirpi saçaktan sonra tuğlaların dekoratif yerleştirilmesi ile hareketli bir kuşak elde edilmiştir Kuzeydeki kapının üzeri konsollara oturan genişçe bir basık kemer şeklinde olup, üzeri kirpi saçaklı sundurma gibi düzenlenmiştir Bunun üzerinde ise tuğladan yuvarlak kemerli yüksek pencere açıklıklarına sahip yapıda içte bir son cemaat yeri bulunmaktadır Asıl harim mekânı kare planlı olup, son cemaat yerinin üstünde ahşap korkuluklu bir mahfili bulunmaktadır

Dıştan dikdörtgen çıkıntı yapan mihrap, içten derin yarım yuvarlak bir niş şeklinde düzenlenmiştir Mihrap nişi önünde köşelerde birer kaideye oturan yivli ahşap sütunçeler bulunmaktadır Aşağıdan yukarıya hafifçe daralan bu sütunçeler üstte yine ahşap bir lento ile birbirlerine bağlanmıştır Sade ahşap bir minberi bulunan camide mihrap nişi, duvar yüzeyleri ve pencere içleri tamamen geç devir kalem işleri ile süslenmiştir Harap durumda olan kalem işlerinde kiremit renkli çerçeveler içinde “C” ve “S” kıvrımlı sarı, kirli sarı renklerde bitkisel motifli süslemeler görülmektedir Pencerelerin alt hizasına kadar duvar yüzeyleri, son yıllarda fayansla kaplanmıştır
Cami hariminin kuzeybatı köşesinde dışa taşkın bir minare yer almaktadır Bir sıra düzgün kesme küfeki taş, iki sıra tuğla ile örgülü kare kaide üzerinde geçiş bölgesindeki üçgenlerin bir taş, biri tuğla olarak ele alınmıştır Kaval silmeden sonra sıvalı olan yuvarlak minare gövdesi tekrar kaval silme ile oval hareketli taş şerefeye kadar uzanmaktadır Şerefede korkuluklar demir parmaklıklı ve yine sıvalı olan pabuç bölümünden sonra iri alem şeklindeki taş külah ile minare son bulmaktadır

Caminin doğu tarafında sokak köşesinde, uygun bir biçimde yer alan çevre duvarı üzerindeki mermer kaplamalı çeşme son yıllarda yapılmıştır Bugün yapının mihrabı önünde ve batı tarafında toprağa gömülü olarak birkaç tane mezar taşı bulunmaktadır


Atik Ali Paşa Cami (Fatih)

Atik Ali paşa’nın “Zincirlikuyu, Karagümrük, vasat Ali Paşa” camileri de denilen cami, Atikali semtinde Fevzi Paşa caddesinde’sindeki set üstündedir Zincirlikuyu adını, caminin yakınında bulunan bir kuyudan almıştır Cami çevresinde, hattat Rakım Efendi’nin medresesi ve türbesi ile Semiz Ali Paşa’nın medresesi bulunmaktadır

Caminin yapılış tarihi bilinmemekle birlikte, IIBeyazıd devri sadrazamlarından Atik Ali Paşa tarafından yaptırıldığı bilinmektedir Kitabesi bulunmayan cami, Atik Ali Paşa’nın 915/1509 vakfiyesine göre İstanbul’da camileri, medresesi, imaret ve hankahı, Edirne’de camisi, hankahı bulunmaktadırbu hayrat için İstanbul’da, Rumeli’de ve Anadolu’da bir hayli köy, arazi, dükkan, bedesten, hamam, bahçe ve evler, fırın, bostan, değirmenler bırakmıştır Mora’da beş Muallimhanesi bulunmaktadır Ayrıca 119 cilt kitap da vakfedilmiştir Vakfıyede Balat’ta görülen cami, Kariye Cami’dir


Yapı bir çok kez onarım görmüştür Özellikle 1648 depreminde son cemaat kemerlerinin tamamen, minaresinin de şerefesine kadar yıkıldığı kayıtlara geçmiştir 1960’lara kadar ahşap olarak kalan son cemaat yeri, temel izlerine göre yeniden yapılmıştır

Cami iki sıra kesme taş,üç sıra tuğla ile inşa edilmiştir Plan olarak iki kare ayak üzerinde altı kubbelidir Son cemaat yeri de kesme taştan kare dört ayak üstünde üç kubbe ile örtülüdür Kemerlere isabet eden yerlerde, dış duvarlarda istinat ayakları mevcuttur Kemerler son tamirde dışta taş, içeride tuğla ile örülmüştür Altta ve üstte sekizer pencere vardır Ayrıca mihrap duvarında üstte iki yuvarlak pencere daha bulunmaktadırKaidesi kaba yonu kesme taştandır Pabuç kısa, gövde kesme taştandır Şerefe altı helezoni yivlidir Cümle kapısı da kesme taştan dışarı çıkık, üstte sivri kemerli, sade silmelidir Kitabe yeri boştur Mihrap alçıdan, yeni uçları püsküllü, altı sıra bademlidir Minber, taştandır, ancak yağlıboya ile boyanmıştır Nisbetli, sade bir eserdir


Atik İbrahim Paşa Cami (Eminönü)
(Çandarlı İbrahim Paşa Cami)

Eminönü İlçesi’nde, Mercan Ağa Mahallesi’nde, Uzunçarşı Caddesi ile Fincancılar Yokuşu’nun kavşağında yer almaktadır Sadrazam Çandarlı İbrahim Paşa (1429-1499) tarafından yaptırılan bu caminin yanında bir medresesi de bulunmakta, ayrıca bir mektebi olduğu da Vakfıyeden öğrenilmektedir Günümüzde sadece cami ayakta kalabilmiştir

Çandarlı İbrahim Paşa Camisi’nin, cümle kapısı üzerinde bulunan kitabeden öğrenildiğine göre, inşaatı 898/1492’de başlamış ve 900/1494’te bitirilmiştir Tarih boyunca çeşitli yangın ve depremlerle tahrip olmuştur Yakın tarihlerde de onarılarak ibadete açılmıştır

Plan olarak enlemesine dikdörtgen biçiminde, kesme taştan, çatılı ve bir minarelidir Ayrıca sekiz sütunlu bir son cemaat yeri bulunmaktadır 1559’da çizilen bir gravürde çatılı olduğu görülmektedir Evliya Çelebi de binayı tarif ederken çatılı olduğundan söz etmektedir Cümle kapısı az çıkıntılı ve kemerlidir Son cemaat duvarında sağda ve solda birer mihrap bulunmaktadır Son cemaat yerinin sütun araları sonradan duvarla örülmüşken son onarımlarda yıkılarak kaldırılmıştır Sütunlar ve başlıkları da değiştirilmiştir Caminin altta on altı, üstte on yedi penceresi vardır Giriş kapısı içinden altı betonarme sütun üzerindeki mahfile çıkılmaktadır Minare kaidesi, on bir kenarlıdır ve gövdeye dik baklavalarla geçiş yapmaktadır Gövde hemen hemen kaidesi kadar kalındır Tavan ahşap alçıdan mukarnaslı olup, her ikisi de yenidir


Atik Mustafa Paşa Cami (Fatih)

İçerisinde sahabeden Hazret-i Câbir’in kabrinin bulunduğu inancıyla Câbir Cami olarak da adlandırılan bu tarihi yapı aslı eski bir Bizans kilisesidir İstanbul’un kuzeybatı köşesinde kara tarafı surları ile Haliç kıyısı arasında kalan sahada Ayvansaray semtinin içinde, ancak 1933’lerde yapılan düzenleme sonucunda adını verdiği mahallenin surları dışında kalmıştır

Eski bir kilise olan bina, 1490 yılında Sadrazam Koca Mustafa Paşa tarafından camiye dönüştürülmüştür Yapılış tarihi hakkında kesin bir bilgi bulunmamakla birlikte bazı araştırmacılar Bizans İmparatoru I Leon Flavius tarafından 458 yılında yaptırıldığını belirtmektedir Kilisenin adı hakkında da kesin bir bilgi bulunmamaktadır Ancak kimi kaynaklarda Aziz Petros ve Aziz Marcos Kilisesi olarak geçer Bazı kaynaklarda ise kilisenin IX yüzyılda İmparator Teofilos’un kızı Prenses Tekla tarafından yaptırıldığı ve adının da Hagia Tekla Kilisesi olduğu belirtilir

İstanbul’un Bizans dönemine ait eski eserlerine ait toplu bir eser yazan Patrik Konstantinos, Fransızcası 1846’da yayımlanan (Rumca ilk baskı 1824, 2bas1844) kitabında burayı havarilerden Petrus (Petros) ve Marcus’un (Markos) kilisesi olarak gösterir Bu teşhis sonraları İstanbul’un eski eserleri ve tarihi topografyasına dair belli başlı kitaplarda da tekrarlanmıştır Bu hipoteze esas olan söylenceye göre, ILeon döneminde (457-474) Galbios ve Kandidos adlarında iki patris Kudüs’ü ziyaretlerinde bir Yahudinin evinde bulunduğunu öğrendikleri Meryem’in evinde bulunduğunu öğrendikleri Meryem’in elbisesini (mafarion) çalarak 458’e doğru Bizantion’a getirirler ve Blaherna semtinde havari petros ve Markos adlarına bir kilise yaptırarak bu kutsal elbiseyi küçük bir yapı olan bu kiliseye koyarlar Fakat İmparator bunu öğrenince daha büyük olan Blaherna Kilisesi’ni inşa ettirerek, elbiseyi oraya taşıtır Bu eşyanın oraya konulmasının hatırası için her yıl 2 Temmuz günü büyük tören yapılıyordu Fakat Atik Paşa Cami olan kilisenin, iki patrisin 458’e doğru inşa ettirdikleri bina olması olasılığı çok zayıftır Buna karşılık bu bölgede İmparator Teofilos’un (hd 829-842) kızı Tekla’nın bir kilise ve manastır kurduğu ve azizelerden Aya Tekla adına sunulan bu manastıra çekilerek burada öldüğü bilinmektedir Aya Tekla Kilisesi, bir savaştan dönerken büyük bir kasırga ile selden kurtuluşunu o gün yortusu olan Aya Tekla’nın bir mucizesine borçlu olduğu inanan, İsaakios Komnenos (1057-1059) tarafından 1059’da tamir ettirilmiştir Bu onarımın önemli ölçüde bir yenileme olduğunu, IAleksios’un (1081-1118) kızı Anna Komnena’nın kitabından öğrenmekteyiz

İstanbul’un fethinde kilisenin ne durumda olduğu bilinmemekle birlikte Fatih vakfiyelerinde adı geçen Ayaleharna Mahallesi’nin Blaherna olması olası görülmüş ve buradaki Çokalica Manastırı’nın adı Çuhalica olarak açıklanarak, bunun Meryem’in elbisesi ile bağlantılı olduğu sonucuna varılmıştır Blaherna’daki Meryem Kilisesi, bu caminin çok yakınında olduğuna göre (100-150 m mesafede) manastırın tarihte adı geçen Tekla Kilisesi yanındaki manastır olabileceği de bir hipotez olarak düşünülmüştür 1430’da Blaherna Kilisesi yandığında, Meryem’in kutsal elbisesi, komşu Tekla Kilisesi’ne konulmuştur Elbise, çuha yaklaşımı ile, vakfiyedeki Çuhalica’nın Tekla Kilisesi olduğu, dolayısı ile Atik Mustafa Paşa Cami, eğer Tekla Kilisesi ise, kutsal elbisenin saklandığı mabedin olması olasıdır

Kilisenin, IIBayezid döneminde sadrazam olan ve ISelim’in 1512’de idam ettirdiği Koca Mustafa Paşa tarafından camiye çevrildiği bilinmekte ise de bu biraz tartışmalıdır 953/1546 tarihli İstanbul Vakıflar Tahrir Defterinde çok daha küçük mescitler ayrı başlık altında yer alırken bu cami, Koca Mustafa Paşa’nın bu semte adını veren, yine kiliseden çevrilme diğer camisi ile birlikte kaydedilmiştir Vakıf defterinden öğrenildiğine göre, bu caminin çevresindeki pek çok sayıda ev ve dükkan da onun evkafındandı Binanın bütün saçak bölümü Türk dönemine değiştirilip, esas Bizans yapısı kubbenin yerine Türk mimari üslubunda bir kubbe yapıldığına göre, bu işlemin 1509 depreminden sonra gerçekleştirildiğine ihtimal verilebilir Ayvansaray’da büyük tahribat yapan 1729 yangınında cami de zarar görmüştür İstanbul’da eski eserlerde izler bırakan 1894 depreminde de Atik Mustafa Paşa Camisi zarar görmüş ve minaresi yıkıldığından yeniden yapılmıştır

Caminin apsisinin sağ tarafındaki hücre, bir türbe şekline sokularak, buraya konulmuş olan ta’lik hatla yazılı bir levhada buranın Hazret-i Câbir’in kabri olduğu bildirilir Bu bölmenin kapısı üstünde de “Hâza merkad-i Câbir bin Abdullahü’l Ensarî” yazısı vardır Hadika’nın verdiği bilgiye göre ise Eyyub-i Ensarî ile Bizans döneminde Bizantion’un önüne gelen sahabeden olan Câbir bin Abdullah burada gömülüdür Aslında islâm tarihinin bilinen iki Câbir bin Abdullah’ından ikisi de Bizantion kuşatmalarında bulunmamıştır Bu türbenin bir makam olduğu anlaşılmaktadır

Atik Mustafa Paşa Cami olan bu kilise, Bizans dini mimarisinde kapalı haç planlı yapılar gurubunun, köşe duvarlı tipindedir Binanın içinde haç biçimindeki mekânı, dört taraftaki dört hücrenin köşeleri meydana getirmektedir Ortada dört kolun birbirlerine kavuştukları karenin üstünde büyük ihtimalle Bizans döneminde, pencereli yüksek kasnaklı kubbe bulunuyordu Türk mimarisinin klasik döneminde, burası bugün görülen penceresiz basık kasnaklı kubbe yapılmıştır Bu arada, aslında iç bünyenin dışa aksettirilmesi yüzünden inişli çıkışlı olması gereken saçak hattı da, yan cephelerde kemerlerin kesilmiş olmasından , düz bir biçimde değiştirilmiştir Ayrıca orijinal pencerelerin çoğu örülmüş ve sövelerinden belli olduğu üzere yeni pencereler de açılmıştır

Kiliselerde bulunan ve mutlaka olması gereken narteks (giriş holü) burada yoktur Bilinmeyen bir tarihte yıkıldığı sanılan bu bölümün yerine basit, üstü çatılı ve mimari özelliği olmayan bir son cemaat yeri yapılmıştır Minare ise 1894 depreminden sonra standart tipte yapılan taş külahlı minarelerdendir Caminin içinde Bizans dönemine ait hiçbir bezeme bulunmamaktadır Türk döneminde de yapılan ahşap minber ile mermer vaaz kürsüsü sanatsal bir özellikte değildir Caminin tonoz ve duvarlarını kaplayan kalem işleri çok yakın tarihlerde, 1894’ten sonra yapıldığı sanılmaktadır

Caminin dışında bulunan, yekpare mermerden oyulmuş bir vaftiz teknesi 1922’de Arkeoloji Müzesi’ne taşınmıştır 1957’de Amerikan Bizans Enstitüsü, binanın güney cephesinde badana tabakası altında fresko tekniğinde yapılmış bazı aziz resimlerine rastlamışlardır Bunlardan ikisi hekim asıllı azizlerden Ayios Kosmas ve Ayios Damianos olarak teşhis edilmiştir Diğeri ise melek Mikael’dir Üzerleri tahta ile kapatılan bu freskolar dış tesirlere ve özellikle insanların tahriplerine açık bırakılmıştır Caminin şadırvanı, girişin önünden geçen sokağın karşı tarafındadır


Ayazma Cami (Üsküdar)

Üsküdar`da, Salacak`la Şemsipaşa semtleri arasında, Kızkulesi`nin karşısında ve Marmara`ya hakim bir tepe üzerindedir
Cami, 1760-1761 yıllarında Sultan III Mustafa tarafından annesi Mihrişah Emine Sultan ile kardeşi Şehzade Süleyman adlarına yaptırılmıştır Mimar Mehmed Tahir Ağa`nın eseridirKapısı üzerindeki kitabelerden yapının 1174/1760-61 tarihli olduğu anlaşılmaktadır Kitabe ta’lik hatla yazılmış olup, tarih manzumesi Sadrazam Râgıp Mehmed Paşa’ya, hat ise Şeyhülislâm ve hattat Veliyüddin Efendi’ye aittir

Topkapı Sarayı Müzesi arşivinde bulunan 5446 numaralı ve 1172/1758-59 tarihli belgeden caminin yerinde daha önce Ayazma Sarayı ve Bahçesi’nin bulunduğu anlaşılmaktadır Başka bir arşiv belgesine göre 1740’lı yıllarda Ayazma Sarayı iyi durumda olup, onarılarak İran elçisine tahsis edilmiştir

Camiye vakıf olarak bir hamam ile birçok dükkan ve han yaptırılmış, ayrıca cami, hamam ve avluya bitişik çeşmeye Bulgurlu’dan su getirilmiştir Birkaç kez onarım gören caminin yıkılan minaresi de iki defa yeniden yapılmıştır

Geniş bir avlunun ortasına yerleştirilen caminin son cemaat yerine yarım daire düzeninde on basamaklı merdivenle çıkılırAvlu kapıları üstünde celi hatla yazılmış ayet-i kerimeler bulunmaktadır Son cemaat yeri üç bölümlüdür Esas mekân dikdörtgen planlı olup, dört kemere oturan merkezi bir kubbe ile örtülüdür Sol tarafta yapıya bitişik Hünkâr köşkü yer almaktadır Sokak yönünde taş konsollar tarafından taşınan mekân, sütunlar tarafından taşınan ve iki katlı olan bir galeriyle caminin hünkâr mahfiline bağlıdır Caminin içinde bulunan hünkâr mahfili de sütunlar üzerinde taşınır Altın yaldızlı süslemeler bu bölümün en çarpıcı yönüdür

Ayazma Cami Avrupa sanat üslubunun etkisinde kalınan bir dönemde yapılmış olmakla birlikte, büyük kemerler içindeki pencereler, Türk klasik mimarisi özelliğini taşımaktadır Minber vaaz kürsüsü ve mihrapta çeşitli renkli taşların zarif birleşmesiyle meydana getirilmiş zengin bir süsleme dikkati çekmektedir

Ayazma Caminin müştemilatından olan sıbyan mektebi, hamam ve muvakkıthane yıkılmıştırÖnceleri cami yakınında inşa edilen vakıf dükkânlarından ise sadece bazı izler kalmıştır Caminin duvarlarında küçük konsol çıkmaları üzerinde oturan tam bir Türk köşkünün minyatür modeli biçimindeki kuş evleri görülmektedir Caminin haziresinde ise saraya mensup bir çok kimsenin mezarı bulunmaktadır

Geniş avluyu çevreleyen duvarın bir köşesinde mermerden büyük bir çeşme vardır Kitabesinden 1174/1761’de cami ile birlikte yapıldığı anlaşılan bu çeşmenin manzum tarih kitabesi şair Zihnî’nindirÇeşme, mermer bir cepheye yapıştırılmış dört köşe bir paye şeklindedir Alt kısmı taş olan avlu duvarında açılan esas kapının önünde taş korkuluklu iki taraflı rampa bulunmaktaydı

Ayazma Cami, Türk mimarisinde artık yabancı üslubun hâkim olduğu bir dönemin örneği olmakla birlikte, normal ölçüleri aşan yüksekliği ve yapıldığı yerin topografik durumu ile bunu bir kat daha arttıran gösterişli bir görünüme sahiptir Marmara ve Boğaz’ın girişine hâkim oluşu ile şehrin Anadolu Yakasına değişik bir güzellik kazandırmaktadır


Aziziye Cami (Beşiktaş)

Maçka, Taşlık’ta Vişnezade Mahallesi’nde Abdülaziz (1861-1876) tarafından yapımına başlanmış, ancak bitirilememiştir

Projesine göre Abdülaziz bu camiyi Maçka’nın Dolmabahçe üzerindeki hâkim bir noktasında dört minareli olarak yaptırılmak istenmiş, mimar olarak da Sarkis Balyan düşünülmüştü

Yaptırdığı bütün büyük yapılarda şehrin kuzey tarafını tercih eden Abdülaziz, inşaatı başlatmadan önce cami giderleri için, günümüzde de Akaretler olarak anılan sıra evleri yaptırmıştır 1874 sonları veya 1875 başlarında büyük bloklar halindeki temel taşları yerleştirilerek bina temelden yükselmeye henüz başlamışken Abdülaziz 30 Mayıs 1876’da tahttan indirilmiş ve inşaat durdurulmuştur Duvarların ve büyük ana payelerin uzun süre burada duran temel taşları, bu mevkinin “Taşlık” adını almasına neden olmuştur

Cumhuriyet döneminde bu temeller üzerinde Taşlık Gazinosu inşa edilmiş, 1980’li yıllarda ise Swissotel-Bosphorus oteli inşa edilmiştir Caminin, avlu olarak tasarlanmış bölümü ise Vişnezade İnönü Parkı olarak düzenlenmiştir

Alıntı Yaparak Cevapla

İstanbul Hakkında Bilgi

Eski 08-14-2012   #5
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İstanbul Hakkında Bilgi



İstanbul Camileri ve Mescitleri 2

Sultanahmet Camisi (Eminönü)

Ahmet tarafından mimar Sedefkâr Mehmed Ağa’ya yaptırılmıştır Caminin yapımına 1609 yılında büyük bir törenle başlamış, 1617 yılında cami, 1619 yılında ise külliyenin diğer bölümleri tamamlanabilmiştir

İstanbul’daki en büyük yapı komplekslerinden biri olan külliye, cami, medrese, hünkâr kasrı, arasta, dükkanlar, hamam, çeşme, sebil, türbe, darüşşifa, sıbyan mektebi, imarethaneden meydana gelmekteydi Bu yapıların bir kısmı günümüze ulaşamamıştır
İçindeki 21043 adet çini kullanılmıştır Bu çinilerin çeşitliliği ve aynı zamanda sayılarının çokluğu piyasadaki mevcutlardan toplanmasından kaynaklanmaktadırBeyaz zemin üzerine çeşitli renklerle meydana getirilen panolardaki selviler, laleler, sümbüller, nar çiçekleri, üzüm salkımları ve rûmi motifleri burada Türk çini sanatının en güzel örneklerini bir araya getirmiştir Bu çinilerin renginden ve vitraylardan içeriye sızan ışık karışımından ötürü Sultanahmet Camisi yabancılar tarafından “Mavi Cami” olarak isimlendirilmiştir Cami, külliyenin merkezinde yer almaktadır Cami, geniş bir avlu ve ona eş büyüklükte bir iç mekândan oluşur Zeminden yükseltilmiş avluya basamaklarla ulaşılır Avluda üzeri kubbeyle örtülü, fıskiyeli bir havuz yer almaktadır Sultanahmet Camisi’nin bir diğer özelliği de minareleridir İstanbul’daki tek altı minareli camidir Altı minareli oluşu, Sultan IAhmet’in İstanbul’un fethinden sonra altıncı padişah oluşunu simgeler Bu minarelerden dördü cami gövdesine bitişik ve üç şerefelidir Diğer iki minaresi ise avlunun köşelerinde olup, iki şerefelidir Bütün minarelerinde bulunan şerefe sayısı toplam 16 olup, Sultan IAhmet’in on altıncı Osmanlı padişahı olduğunu simgelemektedir

Caminin ibadet mekânını örten kubbesi yaklaşık 34 m çapında ve yerden 43 metre yükseklikte olup, 5 metre çapında dört fil ayağının üzerine oturmaktadır Bu büyük kubbeyi destekleyen dört Camiyi yerden kubbeye kadar 5 kat halinde ve renkli vitraylı 260 pencere aydınlatmaktadır Çinilerin yanı sıra, yapıldığı dönemin diğer mimari öğeleri de burada bir arada kullanılmıştır Sedef kakmalı mermer minber, işlemeli mermer mihrap, kalem işi süslemeler, sedef, bağa kakmalı ahşap kapılar, dolap, pencere kapakları ve rahleler, kubbeye asılan devekuşu yumurtaları ve avizeler, caminin iç mekânını süsleyen Osmanlı sanatı örnekleridir

Külliyenin bir diğer yapısı Hünkar Kasrı’dır Padişahın namaz öncesi veya sonrasında istirahat edebileceği bir yapı olarak tasarlanan bu bina bir cami etrafına yapılan ilk sultan kasrıdır Külliyenin dış avlusunda yer alan Hünkâr Kasrı 1960’lı yıllarda yanmış ve yenilenmiştir Vakıflar Genel Müdürlüğü burada Halım ve Kilim Müzesini açmış, ancak eserlerin rutubetten etkilenmesi üzerine müze kapatılmıştır

Külliyenin kuzeydoğu köşesinde türbe yer almaktadır Bu türbe de Sultan IAhmed, eşi Kösem Sultan, oğulları Sultan IIOsman ve Sultan IVMurad ile bazı torunları gömülüdür Günümüzde bu yapı topluluğu, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Türbeler Müzesi Müdürlüğü’dür Türbenin yakınında ise medrese yer alır Bu medrese günümüzde Başbakanlık arşiv deposu olarak kullanılmaktadır

Bu mektebin zemin katında bir çeşme ve dükkanlar, üst katında ise dershane vardır Külliyenin kıble yönündeki en uç yapısı arastadır 1912 yangınında bir kısmı yok olan arastanın bir bölümü Mozaik Müzesi olarak düzenlenmiş, 1986 yılından sonra arastanın bu bölümünde demir konstrüksiyonlu Büyüksaray Müzesi açılmış, arastanın diğer dükkânları halı ve turistik eşya satan bir çarşıya dönüştürülmüştür

Sokollu Mehmet Paşa Yokuşu üzerinde bulunan darüşşifa ve imaret in bir bölümü Marmara Üniversitesi ve Sultanahmet teknik Lisesi tarafından kullanılmaktadır XIXyüzyılın sonlarında yapılan bu yapılar darüşşifa ve imareti orijinal görünümünden oldukça uzaklaştırmıştır Yapı topluluğunun dört sebilinden üçü günümüze ulaşmıştır Bunlardan biri arastanın içinden, diğeri dış avlu kapısı yanında, üçüncüsü ise türbe civarındadır

Süleymaniye Camisi (Eminönü)

Yaklaşık 6000 m2’lik bir avlu içerisindeki caminin çevresinde yedi medrese, sıbyan mektebi, imarethane, tabhane, darüşşifa, bimarhane, hamam, çarşılar darülhadis ve türbelerden meydana gelmiştir Külliye bugünkü Kantarcılar Mahallesine bakan tepe üzerinde 13 Haziran 1550’de temelleri atılmış ve ilk temel taşı devrin büyük alimi Şeyhülislam Ebussuud Efendi tarafından konulmuştur Yapı topluluğu yedi yıllık bir sürede tamamlanmış, 7 Haziran 1557’de törenle açılmıştır Kaynaklara göre 59 milyon akçe yapımı için sarf edilmiştir

İstanbul panoramasının en önemli öğelerinden biri olan yapı topluluğu yalnızca bir ibadethane değil, etrafındaki külliye ve çevresindeki mahalleyle birlikte, çağının en önemli sosyal ve kültürel bir merkezi idi Burada Mimar Sinan’ın sanatı, dehası, Osmanlı’nın büyüklüğü ve gücü simgelenmiştir

İstanbul’da başka herhangi bir camide rastlayamayacağımız yapı topluluğunun avlusuna mermer üç katlı muhteşem bir kapıdan girilir Avluda fıskiyeli bir havuz yer alır Yine diğer camilerden farklı olarak, caminin dört minaresi de avlunun köşelerine yerleştirilmiştir Dört minâre, Kanuni Sultan Süleyman’ın İstanbul’un fethinden sonraki Osmanlı İmparatorluğunun dördüncü hükümdarı olduğunu gösterir Minârelerin şerefelerinin toplam sayısı da Kanunî Sultan Süleyman’ın Osmanlı Devleti’nin kurucusu olan Sultan Osman Gazi’den sonra onuncu padişah olduğunu belirtir Cami ön kısmının iki yanındaki minarelerde ikişer ve avlunun sonunda iki minarede de üçer şerefe olup dört minarede toplam on şerefe vardır ve alt kısımlarında sarkaç süslemeleri bulunmaktadır Minarelerin birbirleriyle ve kubbeyle olan orantıları, görünüm ve estetik açıdan mimarinin en güzel örneklerinden biridir

Bu kubbe dört büyük payeye; kubbe kemerleri ise dört büyük granit sütuna dayanmaktadır Kubbe 53 metre yüksekliğinde, 2725 m Çapında olup, kasnağındaki 32 pencere ile aydınlatılmıştır Ayrıca içerideki yankıyı kuvvetlendirmek için kubbenin içerisine ve köşelere, ağzı iç tarafa açık gelecek şekilde 64 küp yerleştirilmiştir Böylece mükemmel bir akustik meydana getirilmiştir Camii içerisinde mükemmel bir hava dolaşım sistemi oluşturulmuş, giriş kapısı üzerindeki boşlukta aydınlatma için kullanılan 4000 mumun isi toplanmıştır Bu islerden hat sanatında kullanılan mürekkep elde edilmiştir İçerideki yazılar devrinin önde gelen hattatlarından Ahmet Karahisari ile öğrencisi Hasan Çelebi`nin eserleridir

Yaklaşık 3500 m2’lik bir alana yayılan cami 59x58 m2’lik bir ölçüsü olup, içerisi 238 pencere ile aydınlatılmaktadır Caminin mermer minberi, mihrabı Osmanlı oymacılık sanatının en güzel örneklerinin başında gelir Ayrıca ahşap oyma vaiz kürsüsü, ahşap üzerine sedef bağa kakma pencere kapakları ve kapıları, pencere vitrayları caminin diğer sanat eserleridir

Batı yönünde Evvel Medresesi, Sani Medresesi, Sıbyan Mektebi ve Tıp Medresesi, doğu yönünde ise Rabi Medresesi ve Salis Medresesi yer alır Darülhadis Medresesi ise caminin kıble yönünde ve İstanbul Üniversitesi bahçe duvarında paralel olarak uzanır Rabi Medresesi ile Darülhadis Medresesi’nin kesiştikleri yerde ise külliyenin hamamı vardır Daha önce atölye olarak da kullanılan hamam,1980 yılında restore edilmiştir Külliyenin tabhanesi, darüzziyafesi, imareti ve akıl hastalarının tedavi edildiği bimarhanesi kuzeybatıda, kıbleye paralel olarak yerleştirilmişlerdir Caminin kıble yönündeki haziresinde çok sayıda mezar ile Kanuni Sultan Süleyman ve eşi Hürrem Sultan’a ait iki türbenin yanı sıra bir türbedar odası yer almaktadır Kanuni ‘ye ait türbede, Sultan II Ahmet, eşi Rabia Sultan, kızı Mihrimah Sultan, Asiye Sultan, Sultan II Süleyman ve annesi Saliha Dilaşub Sultan gömülüdür Türbenin çevresindeki hazirede Osmanlı tarihinin birçok ünlü kişisinin mezarları bulunmaktadır Bunların arasında; Abdülaziz`i tahttan indirenlerden Hüseyin Avni ve Kaptan-ı Derya Ali paşalar, Sadrazam Ali Paşa, II Mustafa`nın kızı Safiye Sultan, Maarif Nazırı Kemal Paşa Mimar Sinan’ın türbesi ise caminin dışında, şu anda İstanbul Müftülüğünün bulunduğu yerin hemen yanındadır

Süleymaniye Camisi ile ilgili diğer bazı camilerde olduğu gibi bir takım öyküler yıllardır anlatıla gelmiştir Bunlar birer hoş anı olarak dinlenmeli, ancak gerçek olduğuna da bilimsel yönden inanmaya olanak yoktur:

Bir yıl sonra tekrar dönmüş ve inşaata başlamıştı Maddi olanaksızlıklar nedeniyle inşaatın durduğunu sanan İran kralı Şah Tahmasp, mücevherlerle dolu bir kutuyu, içinde küçümser ifadelerin de bulunduğu bir mektupla birlikte Kanuni Sultan Süleyman’a göndermişti Bunun üzerine Kanuni, Mimar Sinan’a dönerek: “Bu gönderdiği taşlar benim camimin taşları yanında pek kıymetsizdir Tez bunları öteki taşlara karıştırıp bina eyle!” demiş İran sefirinin hayret dolu bakışları arasında Mimar Sinan taşları harca karıştırdı ve bu mücevherlerden oluşan harç caminin minarelerinin birisinde kullanılmıştır Ne var ki Cumhuriyet döneminde Süleymaniye Camisi’nin onarımı yapılırken bu minare yenilenmiş, ancak taşlar arasında her hangi bir taşa rastlanmamıştır

Bir başka söylentiye göre; Süleymaniye Camisi yapılırken birkaç çocuk minareye bakar ve yanındakilere: “Görüyor musunuz, minare eğri” der O sırada oradan geçen Mimar Sinan bu sözleri duyar ve çocuğun yanına yaklaşarak: “Hakkın var, minare biraz eğri Hemen bir urgan bulup, minareyi doğrultalım” der Urganı minareye bağlatır ve güya düzeltiyormuş gibi işçilere çektirir Sonra çocuğa dönerek: “Düzeldi mi evlat” diye sorar Çocuk da: “Tamam Efendim, şimdi düzeldi” der Olayı hayretle izleyen ve niçin böyle yaptığını soran kalfalara Mimar Sinan: “Eğer böyle yapmasaydım, minarenin eğri olduğu inancı çocuğun bilincine yerleşecek ve belki de bu çocuk ileride bir çok kimseyi minarenin eğri olduğuna inandıracaktı” cevabını verir

Hattat Karahisari kubbeye Nur Suresindeki “Allah gökleri aydınlatmıştır” ayetini yazarken işine o kadar yoğunlaşmıştır ki son harfin son düzeltmelerini yaparken daha fazla dayanamamış ve gözlerinin feri tükenmiştir Bu büyük insan, bu cami için canla başla çalışırken iki gözünü de camiye hediye etmiştir Caminin kalan detay rötuşlarını öğrencisi Hasan Çelebi tamamlamıştır

Camideki 138 parça pencereyi yapan da İbrahim Usta’dır Özellikle renkli pencerelerden giren ışık insanı büyülemektedir Süleymaniye Camisinin kürsüsünü yapan sanatkar ihlasla o kadar uğraşmış ki kürsünün yapımı caminin yapımından uzun sürmüştür

Süleymaniye Camisinin yapımının uzaması, yaşı bir hayli ilerlemiş olan Kanuni’yi, caminin açılışını göremeyeceği konusunda endişelendiriyordu Bu arada Mimar Sinan’ın padişahın yanındaki itibarını kıskanan bazı paşalar vardı Bunlardan bazıları padişaha: “Sultanım! Kubbenin duracağı şüphelidir!” derken kimileri de Sinan’a kendi türbesini yaptırmasından ötürü şikayette bulunuyorlardı Bu arada padişaha: “Hünkarım Sinan, camiyi bıraktı da kendisine türbe inşa etmekle meşgul, sizin işinizi ağırdan alıyor” diyerek, Sinan hakkında yalan haberler çıkarmışlardı Bu söylentiler üstüne sabrı büsbütün tükenen Kanuni, öfkeli bir şekilde Sinan’a: “Mimarbaşı! Niçin benim camimle meşgul olmayıp mühim olmayan işlerle vakit geçirirsin? ” Sinan’ın bu cevabı karşısında bu sefer Kanuni şaşırmış ve neredeyse Sinan hakkında söylenen dedikodulara inanacak olmuştu Çünkü caminin daha epey vakit alacak işleri vardı ve iki ayda tamamlanması onlara göre hayalden başka bir şey değildi Ancak bu iki aylık süre içerisinde Sinan gece gündüz çalışmış ve camiyi ibadete açılacak hâle getirmişti 7 Haziran 1557 yılında caminin açılışı için toplanan kalabalığın önünde Sinan, caminin anahtarlarını Kanuni’ye uzatmıştı Kanuni ise anahtarı tekrar Sinan’a uzatarak: “Bina eylediğin beytullahı, sıdk-u safa ve dua ile senin açman evladır!” dedi Sinan ise o an Hattat Karahisari’nin fedakarlığını düşünerek tevazu içerisinde: “Hünkarım! Dilerseniz camiyi açma şerefini, hatlarıyla camiyi süslerken gözlerini feda eden Hattat Karahisari’ye bahşediniz!” dedi Bunun üzerine Kanuni Sultan Süleyman ve orada bulunanların gözyaşları arasında camiyi, Hattat Karahisari açtı


Rüstem Paşa Cami (Eminönü)

Mimar Sinan burada sekiz dayanaklı ilk kubbe denemesini uygulamıştır

Cami merkezi plânlı olup, alt kısmına mahzenler, depolar ve dükkanlar yapılmıştırCaminin revaklı avlusuna iki taraftan merdivenle çıkılmaktadır 1962 yılında dış saçaklar, 1968’de de minaresi, dış avlusu ve zemin duvarları onarım geçirmiştir

Dikdörtgen plânlı caminin merkez kubbesi kemerlerle dört fil ayağına ve sütunlara oturtulmuştur Köşelerdeki kemerler yarım kubbe şeklindedir İki yanlardaki sekizgen plânlı iki fil ayağı ile mekân üç kısma ayrılmış, ortadaki merkezi alan kare, kubbe kaidesi ise sekizgen şeklindedir Yanlarda birer uzun dikdörtgen iki yan sofa bulunmaktadır Bu sofalar ikişer büyük kemerle üç kısma ayrılmış ve her kısım tonozlarla örtülmüş ve üzerlerine küçük kubbeler yerleştirilmiştir

Çiniler geometrik, yaprak ve çiçek motifleri ile bezenmiştir

Caminin avlusu bir tavanla örtülmüştür Bu tavan, kenardaki sütunlar arasına yapılmış kemerlerle son cemaat yerinin kemerleri üstünü örtmektedir Son cemaat yeri altı sütunla beş kısma ayrılmış olup, her kısmın üstü kubbelidir Caminin sağında binaya bitişik tek şerefeli bir minaresi vardır




Yeni Cami (Eminönü)

Mehmed’in annesi ve Sultan III Murad’ın eşi Safiye Sultan adına 1597’de Mimar Davud Ağa tarafından yapımına başlanan caminin temeli 1957 yılında atılmıştır Caminin inşaat alanının deniz seviyesinde ve dolma bir arazi olması nedeniyle temel çukurlarında su çıkmaya başlamış, bunun üzerine Mimar Davut Ağa, buraya büyük kazıklar çaktırarak bunların başlarını kurşun kuşaklarla birleştirmiş ve yapının temel taşlarını bu tabanlara oturtmuştur 1598 yılında İstanbul’daki veba salgınında Mimar Davut Ağa’nın ölmesi üzerine, yapının mimarlığına Dalgıç Mehmed Çavuş getirilmiştir İlk pencere taklarına kadar yükselen bina, 1603 yılında IIIMehmet ve Safiye Sultan’ın ölümü ve IAhmet’in tahta çıkması üzerine yarım kalmıştır

Yarım yüzyıldan fazla (59 yıl) Sultan IVMehmet’in annesi Turhan Sultan tarafından 1660 yılında, duvarlarından bir sıra taş sökülerek yeniden başlatılmıştır Bu kez mimarlığına Ser Mimar-ı Hassa Mustafa Ağa getirilmiş ve cami 1663’te tamamlanabilmiştir

Yapı topluluğu cami, sıbyan mektebi, sebil, çeşme, hünkar kasrı ve türbeden oluşmaktaydı Bunlardan sıbyan mektebi günümüze ulaşmamıştır

Caminin etrafındaki yolların genişlemesi nedeni ile dış avlusu ortadan kaldırılmıştır Mısır Çarşısı yönünde 18 sütunlu, 21 kubbeli ve üç kapılı olan iç avlunun ortasında güzel bir şadırvanı vardır Sekiz sütun ve dokuz kubbeli son cemaat yeri ikinci kat pencere altlarına kadar çinilerle kaplıdır Pencere üstlerinde de Hattat Tenekecizade Mustafa Çelebi’nin hatları vardır Sağda ve solda üçer şerefeli iki minare yer almıştır Kare planlı camiye merdivenle üç kapıdan girilir Çinilerle süslü olan dört fil ayağına ve dört kemere oturan merkezi kubbeyi dört yarım kubbe desteklemektedir Köşelerdeki dört kubbe ve köprü ile türbe önlerinde sütunlarla çevrili kubbelerle birlikte 66 kubbe bulunmaktadır Mihrabı ve minberi beyaz mermerdendir Mihrabın solunda değerli taşlarla süslü bir mozaik tablo bulunmaktadır

En güzel İstanbul panoramalarından birini seyredecek şekilde konumlanmıştır Üç odalı ve bir salonludur Duvarları desen ve şekillerle, değerli İznik çinileri ile kaplıdır Ahşapları sedef ve fildişi kakmalıdır 1948 yılına kadar bir depo olarak kullanılmıştır1948 ve 1966 yıllarında restore edildikten sonra 1967 yılında müze olarak açılmışsa da kısa bir süre sonra kapatılmış ve yeniden depo olarak kullanılmıştır Ardından bu tarihi yapı kiraya verilmiş, 2002 yılında da Hünkâr Kasrı’nın içerisine giren hırsızlar, XVI ve XVIIyüzyılın en güzel örneği olan çini panolarının bazılarını sökerek götürmüşlerdir
Günümüzde Osmanlı mimarisinin bir biblo kadar güzel olan bu eserinin çatısından içeriye sular sızmakta ve perişan haldedir

Yeni Cami külliyesinden Mısır Çarşısı yanında Turhan Hatice Sultan’ın türbesi bulunmaktadır Türbenin içerisi çağının en güzel çinileriyle bezenmiş olup, Turhan Hatice Sultan’dan başka Sultan IVMehmet, Sultan IIMustafa, Sultan IIIAhmet, Sultan IIIOsman ve Sultan IMahmut gömülüdür Ayrıca bir çok şehzade ve sultanların sandukaları da burada bulunmaktadır Bu türbeye sonradan iki türbe daha eklenmiş olup, buraya Sultan Abdülmecid ve Sultan IIAbdülhamit’in şehzadeleri, sultanları, bir köşesine de Sultan VMurat gömülmüştür Türbenin bahçesinde ise bazı sultan ve hasekilerin mezarları bulunmaktadır

Turhan Hatice Sultan türbesinin sağına Sultan IIIAhmet’in yaptırdığı bir kütüphane bulunmaktadır Bu kütüphanenin kitapları, günümüzde Süleymaniye Kütüphanesindedir

Bugünkü İş Bankası’nın sol tarafında bulunan geniş saçaklı, mermer işçiliği ve bezemesiyle dikkati çeken sebil, IIMeşrutiyetten sonra yanmış, sonradan orijinal biçimiyle yenilenmiştir

Firuz Ağa Cami (Eminönü)

Divanyolu’nda, Adliyeden Sultanahmet’e inen yolun sağında bulunan Firuz Ağa Cami, Sultan IIBeyazıt’ın Hazinedarbaşısı Firuz Ağa tarafından yaptırılmıştır Divanyolu’nun genişletilmesinden önce daha büyük bir avlusu olan cami, kapısı üzerindeki yazıttan da anlaşılacağı üzere, 1491 yılında yapılmıştır Kitabedeki yazı Şeyh Hamdullah Efendi’ye aittir

Tek kubbeli küçük camilerin tipik bir örneği ve Bursa üslubunun basit bir karışımı olan Cami, kare planlıdır İçeride duvarların oluşturduğu dört köşenin yukarı kısımlarına dört bingi inşa edilmiş ve böylece oluşan sekiz köşeli kasnağın üzerine kubbe oturtulmuştur Caminin iç avlusu yoktur Yapı kesme taştan olup, kubbe kasnağı 12 kenarlı ve basıktır Her duvarda altlı üstlü ikişer pencere vardır

Son cemaat yerinin derinliği 425 m Ve üç kubbelidir Bu bölümün sütun başlıkları stalaklitlidir Cümle kapısı dışarı biraz çıkıntılı olup, sade silmeli bir çerçeveye sahiptir Kapının kenarları yuvarlağa oldukça yakın basık kemerli, beyaz ve pembe mermerden yapılmıştır Kemer üstünde iki sıra, dört satırlık kitabe, onun da üzerinde sade bademler işlenmiştir Tam ortada bir şemse, yanlarda ise birbirinin eşi iki geometrik Muhammed yazısı bulunmaktadır

Firuz Ağa Camisi’nin tek şerefeli minaresi sol tarafta olup, gövdeye geçen pabuç kısmı son derece kısa ve baklavalıdır Gövde ve kaide arasındaki çap farkı çok azdır Şerefe ve korkuluk klasik üsluptadır

Firua Ağa’nın türbesi günümüzde yoktur Türbe binası Divanyolu’nun genişletilmesi sırasında Sadrazam Keçecizâde Fuat Paşa’nın emriyle yıktırılmış, Firuz Ağa’nın mermer mezar sandukası minarenin bulunduğu sol duvar önünde, açıklıkta durmaktadır Caminin mezarlığı ise tamamen kaldırılmıştır

Beyazıt Cami (Eminönü)

Beyazıt Külliyesinin yapımına, kapı kitabesinden öğrenildiğine göre1500 yılında başlanmış, 1505 yılında da tamamlanmıştır Cami kapısı üzerindeki bu kitabeyi Hattat Şeyh Hamdullah yazmıştır

Caminin mimarı olarak Mimar Kemaleddin ve Mimar Hayreddin’in isimleri üzerinde durulmuşsa da sonradan bulunan bir belgeye dayanılarak mimarının Yakup Şah bin Sultan Şah olduğu ileri sürülmüştür Günümüzde kesin bir söz söylenememekle beraber bu üç mimarın da burada çalıştıkları, ancak hangisinin mimarbaşı olduğu kesinlik kazanamamıştır Rıfkı Melûl Meriç bunlardan Mimar Hayreddin’i burada Su Yolcu olarak çalıştığını ileri sürmüştür

Hadikatü’l-Cevami Beyazıt Camisi için şu bilgileri vermektedir:

“Der- beyan-ı Camii Sultan Beyazıd-i Hanı-ı Veli
Sultan Beyazıd Hazretlerinin Camii Şerifi birer şerefeli, iki minareyle bina olunup, sonra imaret ve tabhane ve mektep ve dahi sonra medrese bina edip müderrisliğini Devleti Aliyye’ de şeyhülislam olanlara şart eylemiştir İptida müderris olan, Zembilli Ali Efendi’dir Bâdehû Fatih-i Mısır, Sultan Selim-i Kadim Hazretleri pederi üzerine müstakil türbe bina eylemiştir ve kurbinde bir sağır türbede kerimesi Selçuk Sultan medfûnedir ve mihrab üzerinde ve büyük kubbede ve orta kapı haricinde Şeyh Hamdullah hattile işbu nesr-i arâbî tarih vardır:
Vakad vakael ibtidâ bi’l-binâi fî evâhiri zi’l-hicce li-seneti sitte ve tısa mie 906 Ve’tefekul itmami fî seneti ahadi ve aşre ve tisa mie 911 Hicriye

Yapı topluluğu cami, imarethane, sıbyan mektebi, tabhaneler, medrese, hamam, kervansaray ve türbelerden oluşmaktadır Daha önce yapılmış bulunan Fatih Külliyesi’nden farklı olarak simetrik ve bir düzen içerisindeki külliye görünümünden uzak, dağınık bir şekilde inşa edilmiştir Beyazıd Camisi değişik bir plân şekli göstermektedir Caminin plân düzeni ile Ayasofya’nın plânı arasında bağlantı kurulmaya çalışılmıştır Ancak bu iddia gerçeği yansıtmamaktadır Erken Osmanlı mimarisinde görülen yan mekânlı camiler (ters T plânlı) tipinin klâsik mimariye geçişi arasındaki bir dönemin örneği olarak kabul edilmelidir Burada yan mekânlı plan düzeninden yola çıkılarak tamamen Klasik Türk mimarisinin başlangıcı olmuş bir örnektir

İbadet mekânı büyük bir kubbe ve ona bitişik iki yarım kubbe ile örtülmüştür Bunların iki yanındaki dörder yan kubbe de üst örtüyü tamamlamaktadır Caminin ibadet mekânı 3702 ve 3706x3680 metre ölçüsündedir Merkezi kubbe 1678 metre çapındadırSon cemaat yeri altı sütunun taşıdığı yedi kubbelidir Mihrap ve minber mermerden yapılmış olup, oymalı ve kabartmalıdır Minberin sağında renkli on sütun üzerine oturtulmuş hünkar mahfili, sağda da sekiz sütunun taşıdığı müezzin mahfili bulunmaktadır

Caminin birer şerefeli minareleri tabhaneye bitişik olup, diğer camilerden ayrı özelliğidir Bu nedenle iki minare arasındaki uzaklık 79 metredir Bunlardan sağdaki minare 1953-1954 yıllarında onarılmış ve orijinalliğini yitirmiştir Soldaki minare de küpüne kadar yıkılarak yenilenmiştir Minarelerin üzerinde yontma silmeler, çerçeveler ve sivri kemerli nişler vardır Buradaki kırmızı ve yeşil kakma ile yapılmış panoların içerisine kûfi yazılar yerleştirilmiştir Renkli taşlarla geometrik süslemeli minarelerdeki bu bezeme, özellikle soldakinde tahrip edilmiştir

Caminin şadırvanı Sultan IVMurad döneminde (1623-1640) yapılmıştırAvlu döşemesi ve şadırvanın sütunları Bizans’tan kalma malzemenin yeniden işlenmesi ile elde edilmiştir Özellikle şadırvan sütunlarında Bizans izleri görülebilmektedir

Külliyenin imarethane ve kervansarayının bugüne ulaşan kısmı Beyazıt Devlet Kütüphanesi tarafından kullanılmaktadır ve caminin solunda yer almaktadır Medrese ise caminin sağında ve oldukça uzağında yapılmıştır Günümüzde Türk Vakıf Hat Sanatları Müzesi olarak kullanılmaktadır Külliyenin hamamı medreseden de uzakta olup, Ordu Caddesi üzerinde, Edebiyat Fakültesi’nin yanındadır Halk arasında yanlış olarak Patrona Halil ismi ile tanınmaktadır

Beyazıd Camisinin mihrap tarafındaki küçük hazirede 1512’de Yavuz Sultan selim’in yaptırdığı Sultan IIBeyazıd’ın türbesi bulunmaktadır Oldukça sade ve zengin bir mimarisi olan bu türbenin duvarları kalem işleri ile süslüdür Türbe içerisinde yalnızca Sultan IIbeyazıd’ın sandukası bulunmaktadır Caminin kıble tarafındaki boşlukta ise II Bayezid’in kızı Selçuk Sultan’ın ve Tanzimat Fermanı’nın ilan eden Mustafa Reşid Paşa’nın türbeleri bulunmaktadır Ayrıca burada Sultan IIMahmud döneminin devlet adamları, Sadrazam Çerkez Mehmed Paşa, Şeyhülislam İvazpaşazade İbrahim’in mezarları bulunmaktadır

Beyazıd Camisi 1797-1870-1940 ve 1958 yıllarında onarım görmüştür Bu onarımlar sırasında ön cephedeki iki yan kapının üzerindeki ahşap revaklar kaldırılmıştır

Şebsafa Hatun Cami (Eminönü)

Sultan I Abdülhamid’in eşlerinden Fatma Şebsafa Hatun tarafından ölen oğlu Şehzade Mehmed için 1787 yılında yaptırılmıştırHalk tarafından yanlış olarak Zeyrek Camii diye tanınan bu cami barok üslupta, tek kubbeli olarak kesme taş ve tuğladan inşa edilmiştir Son cemaat yeri 5 sütunlu olup, bunlar yukarıdaki dışa kapalı mahfel kısmını taşımaktadır

Merdivenle çıkılan caminin giriş kapısı üzerinde Şeyhülislam SYahya Tevfik’in (1715-1791) 9 satırlı, 20 mısralık talik yazılı ile h1200 (1787) tarihli kitabesi bulunmaktadır Bu kitabenin 2 kıtası:

“ Şehzade Hazreti Sultan Mehmed Maderi
Fatma altıncı kadın Şebsafa Fahrünisa
Yaptı bir cami mahalli lâyıkında biriyâ
Etti zuhrü âhret makbul olan ruzu ceza”

Kubbe kasnağında 16, duvarlardaki 13 pencere ile ibadet mekânı aydınlatılmıştır Caminin sağında kesme taştan tek şerefeli minaresi bulunmaktadır Şebsafa Hatun’un h1200 tarihli (1787) mezarı caminin arkasındadır Ayrıca sol tarafta klasik üslupta üzeri örtülü sıbyan mektebi yapıya eklenmiştir

Nuru Osmaniye Cami (Eminönü)

Bu caminin bulunduğu yerde daha önce, Hasan Canzade Şeyhülislam Hoca Sadettin Efendi’nin eşi Fatma Hatun’un mescidi bulunuyordu Mescit harap ve yıkılmaya yüz tuttuğundan, Sultan IMahmud’un emriyle ortadan kaldırılmış ve yerine bugünkü caminin yapımına h1161 (1748) yılında başlanmıştır Ancak padişahın ölümü üzerine camiyi kardeşi IIIOsman tamamlatmış h1169 (1755), bundan ötürü de “Osman’ın Nuru” anlamında Nuruosmaniye olarak isimlendirilmiştir

Nuruosmaniye Camisi’nin en büyük özelliği batı mimarisinin etkisiyle yapılmış ilk camilerden oluşudur Burada klasik Osmanlı mimarisinin izlerini görmek çok zordur Barok üsluptaki caminin mimarı da tartışmalıdır Bazı kaynaklarda Mimar Mustafa Ağa’nın ismi geçiyorsa da büyük olasılıkla Simon Kalfa tarafından yapıldığı sanılmaktadır

Yapı topluluğu; cami , medrese, imaret, kütüphane, türbe, çeşme, sebil ve muvakkithaneden meydana gelmiştir Çevresinde dükkanlar ve aynı ismi taşıyan bir de han vardır Külliyenin bulunduğu arazinin dışa eğimli oluşundan ötürü avlunun kuzey ve batı duvarları boyunca ortaya çıkan mekânlar dükkana dönüştürülmüş ve böylece külliyeye gelir sağlanmıştır

Bu avlu klasik plân üslubundan tamamıyla ayrılmış olup, yarım daire şeklinde bir plân gösterir Klasik üsluptaki cami avlularında görünen şadırvan burada bulunmamaktadır

İki taraftan geniş merdivenlerle çıkılan caminin giriş kapısı üzerinde Hattat Eğrikapılı Rasim’in yazdığı bir kitabe yerleştirilmiştir Girişin iki tarafındaki ayetleri de Hattat Fahrettin Yahya yazmıştır

Caminin ibadet mekânını örten kubbesi, klasik Türk mimarisinde görülen uygulamalardan ayrı olarak, payeler yerine duvarlar üzerine oturtulmuş ve ağırlık buraya verilmiştir Mihrap dışarıya doğru çıkıntılı olup, üzeri de yarım bir kubbe ile örtülüdür Kubbe 25 metre çapında, kubbe eteğinde 32 pencere bulunur Klasik mimariden ayrı olarak beş sıra halinde 174 pencere ile aydınlatılmıştır Yapının dengesini kontrol etmek için mihrabın iki yanına döner terazi sütunlar yerleştirilmiştirAyrıca kubbenin dışa açılmasını önlemek için, yapının her iki tarafına ağırlık kuleleri oturtulmuştur Minber ve mihrabı mermerdendir Mihrabın sağından başlayan fetih suresi mermer üzerine oyularak bir kuşak gibi bütün camiyi çevrelemektedir Ayrıca pencere üzerinde renkli taşlar üzerine hadisleri hattat Bursalı Müzehhip Ali Efendi celi-sülüs yazıyla yazmıştır

Taş alemli ikişer şerefeli iki minaresi vardırOsmanlı mimarisinde taş alemler ilk kez burada kullanılmıştır

Kütüphanenin sağında IIIOsman’ın annesi Şehsuvar Sultan’ın türbesi bulunmaktadır Yapı topluluğunun imareti ve medresesi caminin kuzeyinde, Kapalı Çarşı yönünden avluya girildiğinde sağda yer almaktadır Sebil sağdadırTürbe ve kütüphane, hünkar mahfilinin arkasında yer almaktadır Türbe de Sultan IIIOsman’ın annesi Şehsuvar Valide Sultan gömülüdür

Zeynep Sultan Cami (Eminönü)

Alemdar Caddesi üzerinde Gülhane Parkı karşısında yer alan Zeynep Sultan Camisi’ni Sultan IIIAhmet’in (1703-1730) kızı Zeynep Sultan 1769 yılında yaptırmıştır Yapının mimarı Mehmet Tahir Ağa’dır Zeynep Sultan Camisi ile birlikte bir sıbyan mektebi, bir sebil ve bir de çeşme yapılmıştır Ancak, çeşme ve sebil, atlı tramvayların buradan geçebilmesi için yol genişletilmesi sırasında kaldırılmıştır Daha sonra bu sebilin yerine 1780 tarihli, Sirkeci’deki IAbdülhamit Külliyesinin (bu yapı da günümüze ulaşamamıştır) yine Mehmet Tahir Ağa’nın eseri olan sebil (1777) ve çeşme buraya taşınmıştır

Zeynep Sultan Camisi de XVIIIyüzyılın sonlarına tarihlenen barok üslupta bir yapıdır Mimar Mehmet Tahir Ağa bu camiden altı yıl önce (1763) yapmış olduğu Laleli Camisi’nde barok üslubun tüm özelliklerini uygulamış olmasına rağmen burada barok ile klasik üslubu kaynaştırmıştır

Zeynep Sultan Camisi sıbyan mektebi, medrese, meşruta evler ile hazirenin bulunduğu bir avlu içerisindedir Kuzeydoğudan ve güneybatıdan girilen avlusunun kapısı üzerinde sonradan yazılmış bir kitabede banisinin ismi ile bir de besmele bulunmaktadır Caminin dört porfir sütunlu, sivri kemerli ve beş kubbeli son cemaat yerinden içeriye girilir Caminin ana mekânı kare planlı olup, güney duvarında dikdörtgen çıkıntı yapan bölüm mihraba aittir Kare mekânı örten 1220 metre çapındaki kubbe trompların taşıdığı bir kasnak üzerine oturtulmuştur Kubbenin ağırlığı trompların yardımıyla duvarlar tarafından taşınmaktadır Girişin hemen üzerinde altı ince mermer sütunun taşıdığı ahşap bir kadınlar mahfili, onun solunda da hünkâr mahfili bulunmaktadır Kubbe kasnağındaki yuvarlak alçı pencereler ve duvarlardaki dikdörtgen pencerelerle iç mekân aydınlatılmıştır Caminin içerisi zengin kalem işleriyle süslenmiştir Burada rûmi, palmet, lotus gibi klasik üslubun öğelerine yer verilmiştir

Minare, caminin batısında olup, kürsü ve pabuç kısımları kesme taştan, gövdesi tuğladan tek şerefelidir Minarenin tuğla gövdesi yapılırken taş merdivenler dışarıdan görülecek şekilde bırakılmış ve böylece tuğla örgü arasında beyaz renkleriyle helezoni bir şekilde minareye özgü bir konum yaratılmıştır Minarenin şerefesindeki bitkisel bezemeli demir korkuluklar da tamamen barok üslubu yansıtmaktadır

Caminin batısında, 1967 yılında yenilenen meşruta evlerinin yanı başındaki sıbyan mektebi ve önünde de haziresi bulunmaktadır 1970 yangınında medrese ve sıbyan mektebi yanmış, 1983’te Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından onarılmış ve Abideleri Koruma Derneği’ne tahsis edilmiştir Caminin haziresinde Zeynep Sultan’dan başka Alemdar Mustafa Paşa’nın mezarı vardır

Zeynep Sultan Camisi uzun süre harap bir durumda kalmış, 1917’de onarılmıştır Bunun ardından 1958’de Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce, 1983’te de Abideleri Koruma Derneğince onarılmıştır

Mahmut Paşa Cami (Eminönü)

Eminönü İlçesi’nde, Nuruosmaniye Külliyesi’nin kuzeydoğusunda yer alan Mahmut Paşa Cami ve külliyesi, fetih sonrasının ilk büyük vezir külliyesi olup, Fatih külliyesinden sonra XVyüzyılın en önemli yapı grubudur 1460’lı yılların başında yapımına başlanan külliyenin camisi 1462’de tamamlanmış; diğer kısımlarının inşası ise 1474 yılına kadar sürmüştür Külliye, Sadrazam Mahmud Paşa tarafından Mimar Atik Sinan’a yaptırılmıştır

Yapı, cami, türbe, hamam, han, medrese, imaret ve sıbyan mektebinden oluşmaktaydı Ancak, günümüze cami, türbe, han ve hamamdan başka yapısı ulaşamamıştır Cami, giriş kapısı üzerindeki Arapça kitabesine göre 1462’de tamamlanmış, Hamam 1466-1467’de, medresesi 1472’de, türbesi ise 1473’te tamamlanmıştır

Cami, tabhaneli ya da zaviyeli cami denilen erken dönem Osmanlı camileri tipinde yapılmıştır Cami iki büyük kubbe ve etrafında üçer ufak kubbe ile örtülüdür İçersindeki mavi üzerine beyaz yazılı çiniler sonradan konulmuştur Minber ile mihrabı işlemeli mermerden yapılmıştır Son cemaat yeri 6 kesme taş sütun üzerine 5 kubbelidir Son cemaat yerinin arkasında beş kubbeli bir giriş kısmı daha vardır Yanlardaki ufak kubbeler altında koridorlar yer alır Kıble kapısının üzerinde hicri 868 tarihli ve caminin yapılış tarihini belirten bir kitabe bulunmaktadır Kapısının etrafı işlemeli mermerdendir Kapının yanında Sultan III Osman’a ait onarım kitabesi yer almaktadır Çıkan bir yangında büyük zarar gören cami 1755 yılında Sultan III Osman tarafından tamir ettirilmiştir Cami 1766 yılı depreminde yıkılmış, 1785 yılında tamir görmüştür 1827 yılı yangınından sonra 1829 yılında tekrar tamir edilmiştir Geçirmiş olduğu bu onarımlar nedeniyle, cami içerisindeki bezemeler orijinalliklerini kaybetmişlerdir Kesme taştan tek şerefeli minaresi 1936 restorasyonundan sonra bu günkü şeklini almıştır

İstanbul’ un en eski han ve hamamları olan Mahmud Paşa Hamamı ve Kürkçü Han ise caminin kuzeyinde yer alırlar Caminin doğusunda bulunan medresenin sadece bir dershanesi günümüze ulaşmıştırCaminin kuzeyinde bulunan hamam, İstanbul’daki en eski hamamlardan biridir

Avlusundaki çeşme ve sebil Darüssade Ağası Mustafa Ağa tarafından yaptırılmıştırMahmut Paşa’nın türbesi caminin arkasındadır


Laleli Cami (Eminönü)

Sultan III Mustafa tarafından 1760-1763 arasında yaptırılmıştır Külliyenin mimarı bazı kaynaklarda Mehmed Tahir Ağa olarak geçmektedir Ancak bunu doğrulayan kesin bir bilgi bulunmamasına karşılık, yapının inşaatının ilk aylarda mimarbaşılık görevini Hacı Ahmed Ağa’nın yaptırdığı bilinmektedir Yapının bitmek üzere olduğu (1762 Aralık başı) dönemde ise hassa başmimarı olarak yine Ahmed Ağa’nın adını veren belge bulunmaktadır

Adını yakınındaki Laleli Baba Türbesi veya Laleli Çeşmeden alan külliye, cami, imaret, çeşme, sebil, türbe, han, medrese, muvakkithaneden oluşmuştur Cami, külliyenin merkezini teşkil etmektedir Bodrum niteliğindeki bir altyapının üzeri, aynı zamanda caminin avlusudur Bu avlu yer seviyesinden yüksektedir ve avluya basamaklarla çıkılır Laleli Camisi bu yüksek avlunun ortasında yer alır XVII yüzyıl Osmanlı mimarisinin en özgün eserlerinden biridir 24 pencereli büyük kubbesi, giriş ve kıble taraflarındaki üçer yarım kubbeyle desteklenir Tek şerefeli iki minaresi vardır Özellikle minarelerin külahları çok değişiktir Toplam 105 pencere tarafından aydınlatılan caminin iç duvarları renkli somaki mermerlerle kaplanmıştır

Cami barok üslupla yapılmış olsa da daha çok klasik üslubun özelliklerini taşımaktadır Yapımından kısa bir süre sonra İstanbul’un geçirdiği 1766 depreminden çok etkilenmemiştir Yalnız bazı kaynaklara göre sol taraftaki minaresi altı yıl sonra camiye eklenmiştir Nitekim kapısı üzerinde bulunan 1197-1783 tarihli Arapça onarım kitabesinden, 1782’de geçirdiği büyük yangından sonra onarım gördüğü anlaşılmaktadır Aynı yangında caminin vakfı olan dükkanlar da yanmıştır

Caminin dış avlu cümle kapısı 1957-1958 yılında yol genişletme çalışmaları sırasında geriye çekilmiş ve caddeye ek dükkanlar yapılarak bodrum onarılmıştır Yapıldığı yıllarda ticari amaçlarla kullanılmayan cami bodrumu da günümüzde çarşıya dönüştürülmüştür

Külliyenin hanı, Fethi Bey Caddesi üzerinde, caminin kuzey yönündedir ve hala çarşı olarak kullanılır Taş Han, Çukur Çeşme ve Sipahiler Hanı olarak da bilinen han iki katlı, biri büyük, diğeri küçük iki avlulu bir yapıdır Külliyenin medresesi, bugün Tayyare Apartmanları olarak bilinen yapı topluluğunun bulunduğu yerde, eski adı Derbent Sokağı olan taraftaydı 1894 depreminde harap olan yapı, 1911’deki yangında yanarak tamamen yok olmuş ve yerine bu apartmanlar yapılmıştır

Külliyenin türbeleri ve sebili, Ordu Caddesi üzerinde Aksaray yönündeki köşesindedir Öndeki türbede Sultan III Mustafa, Sultan III Selim, Heybetullah, Mihrimah, Mihrişah ve Fatma Sultanlar gömülüdür Bu türbenin yanında Haseki Sultanlar Türbesi ve caminin haziresinde üzeri bronz şebekeli Âdilşah Kadın’ın üzeri açık türbesi vardır



Kalenderhane Cami (Eminönü)

Vezneciler’de, 16 Mart Şehitleri Caddesi’nde ve Bozdoğan su kemerlerine bitişiktir Kiliseden çevrilme camilerdendir Kalenderhane ismi Fatih döneminde verilmiş ve günümüze kadar bu isimle gelmiştir

Bizans dönemindeki adı kesin olarak bilinmemekle birlikte, Akataliptos İsa’ya ithaf edildiği sanılmaktadır Ancak bu isim konusunda da kesin bir bilgi bulunmamaktadır

Bugünkü yapının aslı, Latin istilası sırasında Katolik İtalyanlara tahsis edilmiş bir XII yüzyıl kilisesidir Fetihten sonra Fatih Sultan Mehmed vakfı olarak zaviyeye çevrilerek Kalenderi tarikatına tahsis edilmiştir XVIII yüzyılın ilk yarısında Babüssaade Ağası Maktul Beşir Ağa tarafından camiye dönüştürülmüş ve bütünüyle onarılmıştır Aynı zamanda hünkâr mahfili de ekleyen Beşir Ağa’nın bu onarımı ile ilgili bir kitabesi bulunmaktadır

Duvarları taş ve tuğla karışımı olan caminin bir büyük ve bir küçük olmak üzere iki kubbesi vardır Köşeleri kum saatli olan mihrabı oldukça güzel bir eserdir Minber ampir üslupta olup, ahşaptandır İç duvarlarında renkli mermer kaplamalar ve kabartma halinde friz süslemeler bulunmaktadır

XIX yüzyılda büyük bir yangın geçiren cami, 1854’de onarılmıştır Minaresi 1930 yılında yıldırım düşerek yıkılmıştır Bu tarihlerden sonra terkedilmiş, 1966-1975 yılları arasında Harvard Üniversitesi ile İstanbul Teknik Üniversitesi işbirliği ile yapılan bir araştırma ve kazıya konu olmuş, 1968 yılında restore edilerek tekrar ibadete açılmıştır



Küçük Ayasofya Cami (Eminönü)

Cankurtaran ile Kadırga arasında, Küçük Ayasofya Caddesi’nin sonundadır Kiliseden çevrilme camilerdendir 527 yılında Bizans İmparatoru I Jüstinyen zamanında yapılmıştır Sergios ve Bakhos adlı iki azize ithaf edilmiş olup, adı Sergios ve Bakhos Kilisesidir Fetihten sonra 1504 yılında kilise, Sultan II Beyazid zamanında Darüssaade Ağası Hadım Hüseyin Ağa tarafından kiliseye, beş kubbeli bir son cemaat yeri, binadan ayrı duran minare ile, içerisine bir müezzin mahfili, minber ve mihrap eklenerek camiye dönüştürülmüştür Çeşitli zamanlarda onarımlar geçiren binanın bugünkü minaresi 1955 yılında yaptırılmıştır

Küçük Ayasofya Camisi 30x34 boyutlarında bir alanı kaplamaktadır Kubbe 19 m Yükseklikte ve sekiz köşeli bir kasnağa oturtulmuştur Son cemaat yeri beş sivri kemerli olup, üzeri kubbelidir Sütun başlıkları baklavalıdır Orta kubbe köşelikleri stalaktitlidir Kemerlerde eski süslerin kalıntıları görülebilmektedir

Caminin cümle kapısı beyaz-pembe mermerdendir Bu kapı üzerinde iki ayrı kitabe vardır Bunlardan ortadaki caminin asıl kitabesidir Arapça olan diğer kitabede ise onarımı ve tamamlandığı tarih bulunmakta olup, diğer kitabede ise Hadis-i Şerif yazılıdır Bu cümle kapısındaki ahşap kapı, çok harap olmakla birlikte, XVIyüzyıl ağaç işçiliğinin en güzel örneğidir

Mihrabı mermerden beş kenarlı ve sadedir Üzerindeki tacı süslüdür Minberi de sadedir Kapı üstünde pembe mermerden kenarları laleli bir taca sahiptir Müezzin mahfili sekiz kenarlı on sütun üzerindedir Tavanı çatılı, korkuluğu sağırdır

Yapıdan ayrı ve caminin sağında bulunan minare sekiz kenarlıdır Köşelerinde sütunçeler vardır Caminin kuzeyinde ise Hüseyin Ağa Türbesi bulunmaktadır Türbe sekiz köşeli, moloz taş ve tuğladan yapılmıştır



Şehzade Cami (Eminönü)

Mimar Sinan, Şehzade Cami ve külliyesini 1544-1548 tarihleri arasında dört yılda tamamlamıştır Mimar Sinan daha sonraları yaptığı bir değerlendirmede “Şehzade çıraklık, Süleymaniye kalfalık, Edirne Selimiye de ustalık eserimdir” demiştir Bu nedenle Şehzade Camisi, Mimar Sinan’ın mimari dehasındaki ana devirler olan bu üç anıt eserin ilk basamağıdır

Bu yap topluluğu, cami, imaret, tabhane, medreseler ve mekteplarden oluşmaktadır Bunlardan imaret ile mektep avlu dışında olup, cami, medrese, tabhane ve türbeler bir avlu içerisindedir

Cami kare planlı olup, üstü yarım küre şeklinde bir büyük kubbe ve bunun etrafında dört yarım kubbeyle örtülmüştür Dört köşede yarım küre, dört de küçük kubbe vardır Bütün kubbeler dört büyük fil ayağı üzerine oturur Mimar Sinan’ın eserlerinde görülen sadelik ve tezyinat bu camide de görülür

Hünkâr mahfili harimin solunda sütunlar üzerindedir Minber ve mihrap mermerden işlenmiş olup, kafesli ve parmaklıklıdır Müezzin mahfili ise sekiz sütun üzerindedir

Camiye üç ayrı kapıdan girilir Ortadaki cümle kapısının üzerinde bir kitabe bulunmaktadır Cami avlusu 12 sütuna dayanan 16 kubbe ile çevrilidir Buradaki kalem işleri dikkat çekicidir Avlunun ortasında şadırvan vardır Caminin sağ ve solunda ikişer şerefeli iki minaresi bulunmaktadır Minareler çeşitli şekillerde işlenmiştir Medrese, sıbyan mektebi, imaret ve tabhanesi, kuzey yönünde ve avluya duvar teşkil edecek biçimde yerleştirilmişlerdir

Şehzade Mehmed’in türbesi camiden daha önce bitirilmiştir Sonraki yıllarda eklenen çeşitli türbelerle bu alan bir hazireye dönüşmüştür Özellikle Şehzade Mehmet Türbesi süsleme ve bezemeleriyle Mimar Sinan’ın eserlerinin en güzel örneğidir Mermer, breş ve terrakotta ile polikrom bir kaplamaya sahiptir Tek kubbe ile örtülü sekizgen bir yapıdır Üç açıklıklı, düz saçaklı revaklı bir girişi vardır Kubbe yivleri sıklaştırılmış ve derinleştirilmiş; silindirik tambur, yivli bir sütun tamburu niteliği kazanmış, bir palmet dizisiyle sonlandırılmıştır Kapının iki yanına “cuerda seca” tekniğinde İznik çinilerinden panolar yerleştirilmiştir İçeride de aynı teknikte yapılmış çini kaplama kubbe eteğine kadar yükselir Şehzade Mehmed’in sandukasının üstüne ağaçtan bir taht yerleştirilmiştir Şehzade Mehmed Türbesinin sol tarafında yine Mimar Sinan’ın eseri olan ve sekiz köşeli plân düzeninde tek kubbeli Rüstem Paşa Türbesi vardır Ayrıca hazirede Şehzade Mahmud, Hatice Sultan, Fatma Sultan ve İbrahim Paşa’nın türbeleri yer almaktadır

Külliyede, haziresinde beş tane, dış avlu duvarlarında dörtgen biçiminde bir tane olmak üzere toplam altı türbe vardır Bunlardan özellikle Şehzade Mehmed Türbesi İstanbul`un en güzel mezar yapılarındandır

Sokullu Mehmet Paşa Cami (Eminönü)

Kadırga, Su Terazisi Sokakta bulunan cami, IISelim’in kızı ve Sadrazam Mehmet Paşa’nın eşi Esma Sultan tarafından 1571 yılında kocası adına yaptırılmıştır Cami, Sultanahmet Meydanından Kadırga’ya inen yolun üzerinde, eğimli bir mevkide bulunan Bizans dönemine ait Aya Anastasia Kilisesinin bulunduğu yerde yapılmıştır Mimarı Mimar Sinan’dır

Dış avlusu olmayan caminin iç avlusuna kuzey kapısından merdivenlerle girilir Bu avlunun üç tarafı revaklar ve bunların gerisinde yer alan üzerleri kubbeli 16 medrese odası ile çevrelenmiştir Merdivenle çıkılan girişin üzerinde dershane ile yan girişlerde müezzin ve kayyım odaları bulunmaktadır Ayrıca avlunun ortasında, sütun ve mermer şebekeli, kubbeli bir şadırvanı vardır

Cami, dikdörtgene yakın plânlıdır Son cemaat yeri, stalaktitli mermer sütunlar, sivri kemerlerle birbirine bağlanmış, üzerleri kubbeli yedi bölümden oluşmuştur Yuvarlak kemerli portalin üzerinde sülüs hatlı kapı yazıtı bulunmaktadır

Caminin ana mekânı 13 m Çapında merkezi bir kubbe ile örtülüdür Bu kubbe mihrap ve portal tarafından ikişer, yan kenarlarının ortasında birer tane olmak üzere toplam altı ayağa dayanmaktadır Bu ayaklar birbirlerine yuvarlak kemerlerle bağlanmışlardır Buradan bir altıgene ve oradan da çini pandantiflerle kubbe yuvarlağına geçilmektedir Kubbenin yanlara açılmasını önlemek amacıyla, caminin dışına, her ayağın üzerine bir ağırlık kulesi oturtulmuş ve köşelere birer yarım kubbe eklenmiştir Mihrap ve minberi taş işçiliğinin en güzel örneklerindendir Minberin külahı çinilerle kaplanmıştır Caminin kemerlere kadar İznik çinileri ile kaplı mihrap duvarı, Türk çini sanatının en gelişmiş döneminin örneğidir

Caminin kesme taştan minaresi, sağ taraftadır Gövdesi üzerinde dikey hatlar bulunmaktadır Pencereleri üzerinde mavi zemine beyaz süslü hatla, tamamen çini dekorlu kitabeler bulunmaktadır Cami kalem işleri ile bezenmiştir Özellikle avlu giriş kapısı tavanındaki malakâri örnekler ile mahfil tavanları çok güzel eserlerdir

Caminin haziresinde Sokullu Mehmet Paşa’nın iki torunu gömülüdür

Alıntı Yaparak Cevapla

İstanbul Hakkında Bilgi

Eski 08-14-2012   #6
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İstanbul Hakkında Bilgi



İstanbul Medreseleri


Osmanlı kültürünü veren kuruluşların başında Selçuklulardan itibaren devam eden medreselerin büyük payı olmuştur Türklerin Anadolu’ya yerleşmesinden sonra eğitim konusuna önem verilmiş ve kısa zaman içerisinde önce belli başlı büyük şehirlerde olmak sureti ile medreseler kurulmuş ve bunların sayıları her geçen gün biraz daha artmıştır

İslâm dininin “Utlubül-ilme minel mehdi ilel lahd” beşikten mezara kadar anlamındaki bu sözüne uyularak medreselerin yapımı camileri yaptıranlar için aynı zamanda da dini bir görev olmuştur Kurulan ilk medreselerden ilim ve kültür yönünden ileri düzeyde olan Asya’daki İslâm ülkelerinden birçok âlim Anadolu’ya davet edilmiştir Bu âlimlere büyük önem verilmiştir Bunun yanı sıra Horasan, Herat ve Buhara gibi devrin kültürel merkezlerinden gelenler olmuştur Anadolu’ya gelen bu âlimlerin yerli meslektaşları ile birlikte, onların yardım ve çabaları ile başta Konya olmak üzere Amasya, Kayseri ve Sivas Selçuklular döneminden itibaren ilk önemli kültür merkezleri olmuştur

Anadolu’da Osmanlılar zamanında ilk medrese Orhan Gazi (1288–1359) tarafından İznik’te kurulmuştur Müverrih Âşık Paşazade’den öğrenildiğine göre; Orhan Gazi İznik’te Yenişehir Kapısı yakınındaki Bizans manastırlarından birisini medreseye çevirmiş ve yanına bir de imaret eklemiştir Zamanına göre oldukça ileri bir öğretimin yapıldığı bu medresede Şerafeddin Davut Kayseri, Taceddin Esved gibi tanınmış müderrisler ders vermiştir

Hoca Sadedin Efendi’nin Tacüd-Tevarih isimli eserinden öğrenildiğine göre de Bursa’nın fethinden sonra Orhan Gazi Hisar içerisindeki bir kiliseyi medrese haline getirmiş ve ona çeşitli vakıflar tahsis etmiştir

Sultan Yıldırım Beyazıd (1360–1403) Bursa Hisar’ı dışında cami ile medrese yaptırmıştır Çelebi Sultan Mehmed’in (1387–1421) Bursa’da yaptırdığı Yeşil Medrese’de Molla Fenari’nin oğlu Mehmet Şah Efendi başta olmak üzere Anadolu’nun ünlü ulemaları ders vermiştir

Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk dönemindeki medreseler arasında Edirne’deki Üç Şerefeli Camisi’nin medresesi de bu yöndeki önemli bir kültür merkezi idi

İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet (1444–1446; 1451–1481) yeni medreseler yapılıncaya karda şehirdeki sekiz kiliseyi öğretim müessesesi haline getirmiştir Bunlardan Pantokrator Kilisesi’nde (Zeyrek Camisi) Molla Zeyrek ders vermiş, Fatih Sultan Mehmet döneminde çeşitli medreselerde ders veren âlimler arasında Ali Tusi, Mevlâna Abdülkerim ve Ali Kuşçu’nun isimleri bilinmektedir

Fatih Sultan Mehmet Ayasofya’da yaptırdığı ilk medreseden sonra kendi ismini taşıyan camisinin kuzey ve güneyine iki sıra halinde sekiz binadan meydana gelen Semaniye Medreselerini yaptırmıştır Burada sekiz ayrı müderrisin ders vermesine olanak sağlamıştır Bunun ardından yüksek düzeydeki Semaniye Medreselerine öğrenci yetiştirmek için Tetüme Medreseleri kurulmuştur Bu medreselerde Molla Hüsrev, Ali Kuşçu, Ali Tusi, Hocazade Musluhiddin Mustafa, Molla Abdülkerim, Kadızade Molla Kasım gibi devrinin önde gelen âlimleri ders vermiştir

Semaniye Medreselerinde mantık, fıkıh, kelam ve tefsir gibi dini bilimlerin yanı sıra matematik, geometri, astronomi ve tıp da okutulmuştur Sultan II Beyazıd (1447–1512) Beyazıt’da kendi ismini taşıyan külliyesini yaptırmış ve burasını devrinin önemli bir bilim merkezi haline getirmiştir Kanuni Sultan Süleyman (1494–1566) seferlere çıkan ordunun doktor, cerrah ve mühendise olan ihtiyacını göz önünde bulundurarak Süleymaniye Cami Külliyesi’nde medreseler yaptırmıştır Bu medreseler Evvel, Sani, Salis, Rabi ve Darül Hadis’den meydana geliyordu Kanuni Sultan Süleyman devrin tefsir ve hadiste önde gelen alimi Yahya Bin Nureddin Efendi’yi bu medreselerin başına getirmiştir Onun yanı sıra devrin ulemasından Kadızade Şemseddin Ahmet, Mimarzade Musluhiddin Mustafa, Karahisarlı Şeyh Mehmed Efendi de ders vermişlerdir Bu arada İdadi mahiyetinde öğrenci yetiştirmek için Tetüme Medreseleri kurulmuş, buradan yetişenlerin Süleymaniye Medreselerinde yüksek öğrenim yapmaları sağlanmıştır

yüzyılda Süleymaniye Medreselerinde yapılan ilavelerle burası on iki dereceye yükseltilmiş ve bu düzenleme Osmanlıların son dönemine kadar sürmüştür Böylece Süleymaniye Medreselerindeki eğitim İptida-i’den başlayarak en yüksek derece olan Darü’l Hadis’e kadar devam etmiştir

Osmanlı hükümdarları ve devletin önde gelen kişileri yaptırmış oldukları camilerin yanına medreseler de eklemişlerdir XV-XIX yüzyıllar arasında İstanbul’da beş yüzden fala medrese olduğu söylenmektedir Medreseler mimari olarak derslerin yapıldığı dershane ile öğrencilerin barındığı hücrelerden meydana gelmiştir Ayrıca şadırvan, gusülhane, helâ gibi birimler de onlara eklenmiştir Medrese dershane ve hücreleri çoğunlukla kare planlı olup, üzerleri kubbe ile örtülmüştür Bazı medreselerde hücrelerin arasına Sultan II Beyazıd, Şehzade ve Edirne Kapı Mihrimah Sultan’da olduğu gibi eyvanlar da yerleştirilmiştir

Medrese planları incelendiğinde buradaki hücrelerin dizilişi, dershane ile olan bağlantılarının çeşitlilik gösterdiği de görülmektedir Bu bakımdan medreseler yan yana tek dizi, karşılıklı iki dizi, L planlı, U planlı, dikdörtgen planlı, sekizgen planlı olmak üzere gruplara ayrılmışlardır Bununla beraber arazi konumundan ötürü zorunlu koşullarda da yeni plan şemaları da uygulanmıştır


Ayasofya Medresesi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Sultanahmet Meydanı’nda bulunan Ayasofya Medresesi Fatih Sultan Mehmet’in (1444–1446; 1451–1481) Ayasofya’yı camiye çevirdikten sonra kuzeyine bir de medrese yaptırmıştır Evliya Çelebi’nin “Ebu’l Feth Sultan Han binası olan Ayasofyayı kebir medresesi” olarak sözünü ettiği bu yapı Ayasofya ile Topkapı Sarayı dış avlu surları arasında yer alıyordu Evliya Çelebi’den öğrenildiğine göre de daha önce bu alanda patrik ve keşişlerin İncilhaneleri bulunuyordu

Ayasofya çevresindeki bu yapılar 1493 yılına ait eski bir Alman tasvirinde görülmektedir PGİnciciyan Ayasofya Medresesi’nin yapım tarihi olarak h857 (1453) yılını işaret etmiş, caminin kuzeyine odalar, darü’l hadis ve 150 talebenin devam ettiği medrese inşa ettirmiştir demektedir Fatih Sultan Mehmet’in vakfiyesinde de bu medreseden söz edilmiştir Hüseyin Ayvansarayi Hadikat’ül Cevami isimli eserinde Fatih Sultan Mehmet’in camiyi temizletip, minber koyduğunu, bir tuğla minare ve bir medrese bina eylediğini belirttikten sonra şöyle demiştir: “Ba’dehu medrese höceratının üzerine bir tabaka dahi bina olup, höcerat tarh olunmak Sultan Beyazıd Han’ın’dır ve Bab-ı Hümayun köşesine bir minare dahi onlar icad eylemiştir Müderris vazifesinin nısfı usül-ı vakfından ve nısfı dahi Sultan Beyazıd vakfından verilir

Ayasofya Medresesi dış narteksten avluya açılan yan kapı ile Sultan IIIMurad’ın yaptırdığı minare yanından başlayarak Soğukçeşme Sokağı’ndaki avlu duvarına kadar uzanıyordu Medresenin camiye bitişik olmadığı, Ayasofya ile medrese arasında üstü örtülü bir yol olduğu da Fatih Sultan Mehmed’in vakfiyesinden öğrenilmektedir Bu medresenin planının bir örneği Prof Dr ASüheyl Ünver tarafından yayınlanmıştır Ayrıca CGurlitt’in planından öğrenildiğine göre de 5000x4700x3500 m ölçüsünde bir plan şeması göstermektedir Medresenin iç avlusu 1400x2300 mdir Bu plan düzenine göre uzun tarafında on ikişerden otuz dört, küçük avlusunda ise on iki hücre yer alıyordu Büyük avlunun ortasında da tonozlu bir su mahzeni dikkati çekiyordu

Ünlü Osmanlı âlimlerinden Ali Kuşçu, Fatih Sultan Mehmed’in Uzun Hasan üzerine yaptığı sefere katılmış, dönüşünde de burada müderrislik yapmıştır Onun bu medresede verdiği matematik dersleri epey rağbet görmüş ve devrin ünlü âlimleri de Onu dinlemiştir İl kuruluşunda Müderris Molla Hüsrev, Mehmet Biri Feramürz da burada ders vermiştir

Fatih Sultan Mehmet, Fatih Külliyesi’ni yaptırıp, Semaniye Medresesi’ni 1471’de yapı topluluğuna ekledikten sonra bütün öğrenimi burada toplamıştır Bundan sonra Ayasofya Medresesi ikinci planda kalmış, 1479 yılında da terk edilmiştir Ayasofya’da yapılan ilk medresenin ne zaman yıkılarak ortadan kalktığı bilinmemektedir XVII yüzyılda burasının düz bir alan halinde olduğu bazı gravürlerde görülmektedir Sultan Abdülmecit (1839–1861) zamanında toprakla dolu olan bu alana Ayasofya’nın onarımını yapan İtalyan Mimar GFosatti’ye 1847–1849 yıllarında yeni bir medrese yaptırmıştır İlk medresenin temellerinden yararlanılarak yapılan bu yapının planı da OrdProfDrASüheyl Ünver ile YMühEkrem Hakkı Ayverdi tarafından yayınlanmıştır Plan şeması olarak iki medrese karşılaştırıldığında arada büyük bir fark olmadığı da açıkça görülmektedir

İkinci Ayasofya Medresesi ayrı ayrı avlular etrafında on beş hücreli, bir büyük yedi hücre ve bir de küçük bölümden meydana gelmiştir Sonraki dönemlerde Ayasofya Medresesinin üzerine ahşap bir ilave kat yapılmıştır Üst kata çıkışı sağlamak amacı ile birer hücre merdivene dönüştürülmüştür Üst katta ahşap gezinti yerleri meydana getirilmiş, bunun için de alt kata onları taşımak amacı ile ahşap direkler yerleştirilmiştir Böyle olunca da medresenin tümü değişmiş, üzeri çatılı ahşap revaklı, yuvarlak kemerleri taşıyan ahşap sütunların arkasına odalar sıralanmıştır

Ayasofya Medresesi Dârü’l-Hıl’atü’Aliyye Medresesi olarak 1924 yılına kadar kullanılmış, 1934 yılında da yıktırılmıştır

Ayasofya Müzesi’nin 1982–1983 yıllarındaki onarımı sırasında temelleri tamamen toprak altında kalan bu medresenin kazısı YMühMimar Alparslan Koyunlu ve Arkeolog Erdem Yücel tarafından yapılmış, plan düzeni tümü ile ortaya çıkarılmıştır Bundan sonra medresenin yeniden yapılması için restitüsyon planları çizilmiş, Anıtlar Yüksek Kurulu’nca da onaylanmıştır Ancak, Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü bilinmeyen bir nedenle medresenin yapımına izin vermemiştir


Sultan Ahmet Medresesi (Eminönü)

Ahmed’in (1603–1617) 1610–1617 yıllarında yaptırmış olduğu yapı topluluğu cami, hünkâr kasrı, türbe, darü’l-hadis medresesi, darü’l-kurra sıbyan mektebi, çeşme, sebiller, darüş’şifa, imaret, hamam ve arastadan meydana gelmiştir Yapı topluluğunun mimarı Sedefkâr Mimar Ağa’dır

Bu yapı topluluğunun bir bölümünü oluşturan Darü’l-Hadis Medresesi külliyenin kuzeydoğusunda, türbenin yakınında yer almaktadır Medrese kıbleye paralel olarak dikdörtgen planlı bir avlu çevresinde yapılmıştır Medrese revaklar, hücreler ve dershane-mescitten meydana gelmiştir Ayrıca türbenin girişi hücrelerin arasındaki bir geçit ile revaklara bağlanmıştır Kesme taştan yapılan medresenin dikdörtgen planlı avlusunun ortasına da yuvarlak mermer bir havuz yerleştirilmiştir Bu havuzun üzerinin altı sütunla taşınan bir çatı ile örtüldüğü sanılmaktadır Avlu etrafında sıralanmış 24 hücre bulunmaktadır Osmanlı mimarisinde medreselerde genellikle 12 veya 16 hücre olmasına karşılık bu medresede hücre satısının 24’e çıkması yaptıranın padişah ile bağlantılı olduğunu düşündürmektedir

Medrese hücrelerinin çoğunda dışarıya ve revaklara açılan pencereleri bulunmaktadır Hücreler içerisinde nişler ve bir de ocağa yer verilmiştir Hücrelerin üzerleri küçük kubbelerle örtülmüştür Hücrelerin kuzey köşesine yerleştirilen dershaneye kuzeydoğudan girilmektedir Zeminden üç basamakla yükseltilmiş olan bu dershanenin mescit olarak kullanıldığı da kıble duvarındaki mihraptan anlaşılmaktadır Kütlevi görünümdeki dershane kuzeybatıdan hücrelerle birleşmektedir Cephelerinde iki katlı pencerelerin bulunduğu dershanenin üzeri pandantifli bir kubbe ile örtülmüştür

Medrese 1924 yılına kadar faaliyetini sürdürmüş, 1935 yılında onarılmış ve avlusu camlı bir çatı ile örtülmüştür Günümüzde Başbakanlık Arşiv Genel Müdürlüğü’nün deposu olarak kullanılmaktadır


Sokullu Mehmet Paşa Medresesi (Eminönü)

İstanbul ili Eminönü ilçesi, Sultanahmet’te, Şehit Mehmet Paşa Yokuşu, Suterazisi Sokağı’nda bulunan Sokullu Mehmet Paşa Camisi, Sokullu Mehmet Paşa (1506–1579) tarafından 1571 yılında yaptırılmıştır Mimar Sinan’ın eseridir

Medrese caminin avlusunda yer almakta olup, U şeklinde bir plan düzenine sahiptir Avlu girişinden merdivenle çıkılan medresenin 16 adet üzeri tonoz örtülü hücresi ve bir de dershanesi bulunmaktadır Kesme taştan yapılmış olan medresenin önünde yuvarlak sütunlarla birbirine bağlı revakın arkasında hücreler sıralanmıştır Hücreler içeriye ve dışarıya birer pencere ile açılmakta olup, içlerine bir de ocak yerleştirilmiştir Dershane kısmı avlunun ortasında dikdörtgen planlı olup, üzeri kubbe ile örtülmüş, hücreler ile cami arasında ilginç bir mimari kompozisyon meydana getirilmiştir

Dershanenin duvarlarında dikdörtgen söveli, ikişer pencere bulunmakta olup, üzeri kubbe ile örtülüdür İçerisindeki bezemeden günümüze herhangi bir iz gelememiştir


Beyazıt Medresesi (Eminönü)

Beyazıd’ın (1481–1512) yaptırmış olduğu külliye cami, medrese, sıbyan mektebi, imaret, tabhane, hamam ve kervansaraydan meydana gelmiştir Külliyenin yapımına 1500 yılında başlanmış, 1505 yılında da tamamlanmıştır Mimar Hayreddin’in eseridir

Sultan II Beyazıd Külliyesi’nin bir bölümünü oluşturan medrese camiden biraz daha uzakta, bağımsız bir yapı olarak yapılmıştır Sultan II Beyazıd Vakfiyesinde bu medresenin ismine rastlanmamıştır Ancak, Osmanlı arşivinde bulunan 1506 tarihli bir belgeden medresenin caminin yapımı bittikten sonra yapıldığı öğrenilmiştir Bu belgeye göre de medresenin mimarı Yusuf Bin Papas, bina emini de Solakoğlu Ali’dir Buna dayanılarak medresenin 1507 yılında yapımının tamamlandığı sanılmaktadır

Medrese yapımından kısa bir süre sonra 1509 depreminde zarar görmüş, büyük bir bölümü yıkılmış, ardından onarılmıştır Osmanlı eğitiminde önemli bir yeri olan bu medresede şeyhülislâmların ders verdikleri kaynaklardan öğrenilmektedir Ayrıca devrinin ünlü kişilerinden Zembilli Ali Efendi, İbni Kemal de burada ders vermiştir

Medrese 1911–1915 yılları arasında harap bir durumda kalmıştır 1940 yılında İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğü tarafından onarılmış, 1943 yılında Belediye Şehir Kütüphanesi olarak hizmet vermiştir Belediye Şehir Kütüphanesi Taksim’deki yeni binasına 1983 yılında taşınmıştır Günümüzde Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bağlı Vakıf Hat Sanatları Müzesi olarak hizmet vermektedir

Medrese ilk yapıldığı yıllarda önündeki meydandan taş bir duvarla ayrılıyordu ve meydana açılan klasik üslupta bir kapısı vardı 1940 yılında yapılan onarımdan sonra buradaki avlu duvarının bir bölümü ile avluya giriş kapısı yıktırılmıştır 1956–1959 yılında Beyazıt Meydanı’nın düzenlenmesi ile de bu duvarlar tamamen kaldırılmış ve medrese ortada kalmıştır

Kesme taştan yapılmış olan medrese 4400x3660 m ölçüsünde dikdörtgen planlıdır İç avlunun çevresini üç taraftan kubbeli revaklar çevrelemektedir Buradaki revakların kemerleri taş payeler üzerine oturtulmuştur Avlunun dördüncü kenarında dershane-mescit bulunmaktadır Dershanenin üzeri 740 çapında bir kubbe ile örtülmüştür Medresenin bütününde kesme taş kullanılmış olmasına rağmen dershane taş ve tuğla dizilerinden meydana gelmiştir

Medresenin giriş kapısı sivri kemerli büyük bir eyvan içerisindedir Bu eyvanın üst kısmında da camilerdeki giriş kapılarına benzer silmeler bulunmaktadır Medresenin revakları arkasında kare planlı, üzerleri kubbeli 20 odası vardır Odaların içerisinde ocak, dolap ve dışa yönelik pencereler bulunmaktadır Medrese avlusunda bir şadırvana yer verilmiştir Ayrıca bu avluda bir de güneş saati bulunmaktadır


Süleymaniye Medreseleri (Eminönü)

Külliyenin mimarı Mimar Sinan’dır

Külliyenin medreseleri Evvel, Sani, Salis, Rabi, Darü’l-Hadis ve Tıp Medresesi’nden meydana gelmiştir Kanuni Sultan Süleyman ordusunun mühendis ve doktor ihtiyacının yanı sıra eğitim ve bilim için bu medreseleri yaptırmıştır Bunlardan Darü’l-Hadis Müderrisliğine daha önce Bağdat kadılığı yapan ünlü âlim Molla Yahya Bin Mureddin’i getirmiştir Onun yanı sıra devrin ulemasından Kadızade Şemseddin Ahmet, Mimarzade Musluhiddin Mustafa, Karahisarlı Şeyh Mehmet Efendi de burada ders vermiştir Tetüme Medresesinde Süleymaniye medreselerinde yüksek tahsillerini yapacak için de olanak sağlamıştır

Süleymaniye Medresesinin yapımı ile birlikte o zamana kadar devrin ünlü kültür yuvarlarından Fatih Medreseleri ikinci planda kalmıştır XVII yüzyılda Süleymaniye Medreselerinde yapılan düzenleme ile burası 12 dereceye kadar yükseltilmiş ve bu düzen Osmanlıların son zamanına kadar sürmüştür Süleymaniye Medreselerindeki eğitim İptidai’den başlayarak eğitimin en yüksek derecesi olan Darü’l-Hadis’le son bulmuştur

Yapı topluluğunun meyilli bir arazide oturtulması için arazinin meyline uydurularak medreselere en üst kottan girilmiş ve bu kota dershaneler yerleştirilmiştir Hücrelerin önüne kademeli revaklar yerleştirilmiş, revak dışındaki yerlere de iki yandan merdivenlerle inilmiştir Avluya doğru bir cumba ile uzanan dershanelerin altına da birer çeşme yerleştirilmiştir Medreselerde 21’er hücre, birer nişli medrese odası ve helâlar bulunmaktadır Medrese hücreleri kare planlı olup, üzerleri kubbe ve tonozlarla örtülmüştür İçlerine ocak nişleri ile dolap yerleri eklenmiştir Ayrıca bunlar önlerindeki revaklara ve dışarıya dikdörtgen söveli birer pencere ile açılmıştır

Süleymaniye Medreseleri kesme taştan, avlu etrafında sıralanmış medrese hücreleri ile dershaneden meydana gelmiştir Simetrik düzende bir iç avlu ile birbirlerinden ayrılan Salis ve Rabi medreseleri Osmanlıların yapmış olduğu medreseler içerisinde mekân yönünden en zengin kuruluşlardır Caminin girişinin batısında Salis, güneyinde de Rabi medresesi yer almaktadır Bu medreselerin altında dükkânları ile Tiryaki Çarşısı bulunmaktadır Bu medreseler kare planlı bir avlunun çevresinde, kare planlı olarak yapılmışlardır 20 medrese hücresi önlerindeki kubbeli revakların arkasına simetrik olarak sıralanmıştır Rabi ve Salis medreseleri birbirine simetrik düzende yerleştirilmiştir

Darü’l-Hadis Medresesi külliyenin cami mihrabının karşısında yapılmıştır Kesme taştan yüksek kubbesi ile dikkati çeken bu bölümde Hadis ilimleri ile ilgili eğitim verilmekte idi Caminin girişinin doğusunda Evvel, kuzeyinde de Sani Medresesi bulunmaktadır Dar bir yolun iki tarafına simetrik olarak yerleştirilen bu medreselerin altında öğrenci hücreleri bulunmaktadır Bu yapılarda 23 hücre bir dershane, helâlar ve müderrisler için bir ev bulunmaktadır

Tıp Medresesi yapı topluluğuna 1552 yılında eklenmiş olup, Darü’l-Hadis ve Salis medreselerinin arasındadır Bu medrese de dükkânlar üzerine oturtulmuştur Tiryaki Çarşısının doğusunu oluşturan bu medresenin arkasına doğumevi yapıldığından özgün durumu hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır Günümüze bu medreseden yalnızca Tiryaki Çarşısı üzerindeki bir sıra hücresi gelebilmiştir


Cafer Ağa Medresesi (Eminönü)

Mimar Sinan’ın eserlerinin listesini veren Teskiretü’l Ebniye, Teskiretü’l Bünyan ve Tuhfetü’l Mimarin’e göre Mimar Sinan’ın eseridir Cafer Ağa’nın 1557’de ölümünden sonra kardeşi Gazenfer Ağa tarafından 1559’da tamamlanmıştır

Cafer Ağa Medresesi Osmanlı mimarisindeki bağımsız medreseler grubundan bir örnektir Arazi eğiminden ötürü Alemdar Caddesi yönünde, altında dükkânları olan bir bodrum katı üzerine yapılmıştır Ayrıca yol üzerindeki dört hücrenin üst kat ile bağlantısı bulunmamaktadır Medresenin Alemdar Caddesi’ne açılan birer kapısı ile alt ve üst penceresi ile ocağı bulunan, üzerleri basık beşik tonozlarla örtülmüş alt kat odaları bulunmaktadır

Medrese düzgün kesme köfeki taşından yapılmıştır Ancak daha az önemli görünen arka cephelerde kaba yontma taş örgü tekniği, Alemdar Caddesi yönünde ise bir taş, üç tuğla dizisi ile duvarlar işlenmiştir

Medresenin asıl girişi Soğukkuyu Sokağı’nın, Soğukkuyu Çıkmazı’ndadır Buradaki basık kemerli bir kapıdan dikdörtgen planlı avluya girilmektedir Bu avlunun çevresinde 15 medrese hücreleri ile dershaneye yer verilmiştir Medrese hücreleri aynı ölçülerde yapılmamış, doğudakiler kareye yakın, batıdakiler de dikdörtgen planlıdır Üzerleri tonoz veya kubbe ile örtülü olan bu hücrelerin revaklara açılan dikdörtgen birer penceresi bulunmaktadır Dış cephelere yönelik pencerelerin üzerinde ikinci sıra pencereye yer verilmiştir Her odanın ayrı birer ocağı ve nişi vardır

Medresenin uzun ekseninde, kuzey-güney doğrultusunda avluya giriş arazi konumundan ötürü dershane ile hücrelerin doğu kanadı arasındadır Bu nedenle de doğu yönündeki hücrelerin sayısı azaltılmış ve burada kolları birbirine eşit olmayan bir U plan düzeni ortaya çıkmıştır Dershane U planının açık ucu üzerinde ayrı bir yapı görünümündedir Ön kısmına saçaklı bir sundurma eklenmiştir Dershane 600x600 m ölçüsünde kare planlı olup, üzeri kasnaksız bir kubbe ile örtülmüştür Dershane giriş kapısı dışında altlı üstlü ikişer pencere ile aydınlatılmıştır

Giriş cephesine biri kapı üzerinde, diğer ikisi de yanlarda olmak üzere üç kitabe yerleştirilmiştir Bu kitabelerden 1560 tarihli olanında Yerebatan Sarnıcı içerisindeki suyun bu medreseye bağlanması için padişahın izin verdiği belirtilmiştir Diğer iki kitabeler ise medresenin kandillerine zeytinyağı satın alınması ve hayırsever kişilerin yaptığı bağışlarla ilgilidir

Medrese avlusunun ortasında bir kuyu ile mermer bir su haznesi bulunmaktadır Cafer Ağa Medresesi değişik dönemlerde onarılmış, son olarak 1989 yılında Türk Kültürüne Hizmet Vakfı tarafından onarılmış ve medrese Kültür Merkezi ismi altında Geleneksel Türk el sanatlarının üretildiği, öğretildiği ve satıldığı bir turizm merkezine dönüştürülmüştür


Cedid Mehmet Efendi Medresesi (Eminönü)

Medresenin tarihi geçmişi ile ilgili kaynaklarda yeterli bilgi bulunmamaktadır Banisi olarak söylenen Cedid Mehmet Efendi’nin kim olduğu konusunda da Sicil-i Osmanî’de bu isme rastlanmamıştır Bu nedenle Cedid Mehmet Efendi’nin halktan bir kişi olduğu ve bu medreseyi yaptırdığı sanılmaktadır Medresenin mimari yapısı da XVIII yüzyılda yapıldığını göstermektedir

Cedid Mehmet Efendi Medresesi’nin kitabesi bulunmamaktadır Medresenin bütünü tamamlanmadan öğrenime açıldığı avlu revaklarının sütun başlıklarından yalnızca birinin işlenip, diğerlerinin eksik bırakılmasından anlaşılmaktadır Büyük olasılıkla da banisi medreseyi tamamlamadan ölmüş olmalıdır Bu medrese ile ilgili Ceride-i İlmiye ve Ders Vekâleti Medrese ve Müderris Defteri’nde ismi geçmektedir Buna göre, Cedid Mehmet Efendi Medresesi Taliyye üç sınıftan oluşmuş ve 30 öğrencisi bulunuyordu Bunun yanı sıra Esin Yücel’den öğrenildiğine göre Ders Vekâleti Medrese ve Müderris Defteri’nde medrese ile ilgili bir kayıt bulunmaktadır:

“Cedid Mehmet Efendi
Sultanahmed Hücre sayısı:12

Zemînî harabca, cereyân-ı havâya müsâ’id değil ise de, nufûz-ı ziyâya müsâ’idce 12 odası ve harab bir dershâne ile muhtâc-ı tathîr ve kûfi vüs’atde bir havli ve şadırvan ve bir de kuyusu mevcûd olup, abdesthâne, gusûlhâne, çamaşırhânesi ta’mîr olunduğundan kâfidir Lâyıkıyla ve mükemmel bir ta’mîr-i fennî ile talebe iskân edebilir Hâl-i hâzırdı pek iyi değildir 7 talebesi vardır 12 kadar talebe ikâmet edebilir Fî 20 ağustos 1330

Müderrisleri:
Ders-î âmmdan Kastamonulu
Mustafa Âsım Efendi
Ders-î âmmdan Filibeli Ahmed
Cevded Efendi

……77 İshak Paşa
Boş olub, biraz ta’mir edilir ise, talebe ikamet eder Birkaç zâbid namzedi vardır, memlekete gitmek üzeredir Fi 19 Kanun-ı evvel Sene 334

Medrese İstanbul Vakıflar Baş Müdürlüğü’nün mülkiyetinde olup, 4 Nisan 1984 yılında Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu ile yapılan protokol ve Bakanlar Kurulu’nun 8 Mayıs 1983 gün ve 6506 Sayılı Kararı ile on yıllığına kuruma tahsis edilmiştir Bu tarihte bakımsız olan medrese Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu’nca YMimar Mustafa Pehlivanoğlu ve YMüh Vasıf Pehlivanoğlu tarafından yapılan restorasyonu 1987 yılında tamamlanmıştır

Medrese kesme taştan avlulu plan tipindedir Medreseye Kabasakal Caddesi üzerinde sıralanmış dükkânların arasından girilmektedir Mermer söveli, basit bir girişten sonra beşik tonozlu bir geçitten avluya ulaşılmaktadır Bu avlu dikdörtgen planlıdır İçerisinde kime ait olduğu bilinmeyen bir mezar, kuyu ve su haznesi bulunmaktadır Avlu üç taraftan dokuz sütunun taşıdığı sivri kemerli bir revak ile çevrelenmiştir Revaklardaki ince ve mermer sütunlar birbirleri ile sivri kemerlerle bağlanmıştır Bu revakların arkasında 12 adet üzeri kubbeli medrese hücresi bulunmaktadır Bu medrese odaları kare planlı olup, birer pencere ve kapı ile avluya açılmaktadır Medresenin Kabasakal Caddesi’nin köşesine rastlayan yerine yine kare planlı ve hücrelerden daha büyük bir dershane-mescit yapılmıştır

Günümüzde medrese Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu’nun yönetiminde Osmanlı kültürünü yansıtan İstanbul El Sanatları Çarşısı olarak hizmet vermektedir


Hacı Beşir Ağa Medresesi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Alemdar Mahallesi, Alay Köşkü Caddesi, Hükümet Konağı Sokağı ve Hacı Beşir Tekkesi Sokağı’nın sınırladığı alanda bulunan Hacı Beşir Ağa Külliyesi, cami, sıbyan mektebi, medrese, kütüphane, tekke, sebil ve iki çeşmeden meydana gelmiştir Bu yapı topluluğu Sultan III Ahmed (1703–1730) ve Sultan I Mahmud (1730–1754) dönemlerinde Darüs’saade Ağalığı yapan Hacı Beşir Ağa tarafından 1744–1745 yılları arasında yapılmıştır XIX yüzyılın ilk yarısında onarılan yapı topluluğu günümüze iyi bir durumda gelebilmiştir

Medrese kesme taş ve tuğladan yapılmış olup, caminin minare kaidesinin yanında yer almaktadır Medresenin girişi kilit taşında küçük bir rozet bulunan basit bir kemerli kapıdır Girişi çepeçevre çeviren dikdörtgen çerçevenin arasına Şair Rahmi’nin 1744 tarihli manzum kitabesi yerleştirilmiştir

Dikdörtgen planlı medresenin avlusu batıda Hacı Beşir Tekkesi Sokağı boyunca devam eden dayanak duvarları ve diğer üç yönde de sivri kemerli revaklarla çevrilidir Kesme köfeki taşından yapılmış olan medresenin 15’i kare planlı ve kubbeli, istinat duvarına bitişik olan iki tanesi de tekne tonozlu ve dikdörtgen planlı 17 hücresi bulunmaktadır Hücrelerin önündeki yuvarlak revak kemerleri mermer sütunlar üzerine oturtulmuştur Medrese hücreleri birer kapı ve dikdörtgen söveli, demir lokmalı pencerelerle avluya açılmıştır Doğu kanadındaki hücrelerin cami avlusuna açılan ayrı birer penceresi de bulunmaktadır Odaların içerisinde ocaklar ve nişlere yer verilmiştir Ocakların tuğla örgülü, kare kesitli bacaları kurşun kaplı piramidal külahlarla dikkati çekmektedir Bu medresenin bir özelliği de dershane bölümünün bulunmayışıdır


Rüstem Paşa Medresesi (Eminönü)

İstanbul ili Eminönü ilçesi, Cağaloğlu’nda Rüstem Paşa ile Hoca Hanı sokaklarının kesiştiği yerde bulunmaktadır Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan ile evlenen ve 1544–1553; 1555–1561 yıllarında sadrazamlık görevinde bulunan Rüstem Paşa Eminönü’ndeki külliyesinin yanı sıra bu medreseyi de 1550–1551 yıllarında yaptırmıştır

Medrese Haliç’e doğru eğimli bir arazide olup, kuzeyi dayanak duvarları ile desteklenmiş bir teras üzerindedir Medresenin kuzeydoğu duvarı da bu dayanak duvarından yaklaşık 750 m geriye çekilmiştir Bulunduğu yerden kuzeybatıya doğru kıvrılarak devam eden medrese, XVIII yüzyıl sonrasında yapılmış bir su terazisi ile birleştirilmiştir

Kesme köfeki taşı ve tuğladan yapılan medrese Mimar Sinan’ın eseridir Bu medresede Mimar Sinan Amasya’da Kapı Ağası Medresesinde uyguladığı sekizgen planlı avlu düzenini tekrarlamıştır Ondan farklı olarak bu medrese dıştan kareye dönüştürülmüş ve köşe dönüşlerinde değişik bir çözüm uygulamıştır Güneydoğu cephesinin ortasındaki kemerli bir kapıdan içerisine girilen sekizgen planlı avlunun ortasına kümbet şeklinde bir şadırvan yerleştirmiştir Avlu birbirine eşit yükseklikte çepeçevre revaklarla çevrilmiştir Kıble yönüne 4200x4300 m ölçüsünde kareye yakın dershane yerleştirilmiştir Bu dershanenin yarısı hücrelerin içerisinde, yarısı da dışarıya taşacak biçimdedir Revak zemininden bir basamak yüksekliğindeki dershaneye basık kemerli bir kapıdan girilmektedir

İç mekân dışarıya açılan pencerelerin yanı sıra kemerli nişlerle hareketlendirilmiştir Güneydoğu duvarının ortasında da sonradan yapıldığı sanılan küçük bir mihrap nişine yer verilmiştir Dershanenin pencereleri ana yapıdan dışarıya çıkıntı yapan cephelere, yan duvarlarda bir alt ve bir üst; kuzeydoğu cephesinde iki alt ve birbirine eşit yükseklikte üç üst pencere düzenindedir Kubbe geçişi içeriden mukarnaslı tonoz üçgenlerle sağlanmıştır Avlu revaklarının arkasına hücreler sıralanmıştır Dershaneye bitişik olan hücrelerin üzeri kubbe ve piramidal yarım kubbelerle örtülmüştür

Medresenin kuzeydoğu ve kuzeybatı köşelerinde derinliklere yerleştirilmiş iki eyvan vardır Bu bölümlere de üçü eyvandan girilen beşer hücre sığdırılmıştır Toplam 22 adet olan medrese hücreleri değişik boyut ve plan düzenindedir Medresenin güneybatı köşesindeki hücreler dışta sekizgeni oluşturacak biçimde sıralanmıştır Kare ve sekizgen arasında kalan alçak plandaki bahçe duvarı ile sınırlanan yere de helâ ve gusülhaneler yerleştirilmiştir

Medresenin güney köşesi diğerlerinden farklı olan bir üst örtü düzenine sahiptir Diğerlerinden farklı olan bu mekânın bazı araştırmacılar tarafından hamam olduğu ileri sürülmüştür Bununla beraber bu mekânın mutfak olarak tasarlandığı da düşünülmektedir

Medrese değişik zamanlarda onarılmış ve bu yüzden de bazı yerlerine ilaveler yapılmıştır 1869 yılında kadar medrese görevini sürdüren yapı, 1918 yangınında, yangından zarar görenler tarafından işgal edilmiş, Cumhuriyet döneminde önce Kimsesizler Yurdu, 1966’dan sonra üniversite öğrencilerinin yurdu olarak kullanılmıştır 1987’den itibaren de Eminönü İlçesi Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı tarafından kullanılmaktadır


Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Medresesi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Çarşıkapı’da Divan Yolu Caddesi üzerinde bulunan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Külliyesi’ni Sultan IV Mehmet (1648–1687) döneminde Kaptan-ı Derya ve Sadrazamlık görevlerini yapmış olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa yaptırmaya başlamıştır Ancak sadrazamın II Viyana Kuşatmasındaki başarısızlığından ötürü 1683 yılında yapı topluluğu yarıda kalmıştır Dershane üzerindeki kitabesinden öğrenildiğine göre de oğlu Ali Bey tarafından Mimar Hamdi’ye 1690 yılında tamamlattırılmıştır

Yapı topluluğu Darül Hadis Medresesi, dershane-mescit, sıbyan mektebi, sebil, dükkânlar ve hazireden meydana gelmiştir Külliyenin dershane-mescidi avlunun kuzeydoğu köşesinde sekizgen planlı bir yapı olup, kesme köfeki taşından yapılmıştır Dershane-mescidin üzeri içten pandantifli, dıştan da sekizgen kasnaklı bir kubbe ile örtülmüştür Avlu zemininden biraz daha yüksek olan dershanenin girişi önünde dört, yanlarında da birer tane olmak üzere altı mukarnas başlıklı, sivri kemerlerle birbirine bağlanmış bir revak bulunmaktadır Revakın üzeri ahşap tavanlı olup, ortadaki kemer diğerlerine göre daha geniş ve yüksektir Buradaki kemer üzerinde bulunan kitabe sülüs yazı ile yedi beyitten meydana gelmiş olup, yarıda kalan külliyenin Kara Mustafa Paşa’nın oğlu Ali Bey tarafından Mimar Hamdi’ye tamamlattırdığı yazılıdır

Dershane-mescit çift sıralı pencerelerle aydınlatılmış olup, alt sıradaki pencereler köfeki taşından sivri hafifletme kemerli dikdörtgen sövelidir Üst sıra pencereler ise sivri kemerlidir İç kısmında mihrap nişi ve duvarlarda da dolaplara yer verilmiştir

Dershane-mescidin karşısındaki avluda medrese odaları U şeklinde sıralanmıştır Önlerinde revaklar bulunan medrese hücreleri batı ve güneyde on odadan meydana gelmiştir Medrese hücrelerinin revak cepheleri kesme köfeki taşından olup, batı ve güney yönlerindeki cepheleri taş-tuğla duvar örgüsüne sahiptir Baklava başlıklı dokuz mermer sütuna oturan ve sivri kemerlerle birbirlerine bağlanmış olan revaklar ile medrese odalarının üzerleri pandantifli kubbelerle örtülmüştür Bunlardan köşe odası dikdörtgen planlı, diğerleri ise kare planlıdır Dikdörtgen olan odanın güneyinde kubbe, kuzeyinde de içeriye girişi sağlayan yer beşik tonozla örtülmüştür Köşe odasında girişi sağlayan kapı diğer odalarda da basık kemerli birer kapı ile ikişer dikdörtgen penceresi bulunmaktadır Medrese odalarının içerisinde yuvarlak kemerli ocak nişi ve bunun iki yanında da birer dolap nişine yer verilmiştir Bu pencereler dıştan tuğladan yuvarlak kemerli ve dikdörtgen söveleri köfeki taşından yapılmıştır

Medresenin avlu kapısının yanına revak cephesinin üst köşesine de bir kuş köşkü yerleştirilmiştir Medrese avlusundaki havuz günümüze gelememiştir Revak kemerleri yakın tarihte Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından yapılan restorasyon sırasında camekânla kapatılmıştır Külliyenin Divan Yolu Caddesi’ne bakan cephesindeki dükkânlar 1956–1957 yıllarında caddenin genişletilmesi sırasında yıkılmıştır Bu arada önündeki sebil ve hazire yan sokağa taşınmıştır

Yapı topluluğu Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 1960 yılında restore edilmiştir Günümüzde medrese ve yanındaki sıbyan mektebi İstanbul Fetih Cemiyeti ile Yahya Kemal Enstitüsü’ne tahsis edilmiştir


Sinan Paşa Medresesi (Eminönü)

Yemen Fatihi Sinan Paşa’nın yaptırmış olduğu bu külliye medrese, dershane-mescit, türbe ve sebilden meydana gelmiştir

Külliye simetrik olmayan bir plan düzenine göre avlu içerisinde yer almaktadır Külliyeyi oluşturan medrese, türbe ve sebil güney ve batı yönlerindeki kesme taş duvarlar içerisine alınmıştır Ayrıca ana caddeye bakan avlu duvarının türbe hizasına sivri kemerli demir şebekeli pencereler açılmıştır Avlu duvarı ile medrese arasındaki bahçe XVIII yüzyılın sonlarında hazireye dönüştürülmüştür Böylece içerideki mezarların dışarıdan görünebilmeleri için duvarın bir bölümü yıktırılmış ve barok üslupta bir kemerle yükseltilmiştir Yapı topluluğunun basık kemerli avlu giriş kapısı da bu cephenin üzerindedir Bunun biraz ilerisinde cadde ile sokağın kesiştiği yere de sebil yerleştirilmiştir

Medrese Klasik Osmanlı üslubunda yapılmıştır Dikdörtgen planlı, revaklı avlulu olan medresenin üç tarafı hücrelerle çevrilmiştir Dershane-mescit ise Osmanlı medrese planlarının geleneksel düzeninden ayrı olarak medrese hücrelerine bitiştirilmiştir Böylece dershane revakı hem medreseye, hem de dershaneye girişi sağlamıştır Avlu çevresindeki medrese hücresi on altı adet olup, hepsi kare planlıdır Üzerleri kubbe ile örtülüdür Hücreler avluya birer kapı ve birer pencere ile dışarıya ise altlı üstlü iki pencere sırası ile açılmıştır Bunlardan alt sıra pencereler dikdörtgen söveli, üst sıradakiler de alçı şebekeli sivri kemerlidir Hücrelerin önündeki baklava başlıklı on dört sütun birbirlerine kemerlerle bağlanmış, üzerleri de kubbelerle örtülmüştür

Medresenin iç avlusunda sekizgen planlı bir şadırvan bulunmaktadır Bu şadırvan baklava başlıklı sekiz sütunun taşıdığı bir çatı ile örtülüdür Şadırvanın ortasına sekizgen planlı mermerden yapılmış bir de havuz eklenmiştir Ayrıca avlu içerisine bir su kuyusu ile mermerden su teknesi de eklenmiştir

Medresenin batısında bulunan dershane-mescit Erken Osmanlı mimarisini anımsatacak biçimde ters T planı göstermektedir Önünde iki sütun ve bir paye üzerine oturmuş üç gözlü bir revaka yer verilmiştir Bu revakların iki bölümü kubbe diğerleri de tonozla örtülüdür Dershanenin duvarları bir sıra taş ve üç sıra tuğlanın alternatifli olarak örülmesinden meydana gelmiştir Dershanenin üzeri sekizgen kasnaklı tromplu bir kubbe ile örtülmüştür Kubbe içerisindeki kalem işleri XIX yüzyılın sonlarında yapılmıştır


Şehzade Mehmet Medresesi (Eminönü)

Caminin kitabesinden öğrenildiğine göre külliyenin yapımına 1544 yılında başlanmış ve 1548 yılında da tamamlanmıştır Medresenin giriş kapısı üzerindeki kitabeden 1546–1547 yıllarında yapıldığı anlaşılmaktadır

Medrese kesme köfeki taşından yapılmış olup, yapı topluluğunun dış avlu kuzey duvarını oluşturmaktadır Klasik Osmanlı medrese mimarisinden simetrik olmayışından ötürü ayrılmaktadır Dershane ve 20 medrese hücresinden meydana gelmiştir Medrese hücrelerinin önünde yuvarlak mermer sütunlar baklava başlıklı olup, birbirleri ile yuvarlak kemerlerle birleştirilmişlerdir Bunların üzeri kubbe ile örtülüdür Revakların arkasındaki medrese hücreleri kubbeli olup, avluya bir kapı ve bir de dikdörtgen söveli pencere ile açılmaktadır İçlerinde ocak ve dolap nişleri bulunmaktadır Girişin karşısına bir eyvan ve helâlar yerleştirilmiştir Dershane kısmının içerisinde bulunan mihrap burasının aynı zamanda mescit olarak da kullanıldığını göstermektedir

İstanbul medreseleri arasında üst düzey eğitim veren bir kurum olup, zamanla harap olmuş, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilmiştir 1950 yılından sonra da Yüksek Eğitim Kız Öğrenci Yurdu olmuştur


Seyyid Hasan Paşa Medresesi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Beyazıt Vezneciler’de, Kimyager Derviş Sokağı üzerinde bulunan bu medrese Sultan I Mahmut (1730–1754) dönemi sadrazamlarından Seyyid Hasan Paşa tarafından yaptırılan külliyenin medresesidir Külliye medresenin yanı sıra sıbyan mektebi, sebil, çeşme ve dükkânlardan meydana gelmiştir Mimarbaşı Çelebi Mustafa Ağa tarafından yapılmıştır

Medrese fevkâni olarak kesme köfeki taşı ve tuğladan yapılmıştır Zemin katın ortasında giriş kapısı, bunun iki yanında beşik tonozlu ikişer dükkâna yer verilmiştir Sol taraftaki dükkânların yanında sıbyan mektebinin kapısı ile çeşme ve sebil bulunmaktadır Giriş kapısı kesme köfeki taşından yuvarlak kemerlidir Üzerine Şair Nimet’in on sekiz mısralık talik yazılı kitabesi yerleştirilmiştir Giriş kapısından merdivenle çıkılan üst katta medrese ve sıbyan mektebi bulunmaktadır

Dershane kısmı konsolların yardımı ile zemin katın üzerine oturtulmuştur Buradaki medrese hücreleri sekiz tane olup, revaklı avluyu L şeklinde kuşatmaktadır Medresenin üst katı bir sıra taş, üç sıra tuğla ile yapılmıştır Medresenin beş hücresi sol yan cephede olup, burası on sekiz pencere ile dışarıya açılmaktadır Bunlar dikdörtgen mermer söveli olup, demir parmaklıklıdır Ayrıca sağ yan cephede bulunan dershane-mescit ile pencereler de dışarıya açılmaktadır Yapının tümü iki sıra halinde kirpi saçaklıdır Medrese içerisindeki dershane bölümü tromplu bir kubbe ile örtülüdür Buradaki kalem işleri barok üslupta olup, yapının tümünde başka bir bezemeye rastlanmamaktadır


Cafer Paşa Medresesi (Eyüp)

İstanbul ili Eyüp ilçesi, Merkez Mahallesi’nde Kalenderhane Caddesi ile Kızıl Değirmen Sokağı’nın birleştiği yerde bulunan medrese, dergâh ve türbeden meydana gelen yapı topluluğunu XVI yüzyıl vezirlerinden Cafer Paşa yaptırmıştır Külliyenin dergâh üzerindeki manzum kitabesindeki ebcet hesabına göre yapı topluluğu 1575 yılında yaptırılmıştır

Medrese on oda ve bir de dershaneden meydana gelmiştir Avlu etrafında U şeklinde sıralanmış medrese hücreleri ve dershane kesme köfeki taşından yapılmıştır Plan düzeninde dershane kısmı U şeklindeki planın kısa kenarındaki hücreye bitiştirilmiştir Kare planlı olup, üzeri pandantifli bir kubbe ile örtülmüştür İç kısmında girişin karşısına gelen bir mihrap nişi, bunun iki yanında da birer dolap bulunmaktadır Dışarıya girişin iki yanında, dergâha yönelik cephesinde de dikdörtgen söveli ikişer penceresi bulunmaktadır Medrese hücreleri U planının kısa kenarında üçer tane, uzun kenarında da altı adettir Bu hücrelerin üzerleri pandantifli kubbeler ile örtülmüş, dışarıya ikişer pencere ile açılmışlardır Medresenin avluya yönelik cepheleri taş ve tuğladan, arka cepheleri ise moloz taşla örülmüştür

Yapı topluluğu Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 1975 yılında restore edilmiştir Günümüzde Kuran Kursu olarak kullanılmaktadır


Fatih (Eyüp Sultan Cami Medresesi) Medresesi (Eyüp)

Neşri Tarihi’nde “Ebu-Eyyüb-ı Ensari’den bir imaret ve bir medrese ve bir cami ve bir hamam yapılmıştır” yazılıdır Fatih Sultan Mehmed’in vakfiyesinde de “cami hariminde her neci güzelliklerle bezenmiş ve kubbelerle süslü, altı hücreli değerli bir medrese bina etti” yazılıdır

Ekrem Hakkı Ayverdi bu medrese odalarının on altı tane olduğunu belirtmiştir Bu medresenin hücreleri cami revakından başlayarak türbenin sağ ve soluna kadar uzanıyordu Sağ taraftaki medrese odalarının bulunduğu yere sonradan Beşir Ağa Türbesi, Cüzhane; sol tarafındaki hücrelere de Kıbrıs Fatihi Lala Mustafa Paşa’nın türbesi yapılmıştır

Medrese cami ile birlikte 1766 depreminde zarar görmüş, 1798 yılında cami yenilenmişse de medrese odaları tamamen ortadan kaldırılmış ve bugün avluya dönüştürülmüştür

Küçük Emir Efendi 1528 yılında ölümüne kadar bu medresede ders vermiştir


İsmihan Sultan (Yazılı Medrese, Sokullu Mehmet Paşa Medresesi) Medresesi (Eyüp)

İstanbul Eyüp ilçesi, Cami-i Kebir Caddesi’nde Sokullu Mehmet Paşa Türbesi’nin karşısında bulunan bu medrese kitabesinden öğrenildiğine göre, Yavuz Sultan Selim’in (1512–1520) kızı İsmihan Sultan tarafından 1568 yılında Mimar Sinan’a yaptırılmıştır

Medresenin avlu kapısı üzerinde üç satır halinde Arapça bir kitabe bulunmaktadır:

“Hazret’üs-Sultan bint-i Han Selim
Ehl-i Hayrât alâ vü ceh’ül-umum

Medresenin 12 mısralı tarih beyti:

“Kâle târihen nihadi behâ
İnhâ dar’üd-tahsil-i ulum
976 (1568)

Medrese hücrelerine açılan kapısında kitabe bulunmamaktadır Kesme köfeki taşından yapılmış olan medrese odaları dikdörtgen bir avlunun iki tarafına yerleştirilmiş on dokuz hücreden meydana gelmiştir Avlunun iki tarafında sıralanmış olan hücrelerin on dokuzu öğrenci odası, biri giriş holü ve ikisi de eyvandır Eyvanlardan biri iç, diğeri de dış avluya bakmaktadır Dış avluya bakan eyvanın yanında iki odalı bir hizmet bölümüne yer verilmiştir Avluyu çevreleyen duvarlar kapılar dışında sağırdır Hücreler birbirinin eşi ölçüdedir Bu hücrelerin üzerleri 340 m çapında pandantifli kubbelerle ile örtülü olup, içlerinde ocak ve dolap nişleri bulunmaktadır Medresenin girişi dershanenin hemen altında yer almaktadır Hücrelerin önünde üzerleri kubbeli ikisi mermer, diğerleri de köfeki taşından yirmi dört sütunlu bir revak bulunmaktadır

Medresenin dershanesi hücrelere göre daha yüksek olup, üzeri kurşun kaplı bir kubbe ile örtülüdür İç mekân altta dikdörtgen söveli altı pencere, üstte de alçı şebekeli, vitraylı üç pencere ile aydınlatılmıştır Kubbenin içerisi XIX yüzyılda yapılmış kalem işleri ile bezelidir Ayrıca avlunun orta yerine de dikdörtgen bir şadırvan yerleştirilmiştir

Dershane-mescit Sokullu Mehmet Paşa’nın eşi İsmihan Sultan adına yaptırılmış olup, önünde tek kubbeli küçük bir revakı bulunmaktadır Dershane on iki köşeli kasnaklı bir kubbe ile örtülüdür İç mekândan kubbeye geçiş tromplarla sağlanmıştır Medrese ile birlikte dershane de üç sıra tuğla hatıllı köfeki taşından yapılmıştır

Medrese Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 1957 yılında onarılmıştır


Zal Mahmut Paşa Medresesi (Eyüp)

İstanbul ili Eyüp ilçesi, Defterdar Caddesi ile Zal Paşa Caddesi arasında bulunan Zal Mahmut Paşa Külliyesi’ni Kanuni Sultan Süleyman’ın (1520–1566) sadrazamı Zal Mahmut Paşa ile karısı Yavuz Sultan Selim’in (1566–1574) kızı Şah Sultan tarafından cami, medrese, türbe ve çeşmeden oluşan bir külliye olarak yaptırılmıştır Bu yapı topluluğunun üzerinde kitabesi olmadığından yapım tarihi konusunda kesin bir tarih verilememektedir

Yapı topluluğunun bölümlerinden biri olan bu medresenin, Mimar Sinan’ın eserlerinin listesini veren Tuhfetü’l Mimarin’de ismi geçmektedir XVI yüzyılda yapılmış Klasik Osmanlı medreselerinden bir örnektir Medresenin 1580 yılında cami ile birlikte yapıldığı sanılmaktadır CBaltacı medresenin Vakıflar Genel Müdürlüğü’ndeki arşiv kayıtlarına göre 1579–1580 yıllarında fevkâni olarak yapıldığını belirtmiştir Yapı topluluğunun 1569–1570 tarihli vakfiyesinde medresenin 9 danişmende ikişer akçe, müderrise de 30 akçe verildiğini yazmaktadır

Medrese arazi eğiminden ötürü kuzey doğu yönünde, caminin yan sahnının aşağı kotunda kalmıştır Kot farkından ötürü de medrese hücreleri alt yapı üzerine oturtulmuştur Bu nedenle de simetrik olmayan bir düzen yapıya hâkim olmuştur Medrese hücreleri caminin karşısında U şeklinde avlu etrafına sıralanmış, üzerleri kubbeli on üç oda ve bir dershaneden meydana gelmiştir Dershane hücrelerin bir köşesindedir Revaklar yalnızca iki oda grubunun önünde kalmış, arazi eğiminden ötürü de güneybatıdaki odaları üzerleri aynalı tonozlu dikdörtgen planlar halinde düzensiz olarak yapılmıştır Caminin son cemaat revakı ile medrese revakları arasında bazı uyumsuzluklar görülmektedir

Medresenin üst katındaki avlusu merdivenle aşağı kottaki avluya bağlanmıştır Alt kattaki avluda ise değişik biçimde üst örtüleri ile dikkat çeken, kuzey tarafında altı, bunun sağında da dört oda yer almakta olup, simetrik olmayacak şekilde yerleştirilmiştir Doğu tarafındaki üzeri kubbeli üç oda, tonozlu bir büyük oda ve yüksek kubbeli bir dershane bulunmaktadır Odaların önüne de sütunlu bir revak eklenmiştir

Medrese külliye ile birlikte Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 1960 yılında onarılmıştır


Behram Kethüda Medresesi (Eyüp)

İstanbul Eyüp ilçesinde Mahpeyker Kösem Sultan’ın kethüdası olan Behram Kethüda’nın yaptırmış olduğu medresenin ismine kaynaklarda rastlanmakla beraber, Eyüp’teki yeri ve yapım tarihi bilinmemektedir Behram Kethüda’nın 1646 yılında ölümünden önce yapıldığı sanılmaktadır


Cezeri Kasım Paşa Medresesi (Eyüp)

İstanbul Eyüp ilçesi, Çömlekçiler civarında, Zal Paşa Caddesi ile Akar Çeşme Sokağı’nın bulunduğu yerdeki Cezerizade Kasım Paşa’nın 1515’te yaptırmış olduğu camisinin avlusunda bulunan medrese günümüze gelememiştir Kaynaklarda ahşap olduğu belirtilen bu medresenin mimari yapısı ile ilgili de bilgi bulunmamaktadır Necmeddin Mehmed Efendi bu medresede ders vermiş ve caminin mihrabı önüne gömülmüştür


Defterdar Nazlı Mahmut Efendi Medresesi (Eyüp)

İstanbul ili Eyüp ilçesi Çömlekçiler semtinde, Defterdar Caddesi’nde bulunan 1541 yılında yapılmış Defterdar Camisi’nin yanındaki medrese günümüze gelememiştir Medrese ile ilgili olarak yalnızca Hüseyin Ayvansarayi Hadikat’ül Cevami adlı eserinde bazı bilgiler vermektedir:

“Ahşap medrese, mütevelli reyi ile evli olanlara oda oda kiraya verilmiştir

Bu medresenin yanındaki sıbyan mektebi ile birlikte 1766 yılında yıkıldığı sanılmaktadır


Kazasker Arif Efendi Medresesi (Eyüp)

İstanbul ili Eyüp ilçesi, Yusuf Muhlis Paşa Caddesi ile Ruznameci Çıkmazı’nın birleştiği yerde bulunan bu medrese günümüze gelememiştir Bugün arsası üzerinde Ziraat Bankası bulunmaktadır

Kazasker Abdülbaki Arif Efendi, Selanik, Bursa ve Mısır Mollası olmuş, 1700 tarihinde de İstanbul Kadılığı’na getirilmiştir Son olarak Rumeli Kazaskerliği görevini yapmış, 1713 tarihinde de ölmüştür Mezarı Eyüp Sultan Camisi’nin Bostan İskelesi’ne açılan avlu kapısının solundadır Medreseyi ölümünden sonra vasiyeti üzerine damadı ve talebesi Abdürrahim Faiz Efendi yaptırmıştır

Medresenin mimari yapısı hakkında kaynaklarda herhangi bir bilgiye rastlanmamıştır


Taşköprüzade Medresesi (Eyüp)

İstanbul Eyüp ilçesinde, Taşköprüzade İsameddin Ahmet Efendi’ninm yaptırmış olduğu bu medresenin Eyüp’teki yeri ve yapım tarihi bilinmemektedir Taşköprüzade’nin 1561 yılında öldüğü dikkate alınacak olursa medresenin bu tarihten önce yapıldığı sanılmaktadır Medresenin mimari yapısı ile ilgili kaynaklarda hiçbir bilgiye rastlanmamıştır


Kangırılı Mustafa Efendi Medresesi (Eyüp)

İstanbul, Eyüp ilçesi, Nişanca’da Nişancı Mustafa Paşa Caddesi ile Davut Ağa Caddesi’nin birleştiği yerde bulunan bu medrese ile ilgili kaynaklarda herhangi bir bilgiye rastlanmamaktadır Yalnızca bu medresenin sonradan Şeyh Murat Efendi dergâhına dönüştüğü bilinmektedir Hüseyin Ayvansarayi Hadikat’ül Cevami’de Şeyh Murat Efendi Tekkesi mescidi ile ilgili bazı bilgiler vermektedir:

“Banisi Şeyhülislâm Minkârizade Yahya Efendi’nin damadı Anadolu’dan mazulen vefat eden Kangırılı (Çankırı) Mustafa Efendi’dir Aslında medrese olarak yapılmıştır

Medreseyi Damat Mustafa Rasih Efendi yaptırmıştır İstanbul kadısı ve Rumeli payesi verilen Mustafa Rasih Efendi 1684 yılında ölmüştür Medreseyi hangi tarihte yaptırdığı kesinlik kazanamamakla beraber burada bulunan 1652 tarihli mezar taşına göre, bu tarihten önce yaptırıldığı sanılmaktadır

Medrese L şeklinde bir plan düzeninde olup, üzeri kubbelidir Hücrelerin önünde kubbeli revaklar bulunuyordu Bu revaklar XX yüzyılın başlarında yıkılmış ve 1983 yılında da yeniden yapılmıştır Medrese odalarının arkasındaki bahçede ise tekke şeyhinin eliböğründelerle çıkmalı üç katlı ahşap bir meşrutası bulunuyordu Bu meşruta da 1983 yılında yıkılmıştır


Gazenfer Ağa Medresesi (Fatih)

Mehmet’in (1595–1603) Kapı Ağalarından, Hasodabaşısı Gazanfer Ağa tarafından yaptırılmıştır XVI yüzyılın sonlarında yapılan bu medrese Davut Ağa’nın mimarbaşılığı sırasında yapılmıştır

Medrese türbe ve sebilden meydana gelmiştir Girişteki ön avlunun karşısına medrese hücreleri, kuzeydoğu köşesine Gazanfer Ağa’nın türbesi, güneydoğu köşesine de dışarıya taşkın biçimde sebil yerleştirilmiştir Avlu duvarı ile türbenin arasına sonradan yapılan gömülerle küçük bir de hazire meydana gelmiştir

Medrese 1782 yangınında harap olmuş, çeşitli zamanlarda onarılmış, son olarak da 1943–1944 yıllarında onarılmış ve günümüze iyi bir şekilde gelebilmiştir Ön avlunun batısında yer alan medresenin avlusu kare planlıdır Kesme köfeki taşı ile yapılmış olup, batı yönündeki duvarları taş ve tuğla dizilerinden oluşturulmuştur Medresenin doğu cephesinin ortasındaki kapı basık kemerlidir Ön avludan iki basamakla çıkılan sahanlığın üzeri ahşap bir saçakla örtülmüştür Baklava başlıklı on iki sütunun taşıdığı revakların üzeri pandantifli geçişlerle on altı kubbe ile örtülmüştür Revakların arkasındaki giriş dışında medrese U şeklinde on dört hücreden meydana gelmiştir Güneybatı köşesine ise bir oda daha eklenmiştir Medrese hücreleri kare planlı, üzerleri de pandantifli kubbelerle örtülmüştür Bu odalar birer kapı ve pencere ile avluya açılmışlardır Avlunun kuzey ve güneyindeki odalar ikişer üst pencere ile aydınlatılmıştır Kuzey ve güneydeki odalar alt ve üst pencerelerle arkadaki iç avluya da açılmıştır Odaların içerisinde birer ocak nişi ile onun iki yanında da birer dolap nişine yer verilmiştir

50 m yükseklikte ve dışarıya taşkın olarak yapılmıştır Avluya iki renkli taşın alternatifli sıralanması ile meydana gelmiş bir yay kemerle açılmıştır Dershanenin üzeri tromplu bir kubbe ile örtülmüştür İkisi altta, üçü de üstte olmak üzere revaklara, altlı üstlü beşer pencere ile de arkadaki iç avluya açılmıştır

Dershanenin içerisinde karşılıklı birer niş iki yan duvara yerleştirilmiştir Bu nişlerden biri mihrap nişi olarak kullanılmıştır Bu nişlerin yanına da birer dolap nişi yapılmıştır

Gazanfer Ağa Medresesi 1943–1944 onarımından sonra Belediye Müzesi olarak kullanılmıştır Günümüzde Büyükşehir Belediyesi tarafından Karikatürcüler Derneği’ne 1989’da kiralanmış olup, günümüzde Karikatür ve Mizah Müzesi olarak hizmet vermektedir



Amcazade Hüseyin Paşa Medresesi (Fatih)

Medreseyi Sultan II Mustafa (1695–1703) devrinin sadrazamı Köprülüzade ailesinden Amcazade Hüseyin Paşa yaptırmıştır

Amcazade Hüseyin Paşa, Sultan IV Mehmet (1648–1687) zamanında Osmanlı devletinin çeşitli görevlerinde bulunmuş, 1683’te Viyana’yı ikinci kez kuşatan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın yanında bulunmuştur Viyana Kuşatması’nın başarısızlıkla sonuçlanması üzerine diğer devlet yöneticileri gibi tüm yetkileri alınarak Rikab-ı Hümayun’a gönderilmiştir Daha sonra Gelibolu yakınındaki Çardak’a muhafız olmuş, Suyolcuzade Vezir Ali Paşa’nın 1688’de ölümü üzerine Seddülbahir muhafızlığına vezir unvanı ile getirilmiştir Bundan sonra bir süre sadaret kaymakamlığı, yeniden Seddülbahir muhafızlığı ve kaptan-ı deryalık görevlerinde bulunmuştur Bu dönemde Sakız Adası Osmanlı topraklarına katılmıştır Ardından Anadolu’da çıkan ayaklanmaları bastırmaya çalışmış, Sultan II Mustafa döneminde Macaristan’da Alman ordusu ile savaşmış, sadrazamlık makamına getirilmiştir Kendi arzusu ile bu görevden ayrıldıktan sonra Silivri’deki çiftliğinde 1702’de ölmüştür

Amcazade Hüseyin Paşa Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıfladığı ve gerilemeye başladığı zor döneminde sadrazamlık yapmıştır Paşanın bu medreseden başka Boğaziçi’nde yalısı, Edirne’de Buçuktepe’de yaptırdığı kasır ve Bursa’da bir tekkesi bulunmaktadır Ayrıca Edirne’de başta çeşmeler olmak üzere çeşitli hayır eserleri de vardır

Amcazade Hüseyin Paşa Medreseyi 1697–1702 yıllarında devam eden sadareti sırasında yaptırmıştır Mimarbaşı İbrahim Ağa tarafından yapılmıştır Yapı topluluğu doğal afetlerden ve yangınlardan ötürü zaman zaman harap olmuştur Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 1940 ve 1957, 1958 yıllarında onarılmıştır Yapı topluluğunun yıkılan bölümleri, özellikle medrese hücreleri, kütüphane ve sıbyan mektebi yeniden onarılmış ve 1966 yılı sonlarında orijinal görünümüne uygun biçimde restore edilmiştir Yapı topluluğunu ilk defa 1940 yılında Ekrem Hakkı Ayverdi 1957–1958 yıllarında da Y Mimar Fikret Çuhadaroğlu restore etmiştir

Medresenin yuvarlak kemerli girişinin yanında 1739 yılında eklenmiş Şeyhülislâm Mustafa Efendi Çeşmesi ile altında dört dükkân bulunan sıbyan mektebi bulunmaktadır Kapının diğer yanında da üç ayrı bölüm halinde hazire ve sebil bulunmaktadır Yuvarlak kemerli giriş kapısı köfeki taşından olup, profilli silmelerle daha belirgin bir şekle sokulmuştur Kapının üzerine kartuşlar içerisine alınmış on iki mısralık sülüs yazılı Arapça bir kitabe yerleştirilmiştir

Kitabe:

Lillâhi darun benahu
Lil ilmi sardun mücedded
Nizâmu ikdil meani
Fi ısrı hayrın muarded
Hayfu tefada yakinen
Annalgana imâ suyed
Fâzet simahu münibin
Hüsnü’l mesâi tezevved
Tarih-i tekmil-ia kad
Alhâ tamamen bimuhrad
Şedel Hüseynu vezirân
Lil ilmi dâran veceddet

Giriş kapısından külliyenin ortasında şadırvan bulunan oldukça geniş bir avluya girilmektedir Avlunun sağ tarafında kütüphane ile sıbyan mektebi ve dört medrese hücresi, girişin karşısında on bir medrese hücresi, sol tarafta da iki medrese hücresine yer verilmiştir Böylece medrese on yedi hücreden meydana gelmiştir Avlunun sol tarafında ise dershane-mescit bulunmaktadır

Medrese hücreleri dershane-mescit ile kütüphane arasında kalan alanda, avluyu U şeklinde çevrelemektedir Amcazade Hüseyin Paşa vakfiyesinde on altı medrese hücresinin ismi geçmesine rağmen bugün on yedi medrese hücresi bulunmaktadır Bunlardan on yedinci hücre kuzey ve doğu medrese hücrelerinin birleştiği köşede üzeri açık bir mekândır Bunun on yedinci hücre olup olmadığı da tartışmalıdır

Medrese hücrelerinin önünde baklava başlıklı, yuvarlak kemerlerle birbirine bağlanmış, üzerleri kubbeli bir revak bulunmaktadır Bunların üzeri kubbelerle örtülmüştür Medrese hücreleri 400x400 m ölçüsünde kare planlı olup, üzerleri küçük kubbelerle örtülüdür Bu kubbelerin birbirleri ile eş olmadıkları dikkati çekerse de bu durum büyük olasılıkla değişik dönemlerde zarar gören yapının onarımı sırasında meydana gelmiştir Köfeki taşından basık kemerli bir kapı ile içerisine girilen hücrelerin her birinin içerisinde iki veya üç dolap nişleri ve bir de ocak bulunmaktadır

Medresenin dershane-mescidi üç taraftan yirmi iki mermer sütunun çevrelediği bir revakla görkemli bir konumdadır Bu revakların üzerleri kubbe, çapraz ve ayna tonozlarla örtülmüştür Bunların da üzerlerini düz ve meyilli bir çatı örtmektedir Revakları meydana getiren sütunlar beyaz mermerden olup, başlıkları stalaktitlidir Yalnızca güneydeki üç başlık baklavalıdır Dershanenin girişi özellikle belirtilmiş ve burada içten malakâri sıvalı bir kubbeye yer verilmiştir Girişin iki yanına da birer niş yerleştirilmiştir Girişin üzerinde koyu mavi zemine yaldızlı bir sülüsle bir kitabe konulmuştur

Kitabe:

Kad bena hâzihil buk’at-ül mübâreket-ül hasenete fid devlet-i Sultan Mustafa Han veziri-ül âzam Hüseyin Paşa fi seneti İsnâ aşere ve miete ve elf h1112 (1700)

Dershane kesme köfeki taşından olup, her kenarı 450–700 m arasında değişen sekizgen planlı olup, üzeri 1100 m çapında merkezi bir kubbe ile örtülüdür Kubbe kasnaksız olup, tamamen duvarlar üzerine oturtulmuştur Altlı üstlü iki dizi halinde ve sekizgenin her kenarında ikişer tane olmak üzere yirmi sekiz tane pencere ile aydınlatılmıştır Alt sıra pencereler dikdörtgen mermer söveli, üst sıradaki pencereler ise sivri kemerlidir Giriş ekseni üzerinde bulunan mihrap yedi köşeli mermerden olup, mukarnaslı olarak sonuçlanır Mihrabın üzerine sülüs yazı ile “kalellâhu taâlâ küllemâdahale aleyha zekeriyyel mihrap” yazılıdır

Medrese avlusunun sağında dershane karşısında iki katlı kütüphane bulunmaktadır Ampir üslubuna yakın kütüphanenin üzerindeki h 1168 (1755) tarihli kitabesinden öğrenildiğine göre 1755 depreminden sonra Amcazade Hüseyin Paşa’nın kızı Rahmiye Hatun tarafından buraya eklenmiştir

Külliyenin ön cephesinde bulunan sıbyan mektebine dış cephedeki dükkânların arasında bulunan yuvarlak kemerli bir kapıdan küçük bir girişe, oradan da merdivenle çıkılmaktadır Dikdörtgen planlı olan, üzeri tonozlu sıbyan mektebi iki bölümden meydana gelmiştir

Amcazade Hüseyin Paşa Külliyesi 1966 yılı onarımından sonra Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün “Türk İnşaat ve Sanat Eserleri Müzesi” haline getirilmiştir


Fatih Medresesi (Fatih)



Caminin iki yanında sıralanan medreselere “Sahn-i Seman” isimleri verilmiştir Bu medreselerin dışında ve yine caminin iki yanında, arazinin meyilli olmasından ötürü daha aşağıda olduğundan “Tetimme” denilen öğrencilerin eğitime hazırlık medreseleri bulunuyordu Bu medreselerden caminin Marmara Denizi yönünde olanlar Fatih’ten Edirnekapı’ya kadar uzanan Fevzi Paşa Caddesi’nin genişletilmesi sırasında yıktırılmış, Haliç tarafındakilerin yerlerine de bir ilkokul yapılmıştır Bu medreselerden Haliç tarafındakilere Karadeniz Medreseleri ismi altında “Bahr-i Siyah”, Marmara tarafındakilere de Akdeniz anlamına gelen “Bahr-i Sefid” isimleri verilmişti Saraçhanebaşı’ndan Edirnekapı’ya doğru uzanan yol üzerinde “Baş Kurşunlu”, “Baş Çifte Kurşunlu”, “Ayak Çifte Kurşunlu”, “Ayak Kurşunlu” şeklinde de isimlendirilmişlerdir

Fatih Sultan Mehmet, caminin kuzey ve güneyine iki sıra halinde sekizer yapıdan meydana getirdiği Semaniye Medreselerinde sekiz ayrı müderrisin ders okutmasına karar vermiştir Bunların arkasındaki yüksek derecede öğretim kurumu olan Semaniyeye öğrenci yetiştirmek amacı ile de Tetimme Medreselerini yaptırmıştır Medreselerin yapımında Veziri Azam Mehmet Paşa’yı derslerin düzenlenmesinde Molla Hüsrev ile Ali Kuşçu’yu görevlendirmiştir Bu medreselerde Tusi, Hocazade Musluhiddin Mustafa, Molla Abdülkerim, Kadızade Molla Kasım gibi devrin âlimleri müderrislik görevini üstlenmişlerdir Semaniye Medreselerinde Mantık, Fıkıh, Kelam, Tefsir gibi ilimlerin yanı sıra Matematik, Geometri, Astronomi ve Tıp da okutulmuştur

Kesme köfeki taşı ve tuğladan yapılmış olan bu medreselerin her biri on dokuzar hücre ve bir de dershane mescitten meydana gelmiştir Medrese hücreleri kare planlı olup, avluya birer kapı ve pencere ile açılmışlardır Ayrıca arka cephelere de altlı üstlü birer pencereleri bulunmaktadır Bunların üzerleri kasnaklı kubbelerle örtülmüştür Dershane olarak nitelenen bölüm ise yine kare planlı olup, diğer hücrelerden daha yüksek ve gösterişli biçimdedir Dershanenin üzeri de kasnaklı kubbe ile örtülüdür

Medreselerin ortak özelliği ortalarında revaklı birer avlularının bulunmasıdır Tetimme Medreseleri ise günümüze gelemediğinden bunların mimarisi hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır Bazı kaynaklara dayanılarak bunların üzerlerinin çatı ile örtülü olduğu sanılmaktadır

Fatih Külliyesini oluşturan medreseler 1766 depreminde cami ve diğer yapılarla birlikte zarar görmüşse de kısa süre içerisinde yeniden onarılmışlardır Tetimme Medreselerinin yıktırılması ve temel altı toprak tabakasının ortaya çıkması üzerine Akdeniz Medreseleri yıkılma tehlikesi ile karşılaştığından bunlar kalın gergi demirleri ile desteklenmiştir Bu medreseler 1955 yılından itibaren Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilmiş ve bir bölümü öğrenci yurdu olarak kullanılmıştır


Feyzullah Efendi Medresesi (Fatih)

İstanbul ili Fatih ilçesi, Macar Kardeşler Caddesi ile Feyzullah Efendi Sokağı’nın kesiştiği noktada bulunan bu medrese, kitabesinden öğrenildiğine göre; Sultan II Mustafa’nın (1695–1703) hocası Şeyhülislâm Feyzullah Efendi kitaplık, mektep ve çeşme ile birlikte adeta küçük bir külliye konumunda 1700 yılında yaptırılmıştır Mimarının kim olduğu bilinmemektedir Ancak Şeyhülislâm Feyzullah Efendi döneminde Mimarbaşı olarak görev yapan Kayserili Mehmet Ağa tarafından planının tasarlandığı düşünülmektedir

Bunlardan mektep 1912 yılında Macar Kardeşler Caddesi’nin genişletilmesi sırasında ortadan kaldırılmıştır Buradaki onarım çalışmaları medreseyi olumsuz yönde etkilemiştir Kaynaklardan öğrenildiğine göre de bu medresenin yıkılması da kararlaştırılmıştır Ancak, İstanbul’da 1910 yılında bulunan Fransız elçisinin eşi Madam Bombar’ın o yıllarda İstanbul Eski Eserlerini Koruma Encümeni Onur Üyesi olmasından ötürü onun çabaları ile bu medrese yıkılmaktan kurtulmuştur Harap durumdaki bu yapı 1916’da İstanbul Muhibleri Cemiyeti tarafından onarılmış ve Ali Emiri Efendi’nin çoğu yazma olan eserlerinden oluşan kitaplarının buraya bağışlanması ile kütüphaneye dönüştürülmüştür

Medresenin önünden geçen yolun genişletilmesinden sonra medresenin kitaplık olarak kullanılan dershanesi ana cadde üzerinde kalmış, medrese avlusunun güneydoğu yönündeki sınırları taş babalar ve aralarına yerleştirilen demir parmaklıklarla belirtilmiştir

Osmanlı Klasik dönem medrese mimarisini yansıtan bu yapı Lale Devri’nin özelliklerini de taşımaktadır Medresenin Feyzullah Efendi Sokağı’nda bulunan cephesinde iki çeşme ile bir de girişi vardır Basık kemerli kapının üzerinde h1112 (1700) tarihli yapım kitabesi bulunmaktadır Buradaki sokak zemininin yükseltilmesi nedeni ile medresenin çeşmeleri ile girişi çukurda kalmıştır Bundan ötürü de medresenin asıl girişi 1983 yılında yapılan restorasyon sırasında yenilenmiştir Bu giriş kubbe ile gösterişli biçimde belirtilmiştir

Dikdörtgen planlı olan medresenin avlusunun kuzeydoğusuna dershane-mescit ile kitaplık, güneydoğu ve güneybatı kenarlarına da L şeklinde on medrese hücresi yerleştirilmiştir Kitaplık ve hücrelerin kuzey kenarları giriş yönündeki bahçe duvarı ile birleştirilmiştir Medrese hücrelerinin önündeki revaklar yalnızca hücrelerin önünde bulunmaktadır Ayrıca avluya altı sütunun taşıdığı ahşap kubbeli mermer hazineli, köfeki taşından bir de şadırvan yerleştirilmiştir

Kitaplık ve dershane bölümleri ortak bir ana mekânın iki yanına yerleştirilmiş ve böylece Osmanlı mimarisinde çok ender görülen bir plan tipi ortaya çıkarılmıştır Bunun benzeri Şehzadebaşı’ndaki Damat İbrahim Paşa Külliyesi’nde de uygulanmıştır Dershane-mescit ile kitaplık avludan biraz yüksek olup, kare planlı iki ayrı yapıdır Eyvan niteliğindeki açık bir sofanın yanında yer almışlardır Üç basamakla çıkılan giriş sahanlığındaki basık kemerli bir kapıdan sonra sekiz basamakla dershane ve kitaplığa ulaşılmaktadır Her iki bölüm arasındaki dikdörtgen planlı bu ara mekânın merdiven ve geçitlerden arta kalan bölümleri sekiler halindedir Bu mekânın oturma ve okuma amaçlı kullanıldığı sanılmaktadır Geniş bir saçakla güneyden gelecek güneş ışıklarından korunmuştur Dört demir eliböğründe ile desteklenen bu saçağın altı ahşap kaplamalıdır Buradaki açık sofanın altı sütun ve duvarlara dayanmış kubbe ve tonozlarının almaşık düzeni ile farklı bir mimarisi vardır

Medrese Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Millet Kütüphanesi olarak kullanılmaktadır Günümüzde restore edilmektedir İçerisindeki kitaplar ve yönetim birimi geçici olarak Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ndedir


Sultan Selim Medresesi (Halıcılar Medresesi) (Fatih)

İstanbul Fatih ilçesi, Vatan Caddesi ile Oğuz Han Caddesi’nin kesiştiği noktada bulunan bu medrese Kanuni Sultan Süleyman (1520–1566) tarafından, babası Yavuz Sultan Selim (1512–1520) anısına yaptırılmıştır

Medresenin bulunduğu alan çevre düzenlemeleri ve önünde açılan Vatan Caddesi nedeni ile çukurda kalmıştır Mimar Sinan’ın eserlerinin listesini veren Tezkiretü’l-Ebniye, Tezkiretü’l Bünyan ve Tuhfetü’l Mimarin’e göre Mimar Sinan tarafından yaptırılmıştır Yapım tarihini belirten bir kitabesi bulunmamaktadır Ancak kaynaklarda medresenin 1548–1549 yıllarında yaptırıldığı belirtilmektedir Medresenin dershanesi 1562–1563 yılında bir minare ve minber eklenerek mescide çevrilmiştir

Medrese kesme köfeki taşından ve yer yer tuğladan yapılmış olup, bir duvar içerisine alınmıştır Bu duvarın Aksaray’a yönelik cephesine anıtsal bir giriş, yanına da kitabesi bulunmayan bir çeşme eklenmiştir Üzeri kubbe ile örtülü olan bu girişten sonra ikinci bir kapı ile avluya geçilmektedir Bu avlunun çevresinde medrese hücreleri U şeklinde sıralanmıştır Medrese, on dokuz hücreden meydana gelmiş olup, bir eyvan ile avluyu üç yönden çevrilmiştir Avlunun ortasında bulunan şadırvan günümüze ulaşamamıştır Medrese hücrelerinin önündeki taş ayaklar üzerine oturtulmuş kubbeli kasnaklı revaklar yuvarlak kemerlerle birbirleri ile bağlantılıdır Kare planlı olan hücrelerin üzerleri pandantifli kubbelerle örtülmüştür Bu hücreler revaklara birer kapı ile açılmaktadır Ayrıca bunların dışarıya ikisi altta biri üstte olmak üzere üçer penceresi vardır İçlerinde bulunan ocakların yaşmakları günümüze ulaşamamıştır Ocakların üzerindeki dörtgen ve altıgen prizma şeklindeki bacaları kurşunla örtülü yüksek külahlar şeklindedir

Medresenin dershanesi güneybatı yönünde olup, avlunun simetrik ekseninden yana kaydırılmıştır Yalnızca revak kısmı avlu içerisinde olup, dershanenin ana kütlesi dışarıya taşırılmıştır Dershane giriş revakı kırma çatı ile örtülüdür Kare planlı olan dershanenin girişine mukarnaslı bir mihrap yerleştirilmiştir Dört cephesinde iki alt, iki de üst penceresi bulunmaktadır Dershanenin üzeri pandantifli bir kubbe ile örtülmüş olup, kubbeye geçiş tromplarla sağlanmıştır İçerisinde ilk yapılışına ait bezemesi günümüze ulaşamamıştır

Medrese 1914 yılından sonra çevresindeki yangından zarar görmüş, 1918’de aşhane olarak kullanılmış ve aynı yıl yeni bir yangınla da harap olmuştur Vatan Caddesi’nin açılması sırasında ortaya çıkan medrese 1958–1962 yılları arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilmiştir Bundan sonra İstanbul Vakıflar Baş Müdürlüğü’nün yazma eserler ve halılardan oluşan teberrükât deposu olarak kullanılmıştır 1968 yılında da medrese Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından İstanbul Vakıflar Baş Müdürü İhsan Erzin’in çabaları ile Yazı Sanatları Müzesi’ne dönüştürülmüştür Bu müzenin Beyazıt Külliyesine taşınmasından sonra da 1994 yılından itibaren Sağlık Vakfına bağlı Şadiye Hatun Teşhis Kliniği olarak kullanılmaktadır


Bayram Paşa Medresesi (Fatih)

İstanbul ili Fatih ilçesi, Haseki’de Haseki Külliyesi’nin yanında yer alan bu medrese, sıbyan mektebi, dergâh, türbe, sebil, çeşme ve dükkânlarla birlikte Veziriazam Bayram Paşa tarafından 1634–1635 yıllarında yaptırılmıştır Mimarı kesin olmamakla beraber devrin Hassa Başmimarı Kasım Ağa olduğu sanılmaktadır

Medrese XVIII yüzyıldan bu yana çeşitli onarımlar geçirmiş, bunlardan sıbyan mektebi dışında kalanlar orijinal konumunu koruyarak günümüze gelebilmiştir Günümüzde Haseki Caddesi bu yapıların kuzey yönündeki sınırını oluşturmuştur Ayrıca bu caddeyi kesen, kuzey-güney doğrultusundaki Haseki Kadın Sokağı da yapıları iki ayrı parçaya bölmüştür Haseki Kadın Sokağı’nın doğusunda medrese, sıbyan mektebi ve dükkânlar; batısında ise tekke, türbe, hazire, sebil ve çeşmeler bulunmaktadır

Yapılar kesme köfeki taşından yapılmış, yer yer de moloz taş ve mermerler kullanılmıştır Medrese Osmanlı medreselerinin büyük çoğunluğunda olduğu gibi açık avlulu ve revaklı olarak düzenlenmiştir Kare planlı avlu çepeçevre sivri kemerli revaklar ve bunların arkasındaki medrese hücrelerinden meydana gelmiştir Üzerleri pandantifli kubbelerle örtülü olan on altı dilimli revakların arkasında ise on dört adet medrese hücresi ve bir de dershane bulunmaktadır Medrese hücreleri kare planlı, pandantifli kubbelidir Kubbelerin her biri sekizgen kasnaklar üzerine oturtulmuştur İç kısımda ocaklar ve dolap nişlerine yer verilmiştir Medrese hücrelerinin kuzey kanadında kare planlı, üzeri on iki köşeli kasnaklı kubbe ile örtülmüş dershane bulunmaktadır Bu bölüm medrese hücrelerinden ayrı olarak tasarlanmıştır


Haseki Sultan Medresesi (Fatih)

İstanbul Fatih ilçesi, Haseki semtinde, Kanuni Sultan Süleyman’ın eşi Hürrem Sultan’ın Mimar Sinan’a 1538–1551 yıllarında yaptırmış olduğu külliyesi, cami, medrese, imaret, darüşşifa ve sıbyan mektebinden meydana gelmektedir Medresenin caminin kitabesine dayanılarak 1538–1540 yıllarında yapıldığı sanılmaktadır

Caminin karşısında yer alan medrese, kare avluyu çeviren revakların arkasındaki odalardan meydana gelmiştir Sokak cephesinin merkezindeki bir kapıdan içerisine girilen revaklı avlunun üç yanı medrese hücreleri ile çevrelenmiştir Giriş ekseni üzerinde de üzeri büyük bir kubbe ile örtülü dershanesi bulunmaktadır Böylece Klasik Osmanlı medrese plan şeması burada uygulanmıştır Dershane giriş kapısının karşısında, revakların ortasında yer almaktadır Medrese hücrelerinden dışarıya taşkın olan dershanenin üzeri 680 m çapında bir kubbe ile örtülüdür Dershanenin iki yanına üçerden altı, avlunun iki yanına da beşerden on oda yerleştirilmiştir Bu hücrelerin üzerleri kubbe ile örtülü olup, içlerine ocak ve dolap nişleri yerleştirilmiştir

Medresenin yan tarafındaki hücreler arasına karşılıklı iki dar mekân yerleştirilmiştir Üzerleri beşik tonozla örtülü olan bu mekânlardan doğudaki dar ve karanlık hücre görünümündedir Batıdaki bölüm ise sıbyan mektebi ile diğer yapılara geçit veren bir dehliz özelliğindedir

Medresenin giriş tarafında hücreler bulunmamaktadır Kesme taştan yapılmış olan medrese hücrelerinin üzeri kasnaklı kubbelerle örtülmüştür Hücrelerin önündeki revak kemerleri kırmızı ve beyaz taştan almaşık düzende yapılmış olup, beyaz mermer ve somaki sütunlar tarafından taşınmaktadır Bu sütunlardan dördü Nilüfer çiçeği biçiminde, diğerleri de baklava başlıklara sahiptir Buradaki ana kapı ile dershane kapısı üzerinde bulunan renkli sır tekniğinde yapılmış 1539–1540 tarihli iki çini pano medresenin harap olduğu yıllarda korunma amacı ile Çinili Köşk’e götürülmüştür Bunun dışında pencere alınlıklarında bulunduğu sanılan çinilerden günümüze hiçbir iz gelememiştir

Haseki Külliyesi ile birlikte medrese de çeşitli yangın ve depremlerden zarar görmüş ve onarılmıştır Son olarak 1963–1974 yıllarında Vakıflar Genel Müdürlüğü ile Club Mediterrane arasında yapılan anlaşma ile cami dışındaki binalar turistik amaçlı olmak üzere restore edilmiş, ancak semt sakinlerinin itirazı üzerine bundan vazgeçilmiştir Günümüzde medrese Diyanet İşleri Başkanlığı’nın İstanbul Haseki Eğitim Merkezi olarak kullanılmaktadır


Mihrimah Sultan Medresesi (Fatih)

İstanbul ili Fatih ilçesi, Hatice Sultan Mahallesi’nde Edirnekapı surlarından girişteki Fevzi Paşa Caddesi üzerinde bulunan Mihrimah Sultan Külliyesi, Kanuni Sultan Süleyman (1520–1566) döneminde kızı Mihrimah Sultan tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmış olup, cami, sıbyan mektebi, çifte hamam, çarşı ve medreseden meydana gelmiştir

Yapı topluluğunun bir bölümünü oluşturan medrese caminin iç avlusunun güneybatı ve kuzeydoğu kenarında on dokuz hücre ve iki küçük eyvandan meydana gelmiştir Cami ve medrese avlusuna Edirnekapı surları tarafındaki iki kapıdan ve kuzeydoğudaki kayyum odasının altındaki merdivenlerden çıkılmaktadır Medresenin yan girişlerindeki iki küçük hücre imam ve kayyum odaları olarak ayrılmıştır Avlunun uzun kenarına hücre yerleştirilmemiştir Bu medresenin bir özelliği de dershanesinin bulunmayışıdır Medresenin güneybatısında, hücrelerin arkasındaki küçük avluya helâlar yerleştirilmiştir

Kesme köfeki taşı ve tuğla hatıllı medrese odalarının önüne yuvarlak kemerlerle birbirine bağlanmış bir revak yerleştirilmiştir Bu revakların üzeri küçük kubbelerle örtülmüştür Bunların arkasındaki medrese hücreleri kare planlı olup, üzerleri kubbelidir İçlerine birer ocak nişi ile dolap nişleri yerleştirilmiştir Ocakların dikdörtgen planlı, ince uzun bacaları kubbelerin arkasına sıralanmıştır Avluda on altıgen planlı mermer bir şadırvan bulunmaktadır

Medrese doğal afetlerden zarar görmüş ve kısmen de özelliğini yitirmiştir Dershane kısmının bu afetler nedeni ile ortadan kalktığı sanılmaktadır


Şeyhülislâm Esat Efendi Medresesi (Fatih)

İstanbul ili Fatih ilçesi, Çarşamba Semtinde Manyasizâde ve İsmail Ağa caddelerinin kesiştiği noktada bulunan bu medreseyi Sultan I Mahmut (1730–1754) döneminde Şeyhülislâm Esat Mehmet Efendi yaptırmıştır Medrese yanındaki cami avlusundan köfeki taşından pencereleri olan bir duvarla ayrılmaktadır Bu duvarın ortasındaki bir kapıdan Darülhadis’e girilmektedir Bu kapının basık kemeri üzerindeki mermer kitabede de 1748 yılında yapıldığı yazılıdır

Medrese dikdörtgen planlı olup, yine dikdörtgen planlı avlunun üç yönünü çeviren revakların arkasındaki hücrelerden meydana gelmiştir Bu hücreler de aynı ölçüde olmayıp, güneydoğudaki avluya girişe yakın ucunda bulunan iki hücre dikdörtgen planlı tekne tonozlu olup, bu bölümün dershane olarak kullanıldığı sanılmaktadır Medresenin kuzeyindeki hücre dikdörtgen planlıdır ve doğrudan doğruya revaka açılmaktadır Üzeri kubbe ve tonozla örtülüdür Bunun dışında kalan diğer hücreler kare planlı ve pandantif kubbe ile örtülüdür Hücrelerin içerisinde birer ocak ve dışa açılan pencereler bulunmaktadır Bu pencerelerin üzerine tuğla dolgulu hafifletme kemerleri yerleştirilmiştir

Medrese Osmanlı mimarisinde Klasik ve Barok mimari arasındaki geçiş döneminde yapılmış olmasına rağmen, klasik dönemin mimari üslubu daha etkindir Yalnızca avlu kapısının kemerlerindeki rozet ve yan sövelerdeki motifler barok özellikleri yansıtmaktadır

Kaynaklardan 1869 yılında işlerliğini koruyan medresenin 1914 yılında harap olduğu ve 1918 yılında Fatih yangınında zarar gören ailelere tahsis edildiği anlaşılmaktadır Medrese yanındaki İsmail Ağa Camisi ile birlikte 1952 yılında onarılmıştır Bunun ardından 1979 yılında bir kez daha onarılmıştır Günümüzde İsmail Sağa Camisi İlim ve Hizmet Vakfı tarafından kullanılmaktadır


Cedid Abdürrahim Efendi Medresesi (Fatih)

İstanbul ili Fatih ilçesi, Darüşşafaka Caddesi ile Yeşil Sarıklı Sokağı’nın kesiştiği noktada bulunan bu medreseyi Rumeli Kazaskeri olan Cedid Abdürrahim Efendi 1747 yılında yaptırmıştır Medresenin banisi Abdürrahim Efendi 1757 yılında ölmüş ve medresenin yanındaki mezarlığa gömülmüştür

Osmanlı medreselerinde bir külliyeye bağlı olmayan tek medrese tipinde olan bu yapı Barok dönemde yapılmış olmasına rağmen yapı üslubu Klasik dönem özelliklerini taşımaktadır Çarşamba Caddesi’nin açılması sırasında medrese kısmen zarara uğramıştır

Dikdörtgen planlı, köfeki taşından yapılmış olan medrese avlusuna Darüşşafaka Caddesi’ndeki mermer söveli, basık kemerli bir kapıdan girilmektedir Girişin güneydoğusunda üç dükkân sonraki yıllarda cephesi örülerek odaya dönüştürülmüştür Medresenin avlusu kare planlı olup, üç yönde revak arkasındaki odalarla U düzeninde bir plan şeklindedir Buradaki hücreler ve bir de dershaneden meydana gelmiştir Avlunun güneydoğu yönünde hücrelerin arasında bulunan dershaneye mermer söveli barok kemerli bir kapıdan girilmektedir Dershanenin yan duvarlarında birer pencere, birer dolap bulunmakta olup, hazireye bakan güneydoğu cephesi üç pencere ile dışarıya açılmıştır Üzeri pandantifli bir kubbe ile örtülüdür Medrese hücreleri kare planlı, üzerleri kubbe ile örtülmüştür Bunlar dışarıya ikişer pencere ile açılmış olup, içlerinde birer ocak ile dolap nişine yer verilmiştir

Medrese 1976 yılında onarılmış ve bu onarım sırasında özgünlüğünden oldukça uzaklaşmıştır Günümüzde Kuran Kursu olarak kullanılmaktadır


Cedit Ali Paşa Medresesi (Fatih)

İstanbul ili Fatih ilçesi, Karakümrük’te Hasan Fehmi Paşa Caddesi üzerinde bulunan bu medreseyi Kanuni Sultan Süleyman (1520–1566) dönemi sadrazamlarından Semiz Ali Paşa yaptırmıştır Medrese ve çevre düzenlemesinde ve Fevzi Paşa Caddesi’nin açılması sırasında medresenin arka cephesi ana cadde üzerine çıkmıştır Bu nedenle de kuzeydoğuda bulunan asıl giriş kısmı kapatılmıştır Ancak, buradaki duvarda ocak ve niş izleri görülmektedir Günümüzde Fevzi Paşa Caddesi üzerinden içeriye girilmektedir

Medrese 1729 Balat yangınından ve 1894 depreminden zarar görmüştür Bu nedenle de kuzey köşesine yapılan payandalarla yıkılması önlenmiştir Medresenin Mimar Sinan’ın eserleri arasında ismi geçmektedir Kitabesi bulunmadığından yapım tarihi kesinlik kazanamamıştır Ancak bazı kaynaklarda 1558 yılında buraya müderris tayin edildiği belirtilmekte olup, 1550–1560 yılları arasında yapıldığı sanılmaktadır

Medrese mimari yönden Süleymaniye Evvel ve Sani, Sultan Selim ve Cafer Ağa medreselerine benzerlik göstermektedir Kesme taş ve tuğladan yapılan medrese dikdörtgen planlı olup, medrese hücreleri avluyu U şeklinde çeviren revakların arkasındaki hücrelerden meydana gelmiştir Avlu girişi yana kaydırılmış olmasına rağmen dershane avlunun simetrik eksenindedir Bugün Hasan Fehmi Paşa Caddesi’nden yüksekte olan medreseye birkaç basamakla çıkıldığı sanılmaktadır Avlunun giriş yönünde medrese hücrelerine yer verilmemiştir Medrese kare planlı üzerleri kubbeli on beş hücreden meydana gelmiş olup, bunlar kuzeybatı, güneydoğu ve güneybatı yönlerine yerleştirilmiştir Medrese hücrelerinin önündeki revaklar kare planlı ayaklar üzerine oturtulmuştur Bunların üzerleri güneydoğu, güneybatı ve kuzeybatı yönlerinde çapraz tonozla, giriş yönünde de kubbe ile örtülüdür

Dershanenin batısındaki ilk hücre ile köşe hücre arasında bir de eyvan bulunmaktadır Dershanenin yanındaki güneybatı ve güneydoğu hücreler arasındaki tonozlu bir geçitle de yandaki bahçeye geçilmektedir Dershane kare planlı olup, üzeri pandantifli bir kubbe ile örtülmüştür İki yanındaki geçitlerle de yanındaki hücrelerden ayrılmıştır Dershanenin avluya açılan girişinden başka yan revakları iki ile bağlantı kapısı bulunmaktadır Dershanenin güneybatı cephesinde yalnızca üst pencereler bulunmaktadır Diğer cephelerde ise iki alt bir de üst penceresi vardır

Medrese 1960 yılında onarılmış, hücreler içerisindeki ocaklı kısımlar kapatılmış ve bodruma inmek üzere merdivenler yapılmıştır Avlunun ortasındaki şadırvan günümüze ulaşamamıştır Medrese bugün Sağlık Bakanlığı’na bağlı sağlık ocağı olarak hizmet vermektedir


Şemsi Paşa Medresesi (Üsküdar)



Şemsi Ahmet Paşa, Sultan II Selim (1566–1574) ve Sultan III Murad (1574–1595) dönemlerinde vezirlik yapmıştır İsfendiyar ailesinden Kastamonu Beyi Kızıl Ahmet Bey’in torunu, Mirza Paşa’nın da oğludur Osmanlı Saray Okulu olan Enderun’da yetişmiştir Avcıbaşı, Bölük Ağası, Müteferrika ve Sipahiler Ağası olmuştur 1554 yılında Anadolu, bir süre sonra da Rumeli Beylerbeyliği yapmıştır Sultan II Selim tarafından vezirliğe yükseltilmiştir

Yapı topluluğunun avlusunun kuzeybatı yönüne medrese hücreleri bir şerit gibi yerleştirilmiştir On iki medrese hücresinden meydana gelmiş olan bu bölüm bir sıra kesme taş dizisi ve üç sıra tuğladan yapılmıştır Hücrelerin ön kısmında baklava başlıklı on yedi sütunun taşıdığı bir revak bulunmaktadır Buradaki sütunlar birbirlerine sivri kemerlerle bağlanmışlardır Ancak medrese hücrelerinin duvarları üzerinde bu revaklarla ilgili kemer bağlantılarının izlerine onarım sırasında rastlanmamıştır Revakların üzeri düz bir çatı ile örtülmüştür Revak sütunlarında yeşil ve siyah porfir sütunlara da yer verilmiştir Üsküdar İskele Meydanı’nın düzenlenmesi sırasında yeşil bir sütunun bulunarak cami avlusuna getirildiği, bunun bir benzerinin de itfaiye binasında bulunarak aynı yere taşındığı dikkate alındığında revaklarda kullanılan sütunların ne şekilde olduğu da ortaya çıkmaktadır Bu bakımdan revakların orijinalinde yeşil ve siyah porfir olduğu sanılmaktadır

Günümüzde medrese hücrelerine revakların kenarından ve ortasında bir de sütun bulunan bir kapıdan girilmektedir Medrese hücreleri 295x295 m ölçüsünde kare planlı olup, duvar kalınlıkları 080 m dir Hücrelerden her birinin içerisinde birer ocak ile bir veya iki niş bulunmaktadır Hücreler altlı üstlü ikişer pencere ile aydınlatılmıştır Köşe odalarında cephe görünümü olduğundan buradaki pencere sayısı daha artmıştır

Medresenin dershane-mescidi hücrelerin ortasında, yapı topluluğunun da kuzeybatısındadır Yuvarlak kemerli bir kapıdan girilen bu bölüm 700x700 m ölçüsünde kare planlıdır Üzeri basık sekizgen bir kasnağa oturtulmuş kubbe ile örtülüdür İçerisi altlı üstlü on altı pencere ile aydınlatılmıştır Yapı topluluğunun diğer bölümlerinde olduğu gibi burada da süsleyici bir elemana rastlanmamıştır

Şemsi Paşa Külliyesi ile birlikte medrese de 1894 depreminde hasar görmüş ve İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğü YMimarı Süreyya Yücel tarafından 1940 yılında onarılmıştır Medrese 1953 yılından itibaren Şemsi Paşa Halk Kütüphanesi olarak kullanılmaktadır


Mihrimah Sultan Medresesi (Üsküdar)

Medresenin giriş kapısı üzerinde kitabesi bulunmamaktadır Medresenin on dokuz kubbesi kurşunla kaplı olduğundan Kurşunlu Medrese ismi ile de tanınmaktadır

Kaynaklardan öğrenildiğine göre medresenin yapımından sonra devrin ünlü müderrislerinden İmamzade Mehmet Efendi burada ders vermiştir Onun ardından Şemseddin Ahmet Efendi, Arapzâde Mehmet Efendi, Şah Mehmet Çelebi, Hacı Muradzâde Dursun Efendi, Şeyhülislâm Çivizâde Mehmet Efendi de burada ders vermiştir Mihrimah Sultan’ın vakfiyesinden öğrenildiğine göre medresede belirli günlerin dışında mazereti olmaksızın öğrenimi terk etmeyecek müderrise günde 50 akçe, öğrenciler arasında en bilgili olanına günde 5 akçe, medresede talebe olan ve mazereti olmaksızın dersi terk etmeyen 14 öğrencinin her birine günde 2'şer akçe, sabah namazından önce kapıyı açarak yatsıdan sonra kapayacak kapıcıya da günde iki akçe ve temizlik işlerine bakan ferraşa günde bir akçe verilmesi şart koşulmuştur

Mihrimah Sultan Camisi’nin kuzey yönünde yer alan medrese kesme köfeki taşından yapılmıştır Caminin avlusuna bakan görkemli giriş kapısının iki yanına birer üzeri stalaktitli mihrabiye yerleştirilmiştir Giriş kapısı kırmızı ve beyaz mermerlerin alternatifli sıralanması ile oluşmuş yuvarlak kemerlidir Medrese avlusunun iki uzun cephesine on dört oda yerleştirilmiştir Bu odaların önünde baklava başlıklı mermer sütunların yuvarlak kemerlerle birbirine bağlandığı, üzerleri kubbeli bir revak bulunmaktadır Medrese hücreleri kare planlı olup, içlerinde birer ocak ve dolap nişleri vardır Üzerleri kubbe ile örtülmüştür

Medrese avlu girişinin karşısına gelen mekâna kare planlı dershane yerleştirilmiştir Dershanenin üzerinde kitabesi bulunmamaktadır Dershanenin üzeri tromplu bir kubbe ile örtülmüştür Dershane beş adet pencere ile aydınlatılmıştır

Medrese Cumhuriyetin ilk yıllarında Çocuk Dispanseri ve Ruh Sağlığı binası olarak kullanılmıştır Günümüzde özel bir tıp merkezidir


Rumi Mehmet Paşa Medresesi (Üsküdar)

İstanbul Üsküdar ilçesinde, Şemsi Paşa Camisi’nin üst tarafında, Marmara Denizi ile Boğaz’a hâkim bir tepe üzerinde bulunan Rum Mehmet Paşa Camisi, medrese, hamamı ve imaretten meydana gelen yapı topluluğunun bir bölümünü oluşturan medrese, külliye ile birlikte 1471–1472 yıllarında yaptırılmıştır Kitabesi günümüze gelememiştir Bu yapı topluluğundan günümüze yalnızca cami ile türbe gelebilmiştir

Hüseyin Ayvansarayi’nin Hadikatü’l Cevami isimli eserinden medresenin 1770 yılına kadar harap durumda olduğu öğrenilmektedir Ne zaman yıkıldığı konusunda yeterli bilgi bulunmamaktadır

Rum Mehmet Paşa, Fatih Sultan Mehmet (1444–1446/1451–1481) devri Sadrazamlarından olup, Osmanlı saray okulu olan Enderun’dan yetişmiştir Saraydan çıktıktan sonra Beylerbeyi Serdar ve Vezir görevlerinde bulunmuş, 1466 yılında Mahmut Paşa’nın yerine Sadrazam olmuştur 1470 yılında da azledilerek idam edilmiştir

Medrese bugünkü Eşref Saat Sokağı (Medrese Sokağı) üzerinde bulunuyordu Günümüze gelemeyen bu medresede İstanbullu Ahmet Çelebi, Ahizâde Hasan Efendi, Mu'idzâde Mehmet Efendi, Ayaşî Ahmet Efendi, Mollazâde İbrahim Efendi, Bakkalzâde Bostan Efendi, Geylânî Mehmet Efendi ders vermiştir


Ahmediye Medresesi (Üsküdar)

İstanbul ili Üsküdar ilçesi, Ahmediye Semtinde Gündoğumu Caddesi ile Esvapçı Sokağı’nın birleştiği köşede meyilli bir arazi üzerindeki bu medrese, Tershane Kethüdası Eminzâde Hacı Ahmet Ağa tarafından 1721–1722 tarihinde yaptırılan cami, kütüphane, türbe, sebil ve çeşmelerin bir bölümünü oluşturmaktadır Mimarının Kayserili Mehmet Ağa olduğu sanılmaktadır

Yapı topluluğunun medresesi güneyde L şeklinde bir plan göstermektedir Kesme köfeki taşından yapılmış olan medresenin hücreleri önünde yuvarlak kemerli ve kubbeli bir revak bulunmaktadır Baklava başlıklı sütunların yer aldığı bu revakın arkasında medrese odaları sıralanmıştır Kare planlı medrese odalarının üzeri kubbelerle örtülü olup, içerisinde ocak nişleri ve dolap yerleri bulunmaktadır Medresenin hücrelerinin arka tarafında da helâlar yer almıştır

Medresenin dershanesi Gündoğumu Caddesi’ne açılan ve aynı zamanda Tekke Kapısı denilen giriş kapısının üzerine fevkâni olarak yapılmıştır Sekiz köşeli dershanenin üzeri ana duvarlar üzerine oturan kubbe ile örtülmüştür Dershanenin önünde mukarnaslı sütunların meydana getirdiği bir revak bulunmaktadır Bu revakın ortası çapraz tonozlu, yanları da kubbe ile örtülüdür Dershanenin giriş kapısı üzerine beş satırlı 1722 tarihli bir de kitabe yerleştirilmiştir Dershane altlı üstlü iki sıra pencere ile aydınlatılmıştır İç kısımdaki mermer mihrap mukarnaslı olup, dışarıya çokgen ve yarım kubbeli olarak taşırılmıştır

Dershane-mescit Mahmut Raci Efendi tarafından 1724 tarihinde Rıfai tekkesi haline getirilmiş, sonradan terk edilmiştir Caminin son cemaat yerinin olduğu yere ahşap olarak eklenmişse de dergâh 1931’de çökmüştür Dershanenin içerisinde yakın tarihlere kadar dergâha ait eşyalar bulunuyordu

Medrese odaları, Hilâl-i Ahmer'in sonra da Kızılay'ın imareti haline getirilmiş ve 1965 yılına kadar Üsküdar’daki yoksul halka yemek dağıtılmıştır


Çinili Medrese (Üsküdar)

İstanbul ili Üsküdar ilçesi, Murat Reis Mahallesi’nde, Çinili Semtinde Çavuşdere Caddesi ile Çinili Mescit Sokağı’nın birleştiği köşede olan Çinili Külliyesi, Sultan İbrahim’in (1640–1648) döneminde Kösem Valide Sultan tarafından yaptırılmıştır Yapı topluluğu cami, medrese, sebil, sıbyan mektebi, çeşme ve çifte hamamdan meydana gelmiş olup, mimarı Kasım Ağa’dır

Çinili Medresesi caminin kuzeydoğusunda, avlunun köşesinde bulunmaktadır Caminin kitabesinde bu medreseden söz edilmemekle beraber, medresenin 1640 yılından sonra yapıldığı sanılmaktadır Hüseyin Ayvansarayi Hadikatü’l Cevami isimli eserinde bu yapıdan Darülhadis olarak söz etmiş ve 1912 yılında da faaliyette olduğunu belirtmiştir

Medrese avlunun güney duvarına bitişik olup, yüksek bir kaide üzerinde yapılmıştır L biçimli plana sahip olan medresenin planında arazi konumundan ötürü bazı düzensizlikler de görülmektedir Medrese önünde bir sundurma veya revakın olduğu sanılmakla beraber, günümüzde bunlarla ilgili bir ize rastlanmamıştır Sekiz hücreden meydana gelen medresenin üzeri pandantifli kubbelerle örtülmüştür L şeklinde birleşen köşedeki bölüm diğerlerinden daha büyük ölçüde olup, büyük olasılıkla dershane olarak tasarlanmıştır Köfeki taşından yapılmış olan bu bölüme dikdörtgen söveli bir kapı ile girilmektedir İçerisinde bir mihrap nişi ile iki yanında dikdörtgen nişlere yer verilmiştir Doğu tarafında iki dikdörtgen pencere ile avluya açılmaktadır

Medresenin altı odasının dikdörtgen söveli kapı ve pencereleri bulunmaktadır Ayrıca hücrelerin girişlerinin karşısında birer ocak ve nişe yer verilmiştir Yalnızca doğu yönündeki küçük hücre dışarıya açılmaktadır Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 1970’te restore edilmiştir


Gülfem Sultan Medresesi (Üsküdar)

İstanbul ili Üsküdar ilçesi Gülfem Hatun Mahallesi’nde bulunan Gülfem Hatun Camisi’nin yanında bulunan ve günümüze gelemeyen bu medrese XVI yüzyılın ikinci yarısında yapılmıştır

Gülfem Hatun Kanuni Sultan Süleyman’ın (1520–1566) cariyelerinden, sonra da kadınlarından olup, Üsküdar’da kendi adına bir cami yaptırmıştır Caminin doğusunda küçük bir hazire vardır

Gülfem Hatun Camisi’nin yanında medrese, türbe ve sıbyan mektebi bulunuyordu Bu yapı topluluğu 1850 yılındaki yangın sırasında bütün mahalle ile birlikte yanmıştır Bu yangından on dokuz yıl sonra 1868–1869 tarihinde cami ile sıbyan mektebi halk tarafından onarılmıştır Ancak medrese ile türbe onarılamamış olup, günümüze gelememiştir


Beşiktaş Medreseleri (Beşiktaş)

İstanbul Beşiktaş ilçesinde XVI yüzyılda Hayreddin Paşa Medresesi, Yahya Efendi Medresesi ve Sinan Paşa Medresesi yapılmıştır Bunlardan günümüze yalnızca Sinan Paşa Medresesi gelebilmiştir


Yahya Efendi Medresesi (Beşiktaş)

Yahya Efendi Medresesi, Şeyh Yahya Efendi dergâhı içerisindeki geniş bir alanda bulunuyordu Mescit, hamam ve çeşmenin de yanında yer aldığı medresenin yapımına 1538’de başlanmış, XVIII yüzyılda buna yeni binalar eklenmiştir XIX yüzyılda ise medrese arazisinin büyük bölümü Yıldız Sarayı ile Çırağan Sarayı bahçesi içerisinde kalmıştır

1869 yılında düzenlenmiş olan medreseler listesinde bu medresenin ismine rastlanmayışı medresenin bu tarihten önce yıkıldığına işaret etmektedir


Hayrettin Paşa Medresesi (Beşiktaş)

Beşiktaş’ta Barbaros Hayrettin Paşa’nın 1552’de yaptırdığı medresenin yanında mescit, kütüphane, aşhane, sıbyan mektebi, darül kura ve türbe bulunuyordu

Barbaros Hayrettin Paşa’nın vakfiyesinden medresenin on iki hücreli olduğu anlaşılmaktadır Hüseyin Ayvansarayi’nin Hadikatü’l Cevami isimli eserinde bu medresenin dershanesinin mescit olarak kullanıldığı belirtilmiştir Medresenin ne zaman yıkıldığı kesin olmamakla beraber, XIX yüzyılın ikinci yarısında yıkılmıştır Nitekim 1869 tarihli İstanbul medreseleri listesinde de bu medresenin ismine rastlanmamıştır


Sinan Paşa Medresesi (Beşiktaş)

İstanbul ili Beşiktaş ilçesi, Barbaros Bulvarı ile Beşiktaş Caddesi’nin birleştiği yerde Barbaros anıtının karşısında bulunan Sinan Paşa Medresesini, Sadrazam Rüstem Paşa’nın kardeşi Kaptan-ı Derya Sinan Paşa cami, çifte hamam ile birlikte yaptırmıştır Yapı topluluğu Sinan Paşa’nın 1553 yılında ölümünden sonra tamamlanmıştır Cami üzerindeki kitabede de caminin 1555 yılında tamamlandığı yazılıdır

Sinan Paşa Camisi’nin avlusunda bulunan medrese hücreleri özgünlüğünü koruyamamıştır Kare planlı, üzeri kubbeli odalardan meydana geldiği sanılan, taş ve tuğlanın almaşık düzende işlenmesi ile meydana gelen on iki medrese hücrelerinin üzeri bugün çatı ile örtülüdür Bu çatının buraya ne zaman yerleştirildiği bilinmemekle beraber Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 1930’lu yıllarda yapıldığı sanılmaktadır Yalnızca avlusundaki mermer şadırvan özgün hali ile günümüze gelebilmiştir Medrese odalarının arkasında, içerisinde helâların bulunduğu küçük bir avlu vardır

Kaynaklardan medresenin 1557 yılında öğrenime açıldığı, 1869 yılında 31 öğrencisinin bulunduğu 1914’te de kadro dışı bırakıldığı öğrenilmektedir

Alıntı Yaparak Cevapla

İstanbul Hakkında Bilgi

Eski 08-14-2012   #7
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İstanbul Hakkında Bilgi



İstanbul Türbeleri


Ayasofya Türbeleri (Eminönü)

Ayasofya Müzesi’nin avlusunda beş Osmanlı padişahının türbesi bulunmaktadır Bunlar Sultan II Selim (1524–1574), Sultan III Murat (1546–1695), Sultan III Mehmet (1566–1603), Sultan İbrahim (1615–1648) ve Sultan IMustafa’nın (1591–1639) türbeleridir Beş Osmanlı padişahının aynı yerde gömüldüğü tek yapı da Ayasofya’dır Bu türbeler Mimar Sinan, Mimar Davut ve Mimar Dalgıç Mehmet Ağa’ya aittir Bu türbelerde Osmanlı sanatının en güzel örnekleri bir araya getirilmiştir


Sultan II Selim Türbesi

Sultan II Selim’in ölümünden üç yıl sonra 1577’de yapılan türbesi Mimar Sinan’ın eseridir Dışarıdan mermer kaplı, kare planlı, çifte kubbeli bir yapıdır Yüksek ve iki bölümlü kubbe kemerlerin yardımıyla içeriden sekiz sütun üzerine oturtulmuştur

Türbenin basık kemerli kapısı üzerinde, çini üzerine kartuşlar içerisine alınmış iki beyitli bir kitabe bulunmaktadır:

“Rıhlet etti Hazret-i Sultan Selim
Ana rahmet ide Rabbü’l-Âlemin

Geçti evlâd-ı kiramıyla o Şah
Rahmetü’İlahi aleyhim cemain

Yaptılar bir türbe-i cennet misal
Dense lâyık kasr-ı Firdevs-i berin

Hatif-i Kutsi dedi tarihini
Türbe-i Sultan Selim pâk-i din 984

Bu türbe iç düzenlemesi itibarı ile Kanuni Sultan Süleyman Türbesi’ne benzeyen Mimar Sinan’ın ilginç yapılarından bir örnektir Türbe köşeleri genişçe pahlanmış bir gövde üzerinde yükselen kasnaklı bir kubbe ile örtülmüştür İçten kare planlı olan türbenin duvarlarında sekizgen bir plan şekli uygulanmış ve bunlar birbirlerine sivri kemerlerle bağlanarak pandantifli kubbeyi taşımaktadırlar Böylece Kanuni Sultan Süleyman türbesinde olduğu gibi, üst yapı itibarı ile sekizgen bir orta mekân elde edilmiş ve iç kısmında sandukaların çevresini dolaşan bir galeri elde edilmiştir

Geniş saçaklı, üç kemerli revakın ardından girişteki iki büyük çini pano dikkati çekmektedir Buradaki firuze, mavi renkli çiniler XVI yüzyılın en güzel örneklerini yansıtmaktadır XIX yüzyılın sonlarında İstanbul’da dişçilik yapan SDoringy isimli bir Fransız, zamanının bir Evkaf Nezareti’ne başvurarak türbenin eksik çinilerini tamamlamak istediğini belirtmiş ve kendisine izin verilmiştir SDoringy bu çinilerin hakikileri yerine Yeni Cami Hünkâr Kasrı’nda olduğu gibi panolardan birini sökerek götürmüş ve yerine bir taklidini yağlı boya ile yapmıştır Günümüzde bu çini pano Louvr Müzesi’nde sergilenmektedir

Türbenin içerisi zeminden 450 m ye kadar yükseklikte çinilerle kaplıdır Pencere ve dolapların arasındaki yüzeyler, alt pencerelerin kenarına kadar beyaz zemin üzerine mavi, yeşil, kırmızı, lacivert renkte çiçek ve yapraklarla süslüdür Firuze zemine beyaz Çin bulutları ile işlenmiş bordürler pencere ve dolap kapaklarını çevrelemektedir Pencerelerin üzerinde lacivert zemine beyaz celi-sülüs yazı ile yazılmış ayetlerden oluşan geniş bir yazı kuşağı çepeçevre dolaşmaktadır Pandantiflerin ortasına da İsm-i Celâl ve Cihar yar-ı Güzi’nin isimlerini oluşturan yuvarlak madalyonlar yerleştirilmiştir

Türbe içerisinde 41 sanduka bulunmaktadır Bunlar Sultan II Selim’in büyük ve yüksek sandukasının yanı sıra, III Murat’ın annesi Nurbanu Sultan, Sultan II Selim’in kızları Gevherhan Sultan, İsmihan Sultan ve Sultan III Murat’ın cülüsünde (tahta çıkışı sırasında) boğdurulan Sultan II Selim’in şehzadelerinden Şehzade Süleyman, Osman, Cihangir, Mustafa, Abdullah ile Sultan III Mehmet’in boğdurduğu 21 erkek kardeşi ile Sultan III Murat’ın oğulları ile kızlarına aittir


Sultan III Murat Türbesi

Ayasofya haziresindeki Sultan III Murat’ın (1546–1695)Türbesi, ölümünden sonra Mimar Davut Ağa tarafından yaptırılmıştır Türbe Sultan II Selim ile Şehzadeler Türbesi’nin arasındadır Türbenin yapımına 1595 yılında başlanmış, Mimar Davut Ağa’nın yanı sıra Dalgıç Ahmet Ağa da kendisine yardımcı olmuştur Davut Ağa’nın 1598’de ölümü üzerine türbeyi Mimar Dalgıç Ahmet Ağa 1599–1560 yılında tamamlamıştır

Türbenin dışı mermer kaplı, altıgen planlı olup, üzeri iç ve dış olmak üzere iki kubbe ile örtülmüştür Bu kubbeler doğrudan doğruya duvarların üzerine oturtulmuştur Burada Mimar Sinan’ın Kanuni Sultan Süleyman ve Sultan II Selim türbelerinde uyguladığı sistem tekrar edilmiştir İç mekânda altı sütun ortadaki sandukalar ile dış duvarlar arasındaki koridoru meydana getirmiştir

Türbenin içerisindeki duvarlar sekilerden itibaren 420 m yüksekliğe kadar XVI yüzyılın mercan kırmızısı rengindeki çinilerle kaplıdır Pencere ve dolapların etrafı çiçekli bir bordür ile çevrelenmiş, aralarda kalan duvar yüzeylerine kırmızı palmet, yeşil kıvrık yaprak, mavi şakayık ve Çin bulutlarından oluşan çiniler yerleştirilmiştir Bunlar renk, kalite ve kompozisyon yönünden yapıldığı dönemin en güzel örnekleri arasındadır Pencerelerin üzerinde lacivert zeminli, beyaz ve celi-sülüs ile yazılmış Besmele ve ayetleri kapsayan bir yazı kuşağı çepeçevre dolaşmaktadır İç mekândaki büyük sivri kemerler kalem işleri ile boyanmıştır Pandantiflerin ortasına birer dairevi madalyon yerleştirilmiş ve buraya Esma-i Hüsna yazılmıştır Kubbe yazı ve çeşitli motiflerle bezelidir Ortada Besmele ile birlikte Fatiha suresinin bulunduğu bir madalyon yer almaktadır Ayrıca İsmi Celâl ve İsmi Nebi’nin tekrarlandığı kufi bir yazı şeridi de dikkati çekmektedir

Türbenin abanoz ağacından yapılmış kapısı Türk ağaç işçiliğinin güzel örnekleri arasındadır Kapının sağ ve sol kanatlarındaki “Küllü nefsin Zâikatü’l- mevt sümme ileyna terceün” ayetinin yazılı olduğu sedef kakmalı kareler Dalgıç Ahmet Ağa’ya aittir

Türbede çeşitli ölçülerde 50 sanduka bulunmaktadır Sultan III Murat başta olmak üzere, hasekisi ve Sultan III Mehmet’in annesi Safiye Sultan, III Murat’ın kızları Fahri, Mihriban ve Fatma sultanlar ve ayrıca 20 kızı, Sultan IAhmet’in şehzadesi Kasım, Sultan III Mehmet’in tahta çıktığı sırada öldürülen 20 şehzadesi, 20 kızı, Sultan İbrahim’in bir şehzadesi ve iki kız gömülüdür

Türbenin yanında Sultan III Murat’ın oğullarının gömülü bulunduğu dıştan sekizgen, içten dört köşeli Şehzadeler Türbesinde Padişahın dört oğlu ile kızı gömülüdür


III Mehmet Türbesi

Ayasofya haziresinde bulunan Sultan III Mehmet’in türbesini Mimar Dalgıç Ahmet Ağa yaptırmıştır Bu türbe de Kanuni Sultan Süleyman, Sultan II Selim ve Sultan III Murat türbelerinde uygulanan mimari sistem küçük değişikliklerle tekrar edilmiştir Dalgıç Ahmet Ağa’nın eseri olan bu türbe dıştan mermer kaplı, içten de sekiz köşeli plana sahiptir Türbenin üzerini örten iç ve dış olmak üzere iki bölümden meydana gelen kubbe, doğrudan doğruya duvarların üzerine oturtulmuştur Sonraki dönemlerde Sultan III Mehmet’in ölen kızları için giriş kapısının iki yanına yeni bölümler eklenmiştir

Türbenin önünde üç kemerli bir revak bulunmaktadır Bu revakın zamanla bazı değişikliğe uğradığı, sütun başlıkları ve duvarlar üzerindeki resimlerden anlaşılmaktadır Giriş kapısı XVIII-XIX yüzyılın barok özelliklerini yansıtmaktadır Bu da bu bölümün yenilendiğine işaret etmektedir

Türbenin içerisi muntazam sekizgen bir plan göstermekte olup, sekiz mermer sütun, sekiz büyük kemerle birbirine bağlanarak pandantifli iç kubbeye dayanak sağlamaktadır Böylece Kanuni türbesindeki iç mekânın düzeni burada bir kez daha tekrarlanmıştır Baklavalı başlıklara oturtulan kemerler duvarlarla ve çok yüksekteki bağlantı kemeri ile birleştirilmiştir Türbenin içerisi İznik işi çinilerle kaplanmıştır Alt sıralardaki pencere ve dolapların arasında kalan duvarlar tamamen çinilerle kaplıdır Ancak bu türbe çinilerinde sonraki dönemlerde yapılan eklemeler de görülmektedir Türbe içerisinde kalem işleri görülmemekte olup, onların yerini yaprak-çiçek kompozisyonları almıştır Pandantiflerin ortasında yeşil zeminli yuvarlak madalyonlara altın yaldızla Lafsa-i Celâl, İsm-i Nebi, Cihar yar-ı Güzin, Hasan ve Hüseyin isimleri yazılmıştır Madalyonların çevresi de lotuslar ve rumi kıvrımlarla doldurulmuştur Kubbe göbeğinde madalyon içerisinde bir ayet bulunmaktadır

Türbenin içerisinde ve dışında çeşitli yerlere yerleştirilmiş kitabe ve yazılar bulunmaktadır Bunlardan kapının basık kemeri üzerinde iki satır halinde altı kartuş içerisine yazılmış kitabesi okunmaktadır:

“Ruh-ı pak-i Hazreti Sultan Mehmed Han içun-farz-ı ayn oldu şam u seher her salihe daima firdevs-i a’ladâ meşam canına
İrişe Gülizar-ı kutsiden muattar rayiha-azm-i Firdevs ettiğine hükmüya tarihtir Okuyun Sultan Mehmed can-i çün Fatiha

Bunun yaı sıra türbenin dışta batı cephesine, alt pencere ile orta sıradaki pencerelerin arasındaki yüzeye üç satır halinde, her mısraı ayrı bir kartuş içerisine alınmış uzun bir kitabe yerleştirilmiştir Bu kitabeden türbenin Sultan I Ahmet tarafından babasının ölümü üzerine yaptırıldığı ve binanın 1608–1609 yıllarında tamamlandığı yazılıdır Buna dayanılarak türbenin Sultan III Mehmet’in ölümünden beş yıl sonra tamamlandığı anlaşılmaktadır

Türbede Sultan III Mehmet’in yanı sıra Sultan I Ahmet’in annesi Handan Sultan, Sultan I Ahmet’in üç oğlu ve on dört kızı ile Sultan III Murat’ın kızı Ayşe Sultan gömülüdür Giriş revakının iki yanındaki mekânlarda da Sultan III Murat’ın kızları gömülüdür


Sultan İbrahim ve Sultan I Mustafa Türbesi

Ayasofya’nın Bizans Çağı’na tarihlenen vaftizhanesi fetihten sonra bir süre camiye dönüştürülen yapının kandillerinin yanmasını sağlayan yağhane olarak kullanılmıştır Sultan I Mustafa’nın 1623 yılında ölümü üzerine gömülmesi için yer bulunamamış, naşı bir süre bekletildikten sonra vaftizhane türbeye dönüştürülmüş ve oraya gömülmüştür

Sultan İbrahim’in 1648 yılında ölümünden sonra O da Sultan I Mustafa’nın yanına gömülmüştür Bu türbenin kubbedeki kalem işi dışında bezemesi bulunmamaktadır Duvarlardan bir parçası üzerinde Bizans döneminden kaldığı sanılan bir fresko izi bulunmaktadır

Vaftizhane ile Ayasofya arasında küçük bir iç avlu bulunmaktadır Bu avlu içerisinde Bizans döneminden kalma bir vaftiz teknesi ile Osmanlı döneminden kalan yağ küpleri görülmektedir

Bu vaftizhane ve sonra türbeye dönüştürülen bölüm, ana yapının güneybatı köşesinde, kare planlı ve anıtsal bir yapıdır Üzeri dıştan kasnaksız kurşun kaplı, basık bir kubbe ile örtülüdür İçeride köşelerde, kare dış duvarların içlerine dört eksetra oyulmuş ve böylece binanın üzeri sekizgene dönüştürülmüştür Duvarlarda sekiz niş bulunmakta olup, iç kısımdaki sekizgen planı daha da belirginleştirmektedir Bu nişlerden doğudaki hafifçe dışa taşkın olup, bir apsis oluşturmaktadır

Vaftizhanenin batısında kalan narteks bölümü üzeri çapraz tonozlu üç bölüm halindedir Vaftizhanenin yapım tarihi kesinlik kazanamamıştır Bazı iddialara göre IIustinianus, bazı iddialara göre de II Theodosius zamanından kalmadır Mimari işçiliği ve kullanılan elemanlar bugünkü Ayasofya’dan farklıdır

Türbede Sultan I Mustafa ve Sultan İbrahim’den başka Sultan IV Murat’ın kızı ve Melek Ahmet Paşa’nın eşi Esmahan Kaya Sultan, I Ahmet’in kızı, Bayram Paşa’nın eşi Hanzade Sultan, I Ahmet’in kızı ve Kenan Paşa’nın eşi Atike Sultan, Sultan İbrahim’in kızı ve İbşir Paşa’nın eşi Buy-unus Ayşe Sultan, Sultan İbrahim’in oğlu Şehzade Selim, Sultan IV Mehmet’in oğlu Şehzade İbrahim ve Sultan II Ahmet’in oğlu Şehzade İbrahim gömülü bulunmaktadır Türbe içerisinde toplam on sekiz sanduka bulunmakta olup, bunların dışındakilerin kime ait olduğu bilinmemektedir


Sultan I Ahmet Türbesi (Eminönü)

Ahmed’in (1603–1617) Türbesi, Sultanahmet Külliyesi’nin kuzeydoğu köşesinde bulunmaktadır Duvar ile çevrili olan türbenin arkasında bir darülkurra, revakların önündeki köşede daha önce sebil olan ve XIX yüzyılda muvakkithaneye dönüştürülen, günümüzde Türbeler Müzesi Müdürlüğü olarak kullanılan bir yapı bulunmaktadır

Sultan IAhmed’in 1617’de ölümünden sonra Sultan IMustafa (1617–1618/1622–1623) döneminde 1617–1618 yıllarında türbenin yapımına başlanmış, Sultan II Osman (1618–1622) döneminde 1619’da tamamlanmıştır

Türbe XVI yüzyıl türbelerinden ayrı bir mimari üslup göstermektedir Bu yapıda iç koridorlu mekân düzeninden ve çift cidarlı kubbeden vazgeçilmiştir Girişin karşısına bir çıkıntı yapılmıştır Kare planlı olan yapının cepheleri mermerle kaplanmış olup, köşeler pahlanarak yumuşatılmıştır Bu pahlanan kısımlar üstte mukarnas dolgular ile son bulmaktadır Türbe cephelerdeki üç sıra pencere ile aydınlatılmıştır Alt sıra pencereler ahşap kapaklı dikdörtgen söveli, üst sıra pencerelerse sivri kemerli ve şebekelidir Türbenin yan cephelerine açılan farklı boyuttaki bu pencereler asimetrik bir görünüme sahiptir Sultan I Ahmed’in sandukasının hizasına rastlayan pencereler diğerlerinden daha büyük tutulmuş ve böylece farklı bir görünüm elde edilmiştir

Türbenin üzeri çokgen bir kasnak üzerine oturan kubbe ile örtülmüştür Türbe girişi üç bölümlü bir revak görünümündedir Bu revakın üst örtüsü önde dört, arkasında duvarlara gömülü iki sütun üzerine oturmaktadır Buradaki mukarnas başlıklı mermer sütunlar iki ayrı renkli taştan örülmüş ve bunlar birbirlerine sivri kemerlerle bağlanmıştır Bu kemerlerin ortasında ayna tonoz, iki yanında da birer kubbe bulunmaktadır Üst örtünün içerisi bitkisel kalem işleri ile bezenmiştir Türbe giriş revakı daha geniş tutulmuş ve iki yanına da mermer korkuluklu sekiler yerleştirilmiştir Türbe girişi basık kemerli bir kapı olup, bunun üzerinde üç satırlık on iki kartuşlu bir kitabeye yer verilmiştir:

“Hüsrev-i Cennet-mekân hakan-ı Firdevs-i aşiyan
Daver-i Cemşid ferdray-ı hurşid i’tila
Yani Sultan Ahmed ol Şah-ı Süleyman kadr kim
Şahlar olurlar idi dergehine çehresa
Gördü kim bu alem-i fani değil Cay-i karar
Can atıp firdevse kıldı azm-i aklim-i beka
Şahbaz ruh-ı paki arşa pervaz eyledi
Oldu cism-i pakine bu merkad-i ca dilguşa
Habgahın adın kıl ya Rab o şah-ı adilin
Cennet-i a’lada lutfunla müyesser kıl lika
Türbe-i ulyasının ihtimamına tarihdir
Türbe-i Sultan Ahmed evc-i ı’lliyyin ola
1028 (1619)

Türbenin ahşap kapı kanatları üç bölüm halindedir Bu kapıda kündekari teknik uygulanmış, geçmelerin içerisi sedef, fildişi ve bağa ile kaplanmıştır Türbenin girişi üzerine bir mahfil yerleştirilmiş, buraya çıkışı sağlayan merdiven giriş kapısı ile dolap nişi arasına yerleştirilmiştir Türbenin üzerini örten kubbeye geçiş duvarlardan dışarı taşan sekiz sivri kemer ve bu kemerlerin mukarnaslı üçgenleri üzerine oturtulmuştur

Sultan I Ahmet Türbesi çini, kalem işi ve ahşap işçiliğinin güzel örneklerini bir araya getirmiştir Alt sıra pencerelerin üzerlerine kadar zeminden çiniler ile kaplıdır XVII yüzyıl sıratlı tekniğindeki bu çinilerde bitkisel kompozisyonlara ağırlık verilmiştir Çini panoların üzerini lacivert zemine beyaz sülüs hat ile yazılmış Mülk suresine yer verilmiştir Bu ayet kuşağı bütün türbeyi çepeçevre dolaşmaktadır Çinilerin üzerinde kalan bölüm ise zengin kalem işleri ile bezenmiştir Kubbenin ortasına madalyon içerisine Fâtır suresinin 41 ayeti; pandantiflerdeki madalyonlar içerisine de Esma-ül Hüsna yazılmıştır

Türbede Sultan I Ahmet, oğulları Sultan II Osman, Sultan IV Murad, Kösem Valide Sultan (Mahpeyker Sultan), I Ahmed’in, II Osman’ın, IV Murad’ın ve Sultan İbrahim’in kızları ile oğulları gömülüdür

Türbe İstanbul Türbeler Müdürlüğü’nün yönetiminde olup, müze olarak düzenlenmiş ve ziyarete açılmıştır


Sultan II Mahmud Türbesi (Eminönü)

Mahmut Türbesi çevresinde büyük bir alanı kaplayan, adeta bir Osmanlı anıtsal mezarlığı görünümündedir

Türbe sebil, muvakkithane ve hazireden meydana gelmiş olup, bunun bir kenarında bulunan Sultan II Mahmut Türbesi, Sultan II Mahmud’un (1808–1839) 1 Temmuz 1839’da ölümünden sonra yapılan görevlendirmelerle 1839’da yapılmış ve 11 Kasım 1840’ta açılmıştır Türbenin mimarları Ebniye-i Hümayun kalfalarından Ohannes Dadyan ve Bogos Dadyan’dır Türbenin mali ve idari işlerinden de bina emini Bekir Abdülhalim Efendi sorumlu olmuştur Türbedeki kitabeleri de Hattat Mehmet Haşim Efendi yazmıştır Türbenin dış avlu kapısı üzerindeki kitabe de Yesarizade Mustafa İzzet Efendi’ye aittir

Sultan II Mahmut Türbesi ve hazireye açılan kapıların üzerinde Şair Ziver’in söyleyip, Yesarizade Mustafa İzzet Efendi’nin yazdığı kitabelerden birinci kapı üzerindeki kitabede;

“Fevz ve şevketle muammer eylesin
Şehriyar-ı asrî Hay Müsteân
Zâtı eslâf-ı selâtine onun
Hayrla hayru’l-halefdir bî-gümân
Vâlidî Mahmûd Han’ın kabrine
Türbe inşa kıldı ol Şah-cihan
Öyle âlî türbe kim Cennet gibi
Dâima olmuş makam-ı kudsiyan
Fatiha İhlâs okundukça Hudâ
Rûh-ı Han-ı Mahmud’u kılsın şadümân
Ziver’â tarihim oldu cevherîn
Türbe-i Mahmud Han kasr-ı Cinan / 1255”

İkinci kapı üzerindeki kitabede ise;

Menba‘-ı mâ’i’l-hayât ma‘dele’t-şâh-ı cihân
Hazret-i Abdülmecid Hân sâye-i Rabb-i Celîl
Hayr-ı cârîsi o şâhın meşreb-i pâkîzesi olmuş
Su gibi olmuş revân bulsa seza ecr-i cezîl
Vâlid-i zî-şânın rûh-ı şerîfi içün o Şeh
Eyledi ihyâ bu mevkî‘den sebîl-i bî-adîl
Rûh-ı Mahmûd Hân garîk-i rahmet olsa var yeri
Türbesi firdevs olup oldu sebîli selsebîl
Ya ilâhî teşne-gan etdikce bunda nûş-ı âb
Rûh-ı Hân-ı Mahmûd’u kıl seyrâb-ı in‘âm-ı cemîl
Cevher-i târihime su verdi Ziver-i feyz-i cûd
Buldu kevser ruh-ı Han-ı Mahmud içün zîbâ-sebil / 1256” Yazılıdır

Türbenin Sultanahmet yönündeki köşesine de bir çeşme yerleştirilmiş, böylece yuvarlak pencereli mezarlığın duvarlarında bir kenarda türbe, diğer kenarda da çeşme ve her ikisi arasındaki sebil ve giriş kapısı ile bir bütünlük sağlanmıştır

Mezarlık alanına giriş anıtsal bir kapı görünümündedir Türbe, kapılar ve sebil araları birbirlerine eşit uzunlukta dörder yuvarlak şebekeli pencerelidir Sebilin her iki yanındaki pencereler arkadaki başka bir mekâna da bağlı olduklarından madeni şebekelerin arkasına ayrıca ahşap aksam yerleştirilmiştir Bunların arkasında Muvakkithane ile Hünkâr Dairesi’ne yer verilmiştir Türbeye giriş bu yapının içerisindendir

Sekizgen planlı olan türbenin yan yüzeyleri kenarlarından biraz içeriye çekilmiş, plasterlerle hareketlendirilmiştir Saçak altına kadar uzanan bu plasterler antik çağın korint üslubuna benzemektedir Plasterler arasındaki yüzeylere yarım daire kemerli pencereler ve bunların üzerine içleri boş kartuşlar yerleştirilmiştir Pencere kemerlerinin üzengi hizasında bir silme türbeyi çepeçevre kuşatmakta, sonra da uzun cephenin pencereli duvarlarının üst bitimine bağlanmaktadır Bu silmelerin türbe plasterleri üzerlerine rastlayan bölümlerine de palmetli bir friz yerleştirilmiştir Ayrıca saçak altındaki yüzeylere çifter kılıçlı birer kalkan kabartmasına da yer verilmiştir Bu kalkanların bitiminde meşale şekilleri görülmektedir

Bütünüyle mermer kaplı olan cephenin tasarım ve uygulama düzeni madeni parmaklıklarda ve sebilim alemlerinde de görülmektedir Türbe 17 m çapında bir kubbe ile örtülüdür İçerisi kalem işleri ile bezenmiş, çiçek sepeti kabartmaları, armalarla süslenmiştir

Türbe içerisinde on sekiz sanduka bulunmaktadır Burada Sultan II Mahmud, Sultan Abdülaziz ve Sultan II Abdülhamid gömülü bulunmaktadır Sultanların sandukaları madeni ve sedef şebekeler içerisine alınmıştır Yalnızca Sultan II Mahmud’un madeni sanduka şebekesi özenli biçimde yapılmıştır

Türbe’ye girişteki uzun koridorun iki yanında bulunan odalardan sol taraftaki Nevfidan Türbesi olarak isimlendirilir Ayna tonozla örtülü olan bu odanın tavanı alçı kabartmalarla bezenmiştir Bu bezemelerde, saksı içerisinden çıkan çiçek demetleri ve etrafında çelenklerden gelişen süslemeler dikkat çekicidir Burada asıl türbe içerisinde gömülü bulunan üç Osmanlı padişahının eşleri ve çocuklarına ait sandukalar bulunmaktadır Girişin sağındaki oda ise kendi içinde ikiye bölünmüş olup, burasının türbe ziyaretine gelen sultanların dinlenme yeri olduğu sanılmaktadır

Türbenin içerisinde beyaz renk egemen olup, yalnızca bezeme olarak kubbe içerisinde alçı kasetli dekorasyon dikkati çekmektedir Diğer Osmanlı türbelerinde görülen ayet kuşağına burada da yer verilmiştir Siyah zemin üzerine altın yaldızlı Hud Suresinden ayetler yazılmıştır Bunun yanı sıra kapı üzerindeki kitabede Rahman Suresi’nden ayetler, kubbe kasnağı çevresinde Lafz-ı Celâl, İsm-i Nebi, Cihar-ı Yar-ı Güzin, Hasan ve Hüseyin isimleri madalyonlar içinde yazılmıştır

Mahmud’un tuğralı Kâbe örtüsü, ipek seccadeler, halılar, İran şalları, şamdanlar, avizeler ile bezenmiştir Bunlardan kubbeye asılı kristal avize İngiltere Kraliçesi Viktorya tarafından gönderilmiştir Kapının iki yanındaki altın yaldızlı duvar saatleri de Fransa İmparatoru III Napolyon’un hediyesidir

Türbe, Türbeler Müdürlüğü’nün yönetiminde olup, içerisindeki eşyaların büyük bir kısmı envanterlenerek Türbeler Müdürlüğü deposuna kaldırılmıştır

Sultan II Mahmud Türbesi’nin yanındaki avlu 1861 yılından sonra hazireye dönüştürülmüş ve büyük çoğunluğunu 1840–1920 tarihleri arasında görev yapmış önemli devlet adamları ve yazarların, şairlerin mezarları oluşturmaktadır Burada 150’ye yakın son dönem Osmanlı taş işçiliğini yansıtan, hat ve tarih yönünden önemli mermer lahit ve mezar taşı bulunmaktadır Burası açık hava mezar müzesi görünümündedir Burada gömülü olanların başında; Ahmed Fethi Paşa, Müşir Ahmed Eyüb Paşa, Süreyya Paşa, Damat Hasan Hüsnü Paşa, Sadullah Paşa, Mehmed Tevfik Paşa, Said Halim Paşa, Şevknihal Kadın, Revnak Kadın, Ferahnuma Kadın, Talha Ağa, Ahmed Raşid Zeynel Efendi; Hasan Fehmi Bey, Ahmed Samim; Muallim Naci, Ziya Gökalp gelmektedir

Türbe kompleksinin önünde bulunan Sebil caddeye taşmış olup, avlunun iki ana giriş kapısının ortasında bulunmaktadır Beyaz mermer kaplı sebil dört sütun üzerine oturan kubbe ile örtülmüştür Kubbenin içerisi dilimlere bölünmüş ve her bir dilimin içerisine çiçek demetlerinden oluşan alçı kompozisyonlar işlenmiştir

Sebilin iki yanındaki odalara avludan girilmektedir Sebile geçişi sağlayan avlunun sağında kalan bölüm Muvakkithane olup, burada Ahmed Eflâki Mevlevi Dedesi ilk muvakkit olarak görev yapmıştır Bu bölüm uzun yıllar Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün restoratörü YMimar Sedat Çetintaş’ın çalışma ofisi olarak kullanılmıştır


Sultan IIBeyazıt Türbesi (Eminönü)

Bayazıt yapı topluluğunun bir bölümünü oluşturan türbe, Bayazıt Camisi’nin güneyinde, dış avlusunda bulunmaktadır Türbeyi II Bayazıt’ın (1481–1512) oğlu Yavuz Sultan Selim (1512–1520) caminin Kıble yönündeki boş alana yaptırmıştır Türbenin mimarı kesinlik kazanamamakla birlikte Mimar Hayreddin olduğu sanılmaktadır Sultan II Bayazıt saltanatı oğlu Yavuz Sultan Selim’e bıraktıktan sonra Dimetoka’ya gönderilmiş, ancak çorlu yakınlarında ölmüştür Bundan sonra İstanbul’a getirilerek kendi adına yaptırdığı camisine gömülmüştür Sultan II Bayazıt’ın 26 Mayıs 1512’de ölümü dikkate alındığında türbenin de 1513 yılının sonlarında veya 1514 yılının başında tamamlandığı sanılmaktadır

Türbe Klasik Osmanlı türbe mimarisi formunda, köfeki taşından sekizgen planlı olup, her kenarı 535 m ölçüsündedir Üzeri sağır sekizgen kasnaklı bir kubbe ile örtülmüştür Bu türbe Mimar Sinan öncesi Osmanlı devri mimarisi ile Klasik Osmanlı mimarisi arasında bir geçit teşkil etmektedir Türbenin her kenarında altlı üstlü ikişer penceresi vardır Türbeyi son derece güzel aydınlatan bu pencerelerin alt sıradakiler dövme demir parmaklıklı, dikdörtgen şekildedir Bunların üzerinde tahfif kemerlerine yer verilmiştir Üst sıra pencereler Klasik Osmanlı mimarisinde yaygın biçimde kullanılan basık sivri kemerlidir

Giriş kısmındaki geniş saçaklı holün orijinali günümüze gelememiş, burası XVIII yüzyılın sonlarına doğru yenilenmiştir İki renkli taşlardan yapılmış kapı kemerinin üzerinde Besmele yazılıdır Kapı kanatları kündekâri tekniğindedir Ayrıca altın yaldızlı madeni kabaralarla süslenmişse de bunların hemen hemen hepsi yerlerinden sökülerek çalınmıştır Kapı kanatlarının üst kısmındaki kitabelerde “Dünya ahiretin tarlasıdır” anlamında bir hadisi şerife yer verilmiştir

Türbenin dış cephesinde yeşil ve somakilere de yer verilmiş ve böylece Osmanlı türbe mimarisindeki sadelikten kısmen uzaklaşılmıştır

-XIX yüzyılda yapılmıştır Bu kalem işlerinin Tanzimat döneminde yapıldığı ve 1940’lı yıllardan sonra caminin onarımı sırasında yenilendiği bilinmektedir Ayrıca alt pencerelerin üzerlerine madalyonlar içerisinde manzara resimleri yapılmış, yine madalyonlar içerisinde Esma-ül Hüsna’ya yer verilmiştir

Sultan II Bayazıt’ın sandukası türbenin ortasına tek olarak yerleştirilmiştir Sanduka sedef kaplamalı bir şebeke ile çevrilmiştir Bu sandukanın üzerinde sarı simlerle Maraş işi tekniğinde Sultan II Bayazıt’ın doğum, cülüc, saltanat süresi ve ölüm tarihini içeren bir kitabe işlenmiş, bunun üzerine de celi-sülüs yazı ile Kelime-i Şahadet ve Kuran’dan alınma diğer bölümler işlenmiştir

Türbe İstanbul Türbeler Müzesi Müdürlüğü’nün yönetiminde olup, içerisindeki Kuran-ı Kerim, Lihye-i Saadet, şamdanlar, rahleler, levhalar ve kandiller müze deposuna kaldırılmıştır

Sultan II Bayazıt Türbesi’nin sol tarafında kızı Selçuk Sultan’ın, sağında ise Tanzimat döneminin önde gelenlerinden Mustafa Reşit Paşa’nın türbeleri bulunmaktadır


Kanuni Sultan Süleyman Türbesi (Eminönü)

Kanuni’nin Zigetvar Savaşı’nda, kalenin düşmesinden birkaç saat önce 6–7 Eylül 1566 yılında ölmüştür Sokullu Mehmet Paşa Kanuni’nin ölümünü orduda karışıklık çıkmaması amacı ile gizlemiş, iç organları sultanın öldüğü yere gömülmüş, cesedi İstanbul’a getirilmiştir Padişahın ölümü Belgrat’a yaklaşırken açıklanmış ve tabut 400 kişilik Vezir Ahmet Paşa’nın komutasında İstanbul’a götürülmüştür Süleymaniye Camisi önünde üçüncü defa namazı kılınmış ve caminin mihrabı önüne gömülmüştür

Kanuni Sultan Süleyman’ın (1520–1566) öldüğü Zigetvar’da bir makam türbesi yapılmıştır Sultan II Selim’in (1566–1574) emri ile Budin Valisi Sokullu Mustafa Paşa aynı yerde bir türbe yaptırmıştır Sonraki yıllarda Sultan IV Mehmet (1648–1687) bu türbeyi onarmıştır Osmanlıların Macaristan’dan çekilmesinden sonra bu türbe yıktırılmıştır

Kanuni Sultan Süleyman’ın İstanbul’daki türbesini oğlu Sultan II Selim yaptırmıştır Mimar Sinan’ın eseri olan bu türbe sekizgen planlı olup, köşeleri hafifçe pahlanmıştır Sekizgen gövdenin alt kısmını geniş bir saçak altında dolaşan sivri kemerli bir revak çepeçevre sarmıştır Bu revak iki mermer kemerlerin üzerine oturduğu baklava başlıklı 29 sütun tarafından taşınmaktadır Sütunların aralarına Bursa kemerli korkuluklar yerleştirilmiştir Bu revakların arkasında dikdörtgen çerçeveli, mermer söveli pencereler bulunmaktadır Pencerelerin iki renkli sivri kemerli alınlıkları mermer ile kaplanmıştır

Türbenin sekizgen gövdesinin üzerinde iki renkli mermerlerle örülmüş geniş bir sivri kemer içerisinde üçlü pencere gurupları bulunmaktadır Bunlardan ortadaki pencereler yanlardakinden daha geniş ve daha yüksektir Pencere kemerleri sivri formlu ve iki renk mermer örgülüdür Türbenin cephesi mukarnaslı bir friz ve palmetli bir tepelikle sonlandırılmıştır Üst örtü iç içe iki kubbe şeklinde olup, kasnaksızdır

Türbenin giriş revakı üç kemerlidir Bunun sağ ve soluna birer kemer daha eklenmiştir Bunun sonucu olarak da giriş revakı beş kemerli görünüm kazanmıştır Ortadaki revak dizisinin kemerleri yandakilere göre daha sivri ve daha yüksektir Giriş revakının kemerleri mukarnas başlıklı sütunlar üzerine oturtulmuştur Ayrıca revaklar mermer şebekelerle çevrilmiş, revakın tavanı mermer plakalarla kaplanmıştır Bu bölüm dıştan geniş bir çatı ile örtülmüştür

Bu pandantifler mukarnas başlıklı kırkızı porfir ve beyaz mermer sekiz sütun tarafından taşınmaktadır Türbenin içerisi XVI yüzyılın çinileri, kalem işleri ve ağaç işçiliğinin örnekleri ile bezenmiştir Giriş kapısının iki yanına bitkisel kompozisyonların egemen olduğu çini panolar yerleştirilmiştir Abanoz kapı kanatları sedef ve fildişi kakmalarla bezenmiş, bunların üzerine Kelime-i Tevhit yazılmış ve geometrik süslerle de bezenmiştir İç mekân duvarları yarıya kadar çini ile kaplanmıştır Burada beyaz zemin üzerine lacivert, firuze ve kırmızı renklerin ağırlıklı olduğu bitkisel kompozisyonlu çiniler boş yer bırakmamacasına bütün yüzeyi kaplamıştır Ayrıca çinilerin üzerinde tüm mekânı çepeçevre dolaşan bir ayet frizi bulunmaktadır Pandantiflerin yüzeylerine de Allah, Muhammed ve dört halifenin isimleri yazılıdır

Kubbe kalem işleri ile bezenmiş, altın yaldızlı madalyonlar da dikkati çekmektedir Burada rumi ve hatayilerin yanı sıra bezemeleri birleştiren düğümlerin ortalarına parlak cisimler yerleştirilmiştir

Türbede Kanuni’den başka II Süleyman, II Ahmed ve hasekisi Rabia Sultan, Kanuni’nin kızı Mihrimah Sultan, II Süleyman’ın annesi Saliha Dilaşub Sultan ve II Ahmed’in kızı Asiye Sultan gömülüdür


Sultan III Mustafa ve Sultan III Selim Türbesi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Laleli’de Ordu Caddesi üzerinde bulunan bu türbe Sultan III Mustafa’nın 1763 yılında yaptırmış olduğu Laleli Camisi ismi ile tanınan imaret, sebil, muvakkithane, han, hamam ve dükkânlardan oluşan külliyenin bir bölümüdür Yapı topluluğunun mimarı Tahir Ağa’dır

Sultan III Mustafa (1757–1774) Laleli’de yaptırdığı bu külliyenin yanına daha önce kendisi için bir de türbe eklemişti Bu nedenle 1774 yılında öldüğü zaman kendi yaptırdığı türbesine gömülmüştür Sultan III Selim de (1761–1808) 1808’de öldüğü zaman babası olan Sultan III Mustafa’nın bu türbesine gömülmüştür

Mermer kaplı ongen planlı tek kubbeli, barok üsluptaki türbenin üç cephesi önündeki Ordu Caddesi’ne yöneliktir Türbe girişinde üç gözlü revak bulunmaktadır Türbenin avlu giriş kapısı üzerinde celi-sülüs yazı ile Mehmet Vasfi Efendi’nin Fecr suresinin 27–30 ayetleri yazılıdır Giriş kapısı üzerinde celi-sülüs yazı ile Mehmet Vasfi’nin Ankebut suresinin 57 ayeti yazılıdır Giriş kapısının iç kısmında Mehmet Vasfi’nin koyu yeşil zeminli kabartma harfler ve altın varakla Haşr suresinin 2 ayeti yazılmıştır Caddeye bakan türbenin güneydeki üç penceresi basık kemerli olup, bunların köşelikleri mermerden kabartma yaprak ve çiçek motifleri ile bezenmiştir Süsleme yönünden son derece zengin olan türbenin içerisindeki birinci kat pencereleri yayvan kemerlerle çevrilmiş pencere aralarına XVI yüzyıla tarihlenen, piyasadan toplanmış mercan kırmızısı, mavi ve beyaz renklerin egemen olduğu çiniler yerleştirilmiştir Bu pencereler üzerine yine Mehmet Vasfi Efendi’nin Zümer suresinin 49–53; 73–73 ve Saffad suresinin 180–182 ayetleri yazılmış ve bunlar bir kuşak halinde iç mekânı çepeçevre dolanmıştır

Türbede Sultan III Selim ve Sultan III Mustafa’nın sandukaları bulunmaktadır Bu sandukalar sedef kakmalı, ahşap korkuluklarla çevrilmiştir Onların yanı sıra, Sultan III Mustafa, Sultan III Selim’in şehzadeleri ve kızlarına ait sekiz sanduka daha bulunmaktadır Bunlar Sultan III Mustafa’nın kızları Hibetullah, Mihrimah, Mihrişah sultanlar ile torunu Şerife Havva Sultan’a aittir Türbe haziresinde ayrı bir türbede ise Sultan III Mustafa’nın eşi Adilşah Kadın gömülüdür


Sultan IAbdülhamid Türbesi (Eminönü)

Vakıf Han’ın karşısında bulunan Sultan IAbdülhamid Türbesi, Sultan IAbdülhamid (1774–1789) tarafından 1776–1777 yılında yaptırdığı imaretin bir bölümünü oluşturmaktadır Sultan I Abdülhamid burada bir cami yaptırmak istemiş ancak, Yeni Cami gibi şehrin en kalabalık semtinde bulunan bu büyük mabedin yanına bir imaret yapılmasının daha hayırlı olacağını düşünmüş ve bu imareti yaptırmıştır Bu imaretin yanına medrese, sebil, çeşme, kütüphane eklemiştir İmaretin Bina eminliğini Mustafa Ağa, mimarlığını da Beylerbeyi Camisi’ni yapan Mehmet Tahir Ağa yapmıştır Meşrutiyetin ilk yıllarında bu imaret Evkaf Nazırı Hayri Efendi tarafından yıkılarak ortadan kaldırılmış, yerinde yalnızca türbesi kalmıştır İmaretin sebili bugün Gülhane Parkı karşısında bulunmaktadır

İmaretin bir bölümünü oluşturan Sultan IAbdülhamid’in Türbesi’nin bulunduğu yerde bir manastırın bulunduğu kaynaklardan öğrenilmektedir Abdülhamit döneminde arsa halindeki yere bu yapı topluluğu yapılmıştır Türbe mermer işçiliği yönünden son derece muntazam ve barok üsluptadır XIX yüzyılda JPVon Hammer; “bu türbe güzel ve asil bir stilde inşa edilmiştir Her ne kadar Kanuni Sultan Süleyman’ın güzel türbesini geçemese de binanın tazeliği ve yeniliği görülmeye değer” diye anılarında bu türbeden söz etmiştir

Sultan I Abdülhamid’in türbesi köşeleri yuvarlatılmış kare planlı olup, tümü ile mermerden yapılmıştır Önünde avlusu bulunan türbenin dış avlu kapısı üzerine sülüs yazı ile Ankebut suresinin 57 ayeti yazılmıştır Bu avludan üç gözlü bir revak ile türbeye girilmektedir Türbenin giriş kapısı üzerinde celi-sülüs yazı ile Hattat Mehmet Emin’in yazmış olduğu Fecr suresinin 27-30 ayetleri bulunmaktadır Dıştan iki katlı görünümdeki bu türbenin katları birbirinden düz kornişli bir silme ile ayrılmıştır Üzeri kubbeli olan türbe, 26 pencere ile aydınlatılmıştır Türbenin içerisi kalem işleri ile süslenmiştir Kuzey duvarının ortasına Peygamberin ayak izini kapsayan mermer bir pano yerleştirilmiştir Pencere ve dolapların üzeri ile türbeyi çepeçevre kuşatan bir yazı kuşağı görülmektedir Mermer üzerine sülüs yazı ile yazılmış olan bu kuşakta Mülk suresine yer verilmiştir Kubbeyi taşıyan pandantiflerin içerisine de madalyonlar halinde İsm-i Celâl, İsm-i Nebî, Çehar yâr-i Güzin ile Hasan ve Hüseyin’in isimleri yazılıdır Ayrıca kubbe içerisindeki yuvarlak madalyona da “Yâ âlimen bi-hâli aleyke ittikâli” yazısı dört kez yazılmıştır

Türbe içerisinde Sultan I Abdülhamid’den başka oğlu Sultan IV Mustafa (1807–1808), Şehzade Ahmet (1778), Şehzade Süleyman (1786), Şehzade Mehmet (1784), Şehzade Murat (1785), Şehzade Mehmet Rüştü (1851), Şehzade Abdülmecit, Şehzade II Murat, Şehzade Beyazıt, Ayn-ı Şah Sultan (1780), Rabia Sultan (1780), Melik Şah Sultan (1781), Mevhibe Sultan (1851), Fatma Sultan (1785), Alem Şah Sultan (1785), Emine Sultan (1790), Saliha Sultan (1786), Rabia Sultan (1781), Emine Sultan (1809) gömülü bulunmaktadır


Şehzade Mehmet Türbesi (Eminönü)



Şehzade Mehmet Manisa’da Vali iken Çiçek Hastalığı’ndan 23 yaşında ölmüştür Şehzadenin cenaze namazı Bayazıt Camisi’nde kılınmış ve daha sonra burada yapılacak türbesinin olduğu yere gömülmüştür Bundan sonra Kanuni Sultan Süleyman Mimar Sinan’a Şehzade Mehmet için görkemli bir türbe, türbenin yanına da bir cami yaptırmasını istemiştir Mimar Sinan’ın yaptırmış olduğu ilk selâtin külliyesi olan bu yapı topluluğu cami, medrese, tabhane, sıbyan mektebi, imaretten meydana gelmiş olup, 1544 yılında yapımına başlanmış 1548’de de tamamlanmıştır

Türbe Klasik Osmanlı türbe mimarisi üslubunda olup, yapı topluluğunun en erken bitirilen bölümüdür Osmanlı mimarisinin en güzel türbelerinden birisi olup, sekizgen planlıdır Üzeri yivli bir kubbe ile örtülmüştür Türbenin dış cepheleri zeminden saçak kornişine kadar yarım sütunlarla birbirlerinden ayrılmış, üzerine kırmızı taştan bir silme yerleştirilmiştir Buradaki silmelerden sonra palmet motiflerinden bir friz yapıyı çepeçevre dolanmıştır Kubbe ile tambur arasında kalan bölüme de küçük ölçüde palmetlerden meydana gelmiş bir akrotel frizi yerleştirilmiştir

Türbenin her cephesinde altlı üstlü ikişer penceresi vardır Toplam 30 pencere ile türbe aydınlatılmıştır Alt sıra pencereler dikdörtgen söveli, sivri kemerli ve pembe porfir alınlıklıdır Üst sıra pencereler yine dikdörtgen çerçeveler içerisine alınmış olup, sivri kemerlidir Buradaki kemerler alternatifli olarak kırmızı ve beyaz taşlardan örülmüştür Alt ve üst pencereler arasında celi-sülüs yazı ile Fatiha, Tekasür, İhlâs ve Zümer surelerinin ayetlerini içeren bir friz dolaşmaktadır

Türbenin doğusunda üç gözlü bir revaktan giriş kapısına ulaşılmaktadır Renkli mermerden geçme olarak yapılmış bu kapı silmelerle yumuşatılmış ve Bursa kemerli bir niş içerisine alınmıştır Kapı kemerinin üzerinde de dikdörtgen kitabesi yer almaktadır Bu kitabenin mealen anlamı şöyledir:

“Sonunda, kulhuvellahü ehad hakkı için bu âlem sarayında havas ve avamdan hiçbir kimse baki kalmayacaktır Bu âlemden, temiz inancı olan Şehzade de geçmiştir Hay ve Samed olan Cenâb-ı Hak ebedi âlemde Ona rahmet etsin ki, ahrette Allah’ın izniyle asude olsun, rahat uyusun Padişahın ömrü uzun olsun Ezeli olan Allah’ın ilhamı ile onun vefat tarihi şu oldu: Sultan Mehmed’in merkadi firdevs-i ebed olsun Sene 950 (1543)

Türbe son derece zengin bir bezemeye sahiptir Giriş kapısının iki yanında, dış duvarlar üzerinde birbirine benzeyen iki çini panoya yer verilmiştir XVI yüzyılın bitkisel motifli bu çinilerinin üzerine lacivert zemine sülüs yazı ile “Allah’tan başka İlah yoktur” ve “Doğru konuşan Emin olan Muhammed O’nun peygamberidir” ibaresi yazılıdır Giriş kapısının sağ ve solundaki mermer zeminli panolar üzerine celi-sülüs yazı ile Rad suresi ile Zümer suresi yazılmıştır Ayrıca alt sıra pencerelerin üzerine bir kuşak halinde Esma-ül Hüsna yazılmıştır Türbe içerisindeki çiniler gri, kırmızı, kirli beyaz renklerde olup, çeşitli çiçeklere, kıvrık dallara, lotus ve palmetlere yer verilmiştir

Şehzade Mehmet’in sandukası üzerinde dört ayaklı, fildişi kakmalı bir taht bulunmaktadır Bu taht Kanuni Sultan Süleyman tarafından konulmuş ve ölümünden sonra Şehzade Mehmet’in padişah olmasını istediği simgelenmiştir

Türbede Şehzade Mehmet’ten başka kardeşi Şehzade Cihangir (1553), Şehzade Mehmet’in kızı Hümaşah Sultan ve kim olduğu bilinmeyen bir başka sanduka daha bulunmaktadır


Şehzade Mahmut Türbesi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Şehzadebaşı’nda, Şehzadebaşı Camisi’nin avlusunda Şehzade Mehmet Türbesi’nin kuzeybatısında bulunan bu türbe, Sultan III Mehmed’in (1595–1603) oğlu Mahmut ile annesine aittir Şehzade Mahmut ve annesi 1603 yılında öldürülmüş, bundan ötürü de türbenin bu yılda yapıldığı sanılmaktadır

Türbe altıgen planlı olup, ilk yapımında birbirlerine bağlı altı sütunun taşıdığı kubbeli açık bir türbe şeklinde idi Sonraki dönemlerde kapalı türbe haline getirilmiştir Doğu yönündeki basık kemerli kapısı önünde revak için yapıldığı sanılan çokgen gövdeli iki sütun görülmektedir Türbenin köşelerinde çokgen gövdeli sütunlar ve bunların taşıdığı sivri kemerlere yer verilmiştir

Türbenin iç kısmındaki bezemesi bozulmuş ve orijinalliğini yitirmiştir


Hürrem Sultan Türbesi (Eminönü)



Türbe kesme köfeki taşından, dıştan sekizgen, içten onaltıgen planlıdır Türbenin giriş cephesi dışında her cephede altlı üstlü ikişer penceresi vardır Bunlardan alt sıra pencereler dikdörtgen söveli olup, üzerlerinde hafif sivri sağır kemerlere yer verilmiştir Mermer pencere alınlıklarının etrafını pembe mermerden bir bordür çevirmektedir Sivri kemerli üst sıra pencerelerin yuvarlak kemerli açıklıkları bulunmaktadır Türbenin tüm pencereleri silmeler içerisine alınmış ve böylece cepheye hareketlilik verilmiştir

Türbenin önündeki giriş revaklı olup, önde dört, arkada iki sütunun taşıdığı bu revak düz çatı ile örtülmüştür Buradaki mukarnas başlıklı sütunlar birbirlerine sivri kemerlerle bağlanmış ve kilit taşları üzerine de rozetler yerleştirilmiştir Basık kemerli giriş kapısı üzerinde Kelime-i Tevhid yazılı bir kitabe bulunmaktadır Türbenin üzeri yuvarlak kasnaklı bir kubbe ile örtülmüştür Bu kasnağın üzerine de kabartma olarak ayetler yazılmıştır

Türbenin içerisi sıratlı ve renkli sır tekniğinde çinilerle bezenmiştir Bitkisel motifli bu çiniler mercan kırmızısı, lacivert ve firuze renklerde olup, aralarında Türk çini sanatında çok rastlanmayan siyah renge de yer verilmiştir Dış cephede, kapının iki yanındaki çini panolar altta lacivert, firuze ve beyaz renklerin kullanıldığı mermer taklidi şeklindedir Bunların üzerindeki sivri kemerli panoda bahar dalı, altında lale, karanfil gibi çiçeklerden meydana gelmiş kompozisyonlara yer verilmiştir Köşe dolgularında mavi zemin üzerine beyaz konturlu Çin bulutları görülmektedir Bunların üzerine de lacivert zemine beyaz sülüs yazı ile ayetler yazılmıştır Türbenin içerisi üst sıra pencerelerin altına kadar çinilerle kaplıdır Pencere alınlıkları çinilerle kaplı olup, burada beyaz zemin üzerine kırmızı, siyah, firuze ve lacivert renklere yer verilmiş, hatayi ve hançer yaprakları tüm yüzeyi doldurmuştur Pencerelerin üzerine de beyaz sülüs yazı ile yazılı ayetler yerleştirilmiştir Burada kapının iki yanındaki çinilerden farklı olarak renkli sır tekniğinin kullanıldığı da görülmektedir

Türbede çini süslemeler dışında ağaç işlerine ve kalem işlerine de geniş yer verilmiştir Kubbe içerisinde kalem işinden bitkisel kompozisyonlar yapılmıştır Kapı kanatlarında, pencere kanatlarında, sanduka şebekelerinde ağaç işçiliği kullanılmış, özellikle kündekâri tekniği hemen hemen tüm ağaç işlerinde kullanılmıştır

Türbe içerisinde Hürrem Sultan’dan başka Sultan II Selim’in şehzadesi Mehmet ile Kanuni Sultan Süleyman’ın kız kardeşi Hatice Sultan’ın kızı Hanım Sultan gömülüdür


Hatice Turhan Sultan Türbesi (Eminönü)

Mimarı Yeni Cami’nin de mimarı olan Mustafa Ağa’dır Yeni Cami’nin güneyinde yer alan türbe ile cami arasında bir yol geçmektedir Türbe Valide Sultan adına yapılmışsa da, daha sonra buraya Sultan IV Mehmet ve padişah ailesinden bazı kişiler gömülmüştür Hatice Turhan Sultan, Sultan İbrahim’in eşi, Sultan IV Mehmed’in de annesidir

Mimari yönden Sultanahmet Türbesi’ne benzeyen bu türbe kare planlı bir mekân ile türbenin ön cephesinde 1500x1500 m ölçüsünde bir revaktan meydana gelmiştir Bu revak kırmızı ve beyaz taşların alternatifli olarak örülmesinden meydana gelen sivri kemerler ve duvara bitişik payelere dayanmaktadır Revakın orta bölümü pandantifli bir kubbe ile örtülmüştür Revak çini süslemeli ve kalem işi süslemeler ile bezelidir Buradaki beyaz zeminli dikdörtgen panoların ortalarına kırmızı ve soluk yeşil renkte şemseler yapılmış ve içleri çiçek demetleri ile doldurulmuştur Panoların köşelerinde ise kırmızı renkte dolgu motifleri bulunmaktadır

Türbe kapısının sağ tarafında mealen “Ey kapılar açan Allahım, bize hayırlı kapılar aç” yazısı yer almaktadır

Türbe kesme taşlardan yapılmış revakın yer aldığı cephe dışında iki sıra pencere ile aydınlatılmıştır Bunlardan alt sıra pencereler dikdörtgen mermer söveli olup, demir lokmalı parmaklıkları vardır Üst sıra pencereler sivri kemerli alçı şebekelidir

Türbenin içerisi çini ve kalem işleri ile bezenmiştir Burada İznik işi çinilere yer verilmiştir Pencerelerin üzerindeki yazı kuşağı ile sonuçlanan bölümün üzerindeki duvarlara ve yapıyı örten kubbe klasik malakâri süslemelerle bezelidir Buradaki orijinal bezemeler 1959 yılında yapılan restorasyon sırasında ortaya çıkarılmıştır Klasik madalyon ve rozetlerden oluşan bu bölümdeki kalem işleri orijinal kalem işlerinin tekrarı olarak XIX-XX yüzyıl arasında yapılmıştır İç mekânı çepeçevre kuşatan çini kuşakta Mülk suresinin 130 ayeti yazılıdır Türbenin batı duvarı içerisine iki satırlık talik yazılı bir kitabe bulunmakta olup, bu kitabe Sultan IV Mehmet’in türbeye gömülmesi sırasında buraya konulmuştur

Kitabe:

“Mehemmed Han-ı Rabi ibn-i İbrahim-Ferruh-dem
Onunla bulmuştu izz ü şevket tahtı Osmanî
Hitab’ı ircil ahir erince canib-i Hak’tan
Müşerref eyledi ruhu revanı bağ-ı rıdvanı
Kemal üzre bulup kadr-ü ayarın ehl-i İrfanın
Müsahip eylemişti Fenn-i abd-i senahanı
O yerde yattığınca Hazret-i Hak eyleye daim
Serir-i ma’delette Gazi Sultan Mustafa Hanı”

Türbenin önündeki revakın sağ tarafına Sultan III Ahmet zamanında bir kütüphane yaptırılmıştır Ayrıca türbenin yanına sonradan Havatin ve Cedid Havatin denilen iki türbe daha yapılmıştır

Türbede, Sultan IV Mehmed, Hatice Turhan Sultan’ın yanı sıra Sultan II Mustafa, Sultan III Ahmet ve Sultan I Mahmut gömülüdür Bunların yanı sıra III Ahmet’in kızları Sabiha, Rukiye ve Naile Sultan, III Ahmet’in oğulları Mehmet, Abdülmelik, Mustafa, Murat; Sultan II Mustafa’nın oğulları Şehzade Süleyman, Şehzade Ali, Şehzade Mehmet, Şehzade Hasan, kızları Emetullah ve Fatma sultanlar; III Ahmed’in kadınlarından Zeynep Kadın olmak üzere 44 mezar bulunmaktadır


Havatin Türbesi (Eminönü)

İstanbul ili Eminönü ilçesinde, Hatice Turhan Sultan Türbesi’nin batı yönündeki çıkıntılı kısmına eklenmiş olan bu türbenin ne zaman yapıldığı konusunda bir belgeye rastlanmamıştır Türbe içerisinde bulunan sandukalardan en eskisi 1845 tarihlidir Ancak, türbenin mimari yapısı bu tarihten daha önceki bir devre işaret etmektedir

Türbe kesme taştan 755x767 m ölçüsünde olup, dışarıya çıkıntı yapan bir blok görünümündedir Güney kenarının ortasındaki dikdörtgen çerçeve içerisine alınmış, önünde de iki sekiz köşeli bir sütun bulunan girişi vardır Türbenin içerisi mimari ve sanat tarihi yönünden herhangi bir özellik göstermemektedir Hatice Turhan Sultan Türbesine dayandığı doğu kenarında iki pencere bulunmaktadır Bu pencerelerin iki yanına birer dolap nişi yerleştirilmiştir Ancak bu durum yapı ile bir uyumsuzluk göstermektedir Bunun dışındaki kenarlarında yine dikdörtgen söveli ikişer pencere daha bulunmaktadır Bu pencerelerin arasına da birer dolap yerleştirilmiştir

Türbe içerisinde 17 sanduka bulunmakta olup, bu sandukalardan dördü sedef kakmalı parmaklıklar içerisine alınmıştır Sandukalardan 12’si Sultan Abdülmecit’in kızları ve şehzadelerine aittir Diğer beş sanduka ise Sultan Abdülaziz’in kızı Esma Sultan’ın oğlu Hasan Bedreddin Efendi ile İkbal ve Kadın Efendilere aittir


Cedid Havatin Türbesi (Eminönü)

İstanbul ili Eminönü ilçesinde, Hatice Turhan Sultan Türbesi’nin batı yönündeki çıkıntılı kısmına eklenmiş olan bu türbenin ne zaman yapıldığı konusunda bir belgeye rastlanmamıştır Bu türbe Havtin Türbesinden sonra yapılmış ikinci bir ilavedir Bu nedenle de yapının bütünüyle bağdaşmayacak bir görünümdedir

Türbeye batı yönündeki bir kapıdan ve Havatin Türbesinin kuzeyindeki bir pencereden içerisine girilmektedir Bu bölüm 861x1139 m ölçüsünde dikdörtgen planlıdır Kuzeybatı bölümü pandantifli bir kubbe ile örtülmüş, kubbeyi oturtmak için de doğu ve güney yönüne kemerler atılmıştır Türbenin içerisi doğu ve batı kenarındaki yuvarlak kemerli iki sıra halindeki pencerelerle aydınlatılmıştır Türbenin pandantifleri, kasnağı ve kubbesi kalem işleri ile bezenmiştir Ayrıca doğudaki pencerelerin üzerindeki frizde de bir şehir manzarası, karşısındaki yere de Mekke ile Medine’nin temsili resimleri yapılmıştır

Türbe içerisinde Sultan V Murad’ın ve ayrıca 21 sanduka bulunmaktadır Sultan V Murad’ın sandukası türbenin güneydoğu köşesine yerleştirilmiş, etrafı mermer ve madeni bir şebeke ile çevrelenmiştir Bunun dışında türbede Sultan Abdülmecid’in, Sultan Abdülaziz’in ve Sultan II Abdülhamid’in kadınları, kızları ve şehzadeleri gömülüdür


Hatice Sultan Türbesi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Şehzadebaşı’nda, Şehzade Camisi’nin Kıble yönündeki avlu içerisinde Hatice Sultan’ın Türbesi bulunmaktadır Hatice Sultan’ın kim olduğu konusunda kaynaklarda bir bilgiye rastlanmamıştır Türbenin kitabesi de olmadığından bu konuda ileri sürülen iddiaların ne derece doğru olduğu da bilinmemektedir Sicil-i Osmanî’de bu türbenin Yavuz Sultan Selim’in (1512–1520) kızına ait olduğu yazılıdır Haluk Şehzuvaroğlu’da Sultan III Murad’ın (1574–1595) kızı olduğunu belirtmiştir M Çağatay Uluçay Sultan III Murad’ın bu isimde bir kızı olmadığını yazmıştır Hatice Sultan Şehzadeler Türbesinde gömülüdür Bazı araştırmacılar da burada Yavuz Sultan Selim’in kızı Hatice Sultan’ın çocuklarının gömülü olduklarını ileri sürmüşlerdir

Türbe sekizgen planlı, kesme köfeki taşından tek kubbeli bir yapıdır Kubbe doğrudan doğruya sekizgen gövdenin üzerine oturtulmuş, saçak hizasında da iki sıralı kirpi saçak dizisine yer verilmiştir Dış cepheler birbirinden köşeli sütunlarla ayrılmıştır Duvarların alt tarafı köfeki taşından, üst tarafı da tuğladan örülmüştür Cephelerde altlı üstlü pencereler bulunmaktadır Bu pencerelerden alt sıradakiler demir parmaklıklı ve dikdörtgen söveli, üst sıradakiler de sivri kemerlidir Yalnızca giriş kapısının bulunduğu yüzde pencereye yer verilmemiştir Türbenin içerisinde herhangi bir bezeme unsuruna rastlanmamaktadır

Türbe içerisinde dört sanduka bulunmaktadır


Mustafa Reşit Paşa Türbesi (Eminönü)

İstanbul ili Eminönü ilçesi, Beyazıt Camisi’nin haziresinin güney köşesinde, Yeniceriler Caddesi üzerindedir Türbe Sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nın 1858’de ölümünden hemen sonra GFossati’nin planına göre yapılmıştır

Mustafa Reşit Paşa beş defa sadrazamlık yapmış, Tanzimat Fermanını ilan etmiştir Sultan II Mahmud’un yanında önemli görevler almıştır Londra elçisi, Hariciye Nazırı olmuştur

Osmanlı türbe mimarisinden farklı bir planda olan türbe, 600x600 m ölçüsünde kare planlı bir yapı olup, üzeri prizma şeklinde pandantiflere oturan bir kubbe ile örtülmüştür Kesme taştan yapılmış olan türbe, hazire duvarlarının dışında, 2 m lik bir podyum üzerine oturtulmuştur Türbenin her cephesinde birbirinden farklı bir uygulama görülmektedir Batı cephesinde tek penceresi vardır Doğu yönünde saçaklı bir girişi iki sütun üzerine oturtulmuştur Böylece bu cepheye küçük bir portal görünümü verilmiştir Kuzey cephesinde büyük bir pencere açıklığı vardır Türbenin asıl cephesi güneyde olup, burası diğerlerine göre daha farklı bir özenle yapılmıştır Yapı köfeki taşından olmasına karşılık burası mermer kaplanmıştır Üç büyük pencere de bu cepheyi diğerlerinden ayıran bir başka özelliktir

Türbenin içerisi son derece sade olup, yalnızca pandantiflerde alçı kabartma süsler ve akantus yaprakları bulunmaktadır Kubbe içerisine de kalem işleri yapılmıştır Türbenin pencereleri birbirinden ayıran kemerleri taşıyan ayaklarına bitkisel bezemeler, akantus yaprakları, rozetler yapılmıştır

Türbede Sadrazam Mustafa Reşit Paşa, oğulları Mehmet Cemil Paşa, Ali Galip Paşa ve Salih Bey gömülüdür Türbenin kuzey cephesine bitişik olan demir şebekeli açık mezar da Reşit Paşa’nın kızı Adile Sultan’a aittir


Mahmud Nedim Paşa Türbesi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Cağaloğlu Babı Âli Caddesi üzerinde bulunan Mahmud Nedim Paşa Türbesi, Mahmud Nedim Paşa’nın ölümünden sonra 1883’te yapılmıştır Mahmut Nedim Paşa (1818–1883) Osmanlı Sadaret Mektubî Kaleminden yetişmiş, Nezaret Müsteşarlığı valilikler ve nazırlıklar yapmış, 1871–1872 ve 1875–1876 yıllarında iki kez sadrazamlık yapmıştır

Türbe XIX yüzyılda yapılmış benzeri türbeler gibi kare planlı olup, üç cephesi birbirinin eşidir Bu cephelerde birbirinin eşi yarım daire kemerli birer büyük pencere, iki yanında da derinliği az olan birer niş bulunmaktadır Cephelerin kenarlarında kompozit başlıklı plasterlere yer verilmiştir Giriş cephesi köfeki taşından, oldukça düzgün ve sade bir işçilik göstermektedir Giriş kapısı üzerinde kitabe bulunmamaktadır Türbenin kitabeleri güneydoğu cephesinde olup, kasnakta Kuran’dan Al-i İmran, Embiya ve Fecr surelerinin ayetleri; yarım daire biçimindeki pencere kemeri alınlığında da “Necib Paşa-zade Sadr-ı Esbak Mahmud Nedim Paşa merhumun ruhiçün Li’ilahi l-Fatiha Sene 1300 fi Recep” yazısı bulunmaktadır Türbeyi örten kubbenin pandantifleri üzerine eklektik üslupta kalem işleri yapılmıştır

Türbe içerisinde Mahmut Nedim Paşa ve kimliği bilinmeyen bir kişiye ait, iki ahşap sanduka bulunmaktadır


Mahmud Paşa Türbesi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Mahmutpaşa’da Mahmut Paşa Camisi’nin avlusunda bulunan bu türbe 1474 yılında yapılmıştır İstanbul türbelerinin en erken örneklerinden birisidir

Mahmut Paşa, Fatih Sultan Mehmet devri sadrazamlarından olup, Sultan II Murad (1446–1451) zamanında saraya alınmış ve Şehzade Mehmed’in yanına verilmiştir Fatih Sultan Mehmed padişah olunca da önce Ocak Ağası, daha sonra Rumeli Valisi olmuş, İstanbul’un fethedildiği 1453 yılında da sadrazamlığa getirilmiştir İstanbul’un fethi sırasında önemli rol oynamış, 16 yıl sadrazamlıkta bulunmuş, zamanında Sırbistan’ın büyük bir kısmı, Bosna ve Midilli ele geçirilmiştir 1469 yılında sadrazamlıktan azledilmiş, 1472’de yeniden sadrazamlığa getirilmiş, 1474 yılında da öldürülmüştür İstanbul’da kendi ismini taşıyan semtte cami, medrese, hamam, kütüphane yaptırmıştır Sofya’da da birçok vakıf eseri bulunmaktadır

Mahmut Paşa Türbesi köfeki taşından, sekizgen planlı, tek kubbeli bir yapıdır Türbenin üzeri 737 m çapında bir kubbe ile örtülüdür Her kenarında dikdörtgen söveli iki sıra halinde 15 pencere bulunmaktadır Alt sıra pencereler dikdörtgen söveli, üst sıra pencereler de sivri kemerli, alçı şebekelidir Türbenin dış cephesi sırlı mozaik çiniler ile kaplıdır Bu çiniler firuze ve lacivert renklerde yıldız ve poligonal biçimdedir Bu çiniler alt pencerelerin üzerinden başlayarak ikinci kat pencereleri de kapsayarak tüm türbeyi çepeçevre kuşatmaktadır

Türbenin içerisine mermer merdivenli eyvan şeklinde bir portalden girilmektedir Bu cephe 1827 yılında sundurma şekline sokulmuş ve orijinalliği bozulmuştur Türbenin giriş kapısı üzerindeki orijinal kitabesi 1827 yılında yapılan onarım sırasında sökülmüş ve yerine iki satırlık bir kitabe konulmuştur

Türbenin orijinal sökülen kitabesi:

“Sahip’ül-hayrat Mahmud’ül-hisal
Menba’ül-eltaf-i memduh’ül-kemal
Sadık’üs-Sultan Mahmud el-Kerim
Rahe mazlumen ila dar’el-na’im
Fate merhumen ve tarihu beda
Mate Mahmudü şehiden zâhida

Türkçe onarım kitabesi:

“Mücevher söyledim tarih-i tamiri üdüb icab
Münevver Türbe-i Mahmud Paşa oldu Zinetyab

Mahmut Paşa Türbesi Sultan I Abdülhamid tarafından 1785, Sultan II Mahmud zamanında 1827 ve Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından da 1960 yılında onarılmıştır Türbenin içerisinde Mahmut Paşa ile oğlunun sandukası bulunmaktadır


Mimar Sinan Türbesi (Eminönü)



Mimar Sinan 1556 yılında Süleymaniye Külliyesini tamamladıktan sonra bu türbeyi yaptırmıştır Türbenin yanında bulunan Mimar Sinan’ın evi ile sıbyan mektebi günümüze gelememiştir Mimar Sinan türbesini kendi mülkü olan arsasının en uç noktasına yapmıştır Yaptığı her eserde yeni değişiklikler deneyen Mimar Sinan bunu kendi türbesinde de uygulamıştır

Süleymaniye Külliyesi içerisinde bulunan Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan türbeleri ile kendi türbesi karşılaştırıldığında bu türbenin oldukça basit ve mütevazı bir görünümdedir Büyük olasılıkla Mimar Sinan, Kanuni Sultan Süleyman gibi bir padişahın yanına gösterişli bir türbe yapmaktan kaçınmıştır Bununla beraber türbesini mimari yönden son derece ahenkli ölçülerle, adeta bir yüzük taşı gibi bulunduğu üçgen alanın en uç noktasına oturtmuştur

Türbe yontma köfeki taşı ile mermerden yapılmıştır Mimar Sinan Caddesi’ndeki avlu duvarına on bir, Fetva Yokuşu’na da geometrik şebekeli beş mermer pencere açılmıştır 1940 yılında yapılan onarım sırasında buradaki avlu duvarları yıkılmış, lotus ve palmetlerden meydana gelen bir frizle sonuçlanarak yeniden yapılmıştır Bazı eski resimler avlu duvarının onarım öncesi durumu ile ilgili bazı fikirler vermektedir Bunlara göre muntazam olmayan kaba yontma taş duvar üzerine yine taş bir friz geçirilmiş ve bunu pencere dizisi izlemiştir Orijinal pencere dizisi ile bugünkü pencereler arasında bazı farklılıklar bulunmaktadır

Mimar Sinan’ın mermer sandukasının önündeki hacet penceresinin üzerine yekpare mermerden bir kitabe yerleştirilmiştir Bu kitabe sülüs yazılı on beş kartuşlu Nakkaş Sai’nin eseridir

Kitabe:
“Ey iden bir iki gün dünya sarayında mekân
Cay-i asayiş değildir âdeme milk-i cihan
Han Süleyman’a olub mimar bu merdi Güzin
Yapdı bir cami verir Firdevsi âlâdan nişan
Emri şahile kılub su yollarına ihtimam
Hızr olub abıhayatı âleme kıldı revan,
Çekmece cisrine bir tâkı muallâ çekdi kim,
Aynıdır âyinei devranda şekli Kehkeşan
Kıldı dört yüzden ziyade mesçidi âli bina,
Yapdı seksen yerde cami bu aziz kârdan
Yüzden artuk ömr sürdü akıbet kıldı vefat
Yatuğu yeri Hüda kılsın anın bagı cinan
Rıhletinin Sâi-i dâi tarihini
Geçdi bu demde cihandan pîri mimaran
Sinan 996

Kemer ayaklarının masif görünüşleri keskin hatlarla, köşelerde de sütuncuklarla gizlenmek istenmiştir Türbenin üzerini örten tonozun ön kısmı da kubbemsi bir şekilde dışarıya taşırılmıştır

Sandukanın baş ve ayak taşları yekpare mermerdendir Baş taşının üzerindeki burma kavuğu da son derece sanatkârane biçimde yontulmuştur

Türbe içerisinde üç mezar daha bulunmaktadır Bunlardan ikisinin kime ait olduğu bilinmemektedir İbrahim Hakkı Konyalı soldaki mezarın Mimar Sinan’ın ikinci karısı Gülruh Hatun’a, sağdakinin de torunu ve aynı zamanda vakfının mütevellisi Derviş Çelebi’ye ait olduğunu ileri sürmüştür Türbe içerisindeki üçüncü mezar Neo-Klasik devrin öncülerinden Mimar Ali Talat Bey’e aittir Ali Talat Bey 19 Ekim 1922’de öldüğünde arkadaşları onu hayran olduğu Mimar Sinan’ın yanına gömmüşlerdir Bu mezarın üzerine kendi arzusu ile de ismini belirten bir kitabe konulmamıştır Türbenin ucuna da Mimar Sinan tarafından yapıldığı sanılan bir sebil yerleştirilmiştir

Mimar Sinan’ın Türbesi 1938 yılında İstanbul Vakıflar Başmimarı Vasfi Egeli tarafından onarılmıştır


Keçecizade Fuad Paşa Türbesi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Çemberlitaş, Binbirdirek Mahallesi, Peykhane Caddesi’nde bulunan bu türbenin yapım tarihi kesin olarak bilinmemekte olup, tartışmalıdır Fransa’da 1869’da ölen Keçecizade Fuad Paşa’nın ölmeden önce bu türbenin tasarımını yaptırdığı, ölümünden sonra da inşa edildiği ileri sürülmektedir

Keçecizade Fuad Paşa Tanzimat dönemi Osmanlı sadrazamlarından olup, Şair Keçecizade Mehmet İzzet Efendi’nin oğludur Mekteb-i Tıbbıye-i Şahane-i Askeriye’yi bitirmiş, Hekim Yüzbaşı olarak Trablusgarp’a gitmiş, 23 yaşında hekimliği bırakarak Bab-ı Âli Tercüme Odasına 1837 yılında girerek diplomatlığa başlamıştır Büyük Reşit Paşa son derece mükemmel Fransızca bilen Fuad Paşa’yı himayesine alarak Mütercimievvel ve Londra elçiliği başkâtibi yapmıştır Bundan sonra 1844’te Madrid muvakkat elçisi, Diva-ı Hümayun tercümanı, Bükreş ve Petersburg elçiliklerinde bulunmuştur 1851ðe Hariciye Nazırı olmuş, 1853 yılında askeri kumandan unvanı ile Yanya’ya gönderilmiş ve burada asayişi bozan Yunan çetelerini ortadan kaldırmıştır İstanbul’a dönüşünden sonra Meclis-i Tanzimat Reisi, ikinci kez Hariciye Nazırı olmuş, 1859’da Şam İhtilalini bastırmak üzere askeri kumandan olarak Suriye’ye gönderilmiştir Şam’daki ihtilali bastırdıktan sonra 1861 yılında sadrazamlığa getirilmiştir Bunun ardından Seraskerlik ve ikinci kez sadrazam olmuş, Sultan Abdülaziz’in Avrupa seyahatine katılmıştır Fransa’nın Nice şehrinde 1868 yılında ölmüştür Cenazesi İstanbul’a getirilmiş ve türbesine gömülmüştür

Türbe sekizgen planlı olup, dış cephesindeki mermer süslemeleri Endülüs mimarisinden etkilenmiştir At nalı şeklindeki kemerli pencereleri son derece özenli bir işçiliği yansıtmaktadır Kademeli taş kaide üzerinde çokgen planlı türbenin üzeri kubbe ile örtülüdür Türbenin kapı ve pencerelerinde Mağrip üslubu kemerleri gotik silmelerle beraberlik sağlamıştır Köşe sütunları yine Mağrip mimarisinde karşılaşılan moresk başlıkları ile dikkati çekmektedir Pencere şebekelerindeki bezemeler Endülüs Elhamra Sarayının bezemelerini andırmaktadır Türbenin sağır cepheleri de boş yer kalmamacasına bezemelerle kaplıdır

Bu türbe aynı zamanda batı etkili XIX yüzyıl Osmanlı mimarisinin ilginç örneklerinden birisidir

Türbe içerisinde Keçecizade Fuad Paşa ile kime ait olduğu bilinmeyen iki sanduka daha bulunmaktadır


Aynü’l-Hayat Hanım Türbesi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Laleli, Ordu Caddesi’nde bulunan bu türbe Sultan III Mustafa Camisi’nin (Laleli Camisi) avlusunda 1764 yılında yaptırlmıştır Aynü’l Hayat Hanım, Sultan III Mustafa’nın eşi, Mihrimah Sultan’ın da annesidir

Türbe barok üslupta yapılmıştır Kesme köfeki taşından olan türbenin ön cephesi yuvarlak kemerlerle birbirine bağlanan dört sütun ile üç bölüme ayrılmıştır Ortadaki giriş kapısının iki yanına birer pencere yerleştirilmiştir Cephe sütun başlıklarının üst noktasına kadar mermerden, kemerler ve üst kısmı tuğla ve taştan örülmüştür Pencereleri dönemin vitrayları ile kaplıdır

Son derece sade bir yapı olan türbe içerisinde Aynü’l Hayat Hanım’dan başka, Sultan III Selim’in başkadını Şefizar Hanım’ın (1791) sandukası da bulunmaktadır


Baba Cafer Türbesi (Eminönü)

İstanbul ili Eminönü ilçesi, Zindankapı’da Zindan Hanı içerisinde olan türbe, asıl ismi Seyyit Cafer olan ve halk arasında Baba Cafer olarak tanınan Seyyit Cafer’e aittir Seyit Cafer’in yaşamı ile ilgili kesin bilgi bulunmamaktadır Onunla ilgili Evliya Çelebi Seyahatnamesi ile Hafız Hüseyin’in Ayvansaray-i Mecmua-i Tevarih isimli eserinde bazı bilgiler bulunmaktadır Bunlara dayanılarak Baba Cafer’in Bağdat doğumlu ve İmam Hüseyin soyundan olduğu, Sıddıkiye Tarikatına mensup olduğu öğrenilmektedir

Abbasi halifelerinden Harunu Reşit (789–809) döneminde Baba Maksut ile birlikte İstanbul’a Müslümanlar ile Bizanslılar arasındaki gerginliği gidermek amacı ile gönderilmiştir İstanbul’da o zamanlar Bizanslıların egemenliği altında olup, Kocamustafapaşa’da da bir Müslüman mahallesi bulunuyordu Baba Cafer ile birlikte gelen heyet bu Müslümanlarla Bizanslılar arasındaki anlaşmazlığı gidermek amacı ile İstanbul’a gelmiştir Baba Cafer Kocamustafapaşa’da birçok Müslüman’ın öldürüldüğünü, cesetlerinin gömülmesine izin verilmediğini görmüş ve bunun üzerine Bizans İmparatoru I Nikeforos’un huzuruna çıkarak gördüklerini anlatmıştır İmparator Baba Cafer’in söylediklerini dinlemiş, ancak “Allah’a inanan insanların böyle gaddarlık yapamayacağını” söylemesi üzerine imparator kızmış ve onu zindana attırmıştır Baba Cafer ile birlikte gelen Baba Maksut İmparatoruz yola getirmiş ve bütün Müslüman şehitlerinin gömülmesini sağlamıştır

Kaynaklara göre Baba Cafer zindanda bazı kerametler göstermiştir Baba Cafer’in ölümü ile ilgili bir takım rivayetler bulunmaktadır Bunlardan birine göre; İmparator tarafından zehirletilmiş, diğeri; kendi eceliyle ölmüş, bir diğeri de Bizans askerleri tarafından öldürüldüğüdür İmparator Baba Cafer’in cesedini zindana gömdürmüş, bu arada zindancının Müslüman olup, Ali ismini aldığını öğrenince de onu da öldürerek Baba Cafer’in yanına gömdürmüştür

Baba Cafer’in kerametlerinin çokluğundan söz edilir Bunlardan birine göre Bizans İmparatoru Nikeforos’un emriyle zincirlenmiş, bir süre sonra zindancı zincirin olmadığını görmüş ve onu tekrar zincire vurmuştur ancak, bu zincir de yok olmuştur

Baba Cafer Türbesi, İstanbul şehir surlarının Haliç kulelerinin bitişiğinde bir zindan içerisindedir Türbe dikdörtgen planlı, tahta zeminli olup, üzeri beşik tonozla örtülüdür Türbenin içerisine Zindan Han’dan dar ve demir bir kapıdan girilmektedir Bu kapı 1990 yılında Zindan Hanı’nın restorasyonu sırasında kapatılmıştır Türbe içerisinde bir su kuyusu bulunmaktadır Aydınlatılması beş küçük mazgal deliği ile sağlanmıştır Sultan II Mahmut zamanında bu türbe onarılmış ve bunu belirten bir kitabelerden biri demir kapının arkasına, diğeri de sokak kapısının üzerine konulmuştur

Demir kapının arkasındaki kitabe:

“Şâh-ı kerrar şiyem Hazret-i Sultan Mahmud
Hüsn-i hulk ile odur fahr-i mülûk-i İslâm
Devr-i Fatih geçeli işbu makam-ı Rûşen
Olmamışken himem (tevsi’ine?) mazhar-i tâm
Kıldı tecdidine ferman o müceddid unvan
Câ’fer’in rühunu şâd eyledi ber vech-ı merâm
Öyle Câ’fer ki Hassan tenine kılınmış idi
Tâbiin ahdi şehidâ bu mahal içre niyâm
Gel de ihlâs ile ol cay-i icâbettir bu
Sübhagerdâni dua şâh-i Cihan’a müdâm
Âlem oldukça nazargâh-i velî agâh
Dâim itdün şeh-i devran-ı Hüda-yi Alâm
Bende-i sâdıkı Es’ad dedi zibâ tarihi
Merkad-i Câ’feri yapdı ne güzel şah-i enam
1250 (1834–1835)

Sokak Kapısı üzerindeki kitabe;

”Merkadi Hazreti Cafer radiyallahü anhü
1298 (1881)
Gel ziyaret kıl niyaz et Câferül-ensâriye
Müptelâyi derd olanlar biavnillah olur hoş
Gerek ekdar gerek emraz nedenlü hüznü endişe
Nâmurâdı bernürâd ider iden eyle gûş
Kıraat eyle üç ihlâs dahi surei Fâtiha
Bu âli Ali Babayı saksın eyleme ferâmûş
Eğer mü’min eğer gayri alub bir katre âbından
Hâsılı câhi necatden her kim eylerse nûş

Türbe içerisinde Baba Cafer ile Zindancı Ali’nin sandukaları bulunmaktadır Günümüzde İstanbul Türbeler Müdürlüğü’nün yönetiminde olup, ziyarete açıktır


Bosnalı İbrahim Paşa Türbesi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesinde, Şehzadebaşı Camisi’nin haziresinde bulunan bu türbe 1603 yılında Dalgıç Ahmet Ağa tarafından yaptırılmıştır

Bosnalı İbrahim Paşa, Sultan III Murad (1574–1595) devri sadrazamlarından olup, aslen Bosnalıdır Enderun’da yetişmiş, Yeniçeri Ağalığı, Diyarbakır (1574), Şam (1581) ve Mısır (1583) valiliklerinde bulunmuş, 1584 yılında Sultan III Murad’ın kızı Ayşe Sultan ile 1605’te evlenerek saraya damat olmuştur Bundan sonra 1586’da Kaptan-ı Derya, 1587’de ikinci vezir ve Sadrazam olmuştur İbrahim Paşa 1595–1596 ve 1598 yıllarında üç kez sadrazamlık yapmıştır Son sadrazamlığı sırasında Serdar-ı Ekrem olmuş, Tiryaki Hasan Paşa’nın yardımı ile Kanice Kalesi’ni ele geçirmiş, 1601 yılında Belgrat seferinde ölmüştür Cesedi İstanbul’a getirilmiş ve daha sonra türbesinin yapılacağı mezara gömülmüştür

Türbe dıştan sekizgen, içten de on altıgen planlıdır Üzeri duvarlar üzerine oturtulmuş kubbe ile örtülüdür Kesme taştan yapılan türbenin kuzey cephesinde dördü serbest, ikisi de duvara gömülü mukarnaslı sütunların taşıdığı saçaklı bir revak bulunmaktadır Giriş kapısı üzerinde kitabesi vardır:

Kitabe:

“Eyledi Mimarbaşı Ahmed Ağa ihtimam
Rıhletine haşimi Dai dedi tarih anın
İde İbrahim Paşa adn-i alâ-yi makam
Hatıf-i Haybi dedi tarih-i itmamın anın
Oldu sahn-ı adrı İbrahim Paşa’ya mekân
1012 (1613)

Ayrıca giriş kapısı üzerinde Kelime-i Şahadet yazılıdır Basık kemerli abanozdan sedef kakmalı kapının iki tarafındaki panolara bitkisel motifler yerleştirilmiştir Bunlardan sağ taraftaki panonun üzerine celi-sülüs ile “Amentü bi’llâhi ve Melâiketihi ve kütübihi ve Resulihi ve’l-yevmi’l-âhiri” yazılıdır Sol taraftaki pano üzerine de Kassas suresinin 84 ayeti yazılmıştır

Türbenin giriş cephesi dışında her cephesinde altlı üstlü birer penceresi vardır Bunlardan alt taraftaki pencereler düz, üsttekiler sivri kemerlidir Bu pencereler arasına mermer üzerine Bakara suresinden Ayet’el Kürsi’nin 155 ve 156 ayetleri yazılmıştır

Türbe içerisinde alt ve üst pencereler arasında İznik çinileri duvarları kaplamıştır Alt pencereler üzerindeki çini ayet kuşağı mavi zeminli olup, üzerine beyaz yazı ile Mülk suresi yazılmıştır Kubbe döneminin malakari süslemeleri ile bezenmiştir

Türbede İbrahim Paşa ile küçük yaşta ölen oğlu ve kızına ait iki mermer lahit bulunmaktadır


Destari Mustafa Paşa Türbesi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Şehzadebaşı’nda, Şehzadebaşı Camisi’nin avlusunda bulunan bu türbe 1611 yılında Destari Mustafa Paşa’nın sağlığında kendisi tarafından yaptırılmıştır

Destari Mustafa Paşa Sultan I Ahmet (1603–1617) devri vezirlerinden olup, Enderun’da yetişmiş, Mirahorluk, Beylerbeyliği, Sadaret Kaymakamlığı, Kubbe Vezirliği ve Vezirlik yapmıştır Saraya damat olmuş, 1614 yılında öldürülmüştür

Türbe kesme taştan, dikdörtgen planlı olarak yapılmıştır Üzeri dışa taşkın sekizgen bir kasnak üzerine oturan kubbe ile örtülmüştür Kubbenin yanında ayna tonozlara yer verilmiştir Türbenin caddeye yönelik cephesine iki sıra pencere açılmıştır Bunlardan alt sıradakiler dikdörtgen söveli, üsttekiler de kaş kemerlidir Sonraki yıllarda türbeye üç sütunun taşıdığı, düz çatılı bir ziyaret mekânı eklenmiştir Caddeye açılan pencerelerin üzerine 20 satırlık bir kitabe yerleştirilmiştir Giriş kapısı üzerinde de 12 satırlık bir başka kitabe daha bulunmaktadır

Türbenin içerisinde, girişin bulunduğu duvar dışındaki diğer üç duvara ve pencere aralarına çini panolar yerleştirilmiştir Bunlar İznik işi çiniler olup, beyaz zemin üzerine mavi, yeşil, kırmızı ve firuze renklerde narçiçekleri, palmetler, kıvrık dallara yer verilmiştir Kubbenin içerisi ile pandantif ve tonozların da kalem işleri bezendiği günümüze gelen izlerden anlaşılmaktadır

Türbe içerisinde Destari Mustafa Paşa’dan başka Ayşe Sultan ve üç çocuk lahti bulunmaktadır Bunlardan üzerinde hançer motifi olan lahit Paşanın oğluna aittir Diğerleri de Paşanın kızlarına aittir Günümüzde türbe İstanbul Türbeler Müdürlüğü’nün yönetiminde olup, ziyarete açıktır


Ekmekçizade Ahmet Paşa Türbesi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi Alemdar Mahallesi’nde Kovacılar Caddesi ile Taştekneler Sokağı’nın birleştiği köşede Molla Hüsrev Camisi karşısında bulunan bu türbe, yanındaki medrese ve sebil ile birlikte 1606–1618 yıllarında Ekmekçizade Ahmet Paşa tarafından yaptırılmıştır Kitabesi bulunmadığından yapım tarihi kesinlik kazanamamıştır Mimarının Sedefkâr Mehmed Ağa olduğu sanılmaktadır

Ekmekçizâde Ahmet Paşa Edirneli bir sipahinin oğludur Sultan I Ahmet (1603–1617) zamanında Rumeli Beylerbeyi (1607) olmuş, ardından Halep Valiliği görevinde bulunmuş, 1618 yılında ölmüş ve kendi yaptırdığı türbesine gömülmüştür Ekmekçizâde Ahmet Paşa’nın Şehzadebaşı’ndaki külliyesinin yanı sıra Edirne’de de çeşitli eserleri bulunmaktadır

Türbe, medrese ile sebil arasında bulunmaktadır Kesme taştan kare planlı olan türbenin üzeri kubbe ile örtülüdür Türbenin içerisinde yapıldığı dönemi yansıtan XVII yüzyıl kalem işleri bulunmaktadır

Türbede Ekmekçizâde Ahmet Paşa, eşi Hanım Sultan, kızı Fatma Sultan, yakınlarından Ahmet Vasıf Efendi, Vasıf Efendi’nin eşi, torunu Siret Bey, Siret Bey’in eşi ve Hafız Mehmet Efendi’ye ait sekiz sanduka bulunmaktadır


Fatma Sultan Türbesi (Eminönü)

İstanbul ili Eminönü ilçesi, Şehzadebaşı Caddesi’nde, Şehzade Camisi avlusunda bulunan bu türbe 1588 yılında yaptırılmıştır Fatma Sultan Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu Şehzade Mehmed’in kızı, Hümaşah Sultan’ın Ferhat Paşa’dan olma kızıdır

Türbe baldaken tarzında yapılmış olup, kare planlıdır Etrafı açık, dört yuvarlak sütunun üzerine oturan kubbelidir Aşağıdan yukarıya doğru daralan mermerden baklava başlıklı dört sütun sivri kemerlerle birbirlerine bağlanmıştır Türbenin giriş kapısının ön yüzünde Kelime-i Şahadet yazılıdır Türbeye batı cephesindeki basık kemerli yekpare mermerden yapılmış bir kapıdan girilmektedir

Türbe içerisinde Fatma Sultan’ın sandukası bulunmaktadır Ayrıca Fatma Sultan’ın kocası Şehrizor Beylerbeyi Mehmet Bey’in sandukası da bulunmaktadır


Kesikbaş Hüseyin Ağa Türbesi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, İshak Paşa Mahallesi’nde, Küçük Ayasofya Camisi’nin haziresi içerisinde bulunan bu türbe 1510 yılında yaptırılmıştır Hüseyin Ağa Sultan II Bayazıt (1481–1512) devri Darüssaade Ağalarından olup, kapıcılık görevinde bulunmuş, rivayete göre de 1510 yılında öldürülmüştür Bunun da nedeni Hüseyin Ağa’yı çekemeyenler vergi kaçakçılığı yaptığını padişaha şikâyet etmişler Padişah da bunun üzerine başının vurulmasını istemiştir Küçük Ayasofya Camisi’nin bulunduğu yerde başı vurulmuş, rivayete göre ayağa kalkan Hüseyin Ağa kesik başını alarak bugünkü türbenin bulunduğu yere gelmiş ve orada ölmüştür

Türbe sekizgen planlı, klasik üslupta, tuğla ve kesme taştan yapılmıştır Duvarları iki sıra tuğla bir sıra da moloz taştan örülmüştür Duvarlarında sivri hafifletme kemerleri içerisine her sırada birer tane olmak üzere iki sıra halinde pencereler açılmıştır Ahşap çatının üzerine boynuz şeklinde bir alem yerleştirilmiştir

Türbede Hüseyin Ağa’dan başka Mehmet Kamil Efendi (1911) sandukası ile kimliği bilinmeyen bir sanduka daha vardır


Koca Ragıp Mehmet Paşa Türbesi (Eminönü)

İstanbul ili Eminönü ilçesi, Laleli Ordu Caddesi’nde bulunan bu türbe ismini taşıyan kütüphanenin bahçesinde 1761 yılında yapılmıştır

Koca Ragıp Mehmet Paşa Sultan III Osman (1754–1757) ve Sultan III Mustafa (1757–1774) devri sadrazamlarından olup, Enderun’da yetişmiş Sadaret Mektupçuluğu, Reisül-Küttablık, Halep Beylerbeyi ve Sadrazamlık yapmıştır Sultan III Ahmed’in (1703–1730) kızı Saliha Dlâşup Sultan ile evlenerek saraya damat olmuştur Sadrazamlık görevinde iken yaşlılığından ötürü kendisine Koca unvanı verilmiş ve 1762 yılında da ölmüştür Hayatta iken 1761 yılında yaptırmış olduğu kütüphanesinin yanındaki türbeye gömülmüştür

Koca Ragıp Mehmet Paşa Kütüphanesi’nin bahçesindeki türbe altıgen planlı, açık türbe şeklinde yapılmıştır Barok üsluptaki türbe üç basamaklı bir podyum üzerinde altı mermer sütun ve bunların arasındaki altı yuvarlak kemerlidir Sütunların arası dövme demir şebekeli olup, aynı zamanda üst örtüdeki kubbe yerine de demir bir başlık oturtulmuştur

Türbenin içerisinde Koca Ragıp Mehmet Paşa’nın lahdi bulunmaktadır Bu lahdin baş taşı üzerinde de kitabesi yazılıdır:

“Hüvel baki
Sahib’ül Hayrat ve’l hasenat
El merhum’ül Mağfurun leh el muhtaç
İlâ rahmet-i Rabbi gafur es Seyyid
Sadrazam Muhammed Ragıp Paşa
Tabe serahü birrevâih il-cenneti
Ruhu için Fatiha sene 1176 (1782)

Türbede ayrıca Koca Ragıp Paşa’nın torunu Mehmet Emin Bey’in 1763 tarihli lahdi de bulunmaktadır


Koca Sinan Paşa Türbesi (Eminönü)

Külliye ile birlikte türbeyi Mimar Davud Ağa 1593 yılında yapmıştır

Koca Sinan Paşa Sultan II Selim (1566–1574), Sultan III Murad (1574–1595), Sultan III Mehmed (1595–1603) dönemlerinde beş defa sadrazamlık yapmıştır Enderun’dan yetişmiş sarayda Çeşnigirbaşı görevinde bulunmuş, bundan sonra Mirimiran olmuş ve ardından Erzurum, Halep, Mısır Beylerbeyliğine tayin edilmiştir Sultan II Selim zamanında Yemen seferine katılmış ve Yemen’i fethettiği için de kendisine Yemen Fatihi unvanı ile Vezirlik rütbesi verilmiştir Ardından Tunus’u da fethetmiştir İran seferinde Serdar ve Sadrazam olmuştur Bu dönemde yaşlı olduğundan ötürü de kendisine Koca Sinan Paşa denilmiştir Sinan Paşa 1596 yılında ölmüş ve kendi adına 1593 yılında yaptırdığı külliyesi yanındaki türbeye gömülmüştür

Koca Sinan Paşa’nın türbesi dıştan on altıgen, içten sekizgen planlıdır Kesme taştan yapılmış olan türbenin giriş kapısı önünde beş mermer sütunun taşıdığı üzeri meyilli bir revak bulunmaktadır Buradaki sütunlar kaş kemere benzeyen dilimli kemerlerle birbirine bağlanmış, ayrıca köşelere de sütunlar yerleştirilmiştir Türbenin cephesi oldukça hareketli bir görünümdedir Cephenin alt kısmı dikdörtgen formda, demir parmaklıklı, sivri kemerli, geometrik motifli pencerelerle hareketlendirilmiştir Pencerelerin üst kısımları iki renkli taşla örülmüş, alçı şebekeli pencereler arasında kalan yüzeylere de sağır pencereler yerleştirilmiştir Bunların üzerinde tüm cepheyi çepeçevre dolanan mukarnaslı bir kuşak ile palmetli bir frize yer verilmiştir Türbenin her cephesinde altlı üstlü ikişer pencere bulunmaktadır Bunlardan alt kat pencereler dikdörtgen söveli, üst sıradakiler ise müzeyyen küçük pencerelerdir

Türbenin üzeri on altıgen kasnaklı sivri bir kubbe ile örtülmüştür Bezeme olarak dikkat çeken bir özelliği bulunmamaktadır

Türbenin içerisinde de dikkati çeken bir bezeme bulunmamaktadır Yalnızca kubbe içerisine sülüs yazı ile Zümer suresinin 53 ayeti yazılmıştır Bunun dışında kalan yüzeyler kıvrık dal ve bitkilerle bezenmiştir Bu bezeme kubbenin ortasından kubbe eteğine kadar devam etmektedir

Türbe içerisinde Koca Sinan Paşa’nın sandukası dışında iki adet daha ahşap sanduka ile biri kitabeli iki mermer çocuk lahdi bulunmaktadır Bu sandukalar üzerinde kitabe bulunmadığından kime ait oldukları bilinmemektedir Türbenin çevresindeki hazirede dönemin önemli kişilerine ait mezar taşları bulunmaktadır

Koca Sinan Paşa Türbesi İstanbul Türbeler Müdürlüğü’nün yönetiminde olup, ziyarete açıktır


Köprülü Mehmed Paşa Türbesi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Divanyolu Caddesi üzerinde bulunan bu türbe Köprülü Mehmet Paşa’nın sağlığında 1661 yılında yapılmıştır

Köprülü Mehmet Paşa Sultan IV Mehmed (1648–1687) devri sadrazamlarındandır Köprülü Fzıl Ahmet Paşa ile Fazıl Mustafa Paşa’nın babasıdır Enderun’da eğitim görmemesine rağmen devlet görevlerinde bulunmuştur Hüsrev Paşa’nın hazinedarı olmuş, Şam, Kudüs, Trablusşam valiliği yapmış 1650 yılında da vezir olmuştur Osmanlı İmparatorluğu’nun zor günlerinde, IV Mehmed’in yaşının küçük oluşundan ötürü Devlet Hatice Turhan Valide Sultan tarafından yönetiliyordu Bu dönemde Köprülü Mehmed Paşa sadrazam olmuş ve bu sadrazamlığı kabul etmek için de dört şart ileri sürmüştür Bu şartların padişaha arz ettiklerinin kabul edilmesi, istediği kişileri kullanması, işlerinde bağımsız olması ve aleyhinde yapılacak dedikodulara önem verilmemesi idi Mehmed Paşa’nın bu şartlarının kabul edilmesi üzerine 1656 yılında sadrazamlık görevine başladı O dönemde İstanbul başta olmak üzere Osmanlı topraklarında asayişsizlik ve rüşvet çoğalmıştı Ordu gücünü kaybetmeye başlamış, Venedikliler Çanakkale Boğazı’nı kontrol altına almaya başlamışlardı Köprülü Mehmed Paşa bu zor günleri aşmış ve imparatorluğu canlandırarak itibarını güçlendirmiştir Güçlü bir donanma kurarak Çanakkale Boğazı’na yeniden hâkim olmuş, Erdel beyinin isyanını bastırmış ve Anadolu’daki eşkıyaları sindirmiştir 25 yıl sadrazamlık yaptıktan sonra 1661 yılında ölmüştür Vasiyeti üzerine de oğlu Fazıl Ahmet Paşa Onun yerine getirilmiştir

Köprülü Mehmed Paşa’nın türbesi sekizgen planlı olup, sekiz stalaktitli yuvarlak mermer sütunun taşıdığı kafesli kubbeli açık türbe şeklindedir Sütun araları bronz şebekelerle birbirlerine bağlanmıştır Türbeye bronz şebekeli bir kapıdan girilmektedir Bu kapının üzerinde sülüs yazı ile bir ayet bulunmakta olup, ayrıca sütun aralarına da kartuşlar içerisinde beş ayrı kitabe bulunmaktadır

Kitabe:

“Mekâbiri Eshab’ül hayrat
Sadr-ı Azam-ı esbak Köprülüzade merhum
Fazıl Ahmed Paşa ruhu için Fatiha- 1087 (1676)
Sadr-ı Azam-ı esbak merhum ve magfurunleh
Köprülü Mehmed Paşa ruhu için Fatiha-1072 (1661)
Köprülü-zade Sadr-ı Şehit Mustafa Paşa validesi
Merhume Ayşe Hanım ruhu için Fatiha-1085 (1674)
Mekabiri Eshab-ül hayrat

Türbe içerisinde Köprülü Mehmed Paşa’nın yanı sıra oğlu Köprülü Fazıl Ahmed Paşa, Sultan II Mustafa’nın kızı Ayşe Sultan’ın mezarları bulunmaktadır


Kuyucu Murat Paşa Türbesi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Beyazıt’ta Vezneciler Caddesi’nde bulunan bu türbe, Kuyucu Murat Paşa’nın 1601 yılında yaptırdığı medresenin yanında yer almaktadır

Kuyucu Murat Paşa Sultan I Ahmed (1603–1617) dönemi sadrazamlarındandır Enderun’dan yetişmiş, 1557’de Mısır valisi Mahmud Paşa’ya Kethüda olmuş, Sinan Paşa ile 1571’de Yemen seferine katılmış ve Yemen Beylerbeyi olmuştur Daha sonra Şarkîkaraağaç başta olmak üzere çeşitli sancaklarda görev yapmıştır Üç defa Diyarbakır valisi olmuş, İran savaşı sırasında esir düşmüşse de kaçmayı başarmış ve İstanbul’a dönmüştür Bundan sonra Kıbrıs, Diyarbakır ve Halep valiliklerinde bulunmuştur Macaristan seferine 1606’da katılmış ve aynı yıl Derviş Paşa’nın yerine sadrazam olmuştur Sadrazamlığı sırasında Anadolu’daki isyanları bastırmış, İranlılarla yapılan savaşları kazanmıştır Kuyucu Murad Paşa 1611 yılında ölmüş ve sağlığında yaptırmış olduğu medresesinin yanındaki türbesine gömülmüştür

Türbe kesme taş ve tuğladan örülmüş kare planlı bir yapıdır Üzeri düz bir çatı ile örtülmüştür Altlı üstlü iki sıra halindeki pencereler ile aydınlatılmıştır Bu pencereler alt sırada dikdörtgen, mermer söveli ve sivri mermer alınlıklıdır Üst sıradaki pencereler ise kaş kemerlidir

Türbeye güney cephesindeki revaklı bir kapıdan girilmektedir Buradaki revakın üzerine “Allah’ın selamı üzerinize olsun, iyi insanlar olduğunuz için Cennete girin ve orada kalın” anlamında bir yazı yazılmıştır Ayrıca kapının üzerinde celi-sülüs yazı ile mermer zemine Zümer suresinin 73 ayeti yazılmıştır Türbenin içerisi son derece sade olup, bezeme elemanına rastlanmamaktadır

Türbede Kuyucu Murad Paşa’dan başka Cağaloğlu Sinan Paşazade Mahmud Paşa (1642) ve Abaza Mehmed Paşa’nın (1638) mezarlarının yanı sıra üç ahşap sanduka ile bir de çocuk lahdi bulunmaktadır


Nuruosmaniye Türbesi (Şehsuvar Sultan Türbesi) (Eminönü)

İstanbul ili Eminönü ilçesi, Nuruosmaniye Camisi avlusunda olan Şehsuvar Sultan (Nuruosmaniye) Türbesi Mimar Mustafa Ağa ve yardımcısı Simon Kalfa tarafından 1755 yılında yapılmıştır

Şehsuvar Sultan, Sultan II Mustafa’nın (1686–1703) kadınlarından olup, Sultan III Osman’ın (1754–1757) da annesidir Şehsuvar Sultan 1756 yılında öldükten sonra Nuruosmaniye Camisi’nin avlusundaki türbesine gömülmüştür

Türbe Sultan I Mahmud’un (1730–1754) başlattığı ve Sultan III Osman’ın tamamladığı külliyenin bir bölümüdür Caminin doğusunda bulunan bu türbe aslında Sultan I Mahmud için yaptırılmış, yapı çalışmaları tamamlanmadan ölünce de kardeşi Sultan III Osman tarafından Hatice Turhan Valide Sultan Türbesi’ne gömülmüştür Sultan III Osman’ın ölümünden sonra tahta çıkan Sultan III Mustafa (1757–1774) Nuruosmaniye Türbesi’ne Onu gömdürmemiştir Türbeye Sultan III Osman’ın annesi Şehsuvar Sultan gömülmüştür

Türbe kesme köfeki taşı ve mermerden yapılmıştır Barok üslubun tüm özelliklerini yansıtan türbe köşeleri yuvarlatılmış kare planlı olup, üzeri kubbe ile örtülmüştür Sonradan bitişiğine dikdörtgen bir mekân eklenmiştir Türbe altlı üstlü 22 pencere ile aydınlatılmıştır Barok üslubun özelliklerini yansıtacak biçimde kubbe kasnağı geniş tutulmuş ve burası dıştan petek, içten de vitraylarla aydınlatılmıştır

Türbe içerisine üzeri üç kubbeli bir revaktan girilmektedir Bunlardan ortadaki kubbe diğerlerine göre daha yüksektir Revak dört sütunludur Türbe içerisinde alt pencerelerin üzerinde bir yazı frizi çepeçevre dolaşmaktadır Burada mermer üzerine siyah zemine sülüs yazı ve altın varakla Ahkaf suresinin 15-19 ayetleri ile Nuh suresinin 28 ayeti, Saffat suresinin 180-182 ayetleri yazılıdır Türbenin içerisi çiçek dalları, istiridye kabuğu motiflerinden oluşan kalem işleri ile bezenmiştir

Türbe içerisinde Şehsuvar Sultan’la birlikte kim oldukları bilinmeyen 10 sanduka daha bulunmaktadır


Rüstem Paşa Türbesi (Eminönü)

İstanbul ili Eminönü ilçesi Şehzadebaşı’nda, Şehzade Camisi’nin avlusunda, Şehzade Mehmet türbesinin yanında bulunan bu türbe, Kanuni Sultan Süleyman dönemi sadrazamlarından Rüstem Paşa’ya aittir Mimar Sinan tarafından 1561 yılında yapılmıştır

Rüstem Paşa Enderun’dan yetişmiş, Silahtar olarak göreve başlamış, sonra da İmrahor, Rikab Ağası ve Diyarbakır Valiliği yapmıştır Bu arada Kanuni Sultan Süleyman’ın Hürrem Sultan’dan olan kızı Mihrimah Sultan ile evlenerek saraya damat olmuştur Bundan sonra Anadolu Beylerbeyi (1538), Vezir (1539) ve bir süre sonra da Kubbealtı II Veziri olmuştur Sadrazam Hadım Süleyman Paşa’nın yerine 1544’te Sadrazam olmuş 1553’te de azledilmiştir Bunun ardından 1555’te yeniden Sadrazam olmuş ve öldüğü 1561 tarihine kadar da bu görevi sürdürmüştür İstanbul’da Rüstem Paşa Camisi’ni yaptırmış, ayrıca Anadolu ve Rumeli’nin birçok yerlerinde de çeşitli hayır eserleri bulunmaktadır

Rüstem Paşa Türbesi kesme köfeki taşından, sekizgen planlı, tek kubbeli bir yapıdır Kubbe doğrudan doğruya duvarların üzerine oturtulmuştur İçerisi altlı üstlü ikişer pencere ve toplam 17 pencere ile aydınlatılmıştır Yalnızca giriş cephesinde üst pencereler bulunmaktadır Pencerelerin tümü dikdörtgen silmelerle çerçevelenmiştir Bu silmelerin üzerlerine sivri kemerli pencereler yerleştirilmiştir

Türbenin giriş revakı altı adet baklava başlıklı, birbirlerine kemerlerle bağlı, beyaz mermer sütunlardan meydana gelmiştir Bu revakın üzeri çatı ile örtülüdür Giriş kapısı dikdörtgen niş şeklinde olup, kırmızı ve beyaz taşların alternatifli olarak sıralandığı yuvarlak kemer şeklindedir Bu girişte kündekâri tekniğinde XVI yüzyıl ahşap işçiliğini yansıtan iki kanatlı kapısı vardır Girişin üzerindeki mermer zemine celi-sülüs yazılı kitabesi yerleştirilmiştir

Kitabe:

“İlahi çünkü kıldın ehli takva
Kıl ona cennet-i Firdevs-i me’va
Bu dem hafiften ilham oldu tarih
O da olsun cennet-i adn mesva
967 (1559)

Bu kitabenin her iki yanına Besmele yazılmıştır

Türbe süsleme bakımından oldukça zengindir İçerisi XVI yüzyıl çinileri ile kaplıdır Pencere üzerinde mavi zemin üzerine beyaz renkte celi-sülüs yazılı bir yazı frizi çepeçevre dolaşmaktadır Burada Bakara suresinin 255 ayeti ile Zümer suresinin 53 ayeti yazılmıştır Kubbenin içerisine de devrini yansıtan kalem işleri yapılmıştır

Türbede Rüstem Paşa ile oğluna ait iki sanduka bulunmaktadır


Selçuk Sultan Türbesi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Beyazıt’ta, Beyazıt Camisi’nin avlusunda bulunan Selçuk Sultan Türbesi, Yavuz Sultan Selim tarafından 1512 yılında yaptırılmıştır Mimarı Hayreddin’dir

Selçuk Sultan, Sultan IIBayazıd’ın (1481-1512) kızı, Yavuz Sultan Selim’in (1512-1520) de kardeşidir Mustafa Paşa’nın oğlu Mehmet Bey ile evlenmiştir 1512 yılında ölmüş ve bu türbeye gömülmüştür Yaşamı süresince bazı hayratlar yapmıştır Serez’de medrese, cami ve ribat yaptırmış, mallarını bu yapılara vakfetmiştir

Klasik Osmanlı türbe mimarisi üslubunu yansıtan türbe, kesme taştan, sekizgen planlı olup, üzeri kubbe ile örtülüdür Giriş kısmı mermer sövelidir İki sıra halinde 14 pencere ile aydınlatılmıştır Türbenin içerisi kalem işleri ile bezenmiştir Bunun dışında çinilere yer verilmemiştir Günümüze gelebilen kalem işleri XIX yüzyıla aittir Bu bezemede kıvrık dal ve yapraklar, rumiler görülmektedir Duvarların kubbe ile birleştiği yere madalyonlar içerisinde İsm-i Celâl ile İsm-i Nebî ve Cehar yâr-i Güzin yazılmıştır

Türbe içerisinde Selçuk Sultan’a ait ahşap şebekeli sanduka bulunmaktadır Günümüzde İstanbul Türbeler Müdürlüğü’nün yönetiminde olup ziyarete açıktır


Şeyh Vefa Türbesi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Vefa Caddesi’nde, Vefa Camisi’nin avlusunda bulunan Şeyh Vefa Türbesi Sultan II Bayazıd (1481–1512) döneminde, 1490–1491 yıllarında yaptırılmıştır

Şeyh Vefa Konyalı olup, Zeyniye Tarikatının şeyhidir Asıl ismi Mustafa bin Ahmet’tir Edirne’de Debbeğlar İmamı Şeyh Muslihiddin Hanifi’den, Abdüllatif Kutsi Hazretlerinden ders almıştır İstanbul’da Vefa semti civarında yaşamış, etrafa yaptığı iyilikler ve kerametleri ile tanınmıştır Mısır ve hicaz’a gitmiş, hac dönüşü Rodos Şövalyeleri tarafından esir edilmiş, bunu duyan Karamanoğlu İbrahim Bey tarafından kurtarılmıştır İstanbul’un fethinden sonra Konya’ya dönmek istemişse de Fatih Sultan Mehmet’in isteği üzerine İstanbul’da kalmış bugünkü Camisi’nin bulunduğu yere yerleşmiştir Şeyh Vefa 1490 yılında ölmüş İstanbul’da Vefa semtinde ismini taşıyan külliyesi ile Konya’daki bir camisini Fatih Sultan Mehmet veya Sultan II Bayazıd Onun adına yaptırmıştır Makam-ı Sülük, Saz-ı İrfan, Evrad-ı Vefa, Ruzname-i Vefa isimli kitapları bulunmaktadır Ayrıca çeşitli şiirleri de vardır

Şeyh Vefa Türbesi 1490–1491 yıllarında yapılmış, 1909 yılında yanmış, daha sonra 1979, 1988 ve 1996 yıllarında onarılmıştır Yanan camisi de 1994 yılında yeniden yapılmıştır

Türbe kesme taştan ve tuğladan 830x830 ölçüsünde kare planlıdır Duvarları üç sıra tuğla, bir sıra kesme taştan örülmüş, üzeri de dört yöne doğru meyilli ahşap bir çatı ile örtülmüştür Türbenin söve ve lentoları ile kemerleri mermerdendir Pencereleri üzerine tuğladan hafif sivri kemerler yapılmış, alınlıkların içerisi tuğla ile doldurulmuştur Türbenin yay kemerli giriş kapısı üzerinde iki satırlık Farsça kitabesi bulunmaktadır Bu kitabenin mealen anlamı şöyledir:

”Sırlar Kâbesi’nin harimini parlatan o çera küçük ve büyüğün geçtiği köprüden geçti”

Ayrıca türbenin hacet penceresi üzerindeki bir levhada da; “Muslihüddin Ebü’l Vefa mana ehlinin evliyanın uyduğu kimsedir Mezarının toprağı, âşıkların gözlerine sürmedir” yazılıdır Şeyh Vefa Türbesi’nin çevresindeki hazirede başta Şair Nef-i olmak üzere Sultan II Beyazıd dönemi âlimleri gömülüdür Türbenin girişinde ise Sultan II Bayazıd ve Yavuz Sultan Selim’in hocası Ataullah Efendi ile Emin Seydi Ahmet gömülü bulunmaktadır

Türbe günümüzde İstanbul Türbeler Müdürlüğü’nün yönetiminde olup, ziyarete açıktır

Alıntı Yaparak Cevapla

İstanbul Hakkında Bilgi

Eski 08-14-2012   #8
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İstanbul Hakkında Bilgi



İstanbul Sarayları


Büyük Saray (Eminönü)

000 m2’lik alanı Bizans’ın Büyük Sarayı kaplamıştır Burada birbirlerinden ayrı olarak Bukaleon, Hormistas, Mangan ve Dafne gibi küçük saraylar yaptırılmıştır

Büyük Saray çeşitli yapılar, tören salonları, kiliseler, bahçeler ve oyun yerlerinden oluşan küçük bir şehir görünümünde idi Bu saraya İmparatorun Evi, Saray, Mukaddes Saray, Bukaleon, Hipodrom Sarayı, Eski Saray ve Büyük Saray gibi isimler verilmiştir

İstanbul’daki Bizans İmparatorluk sarayları ile ilgili bilgiler İmparator VI Constantinos Porfirogennetos’un (913–959) Törenler isimli kitabından öğrenilmektedir Bunun yanı sıra AMortmann, ADethier, JEbersolt, EMaumbory, ThWiegand gibi araştırmacılar bu bilgilerin ışığı altında yaptıkları kısa süreli sondajlarla Büyük Saray’ı tanıtmaya çalışmışlardır

İngiltere’nin Edinburg’taki StAdrews Üniversitesi adına DrDRussel’in mali ve ilmi yardımları ile 1933-1938 yıllarında ProfDr JHBaxter’in burada yapmış olduğu kazılarda Büyük Saray’a ait mozaiklerin büyük çoğunluğu ortaya çıkmıştır Alman mimarlarından GMartiny kazı alanının planını çıkarmış ve bu çalışmaları yaparken de mozaiklerle karşılaşmıştır Mozaiklerin ortaya çıkışı ile birlikte alan genişletilmiş ve bunun yanı sıra da mimari elemanlar, çanak çömlek parçaları da bulunmuştur Çalışmalar 3500 m2’lik sütunlu bir avluyu ortaya çıkarmıştır Çevresi 6 m2’lik sütunlu geçitlerle çevrili olan bu avlunun güneydoğu kesiminde 25 m uzunluğunda, 1650 m genişliğinde bir yapı ile bağlantılı olduğu da görülmüştür

II Dünya Savaşı nedeniyle kazı çalışmaları yarıda kalmış, ortaya çıkan mozaiklerin üzeri ince beton bir tabaka ile kapatılmıştır ProfDrDTalbot Rice 1951-1954 yıllarında Büyük Saray mozaikleri üzerindeki çalışmaları yeniden başlatmış, mozaikler temizlenmiş ve yeni parçalar da bulunmuştur Bu arada revaklı avlunun güneybatı, kuzeybatı bölümlerinde döşeme parçaları bulunmuştur Ayrıca bugün müze olarak açılan kuzeydoğu bölümünde de 170 mlik oldukça sağlam, iyi durumda bir mozaik döşeme ile karşılaşılmıştır Burada bulunan mozaik döşemenin Bizans İmparatorluk atölyesinin eseri olduğu anlaşılmaktadır Bu atölyelerde imparatorluğun dört bir yanından gelen sanatçılar çalıştırılmıştır

Bizans İmparatorluk Sarayı’nın İstanbul’un arkeolojisine açıklık getirmesi yönünden büyük önemi vardır Sarayın çevresinde Ayasofya, Aya İrini, Hipodrom, Sergios Bakkhos (Küçük Ayasofya) gibi yapılar bulunuyordu Kuzeydoğudan güneybatıya doğru eğimli bir arazide kurulan bu saray kompleksi geniş teraslar ve duvarlarla desteklenmiş, saray da meydana getirilen bu alanın üzerinde kurulmuştur Böylesine geniş bir alana yayılan sarayın doğusunda Magnaura ile Khalke bölümleri, güneybatısında muhafız alayı kışlaları ve diğer yan kuruluşlar yer alıyordu Sarayın batısında İmparatorun kabul salonu ile günlük yaşantısını sürdürdüğü bölümler vardı

Constantinius’un (306–337) başlattığı bu yapı topluluğu, onu izleyen imparatorların yaptırdığı ilavelerle daha da genişletilmiştir IIustinianus (527-565), IIIustinos (565-578), VConstantinos (741-775), Teophilos (829-842), IBasileios (867-886) ve VI Leon’un (886-912) sarayın genişletilmesinde büyük katkıları olmuştur Sarayın kuzeybatısında Hipodrom, Zevk Siopos Hamamları, güneybatı ve güneydoğusunda deniz, kuzeyinde Ayasofya, Senato Binası ile Augusteion Meydanı bulunuyordu

Sarayın görkemli girişini IConstantinius yaptırmıştır Buradaki Khalke bölümünün altın yaldızlı kapısı ile Bizans kaynaklarından öğrenildiğine göre, ilginç bir kubbesi vardı Daphe diye isimlendirilen oktogonal planlı yapının ortasında IConstantinius’un salonu bulunuyordu İmparatorun yabancı devlet elçilerini kabul ettiği Magnaura da yine bu dönemde yapılmıştır IITheodosius zamanında (408-450) saray alanındaki çalışmalar Marmara kıyılarına kadar yayılmıştı Bu arada 409 yılında saray yakınlarında özel yapıların yapılması da yasaklanmıştı Nika İhtilali sırasında, 532’de yakılan bu sarayı İmparator Iustinianus yeniden yaptırmıştır Bu sırada Khalke kapısının içerisinde bulunan çeşitli heykeller, imparator tasvirleri ve mozaikler de bu bölümü çok daha zenginleştirmiştir

Iustinianus’un saray topluluğuna eklediği en önemli yapılardan birisi de Çatladıkapı’daki Hormistas veya Bukaleon Sarayı diye isimlendirilen bölümlerdir Pek az kalıntının günümüze ulaşan bu bölümün de imparatorun tahta çıkmadan önce tahta çıkmadan önce yaşadığı mekânlar olduğu sanılmaktadır Sarayın bu bölümleri XX yüzyılın başında buradan geçirilen Sirkeci demiryolunun yapımı sırasında yıkılmış ve büyük bir kısmı da çevredeki yeni yapılanmaların altında kalmıştır Günümüzde sahil yolu üzerinde mermer söveli pencereleri ile bu sarayın mahzeni ve görkemli kapısı görülebilmektedir

Saray IIIustinianus zamanında batıya doğru genişletilmiş ve buradaki yapılara son derece görkemli bir taht salonu eklenmiştir Oktogonal görünüşlü, küçük kubbeli bu taht salonu bir bakıma İtalya’daki StVitale ile Sergios Bacus’a benziyordu İçerisi tümü ile mozaiklerle kaplanmıştı Buradan Hipodroma geçişi sağlayan Triklinos denilen geçit de yine bu dönemde yapılmıştır Bunun ardından VConstantinius Hıristiyanlığın kutsal eşyalarının korunduğu Meryem Kilisesini, IBasileus da Yunan haçı planlı Hagios Demetrius Kilisesini, hapishaneyi ve Taykanisterion denilen oyun sahnesini yaptırmıştır VII Constantinius Porphyrogennetos döneminde (913–959) eski sarayın tümünü yeni baştan restore ettirmiştir

Bizans imparatorlarının IV-IX Yüzyıllar arasında yaşadıkları Büyük Saray X yüzyıldan sonra önemini yitirmiştir Komnenos sülalesinin imparatorları Ahırkapı ile Sarayburnu arasındaki Manganlar Sarayına ve Ayvansaray’daki Blakerna Sarayına önem vermişlerdir Bu dönemde Büyük Saray yalnızca resmi toplantılara ayrılmıştır

İstanbul’u Latinlerden geri alan VII Mikhael Palaiologos (1259–1282) Blakerna Sarayının onarımı tamamlanıncaya kadar Büyük Sarayda yaşamıştır Bizans İmparatorluğu’nun son yıllarında Büyük Saray kendi haline bırakılmış, gereksinim duyuldukça yapı malzemeleri sökülmüş ve başka yerlerde kullanılmıştır

İstanbul’un fethinden 30 yıl kadar önce buraya gelen Floransalı Buendelmonde Büyük Sarayın tamamen terk edildiğini ve bir taş yığını görünümünde olduğunu belirtmiştir

İstanbul’un fethinden sonra Büyük Saray’ın bulunduğu alan, şehrin yeniden yapılması ile ele alınmıştır Bunun sonucu olarak da sarayın kalıntıları çevrede yeni kurulan mahalleler arasında kalmıştır XVII yüzyılda Sultanahmet Camisi’nin arastası bu sarayın kalıntılarının üzerine yapılmıştır Sultanahmet’teki 1865–1852 yıllarında çıkan yangınlar arasta ile birlikte Büyük Saray kalıntılarının daha da harap olmasına neden olmuştur

Büyük Saray’a ait bazı kalıntıların olduğu yerde mozaiklerin ortaya çıkması üzerine bu bölüm “Mozaik Müzesi” ismi altında 3 Aralık 1953’te İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ne bağlı bir bölüm olarak ziyarete açılmıştır Açılan bu müze 26 Eylül 1979’da Ayasofya Müzesi yönetimine bırakılmıştır Günümüzde bu müzenin ismi “Büyük Saray Mozaikleri Müzesi” olarak değiştirilmiştir


Mangana (Manganlar) Sarayı (Eminönü)



Mangana Sarayı başlangıçta İmparator IMihael’in (811–813) IX yüzyılda burada yaptırdığı bir köşk ve ona bağlı yapılardan oluşmuştur İmparatorun oğlu İgnatios burada yaşarken İmparator IBasileios (867–886) onu buradan çıkarmış ve patrik yapmıştır Bundan sonra saray kendi haline terk edilmiştir Bizans İmparatorları X-XI yüzyıllarda Büyük Sarayın yerine Mangana Sarayını tercih etmişlerdir Bu arada Mangana Sarayı Bizans’ın gözden düşen saray mensuplarının hapsedildiği bir yer konumuna gelmiştir

XII yüzyıldan sonra, büyük olasılıkla IIİsakion Angelos (1185-1195) zamanında saray yıktırılmış ve taşları başka yerlerde kullanılmak üzere sökülmüştür İstanbul’un fethinden sonra bazı kalıntılarının ayakta kaldığı kaynaklardan öğrenilmektedir Tarihçi Dukas’ın yazdığına göre, fetihten sonra bu sarayın kalıntılarının olduğu yere dervişler yerleşmiş ve burası bir dergâha dönüşmüştür Topkapı Sarayı’nın yapımı ile birlikte sarayın bulunduğu alan Sur-u Sultani ile çevrilmiş ve saray Topkapı Sarayı’nın sınırları içerisinde kalmıştır

IDünya Savaşı’nda İstanbul’un işgalinde Fransız birlikleri sarayın bulunduğu yerdeki askeri depolara el koymuşlar, buradaki sarayın mahzenlerinden ve sarnıçlarından yararlanmışlardır RDemangel ve EMambory sarayın kalıntılarını incelemişler ve planlarını çizmişlerdir Fransız işgal ordusunun 1923’te İstanbul’dan ayrılmasından sonra bu mahzen ve sarnıçlar kendi haline terk edilmiştir

RDemangel ve EMambory’nin Manganlar Sarayı ile ilgili verdikleri bilgilere göre; Mangana Sarayı’nın alt yapısına ait olduğu sanılan büyük bir mahzen ile askeri depolara kadar uzanan saray İncili Köşk’e kadar uzanıyordu Buradaki 65x40 m genişliğindeki dikdörtgen planlı bir mekân olup, içerisinde paye ve sütunlar bulunuyordu Bu mekânın yanlarında da onları tamamlayan daha dar mekânların izlerine değinilmiştir Bütün bu bölümlerin izleri kubbeli tonozlarla örtülmüştü

Mangana Sarayı olarak tanımlanan bu yapının beş katlı olduğunu İmparator IAleksios’un kızı Anna Komnena yazmıştır Onun söylediğine göre, sarayın son derece muhteşem bir görünümü vardı Mangana Sarayı ile ilgili bunun dışında kaynaklarda yeterli bilgi bulunmamaktadır


Tekfur Sarayı (Fatih)

Halk arasında bu saraya Tekir Sarayı ismi de yakıştırılmıştır

Büyük Sarayın XII Yüzyıldan sonra terk edilmesi ve yıkılmaya bırakılmasından sonra Tekfur Sarayı önem kazanmıştır Saray eski sur duvarı ile Theodosios surları arasında üç katlı olarak kesme taş, moloz taş ve tuğladan yapılmıştır Sarayın alt katında ikiz olarak düzenlenmiş dört kemerle önündeki avluya açılan 17 m uzunluğunda yüksek bir bodrumu bulunmaktadır Bu bölümde yapılan araştırmalarda iki dizi halinde sütunların on iki bölüme ayrıldığı kalıntılarından anlaşılmaktadır Üst katlarla bu bölüm arasındaki mimari uyumsuzluktan alt katın daha erken dönemde yapılmış bir yapıya ait olduğu anlaşılmaktadır Bu bodrumun üzerindeki birinci kat avluya açılan kemerli pencerelerle aydınlatılmıştır Büyük kemerler içerisinde olan bu pencerelerin iç tarafında, iki yanlarında nişler bulunmaktadır Buradan bir rampa ile çıkıldığı sanılan 2400x1100 m ölçüsündeki üst katın dört duvarına da pencereler açılmıştır Ahşap döşemeli olduğu sanılan bu kat sarayın en görkemli bölümüdür Bu bölümün doğu-güney köşesinde bulunan sura ait burcun üzerindeki mermer konsollar bir balkonun varlığına da işaret etmektedir Nitekim bu balkon Piri Reis’in İstanbul minyatüründe de görülmektedir Güneye bakan cephenin ortasında şahniş şeklinde bir çıkma bulunmaktadır Aynı zamanda burada küçük bir şapele de yer verilmiştir



Sarayın şehre yönelik güney cephesi bezemesiz kesme taştan yapılmıştır Yalnızca üst kattaki pencerelerin kemerleri taş ve tuğladan süslemelerle hareketli bir görünüme sokulmuştur Avluya yönelik cephe ise tuğla ile bezenmiştir Böylece Tekfur Sarayı’nın asıl cephesinin avluya bakan cephe olduğu anlaşılmaktadır Burada beyaz taş ve kırmızı tuğlalar bir arada kullanılmıştır İki katı birbirinden ayıran friz ile kemer aralarındaki üçgen yüzeyler taş ve tuğlaların meydana getirdiği geometrik motifler şeklindedir Kemerlerin etrafında küçük süs çömleklerinin harç içerisine yerleştirildiği de izlerden anlaşılmaktadır

Tekfur Sarayı tek başına bir yapı olmayıp, sur boyunca uzanan bir saray topluluğunun bir bölümüdür Nitekim bunun kuzeyinde 30–40 m uzaklıkta bir başka pavyonun muntazam taş ve tuğla dizili cephe kalıntıları görülmektedir

Tekfur Sarayı İstanbul’un fethinden sonra çeşitli amaçlarla kullanılmıştır XVI yüzyıl Piri Reis İstanbul resminde, Melchior Lorichs’in İstanbul panoramasında da sarayın sağlam bir halde olduğu, üzerinin çift meyilli bir çatı ile örtülü olduğu resmedilmiştir Ancak bu dönemde bu sarayın ne amaçla kullanıldığı konusunda kesin bir bilgi bulunmamaktadır

Tekfur Sarayının bulunduğu yerde İznik’ten getirilen ustalar 1718-1719’da çini yapım merkezi kurmuşlardır Bu imalathanede yapılan çiniler Osmanlı çini sanatında Tekfur Sarayı Çinileri olarak tanınmıştır Kalite olarak XVI yüzyıl çinilerinden daha aşağı düzeydeki bu çiniler İstanbul’un çeşitli yerlerinde yapılan camilerde kullanılmıştır

yüzyıl başlarında burada bir şişehane açılmış, daha sonra Musevilerin toplu olarak oturdukları mesken konumuna gelmiştir

XX yüzyılın başlarında dört duvarı ayakta olan Tekfur Sarayının yıkılmasını önlemek için avlu cephesini taşıyan sütunları demir dikmelerle desteklenmiştir 1955–1970 yılları arasında yapılan onarımlarda bu demirlerin yerlerine mermer sütunlar konmuş ve duvarların yıkılması önlenmiştir

Bu dönemde saray Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü’ne devredilmiş, Ayasofya Müzesi Müdürlüğü’nün denetimine bırakılmıştır Günümüzde Fatih Belediyesi’nin kontrolünde yeni düzenlemeler yapılmakta, yeni bir fonksiyon verilmeye çalışılmaktadır


Brias Sarayı (Maltepe)

İstanbul ili Maltepe ilçesi, Küçükyalı’da bulunan Brias Sarayı’nın ne zaman ve kimin tarafından yaptırıldığı kesinlik kazanamamıştır Bazı kaynaklar sarayın ITiberios Constantinos (578–582) ve Mavrikios (532–602) dönemlerinde 532 yılında yapıldığını belirtmişlerdir Büyük olasılıkla o tarihlerde basit bir av köşkü olarak yapıldığı sanılmaktadır

Sarayın yapımında o bölgede bulunan antik çağa ait bir mabedin taşlarından yararlanılmıştır Sarayın yakınına sonraki yıllarda Satiros Manastırı yapılmıştır Bu sarayın bulunduğu yerde İmparator Teofilos zamanında yapılmış üç nefli bir kilise olduğu da bilinmektedir

Brias Sarayı’nın yerini Bizans sanat tarihçileri araştırmış, Maltepe’nin doğusunda, Dragos Tepesi’nde araştırmalar yapmışlardır Küçükyalı’da bulunan kalıntıların Brias Sarayına ait olduğu sanılmaktadır Ancak burada yeterli bir arkeolojik kazı yapılmamıştır

Günümüze gelen kalıntılardan dikdörtgen planlı, içerisinde üç sıra halinde sütun dizisi bulunan bir avlu ile dört payenin taşıdığı üzeri tonozlu, kare bir bölümden olduğu sanılmaktadır Bununla beraber saray ile ilgili bilgiler, bulunan kalıntının saraya ait olup, olmadığı konusu da kesinlik kazanamamıştır


Eski Saray (Eminönü)

Araştırmacılar tarafından sarayın bulunduğu alanda bir manastır kalıntısının veya senatonun kalıntılarının bulunduğu iddia edilmiştir Ancak bu iddialar yeterince aydınlatıcı değildir

Osmanlı kaynaklarından Edirneli tarihçi Ruhi Edrenevi’nin belirttiğine göre sarayın mimarı, Edirne’de Üç Şerefeli Cami ile Edirne Sarayı’nı yapmış olan Musliheddin’dir

Bizans tarihçisi Dukas Fatih Sultan Mehmet’in şehrin ortasında bir saray yaptırmak istediğini belirtmiştir Sarayın yapımı 1458’de tamamlanmıştır Bahçe içerisindeki sarayın iyi korunmuş bir harem dairesi ile padişah ve içoğlanlar için kasırlar, köşkler, idari yapılar ile vahşi hayvanların bulunduğu av sahalarından oluşmuştur

Tarihçi Dukas saray bahçesinde ITheodosios’un diktirmiş olduğu, spiral süslemeleri olan anıtsal bir sütundan da söz etmektedir Bunun yanı sıra saray duvarlarının bir mil uzunluğunda olduğunu, duvarlarda dört adet kapı bulunduğunu da belirtmiştir Bu sarayda içoğlanı olarak yaşamış Giovantonino Menavino, burada 25 yapının olduğunu, bahçesinde deve kuşlarının, tavus kuşlarının ve diğer egzotik kuşların dolaştığını yazmıştır Bunun yanı sıra Eski Saray ve etrafını kuşatan bahçe duvarları 1479’da yapılmış Giovanni Andrea Vavassore’nin haritasında da görülmektedir Ayrıca Matrakçı Nasuh’un Beyan-ı Menazil’indeki İstanbul tasvirinde şehir içerisindeki konumu açıkça belli olmaktadır

Topkapı Sarayı yapıldıktan sonra İstanbul’un fethinden sonra yapılan bu ilk saray “Saray-ı Atik” ismini almıştır Topkapı Sarayı’na da Saray-ı Cedid ismi verilmiştir

Eski Sarayın yapımının bitiminden sonra, 1458’de Fatih Sultan Mehmet Topkapı Sarayı’nı yaptırmaya başlamıştır Bazı iddialara göre de Topkapı Sarayı başlangıçta yalnızca devlet yönetimine ayrılmış olup, içerisinde harem dairesi bulunmuyordu Topkapı Sarayı’nda harem dairesi Kanuni Sultan Süleyman’ın (1520–1566) eşi Hürrem Sultan’ın padişahın yanında olmak istemesinden ötürü XVI yüzyılın ortalarında yapılmıştır

Eski Sarayda yaşayan kalabalık bir saray mensubu bulunuyordu Eski Saray 1541 yılında yanınca burada yaşayan harem halkı Topkapı Sarayı’na taşınmıştır Bundan sonra da Eski Saray gözden düşmüş, yaşlanmış, cariyelerin yanı sıra ölen padişahın annesi, kadınları ve kızları yaşamaya başlamıştır Burada yaşayan Kadınefendi’lerin erkek çocuklarından birisi Osmanlı tahtına çıktığında burada yaşayan padişah annesi de Valide Sultan olarak Topkapı Sarayı’na dönerdi

Yalnızca Vavassore haritası ile Diliçh haritalarında avluya hâkim bir hünkâr dairesinin resmi görülmektedir Evliya Çelebi ile Michel Baudier sarayın dört köşeli, 12 bin arşın uzunluğunda bir sur ile çevrili olduğunu belirtmiştir Evliya Çelebi saray çevresinde yeniçeri ağası Lala Mustafa Paşa, Piri Mehmet Paşa ve Esma Sultan saraylarının bulunduğuna da değinmiş ve sözlerine şöyle devam etmiştir:

”…Burçsuz, duvarsız, dişsiz, kalesiz ve hendeksiz bir surdur Ama gayet sağlam yapılıp bütün duvar üzeri mavi kurşun ile örtülüdür O zamanlar çepeçevre ölçüsü 12 bin arşın idi Dört köşeli bir binadır Bir tarafı Sultan Beyazıt Kazancıları köşesinden Misk-i Sabunu Kapısına kadar, bir köşesi Talak Mustafa Paşa Kapısında son bulurdu Oradan bir tarafı Küçükpazar Seddi ve sarnıcı üzere bitmişti Halen Yeniçeri Ağası sarayı ve Siyavuş Paşa sarayının yeri, meskür eski saray yerinde idi Bir köşesi tâ Tahtakale üstündeki sedden geçip yine kazancı tüccarları köşesine gelinceye kadar muazzam bir saray yaptırmıştır Daha sonra Sultan Süleyman bu eski sarayı 3 mil kuşatır bir saray yapıp, 3 kapı koydu Divan Kapısı doğuya, Beyazıt Kapısı güneye, Süleymaniye Kapısı batıya bakar Bu sarayın dışında Süleyman Han, Belgrat ve Malta ve Rodos fethi malından Süleymaniye Camisini yaptı ve medreseler ve darülhadis, darülkurra, ebced okuyan çocuklar okulu ve bir sultan çarşısı, düğmeci ve kuyumcular çarşısı yaptırdı Mahbul Siyavuş Paşa’ya bir muazzam saray ve yeniçeri ağalarına mahsus bir eski saray ve Lala Mustafa Paşa için ve Karamanlı Piri Mehmet Paşa için birer saray ve Gebze’de cami sahibi Mustafa Paşa’ya ve kızı İsmihan Sultan’a da birer saray ve cami hizmetlileri için bir tane oda yaptırıp eski sarayın dört tarafını umumi yollarla çevirtti Halen hiçbir tarafa bitişiği olmayan muazzam bir saraydır Yukarıda yazılan vezirler sarayları ve imaretler tamamen bu eski sarayın bulunduğu yere yaptırılmıştır

Eski Sarayın surları üzerinde kule olmaması dikkati çekmektedir Saray 1550 ve 1517 yıllarında yanmış, yeniden yaptırılmıştır Yeniçeri Ocağı’nın 1826’da kaldırılması ile Eski Saray Bab-ı Seraskeri’ye tahsis edilmiştir Burada yaşayan kadınlar ise Topkapı Sarayı ile Eyüp’teki Çifte Saraylar’a götürülmüşlerdir


Kavak Sarayı (Üsküdar Sarayı) (Üsküdar)

İstanbul ili Üsküdar ilçesinde, Harem ile Salacak iskeleleri arasında bulunan bu saraydan günümüze hiçbir iz gelememiştir İstanbul’un fethinden sonra yapılmış olan Eski Saray ve Topkapı Sarayından sonra Osmanlıların yapmış olduğu üçüncü büyük saraydır

Üsküdar Sarayı XVI yüzyılda yapılmış, XVIII yüzyılın sonlarına doğru da ortadan kalmıştır Bu saray ile ilgili bilgiler arşiv belgeleri, gezginlerin notları ve birkaç gravürden öğrenilmektedir Kavak Sarayı ile Üsküdar Sarayı’nın aynı saray olup, olmadığı da zaman zaman tartışılmıştır Büyük olasılıkla bu saray Kanuni Sultan Süleyman (1520–1566) döneminde yapıldığı sanılmaktadır

Arşiv belgelerinde Mimar Sinan’ın Sultan II Selim (1566–1574) ve Sultan III Murat’ın (1574–1595) burada birer köşk ve hamam yaptırdığı, Sultan I Ahmet (1603–1617) döneminde de Kavak Sarayı’na bir mescit eklediği yazılıdır Sultan IV Murat (1623–1640) döneminde saray onarılmış ve buraya bazı ilaveler yapılmıştır Yine arşiv belgelerinde tam teşkilatlı bir Osmanlı sarayı olduğu da belirtilmiştir

Sultan III Selim (1789–1807) burada bir Bostancıbaşı kışlası yaptırmış, 1794 yılında da bu saray yıkılmış, içerisindeki bazı mermerler Topkapı Sarayı’na götürülmüş, bazıları da Selimiye Kışlası’nın yapımında kullanılmıştır Bundan sonra Kavak Sarayı’nın arazisinin büyük bir kısmına çeşitli askeri yapılar yapılmıştır

Kavak Sarayı’nı gösteren en önemli belgelerden birisi de GJGrelot’nın yayınlamış olduğu Relation Nouvelle d’un Voyage a Constantinople isimli kitaptaki iki gravürdür Bu gravürlere göre deniz kıyısına inen kayalıklar üzerindeki bir duvarın arkasında, ağaçların arasında dört ayrı yapı görülmektedir Bunlardan kuzeydeki yapı büyük olasılıkla Revan Köşkü olarak isimlendirilen revaklı yapıdır Bu yapı sekizgen planlı, kubbelidir Bunun dışında kalan köşkler büyük olasılıkla harem ve hizmet binalarıdır

Osmanlıların bu sarayı yazlık olarak kullandıkları sanılmaktadır Bunun yanı sıra Doğuya sefer düzenlendiğinde de bu sarayın başlangıç noktası olduğu sanılmaktadır


Davutpaşa Sarayı (Güngören)

İstanbul ili Güngören ilçesinde, Davutpaşa Sahrası denilen Çırpıcı ve Haznedar dereleri arasındaki tepenin doğu yamacında, Edirne eski kervan yolunda bulunan bu sarayı Sultan II Beyazıt (1481–1512) döneminde Sadrazam Davut Paşa yaptırmıştır Davutpaşa Sahrası’ndaki sarayın yakınında XIX yüzyılda Davutpaşa Kışlası yapılmıştır

Davutpaşa Sarayı etrafı duvarlarla çevrili geniş bir alan içerisinde çeşitli köşkler, daireler, geniş bir havuz, mescit, hamam ve hizmet binalarından meydana gelmiştir Bu saraydan günümüze yalnızca Davutpaşa Kasrı olarak bilinen yapı ile Sancak Köşkü denilen bir diğer yapının kalıntıları gelebilmiştir Sarayı oluşturan yapıların büyük bir kısmı XVI yüzyılın sonlarına doğru yıkılmıştır

Osmanlı devleti Batı’ya doğru sefere çıktığında bu sarayın çevresinde ilk konaklama yapılırdı Burada ordunun son teftişi, yoklamaları yapılır ve sefer yürüyüşü de buradan başlardı Sefere katılacak eyalet askerleri bundan sonraki konak yerlerinde sefere çıkan Kapıkulu asker ocaklarına katılırlardı Padişah sefere çıkmıyorsa orduyu buradaki saraydan uğurlar, dönüşünde de burada karşılardı Davutpaşa Sarayı’nda seferden dönen orduyu karşılayan son padişah Sultan IV Mustafa olmuştur

Davutpaşa Sarayı eski kaynaklarda Taş Köşk veya Taş Kasır isimleri ile geçmiştir XVI yüzyılda yeniden yapıldığı konusunda bir arşiv belgesine rastlanmıştır Buna göre kasır, Sultan III Mehmet (1595–1603) zamanında Hassa Başmimarı Dalgıç Ahmet Ağa tarafından yaptırılmaya başlanmıştır Sultan III Mehmet’in 1603 yılında ölümünden sonra da kasrı Sultan I Ahmet (1603–1617) tamamlamıştır Saray en parlak dönemini Sultan IV Mehmet (1648–1687) zamanında yaşamıştır Başlangıçta padişahların kısa bir süre kalması için yapılmışsa da bu yıllarda Osmanlı padişahları uzunca bir süre burada yaşamışlardır Sultan IV Mehmet 1652 yılında buraya bir mescit yaptırmış, daha sonra bu mescide minber konulmuş, minare de eklenerek camiye dönüştürülmüştür

Davutpaşa Sarayının bazı bölümlerinin 1725 yılında yıkıldığı arşiv belgelerinden anlaşılmaktadır Bu yapıların taşları Bakırköy Baruthanesi’nin onarımında kullanılmıştır Davutpaşa Sarayı’ndan günümüze kalan kasır, muntazam kesme taştan iki katlı olarak yapılmıştır Batısında iki yana doğru taşkın bir bölüm bulunmaktadır Alt katta girişi sağlayan iki kapısı vardır Bu kapı baklava başlıklı, tek sütunun taşıdığı iki sivri kemerden meydana gelmiş bir giriş eyvanı biçimindedir Kasrın girişi tam eksende olmayıp sağ taraftadır Alt kattaki ana mekân 1050x1050 m ölçüsünde kare planlı olup, üzeri kâgir kaburgalı çapraz bir tonozla örtülmüştür Kasır iki sıra halindeki pencerelerle bol ışık alacak şekilde aydınlatılmıştır

Girişin sağındaki duvarda bir ocak ve bunun üzerinde de Sultan I Ahmet’in manzum kitabesinin yazılı olduğu bir çeşme bulunmaktadır Alt katın doğusunda bulunan ve ana mekândan büyük sivri bir kemerle ayrılan çıkıntı zeminden biraz daha yüksektedir Her iki mekân üzerinde kum saati bulunan sütunçelerin taşıdığı kemerle ayrılmıştır Merdivenle çıkılan üst kat ana mekâna girişi sağlayan kemerli eyvanlar halindedir Ana mekân alt katta olduğu gibi iki sıralı pencerelerle aydınlatılmıştır Üzeri pandantifli 10 m çağında, sekizgen kasnaklı büyük bir kubbe ile örtülmüştür

Günümüze gelebilen kalıntılardan kasrın son derece güzel bir bezeme ile süslendiği anlaşılmaktadır Ancak XX yüzyıldan bu yana kötü kullanımlar nedeni ile bu bezemelerin büyük kısmı yok olmuş kalanlar da özelliğini yitirmiştir Sarayın İznik çinileri ile bezenmiş olduğu günümüze gelen izlerden ve belgelerden anlaşılmaktadır

Davutpaşa Sarayı’nın yakınında bulunan, Sancak Köşkü olarak isimlendirilen yapının kalıntılarından oldukça muntazam taş döşeli olduğu anlaşılmaktadır Yüksekçe bir set üzerindeki bu köşk iki oda ve bu odalar arasında bağlantıyı sağlayan bir dehlizden meydana gelmiştir Bu köşkün arşiv kayıtlarına dayanılarak üzerinin geniş bir saçakla örtülü olduğu sanılmaktadır

Davutpaşa Sarayı’ndan günümüze gelen kasır 1938 yılında YMimar Sedat Çetintaş tarafından araştırılmıştır Bu yapının restorasyonu 1957 yılında yapılmıştır


Topkapı Sarayı (Eminönü)

Aynı zamanda devlet yönetiminde görevlendirilecek çeşitli devlet adamlarının yetiştirildiği, eğitildiği bir merkezdir

Topkapı Sarayı yerleşme düzeni olarak iyi korunmuş bir kent görünümündedir Çevresi kısmen surlarla çevrilidir Sarayın sürekli olarak genişlemesinden ötürü çeşitli mimari üsluplar buraya yansımıştır Saray tümü ile belirli bir mimari plan düzenine göre değil, küçük pavyonlar halinde köşkler ve dairelerden oluşmuştur

Saray dış teşkilat ile bölümleri oluşturan Birun denilen bir bölüm ile iç örgütlenmeyi oluşturan Enderun’dan meydana gelmiştir Bu bölümler birbirleri ile üç ana avlunun çevresinde yapılanmıştır

Sarayın Alay Meydanı denilen en dıştaki avlusuna kitabesinden h883 (1478) tarihinde yapıldığı öğrenilen ve Bab-ı Hümayun (Saltanat Kapısı) adı verilen kapıdan girilmektedir Birûn’u oluşturan bu avluda Aya İrini yanındaki Sempson Zenon denilen düşkünler evi, hastane, fırın, Ambar-i Amire, Saray Darphanesi ve sanatkâr atölyeleri bulunmaktadır IAvlu Babüs-Selam denilen kapı ile Divan Meydanı veya Adalet Meydanı denilen ikinci avluya bağlanmaktadır Osmanlı padişahlarının tahta geçtiği Cülüs törenleri ile cenaze törenleri de yine bu avluda yapılırdı Babüs-Selam’dan Babüs-Sade’ye Vezir Yolunun sağından, Divan binası XIX yüzyılda yapılmış Adalet Kasrı bulunuyordu Divan binasının bitişiğinde de hazine binası yer alıyordu Avlunun Marmara Denizi’ne bakan kuzeydoğudaki revaklarının arkasında saray mutfakları ile hizmet binaları bulunuyordu Sarayın Haliç’e yönelik kısmında ise Has Ahırlar ile Arabacılar Dairesi bulunuyor idi

Babüs-Selam denilen orta kapı ve Divan Meydanı’ndan itibaren asıl saray başlamaktadır Sultan dışında herkesin atlarından inip yaya olarak içeri girdikleri orta kapıdan sonra ikinci avluya geçilmektedir Yaklaşık 110x170 m ölçüsündeki iç avluda revaklar, kubbe altı ve iç hazine bulunmaktadır Enderun Osmanlı padişahı ve yanındaki Akhadımlar ile İçoğlanlarının yaşadığı, eğitim gördüğü sarayın önemli bir bölümüdür Enderun avlusunun karşısında Arz Odası, avlunun Marmara ve Boğaz’a yönelik köşesinde de Fatih Sultan Mehmet’in kendisi için yaptırdığı Fatih Köşkü, bunun karşısında Has Oda ve sultanların özel daireleri olan bölümler, Mukaddes Emanetler Dairesi bulunmaktadır Ayrıca Enderun’da İçoğlan koğuşları, cami ve günümüze ulaşamayan bir de hamam vardı

Has Oda’nın Haliç’e yönelik Divan yeri denilen iki sıra sütunlu, kubbeli geniş bir revakı Sofa-i Hümayun veya Mermer Sofa olarak isimlendirilen terasa açılırdı Bu terasta XVII yüzyılın ilk yarısında Sultan IV Murat ve Sultan İbrahim dönemlerinde yapılmış Sünnet Odası, İftariye Kameriyesi, Bağdat Köşkü, Revan Köşkü, Sofa Köşkü ve Baş Lala Kulesi gibi köşkler yapılmıştır Buradan Asma Çiçek Bahçesi denilen sarayın dördüncü bölümü olan alt bahçeye inilmektedir

Avluya geçişi sağlamaktadır Bu kapı Birun ile Enderun’un orta noktasında olduğundan culüs, bayram gibi törenlerde padişahın bu kapının önünde oturması nedeniyle sarayda birinci derece önemli bir yeridir

Bu kapı değişik dönemlerde çeşitli adlar almıştır Bunların en yaygın olarak kullanılanları Arz Kapısı, Akağalar Kapısı ve Bâb-üs Saade’dir Enderun ve Birun kavramlarını ve varlığını belirleyecek şekilde yeşil ve beyaz sütunlu bir revak ortasında, dışa doğru çıkıntı yapan bir kubbe ile kapı belirgin hale getirilmiştir Önünde saray törenlerinin yapıldığı bu kapı ve revak bölümünün Fatih Sultan Mehmet döneminde (1451–1481) tasarlandığı ve oluştuğu, söz konusu törenlerin yüzyıllar boyunca aynı yerde sürdüğü bilinmektedir Bu kapı kubbesi ve saçaklarıyla avluya doğru bir çıkma yapmış ve karşılıklı üçer sütunun üzerine oturtulmuştur Bu mimari görüntü XVIII yüzyın ikinci yarısında Sultan III Mustafa döneminde yapılmıştır Kapının üzerindeki 1774 tarihli talik hatla yazılmış manzum onarım kitabesi bunu açıklamaktadır II Mahmut’un hattıyla Besmele ve tuğrası vardır Büyük bir olasılıkla kapı çevresinin bezemesi XIX yüzyılda II Mahmut zamanında (1808–1839) yenilenmiştir

Bu revak ve kapının önünde padişahların cülus törenleri ve bayram törenleri yapılırdı Savaşa gidecek olan sadrazama Sancak-ı Hümayun burada törenle teslim edilirdi Divan’ın toplantı günlerinde saraya törenle giren sadrazam tarafından önüne gelinerek selamlanması da bu kubbeli kapının Sultanın varlığını ve kudretini ifade eden sembolik bir anlam taşıdığını gösteren en belirgin davranış örneğidir

Sünnet Odası tek odalı olup, arkasında da küçük bir müştemilatı bulunmaktadır Sultan İbrahim döneminde (1840–1648) yapıldığı sanılan bu köşkün daha erken bir tarihlerde yapıldığı da iddia edilmiştir Köşkün içi ve dışı çinilerle kaplanmıştır Bu çinilerin büyük çoğunluğu XVII yüzyıla tarihlenmişse de içlerinde XV-XVI yüzyıllara ait olanlar da görülmektedir Duvarları süsleyen mavi-beyaz çinilerin yanı sıra pencere içlerine karşılıklı çeşmeler de yerleştirilmiştir Osmanlı padişahları namazların sünnetini çoğunlukla burada, farzlarını da Hırka-i Saadet’te kıldıklarından bu isim buraya verilmiştir

Sünnet Odası ile Bağdat Köşkü arasında İftariye Kameriyesi bulunmaktadır Bu kameriye Sultan İbrahim zamanında, 1640 yılında Sünnet Odası ile çevresinde yapılan değişiklikler sırasında dışarıya taşkın dört konsol üzerine oturtulmuştur Üzeri tamamen maden kaplı olup, oluklu bakırdan dört ince sütunun taşıdığı ince uzun, ortaya doğru şişkin bir çatı ile örtülüdür İçten ayna tonozlu olan bu çatının üzerine de oldukça gösterişli Allah yazılı bir alem yerleştirilmiştir Kubbe içerisinde ise altın varakla yazılmış on altı mısralık bir kitabeye yer verilmiştir Bu kameriye bayramlarda değerli kumaşlarla döşenir ve bayram namazından sonra saray erkânının bayramlaşması burada yapılırdı Bunun dışındaki günlerde de sultan önünde havuzu olan bu kameriyede oturarak dinlenirdi

Murat (1623–1640) tarafından h1049 (1639) yılında yaptırılmıştır Köşk sekizgen planlı olup, kenarları birer atlamak sureti ile dışarıya çıkıntılar meydana getirir Köşkün etrafını 22 sütunun taşıdığı bir revak çevirmektedir Ahşap çatılı köşkün cephesi dıştan alt kat pencerelerinin bitimine kadar renkli mermerlerle kaplanmıştır Bunun üzerindeki duvarlar çatıya kadar çini kaplıdır Dışarıya doğru iki balkonu olup, bunlardan biri Haliç’e diğeri de Boğaz’a bakmaktadır

Köşkün üstü kubbe, yan çıkıntılar da aynalı tonozludur Kubbe ve tonozların içerisi yapıldığı dönemin ender örneklerinden malakari tezyinat ile bezenmiştir Duvarlarında içten iki sıra pencere bulunmaktadır Bu pencerelerin üzerleri renkli camlıdır Burada duvarlara iki üç gözlü küçük hücreler yerleştirilmiştir İçerisindeki kapılar, dolap kapakları, raflar ağaç işçiliğinin en güzel örnekleridir Ayrıca iç kısımda yekpare hayvan dekorlu çiniler bulunmaktadır Çiniden yekpare bir kitabe içerisini çepeçevre dolaşmaktadır Bu kitabeyi Tophaneli Enderuni Mehmet Çelebi yazmıştır

Havuzlu Taşlık üzerinde bulunan Revan Köşkü Sultan IV Murat tarafından h1045 (1635) yılında yaptırılmıştır Bağdat Köşkü’nün küçük bir örneği olan bu köşk sekizgen planlı ve tek bir odadan meydana gelmiştir Çevresi revaklı olup, üzeri kubbe ile örtülmüştür Bu köşk Hırka-i Saadet Avlusunun revakı önüne yapıldığından ötürü buradaki sekizgen plan rahat biçimde uygulanamamıştır Bu nedenle de kenarlar üzerinde yer alması gereken çıkıntılardan biri burada kullanılmamıştır Bunun yerine içeride bir bakır üzerine altın yaldızlı ocak yapılmıştır Köşkün pencereleri altlı üstlü iki sıra halinde olup, alttakiler dıştan demir parmaklıklı, içtekiler sedef ve bağ kakmalı kapaklarla örtülüdür Üst sıra pencerelerde beyaz camların aralarına kırmızı, mavi, yeşil camlar yerleştirilmiştir Duvarlar renkli mermer levhalarla, bunların üzeri kubbe eteğine kadar mavi-beyaz çinilerle kaplanmıştır Köşk içerisinde bulunan bronz mangal Fransa Kralı XV Lui tarafından Sultan IMahmut’a gönderilmiştir Bu mangal devrin ünlü bronz ustalarından Duplesiss’in eseridir

Bu köşkün ismi kaynaklarda Sarık Odası olarak da geçmektedir Topkapı Sarayı’ndaki kaynaklardan öğrenildiğine göre burada padişah sarıkları korunmakta idi

Revan Köşkü’nün bulunduğu havuzlu taşlıktan iki merdivenle Lale Bahçesi’ne inilir Lale Devri’nde Sofa ismi verilen bu bölümde binaların bakım ve temizliğini sağlayan Sofa Ocağı kurulmuştur Revan ve Bağdat köşklerinin yakınında bulunan Sofa Köşkü aynı zamanda Mustafa Paşa Köşkü veya Merdivenbaşı Kasrı olarak tanınmıştır Köşkün yapım tarihi bilinmemekle beraber Silahtar tarihinde Rus elçisinin 1682’de burada kabul edildiği yazılıdır Köşk Lale Bahçesi’ni daha aşağı bahçeden ayıran bir duvarın üzerine yapılmıştır Bu duvarın ortasında yuvarlak kemerli kapıdan girilen köşk bir divanhane, bir özel oda ve bir de ara bölümden meydana gelmiştir Divanhanenin altlı üstlü geniş pencereleri bulunmaktadır Duvarları ve tavanı ahşap kaplıdır Duvarlara açılan oymalı nişler, kapılar ve tavanlar güzel bir ağaç işçiliğini yansıtmaktadır Duvarlara talik yazı ile Hakani Mehmet Bey’in Hilye’sinden alınma beyitler yazılmıştır

Bu köşk yanındaki Esvap Odası ve Sofa Camii ile birlikte ayrı bir bölüm oluşturmaktadır Mecidiye Köşkü ve onunla birlikte Esvap Odası Sultan Abdülmecit (1839–1861) zamanında Avrupa rokoko üslubunda yapılmıştır Ancak yapım tarihini belirten bir kitabe günümüze gelememiştir Yanındaki Sofa Camisi’nin kitabesinden h1275 (1859) tarihinde yapılmış olduğu belirtilmiştir Buna göre Mecidiye Köşkü de aynı tarihte yapılmış olmalıdır

Köşkün bulunduğu yerde daha önce yapılmış olan Çadır Köşkü ile Üçüncü Yeri Köşkü bulunuyordu Çok harap olan bu köşkler yıkılmış ve yerine bugünkü Mecidiye Köşkü yapılmıştır Buradaki arazide seviye farkı olduğundan köşk üst bahçe seviyesine ulaşabilmek için iki katlı yapılmıştır Köşkün yapımı sırasında eski köşkün zemini korunmuş, yalnızca üst kısmı yıkılmıştır

Mecidiye Köşkü beyaz köfeki taşından yapılmış dikdörtgen planlı bir yapıdır Dış cephe duvarları XIX yüzyıl Avrupa mimarisi etkisinde yarım paye sütun ve ince uzun pencerelerle hareketlendirilmiştir Köşke cephedeki ahşap kanatlı üç büyük kapıdan girilmektedir Bunlardan ortadaki kapı zemin katına inişi sağlamaktadır Köşkün duvarları yabancı ressamların imzalarını taşıyan padişah portreleri, yaldızlı aynalar ve şömineler ile süslenmiştir Tavanlarında 20–30 kollu kristal avizeler bulunmaktadır

Topkapı Sarayı’nın Harem bölümü Babüs-Selam kapısından girilen ikinci avlunun (Birun) sol tarafından başlayarak üçüncü avlu (Enderun) içlerine kadar uzanmaktadır Haremin yapımına 1578 yılında başlanmış, her padişahın döneminde yeni ilaveler yapılmış ve bu durum XIX yüzyılın ilk yarısına kadar devam etmiştir Haremin yaklaşık 400 odası, avluları bulunmaktadır Değişik zamanlarda yapıldığından ötürü de farklı bir bezeme ve mimarisi vardır

Günümüzde Harem’e Arabalar Kapısı’ndan girilmektedir Masif demirden ve iki kanatlı olan yay kemerli kapının üzerindeki kitabeden Sultan III Murat’ın (1574–1595) bu kapıyı yaptırdığı anlaşılmaktadır Arabalar Kapısı’ndan Harem’in asıl giriş kapısına kadar uzanan üzeri açık ince uzun bir avlu bulunmaktadır Bu avlunun çevresinde Dolaplı Kubbe, Şadırvanlı Taşlık, Kule, Başhazinedar Ağa ve Başmuhasip Ağa daireleri, Meşhane Kapısı, Kara Ağalar Mescidi, Karaağalar Koğuşu ve Kızlar Ağası Dairesi bulunmaktadır Bu avlunun karşısına gelen küçük bir holün arkasında da asıl Harem’in giriş kapısı bulunmaktadır Bunun sağındaki tonozlu bir koridor ise üçüncü avluya (Enderun) açılan Kuşhane Kapısı’na uzanmaktadır

Arabalar Kapısı’ndan kare planlı, pandantiflerin taşıdığı Dolaplı Kubbe denilen yere girilmektedir Bu bölüm duvarlarındaki büyük gömme dolaplardan ötürü bu isimle tanınmıştır Kubbe ve duvarlarında bezeme görülmemektedir Buradaki dolaplarda Kızlar Ağası’nın evrakları korunurdu

Duvarları XVII yüzyıl çinileri ile kaplı olan bu taşlıktaki şadırvan günümüze gelememiştir Duvarların üst kısmını kaplayan çiniler üzerinde de madalyonlar halinde Peygamber’in cenneti müjdelediği on sahabenin isimleri yazılıdır Bu bölümün sağındaki Meşkhane Kapısı oldukça dar ve dik bir yokuşa açılmaktadır Osmanlı padişahlarının Eyüp Sultan’daki Kılıç Kuşanma Töreni’nden saraya döndüklerinde bu kapıdan hareme girdikleri bilinmektedir Meşkhane Kapısı’nın karşısında Kule Kapısı bulunmaktadır Oldukça yüksek iki katlı kulenin birinci katında taş merdivenlerle pencereli bir bölüme ulaşılmaktadır Kulenin ikinci katı XVIII yüzyıl üslubunda yapılmıştır

Şadırvanlı Taşlık’taki Meşkhane Kapısı’ndan üzeri mermer oyma ayet yazılı bir kapıdan Karaağalar Mescidi’nin holüne geçilmektedir Mescidin duvarları XVII yüzyıl çinileri ile bezenmiştir Ayrıca tavanlarda kalem işleri görülmektedir Mescidin mihrabının karşısına rastlayan üçüncü bir kapıdan cariyelerin eğitildiği Kalfa Mektebi’ne geçilmektedir Ayrıca bu mescitten bir revak altından geçilerek Karaağalar Koğuşu’na girilmektedir Her ikisi arasındaki duvar XVII yüzyıl çinileri ile bezenmiştir

Karaağalar Koğuşu uzun bir aralığın iki yanında sıralanan odalardan meydana gelmiştir Bunlardan birinci kattaki odalar birer kapı ve pencere ile bu koridora açılmıştır Sol taraftaki odaların duvarları XVII yüzyıla ait çinilerle bezenmiştir Bu aralığın sonunda çinilerle kaplı büyük bir ocak dikkati çekmektedir

Üst kattaki mekânlar aralığa eyvan şeklinde açık balkon konumundadır Bunların önüne mermer korkuluklar yerleştirilmiştir Aralığın üzeri beşik tonozla örtülmüştür Koğuşun birinci katının tümü Kızlar Ağasından sonra Harem’in ikinci konumdaki yöneticisi olan Karaağaların başı, Yeni Saray Başkapı Gulâm Ağa’ya aittir Sol taraftaki çinili odalar, selamlık, yatak, misafir ve yemek odalarıdır Yemek odasının duvarında üzerinde “sakihüm rabbihüm şaraben tahura” ayeti yazılıdır Su ile bağlantılı olan bu ayet saraydaki hemen her çeşmenin üzerine yerleştirilmiştir

Karaağalar Koğuşu’nun ikinci katında orta sınıftaki Karaağalara, üçüncü katında Haslılara, dördüncü katı da Acemilere ayrılmıştır Aralığın sonundaki büyük ocağın sonunda ise Karaağalar otururdu Koğuşun üst katlara çıkan merdiven girişinin karşısından Kızlar Ağası dairesinin holüne ve Karaağaların tuvaletine geçilmektedir Bu koğuşta yaşayan Karaağaların görevleri Harem kapılarını kilitlemek, kapılarda nöbet tutmak, arabalara yardımcı olmak, dışardan içeriye hiç kimseyi sokmamaktı

Karaağalar Koğuşu’nun hemen sağında Kızlar Ağası Koğuşu bulunmaktadır Kızlar Ağası Harem’in baş yöneticisi olup, buradaki giriş çinilerle kaplı büyük bir niş şeklindedir Kızlar Ağası dairesinin solundan Harem’in asıl giriş kapısına gelinir, çift kanatlı demir kapılardan duvarlarında büyük aynalar olan ve burada Karaağaların nöbet tuttuğu büyük taşlığa geçilir Aslında bu taşlık Altın Yol’a, Valide Sultan Taşlığı’na ve Kadınefendiler Taşlığı’na giden koridora açılan kapıların bulunduğu bir geçit yeridir Asıl Harem’e giriş de burasıdır Buradaki sağ taraftaki kapıdan Altın Yol’a, soldakinden Kadınefendiler Taşlığı’na giden koridora açılmaktadır Üçüncü kapı da doğrudan doğruya Valide Sultan Taşlığı’na geçişi sağlamaktadır

Burada birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü Kadınefendiler’in daireleri bulunmaktadır Bu daireler üç tarafı revaklı, üzeri açık bir avlunun çevresinde sıralanmışlardır Bu daireler kendi aralarında plan olarak farklılık göstermektedir Birinci Kadınefendi’nin dairesi diğerlerinden daha büyüktür Dairelerde günlük yaşantı cereyan eder, bunun için de bir mangalın çevresinde alçak sedirlerin yer aldığı iç içe ikişer oda bulunmaktadır Bu odaların duvarları XVII yüzyıl çinileri ile kaplanmış, tavanları kalem işleri ile bezenmiştir İkinci Kadıefendi dairesinin solundaki büyük bir kapıdan merdivenlerle revaklı bir avlu çevresinde sıralanmış dikdörtgen planlı iki katlı cariyeler hastanesine inilir

Valide Sultan dairesinden dar bir koridorla Hünkâr Sofası’na geçilir Buradaki koridorun sağında Hünkâr Hamamı bulunmaktadır Hamam Klasik Osmanlı hamamlarının mimari düzeninde, soyunmalık, ılıklık ve sıcaklıktan meydana gelmiştir Hamamın küçük ölçüdeki soğukluğundan ılıklığa ve sıcaklığa geçilir Sıcaklığın ortasında dört çokgen kesitli sütunun taşıdığı kubbe bu bölümün üzerini örtmüş, bunun dışında kalan alanlar tonozlarla desteklenmiştir Sol taraftaki yaldızlı, bronz parmaklıklı bölüm padişahın özel olarak yıkandığı yerdir Bunun yanındaki diğer bölmelerde ise mermerden dört kurna bulunmaktadır Hünkâr Hamamı’nın arkasındaki ikinci hamam Valide Sultan için yaptırılmıştır Her iki hamamda da süsleme elemanına rastlanmamaktadır

Hünkâr Hamamı içerisinden ayrı bir kapı ile Hünkâr Sofası’na geçilir Hünkâr Sofası’nı XVI yüzyılda Mimar Sinan yapmıştır XVIII yüzyılda Sultan III Osman döneminde büyük bir onarım geçirmiştir Bu bölüm kare planlı olup, dört sivri kemerin taşıdığı pandantifli büyük bir kubbe ile örtülüdür Bunun girişinin soluna da tonozlu bir ek bölüm daha eklenmiş böylece Hünkâr Sofası genişletilmiştir Ek bölüm iki katlı olup, ikinci kat balkon şeklinde Hünkâr Sofası’na açılmaktadır Giriş kapısının karşısına baldaken tarzında hünkârın oturduğu yer yerleştirilmiştir Onun sağında ve balkonun altına rastlayan yere de uzunca bir sedir yerleştirilmiştir Sedirlerin arkasındaki duvarların alt kısımları büyük aynalarla çevrilidir Bu aynalardan bir tanesi balkona çıkan kapıyı gizlemektedir

Hünkâr Sofası’nın duvarları XVIII yüzyılın barok ve rokoko üslubunda ağaç işçiliği ve duvar resimleri ile bezenmiştir Yalnızca sağdaki duvarda Avrupa etkisinde yapılmış mavi-beyaz çiniler bulunmaktadır Sofanın kemer ayaklarının bulunduğu bölümde balkon dışında kalan duvarlarda mavi-beyaz renkte çini Ayet-el Kürsi çepeçevre dolaşmaktadır Duvarların üst kısmındaki bölümler çift vitrayla kaplanmıştır

Hünkâr Sofası’nda yapılan törenlerde balkonda müzisyenler yer alır, balkonun altındaki sedirlerde Valide Sultan, Kadınefendiler, Cariye ve Gözdeler konumlarına göre otururlardı Diğer duvar diplerine de Kalfalar sıralanırdı Padişah yerini alınca da buradaki eğlenceler başlardı

Hünkâr Sofası’ndan Çeşmeli Sofa’ya, oradan da Ocaklı Sofa’ya geçilmektedir Dikdörtgen planlı olan Ocaklı Sofa’dan büyük bir kapı Valide Sultan Taşlığı’na açılır Bu kapının karşısına önü demir parmaklıklarla çevrili büyük bir ocak yerleştirilmiştir Valide Sultan Taşlığı’na açılan bu kapının bir diğer ismi de Taht Kapısı’dır Buradaki sedef kakmalı bir kapıdan Başkadınefendi Dairesi’ne geçilir Buradaki sofa kubbe ve düz tavanla örtülmüş iki bölüm halindedir Duvarları çinilerle kaplıdır ve duvarları mavi-beyaz bir çini kuşak çepeçevre dolaşmaktadır Bu kuşakta Sultan IV Mehmet’e övgüler yazılıdır Sofaya ismini veren ocak Harem’in tüm odalarında bulunan mangallara ateş sağlardı

Murat Has Odası’dır Has Oda’nın girişi XVI yüzyıl Klasik Osmanlı çeşmelerinde olduğu gibi mermer bir portal şeklindedir Kapının üzerinde Sultan III Murat’ın h986 (1578–1579) yılında yapıldığını belirten kitabe bulunmaktadır Has Oda kare planlı olup, üzeri büyük bir kubbe ile örtülüdür Buradan Sultan I Ahmet’in kitaplığına geçilen ikinci bir kapı vardır Has Oda’yı Mimar Sinan yapmıştır Burada da baldaken tarzda büyük bir oturma yeri ile büyük ölçüde bir ocak bulunmaktadır Girişin solunda da Bursa kemeri üslubunda, niş şeklinde bir çeşmeye yer verilmiştir Has Oda’nın üzerini örten kubbe aşı boyalı bir zemin üzerine kabartma olarak lacivert ve altın yaldızlı palmetler, Rumiler ve geçmelerle bezenmiştir Bu bezemelerin içerisine yerleştirilen küçük aynalarla da iç mekânda gölge-ışık oyunlarının yapılması sağlanmıştır Duvarlar boş yer kalmamacasına çinilerle kaplanmıştır Bu çinilerin üzerinde de Harem’in diğer bölümlerinde olduğu gibi mavi-beyaz çini ile Ayet-el Kürsi yazılıdır Bu çinilerde mercan kırmızısının kullanıldığı görülmektedir Çiniler, hatayiler, narçiçekleri, hançer yaprakları ile bezelidir

Sultan III Murat’ın Has Odası içerisinden Sultan IAhmet’in Okuma Odası’na geçilmektedir Bu oda kare planlı olup, üzeri Türk üçgenlerinin taşıdığı küçük bir kubbe ile örtülüdür Duvarlar kemerler yazıtlı çinilerle kaplanmıştır Girişin sağında ve karşısında üçer pencere, solunda gömme dolaplar, padişahın yemek odasına açılan kapı bulunmaktadır Girişin solunda ise yine üzerinde kitabesi olan niş içerisinde bir çeşme bulunmaktadır Buradaki dolapların, pencere kapaklarının üzerleri sedef, bağ ve fildişi kakmalıdır

Sultan III Murat’ın Has Odası’nın çıkışında ve sol tarafta Şehzadeler Dairesi bulunmaktadır Birkaç basamakla çıkılan iç içe iki odadan meydana gelen bu dairedeki birinci oda kare, ikincisi de dikdörtgen planlıdır Birinci odaya üzerinde kitabe yazılı bir kapıdan girilir Bu bölümün duvarları çinilerle kaplı olup, üzeri ahşap bir kubbe ile örtülüdür Girişin sağında büyük bir ocak ve Gözdeler Taşlığı’na açılan altlı üstlü iki sıra pencere bulunmaktadır Üst sıra pencereler XVII yüzyılın vitrayları ile bezenmiştir

Birinci oda girişinin solundaki mermer söveli bir kapıdan ikinci odaya geçilir Dikdörtgen planlı olan bu odanın üzeri düz bir tavanla örtülmüştür Duvarlar, pencere araları mavi-beyaz çinilerle kaplıdır Burada sülüs yazılı bir yazı frizi odayı çepeçevre dolaşmaktadır

Şehzadeler Dairesi’nden çıkıldığında sol tarafta Gözdeler Taşlığı bulunmaktadır Burada çerçeveler içerisine alınmış üç çini pano görülmektedir Bu panoların arkasından Kutsal Emanetler Dairesi’ne geçilmektedir Sonraki yıllarda Altın Yol’un bu bölümü üzerine Gözdeler Dairesi yapılmıştır Çini panoların bulunduğu bu bölümün karşısından Altın Yol’a geçilir Oldukça dar, yüksek tavanlı bir koridor halinde olan bu yolun sağında Valide Sultan Taşlığı revakı, solunda da Enderun’un bulunduğu üçüncü avlu yer almaktadır

Yavuz Sultan Selim’in Mukaddes Emanetleri Mısır Memluklarının hazinesi ile birlikte İstanbul’a getirmesinden sonra sarayda Has Oda’da korunmuştur Enderun’da bulunan Has Oda’nın Haliç tarafındaki Divan Yeri de denilen çift sıra sütunlu, kubbeli geniş revakı Sofayı Hümayun veya Mermer Sofa olarak isimlendirilen terasa açılmaktadır Topkapı Sarayı’nın müze oluşundan sonra ayrı bir bölümü oluşturmuştur

Topkapı Sarayı’ndaki Hırka-i Saadet Dairesi, XVI-XVIII yüzyıla tarihlendirilen değişik çinilerle bezenmiştir Burada Türk çini sanatının en güzel örnekleri bir araya getirilmiştir Hırka-i Saadet Dairesi her yıl Ramazan ayının 15 günü başta Osmanlı Padişahı olmak üzere sarayın önde gelen kişileri, devlet ricali tarafından ziyaret edilirdi İlk defa Yavuz Sultan Selim zamanında başlayan bu gelenek, Sultan VI Mehmet’e kadar devam etmiştir

günü padişah Hırka-i Saadet Dairesi’ne gelir, Tülbent Ağası süngerler ve gümüş taslar içerisinde gül suyu getirirdi Silahtar Ağa süngerlerden bir kaçını alır gül suyunun içerisine batırdıktan sonra padişaha uzatırdı Padişah da Hırka-i Saadet Dairesi içerisinde bulunan büyük gümüş şebekeyi gülsuyuna batırılmış süngerle temizlerdi Bundan sonra Hırka-i Saadet’e ziyaret ertesi günü öğle namazından iki saat önce başlardı Padişahın Hırka-i Saadet Dairesi’ne gelişinden sonra Has Odalılar gümüş şebeke içerisindeki Peygamber’in hırkasının bulunduğu sandığı altınla kaplı bir sehpa üzerine koyardı Padişah Besmele ile sandığın altın anahtarını çevirerek çekmeceyi açardı Hırkanın bulunduğu yedi bohçanın incili şeritleri teker teker açılır ve hırka meydana çıkarılırdı Hırka-i Saadet’i ziyaret hırkanın sağ omuzu üzerine konan tülbendi öpmekten ibaretti Tülbendi her öpen anı olarak tülbendi alır ve yerine yenisi konurdu Başta padişah, devlet erkânı, saray erkânı, Harem Ağaları, Enderun-u Hümayun, Zülüflü Ağalar ayrı ayrı Hırka-i Saadet’i ziyaret ederdi Padişah sağında Sadrazam, solunda Kızlar Ağası olmak üzere sandığın başında durur, bu sırada Has Odalı ağalar yüksek sesle Kuran okurdu Ziyaretten sonra padişah hırkayı yine altın sandığa koyar ve kilitlerdi

Hırka-i Saadet diye isimlendirilen Hz Muhammed’in hırkası 124 m boyunda geniş kollu siyah yünlü bir kumaştan dokunmuştur Ancak hırkanın üzerinde bazı eksiklikler bulunmaktadır Hz Muhammed bu hırkayı Mekkeli Şair Kâab bin Züher’e hediye etmiştir Muaviye bin dirhem gümüş karşılığında bu hırkayı almak istemiş, Kâab buna razı olmamış, ölümünden sonra bin dirhem gümüş karşılığında veresesi tarafından satılmıştır Hırka-i Saadet Emevilere, Abbasilere, Memlukluların eline geçmiş, sonra da Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethinden sonra da İstanbul’a getirilmiştir

Hırka-i Saadet Dairesi’nde Uhut Savaşı sırasında Hz Muhammed’in kırılan dişinin bir parçası, Nakşi Kademi Şerif denilen Hz Muhammed’in Miraç sırasında bastığı ve ayağının izinin çıktığı taş, Ukap diye isimlendirilen siyah renkli Sancağı Şerif, Kâbe suyunun akması için ahşap üzerine altın kaplanmış altın oluk, Bağdat’ta bulunan ve İstanbul’a gönderilen Mührü Saadet, Hz Muhammed’in teyemmüm için kullandığı söylenen Teyemmüm Taşı, Name-i Saadet denilen İslâmiyet’in ilk yıllarında Hz Muhammed’in başta İran, Mısır ve Bizans olmak üzere pek çok kişiye dine davet mektupları, Kuranların yanı sıra Mesahifi Şerifeler, Süyuf-u Mübareke diye isimlendirilen 20 adet kılıç bulunmaktadır Bu kılıçların Hz Muhammed’e, Hz Davut’a, Hz Ebubekir’e, HzÖmer’e, Hz Osman’a, Hz Zeynel Abidin’e, Hz Zübeyr İlmi Al Avam’a, Ebül Hasan’a, Caferi Tayyar’a, Halid bin Velid’e, Ammar bin Vasr-ül Muays’e ve diğer kirama ait olduğu bilinmektedir

Bunların yanı sıra Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethinden sonra Mekke Şerifi Muhammed Ebu-l Berekât Harem-i Şerif’in anahtarı ve kilidi, Lihye-i Saadet denilen Sakal-ı Şerifler, Hz Musa’nın budaklı ağaçtan asası, Hz Muhammed’in altın yaldızlı muhafaza içerisindeki yayı, altın ve gümüş çerçeveli Hacer-i Esved, Hz İbrahim’in mavi mermerden tenceresi, Bab-ü Tövbe kanadı, Hz Muhammed’in gaslinde kullanılan suyun şişesi, üzerinde Ayet-el Kürsi yazılı nalınlar, Hz Fatma’ya izafe edilen seccade bulunmaktadır

Avlusunda, Enderun’da Arz Odası’nın arkasında bulunan kütüphaneyi Sultan III Ahmet 1719 yılında yaptırmıştır İlk yapılışında Türkçe, Arapça ve Farsça olmak üzere 3515 yazma eser burada bulunuyordu

Kütüphane zemin kat üzerine tek katlı olarak yapılmıştır Kitapların rutubetten korunması amaçlanmış, ön kısmına merdivenle çıkılan dar bir revak yerleştirilmiştir Bunun önüne de aynı dönemde bir çeşme yapılmıştır Kütüphane içerisinde okuma için gerekli aydınlatma iki sıra halindeki altlı üstlü pencerelerle sağlanmıştır İç kısımda duvarlar XVI yüzyıl çinileri ile bezenmiştir Ayrıca kitap dolaplarının kapakları sedef, fildişi ve kakma olarak ağaç işçiliğinin en güzel örnekleridir Duvarlarında da hattat padişahlardan olan Sultan III Ahmet’in bir yazısı bulunmaktadır

Kütüphane içerisinde Sultan III Ahmet’in vakfiyesi, kitapların ilk envanter defteri ve kütüphane temelinin atıldığı bir kazma bulunmaktadır Bu kazma aynı zamanda Sultan Ahmet Camisi’nin yapımında da kullanılmıştır Kütüphanede Osmanlı Hat, Minyatür ve Tezhip sanatının en güzel eserleri bir araya getirilmiştir Piri Reis Haritası da burada bulunmaktadır

Topkapı Sarayı II Avlusunun girişinin sağında yer alan Saray Mutfaklarına üç ayrı kapıdan girilmektedir Bu kapılardan biri Kiler-i Amire Kapısı, ortadaki Has Mutfak Kapısıdır Bab-üs Sade Kapısına yakın olan üçüncü kapı Helvahane Kapısıdır

Mutfaklar ayrı birimler halinde olup, iki taraftan saçaklı bir servis yolu üzerindedir Birun ve Enderun için yemek pişirilen mutfakta on ayrı göz vardır Ulufe dağıtımında ve şenliklerde de bu mutfaklarda yemekler hazırlanmaktadır

Mutfaklar sarayda yaşayanlar ve çalışanlar için ayrı bir düzen içerisindedir Padişah mutfağında yalnızca padişah için yemek pişirilir ve çeşitli yemekler özel olarak hazırlanırdı Padişah mutfağında Serçini denilen bir baş aşçı ile 12 yardımcı aşçı görev yapardı Serçini denilen baş aşçı aynı zamanda elçi kabullerinde ve padişahın kullandığı porselen takımların da sorumlusu idi

Saray mutfağı için imparatorluğun değişik yerlerinden canlı hayvanlar, sebzeler, meyveler ve baharat getirilirdi Oldukça kalabalık bir kadrosu olan mutfakların asıl sorumlusu Matbah-ı Âmire Emini olup, bu görev vezir rütbesine yakın derecede idi Mutfaklarda tatlıların yapıldığı helvahanelerin yapıldığı Helvacıbaşı kalabalık bir ekiple tatlı yaparlardı Kilercibaşı personelin yönetimini üstlenmiştir ve aynı zamanda mutfaklarda görev yapanların göreve getirilmeleri veya işlerine son verilmeleri ile ilgilenirdi

Günümüzde Kiler-i Âmire’nin kapısından girince sağ tarafta bulunan vekilharç dairesi onarılmış ve müze atölyeleri haline getirilmiştir Fotoğraf atölyesi ile konservasyon atölyesi de burada bulunmaktadır Bunun karşısındaki kiler ve yağhane ise onarılmış ve Müze Saray Arşivi olarak kullanılmaktadır

Yağhane binasının yanındaki iki katlı ahşap Aşçılar Mescidi bugün de korunmaktadır Mescidin iki yanında aşçılar, helvacılar ve tablakârların koğuşları bulunuyordu Günümüzde bu mekânlar müze teşhir salonu olarak kullanılmaktadır Aşçılar koğuşunun bulunduğu yerde yapılan binada Gümüşler, Avrupa porselenleri ve Billûrlar teşhir edilmekteydi 1999 depreminden sonra bu bölümlerden Gümüş seksiyonu dışındakiler ziyarete kapatılmıştır Karşıda ayrı bölümler halinde müze teşhir salonları haline getirilmiş mutfaklarda, Çin ve Japon porselenleri teşhir edilmektedir

Topkapı Sarayı’nın II avlusunun Haliç yönünde, Silah Seksiyonu, Kubbealtı ve revakların arkasında kalan alanda Has Ahırlar (Istabl-ı Âmire) bulunmaktadır Buraya Babü’s-Selam’ın sol tarafındaki meyilli bir yolla ulaşılmaktadır Yolun II Avludan sonraki kısmında Has Ahırların kapısı, cenazelerin çıkarılmasında kullanıldığı için Meyyit Kapısı adıyla anılır

Fatih Sultan Mehmed’in Has Ahırları, II ve III Avlu denilen Divan Meydanı ve Enderûn’daki binalardan sonra, Sûr-ı Sultâni’nin tamamlanması sırasında yaptırmıştır II Avlu’nun bu yönünü tamamı ile kaplayan Has Ahırlarda padişahın ve Enderun’daki yüksek rütbeli kişilerin bineceği seçme atlar bulunurdu

Has Ahırlar ince uzun bir yapı olup, kuzey ucunda üzeri kubbe ile örtülü bir mekân ve onunla bağlantılı odalar, Raht-ı Hümayun Hazinesi bulunuyordu Burada padişah ve yüksek rütbeli kişilerin atlarında kullanılan değerli taşlarla süslenmiş koşum takımları, eğerler korunuyordu Bu bölümde ayrıca, Ahır Emini ile diğer üst düzey yöneticilerin odaları da bulunuyordu Istabl-ı Âmire’de (Has Ahır) Osmanlı kaynaklarından öğrenildiğine göre, 3000’den fazla kişi görev yapıyordu Ayrıca sarayın bahçelerinde ve İstanbul’un çeşitli yerlerinde bu kısma bağlı örgütlenme, tavla, atölye ve çeşitli binalar da bulunmakta idi

Saray Camileri :
Ağalar Camisi, Enderun avlusunun Haliç tarafında, Has Oda’dan evvel yer almaktadır Padişahlar, Akağalar ve İçoğlanların ibadeti için kullanılan bu caminin, Fatih Sultan Mehmet döneminde (1451–1481) yapıldığı sanılmaktadır Cami Mekke’ye yönelik olması için hafif diagonal biçimde yerleştirilmiştir

Cami kesme taştan kare planlı ve tek kubbeli olup, yanında tek şerefeli taş gövdeli yuvarlak bir minaresi bulunmaktadır Günümüzde Saray Kütüphanesi olarak kullanılmaktadır Kütüphanede sultanların hazinelerinde sakladıkları el yazmaları ile sarayın çeşitli köşk ve koğuşlarından toplanan son derece kıymetli el yazma ve minyatürlü kitaplar bulunmaktadır

Istabl-ı Amire’nin güney ucunda Beşir Ağa Camisi vardı XVI yüzyılda yapılan bu caminin yanına bir de hamam yaptırılmıştır Buradaki caminin yerine I Mahmut döneminde(1730–1754) Harem ağası olan Beşir Ağa tarafından XVIII yüzyılda bugünkü cami yeniden yaptırılmıştır Bu nedenle de cami Beşir Ağa Camii olarak bilinmektedir

Cami kesme taştan kare planlı olup, fevkani bir yapıdır Üzeri merkezi bir kubbe ile örtülüdür

Sarayın mutfaklar bölümünde, Yağhane binasının yanında Aşçılar Mescidi bulunmaktadır Mescit, fevkâni ahşap bir yapı olup, üzeri kırma çatı ile örtülüdür

Sofa Ocağı denilen koğuşun ve Mecidiye Köşkü’nün yanında bulunan Sofa Camisi’ni Sultan II Mahmut yaptırmıştır Kaynaklardan burada daha önce yapılmış bir mescidin olduğu öğrenilmektedir

Cami kesme taştan kare planlı olup, üzeri merkezi bir kubbe ile örtülüdür Küçük ölçüde bir camidir Yanındaki minaresi kesme taş kaide üzerine yuvarlak gövdeli ve tek şerefelidir

Harem’in içerisinde bulunan Haremağaları Mescidi fevkani, kesme taş ve tuğladan yapılmıştır Cami yuvarlak kemerli kesme taş bir koridorun üzerinde Harem’e bitişiktir Kare planlı olup, üzeri pandantifli kasnaklı bir kubbe ile örtülmüştür

Cephe görünümü bir sıra kesme taş, bir sıra tuğla dizisi ile hareketlendirilmiştir İbadet mekânı iki yan kenarında altlı üstlü ikişer, mihrap yanında da altlı üstlü birer pencere ile aydınlatılmıştır Bunlardan alt sıradakiler dikdörtgen mermer söveli olup, üzerleri tuğladan yuvarlak sahte kemerlidir İkinci sıra pencereler sivri kemerli ve vitraylıdır

Minare yer konumundan ötürü caminin kubbe ile birleştiği yerde, kesme taştan ve şerefesiz olarak sembolik yapılmıştır

Topkapı Sarayı Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra 3 Nisan 1924’te müze haline getirilmiştir Müzede geçici ve sürekli sergi mekânları, kubbe altı, Arz odası, Enderun Kütüphanesi, Sofa Köşkü, Bağdat Köşkü, Revan Köşkü, Sünnet Odası, Harem, Zülüflü Baltacılar Koğuşu gibi teşhir alanları bulunmaktadır Bunun yanı sıra silahlar, İstanbul cam ve porselenleri, işlemeler, hazine, kaftanlar ve padişah portreleri gibi bölümler bulunmaktadır


Dolmabahçe Sarayı (Beşiktaş)

000 m2’lik alanda kurulmuş olan Dolmabahçe Sarayı, günümüzden dört yüzyıl öncesinde büyük bir koy konumunda idi Osmanlı döneminde donanmanın sefere çıktığı, dönüşte karşılandığı bu koy XVII yüzyıldan sonra doldurulmuş ve çoğu kez de padişahların eğlenceler düzenlediği bir Hasbahçe’ye dönüşmüştür

Evliya Çelebi buradan şöyle söz etmiştir: “Eskiden servili küçük bir bağ iken, Sultan Osman-ı Şehit fermanı ile donanma iki bin kadar kayık ve mavnanın taş toprak getirerek koyu doldurmuştur” Aynı yüzyılda yaşamış olan Eremya Çelebi Kömürciyan, Sultan I Ahmet’in (1603–1617) veziri Nasuh Paşa’nın zamanında 1611–1614 yıllarında sahilin doldurulduğunu yazmıştır Böylece doldurulan bu alanda Sultan II Selim (1566–1574) ilk defa burada bir kasır yaptırmıştır Silahtar Tarihi ile Raşit Tarihi de burada yapılmış olan yalı ve köşklerin 1680 yılında yıktırıldığını, çevresindeki bostanların ve yolların buraya katıldığını yazmaktadır Naima Tarihinde de Sultan IV Murad’ın (1623–1640) Sultan Ahmet Han köşkünde oturan padişahın Nefi’nin hicivlerini okuduğu sırada yanına bir yıldırım düştüğünü ve bunu uğursuzluk saydığı için şairi bir daha hiciv yazmamaya yemin ettirdiği yazılıdır

Sultan IV Mehmet (1648–1687) ve Lale Devri’nde Sultan III Ahmet’in (1703–1730) buradaki eskimiş yapıları kaldırdığı ve yerlerine yeni sahil köşkleri yaptırdığı kaynaklardan öğrenilmektedir Sultan I Mahmut ise (1730–1754) Dolmabahçe Bayırı’nda Bayıldım Köşkü isimli bir köşk yaptırarak sık sık buraya gelmiştir

XIX yüzyılda Melling ile İsveç elçisi d’Ohsson’un albümlerinde burada yapılmış olan köşk ve kasırların resimleri görülmektedir Bu alanda yapılmış olan köşk ve kasırların en tanınmışlarından birisi de Beşiktaş Sahil Sarayı idi Bu saray Sultan Abdülmecit döneminde (1839–1861), 1843 yılında bölüm bölüm yıkılmıştır Bu alanda yapılan Dolmabahçe Sarayı 15000 m2’lik bir alanı kaplamakta olup, sarayın temelleri meşe kazıklar ve ağaç hasırlar üzerine atılmıştır Saray XIX yüzyılın ikinci yarısında Batı etkisinde gelişen bir mimari üslupta devrin önemli mimar ailesi olan Baylanlardan, Agop Karabet Balyan ile Serkiz Balyan’ın eseridir Dolmabahçe Sarayı yarı kâgir bir yapıdır Sarayın ana duvarları taştan, iç duvarları tuğladan, döşemeler de ahşaptan yapılmıştır Çatı ahşap ve kurşun kaplıdır Sarayın deniz ve batı cephesindeki pencereler saray camhanesinde özel olarak yaptırılmış ve güneş ışıklarını süzen eflatun renkli camlardır Önemli oda ve salonlarda her şey aynı renk tonuna sahiptir Bütün zeminler birbirinden farklı, çok süslü ahşap parke ile kaplıdır Bu sarayın yapımından sonra Topkapı Sarayı terk edilmiştir

Denize 600 m lik bir rıhtımı olan sarayın kara tarafında ise biri çok süslü olmak üzere iki anıtsal, yedi de tali kapısı bulunmaktadır Deniz tarafında ise beş yalı kapısı bulunmaktadır Anıtsal kapılardan Hazine Kapısı denilen kitabe ve tuğralı kapı Dolmabahçe Sarayı’na yönelik olan kapıdır Diğer anıtsal kapı Merasim veya Saltanat Kapısı ismini taşır Hazine Kapısına göre daha özenli ve daha büyük olan bu kapının asıl özelliği içte ve dışta içbükey oluşundan kaynaklanmaktadır Kapı ard arda getirilmiş bir çift bükey duvardan meydana gelmiştir Buradaki içbükey duvarların uçları küçük birer kule şeklinde yükseltilmiştir Yapı topluluğu içerisindeki Veliaht Dairesinin de ayrı girişleri vardır Muayede Salonunun karşısında bulunan giriş ise oldukça büyük ölçüde ve çok bezemelidir Kapının iki yanında kare planlı ayaklar ve bunları birbirlerine bağlayan lentolar görülmektedir Bu ayaklar son derece zengin dekore edilmiş olup, çeşitli motifler, madalyonlar, taşlara adeta bir dantel görünümünde işlenmiştir

Bu kapılardan içeriye girilen saray bahçesi dört ayrı bölüm halinde düzenlenmiştir Bunlardan kareye yakın dikdörtgen olan ön bahçe Fransız bahçe mimarisinden örnek alınarak düzenlenmiştir Köşeleri yuvarlatılmış, denize paralel sekiz köşeli bir havuz ile daire biçimli bir göbek bahçenin ana noktasını oluşturmuştur Deniz yönünde uzanan bahçe ise ön bahçenin bir uzantısı olup, saray rıhtımı boyunca uzanmaktadır Bu bölümde Muayede Salonu eksenine göre simetrik, oval göbekler meydana getirilmiştir Bunların dışında kalan sarayın diğer bahçeleri kapalı ve özel nitelikli bahçelerdir Özellikle Veliaht Dairesi, Harem ve Kuşluk bahçeleri bunların başında gelmekte olup, bahçelerin ortalarına oval veya daire biçimli havuzlar yerleştirilmiştir Bütün bu bahçeler yüksek duvarlarla çevrelenmiştir

Sarayın ana yapısı kıyı boyunca denize paralel olarak yapılmış ve birbirine paralel üç bölümden meydana gelmiştir Bunlar Mabeyn-i Hümayun, Muayede Salonu ve Hususi Daire isimlerini almıştır Bu plan düzeni sarayın kendine özgün bir tasarımıdır Burada kitle ve cephe kurgularına özen gösterilmiş, ana form dikdörtgen bir kitle görünümünü kazanmış, köşelerde yer alan salonlar ise öne çıkarılmıştır Böylece cephe görünümünde ölçülü bir hareket sağlanmıştır Sarayın ortasında diğer bölümlerden daha yüksek ve daha gösterişli tören ve balo salonu bulunmaktadır

ölçüsünde kareye yakın kitlevi bir yapı olup, içeride tek mekânlı olmasına rağmen dışarıdan iki katlı görünümdedir Yanındaki Resmi ve Hususi dairelerden iki kat daha yüksektir Nitekim bu salonun katları birbirinden ayıran kornişi diğer binaların saçak kornişleri aynı hizadadır Böylece diğer yapılarla bir bağlantı ve süreklilik sağlanmıştır Muayede Salonu’nun cephesinde yedi aks üzerinde yükselen kolon veya plaster çiftleri yerleştirilmiştir Girişteki açıklık öne çıkarılmış ve yapının daha anıtsal bir görünüm kazanmasına neden olmuştur Bu mekânın yarım daire kemerli yüksek pencerelerinin iki yanına kolonlar yerleştirilmiştir Üst kattaki pencerelerin barok alınlıkları altına dekoratif açıklıklar ve kolonlar yerleştirilmiştir Burada üç yöne doğru açılan görkemli bir merdiven Muayede Salonu’nun anıtsallığını daha da belirginleştirmiştir

Muayede Salonu dıştan çatı, içten basık kubbeli olup, ortasına 5,5 tonluk askı sitemine bağlı bir avize asılmıştır

Muayede Salonu dışında kalan ve onu tamamlayan Resmi Daire bölümü iki katlı olup, yüksek bir bodrum üzerine yapılmıştır Oldukça geniş mermer merdivenle çıkılan bir sahanlıktan sonra içeriye girilmektedir Bu giriş özel olarak belirtilmemiş ve sade bir kapı ile yetinilmiştir Kapının iki yanında kemerli ve yüksek pencereler bulunmaktadır Resmi Daire bölümü merkezi hol, köşelerde salon gruplarından oluşan üç bölüm halindedir Girişte merkezi bir hol haç planlı görünümdedir Denize dik olarak yerleştirilmiş dikdörtgen orta mekân dört yönde yan mekânlarla genişletilmiştir Denize ve arka bahçeye bakan bu bölümün dar kenarı üzerinde ön cepheden farklı daha az derin kolonlarla hareketlendirilmiştir Bu yapıda hafif içbükeylik yüksek aynalarla daha da vurgulanmıştır

Dolmabahçe Sarayı’nın en görkemli mekânlarından olan Süfera (Elçilik) Salonu birbirine dik iki eksen üzerinde açılmış mekânlarla genişletilmiş, merkezi planlıdır İçerisi altın varaklı motiflerle bezenmiştir Tavanlarda barok üslupta kıvrık dallardan oluşan göbekler, kartuşlar ve rozetler görülmektedir Bunların çevreleri akantus, meandr ve yumurta dizisi motifleri ile çevrelenmiştir Süfera Odasına açılan diğer köşe odaları da aynı özende yapılmıştır Bunlardan Kırmızı Salon olarak tanınan bölüm denize doğru uzanmış dikdörtgen planlı bir hacimdir Padişahın elçileri kabul ettiği bu salon son derece gösterişli yapılmıştır

Böylece her iki yapı arasında bütünlük sağlanmıştır Bu merdiven denize paralel dikdörtgen bir hacim içerisine yerleştirilmiştir Bunun sonucu olarak da her iki salonda birbirine bağlanan simetrik bir düzen meydana getirilmiştir Resmi Daire’den Muayede Salonu’na kadar olan alanda da her ikisi arasında bağlantıyı sağlayan bir ara bölüm bulunmaktadır Bu bölüm Camlı Köşk’e bağlanan uzun bir geçitle ayrılmıştır Bu bölüm belirli bir plan tipine uymamakta ve daha çok koridor ve servis merdivenleri için kullanılan bir alandır

Hususi Daire’nin plan şeması ve mekân yapılanması ile iç dolaşımı sarayın en karmaşık bölümünü oluşturmaktadır Bu bölümde altlı üstlü beşer büyük orta salon görülmektedir Üçüncü yalı kapısının karşısına gelen bölüm Valide Sultana aittir Burada giriş holü, deniz ve bahçe tarafına yönelik birer büyük oval merdivenler bulunmaktadır Harem taşlığı olarak isimlendirilen bu holün güney tarafında büyük bir harem merdiveni bulunmaktadır

Harem bölümü denize dik doğrultuda yerleştirilmiş olup sarayla L biçimli bir plan düzeni ile birleşmiştir Bu bölümde büyük orta mekânlar, kapalı özel daireler uygulanmıştır Ortak mekânlar haremin ortasına alınmış ve birbirlerine çift koridorlarla bağlanmış, aralarına aydınlık hacimleri ve servis bölümleri yerleştirilmiştir

Haremin orta mekânları yapının ekseni üzerine dizilmiş, birbirleri ile bağlantılı dikdörtgen salonlardan meydana gelmiştir Bunlar karşılıklı büyük merdivenlerle genişletilmiş ve merdiven başlarına, köşelere toskana başlıklı düz gövdeli yassı plasterler yerleştirilmiştir Tavanlar geometrik çerçeveler içerisine alınmış kıvrık dallardan oluşan çiçek motifleri ile doldurulmuştur

Sarayın Hünkâr Dairesi iki büyük salondan meydana gelmiş olup, içerisindeki dekorasyondan ötürü Mavi Salon ve Pembe Salon olarak isimlendirilmiştir Bu salonlar barok ve rokoko üslubunda olup bezemeleri Süfera Salonu’na benzemektedir Tavanlarda kare ve dikdörtgen çerçeveler içerisine alınmış manzara resimlerine yer verilmiştir Denize ve bahçeye doğru eyvanlarla genişletilmiştir Bunlardan Pembe Salon sarayın diğer salonlarından farklı olarak kapalı ve tek bir mekândan meydana gelmiştir Denize yönelik geniş terasa açılan pencereleri aydınlatmayı sağladığı gibi içeride bulunan büyük boydaki aynalar da onları tamamlamaktadır Bu salonun duvarları da mimari resimlerle süslenmiştir

Yerine geçen kardeşi Abdülaziz 1876 yılına kadar burada kalmış, Sultan V Murat üç ay gibi kısa bir süre burada yaşamıştır Sultan II Abdülhamit Yıldız Sarayı’nı tercih etmiştir Sultan V Mehmet Reşat’ın (1909–1918) burada oturmaya karar vermesi üzerine Mimar Vedat Bey sarayı yeniden onarmış ve yeni bir düzenleme yapmıştır Osmanlı tahtına 1918 yılında geçen Sultan IV Mehmet Vahdettin (1918–1922) bir süre burada yaşamış, 1922 yılında buradan bir İngiliz gemisine binerek ülkeyi terk etmiştir Abdülmecit Efendi 18 Kasım 1922’de halife olarak buraya yerleşmiş ise de hilafetin kaldırılmasından sonra O da saraydan çıkarılmış ve ülkeyi terk etmiştir

Cumhuriyetin ilanından sonra 3 Mart 1924’te çıkarılan 431 Sayılı Yasa ile Osmanlı hanedanının malları arasında bulunan Dolmabahçe Sarayı başta olmak üzere bütün saray, köşk ve kasırlar millete geçmiştir

Dolmabahçe Sarayı çeşitli tarihi olaylara da sahne olmuştur İstanbul’a 1 Temmuz 1927’de gelen Atatürk sarayda kalmıştır Atatürk’ün Savarona Yatı’nda geçirdiği rahatsızlıktan sonra 25–26 Temmuz 1938’de Muayede Salonu’ndan sonra geçilen ve denize bakan dördüncü odaya yerleşmiş ve burada 10 Kasım 1938’de ölmüştür Atatürk’ün isteği üzerine düzenlenen ITürk Tarih Kongresi 1932 yılında; I ve II Türk Dil Kurultayı 1932 ve 1943 yıllarında burada toplanmıştır

Dolmabahçe Sarayı TBMM Milli Saraylar Daire Başkanlığı yönetiminde müze olarak ziyarete açılmıştır Aynı zamanda da kültür bilim tanıtım merkezi olarak işlevini sürdürmektedir Burada konferanslar, sergiler, bilimsel araştırmalar yapılmaktadır Kültür Bilim ve Tanıtma Merkezi sarayın girişindeki Mefruşat Dairesi’nde bulunmaktadır Bu merkezin alt katı konferans, sergi salonu ve fotoğraf laboratuarıdır Üst kat basın ve yayın merkezinin kitaplık, bilimsel araştırma ve saray arşividir Ayrıca önündeki avlu sarayı gezenlerin oturup dinlenebileceği bir mekân olarak düzenlenmiştir

Sarayın Şehzadelere tahsis edilmiş kuzeyindeki Veliaht Dairesi’nin bir bölümü Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi yönetiminde, Resim ve Heykel Müzesi olarak düzenlenmiştir


Beylerbeyi Sarayı (Üsküdar)

İstanbul’un fethinden XIX yüzyılın başlarına kadar geçen süre içerisinde İstavroz Bahçeleri şehrin önde gelen mesire yerlerinden birisi idi Fatih Sultan Mehmet bu geniş araziyi Mir-i Alem’e temlik etmiş sonra da bu arazi vereseden geri alınmış ve Emlak-ı Hümayun’a katılmıştır

Osmanlı Padişahları İstavroz Bahçeleri’ne büyük ilgi göstermiştir Sultan IV Mehmet zamanında bu bahçeler en parlak günlerini yaşamıştır Burada birbiri ardına kasırlar ve köşkler yapılmıştır Sultan I Ahmet, Şevk-ı Abad Kasrı yakınına mescit ve yanına da devlet önde gelenleri için bazı köşkler yaptırmıştır Sonradan Sultan IV Murat ismi ile tahta geçen şehzadelerinden Şehzade Murat da burada dünyaya gelmiştir XVIII yüzyılın sonlarına doğru Sultan I Abdülhamit İstavroz Bahçeleri’ni bölmüş ve satmıştır Bunun sonucu olarak da İstavroz Bahçeleri Osmanlı padişahlarının yaz aylarını geçirdikleri yazlık olmaktan çıkmıştır

Sultan II Mahmut (1808–1839) Boğaziçi’nde Avrupai biçimde büyük bir saray yaptırmaya karar verince aklına öncelikle bir zamanların İstavroz Bahçeleri gelmiştir Bunun üzerine çeşitli kişilerin mülkiyetine geçmiş olan İstavroz Bahçeleri yeniden kamulaştırılmış ve burada çeşitli dairelerden meydana gelen iki katlı ahşap, sarı boyalı bir sahil saray yapılmıştır Balyan ailesinden Mimar Kirkor Amira Balyan’ın 1826–1832 yılları arasında yaptırdığı bu sarayın çevresinde Mabeyn-i Hümayun, Zülvecheyn, Harem-i Hümayun, Serdap Köşkü, Bendegân Daireleri, hamamlar, mutfaklar ve Has Ahırlar bulunuyordu

Sultan II Mahmut 1832 yılı Muharrem ayının beşinci günü Çırağan Sarayı’ndan saltanat kayığı ile bu yeni saraya gelmiştir Padişahın bu gelişini Reşat Ekrem Koçu şöyle anlatmıştır:
“…Bu esnada saray önünde demirli bulunan harp gemilerinden toplar atılmış ve rıhtım boyunca dizilmiş Hassa askerleri de selam resmine durmuş ve bir mızıka selam havasını çalmaya başlamıştır

Ertesi günü bütün rical, ulema, yüksek rütbeli askerler sarayın Mabeyn Dairesi’ne gelerek padişaha yeni sarayında mesut gümler geçirmesi temennisinde bulunmuşlardır Bu arada şairler birbirleri ile yarışırcasına tarihler düşmüşlerdir Ayıntablı Ayni Efendi Sultan Mahmut’un Beylerbeyi Sarayı’na ilk gelişi için şu tarihi düşürmüştür:

İş bu târihi göreydi cem atardı tâcını
Nakli nev sâhil serâ kıldı şehri âli himen

İstanbul’a gelen pek çok yabancı devlet adamı ve gezgin Beylerbeyi Sarayı’ndan söz etmiş, hatıralarında saraya geniş yer vermiştir Mareşal Moltke de Beylerbeyi Sarayı’na şöyle değinmiştir:

“Beylerbeyi Sarayı’nın cephesi pencereden görünmez Sarayın arka tarafındaki bir kapıdan bahçeye girdim Havuzlardaki mercan balıklarını, tarhlardaki nadide çiçekleri seyir ile meşgul idim Bahçe birçok sedlerle arkadaki tepenin zirvesine kadar uzanıyor ve yüksek yeşil duvarlar hududunu tayin eyliyordu Sarayın deniz cephesindeki pencereleri hep kafesli, kafesler sade harem pencerelerinde olmayıp selamlık kısmı da bunlarla örtülmüştür Fakat harem tarafındakiler hem daha yüksek hem daha sıktır

Miss Pardoe de anılarında Beylerbeyi Sarayına yer vermiştir:

“Sultanın Anadolu yakasındaki yazlık Beylerbeyi Sarayı Boğaziçi’nin en zarif eseridir Bu sahil boyunca uzanan gayrimuntazam cepheli kâşane olup, Boğaz’ın suları pırıldayan mermer merdivenleri yıkar Şurada burada esrarengiz kafesli menfezlere girer Bina ahşaptır Harem kısmı yaldızlı küçük tahta kepenklerle mestur pencerelerle müzeyyen bir sıra müselleri yüksek dairelerden mürekkeptir İdare-i Hükümete ait odaları sultanın şahsına mahsus salonlar ve Maiyet-i Şahanenin işgal ettiği yerler, selamlık, sekiz köşeli muazzam bir kısım teşkil eder ki bunun sivri damının tam ortasında yaldızlı, uçları güneş ışığında parıldayan bir yıldızı kavuşturmuş bir hilal vardır Bütün bina beyaz ve sarıya boyanmıştır; bir insan eserinden ziyade büyülenerek yeryüzüne çıkmış bir peri sarayını andırır

Merdivenlerin müntehasındaki mermer kapudan müzehher ve muhattar bir bahçeye geçilir Buradaki havuzlardan savrulan fıskiye suları ruha sukün veren nağmelerini etrafta dağıtırlar Rengârenk çiçeklerin arasında kavsi kuzahın bütün elvanı ile mülevver parlak tüylü kuşlar dolaşır Bu güzel bahçeyi deniz tarafındaki nazardan saklayan yaldızlı kafeslerin yanından geçildikten sonra muhteşem bir kapıdan saraya girilir

Hemen orta yerden Hilâlvari yükselen, bir çift merdiven, yaldızlı muazzam sütunlar salonu nispetsiz bir biçimde küçültmektedir Fakat hakikatte böyle değildir Bu salona padişahın maiyetine tahsis edilmiş ve döşemeleri nadide ağaçlardan yapılmış, arabesk tavanlı, müzeyyen en az sekiz geniş oda açılmaktadır

Yukarı katta devlet işlerinin görüşüldüğü Şark ve Garbin lüksünü mezcetmiş altın yaldızlı daireler bulunur Burada Türk divanları sim işlemeli kadifeler yerine Avrupakâri koltuk ve kanepeler; Cenevre’den, Sevr’den Pompei’den, İngiltere’den, İran’dan gelmiş türlü tezyinat, eşya, porselen, biblo halılar görülür Bunlar arasında Hünkâr İskelesi Muahedesi’ni müteakip Rusya Çarı tarafından padişaha hediye edilen dünyanın en muhteşem altı endam aynası vardır Dairelerdeki mefruşat ve müzeyyenatın hayalleri iki imparatorluğun armaları bulunan bu aynalardan daha füsunkâr tesislere bürünerek in’ikas ederler Kabartma çiçeklerin zemindeki parlak renkli halıların salona bahşettikleri ışık ve neşe atmosferini, pencerelerin dışında nazarları okşayan fıskiyeler, yaldızlı kafesler teyit etmektedir

Sultan Abdülmecit (1839–1861) 1851 yazında sarayda bulunduğu sırada yangın çıkmış, yangın hemen söndürülmüşse de bunu uğursuzluk sayan padişah Beylerbeyi Sarayı’nı terk ederek Çırağan Sarayı’na geçmiştir Bundan sonra saray kendi haline bırakılmıştır

Sultan Abdülaziz (1861–1876) tahta çıktıktan bir süre sonra eski saraylarla birlikte Beylerbeyi Sarayı’nı da yıktırmıştır Bundan sonra Balyan ailesinden Mimar Serkis Balyan ile kardeşi Hassa mimarı Agop Bey Balyan’a bugünkü Beylerbeyi Sarayı’nı yaptırmıştır Yeni sarayın yapımına 1861 yılında başlanmış ve saray 1864 yılında tamamlanmıştır Abdülaziz 21 Nisan 1864 günü Cuma namazını Beylerbeyi Camisi’nde kılmış ve ilk defa saraya gelmiştir

Beylerbeyi Sarayı eskisinden daha küçük ölçüde, Avrupai üslupta bir yapıdır Yeni Beylerbeyi Sarayı geniş bir rıhtımın arkasında yer almaktadır Saray deniz köşkleri, selamlık ve harem olmak üzere yapılmıştır İki katlı sarayın 6 büyük salonu ve 24 odası vardır Sarayın birinci katı tamamen mermer, ikinci katı mermer taklidi olup, taşları Bakırköy’deki taş ocaklarından getirilmiştir Simetrik bir düzenin hâkim olduğu sarayın içi ve dışı son derece süslü ve zariftir Odaları, salonları, tavanları rokoko üslubunda bezemelerle süslenmiştir Salon ve odaları süsleyen Bohem avizelerinin benzerlerine İstanbul’da o dönemde rastlamak mümkün değildir Yıldız Çini Fabrikası’nda yapılan nadide vazolar, kristal yanalar, sedef kakmalı ceviz eşyalar, pusulalı, barometreli, termometreli, müzikli saatlerle sarayın içerisi adeta bir masal görünümündedir

Bu yapılardan en tanınmış olanları ise Mermer Köşk ile Sarı Köşk’tür Mermer Köşk veya Serdap Köşkü tanınan yapı büyük mermer levhalarla kaplanmıştır Büyük olasılıkla eski saraydan kalmış olan bu yapı denizden sonraki üçüncü set üzerinde, büyük havuzun arkasındadır Bu yapıda Sultan II Mahmut dönemine özgü ampir üslubunun özellikleri görülmektedir Toksan başlıkları, ince uzun yüksek plasterler cepheye düzgün ve eşit aralıklarla yerleştirilmiştir Bunun dışında cephe görünümünde başka bir dekoratif unsura yer verilmemiştir Köşkün ortasında büyük bir salon ve iki yanında da birer oda, arkasında da küçük servis bölümleri bulunmaktadır Son derece sade bir planı olan bu köşkün orta sofasında büyük oval bir havuz ve selsebil bulunmaktadır Köşkün duvarları somaki taklidi mermerlerle kaplıdır Tavanlara da çerçeveler içerisinde hayvan ve av resimleri yapılmıştır

Sarı Köşk’ün yapımı konusunda kesin bilgi olmamakla beraber, Sultan II Mahmut döneminde yapılan saraydan arta kaldığı sanılmaktadır Sarayın kuzeydoğu köşesinde dördüncü set üzerindeki bu köşk, yüksek bir bodrum üzerine iki katlı ve kâgir olarak yaptırılmıştır Köşkün ortasında giriş, barok bir merdivenle çıkılan büyük bir salon, iki yanında da birer büyük oda bulunmaktadır Plan düzeni dışarıya taşkın haçvari çıkıntılıdır İçerisi geometrik çerçeveler içerisine alınmış, stilize edilmiş bitkisel motifler ve romantik denizle ilgili resimlerle kaplanmıştır

Sarayın güney kanadında uzun bir rampa ile çıkılan, üçüncü set hizasındaki düzlükte Has Ahır bulunmaktadır Rıhtımdaki deniz köşkleri ile benzerliği olan Has Ahır’ın yeni Beylerbeyi Sarayı ile birlikte yaptırıldığı sanılmaktadır Ahırın girişten sonra ince uzun bir koridoru, bunun iki yanında da ahır bölümleri sıralanmıştır Sultan Abdülaziz sarayın set set bahçeleri arasına içerisinde aslanların da bulunduğu bir de hayvanat bahçesi eklemiştir

Alıntı Yaparak Cevapla

İstanbul Hakkında Bilgi

Eski 08-14-2012   #9
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İstanbul Hakkında Bilgi



İstanbul Yalıları 1


Bu yalıların önünde günün hemen her saatinde denizin renk değiştiren mavisi, arkasında da zengin bir yeşillik armonisi içerisinde sırtlar ve korular yer alır Boğaziçi yalıları da bunların arasında beyaz bir inci dizisi gibi uzanır Geçmiş yılların anılarını sayıklayan Türk’e has özellikleri olan bu yalıların benzerlerine başka ülkelerde kolay kolay rastlanmaz Denize kıyısı olan pek çok ülkede yalı vardır Ancak onların hiç birisi su ve yeşilin kucak kucağa olduğu Boğaziçi’ndekilere benzemez

Eski, Türk evlerinde olduğu gibi bu yalılar da harem ve selamlık olmak üzere iki bölümden meydana gelmişlerdir Harem ve selamlık bazen aynı yapıda, bazen de ortak bahçe içerisinde ayrı ayrı binalar olarak yapılmışlardır Hepsinin ortak özelliği ise üst katların suya konmuşçasına direkler üzerinden denize uzanmış oluşlarıdır Türk sivil mimarisinin tüm özelliklerini yansıtan bu yalıların alt katlarında Malta taşı veya mermer döşeli bir taşlık ile aydınlık odalar vardır Buradan geniş ve yayvan ahşap merdivenlerle ikinci kata çıkılır Merdivenler bazen iki kat arasında bir sahanlıktan ikiye ayrılır, bazen de çift yönlü başlayarak sahanlıktan sonra tek yönlü olarak devam ederler Denizin üzerine çıkmışçasına duran üst katta geniş sofalar, yatak, kabul, oturma ve hazine odaları ile kütüphane yer alır Son derece aydınlık olan bu odaların tavanlarına özel itina gösterilmiş, sanatkârane oymalar, nakışlar adeta bir minyatür gibi işlenmiştir Pencereler de çiçekli bezemeli kapaklarla örtülürdü Odaların içerisinde kullanışlarına göre yüklük, çubukluk, kavukluk, testilik, peşkirlik, lambalık denilen irili ufaklı dolaplar bulunurdu Yerlere Mısır hasırları serilir, üzerlerine geniş halılar yayılır, kanepe, koltuk, sedir ve mermer konsollara oturtulmuş büyük aynalar yerleştirilirdi Kristal avizeler, duvar saatleri, yağlı boya tablolar da bu kompozisyonu tamamlayan diğer öğelerdi

Yerli ve yabancı kaynaklarda lebiderya diye isimlendirilen bu yalıların mimarları bir takım ince hesaplar ve her şeyden önce de uyum, estetik üzerinde durmuşlardır Su sesinin daha yakından duyulabilmesi için odalara, sofalara küçük havuzlar ile fıskiyeler yerleştirilmiş böylece mistik bir ortam yaratılmıştır Renkli görünümdeki yalıların her biri geniş bahçeler içerisinde yer almaktadır Kayıkhaneler, deniz hamamları ve balıkhaneler de bu yalıları tamamlamaktadır Hizmetlilere ait odalar, mutfaklar bahçenin bir köşesinde yapılmışlardı Tarihi çağlarda her yalının birkaç kayığı bulunurdu ve bunlar yalı yaşantısının vaz geçilmez öğeleriydiler

Yalıda yaşayanlar denizden sandallarla geçen satıcılardan yararlanırdı Geçmiş günlerde Boğaziçi kıyılarında hemen her çeşit satıcı, antikacı, kumaşçı ve elbiseci bile kayıklarla geçer, yalı halkı onlardan alış-veriş yapardı Her biri küçük birer saraya benzeyen bu yalılar mülk sahibinin unvanı dikkate alınarak boyanırdı Sultanların, devlet ricalinin yalıları kırmızı, yeşil ve beyaz; Gayrimüslimlerinki yalnızca kırmızı renkte olurdu Geçmiş günlerin Boğaziçi’nde herkesin istediği yere yalı yaptırmasına izin verilmezdi Lale Devri’nde devlet ricali, halk, tüccar ve Gayrimüslimler toplu halde ayrı ayrı yerlerde otururlardı Sultanlar ile devlet ricali Beşiktaş, Ortaköy ve Kuruçeşme’yi tercih ederdi Babıâli erkânı Bebek’e, İlmiye ricali Rumelihisarı’na, Gayrimüslimler de Arnavutköy’e yerleşirdi Yeniköy, Tarabya, Büyükdere’de çoğunlukla yabancı uyrukluların, Kireçburnu-Büyükdere arasında sefaret tercümanlarının ve Rumların, Sarıyer’de ise orta halli Türk’lerin yalıları vardı

Balkan Savaşı ardından I Dünya Savaşı Osmanlı İmparatorluğu’nun birçok yerinden, özellikle Mısır ve Balkanlardan gelen gelirlerin kesilmesine neden olmuştur Bunlar Boğaziçi yaşantısını ve yeni yapılanmayı engellemiştir II Dünya Savaşı’ndan sonra ise sosyal ve ekonomik koşulların değişmesi Boğaziçi’ni de etkilemiştir Büyük ve zengin ailelerin oturduğu yalılar maddi güçlükler nedeni ile terk edilmiş, bir kısmı yanmış yıkılmış ve yerlerinde beton yapılar yükselmiştir

İstanbul’da Boğaziçi yalılarının yanı sıra günümüze örnekleri gelememekle beraber Haliç’te, Eyüp çevresinde ve Kadıköy’den Bostancı’ya kadar uzanan güzergâhta da yalılar bulunuyordu Ancak bu yalılardan hemen hemen hiçbir örnek günümüze gelememiştir


Ahmet Fethi Paşa Yalısı (Pembe Yalı) (Üsküdar)

yüzyılda Fethi Ahmet Paşa’nın mülkiyetinde olduğu bilinmektedir Fethi Ahmet Paşa’nın yalıyı İsmet Bey isimli bir kişiden satın aldığı da bilinmektedir İsmet Bey’in kim olduğu konusunda kaynaklarda herhangi bir bilgiye rastlanmamıştır Bununla beraber, Salah Birsel “Sergüzest-i Nono Bey ve Elmas Boğaziçi” isimli eserinde bu yalıyı Ahmet Fethi Paşa’nın Mihrimah Sultan’ın torunlarından birinin kocası olan ismini belirtmediği bir şeyhülislamdan aldığını yazmıştır Buna dayanılarak yalının XVIII yüzyılın sonlarında yapıldığı sanılmaktadır

Fethi Ahmet Paşa Eyüp İskelesi yakınındaki Abdullah Paşa Yalısı’nda 1801 yılında dünyaya gelmiş, Enderun’da yetişmiş, 1827’de Kolağası rütbesi ile Asakiri Mansure-i Şahane Taburu subaylarından olmuştur Türk-Rus Savaşı’na katılmış, Aydos Savaşı sırasında yaralanmış ve gösterdiği yararlılıklardan ötürü de terfi etmiş, padişah yaverliği, Kurenağalığı, Çuhadarlık, Asakiri Harsa-i Şahane Beylerbeyliği, Viyana ve Moskova elçilikleri yapmış, Meclis-i Vâlâ Azalığı, Ticaret Nezareti Serasker Kaymakamlığı yaptıktan sonra Tophane Müşirliği’ne yükselmiştir Aya İrini’de ilk Türk müzesini kurmuştur

Sultan Abdülmecit’in kız kardeşi Atiye Sultan ile 1840 yılında evlenmiştir Salah Birsel’den öğrenildiğine göre; Sakız dökümünde kalyoncuların getirdiği güzel bir kız çocuğunu yanına almış onu eğiterek büyütmüştür Ne var ki, Şemsinur ismini verdiği bu kıza aşık olmuştur Bu durum paşanın annesinin kıskançlığına neden olmuş, kızı Beylerbeyi’nde İstavroz Çayırı’nda bir eve taşımış ve annesine de Şemsinur’u Tunus Paşa’sına sattığını söylemiştir Ancak paşanın annesi kıza karşı derin bir özlem duymuş, paşaya devamlı sorular yöneltmiş, paşa da kızın boğulduğunu söylemiş, annesinin çok üzüldüğünü görünce de Şemsinur’u tekrar yalıya getirmiştir Abdülmecit kardeşini Fethi Paşa ile evlendirmek isteyince yeniden zor duruma düşmüştür Atiye Sultan son derece kıskanç bir kadın olduğundan onun her davranışına kuşku ile bakmıştır Görevli olarak eve gelmediği akşamlarda, Kuzguncuktaki yalıya gizlice adamlar göndererek onu aratmıştır Ahmet Fethi Paşa Şemsinur isimli gözdesini Kuzguncuk’taki bu yalıda saklamış ve Atiye Sultan’dan gizlemiştir

Fethi Ahmet Paşa Pembe Yalı olarak da ismi geçen Kuzguncuk’taki yalısını zevkle döşemiş, zaman zaman da onarmıştır Avrupa’da çeşitli görevlerde bulunan paşa yalıyı en nadide eserlerle süslemiştir Bunda öylesine dikkat çekmiş ki Sultan Abdülmecit Dolmabahçe Sarayı’nın döşenmesini de ona bırakmıştır Bu yüzden sarayda ismi Bezirgân Paşa’ya çıkmıştır Pembe Yalı paşanın İstanbul’da kurdurduğu billur camlarla, çeşmibülbüllerle süslenmiştir Atiye Sultan ile geçen on yıllık evliliğinden sonra sultan ölünce paşa Atiye Sultan’ın kasrını terk ederek tekrar yalıya taşınmış ve öldüğü 1854 yılına kadar bu yalıda yaşamıştır Paşa’nın öldüğü gün yalıda yaşayan kalfalar, hizmetkârlar “Ah efendimiz, bunları ne kadar severdi O gitti Ondan sonra bunları görecek göz kimde var?” diyerek yalıda ne kadar sanat eseri ve ne kadar çeşmibülbül varsa denize atmışlardır

Ahmet Fethi Paşa Yalısı mimari yönden incelendiğinde harem ve selamlık olmak üzere iki ayrı bölümden meydana geldiği görülür Yalı taş temeller üzerine yer yer tuğlaların da kullanıldığı ahşap bir mimariye sahiptir Ahmet Fethi Paşa yalının orijinalliğini bozmadan onarmıştır Yalının cephe görünümü ve planı tipik bir Osmanlı sivil mimarisini yansıtmaktadır İki katlı, on altı odalı ve çok büyük iki salondan meydana gelen yalının üst katı Beylerbeyi’ndeki Hasip Paşa Yalısında olduğu gibi hiçbir sütuna dayanmadan duvarlar üzerine oturtulmuştur Üst kattaki iki uç ve ortadaki dörder büyük eli böğründe ile dışarıya taşırılmış ve böylece hareketli bir cephe görünümü sağlanmıştır

Buradaki salonların uçları denize ve koruya doğru yönelmemiş, sofalar kıyıya paralel yerleştirilmiştir Biri büyük, diğeri küçük iki sofa uzunlamasına uç uca yerleştirilmiştir Her ikisinin de deniz ve kara tarafına değişik büyüklükte odalar yerleştirilmiştir Büyük sofanın Kuzguncuk İskelesine yönelik dar yüzüne merdiven oturtulmuştur Bu yalıdaki en büyük özellik sofalarda içe dönük bir sistemin uygulanmış oluşudur Bunun da nedeni kalabalık olan ailenin bir arada oturabilmelerini sağlamaktır Bunda, Fethi Paşa’nın Avrupai düşüncede sosyal yaşamının da ileri düzeyde olmasının büyük payı vardır

Yalının bahçesi selsebillerle süslenmiş olup, iki kademelidir Yalının havuzu Roma’daki Barberini Sarayı’ndaki havuzun bir benzeri olduğu söylenmektedir Yalının bahçesinde bulunan Arif Hikmet Bey’in babası İsmet İbrahim’e hayrat olarak yaptırdığı mermer çeşmeye ait bir kitabe bulunmaktadır Bu çeşme kitabesi yalının karşısında yamaç duvarından buraya getirilmiştir

Yalının Üsküdar tarafındaki harem dairesi ile uşak odaları 1922 veya 1923 yılında yanmıştır Günümüze gelen bölüm yangından zarar görmemiş, 1927–1928 yıllarında onarılmıştır Paşa’nın ölümünden sonra damadı İngiliz Sait Paşa’nın torunu olan avukat ve eski Demokrat Parti milletvekili Şevket Mocan’ın mülkiyetine geçmiştir Şevket Mocan yalıyı pembe renge boyatmıştır Şevket Mocan’ın ölümünden sonra yalının kuzey bölümü ikinci eşinden olan kızı Rüya Mocan’a, güney bölümü de ilk eşinden olan kızı Ayşe Şemsa’ya kalmıştır

Yalı 1990 yılında İsmail Yalçın isimli bir kişiye satılmış ve 1973 yılında Y Mimar Sinan Genim tarafından restorasyonu yapılan yalı iyi bir durumda günümüze kadar gelebilmiştir Yalının arkasındaki çam, çınar ve köknar ağaçlarının çoğunluğunu oluşturduğu koru belediye tarafından kamulaştırılmıştır


Cemil Molla Yalısı ve Köşkü (Üsküdar)

İstanbul Üsküdar ilçesi, Kuzguncuk ile Beylerbeyi arasında, Nakkaştepe Mezarlığı’nın sol tarafındaki korunun önündedir Bu yalı Şeyhülislâm Üryanizâde Ahmet Esat Efendi’nin torunu Şair Süleyman Bey’in oğlu, kısa bir dönem Adliye Nazırlığı yapmış olan Mahmut Cemil Efendi tarafından 1885 yılında yaptırılmıştır Bu yalının arkasındaki köşk 1930 yılında yanmıştır

Köşk ve yalıyı İtalyan Mimar Sinyor Albeti yapmıştır Her iki yapının da masif cevizden kapıları, fildişi kapı tokmakları bulunuyordu Tavanları ve duvarları oymalarla bezeli idi Yalı içerisinde yapılan kalorifer tesisatı İstanbul’da yapılan ilk örneklerdendi Özel jeneratörden de elektriği sağlanıyordu Bu arazi içerisinde bulunan üç ayrı köşkten hiçbir iz günümüze gelememiştir

Cemil Molla Yalısının bulunduğu yerde daha önce Halil Haşim Bey Yalısı ile Kamil Paşa Yalısı isimli bir yapı bulunuyordu Ancak bunlardan herhangi bir iz günümüze gelememiştir Cemil Molla Yalısının olduğu yerde günümüzde Cemil Molla Yalısı isimli bir apartman bulunmaktadır


Hasip Paşa Yalısı (Üsküdar)



Beylerbeyi'ndeki Sadullah Paşa Yalısı'ndan sonra, yörenin en eski yapısı olan Hasip Paşa Yalısı ile ilgili XIX yüzyılda İstanbullular arasında bir tekerleme bulunuyordu;

Dünyanın en güzel şehri neresidir? İstanbul
İstanbul'un en güzel yeri neresidir? Boğaziçi
Boğaziçi'nin en güzel yeri neresidir? Beylerbeyi
Beylerbeyi'nin en güzel yeri neresidir? Hasip Paşa Yalısı

Hasip Paşa Yalısını XIX yüzyılın başlarında Vakıf gelirlerinden sorumlu Mehmet Emin Efendi’nin oğlu Mehmet Hasip Paşa yaptırmıştır Hasip Paşa’nın ismi tarihte ilk kez Sultan II Mahmut’un Tophane’de yaptırdığı Nusretiye Camisi’nin bina emininin yanında katip oluşu ile geçmiştir Nusretiye Camisi’nin tamamlanmasından sonra buradaki başarısı sarayın dikkatini çekmiş ve Hacegânlık rütbesi ile taltif edilmiştir Ardından Darphane Defterdarı ve sonra da Evkaf Nazırı olmuş ve bu arada Müşir payesi ile paşalık unvanı verilmiştir Tarihi kaynaklar Hasip Paşa’nın beş defa Evkaf Nazırı, iki defa Maliye Nazırı olduğunu ve 1870 yılında Şeyhülislâm iken öldüğünden söz etmektedirler Hasip Paşa’nın mezarı Üsküdar’da Selimiye Camisi haziresindedir

Hasip Paşa Yalısı 900 m2’lik bir alanda iki katlı olarak yapılmıştır Yalının içerisinde bulunduğu 4 dönümlük bahçede üç müştemilat binası ile mermer bir havuz ve kapalı bir deniz hamamı da bulunuyordu Yalı Türk-Ampir üslubunda yapılmıştır Mimarının kim olduğu bilinmemekle beraber İtalyan olduğu sanılmaktadır İlk defa II Mahmut zamanında yapılan yalının içerisine eşyalar döşeneceği sırada yanmış, bunun hemen ardından harem ve selamlık olarak iki ayrı bölüm halinde yeniden yaptırılmıştır Yanan yalının ilk hali bilinmiyorsa da harem ve selamlığın birbirlerine kapalı bir geçitle bağlandığı söylenmektedir Bunun ardından geniş bir bahçe içerisinde ikinci kez yapılan yalının arkasındaki sırtlarda koruluğu bulunuyordu

Harem kısmı zamanla birkaç kez tadilat görmüş ve eski özelliğini yitirmiştir Halk arasında Kuleli Yalı ismi ile tanınan harem bölümü bugün Kalkavanlar Yalısı olarak tanınmaktadır Hasip Paşa Yalısının üzerinde durulması gereken asıl bölümü yanan selamlık bölümüdür Bu bölümün planı elips bir sofa çevresinde yer alan mekânlardan meydana gelmiştir Elipsin denize yönelik küçük ekseni üzerinde merdivenler denize dik olan büyük ekseninde de eyvanlara yer verilmiştir Köşelerde kendilerine özgü iç sofaları olan, birbirlerinden bağımsız üçer ve dörder odalı küçük ayrı daireleri bulunuyordu Yalının sekiz dairesi ve 26 odası vardı

Yapının bütünü merkezi orta sofalı plan tipinde olup, elips şeklindeki sofanın uzunluğu 18 m dir Bu plan şekli ile Sadullah Paşa ve Prenses Rukiye Hanım yalılarına göre daha büyük ve daha organize edilmiş plan şekli göstermektedir Üst kattaki sofa ahşap asma kubbe ile örtülmüştür

Yalının ön ve arka cephelerindeki mimari eksenleri tamamen ortadaki beyzi sofaya göre uyarlanmıştır Bu nedenle de yalı hafif kavisli olarak inşa edilmiştir Deniz tarafından direk ve eli böğründelerle denize doğru taşırılmıştır İki katlı yalının iki başındaki odalar temelden ileriye doğru uzatılmış, arada kalan cephe ise kavisli bir şekle dönüştürülmüştür Bu yapı üslubu ile de deniz üzerindeki tüm odaların aynı yöne açılmaları sağlanmıştır Yalının ortasındaki Mısır hasırları ile döşeli büyük beyzi sofa hiçbir yere dayanmadan doğrudan doğruya çatı ile bağlantılıdır

Yalının iç süslemesi, banyo muslukları, çeşme aynaları barok-rokoko üslubunda idi İç bezemesinin yanı sıra Venedik bohem avizeleri ile Üsküdar Çatması denilen sedirler ve hasırlar yalıya farklı bir görünüm vermiştir Üst kattaki fayans döşeli hamam bahçedeki barok üsluptaki şadırvan ve balıkhane olarak kullanılan havuz da bu eski Türk yapısını tamamlayan elemanlar idi Ayrıca Boğaziçi yalılarının çoğunda olduğu gibi Hasip Paşa Yalısı’nın da arkasında bulunan alandaki tepe üzerinde bir de köşkü vardı Bu köşkün zarif pencereleri ve mimarisi ile kaynaklarda ismi geçmektedir Yalının yanmadan önce Mimar Sinan Üniversitesi Mimarlık Fakültesi tarafından rölövesi yapılmıştır

Hasip Paşa Yalısının varisi Hami Bey’in ölümünden sonra varisleri yalıda bir mezat düzenleyerek tavanlarındaki avizeleri, içerisindeki taban halıları, aynaları ve bezemelerinin büyük bir kısmı satılmıştır

Yalı, Hasip Paşa'nın mirasçıları tarafından Nazım Kalkavan'a, Nazım Kalkavan tarafından Haydarabat Nizamı Muharrem Cay'ın eşine satılmış ve 1987'de de Özdemir Sabancı tarafından satın alınmıştır Özdemir Sabancı’nın ölümünden sonra oğlu Demir Sabancı’nın mülkiyetine geçen yalı 1990’lı yıllarda restore edilmiştir


Sadullah Paşa Yalısı (Üsküdar)

Sadullah Paşa ismini sonradan alan bu yalının ismine Vakıf kayıtlarında ilk kez Sultan I Abdülhamit (1774–1789) zamanında rastlanmıştır Kayıtlardan yalının 1783 yılından önce ölen Darüssaade Ağalarından Çerkez Mehmet Ağa tarafından bütün malı ve mülkü ile birlikte Sultanahmet civarındaki bir türbeye vakfedildiği öğrenilmektedir

Çerkez Mehmet Ağa Hacca giderken Şam’da ölmüş, varisi olmadığı iddia edilmiş, bu nedenle de malına el konmak istenmiştir Bu arada ortaya çıkan varisler açtıkları davayı kazanmış ve yalıyı geri almışlardır Bundan sonra düzenlenen Bostancıbaşı Defterleri ile 1792 tarihli tapu kayıtlarında yalının “Mehmet Ağa kızı ve Sadr-esbah Yusuf Paşa (Koca Yusuf Paşa halilesi Hanife Hatun’un” mülkü olduğu yazılıdır Koca Yusuf Paşa’nın bu yalıda yaşadığı sanılmaktadır Hanife Hatun’un ölümünden sonra yalı oğlu Müderris Mahmut Bey adına kaydedilmiş, daha sonra da Bağdat Valisi olan torunu Hamdi Paşa’ya kalmıştır Hamdi Paşa Padişahın gözünden düşmüş ve İstanbul’a dönmek için bir türlü izin alamamıştır O sırada yalıda oturan Koca Yusuf Paşa’nın kızı Seyyit Ali Paşa’nın dul eşi Hamdi Paşa’nın annesi olan Emine Hanım’ın bir gün kafası kızar ve doğruca Sadrazam Ali Paşa’ya gider Kendisini rıhtımda karşılayan sadrazamdan oğlunun affı için yardımını ister ve şöyle der:

“Ana pir, oğul bir”

Hamdi Paşa’nın annesinin bu dileği padişaha durulur ve Hamdi Paşa affolur Paşanın İstanbul’a dönüşünü kutlamak için yalıda ve arkasındaki koruda o güne kadar görülmemiş bir Çırağan alemi düzenlenir Binlerce çırağanın ışığı geceyi aydınlatır O sırada karşı kıyıdaki Beşiktaş Sarayı’nda bulunan padişah pencereden bu aydınlığı görünce Çengelköy’de yangın olduğunu sanır

Hamdi Paşa ehli zevk sahibi olduğundan yalısında buna benzer pek çok eğlence düzenlemiş, sonunda epeyce borca girmiş, yalı da 1881 yılında Ayaşlı Esat Muhlis Paşa’ya satılmıştır Soyu Hacı Bayram Veli’nin Halifesi Bünyamin Veli’ye kadar dayanan Ayaşlı Esat Muhlis Paşa şair ruhlu bir kişi idi Aynı zamanda da hattattı Edirne, Erzurum, Diyarbakır valiliklerinde bulunan Esat Muhlis Paşa’nın ölümünden sonra oğlu Sadullah Paşa yalının bütün hisselerini diğer vereselerden satın alır Böylece yalı Sadullah Paşa ismi ile tanınır

Murat’ın tahta çıkışında yalıya bir kayık göndererek kendisini saraya davet ettiğini yazar Saray Mabeyn Başkâtibi ve Berlin sefiri olan Sadullah Paşa Berlin Antlaşması’nı (1878) imzalayan Osmanlı heyetinde bulunmuştur Meşrutiyet yönetiminden yana oluşundan ötürü Hamdi Paşa gibi bir türlü İstanbul’a çağrılmaz ve sürekli Avrupa’da kalır Kaynaklardan öğrenildiğine göre ailesine yazdığı mektuplarda vatan hasretini sürekli dile getirmiştir Hasretini çektiği İstanbul’u ve Boğaziçi’ni bir daha görememiş 1889’da Viyana’da ölmüştür Sadullah Paşa’nın ölümünden sonra eşi Necibe Hanım aklını kaybetmiş yalıda gece gündüz dolaşarak kocasının dönüşünü beklemiştir Yeni evlendiklerinde Sadullah Paşa eşini pembe tül elbise içerisinde görmüş ve bu rengin ona çok yakıştığını söylemişti Bundan ötürü de Necibe Hanım 1917 yılında 80 yaşını aşkın ölene kadar pembe tüller içerisinde paşayı beklemiştir Sonraki yıllarda yalıda oturanlar, üst katta, güneydoğudaki pembe odada Necibe Hanım’ın pembe tüller içerisinde hayalinin dolaştığından söz etmişlerdir

Sadullah Paşa’nın gelini olan Çengelköylü Münevver Ayaşlı “Dersaadet” isimli kitabında yıllarını geçirdiği yalıdan söz ederken yalı ile ilgili ilginç bilgiler de vermiştir:

“Kaderimde Çengelköy ile bağlı bir taraf var… Evlendiğim zaman yine Çengelköy’de evlendim ve Çengelköy’de kayınpederim Sadullah Paşa Yalısında oturdum O zamanlar yalıda ne su, ne elektrik vardı ve oldukça harap idi, fakat fevkalade güzeldi, daha restore edilmemiş ve bütün eski güzelliğini muhafaza ediyordu O zaman bahçesi ikiye bölünüp satılmamıştı, büyük bir havuzu ve adeta küçük bir limanı vardı ki, maalesef burası satılan kısmında kaldı Yalının yerli büyük bir hamamı ve koca koca mermer taşlarla örtülü bir mutfağı ve mutfakta kocaman bir ocağı vardı Burası yemek pişirmekten başka adeta yemek yenecek kadar güzeldi Bu mutfağın üstünde küçük ve kendine mahsus çok şirin birkaç basamakla çıkılır bir daire vardı ki bahçenin harem duvarı ile birleşiyordu Yalının bütün bu kısmı yıktırılınca yalı ile harem bahçesinin duvarı birbirinden ayrıldı ve artık harem duvarının manası kalmadı… Hâlbuki yalının bahçesine büyük bir ahşap kapıdan girilir, koyu yeşil ağaçlar ve taflanlardan geçilir ve nihayet asıl yalının harem kısmına gelinirdi, burada da küçük bir bahçe vardı İki tarafı taflan ve mozaik döşeli dar bir yoldan gidilir ve yalıya gelinirdi Yalının diğer kısmında ise birkaç basamakla çıkılan deniz üstünde harikulade güzel bir yemek odası ve bu yemek odasının altında her şeyi ile hamamı, mutfağı, birkaç odası ile bir daire vardı Bütün bunlar yıkılınca koca yalı hamamsız ve mutfaksız kaldı ve kullanılacak büyük canım odalar mutfak ve hamam haline getirildi

Sadullah Paşa Yalısı 1947 yılında eski büyükelçilerden Seyfullah Esin ve eşi araştırmacı yazar Emel Esin tarafından satın alınmıştır Yalı 1947 yılında TAÇ (Türkiye Anıt Çevre ve Turizm Değerlerini Koruma Vakfı) Vakfı tarafından Y Mimar Turgut Cansever ve Y Mimar Cahşde Tamer tarafından onarılmıştır Emel Esin’den sonra Asil Nadir ve Ayşegül Nadir burada kiracı olarak oturmuşlardır

yüzyılın özelliklerini yansıtmaktadır Yalının planı iki eksen esasına göre simetrik olarak düzenlenmiştir Harem ve selamlık olmak üzere iki bölümden meydana gelen yalının haremi iki katlı ve kubbeli, ona bitişik selamlığı ise ince uzun tek katlı bir yapıdır Bahçesinde büyük bir havuz, iki katlı ahşap kayıkhane, hamam, mutfak ve bahçe duvarında da bir çeşme vardır Günümüze yalının harem kısmı ile bahçeyi korudan ayıran duvarlar ve bir de çeşme gelebilmiştir

Yalının kuzey yöndeki kapısı eskiden selamlık yönüne açılırdı Kuzeydoğu cephesinde de büyük ocağı ile yüksek tavanlı mutfağı bulunuyordu Üzeri çatı ile kaplı olan ancak içten büyük bir kubbe ile örtülü haremin ikinci katı eli böğründelerle dışarıya taşırılmıştır Dikdörtgen plan şemasının uygulandığı harem kısmında ortadaki sofalar haçvari şekilde genişletilmiş ve dört yöne bakan geniş bir görüş imkânı sağlanmıştır Merkezi sofa alt katta köşeleri pahlanmış bir dikdörtgen şeklinde, üst katta ise beyzi biçimdedir Üst kat sofasının üzerini örten kubbe adeta Orta Asya otağlarını anımsatmaktadır Her iki katta da sofaların köşelerine yerleştirilmiş ikişerden sekiz oda bulunmaktadır Bu odalar mavi, sarı, yeşil ve pembe renklere boyanmıştır Bu odaların pervazlarında Edirne işi bezemelere, kıvrımlı hatlara, kurdelelere, şerit şeklinde halatlara, meyve demetlerine, şemse kompozisyonlarına, odaların tavanlarında Avrupalı ressamların elinden çıkan resimler bulunmaktadır XVIII yüzyıl Türk mimari örneklerini gösteren bu resimler aynı zamanda birer belge niteliğindedir Bu resimlerde Boğaziçi’nden kesitler, Salacak’taki Şerefâbat Sarayı, Sarayburnu ve Topkapı Sarayı da görülmektedir Odaların her birinin bezemesi diğerlerine benzememektedir


Kandilli Yalısı (Üsküdar)

İstanbul ili Üsküdar ilçesinde, Kandilli Vapur İskelesi’nin Anadolu Hisarı yönündeki bu yalı günümüze gelememiştir XIX yüzyılın sonlarına doğru yapılan yalı XX yüzyılın ilk yarısında yıktırılmıştır Deniz kıyısında geniş bir arazi üzerinde bulunan bu yalının kimin tarafından ve hangi tarihte yaptırıldığı hakkında kaynaklarda yeterli bilgi bulunmamaktadır Kaynaklarda yalnızca Sultan II Abdülhamit’in yalıyı içindeki eşyalarla birlikte Mustafa Fazıl Paşa’dan 25000 Liraya satın aldığı yazılıdır Bu yalıda Cemile Sultan bir süre yaşamıştır Cemile Sultan’dan sonra oğlu Prens Celaleddin Bey bir süre burada yaşamıştır Celaleddin Bey’in ölümünden sonra da VI Mehmet bu yalıyı kızı Ulviye Sultan için satın almıştır

Yalının harem ve selamlıktan meydana geldiği bilinmektedir Yalının harem dairesi ile arka bahçesi arasında bir yol geçtiğinden ötürü üzeri kapalı bir köprü ile arka bahçe ve koru ile bağlantısı sağlanmıştır Koruda da 27 odalı Prens Celaleddin Bey’in bir köşkü bulunuyordu

Balkan Savaşı sırasında bu yalı Yaralı Gaziler Hastanesi olarak kullanılmıştır Yalı kesme taş temeller üzerine iki katlı, ahşaptan denize paralel üç bölüm halinde yapılmıştı Yalının sıra halindeki dikdörtgen pencerelerinde dekoratif bir özellik görülmemektedir Katlar birbirlerinden dışa taşkın silmelerle ayrılmıştır Üzeri çatı ile örtülü olan yapının asıl girişi bahçe içerisinde ve iki yan kenarda idi


Kont Ostrorog Yalısı (Üsküdar)

yüzyılın ilk yarısına tarihlendirilmektedir Yalının kimin tarafından yaptırıldığı bilinmemektedir XX yüzyılın başlarında Polonyalı Leon Valerien Ostrorog tarafından satın alınmış ve bu isimle tanınmıştır

Kont Ostrororg İslâm Hukuku üzerinde çalışmış, Oxford ve Lahey üniversitelerinde öğretim üyeliği yapmış bir bilim adamı olup, 1900’lü yıllarda Osmanlı hükümetinin daveti üzerine Adliye Nezareti’nde hukuk ve sadaret müşavirliği görevlerinde bulunmuştur Bu arada İstanbul Darülfünunu’nda öğretim üyeliği yapmış ve Osmanlı İmparatorluğu Hukuk Danışmanı unvanını kullanmıştır İstanbul’a yerleşmiş ve İstanbullu bir aileden Lorandoların kızı Jeanne ile evlenmiştir

Kont Ostrorog Türkçe, Arapça ve Farsçanın yanı sıra 7 lisanı çok iyi bilen bir kişi olup, aynı zamanda da piyano ve org çalan iyi bir müzisyendi IDünya Savaşı sırasında Fransa’ya gitmiş, eşi Kontes Jeanne Ostrorog yalıda onun dönüşünü beklemiştir Çanakkale Savaşı’nda yaralanan askerlere yalısının kapılarını açmış ve onların sağlıklarına kavuşması için elinden geleni yapmıştır

Kontes Jeanne Ostrorog 17 Ocak 1931’de İstanbul’da, Kont Leon Ostrororg ise 1932’de Londra’da Ritz Oteli’nde ölmüştür Her ikisinin mezarı da Feriköy Katolik Mezarlığı’ndadır Ostrorog ailesinin Jean ve Stanislas isimli iki oğlu vardır Bunlardan Kont Stanislas Ostrororg Fransız Dışişleri Bakanlığı’nda görev yapmış, Fransa’nın Delhi ve Pekin büyükelçisi olmuştur Diğer oğlu Jean Ostrorog İstanbul’da büyükbabası Lorando’nun Beyoğlu’nda Galata Mevlevihanesi yakınındaki konağında doğmuştur Galata Mevlevihanesi postnişini Ataullah Efendi komşusunu kutlamaya gittiğinde kontun büyükbabası Jean Ostrorog’u şeyhin kucağına vermiş ve onun tarafından okunup üslenmiştir Bu olayı sonraki yıllarda Kont Jean Ostrororg yakınlarına ve dostlarına anlatırken “Ben kiliseden önce bir Mevlevi Şeyhince takdis edildim” diye övünmüştür

Kandilli’deki Kont Ostrorog yalısının yaklaşık 150 yılı aşkın bir geçmişi vardır Kont Leon Valerien’in bu yalıyı Asker Ali Paşa’nın damadı, zamanın Adliye Nazırı Servet Paşa’dan satın alınmış, 1905 yılında da yanındaki Ahmet Aşkî Paşa’nın yalısı ile birleştirilerek genişletilmiştir Böylece iki yalının birleşmesi ile yeni bir yalı ortaya çıkmıştır

Günümüzde arkasındaki ana caddeden uzun bir merdivenle inilen yalı çiçekli bir bahçesi içerisindedir Bahçesinde 1882 tarihli bir hamam aynası, selsebil ve bir de çeşme bulunmaktadır Bu bahçeden oldukça geniş bir kapı ile yalının salonuna girilmektedir Bu salonun bütün kapıları açıldığı zaman önden deniz, arkadan da koru ve bahçe ile bütünleşmektedir

Her iki katta da aynı plan düzeni tekrarlanmıştır Buradaki sofa dikdörtgen biçiminde olup, yalıyı ikiye bölmektedir Kısa kenarlardan birisinde giriş, diğerinde de merdiven bulunmaktadır Merdiven üç kollu olup, sofanın bahçe cephesini tümü ile kaplamaktadır Yalıya hem bahçe hem de deniz tarafından girilmektedir Giriş katındaki sofa taşlık olup, köşelerine dört geniş oda yerleştirilmiştir Bu odaların aralarında daha küçük bir oda ile helâlara yer verilmiştir

İki katlı, ahşap yalının irili ufaklı 15 odası vardır Kafesli dikdörtgen, ince uzun çerçeveli pencerelerinin ardına boydan boya sedirler yerleştirilmiştir Alt kattan iki taraflı merdivenlerle çıkılan üst kattaki salonun çevresinde de yine irili ufaklı odalar sıralanmıştır Yalının odalarının tavanları Osmanlı ahşap işçiliğinin en güzel örneklerini bir araya getirmektedir Yalının döşeme parkeleri ise 1940 yılında Bebek’te yıkılan Köçeoğlu Yalısı’ndan satın alınarak buraya getirilmiştir Yalıya bitişik eski deniz hamamının üzeri kapatılarak salon haline getirilmiş ve Pierre Loti’nin buraya ziyaretinden ötürü de bu bölüme Onun ismi verilmiştir Yalının içerisi antika eşyalar, halılar, çeşitli koleksiyonlarla zenginleştirilmiştir Buradaki Pekin işi antikaların, Çin vazoların, Çin lambalarının en güzel örnekleri bulunmaktadır Bunların yanı sıra zengin bir kütüphanesi bulunmaktadır

Ünlü Fransız yazar Pierre Loti ile Claude Farrere İstanbul’a gelişlerinde bu yalıda misafir edilmişler, onları Fransa eski Cumhurbaşkanı Georges Pompideu, Danimarka Prensesi Margarite, Dürrüşehvar Sultan gibi ünlüler de izlemiştir


Kıbrıslılılar (Mehmet Emin Paşa) Yalısı (Üsküdar)

Küçüksu’nun en eski yalılarından biri olan bu yalı sırtını arkasındaki yamaçlara dayamış, denizin kenarına yerleştirilmiştir Bu yalının oldukça uzun bir geçmişi bulunmaktadır Boğaziçi’nden söz eden eski kaynaklar yalının ilk sahibinin Sultan I Abdülhamit (1725–1789) devri sadrazamlarından İzzet Mehmet Paşa olduğunu ileri sürmüşlerdir

İzzet Mehmet Paşa, Kara Vezir adı ile anılan Silahtar Mehmet Paşa’nın ölümünden sonra ikinci kez sadrazamlığa getirilmiştir Bu nedenle de yalı Kara Vezir Yalısı olarak da anılmaktadır İzzet Mehmet Paşa Rum Mehmet Paşa’nın torununun oğlu olup, Şehreminliği yapmış, ikinci sadareti sırasında azledilerek 1783’te Belgrat valisi iken ölmüştür Paşa’nın ölümünden sonra yalı, Osmanlı devletinin İkinci Mirahuru (sarayın ahır ve atlarından sorumlu) olan oğlu Sait Mehmet Bey’e geçmiştir Sait Mehmet Bey bu yalıda bir süre oturmuş daha sonra da Sultan III Selim’in sadrazamlarından İzzet Paşa’ya 1794 yılında kiralamıştır Sait Mehmet Bey’in ölümünden sonra oğlu Mehmet Ataullah Bey bu yalıda yaşamış, Ataullah Bey’in 1887 yılında ölümünden sonra varisleri 1840 yılında yalıyı satmışlardır Yalının bundan sonraki sahibi Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa’dır Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa çeşitli devlet hizmetlerinde bulunmuş valilik, sefirlik, iki defa kaptan paşalık, üç defa da sadrazamlık yaptıktan sonra 1871 yılında yalısında ölmüştür

Kıbrıslı Mehmet Paşa’nın eşi Melek Hanım yalı ile ilgili anılarını 1872 yılında New York’ta yayınlamıştır Topkapı Sarayı eski müdürlerinden Haluk Y Şehsuvaroğlu bu anıları Türkçeye çevirmiştir

Kıbrıslı Mehmet Paşa’nın oğlu olmadığından yalı Moralı Müşir Tosun Paşa’nın oğlu Mustafa Sadettin Paşa’ya geçmiştir Günümüzde yalıda, Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa’nın torunlarından Refiha Hanım’ın oğlu Selim Dirvane, kızı Mihta Bilgişin ve ailesi yaşamaktadır Yalının İsmail Paşa Yalısına yakın olan kısmında ise Sedat Ürün, diğer kısmında da Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa’nın torunlarından Aziz Başkan oturmaktadır

Kıbrıslılar Yalısı harem ve selamlık olmak üzere iki ayrı bölümden meydana gelmiştir Yalının denize bakan cephesi 6400 m uzunluğunda olup, içerisinde fıskiyeli, havuzlu salonlar ve odalar bulunmaktadır Yalının harem kısmı da ikiye ayrılmıştır Üç sofalı plan tipinde olan yalının sofalarının çevresinde odalar yer almıştır Bunlardan orta sofanın bulunduğu kısım iki katlı, diğerleri tek katlıdır Yalının alt katta 15, üst katta da 6 olmak üzere toplam 21 odası bulunmaktadır Güney bölümü 1975 yılında tescil edilmiş, dış görünümü korunarak yeniden beton ve tuğladan inşa edilmiştir Harem kısmının bulunduğu yalının iki katlı bölümünde orta sofada üst kata çıkan iki taraflı bir merdiven bulunmaktadır

Selamlık yalının en iyi korunmuş bölümü olup, buraya bahçe tarafından dört sütunlu bir portikten girilir Selamlık sofası korint başlıklı sütunlara ve duvarlara dayanan bir tonozla örtülmüştür Sofanın dört köşesine odalar yerleştirilmiştir Bu bölümlerdeki mutfak tuvalet ve banyo yakın tarihlerde yenilenmiştir Selamlık kısmına XIX yüzyılda bir de limonluklu bir divanhane eklenmiştir Bu divanhanenin içerisinde, asma yaprakları, üzüm salkımları ile bezenmiş bir de fıskiyeli havuz bulunmaktadır

Selamlık odalarının tavanlarında alçı kabartmalı bitkisel motifli süslemelere yer verilmiştir Ayrıca deniz ve bahçe tarafındaki eyvanların tavanları ahşap kabartmalıdır Selamlık sofasının tonozunda da alçı kabartmaların arasına vazo içerisinden çıkan çeşitli çiçekler yapılmıştır Yalının duvarlarındaki tablolar arasında Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa’nın da yağlı boya tablosu bulunmaktadır

Yalının cephesi çıkmalarla hareketlendirilmiştir Burada ince uzun pencerelere sıra halinde yer verilmiştir

yüzyılın sonlarında yapılmış olan iki katlı bina yol geçmesi nedeni ile yıktırılmıştır Bunun yanı sıra yalının üç büyük hamamı da günümüze gelememiştir Yalı bahçesinden yalnızca mermer musluk ve dilimli havuzu gelebilmiş, kayıkhanesi de yıkılmıştır

Kıbrıslı Yalısı çeşitli tarihlerde onarım görmüş, bazı bölümleri yıkılmış ve orijinalliğinden kısmen de olsa uzaklaşmıştır Yalının son sahiplerinden Refia Hanım ismini hatırlayamadığı bir İtalyan mimarının yalıyı onardığını ve içerisindeki Türk eserlerinin bu arada yok edildiğini söylemiştir Yalının selamlık bahçesinin demir parmaklıkları 1896 depreminde yıkılmıştır

Sultan III Selim zamanında Ressam FPraault’un çizdiği karakalem bir Boğaziçi resminde Kıbrıslı Yalısının orta kısmının yüksek, iki yanlarının alçak daireler halinde olduğu görülmektedir Bu resmin yapılışından sonra XIX yüzyılın başlarında yalının kuzey tarafına bir takım eklemeler yapıldığı da anlaşılmaktadır Burada araştırma yapan DrTuchelt’in araştırmalarında yalı dışında kayıkhane, deniz hamamı, havuz, ahır, mutfak, arabalık, sarnıç, hamam, döner dolap, sebze bahçesi, çamaşırlık, harem bahçesi, harem iskelesi, selamlık iskelesi ve bostan bölümlerinin olduğu ortaya çıkmıştır


İsmail Paşa Yalısı (Üsküdar)

Abdülhamit döneminde (1876–1909) Debre Mebusu İsmail Hakkı Paşa tarafından yaptırılmıştır Bu yalının bulunduğu yerde III Selim döneminde (1789–1807) Sadrazam Damat Melek Ahmet Paşa’nın yalısı bulunuyordu

İsmail Hakkı Paşa’nın yaptırdığı yalı Mimar AVallaury’nin eseri olup, iki katlı simetrik ve iki eksenli bir plana sahipti Yalının 22 odası bulunuyordu Art arda iki tane üç kollu merdivenle ikinci kata çıkılıyordu Yalının büyük sofaları dışarıya cumba şeklinde taşırılmış olup, doğu cephesinin ikinci katında sütunlu bir balkona yer verilmişti Katlar birbirlerinden ahşap bir kornişle ikiye ayrılmıştır Yalının cumbalı bölümlerinde yuvarlak kemerli, diğer bölümlerinde ince uzun dikdörtgen söveli pencereler vardı Denize yönelik cephesinin dışarıya çıkıntılı bölümünde altlı üstlü üçer, iki yan kenarda da yine altlı üstlü ikişer penceresi olan yalının üzeri ahşap bir çatı ile örtülmüştü Denize bakan cephesinde dışarıya çıkıntılı bölümün altına bir de kayıkhane girişi yerleştirilmişti

Yalı orta sofa etrafında sıralanmış odalardan meydana gelen bir plan düzenine sahipti Tavanları yaldızlı bezemelerle süslenmişti Geometrik desenli bordürlerin arasına manzara ve mimari konulu resimler yapılmıştı Yalı 1983 yılında yanmış ve Turizm Bakanlığı tarafından restore edilmiştir


İsmail Paşa Yalısı (Üsküdar)

İstanbul ili Üsküdar ilçesi Kandilli’de bulunan bu yalıyı Garabet Balyan 1853 yılında yapmıştır Birçok kez el değiştiren yalının sahipleri arasında Şam Kethüdası İbrahim Bey’in varisleri Hacegân’dan İbrahim Bey, Kazasker Şeyda Efendi, Anadolu Kazaskeri Hasan Rafet Efendi, Rafet Efendi’nin oğlu Anadolu Kazaskeri İbrahim Ethem Efendi bulunmaktadır Bundan sonra yalı Sultan II Abdülhamit’in (1876–1909) yakınlarından Osman Bey’in mülkiyetine geçmiştir Osman Bey’in ölümünden (1892) sonra kızı Fikriye Hanım ile damadı Süreyya Paşa’ya kalmıştır Fikriye Hanım Süreyya Paşa’nın ölümünden sonra Ferik İsmail Paşa ile evlenmiştir İsmail Paşa yalıyı tamir ettirmiş ve bu nedenle de yalının ismi İsmail Paşa olarak kalmıştır

İsmail Paşa Yalısının güneyinde Abud Efendi Yalısı, kuzeyinde de Kıbrıslı Yalısı bulunmaktadır Bahçesindeki havuz nedeni ile Havuzlu Yalı olarak da tanınmıştır

İsmail Paşa Yalısı üç katlı olup, Abud Efendi Yalısına bitişik olan bölüm harem, Kıbrıslı Yalısına bakan kısmı da selamlık olarak düzenlenmiştir Zemin kat üzerinde bulunan ahşap iki kat çıkmalarla denize taşırılmıştır Harem ve selamlığı birbirinden ayıran bahçede çamaşırhane, mutfak, bir başka hamam bulunmaktadır Dikdörtgen planlı harem orta sofa etrafında yer alan odalardan meydana gelmiştir Zemin kat üzerindeki iki katta büyük bir sofa, bunun çevresinde üç oda, doğu yönünde de aydınlığa bakan iki oda daha bulunmaktadır

Yalının kuzeyindeki selamlık kısmında iki ayrı giriş vardır Burada da sofa etrafında yerleşik oda planı uygulanmıştır İkinci katta denize bakan bir sofa, üç oda ve tuvalet, bahçedeki havuza bakan bölümde ise iki oda ile güneyde büyük bir odası daha vardır

Bu yalı XX yüzyılın başında onarılmış, eski özelliğini yitirerek Art-Nouvau üslubunda yenilenmiştir Bu yalı da 1972 yılında yanmış, yerine bir apartman yapılmıştır


Hekimbaşı Yalısı (Üsküdar)

yüzyılın ikinci yarısında harem ve selamlık olarak yapılmıştır Günümüze yalnızca harem kısmı gelebilmiştir Selamlık kısmı Hekimbaşı’nın ölümünden sonra hissedarları tarafından satılmış ve yerine modern bir yalı yapılmıştır Yalının hareminde Salih Efendi’nin torunu Mehlika Gürpınar yaşamaktadır

Hekimbaşı Salih Efendi Sultan II Mahmut (1808–1839) zamanında açılan Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’nin ilk mezunlarındandır Sultan Abdülmecit’in (1839–1861) Hekimbaşılığı’na getirilmiştir Hekimbaşı Salih Efendi Milletlerarası Karantina ve Sıhhiye Nizamnamesi’nin hazırlanması için toplanan komisyona başkanlık yapmıştır Salih Efendi otlardan ve çiçeklerden yaptığı ilaçlarla da tanınmıştır Sultan Abdülmecit’in kız kardeşinin çocuklarına ders vermiş bu arada saraydaki cariyelerden biri ile padişahın onayı ile evlenmiştir

Hekimbaşı Salih Efendi iki oda, bir sofa olarak bu yalıyı satın almıştır Yalının ilk sahibinin kim olduğu bilinmemektedir Bundan sonra yalıyı genişletmiş, kuzey kısmı selamlık, güney kısmı da harem konumuna getirilmiştir Salih Efendi’nin ölümünden sonra iki blok halindeki harem bölümü üçüncü eşi Payidar Hanım’a ve kızları Sakibe Hanım’a geçmiştir Daha sonra bu bölüm Mehlika Hanım’ın mülkiyetine, kuzeydeki selamlık kısmı büyük kısmı Mehlika Hanım’ın teyzesi Übeyde Hanım’a geçmiştir Übeyde Hanım kuzeydeki selamlık bölümünü XX yüzyılın başlarında yıktırarak bahçe haline getirmiştir

Bu yapılardan biri üç, diğerleri de iki ve tek katlıdır Üç katlı yapının orta katı ahşap direklerin taşıdığı balkonla denize açılmıştır Üzeri ahşap çatılı olan bu yalının birbiri ile uyumlu olmayacak biçimde dikdörtgen pencereleri bulunmaktadır Üç katlı yapının alt katında ince uzun ortada üç penceresi vardır Bunun yanındaki iki kapıdan rıhtıma çıkılmaktadır Birinci kat balkon şeklinde geriye çekilmiştir Üst katta da yine dört pencere dışarıya açılmıştır Yanındaki daha alçak olan bölümün alt ve üst katında üçer pencere, tek katlı olanda da üç, geriye çekilmiş bölümünde de iki penceresi bulunmaktadır

Üç katlı yapının plan düzeninde ortada bir sofa ve çevresinde de küçük yüklükler bulunmaktadır Yalının üst katı tamamen sofaya açılan yatak odalarına ayrılmıştır 1980’li yıllarda denize doğru kayma gösteren yalının önüne boydan boya bir rıhtım yaptırmıştır


Recaizâde Ekrem Bey Yalısı (Üsküdar)

İstanbul ili Üsküdar ilçesi Vaniköy’de bulunan bu yalı, XIX yüzyılda Vakanüvislik ve Takvimhane Nazırlığı yapan Recai Efendi tarafından yaptırılmıştır Yalı, Recai Efendi’nin oğlu Tanzimat edebiyatının temsilcilerinden Recaizâde Mahmut Ekrem Bey’in ismi ile tanınmıştır

Üç Katlı, ahşap olan bu yapı beyaz ve aşı boyalı diğer boğaz yalılarından farklı olarak sarı renge boyanmıştır Bir süre fabrika binası olarak kullanılan yapı 1989’da restore edilmiş ve konut olarak günümüzde kullanılmaktadır Restorasyon sırasında yalının kat planlarında değişiklikler yapılmış olmasına karşılık cephe görünümünde orijinaline sadık kalınmıştır Yalnızca arka cepheye iki pencere açılmış ve denize bakan cephedeki balkon kaldırılmıştır Yalının cephesinde katlar silmelerle birbirinden ayrılmış ilk iki katta ince uzun dikdörtgen yedişer pencere açılmıştır Kırma çatı ile örtülü olan yalının çatı arasına bir de çatı katı yerleştirilmiştir Bu katın da denize açılan diğerlerinden daha küçük ölçüde üç penceresi vardır Cephe görünümünde çatı katı bir alınlığı andırmaktadır


Tuğrakeş Recai Efendi Yalısı (Üsküdar)

İstanbul ili Üsküdar ilçesi, Üsküdar ile Kuzguncuk arasındaki Paşalimanı’nda, tütün deposu yanında bulunan bu yalının bulunduğu yerde Kaya Sultan’ın sarayının olduğu sanılmaktadır Yalının sahibi Sultan III Mustafa (1757-1774) dönemi Reisül Küttaplarından Recai Mehmet Emin Efendi’dir Recai Mehmet Emin Efendi Reisül Küttablığın ardından Sadaret Kethüdalığı Mesnedine ve defterdarlığa getirilmiştir Recai Efendi’nin İstanbul’da Vefa Kovacılar Caddesi üzerinde sıbyan mektebi, çeşme ve sebilden (1775) oluşan bir de külliyesi bulunmaktadır

Recai Efendi Yalısı iki katlı ahşap bir yapı idi 1942 yılında yıkılmıştır Mimarisi hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır Yalının girişindeki taşlıkta XVIII yüzyıla tarihlenen fıskiyeli bir havuzu ve duvara yerleştirilmiş bir selsebili bulunuyordu


Abud Efendi Yalısı (Üsküdar)

Mimarı kesin olmamakla beraber Balyan ailesinden Karabet Amira Balyan olduğu ileri sürülmüştür

Yalının yapımından kısa bir süre sonra Baron de Vandeouvre tarafından satın alınmış ve bu Fransız aile kırk yıla yakın bir süre burada yaşamıştır Fransız ailenin Fransa’ya dönüşünden sonra XX yüzyılın başında İstanbul Ticaret Odası Başkanlığı’nda 33 yıl bulunan, ipek ve deri tüccarı Mehmet Abud Efendi (1830–1917) tarafından satın alınmıştır Abud Efendi’nin ölümünden sonra kızı Belkıs Abud burada yaşamış, 1979 yılında ölümünden sonra da İsmail Özdoyuran tarafından 1980 yılında satın alınmıştır Bundan sonra 1984-1989 yıllarından restore edilmiştir Günümüzde iyi bir durumdadır

Abud Efendi Yalısı iki katlı ve ahşap bir yapı olup, ana binasının yanı sıra servis mekânları, iki kayıkhanesi ve bir de deniz hamamı bulunuyordu Yalı 270 m2’lik bir alan içerisinde harem ve selamlığı aynı binadadır Bu yapı içerisinde yalının salonları, sofaları, odaları, merdivenleri ve balkonları bir arada aynı plan düzeni içerisinde yerleştirilmiştir Yapımındaki ahşap bağdadilerde hava ve rutubete karşı dayanıklı meşe ağacı kullanılmıştır Yalının iki sofası, 18 odası bulunmakta olup, üst kat tamamen yarım dikdörtgen planlı bir sofanın etrafına yerleştirilmiştir

Girişin tam karşısında yuvarlak bir merdiven ile yarım daire şeklinde servis merdivenini de kapsayan bir merdiven bölümü bulunmaktadır Buradaki ikinci merdiven aynı zamanda doğu yönündeki harem sofasına açılmaktadır Bu merdiven bölümünün üzeri basık bir kubbe ile örtülmüştür Girişteki haremi kapsayan bölümde denize bakan odalardan birisi içerisinde bulunan bir apsis nişi bu mekânın Baron de Vandeouvre tarafından ibadet yeri olarak kullanılmıştır

Yalının deniz ve kara cephelerinde her iki katında da selamlık ve harem sofaları arasında odalar sıralanmıştır Bu odalardan deniz cephesine sıralananlardan ötürü sofalar oldukça dar tutulmuştur Selamlık sofasının üzerine gelen asıl kabul salonu haç planlıdır Bu salondaki haçın kollarından bahçeye yönelik olanlar dar, derinlikleri çok az, buna karşılık denize yönelik olanlar ise geniş olup derinlikleri çok azdır

Yalının denize ve karaya bakan salonu kare planlı olup, ikişer sütun ile bu mekân üçe ayrılmıştır Salonun orta mekânını örten tonozlu tavan ile haçın kollarının üzeri düz tavanlarla örtülmüştür Bu bölümlerde yağlı boya manzara resimleri bulunmaktadır Ayrıca giriş salonunun kapılarının camları üzerinde de hurma motiflerine yer verilmiştir


Edip Efendi Yalısı (Üsküdar)

XIX yüzyılın ortalarına tarihlenen bu yalı Edip Efendi’nin ismi ile tanınmıştır

Edip Efendi XIX yüzyıl Osmanlı devlet ricalinden olup, Şuray-ı Devlet üyeliği, Defter-i Hakani ve Maliye Nazırlıklarında bulunmuştur

Bu yalıda Osmanlı hükümeti ile Japonya arasında ilk ticari görüşmeler yapılmıştır Edip Efendi’nin ölümünden sonra yalı iki oğlu arasında taksim olunmuş ve her iki bölüm de zamanla değişikliğe uğramıştır Zamanla harap duruma gelen ve bir süre terk edilen yalıyı 1986 yılında bir şirket tarafından satın alınmış ve çökmüş durumdaki harem bölümü İstanbul Anıtlar Bölge Kurulu’nun kararı ile aynı plan ve aynı bezemeler tekrarlanmak sureti ile yeniden yapılmıştır Selamlık kısmının restorasyonu da 1993 yılında yapılmıştır

Burada dış sofalı plan tipi ile karşılaşılmaktadır Yalının harem ve selamlık bölümleri denize paralel aynı plan düzeninde yapılmıştır Her iki bölümün sofaları bir mabeyn koridoru ile birbirine bağlanmıştır Bu sofalardan denize yönelik büyük odalara geniş kapıla açılmıştır Böylece bu mekânlar gerektiğinde birlikte kullanılabilir duruma getirilmiştir Yalının asıl kullanım mekânları üst kattadır Zemin kat yalnızca mutfak, hela ve servis bölümlerine ayrılmıştır Yalının selamlık kısmında bir kayıkhane, harem kısmında da bir hamam bulunmaktadır

Bezeme yönünden selamlık kısmı hareme göre çok daha zengindir Harem mekânlarının tavanları desenli çıtalarla bezenmiştir Selamlık bölümünde ise tavanlar kalem işleri ile bezelidir Güneydeki odanın tavanına örtülen muşamba üzerine de yağlı boya resimler yapılmıştır

Mustafa Fazıl Paşa Yalısı (Üsküdar)

İstanbul Üsküdar ilçesi, Kandilli İskelesi’nin yanında Mısırlı Prens Mustafa Fazıl Paşa’nın yalısı bulunuyordu Yapım tarihi kesinlik kazanamamakla beraber, ilk sahibinin Silahtar Mustafa Paşa olduğu söylenmektedir Sultan IV Mustafa devrinde Enderun’dan vezir olarak çırağ edilen Süleyman Paşa bu yalıda bir süre yaşamış ve Sultan II Mahmut’un tahta çıkışı ile birlikte Şam Valisi olarak İstanbul’dan ayrılmıştır XIX yüzyılın başlarında satın alan Mustafa Fazıl Paşa yalıda bazı değişiklikler yapmıştır

Mustafa Paşa’nın Beyazıt civarında büyük bir konağı ve Çamlıca’da da büyük bir köşkü vardı Yaz aylarında burada kısa bir süre kaldığı kaynaklardan öğrenilmiştir

Mustafa Fazıl Paşa 16 yaşında İstanbul’a gelmiş Babıâli’ye girmiş, 28 yaşında da vezir rütbesini almıştır Sultan Abdülaziz’in Mısır’daki veraset usulünü Hıdiv İsmail Paşa’nın çocukları lehine değiştirmesi Fazıl Paşa’yı küstürmüş ve Sultan Abdülaziz’in aleyhinde çalışan yeni Osmanlılarla yakınlık kurmuştur Uzun süre bu cemiyete maddi yardımlarda bulunmuş, bir süre Türkiye’den ayrılarak Avrupa’da yapılan hürriyet kavgalarına karışmıştır Bu arada Abdülaziz’e yazdığı “Padişahların sarayına en güç giren şey doğruluktur” diye başlayan mektubu da çok ünlüdür Mısır’da veraset usulünün değiştirilmesinden sonra Mustafa Fazıl Paşa’nın Mısır Hıdivi olması ihtimali ortadan kalkınca Mısır’daki emlakine karşılık kendisine Mısır hazinesinden beş milyon lira verilmiştir Paşa bu parayı on yıl içerisinde tüketmiş, son zamanlarında sıkıntı çekmiş, bir ara bir altın leğen ibriği, bir murassa enfiye kutusunu bir bankere rehine olarak vermek zorunda kalmıştır Onun bu durumu Hıdive bildirilmiş ve kendisine ayda 2 bin lira para bağlanmıştır Ancak paşa bu parayı bir defa almış ve 1876 yılında Beyazıt’taki konağında ölmüştür

Mustafa Fazıl Paşa hoş sohbet ve misafirperver bir kişi olduğundan Kandillideki yalısında ve Beyazıt’taki konağında devamlı misafirlerini ağırlamıştır Kaynaklardan İstanbul’daki ilk maskeli balonun Sultan Abdülaziz zamanında Mustafa Fazıl Paşa’nın bu yalısında düzenlendiği öğrenilmektedir O günlerde Jön Türklerin hareketlerini izleyen Şehzade Abdülhamit bu balolarla ilgili anılarında bazı bilgiler vermektedir: “Baloyu amcam Sultan Aziz zamanında Çamlıca'da Fazıl Paşa Köşkü'nde yapmış Bu baloda Namık Kemal Bey, Sami Bey gibi bazı zevat da davetli idiler Onlar da donsuz bir entari giymişler, kırmızı gravat takmış, yalın ayak, baş açık sofrada iyş ü nuş etmişler

Mısırlı Mustafa Fazıl Paşa Mısır Hıdivi İsmail Paşa’nın küçük kardeşi olup, 1829 yılında Kahire’de doğmuştur İsmail Paşa’dan dört saat sonra doğmasından ötürü Hıdivlik hakkını kaybetmiştir Paşa’nın bu dört saatlik geç doğmasına her zaman canı sıkılmıştır İsmail Paşa Hıdiv olarak İstanbul’a birçok kez gelmiş ve Emirgan’daki yalısında kalmıştır Mustafa Fazıl Paşa onun bu gelişlerinden birisini Kandillideki yalısında dürbünle izlerken yanındakilerden biri şöyle demiştir: “Ey Rabbim, bu kadar külfet, bu kadar teşrifat hep şu dört saatlik farktan mı ileri geliyor” Buna karşılık Paşa da; “Orası öyle amma eğer o fark olmasaydı biz de sizi kazanamazdık” demiştir

Sultan II Abdülhamit tahta çıktıktan sonra Kandillideki Mustafa Fazıl Paşa Yalısı’nı kardeşi Cemile Sultan için satın almıştır Bu konuyu mabeyn feriki Eğinli Sait Paşa anılarında şöyle belirtir: “Merhum Mustafa Paşa’nın yalnız 20 bin lira kıymetinde olan Kandillideki sahilhanesini 25 bin liraya Sultan Hamit tarafından satın alındığı ve senetlerinin kendisi vasıtası ile sultana gönderildiğini, bu büyük hediyeye mukabil sultanın, başağası ile 400–500 lira değerinde murassa bir enfiye kutusunu yolladığını ve padişahın kendi ihsanına karşı böyle değersiz bir hediye verilmesine pek canı sıkıldığını o akşam mabeyne gelen Cemile Sultan’ın kocası Mahmut Paşa’ya söylemiştir Mahmut Paşa da daha sarrafa borcu ödenmemiş kutuyu geri almıştır

Cemile Sultan Kandillideki yalısında çok fazla oturmamış, Erenköyü’ndeki köşkünde yaşamıştır Yalıyı da resim yapan, ava meraklı Prens Celaleddin Bey’e bırakmıştır Prens Celaleddin Bey’in I Dünya Savaşı’nda ölümünden sonra VI Mehmet Vahidettin tarafından kızı Ulviye Sultan için satın alınmıştır İstanbul’un İtilaf Ordusu tarafından ele geçirilmesi sırasında Rumlar bu yalıyı satın almak istemişlerdir Yalı Cumhuriyetin ilk yıllarında yıkılmıştır

Yalının harem ve selamlıktan meydana geldiği, rıhtımından selamlık bahçesine girildiği kaynaklardan öğrenilmektedir Selamlık girişinde mermer bir taşlığa, oradan da sağ ve sol yöndeki iki büyük salona geçiliyordu Girişin karşısındaki holün karşı tarafında dört mermer direk üzerine oturtulmuş bir sahanlık ve çift yönlü parkeden muhteşem bir merdiven bulunuyordu Bu merdivenlerin çevresi somaki mermer kaplı idi Üst katta büyük bir sofa ve bu sofanın sağ ve solunda iki büyük salona geçiliyordu Prens Celaleddin Bey zamanında her odada renkli Hereke halıları bulunuyordu Alt kattaki üç salondan biri koyu fes renginde, diğerleri yeşil ve sarı renkte boyanmış salonlardı Üst kattaki salonlar ise mavi, beyaz ve pembe renge boyalı idi

Yalının plan düzeninde koridorlar ön plana çıkarılmıştı Yatak ve oturma odaları bu koridorlar üzerine yerleştirilmiştir Üst kattaki koridorlardan sağ taraftakinde içerisi renkli çinilerle döşeli iki büyük kurnası olan bir de hamamı vardı


Mahmut Nedim Paşa Yalısı (Üsküdar)

yüzyılın ikinci yarısında yaptırmıştır Burada bulunan Mahmut Nedim Paşa’nın büyükbabası Selim Sabit Efendi’ye ait yalı yıkılmış, çevresindeki yalıların da arsaları satın alınmıştır

Yalı eklektik üslupta, harem ve selamlık olmak üzere iki bölümden meydana gelmiştir Yalının cadde yönünde de Ağalar Odası bulunmaktadır Selamlığın bahçesinde ise yalının müştemilatından olan ve yakın tarihlerde restore edilen, özelliğini yitirmiş bir yapı daha bulunmaktadır Yalının su gereksinimi rasathane sırtlarından toprağın altından ve üstünden geçirilen boruların oluşturduğu bir su tesisatı ile sağlanmıştır

Geleneksel Osmanlı ev ve yalı mimarisi tiplerinden bir örnek olup, iç sofalı plan düzeninde yapılmıştır Klasik üslupta bağdadi sıvalı ahşap karkas sistemi burada uygulanmıştır Yalının 13 odası ile iki sofası bulunmaktadır İki katlı haremin bir bölümünü oluşturan ve harem ile içeriden bağlantısı bulunan üç katlı, üzeri piramidal külahlı bir kule bulunmaktadır Bu kulenin her katına bir oda yerleştirilmiştir Harem bölümünün odalarının tavanları geniş ve uzun tahtalardan oluşturulmuş, geometrik desenlerle bezenmiştir

Deniz kıyısında rıhtımı olan yapının her iki katı birbirinden sade bir silme ile ayrılmıştır Cephe düzeninde altlı üstlü dikdörtgen söveli altışar pencere bulunmaktadır Yapının hamam ve mutfak mekânları haremin semin kat sofası ile bağlantılıdır Buradaki hamam iki bölümlüdür ve dökme mozaik zeminlidir Mutfak bölümü ise onarımlar sonucu özelliğini yitirmiştir

Yalının selamlık bölümü 1960’lı yıllarda yanmış Y Mimar Sedat Hakkı Eldem tarafından eski yerinden biraz daha geriye çekilerek yeniden yapılmıştır Bu bölümün denize bakan cephesi ve çatısı dışında tüm aksamı ve planı değiştirilmiştir

Eski kaynaklardan yalının içeriye kadar uzanan geniş bir kayıkhanesinin olduğu ve buraya iki saltanat kayığının sığdığı öğrenilmektedir Bahçesinde bir de selsebili vardır Bahçenin harem bölümüne bitişik küçük bir yapı daha bulunmaktadır Günümüzde değişikliğe uğramış bu yapının Mahmut Nedim Paşa’nın oğlu Prof Nebil Bilhan’ın Kütüphanesi olduğu söylenmektedir Harem bölümü uzun yıllar Kızılay Hemşire Yurdu olarak kullanılmıştır

Günümüzde yalının harem ve selamlık bölümlerinin mal sahipleri farklı kişilerdir


Tırnakçı (Çürüksulu) Yalısı (Üsküdar)

Tırnakçı Yalısı 1798 yılındaki Açık Türbe Yangınında yanmıştır

Bugünkü Çürüksulu Ahmet Paşa Yalısı da Tırnakçızadelerin yaptırmış olduğu yalının yalnızca bir bölümünü oluşturmaktadır Bu yalının XIX yüzyılın başlarında yaptırıldığı sanılmaktadır Kaya temeller üzerine oturtulmuş olan bu yalıyı eski büyükelçilerden Muharrem Nuri Birgi 1968’de satın almış, onarmıştır Yalıyı onaran YMimar Turgut Cansever XVI yüzyıldan kalma meşe sütunlara rastladığını söylemiştir Buna dayanılarak yalının çok daha eski tarihlere ait olduğu sanılmaktadır

Geniş bahçe içerisindeki yalının diğer örneklerinde olduğu gibi anıtsal bir görünümü bulunmamaktadır Giriş holü içerisinde yemek holüne yer verilmiştir Ancak iç mimarisi Avrupa’nın XIX yüzyılda Osmanlı mimarisine etkisini göstermektedir İki katlı olan yalının ince uzun geniş pencereleri Marmara Denizi’nin Sarayburnu kesimine bakmaktadır Karnıyarık planında yapılmış olan yalının her iki katında da ortada geniş sofalar ve bunun etrafına sıralanmış odalara yer verilmiştir Üzeri geniş saçaklıklı ahşap bir çatı ile örtülmüştür

Tırnakçızadelerin yaptırmış olduğu yalıdan ise günümüze hiçbir iz ve kalıntı gelememiştir


Köçeoğlu Yalısı (Üsküdar)

İstanbul ili Üsküdar ilçesi Çengelköy’de bulunan bu yalıyı Sultan V Murat’ın ünlü sarrafı Agop Köçeoğlu 1780 yılında yaptırmıştır Boğaziçi’nin en güzel yapılarından olan bu yalı uzun yıllar harap bir halde kalmış, 1943 yılında da yıktırılarak ortadan kaldırılmıştır Ancak yalının orta salonuna ait bezemeli tavanı yıkıcılardan satın alınarak onarılmış Fatih Sultan Mehmet’in yaptırmış olduğu Topkapı Sarayı’ndaki İmrahor Odasına monte edilmiştir

Köçeoğlu yalısı harem ve selamlık bölümlerinden meydana gelmiştir Harem bölümüne ait uzaktan çekilmiş bir fotoğraftan bilgi edinilmektedir Buna dayanarak harem cephesinin selamlıktan daha geniş ve derinliği de daha fazla idi Yalı önünden geçen caddeye eli böğründelerle taşırılmış ve aşı boya ile boyanmıştır Yalı iki sofalı plan tipine göre yapılmıştı Ortada sofa ile yan avluya bakan küçük sofa haremi bahçeye açılan bir başka sofası daha bulunmakta idi Bu sofa ile selamlıkla bağlantı sağlanmakta idi Merkezi plan tipindeki harem sofasının köşeleri yuvarlatılmıştır Bu sofa deniz ve arka bahçeden iki sütunla ayrılmış eyvanlarla tamamlanıyordu Büyük sofanın dört köşesine de dört ayrı oda yerleştirilmişti Sonraki yıllarda deniz ve cadde yönüne üç ayrı odanın açıldığı bir yan sofa daha eklenmiştir

Yalıda alt ve üst kat planları birbirlerinin tekrarıdır İçerisi XVIII yüzyılın ikinci yarısını yansıtan motiflerle bezeli idi Dış görünümü içine göre oldukça sade idi Kesme taştan rıhtım duvarı üzerindeki zemin katı dış cepheye çok sayıda pencere ile açılmıştır Bu görünüm de yalıyı diğer Boğaziçi yalılarından ayırmaktadır YMimar Sedat Hakkı Eldem bu yalının bir restitüsyon projesini hazırlamıştır


Serasker Rıza Paşa Yalısı (Üsküdar)

yüzyılın ikinci yarısında yaptırılmıştır Yalının ilk sahibinin Mustafa Nuri Paşa (1824–1889) olduğu bilinmektedir Mustafa Nuri Paşa Sultan Abdülaziz (1830–1876 ) zamanında Mabeyn Başkâtibi olmuş, daha sonra Sadaret Müsteşarlığına getirilmiş, 1885’te Evkaf Nazırı olmuştur İstanbul’da ölmüş ve Süleymaniye Camisi’nin haziresine gömülmüştür

Yalı sonraki yıllarda Serasker Rıza Paşa’ya devredilmiştir Sultan Abdülmecit ( 1878–1909) müşiri Serasker Rıza Paşa (1809–1877) Divanyolu’nda Sultan Mahmut Türbesi’nin haziresinde gömülüdür

Yalı art-nouveau üslubunda, bodrum, zemin ve çatı katından, harem ve selamlık bölümlerinden meydana gelmiştir Günümüze yalnızca selamlık bölümü gelebilmiştir Yalı çeşitli dönemlerde yapılan onarımlar sonucu özelliğinden büyük ölçüde uzaklaşmıştır Cephe görünümü devrinin özelliklerini yansıtacak biçimde kemerler içerisine alınmış pencerelerle hareketlendirilmiştir İç mekânda orta sofa etrafında sıralanmış odalardan meydana gelmiş, üzeri geniş bir saçakla örtülmüştür


Mabeyinci Ragıp Paşa Yalısı (Kadıköy)

İstanbul ili Kadıköy ilçesi Caddebostan’da bulunan bu yalı Ragıp Paşa tarafından XIX yüzyılın sonlarında Sirkeci Garı’nın mimarı Jasmund’a yaptırılmıştır Yalı 105000 altına çıkmıştır Yapıldığı Sultan II Abdülhamit döneminde yalı ile ilgili bir takım dedikodular yapılmış, bu arada II Meşrutiyet’ten ötürü de Ragıp Paşa bu yalıda oturamamıştır

Yalı Avrupa mimarisi etkisinde, kesme taştan yapılmış olup, iki kenarına çokgen gövdeli birer kule yerleştirilmiştir İki katlı olan yalının cephesi boş yer kalmamacasına pencereler, sütunlar, sütunçelerle doldurulmuştur İki yan kanattaki kuleler yapının ana bünyesinden bir kat daha fazladır İç kısmında barok ve rokoko üslubu karışımı bezemeler bulunmaktadır


Amcazade Hüseyin Paşa (Meşruta Yalı) Yalısı (Beykoz)

Mustafa (1695–1703) devrinin sadrazamı Köprülü ailesinden Amcazade Hüseyin Paşa tarafından 1797–1698 yıllarında yaptırılmıştır

Amcazade Hüseyin Paşa, Köprülü Mehmet Paşa’nın erkek kardeşinin oğlu ve Fazıl Ahmet Paşa’nın da amcası idi Sultan II Mustafa döneminde çeşitli görevlerde bulunmuş, 1607–1702 yıllarında da Sadrazamlık yapmıştır Paşa’nın Fatih, Saraçhanebaşı’nda bir de külliyesi bulunduğu gibi İstanbul ve Edirne’nin çeşitli yerlerinde eserleri vardır

Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı selamlık ve harem bölümlerinden meydana gelmiştir Bunlardan harem dairesi selamlığın 70–80 m kadar güneyinde yer alıyordu Günümüze gelemeyen haremin eski fotoğraflarından iki katlı, iki büyük sofalı, 15–20 odalı olduğu sanılmaktadır Harem bölümünün denize yönelik çıkmalı üç geniş odası vardı Bu bölüme 1893 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Rumeli göçmenleri yerleştirilmiş bu nedenle tahrip olmuş ve bir yangın sonucu da ortadan kalkmıştır

Harem ve selamlık bölümünün arasında bir bahçe, arkasındaki tepenin eteklerine kadar uzanan geniş bir alanı vardı Kaynaklardan öğrenildiğine göre; günümüze gelen selamlık divanhanesinden çıkan bir yol Zarifi Paşa ve Esat Bey yalılarının altından geçerek hareme kadar ulaşırdı Amcazade Hüseyin Paşa yalısının yapımından sonra devrin ünlü şairi Nazım, bununla ilgili bir tarih düşürmüştür:

“Gazi Hüseyin Paşa yani Vezir-i Azam
Daldan dadı kuster destur-u kârı ferman
Çarhı saadet üzre yekta mehi cihantâb
Bucu şerefte Rahşan hurşidi alem ânâ
Mimarı tab’ı pâki deryaya karşu yaptı
Bir böyle hurrem âbâd me’vayı hâlet efsâ
Guya bu tarhı rânâ bir şuhu bi bedeldir
Çıkmış kenara eyler rindana seyri derya
Eyvanı serbülendin seyr eyleyüp acem mi
Geçse yere hayadan taku revakı kisra
Ali binayı ziba kâşane-i zerandâd
Valâ makamı dikleş bünyadı ruh bahşâ
Didei Nazım hatif tarihini bu tarhın
Bahrı üzre tarhı ziba câyı Hüseyin Paşa
h1111 (1699)

Amcazade Hüseyin Paşa’nın vakfını yönetecek evlat ve soyunun oturmasını şart koştuğu bu yalının salonlarından Osmanlı hükümeti zaman zaman yararlanmıştır Burası bir süre hariciye köşkü gibi kullanılmış, Sultan III Ahmet’in veziriazamı Damat İbrahim Paşa yabancı elçileri burada kabul etmiştir Yerli ve yabancı yazarların, gezginlerin hayranlıkla sözünü ettiği bu yalıda Karlofça Antlaşması nedeni ile Avusturya elçisine muhteşem bir ziyafet verilmiştir Devrin Vakanüvislerinin sözünü ettiği bu ziyafet, o zamanın İstanbul’u için son derece önemli bir olay olmuştur Bunlardan öğrenildiğine göre davetliler çeşitli bayraklarla, fenerlerle süslenmiş üç büyük gemi ile birbirini izleyerek peş peşe yalıya gelmişlerdir 300 kürekçinin kürek çektiği gemilerin en büyüğünde Osmanlı devletinin önde gelenleri ile sefirleri bulunuyordu Kıyıya yaklaşırken yalının çevresinde yanıp sönen fenerler, meşaleler gemidekilerle birleşmiş, deniz üzerindeki kayıkların ışıkları da bunlara eklenince çevre bir renk cümbüşüne dönüşmüştü Bütün bunların yanı sıra gemilerin zincir gürültülerine yalıdan yükselen sazendelerin, hanendelerin şarkıları, ney, tambur, santur, kanun, nefir, musikâr ve keman sesleri karışmıştır Böylece Boğaziçi o güne kadar yaşamadığı ve bir daha yaşayamayacağı bir geceyi yaşamıştır

Amcazade Hüseyin Paşa Yalısının deniz üzerine eli böğründelerle, çıkmalarla, direklerle uzanan divanhanesi ondan sonra, 1650–1750 yıllarında Boğaziçi’nde yapılan en az 50 civarındaki yalıya da örnek olmuştur Yalının bezemeleri barok rokoko üslubundan etkilenmiş ve Osmanlı süsleme sanatı da onları tamamlamıştır

Cihannüma olarak nitelenen divanhane, ters T plan şeklinde olup, bu şekli ile üç yönden Boğaz’a bakış sağlanmıştır Kırmızı aşı boyalı yalının üç yanında sıralanmış pencereler, oldukça alçak tutulmuştur Bunun sonucu olarak da deniz üzerindeki gölge ışık oyunları tavanlara, duvarlara yansıtılmıştır Alçak pencereler ile saçak çizgisi arasında kalan cephe çıtalarla, üzerleri sivri kemerli düşey panolarla birbirlerinden ayrılmıştır Divanhanenin üzeri Osmanlı ağaç işçiliğinin, oymacılığının en güzel örneklerinden olan ahşap bir kubbe ile örtülmüştür Kubbe dışında kalan bölümler tekne tavanlarla örtülmüş, bunları geometrik şekilde ağaç işleri, mukarnaslar ve sarkma topuzlar tamamlamıştır Ahşap kubbenin altına da son derece sanatkârane, yekpare mermerden oyulmuş bir havuz yerleştirilmiştir Divanhanenin duvarları altın yaldızlı pano ve nakışlarla bir çiçek bahçesi gibi bezenmiştir Stalaktitli kornişler, çeşitli çiçek ve yaprak motifleri yalı duvarlarını boş yer bırakmamacasına kaplamıştır Burada kırmızı, kurşuni, beyaz renkli yapraklar arasındaki vazolardan çıkan güller veya yalın güller, laleler, karanfillerden oluşmuş buketler olup, mavi desenli beyaz çinili vazolar da onları tamamlamıştır Ayrıca pencere pervazları, kapı ve dolap kapakları fildişi bağ kakmalardan yapılmıştır

XIX yüzyıl sonu, XX yüzyıl başlarında kendi haline terk edilen yalı, ilk kez Türkiye Anıtlarının Korunmasına Yardım Derneği tarafından 1947 yılında kısmen onarılmıştır Ardından Milli Eğitim Bakanlığı yönetimindeki Topkapı Sarayı Müzesi’nce onarılmıştır Bu onarımı YMimar Cahide Tamer tarafından yapılmıştır Bu arada yalının temelleri sağlamlaştırılmışsa da içeriye akan yağmurlar rutubete bezemelerde yer yer dökülmelere, ağaç işlerinde de bozulmalara neden olmuştur Son olarak yalı TAÇ Vakfı tarafından 1956 yılında yıkılmasını önlemek amacıyla kısmen onarılmıştır

Yalının eski selamlık dairesinin hamam, mutfak ve hizmetkârlar dairesinin bahçedeki, bugünkü sokak seviyesine kadar uzanan alanda olduğu sanılmaktadır


Göksu Yalıları (Beykoz)

XVIII-XIX yüzyıllarda Göksu kıyılarında sıralanmış bazı yalılar olduğu Bostancıbaşı Defterlerinden öğrenilmektedir Bu yalılardan hiçbir iz günümüze gelememiştir Bostancıbaşı Defterlerinde ismi geçen yalılar arasında İzzet Paşazade Sait Bey Yalısı, Sabık Şam Kapı Kethüdası İbrahim Bey veresesinin Yalısı, Hazine Kesedarı Efendi’nin yalısı, Mustafa Ağa’nın oğlunun yalısı, Tahir Ağazade Şakir Ağa’nın yalısı, Anadolu Kalemi Kâtibi Emin Efendi’nin yalısı, Gülsüm Hanım’ın yalısı, Yemişçizade Ahmet Bey’in yalısı, Salih Ağa’nın yalısı, Osman Ağa’nın yalısı, Hacegândan Mehmet Bey ile hemşiresinin yalısı, Şam Valisi Silahtar Süleyman Kulları’nın yalısı, Sabık Kethüda Katibi Tayfur Ağa’nın yalıları bulunuyordu Bu yalılar sonradan el değiştirmiş, yerlerine yenileri yapılmış ve onlarla ilgili hiçbir iz günümüze gelememiştir


Vecihi Paşa (Prenses Rukiye Sultan) Yalısı (Beykoz)

İstanbul, Beykoz ilçesinde, Kanlıca Koyu, Körfez Caddesi’nde bulunan bu yalı Osmanlı döneminde çeşitli valiliklerde bulunan Vecihi Paşa tarafından yaptırılmıştır Vecihi Paşa’nın ölümünden sonra yalının selamlık kısmı kızı Necibe Hanım’a, harem ve orta kısmı da oğulları Devlet Şurası Azası Aziz Bey ile İstinaf Mahkemesi Azası Muhlis Bey’e ve kızı Berlin Viyana Sefirliği yapan Sadullah Paşa’nın eşi Necibe Hanım’a kalmıştır Bundan sonra Aziz Bey yalının orta bölümünü, Muhlis Bey haremi, Necibe Hanım da hissesine düşen selamlığı oğlu Nusret Bey’in eşi Mısırlı Abdülhalim Paşa’nın kızı Rukiye Hanım’a yüzgörümlüğü olarak vermiştir Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın torunu Prenses Rukiye tarafından da1895 yılında yalının selamlığını yıktırarak yeniden yaptırılmıştır Bu nedenle de yalı, Rukiye Sultan Yalısı olarak da tanınmıştır

Aziz Bey’in hissesine düşen kısım ölümünden sonra yıktırılmış ve arsası bir Ermeni’ye rehin edilmiştir I Dünya Savaşı yıllarında Boğaziçi’nin Kanlıca yöresinde türeyen eşkıyalardan ve onların gönderdikleri tehdit mektuplarından ürken prenses yalıyı terk etmiştir Terk edilen yalı günden güne harap olmuş ve oturulamayacak duruma gelmiştir Bu yıllarda yalıyı satın almak isteyenler çıkmışsa da prenses yalıyı satmamış, sonunda yakınlarının teşviki ile Hıdiv İsmail Paşa’nın kardeş çocuğu Prenses İffet Hanım’a satmıştır Prenses İffet Hanım yalının orijinal şeklini bozmadan onartmış, tavanlarındaki süslemelerin eksiklerini de tamamlamıştır Prenses İffet’in ülkeden kaçmasının ardından 1957 yılında Özdemir Atman tarafından satın alınmıştır Yalı günümüzde Atman ailesinin konutu olarak kullanılmaktadır

XIX yüzyıla tarihlendirilen bu yalı Neo-Klasik üslupta, harem ve selamlık bölümü olarak yapılmıştır Yalının selamlık kısmı Prenses Rukiye Sultan tarafından yenilenmiştir

Yalı üç katlı, orta sofalı plan tipindedir Oval biçimdeki orta sofanın çevresine deniz ve bahçe yönlerini görecek biçimde birer eyvan ve sofaya açılan odalar yerleştirilmiştir Yalının son zamanlarda yapılan restorasyonu sırasında bu odalar kaldırılmış, yerlerine iki mutfak ve bir banyo yerleştirilmiştir

Bahçe içerisindeki yalının önünde denize yönelik bir rıhtım bulunmaktadır Yalının üçüncü katına bir balkon yerleştirilmiştir Ayrıca deniz cephesinde yalı boyunca yükselen çıkmada bulunan bu merdivenle ikinci kata çıkılmaktadır Yalının diğer yanında da ayrı bir girişi olup, zemin kattadır Yalının katları birbirlerinden kornişlerle ayrılmıştır Alt kat pencereleri sade ve demir parmaklıklıdır Orta kat pencereleri panjurlu olup, üzerlerine üçgen alınlıklar yerleştirilmiştir Oldukça geniş olan çatı saçağını ise zarif konsollar taşımaktadır Tavanlarında yer yer orijinal ahşap kabartma izleri bulunmaktadır


Zarif Mustafa Paşa Yalısı (Beykoz)

yüzyılın sonu veya XVIII yüzyılın başında yapıldığı sanılmaktadır Yalıya ismini veren Zarif Mustafa Paşa yalıyı, Paşa’nın el yazısı ile yazdığı ve torunlarından birinin elinde bulunan anılarından 1848’de satın aldığı öğrenilmektedir Ancak kimden aldığı belirtilmemiştir Kaynaklarda paşanın bu yalıyı üçüncü sahibi olan, Sultan II Mahmut’un (1784–1839) Kahvecibaşılığını yapan, Enderun’dan yetişmiş Kani Bey’den satın aldığı belirtilmektedir Kani Bey Sarıkçıbaşılık, Defter Eminliği yapmış ve 1849 yılında da ölmüştür

Sicil-i Osmanî’den öğrenildiğine göre Zarif Mustafa Paşa Hassa Süvari Alay Kâtiplerinden olup, Mirliva ve Ferik olmuştur 1845 yılında Dar-i Şüra Reisi olmuş, 1846’da bu görevden ayrılarak Mirmirani rütbesi ile Kudüs Mutasarrıfı olmuştur Bundan sonra 1847’de Ferik rütbesine yükseltilmiş, 1849 yılında Konya ve Halep Valisi olmuştur Bu görevden kısa bir süre sonra azledilmiş, ardından Vidin ve Erzurum Valisi, Anadolu Ordusu Müşiri olmuştur 1859 yılında Meclis-i Vâlâ Azası olmuş 1863 yılında da ölmüştür Karacaahmet Mezarlığı’nda gömülüdür

Mustafa Zarif Paşa Yalısı harem, selamlık ve mehtabiye köşkü olmak üzere üç ayrı bölümden meydana gelmiştir Mehtabiye köşkünün bir bölümü günümüze gelebilmiş ve bu bölüm çeşitli onarımlar nedeni ile özelliğini büyük ölçüde yitirmiştir Haremin bir kısmı 1918–1919 yıllarında yıkılmış, kalan bölümüne de 1971 yılında bir gemi çarpmış ve böylece harem bölümü günümüze gelememiştir Günümüze yalnızca selamlık kısmı gelmiştir Restore edilen bu bölüm iyi bir durumdadır Zarif Mustafa Paşa Yalısı yıkılmadan önce kayıkhanesi, bahçeleri, limonluğu ve ahırları ile birlikte Boğaziçi’nin en büyük yalılarından birisi idi

Amcazade Hüseyin Paşa yalısı ile bu bakımdan benzerlikleri bulunmaktadır

Yalının iyi bir durumda günümüze gelen selamlık kısmı bazı kaynaklara Zarif Mustafa Paşa’nın torunu olan ve Devlet Şurası Azalarından Esat Bey’in ismi ile geçmiştir Neo-Klasik devir özelliklerini taşıyan bu yapı iki katlı olup, sarı boyalıdır Orta sofalı plan tipinde olup, deniz cephesindeki üçgen alınlıklı konsolların taşıdığı bir bölümle dışarıya taşırılmıştır Orta sofa etrafında sıralanmış salon ve odalardan meydana gelen yalının katları silmelerle birbirlerinden ayrılmıştır Aydınlığı sağlayan pencereler dikdörtgen sıra halinde dizilmiş olmasına rağmen, denize çıkmalı bölümde yuvarlak kemerli pencerelere de yer verilmiştir Yalının hamamı sıcaklık ve soğukluktan meydana gelen klasik Osmanlı hamam planı şeklindedir

Rasim Paşa Yalısı (Beykoz)

İstanbul ili Beykoz ilçesi, Çubuklu’da bulunan Rasim Paşa Yalısının XIX yüzyılın sonlarında yapıldığı sanılmaktadır Yalı 1897 yılında yanmış ve ertesi yıl yeniden yapılmıştır Ancak bu kez eskisinden biraz daha küçük ölçüde yapılmıştır Yalıya ismini veren Trablusgarp Valisi Rasim Paşa öldükten sonra varisleri tarafından İstanbul Belediyesi’ne satılmıştır Belediye yalıya herhangi bir fonksiyon verememiş, Belediye Meclisi’nin aldığı bir kararla İstiklal Savaşı komutanlarından Şükrü Naili Paşa’ya hediye edilmek istenmiştir Ancak paşa İstanbul Belediyesi’nin bu hediyesini kabul etmemiştir Bunun üzerine yalı özel idareye devredilmiş, ardından 36 İlkokul olmuştur Onarılmayan yalı okul olduktan sonra daha da harap olmuş, çöküntüler başlamış böyle olunca da okul başka bir yere nakledilmiştir Yalı da kendi haline bırakılmıştır Yalının restorasyonu 1988 yılında başlamıştır

Yalının mimarının kim olduğu bilinmemektedir Yapıldığı dönem ve ampir üslubu dikkate alınarak Balyan ailesinden biri tarafından yapıldığı sanılmaktadır Yalı zemin kat üzerine iki katlıdır Boğaziçi’ndeki diğer yalılardan ayrı olarak simetrik bir plan burada uygulanmamıştır Harem ve selamlık olarak yapılan yalıda orta sofaların etrafına odalar sıralanmıştır Katlar arasında tek yönlü ve çift yönlü merdivenler bağlantıyı sağlamıştır

Yalı denizden üç, karadan da iki katlı idi Kuzey ve deniz cephesinde alınlıklı yapı boyunca yükselen çıkmaları bulunuyordu Yalının kara yönündeki cephesi diğerlerine göre daha sadedir Bu cephede silmeli, dikdörtgen pencerelere yer verilmiştir Diğer cephelerde ise dikdörtgen pencerelerin yanı sıra yuvarlak kemerli pencereler de onların yanına yerleştirilmiştir Denize bakan cephesinde iki uca birer tane, üzerleri üçgen alınlıklı ikili pencere yerleştirilmiştir Yalının girişi kuzey cephesinden üçgen alınlıklı merdivenli, dört sütunlu bir açıklıktadır Yalıda katlar birbirlerinden kornişlerle ayrılmıştır İç bezemesinde tavanlara önem verilmiş, geometrik çıtalı bezemelerin yanı sıra resimler de burada kullanılmıştır


Keçecizade Fuat Paşa Yalısı (Beykoz)

İstanbul ili Beykoz ilçesi, Kanlıca’da bulunan Keçeci Fuat Paşa Yalısı XIX yüzyılda yapılmıştır Yalıyı Keçecizade Mehmet İzzet Efendi’nin oğlu Doktor Mehmet Fuat Paşa harem ve selamlık olarak büyük bir bahçe içerisinde yaptırmıştır

Keçecizade Mehmet Fuat Paşa (1815–1868) Sultan Abdülaziz zamanında iki defa sadrazamlık, seraskerlik, hariciye nazırlığı ve büyükelçiliklerde bulunmuştur Şair Keçecizade İzzet Molla’nın oğlu olup, İstanbul’da doğmuş, Tıphane ismi ile ilk defa açılan Tıp Fakültesinde eğitim görmüş ve hekim olmuştur Tophane Hekimi olarak Çengeloğlu Tahir Paşa’nın maiyetinde Trablus Seferine katılmıştır Bundan sonra hekimliği bırakarak diplomat olmak için 1837’de Babıâli tercüme odasına girmiştir Çok iyi Fransızca bilen Fuat Paşa’yı o zamanın Hariciye Nazırı Büyük Reşit Paşa tarafından himaye görmüştür Mütercim-i Evvel ve Londra elçiliği başkâtibi (1838), Madrid elçisi (1844) ve Divanı Hümayun (1844) tercümanı olmuştur Ardından Bükreş ve Petersburg elçiliklerinde bulunmuş ve Sadaret Müsteşarlığına getirilmiştir Fuat Paşa Hariciye Nazırı iken Sultan Abdülaziz ile birlikte Avrupa seyahatine katılmış, aynı zamanda edebiyatla da ilgilenmiş Ahmet Cevdet Paşa ile birlikte ilk Osmanlı gramerini yazmıştır Bu eser sonradan Cevdet Paşa tarafından kendisine mal edilmiştir Nesir ve Divan tarzında şiirleri de bulunmaktadır

Keçeci Mehmet Fuat Paşa Molla, hekim ve devlet adamlığı yanında, güzel konuşması ve nüktedanlığıyla tanınmış, 1869 yılında Fransa’nın Nice kentinde vefat etmiştir, cenazesi bir Fransız gemisi tarafından getirilmiş İstanbul’da Peykhane Sokağı’nda kendi yaptırdığı caminin yanına gömülmüştür

Keçecizade Fuat Paşa bu yalıda Osmanlı İmparatorluğu’na yön veren kararlar almış ve siyasi görüşmeler yapmıştır Burada düzenlenen toplantılara başta Sultan Abdülaziz olmak üzere yerli ve yabancı devlet adamları gelmiştir Kanlıca Muayidesi ismi ile tanınan bir antlaşma da yine bu yalıda imzalanmıştır O günlerde yalıyı sık sık ziyaret eden yabancı bir devlet adamı da Yalıyı şöyle tanımlamaktadır:

“Fuat Paşa’nın Kanlıcadaki yalısına ayak basan, kimin karşısına çıkacağını derhal anlar Zira yalının görünüşü bile büyüklük ishar eder Ali Paşa’nın konağı büyük bir konaktır, fakat Fuat Paşa’nın yalısına muhteşem tabirinden başka bir şey bulunamaz Boğziçi’nin dağları üstünde kurulmuş olan bu yalı arkadaki tepelere kadar uzayan büyük koruluklarla çevrilidir Koruluğun üst tarafına çıkıldığı zaman gözler Rumeli ve Anadolu kıyılarını tamamıyla kavrar Yalının etrafındaki mükellef bahçeler herkese açıktır Bildik ve yabancı kim isterse koruluğun altına girerek Boğaz’ın güzelliklerini seyredebilir

Fransız gezgin yalıya bir sabah saatinde gitmiştir Kendisini Fuat Paşa’nın dairesi altında bulunan bekleme salonuna aldılar Salonda paşayı ziyarete gelen birçok Avrupalı iş adamı bulunuyordu Hepsinin koltukları altında planlar, projeler vardı Hepsi şimendifer gibi, kanal gibi sağlam banka teklifleri ile paşayı görmeye gelmişlerdi Hepsi de Onu ikna ederek bir iki milyon alabilme hülyasındaydılar

Fransız seyyah bu ziyaretçileri tetkik ederken üst kattan gelen bir piyano sesi salonu doldurdu Beklemekten yorulan ziyaretçi orada rastladığı İzmirli bir Rum dostu ile beraber kayıkla Boğaziçi gezintisine çıktı Rum dostu ona demişti ki; hele şöyle kayıkla bir gezinti yapalım karlı çıkarız Emin olunuz İstanbul’da yegâne harika şu Boğaziçi’dir İnsan Boğaz’ın sularında ne kadar gezerse, o kadar istifade eder Bir iki saat sonra döneriz Paşa’nın yalıdan çıkıp gittiğini öğreniriz ve üzüntüden kurtuluruz İsterseniz yarın gene Kanlıca’ya gelebilirsiniz, bu defa bahçeleri koruları gezersiniz Fakat paşayı yalıda görmeyi aklınızdan çıkarmalısınız

Keçecizade Fuat Paşa oğlu Nazım Bey’in Vükelâ Vapuru’na binerken ölmesi üzerine bir süre için yalıyı terk etmiştir Fuat Paşa’nın ölümünden sonra da Sait Paşa yalıyı satın almak isterse de Sultan II Abdülhamit “Denizden Hıdiv İsmail Paşa Yalısına yakındır” diyerek buna izin vermemiştir Bunun ardından yalı Hıdiv İsmail Paşa’nın oğullarından Hüsnü Paşa’ya ihsan edilmiştir Onun ölümüyle de Sait Paşa’ya satılmıştır Meşrutiyet’in ilanından sonra Şehzade Yusuf İzettin Efendi ile Sait Paşa arasında yalının arazisi yanındaki Çavuşpaşa Çiftliği için bir ihtilaf çıkmış ve taraflar mahkemeye düşmüşlerdir Bu durumdan da Sait Paşa kazançlı çıkmıştır

Keçecizade Fuat Paşa’nın yalısı çevrede tutuşan otlardan sıçrayan kıvılcımla yanmış, yalının yüksek taş duvarları bir süre ayakta kalmışsa da tehlikeli bir durum gösterdiğinden yıkılmıştır Yalının yanındaki kâgir kemerli su bendinin duvarları da Sultan Mehmet Reşat’ın emri ile yıkılmıştır Bunun da nedeni Sultan Reşat Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa ile Söğütlü Vapuru ile boğazı gezdikleri sırada birçok insanın bu kemerli duvarların altında oturduklarını görmüş, bu yüzden de çökme tehlikesi olabileceğinden ötürü bu duvarları yıktırmıştır

ACabir Vada’dan öğrenildiğine göre yalının bahçesi büyük çam ağaçları başta olmak üzere çeşitli ağaçlarla kaplı idi Yalının arkasında Süngerli Köşk denilen bir yapı bulunuyordu Bu köşk ahşaptan olup, üst katında biri büyük diğeri de küçük odalar vardı Alt katında sünger taklidi merdivenler olmasından ötürü Süngerli Köşk ismi buraya yakıştırılmıştı Yalı ve arsasının cephesinin 125 m uzunluğunda olduğu, yanında kayıkhanesinin bulunduğu öğrenilmektedir


Marki Necip Bey Yalısı (Beykoz)

yüzyıl sonlarında bir Fransız markisi yaptırmıştır Bu marki İslamiyet’i kabul etmiş ve Ahmet Necip ismini almıştır Bu nedenle de Marki Necip Bey Yalısı olarak tanınmıştır Yalının mimarının bir İtalyan olduğu bilinmektedir

Yalı dört katlı ve bir de çatı katından meydana gelmiştir Deniz seviyesi ile üzerindeki yol arasında kot farkı olduğundan cadde yönündeki bir kapıdan yalının dördüncü katına girilmektedir Bu katta önce bir giriş holü, sonra da tonozlu küçük bir mekân vardır Burada alt katlara inen merdivenler bulunmaktadır Dördüncü katta denize cephesi olan geniş bir salon vardır Salonun önüne de oldukça geniş bir teras yerleştirilmiştir Yalının diğer katlarının planları birbirinin eşidir Birinci ve ikinci katlarda denize cephesi olan birer büyük salona yer verilmiştir Yalnız üçüncü kat ile ikinci katın salonuna balkon şeklinde bir bölüm eklenmiştir İkinci ve üçüncü katlarda bahçeye ve caddeye yönelik odalar sıralanmıştır Zemin katta ise deniz seviyesi boydan boya balkonludur Bu balkona kemerli beş pencere açılmaktadır Ayrıca yapının Anadoluhisarı yönündeki yan cephesine de küçük bir balkon yerleştirilmiştir İlk yapılışında kayıkhane olan bölüm de bir vitray ile kapatılmış, önü rıhtım olarak düzenlenmiştir

Zemin kattan bahçeye geçilir Bu geçişin bulunduğu bölüm yapı boyunca aynı yükseklikte bir çıkma şeklindedir Yalının bahçeye bakan cephesindeki zemin kat iki tarafı renkli taşlarla süslü, ince sütunlu ve dilimli kemerlidir Yalının içerisinde tavanlar ve salonlar bitkisel ve geometrik motifli kabartmalarla bezenmiştir

Erdoğan Demirören ailesi 1977 yılından beri bu yalıda yaşamaktadır Yalı 1983 yılında yanmış ve yeni baştan restore edilmiştir


Saffet Paşa Yalısı (Beykoz)

İstanbul ili Beykoz ilçesi, Kanlıca Vapur İskelesi’nin güneyinde bulunuyordu Bu yalıyı Ethem Efendi isimli bir kişi 1760 yılında yaptırmıştır Boğaziçi’nin en eski ve en bakımlı yalılarından biri olarak nitelenen bu yapı Sultan II Abdülhamit döneminde (1876–1909) altı kez Hariciye Nazırlığı, kısa bir süre de Sadrazamlık yapan Saffet Paşa’nın mülkiyetine geçmiştir Saffet Paşa bu yalıyı harap bir durumda 1865 yılında tamir ettirmiştir 1876 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda yapılan Ayastefanos Antlaşması’ndan (1878) sonra bu yalıda tarihi bir toplantı yapılmıştır Bu toplantılardan birisinde Saffet Paşa Kont Şövalov, İgnatiyef Salisburi’nin de bulunduğu bir heyete burada ziyafet vermiştir Ardından içlerinde Prusya Prensi Waldemar, Gloucester Düşesi, Bavyera Prensi Konrad, Somersed Maukham ve Agata Christie’nin de bulunduğu birçok ünlü kişi bu yalıda ağırlanmıştır Saffet Paşa’nın ölümünden sonra ailesine intikal eden yalının son sahiplerinden birisi de Kadri Cenani olmuştur

Saffet Paşa Yalısı harem ve selamlık olmak üzere iki bölümden meydana gelmiştir Ayrıca hamamı, kayıkhanesi de vardı Yalının harem bölümü 1920 yılında yıktırılmıştır Bundan sonra haremin arsası ile selamlık bahçesinin bir kısmı birbirinden ayrılmış, Saffet Paşa’nın ikinci oğlu Faiz Bey’in kızı Aliye Hanım’ın oğlu Sedat Simavi’ye satılmıştır Sedat Simavi de 1939–1941 yıllarında burada yeni bir yalı yaptırmıştır Selamlık bölümü ise 1976 yılında yanmış, arta kalan duvar kalıntıları da yıktırılarak yerine bir betonarme yalı yapılmıştır

Saffet Paşa Yalısı çeşitli dönemlerde yapılan onarımlarla orijinalliğinden kısmen uzaklaşmış olmasına rağmen yine de Türk sivil mimarisinin örneklerinden birisi idi Harem ve selamlık bölümleri orta sofalı plan tipinin simetrik olarak uygulanmasından meydana gelmişti İki katlı yalının arka cephesinden ön cephesine kadar uzanan dikdörtgen sofaları bulunuyordu Katlar arasında bağlantıyı üç kollu merdivenler sağlıyordu Bu sofalara açılan dikdörtgen planlı farklı boyutlarda odaları vardı Bu odalardan bazıları ahşap direk ve konsollarla dışarıya doğru genişletilmiştir Selamlığın güney cephesinde bir eyvan içerisinde girişi vardı Bu girişin içerisine son derece güzel bir çini pano yerleştirilmiştir Buradaki zemin yükseltilmiş, mermerle kaplanmış, eyvanın önüne de Rodos işi çakıllarla bir bezeme yapılmıştı Yalının bütünü barok ve ampir üslubunu yansıtıyordu Odaların ahşap oymalı tavanlarındaki bezemelerinin Hasköy sandalcıları tarafından yapıldığı yalının son sahibi Kadri Cenani söylemiştir

Bu yalıdaki bir başka özellik de Batılılaşma dönemi Osmanlı sivil mimarisinin kendine özgü kemerli nişlerinin bulunuşudur Harem ve selamlık arasındaki avlu XIX yüzyılın sonlarında yapılan bir onarım sırasında ortadan kaldırılmış ve buraya bölümleri birbirine bağlayan iki koridor eklenmiştir


Sedat Simavi Yalısı (Beykoz)

İstanbul ili Beykoz ilçesi, Kanlıca’da bulunan Saffet Paşa Yalısı’nın yıktırılan haremi ile harem bahçesinin tamamı, eski Yedigün Müessesesinin sahibi, Hürriyet Gazetesinin kurucusu Sedat Simavi tarafından satın alınmıştır Burada 1938 yılında kâgir bir yalının yapımına başlanmışsa da II Dünya Savaşı’nın çıkması ile yapı malzemesinin sağlanmasında güçlükler çıkmış ve yalı ancak 1941 yılında tamamlanmıştır

Eski Boğaziçi yalılarına benzemeyen bir mimari üslupta olan bu yalı Kanlıca’da ilk kaloriferli bina olarak tanınmıştır


Halil Ethem Eldem (Osman Hamdi Bey) Yalısı (Beykoz)

Abdülhamit’in (1876–1909) sadrazamlarından Ethem İbrahim Paşa tarafından XIX yüzyılın ikinci yarısında yaptırılmıştır

Neo-Klasik üsluptaki yalı harem ve selamlık olmak üzere iki bölümlü simetrik düzende bir plana sahiptir Müşterek orta sofalı, iki yan sofalı ve iki bölümlü plan tipindedir Yalının zemin katı taş, üzerindeki iki katı ahşaptandır Her katın güney ve kuzey yönlerinde iki merdiven bir orta sofa, iki yan sofa, altı oda ve iki tuvaleti bulunmaktadır Yalının iki dış yüzü kavisli olup, orta sofanın iki yanındaki harem ve selamlık dairelerinin ikisi deniz yönüne biri de kara tarafına olmak üzere üçer odası bulunmaktadır Yalıya kuzey ve güney yan cephelerindeki merdivenli kapılardan girilmektedir

Dış cephe görünümünde birinci katta üçgen alınlıklı, demir şebekeli pencerelere yer verilmiştir Üst kat pencereleri oldukça sade olup, ahşap kepenklidir Yalının bahçesinde bulunan selsebil Kanlıca’daki Bahai Yalısı’ndan buraya getirilmiştir Bunun yanı sıra bahçede kaskatlı bir havuz ile iki küçük mermer çeşmeye de yer verilmiştir Yalının kayıkhanesi son onarımlar sırasında kapatılmıştır

Yalı uzun yıllar harap bir halde kalmış, 1988–1990 yıllarında yenilenmiş, betona dönüştürülmüş ve dış cephesi ahşap kaplanmıştır Plan özellikleri ise bozulmamıştır


Nuri Paşa Yalısı (Beykoz)

Abdülhamit döneminde Nuri Paşa tarafından 1895 yılında yaptırılmıştır Nuri Paşa’nın oğlu Marki Necip Yalısı’nın sahibinin kızı ile evlenmiştir Sonraki yıllarda yalı eski bakanlardan Muhlis Erkmen’in mülkiyetine geçmiş, daha sonra da Sadıkzadeler tarafından satın alınmış, son olarak da Rahmi Koç’un mülkiyetine geçmiş olup, Rahmi Koç Yalısı olarak da anılmaktadır

Yalı XIX yüzyıl ikinci yarısında yapılmış art-nouveau üslubu yapılardan bir örnektir İki katlı ahşap yalı son onarımlar sırasında beton takviyeli olarak yenilenmiştir Yalı orta sofa etrafında sıralanmış odaların oluşturduğu plan düzenine göre yapılmıştır Yalının ortasında denize yönelik altlı üstlü birer balkonu bulunmaktadır Bunlardan üst balkon ahşap çatının devamı üçgen bir alınlıkla sonuçlanmaktadır


Mektupçu Ali Bey Yalısı (Beykoz)

İstanbul ili Beykoz ilçesi, Kanlıca’da bulunan bu yalı, XIX yüzyılda Sadaret Mektupçusu Ali Bey tarafından yaptırılmıştır

Günümüze gelemeyen bu yalı geniş bir bahçe ve çam ağaçlarının arasında iki katlı bir yapı idi Harem ve selamlık bölümlerinden meydana gelen yalının Meşrutiyet’in ilanı sırasında yıktırılmıştır Selamlık tarafında bulunan kayık havuzu ise 1925 yılında yol yapımı nedeni ile üzeri doldurulmuştur


Kezzubi Hasan Efendi Yalısı (Beykoz)

İstanbul Beykoz ilçesi, Kanlıca’da bulunan bu yalı, XVIII yüzyılın sonu, XIX yüzyılın başlarında yapılmıştır Sokak seviyesinin 3 m altında bulunan bu yalı 1893 yılında yanmıştır Arkasındaki arazide bulunan köşkü ise zamanla harap olmuş ve 1937 yılında da tamamen yok olmuştur

ACabir Vada’dan öğrenildiğine göre; yalı setler halinde ağaçlıklı bir alanda yapılmıştı Harem ve selamlıktan meydana gelen yalının mimari yapısı ile ilgili yeterli bilgi bulunmamaktadır


Asaf Paşa Yalısı (Beykoz)

İstanbul Beykoz ilçesi, Kanlıca’da bulunan bu yalı XIX yüzyılın başlarında Selami Efendi bir kişi tarafından yaptırılmıştır Harem ve selamlıktan meydana gelen yalı iki ayrı bölüm halinde idi Arkasında da bir köşkü bulunuyordu Şerif Abdülmuttalip tarafından satın alınan yalı daha sonra Asaf Paşa’ya satılmıştır Asaf Paşa’nın ölümünden sonra yalı yıktırılmış, arsası Beşiktaş Muhafızı Hasan Paşa’nın torunu Vedia Hanım’a satılmıştır Arkasındaki köşk de Karaköy Börekçisi Hüseyin Çeyrek tarafından satın alınmıştır

ACabir Vada’dan öğrenildiğine göre; bahçe içerisindeki bu yalının bir de arka ile bağlantısını sağlayan halka açık tünel şeklinde bir yolu vardı Bu yalının arsasını 1938 yılında Bahriye Vekâleti Sıhhiye Müdürlüğünden emekli Mazhar Tan satın almış ve buraya kâgir bir köşk-yalı yaptırmıştır


Sahaflar Yalısı (Beykoz)

İstanbul ili Beykoz ilçesi, Kanlıca’da bulunan bu yalı XVIII yüzyılın sonlarına tarihlendirilmektedir Yalının sahibi Sahaflar Şeyhi Vakanüvis Esat Efendi olup, ondan ötürü de Sahaflar Yalısı olarak tanınmıştır Mimari yönden bir özelliği olmayan bu yalı daha sonra Mirliva Şükrü Bey’in mülkiyetine geçmiş 1911 yılında da yanmıştır


Rıfat Paşa Yalısı (Beykoz)

İstanbul ili Beykoz ilçesi, Kanlıca’da vapur iskelesi ile Sahaflar Yalısı arasında yer alan bu yalı XVIII yüzyılda Rıfat Paşa’nın babası Hacı Ali Bey tarafından yaptırılmıştır Sadık Rıfat Paşa Meclisi Vâlâ, Ahkâmı Adliye ve Tanzimat azalıklarında bulunmuş, dört defa Hariciye, bir defa da Maliye Nazırlığında bulunmuştur Bu yalıyı daha sonra Sultan II Abdülhamit’in kız kardeşi Cemile Sultan satın almış, Rıfat Paşa da Çubukluda deniz kenarındaki bir araziyi satın alarak buradaki körfezi doldurmuş, harem ve selamlıktan ibaret büyük bir yalı yaptırmıştır

Rıfat Paşa Yalısı Cemile Sultan’ın mülkiyetinde iken 1871 yılında yanmış, yangından arta kalan selamlık XIX yüzyılın başlarına kadar ayakta kalmıştır Daha sonra bu araziyi Yağcı Haci Şefik Bey ile ortağı satın almışlardır

Alıntı Yaparak Cevapla

İstanbul Hakkında Bilgi

Eski 08-14-2012   #10
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İstanbul Hakkında Bilgi



Yağcı Şefik Bey Yalısı (Beykoz)

yüzyılın ortalarında yaptırılmıştır Daha sonra Donanma Cemiyeti’nin kurucusu Şefik Bey Cemile Sultan’a ait buradaki arazinin yerine 1905 yılında bu yalıyı yaptırmıştır

Geniş ağaçlıklı bir alanda bulunan yalının iki salhanesi ve arkasında da dükkânları vardı Salhanelerin biri köyün kasabına, diğer dükkân da vakfa ait iken her ikisi de yıktırılmıştır Ayrıca yalının yanında sekiz kayığı barındıracak genişlikte bir de havuzu bulunuyordu

Harem ve selamlıktan meydana gelen yalı, klasik Osmanlı yalı mimarisi tipinde idi İstanbul Belediyesi tarafından 1934 yılında yanındaki iskele ile birlikte onarılmıştır


Nevres Paşa Yalısı (Beykoz)

İstanbul ili Beykoz ilçesi, Kanlıca’da Sultan II Mahmut devrinde Baha Molla tarafından XIX yüzyılın ilk yarısında yaptırılmıştır Baha Molla bir gece Ermeniler tarafından öldürülmüştür Yalıda hizmetçilik yapan bir Ermeni’nin anlattığına göre Ermeni fırıncılar sabaha karşı yalı halkı uykuda iken içeri girmiş Baha Molla’yı parası için öldürmüşlerdir Sultan II Mahmut Ermeni katilleri yakalamış ve Kanlıca çarşısında onları idam ettirmiştir

Bu yalı Marrif Nazırlığında bulunan Şair ve musikişinas Nevres Paşa’nın eşi Fatma Zehra Hanım tarafından satın alınmıştır Nevres Paşa’nın tedavi için gittiği Fransa’da Nice şehrinde 1872 tarihinde ölümünden önce Fatma Zehra Hanım yalıyı kardeşi Nihat Bey’e vermiş ve Emniyet Sandığına ipotek edilmiştir Paşanın ölümünden sonra Emniyet Sandığı ile Şuray-ı Devlet Azasından Sami Paşazade Sami Bey arasındaki anlaşma sonucunda yalı 1886’da Sami Bey tarafından işgal edilmiştir Sami Bey yalının ahşap kazıklı rıhtımını yontma taşa çevirmiş, yalıyı tamir etmiş, genişletmiş ve boyatmıştır Yalının arka bahçesinde iç içe çiçek tarhları yapılmış ve kalorifer tesisatı ile de ısıtmıştır

Yalının asıl sahibi olan Nihat Bey’in ölümünden sonra varislerinin açtığı dava sonucunda Emniyet Sandığının alacağına karşılık yalı üzerindeki anlaşmazlık sürerken 1906 yılında yanmış, Emniyet Sandığı alacağından vazgeçerek yalıyı sahiplerine bırakmıştır Bundan sonra yalının arsası ikiye bölünmüş rıhtımlı kısmına Doktor Hakkı Nevin, diğer kısmını da Deniz Albay Muzaffer Bey satın almıştır Doktor Hakkı Nevin yalıyı kâgir olarak yaptırmış, Albay Muzaffer’in ölümü üzerine de varisleri yalıyı emekli hâkim Sami Temizel’e satmışlardır Bundan sonra çiçek tarhlarının bulunduğu arka bahçe Tanburi Ahmet Bey tarafından satın alınmış ve orada ahşap bir bina yapılmıştır Sami Bey’in mülkiyetinde olan kısım da 1908’de Operatör Remzi Bey’e satılmış, burada ahşap bir yalı yapılmış ancak, onun da ölümünden sonra burasını 1931 yılında Sami Temizel satın almıştır


Mehmet Muhtar Bey Yalısı (Beykoz)

İstanbul ili Beykoz ilçesi Kanlıca’da bulunan bu yalı XIX yüzyılda Mısır Kethüdası Kaptan-ı Derya Mehmet Ali Paşa’nın eşi Adile Sultan’ın Kethüdası Mehmet Muhtar Bey tarafından yaptırılmıştır Deniz kıyısında 120 m uzunluğunda olan bu yalının hamamı, kayıkhanesi, harem ve selamlık daireleri bulunuyordu

Mehmet Muhtar Bey’in ölümünden sonra yalı oğulları Mısır Kethüdası Mahmut Aziz Bey ile Burdur Mutasarrıfı Mustafa Nuri Paşa’ya geçmiştir Yalının selamlık, arka bahçesi ve haremi Mahmut Aziz Bey’in, diğer tarafı da haremin bir bölümü ile birlikte kayıkhanesi Mustafa Nuri Paşa’nın mülkiyetine geçmiştir Mahmut Aziz Bey’in ölümünden sonra varisleri tarafından Van Valisi Nazım Paşa’ya satılmış ve yalı 1911 yılında yıkılmıştır Bundan sonra yalının arsası üzerine Hacı Ahmet Hayri Bey büyük bir yalı yaptırmıştır Bu yalı da harem ve selamlıktan meydana gelmiştir Daha sonra Mehmet Muhtar Bey’in yaptırdığı selamlık Gülhane Hastanesi’nden ProfDr Emekli Albay Şükrü Cangör tarafından satın alınmış ve yalı 1937 yılında görünümünü tamamen değiştirecek biçimde onarılmıştır

Hacı Ahmet Bey’in payına düşen bölüm ise 1941 yılında ölümünden sonra oğlu Fuat Ramazanoğlu’nun mülkiyetine geçmiş, 1942 yılında bahçesinin üst tarafı Doktor Hüseyin Bey’e satılmıştır Bu bölüm Emniyet Sandığından ipotek edilmiş, borç ödenemeyince de 1984 yılında Avukat Mazhar Seyhun tarafından satın alınmıştır


Miskyağcı Yalısı (Beykoz)

İstanbul ili Beykoz ilçesi, Kanlıca Körfezi’nin girişinde bulunan bu yalının ne zaman yapıldığı ve ne zaman yıkıldığı kesinlik kazanamamıştır Kalıntıları üzerine 1939 ve 1941 yıllarında tuğladan yeni bir yalı yaptırılmıştır Bu yalının Sultan Abdülaziz zamanında 1863 yılında Sultanahmet Meydanı’nda kurulan hirfet, sanat ve ticaret sergisinin kalıntılarından yapıldığı sanılmaktadır Sonraki yıllarda Uzunçarşı’da miskyağcılık ticareti ile meşgul olan Hacı Tevfik Bey ve kardeşleri Hasip ve Haşim Beyler tarafından satın alınmıştır Günümüzde bu yalıdan herhangi bir iz gelememiştir Son kalıntısı olan hamamı da 1943 yılında yıktırılmıştır


Yağlıkçı Hacı Reşit Bey Yalısı (Beykoz)

İstanbul ili Beykoz ilçesi, Kanlıca Bahayi Körfezi’nin kuzey ucunda bulunan bu yalıyı Yağlıkçı Hacı Reşit Bey yaptırmıştır XIX yüzyılın ikinci yarısına tarihlenen yalı döneminin en iyi malzemesi ve temiz işçiliği ile ahşap ve üç katlı olarak yapılmıştır

Yalının önünde rıhtımı, yanında ayrı bir hamamı ile önü havuzlu geniş bir kayıkhanesi vardır Hamamın arkasında çamaşır yıkama-kurutma binaları, geniş bahçesinde çeşitli meyve ağaçları ve iki de küçük havuzu vardır Yağlıkçı Hacı Reşit Bey’in ölümünden sonra eşi, oğlu ve kızının mülkiyetine geçen yalı satılmıştır Yalı 1980’li yıllarda Barlas Turan tarafından restore edilmiştir


Ethem Pertev Yalısı (Beykoz)

Bu yalının kimin tarafından yaptırıldığı kesinlik kazanmamakla beraber saraylı bir kadın tarafından yaptırıldığı ileri sürülmektedir Saraydan yaşlılığından ötürü ödüllendirilmiş bir hanım olup, bundan dolayı yalıya Saraylı Hanım Yalısı ismi de verilmiştir ACabir Vada’dan öğrenildiğine göre; bu hanım uzun yıllar kimse ile görüşüp konuşmamıştır Eczacı Ethem Pertev Bey bu yalıya kiracı olarak girmiş sonra da yalıyı satın almıştır

Eczacı Ethem Pertev Bey, Türkiye eczacılık tarihinin önemli kişilerinden olup, ailesi Bulgaristan'daki Tırnova kentinden İstanbul'a gelmişti Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye'nin yeni açılan eczacılık bölümünün ilk mezunlarındandır Ethem Bey İstanbul Aksaray'da kendi adını taşıyan eczaneyi açmış, aynı yıl Türkiye'nin ilk hazır ilâcı olarak bilinen "Sirop Pertev"i (Pertev kuvvet şurubu) üretmeye başlamıştır Cumhuriyet'in ilânından sonra Çemberlitaş’ta Matbaa-i Osmaniye binasının bir kısmını laboratuar haline getirmiş, üretiminin çeşitlerini arttırmıştır

Cephe görünümündeki arabesk ve art nouveau üslubundan ötürü de Süslü Yalı ismi ile de tanınmıştır Yalı kazıklar üzerinde iki katlı ahşap olup, önündeki arabesk balkonu ile dikkat çeken bir mimariye sahiptir Yalı harem ve selamlık olmak üzere iki bölümden meydana gelmiştir Haremi kayıkhane üzerinde olan yalının alt kattaki balkon ve buradaki bezemelerin yalıya sonradan eklendiği sanılmaktadır Haremin ortasındaki sofadan üst kata çıkılan bir merdiveni bulunmaktadır Bu bölümün ön cephesinde altlı üstlü ikişer odası bulunmaktadır İkinci kattan küçük bir merdivenle de çatı katına çıkılmaktadır Yalının selamlık kısmı ise bahçenin diğer ucundadır Tek katlı olan bu bölüm harem ile aynı mimari üsluba sahiptir

Ethem Bey’in ölümünden sonra yalı 1932 yılında satılmıştır Bazı kaynaklara göre yalıyı Şirketi Hayriye kaptanı Hari Bey, bir başka kaynağa göre de Mürşide Hanım isimli biri tarafından satın alınmıştır

Hadi Bey (Manford) Yalısı (Beykoz)

yüzyılın ilk yarısında yapılmıştır İlk sahibinin ve mimarının kim olduğu bilinmemektedir I Dünya Savaşı sonrasında İstanbul’un işgali sırasında Licardopulos isimli bir Yunanlı armatörün mülkiyetinde görülmektedir İstiklal Savaşı sonrasında yapılan mübadele hükümlerine göre Avukat Hadi Bey’in Selanik’teki mülküne karşılık bu yalı ile takas edilmiştir Bundan sonra yalı Hadi Bey Yalısı ismi ile tanınmıştır

Yalı harem ve selamlık olarak iki bölüm halinde ve iki katlı yapılmıştır Boğaza özgü bir renk olan bordo renkli yalı birbirine simetrik orta salonlu ve onun çevresinde sıralanmış odalardan oluşan bir plan düzenine sahiptir Yalının cephesinde dikdörtgen söveli altlı üstlü pencereler sıralanmıştır Ahşap yalının giriş taşlığından sonra merdivenle ikinci kata çıkılmaktadır Alt katta mutfak, yemek odası ve kiler gibi bölümlere yer verilmiştir Yalının arkasındaki korulukta bir de küçük seyir köşkü bulunmaktadır


Komodor Remzi Bey Yalısı (Beykoz)

İstanbul ili Beykoz ilçesi, Anadoluhisarı’nda, Anadoluhisarı’nın önünde bulunan bu yalı 1917 yılında Komodor Remzi Bey tarafından yaptırılmıştır Daha sonra General Mümtaz Aktay’a satılan yalı 1970 yılında Armatör Ali Sohtorik’in kızı Prof Dr Erdal İnönü’nün eşi Sevinç İnönü’nün mülkiyetine geçmiştir

Yalı zemin üstü üç katlıdır Ayrıca yan kısmına eklenmiş olan bölüm bodrum üstü iki katlıdır Ahşap olan yalının cephe görünümünde mimari bir süsleme elemanına rastlanmamaktadır Yalnızca cephe dikdörtgen söveli, her katta dörder pencere bulunmaktadır Birinci kattaki ortadaki iki pencere kapı şekline sokulmuş ve önüne bir balkon ilave edilmiştir

Yalı ahşap çatılı olup, ön kısmında çatı üçgen bir alınlık şeklindedir Yakın tarihlerde restore edilmiş ve iyi bir durumda günümüze gelebilmiştir


Bahriyeli Sedat Bey Yalısı (Beykoz)

yüzyılın başında yapılmıştır Bahçesindeki manolyalardan ötürü Manolya Yalısı olarak da isimlendirilmektedir

Yalı barok üslupta, iki katlı harem ve selamlık olmak üzere iki bölüm halinde yapılmıştır Yalı karnıyarık planı şeklinde, orta sofanın etrafında sıralanmış odalardan meydana gelmiştir Her iki bölüm de birbirinin eşidir Yalının cephesinde altlı üstlü iki sıra halinde pencere dizisi bulunmaktadır Bu pencerelerden köşedekiler dikdörtgen söveli, onun yanındakiler ikiz pencere şeklindedir Orta bölümdeki pencereler yuvarlak kemerli olup, ikinci katın ortasına balkon yerleştirilmiştir Bu balkonun üzerine rastlayan çatı katının uzantısına küçük bir balkona yer verilmiştir

Yalının tümü geniş saçaklı ahşap çatılıdır Günümüzde yalı Işıkoğlu ailesinin mülkiyetinde olup, yakın tarihlerde restore edilmiş, bu nedenle de bugün iyi durumdadır


Ahmet Mithat Efendi Yalısı (Beykoz)

İstanbul ili Beykoz ilçesi, Yalıköy’de bulunan bu yalı XIX yüzyılın başlarında yapılmıştır Yalının kimin tarafından yaptırıldığı kesinlik kazanamamıştır 1894 yılında satın alan ve burada yaşayan Ahmet Mithat Efendi’den ötürü de Onun ismi ile tanınmıştır

Yalı ampir üslubunda bodrum, zemin, iki normal ve bir de çatı katı olmak üzere beş katlıdır Simetrik bir düzene göre harem ve selamlıktan meydana gelmiştir Her iki bölüm dış cephesinde kendisini belli etmektedir Geometrik tavan bezemeleri ile dikkati çekmektedir Harap bir durumda olan yalı 1980’li yıllarda yeniden restore edilmiştir

Alıntı Yaparak Cevapla

İstanbul Hakkında Bilgi

Eski 08-14-2012   #11
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İstanbul Hakkında Bilgi



İstanbul Yalıları 2


Naime Sultan (Gazi Osman Paşa) Yalısı (Beşiktaş)

Yalı Sultan II Abdülhamit tarafından Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa’ya hediye edilmişti Yalı 1899’da onarılmış, yenilenmiş ve yalıya Naime Sultan ile Gazi Osman Paşa’nın oğlu Kemalettin Paşa yerleşmiştir Bu nedenle de yalı Naime Sultan Yalısı ismi ile anılmaya başlamıştır

Yalının bulunduğu alanda daha önceki dönemlerde deniz hamamlarının bulunduğu kaynaklardan öğrenilmiştir Ayrıca dar bir yolla da buradan arkadaki bir köşke ulaşılıyordu Yalı kâgir bir zemin kat üzerine ahşaptan iki katlı olarak yapılmıştır Bunun üzerine bir de çatı katı eklenmiştir XIX yüzyılın sonunda İstanbul’da yaygın olarak yapılan simetrik planlı yalı tiplerinin bir örneğidir Harem ve selamlık bölümleri çift koridorlu olarak aynı yapı içerisinde bütünleşmiştir Bu yapıda merkezi sofanın yerini simetrik holler ve bu hollere açılan merdivenler almıştır Salon ve odalar ise yapının cephelerinde yer alır Bunlar farklı büyüklüklerde olup, çıkmalarla bir takım balkonları meydana getirmişlerdir Böylece yapının cephesine hareketli bir görünüm kazandırılmıştır Cephe üçerli pencerelerden oluşan bir aks sistemine sahiptir Zemin katta oldukça basık olan kemerli pencereler üst katlarda daha büyük ve daha yüksek olarak düzenlenmiştir Çıkmalardaki pencereler ise daha büyük dikdörtgen çerçevelerin içerisinde yarım daire kemerlidir Bu kemerlerin üst kısımları ile alt kesimleri ahşap oymalarla bezenmiştir Cephelerdeki verandalar İon başlıklı, ince, yüksek ikişer kolonla hareketlendirilmiştir Ayrıca kat çıkmalarının köşelerindeki plasterler de yine İon şeklindedir

Yalının deniz cephesinde bulunan ekseni üzerindeki çıkma akroterli üçgen bir alınlıkla sonuçlanır Yakın tarihlere kadar bu yalı Gazi Osman Paşa Ortaokulu olarak kullanılmış, 2002 yılında da yanmıştır Günümüzde kendi haline terk edilmiştir


Enver Paşa (Naciye Sultan Yalısı) (Şah Sultan Yalısı) Yalısı (Beşiktaş)

İstanbul ili Beşiktaş ilçesi, Kuruçeşme’de bulunan bu yalı günümüze gelememiştir Şah Sultan’a ait olup, daha sonra Enver Paşa’nın mülkiyetine geçmiştir Bu yalının ne zaman yapıldığı kesinlik kazanamamakla beraber XVIII yüzyılın sonunda veya XIX yüzyılın başlarında yapılmıştır Hazine-i Hassa’nın mülkiyetinde olan buradaki yalılar dizisi ile Enver Paşa Yalısı da mülk sahiplerinden geri alınarak Osmanlı sultanlarına verilmiştir

Bu yalıda uzun süre Hamdi Paşa oturmuş, ölümünden sonra Sultan II Abdülhamit (1876–1909) tarafından Sadrazam Edhem Paşa’ya ihsan edilmiştir Edhem Paşa Dâhiliye Nazırı olduğu sırada yabancı devlet misafirlerini burada ağırlamıştır Nitekim Avusturya-Macaristan Veliahtı Arşidük Rudolf 1884 yılında Edhem Paşa’yı burada ziyaret etmiştir Edhem Paşa’nın ölümünden sonra yalı Şüray-ı Devlet Reisi Sait Paşa’nın oğlu Şerif Paşa’nın mülkiyetine geçmiştir Şerif Paşa yalıyı tamir ettirirken yapı üslubunu bozmuş, denize yönelik bazı balkonlar eklemiştir Şerif Paşa bu yalıya yerleşmeye hazırlanırken Sultan II Abdülhamit yalıyı kız kardeşlerinden Mediha Sultan’a vermiştir Fatma Sultan’ın ölümü üzerine Mediha Sultan da bu yalıda fazla oturamamış Baltalimanı’ndaki onun yalısına yerleşmiştir Bundan sonra yalı bir süre boş kalmış, Meşrutiyetin ilanı sırasında Meclisi Mebusan Reisi Ahmet Rıza Bey’e kiralanmış, ardından Enver Paşa ile evlenen Naciye Sultan’a düğün hediyesi olarak verilmiştir Bu nedenle de yalı Enver Paşa Yalısı ismi ile tanınmıştır

Enver Paşa yalının bahçelerini, arkasındaki sırtlarda bulunan korusunu yeniden düzenlettirmiş, korunun içerisine de Boğaziçi’ne hâkim bir köşk yaptırmıştır Enver Paşa Yalısı iki katlı, kareye yakın dikdörtgen planlı, iki orta sofalı olup, ortadaki salonların çevresine odalar sıralanmıştır Büyük merdivenlerin bulunduğu sofa ovale yakın plandadır Buradaki sofalar birbirlerine koridor ve geçitlerle bağlanmıştır Sofalar arasındaki mekânlara servis odaları yerleştirilmiştir Bezeme yönünden oldukça sade bir yapıdır

Enver Paşa burada yerli ve yabancı devlet adamlarını kabul etmiştir I Dünya Savaşı’nın sona ermesi ile birlikte Enver Paşa başta olmak üzere İttihat ve Terakki’nin önde gelenleri İstanbul’u terk etmişler ve yalı da kendi haline bırakılmıştır Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında Enver Paşa Yalısı, Kuruçeşme’deki kömür depoları yaptırılırken yıktırılmıştır


Arnavutköy Yalıları (Beşiktaş)

İstanbul ili Beşiktaş ilçesi, Arnavutköy Kıyılarında XVIII yüzyıldan itibaren daha çok İstanbul’da yaşayan Rum zenginlerinin yalıları bulunuyordu Bunların arasında Hekim Mikeloğlu Nikola’nın yalısı, yanında kardeşi Yelyan’ın yalısı, Mavridioğlu’nun yalısı, Delibeyzade Oğulları’nın yalısı bulunuyordu Günümüze bu yalılardan hiçbir iz gelememiştir Ayrıca Arnavutköy iskelesinden sonra Hekim Küçük Toma Dimetraki’nin, Andonaki’nin, Konstantaki Reisoğlu Kabakulak’ın, Çuhacı Konstantin’in, Buğdan Voyvodasının, Cevahirci Kasapbaşı’nın yalıları da yine Arnavutköy ile Bebek arasına sıralanmıştı

Arnavutköy’de Akıntıburnu’ndan sonra ise Türklerin yaşadığı yalılar vardı Bunlar arasında Sahilhane Kaftan Ağası Hacı Mehmet Ağa’nın, Tershane Emini Hamdi Efendi’nin iki yalısı ile sabık Hazine-i Hümayun Kethüdası Ali Efendi’nin, Hasan Halife’nin, Kasapbaşızadelerin yaptırmış olduğu yalılar bulunuyordu

XVIII yüzyılda Sultan I Abdülhamit devrinin sadrazamı Halit Hamit Paşa’nın Arnavutköyü’nde yalısı vardı Halil Hamid Paşa sadrazamlığı sırasında Paşakapısı’ndaki konağında oturmasına rağmen çoğu kez de buradaki yalısına gelirdi Halil Hamid Paşa’nın idamından sonra Arnavutköy’deki yalısının eşyaları saraya götürülmüştür

Sultan III Selim döneminin ünlü sadrazamı ve aynı zamanda Nizamı Cedid Ordusu’nun kurulmasında büyük hizmetleri olan İzzet Mehmet Paşa’nın da Arnavutköyü’nde yalısı vardı Paşa 1797 yılında yalının arkasındaki sırtlara padişah için bir de biniş köşkü yaptırmıştı Kaynaklardan öğrenildiğine göre bu köşkün iki yanında havuzlar, küçük bir koruluk ve çiçek bahçeleri vardı İzzet Mehmet Paşa’nın yalısına Sultan III Selim gelmiş ve kendisi için yaptırılan Biniş Kasrına çıkmıştır Padişah buraya gelince de İzzet Paşa kendisine bir at sunmuş, maiyetindekilere ise ayrı ayrı hediyeler vermişti Padişah burada, kasrın önündeki meydanda musiki dinlemiş ve akşam yemeğini yine burada yedikten sonra Beşiktaş Sarayı’na dönmüştür Ziyaretinin ertesi günü sadrazamına bir Hatt-ı Hümayun göndermiştir Cevdet Paşa tarihinden öğrendiğimize göre bu Hatt-ı Hümayun şöyledir:

“Müceddeden bina ve ihya eylediğin nüsretgâh gayet müferrih ve mahallinde olduğundan haz eyledim Dünkü günüm binişle varıp teferrüc ve safa eyledim Takdim eylediğin hedayadan mahsus oldum

Doğrusu tam mahallinde nezareti hoş mesire olmuş Haktaâla safayı hatır verip sair hidematı devletimde dahi nice nice mahasına muvaffak eylesin âmin

Sultan III Selim’in ziyaretinden üç ay sonra Arnavutköyü’nde çıkan bir yangın şiddetli lodosun da etkisi ile yayılmış, köyün bütün dükkânları ile evlerini yakmıştır Bu yangın sonucunda İzzet Mehmet Paşa’nın yaptırdığı Biniş Köşkü, Halil Hamid Paşa Yalısı, Aziz Efendi Yalısı, Hasan Halife Yalısı, İzzet Mehmet Paşa’nın Yalısı, Mektupçu İbrahim Efendi Yalısı da yanmıştır Bu yangından sonra Arnavutköy yeniden imar edilmiş, iskeleden Akıntıburnu’na kadar yine Rum ve Ermeni zenginlerinin yalıları yapılmıştır


Bebek Yalıları (Beşiktaş)

İstanbul ili Beşiktaş ilçesi, Bebek’te XIX yüzyıl Bostancıbaşı Defterlerinden öğrendiğimize göre Arnavutköy’den sonra Bebek’te de çeşitli kişilere ait yalılar bulunuyordu Günümüze gelemeyen bu yalılar arasında Hekimbaşızade Necip Efendi Yalısı, Hazinedarbaşı Şakir Ağa Yalısı, Sultan II Mahmut dönemi Sadrazamı Salih Paşa Yalısı, Dürrizade Abdullah Molla Yalısı, Mustafa Efendi Yalısı, Yesarizade İzzet Efendi Yalısı, Dividigüzel Kerimesi Yalısı, Kadı Mehmet Efendi Yalısı, Soğancıbaşızade Kadri Bey Yalısı, Kambur Mustafa Efendi Yalısı, Cüce Hanım Yalısı, Abdullah Efendi’nin hazinedarı Osman Efendi Yalısı, Ömer Efendi zevcesinin yalısı, bebek ustası Mahmut Efendi’nin yalısı, Salih Paşa’nın yalısı, Dürrizade’nin kardeşi Ata Efendi’nin yalısı, Müderris-i Kiram’dan Tahir Efendi’nin yalısı, Şeyhülislam Esad Efendizade Mollar Efendi’nin yalısı, Nuri Efendi’nin Yalısı, İlyas Efendi’nin yalısı, Morevi Mustafa Efendi’nin yalısı, Mekke Mollası Abud Efendi’nin yalısı, Kazasker Sıtkızade Efendi’nin yalısı, Topçubaşızade Yakup Ağa’nın yalısı, Süleyman Raşit Efendizade Mehmet Bey’in yalısı, Halil Ağa’nın eşinin yalısı, Çelebi Mustafa Paşazade Bekir Bey’in yalısı, Musullu Ali Efendi’nin kızının yalısı, Hüdadar Bey’in yalısı, Hasan Tahsin Efendi’nin yalısı bulunuyordu

Bebek kıyılarında bulunan çoğu II Mahmut dönemine ait olan bu yalıların bazıları yıktırılmış ve yeniden yapılmış, bazıları da yanmıştır


Hekimbaşı Behçet Efendi Yalısı (Beşiktaş)

İstanbul ili Beşiktaş ilçesinde, Bebek vapur iskelesinin yanında bulunan bu yalı XIX yüzyılda yapılmış olup, günümüze gelememiştir

Bu yalının ilk sahibi, kaynaklara göre Sultan III Selim’in (1789–1807) Hekimbaşısı zamanın ünlü âlimlerinden Mustafa Behçet Efendi’dir (1774–1834) Behçet Efendi Sultan III Selim’in 1805’te hekimbaşısı olduğu sırada padişahın verdiği para ile bu yalıyı satın almıştır Yalıyı kimden satın aldığı ise bilinmemektedir Bu yalı tarihteki bazı siyasi toplantılara sahne olmuştur İngiltere ve Rusya elçileri ile Fransa Maslahatgüzarı 1831’de burada Osmanlı hükümetinin temsilcileri ile Türkiye ile Yunanistan arasındaki sınır ile ilgili görüşmeler yapmıştır Behçet Efendi’nin ölümünden sonra kardeşinin oğlu Abdülhak Molla 1854 yılındaki ölümüne kadar burada yaşamıştır

Abdülhak Molla modern anlamdaki Mekteb-i Tıbbıye-i Şahane’yi kurmuş, bu nedenle de Reisül Ulema olarak tanınmıştır Ayrıca padişahın hekimbaşılığını da yapmış, yalısında bir de eczane kurmuştur Bu eczanenin girişinde bulunan “Ne ararsan bulunur, Derde Devadan Gayri” sözü bugün dahi kullanılmaktadır Bunun yanı sıra Saray-ı Hümayun’da da bir başka eczane kurmuştur Bu eczanenin kapısına da “ Çaresiz olsa hekimi mutlak bula her derde deva Abdulhak” beytini asmıştır Aynı zamanda Abdülhak Molla devrinin nüktedan ve hoşsohbet kişilerinden idi Sultan II Mahmut, Hekimbaşı Behçet Efendi ve Abdülhak Molla’yı bu yalıda iki defa ziyaret etmiştir

Abdülhak Molla’nın tek oğlu olan Hayrullah Efendi, baba mesleği olan eczacılığın yerine mülkiyeyi seçmiş ve önemli görevlerde bulunmuş, Osmanlı tarihi ile ilgili eserler yazmıştır Hekimbaşı Yalısında uzun süre oturan Hayrullah Efendi burasını bir ara Keçecizade Fuat Paşa’ya vermiştir Keçecizade Fuat Paşa’nın oğlunun Vükela Vapuru’nda ölmesi üzerine de paşa üzüntüsünden Kanlıca’daki yalıyı terk etmiştir Bundan sonra Şekip Paşa Yalısına taşınmışsa da oraya sığamamış, Hayrullah Efendi de kendi yalısında kalmasını teklif etmiştir Keçecizade Fuat Paşa Hekimbaşı Yalısında, Hayrullah Efendi de Kanlıca’daki Hekimbaşı Yalısı’nda kalmıştır

Hayrullah Efendi Bebek’teki yalısına döndükten sonra Tahran Sefirliğine atanmış ve yalı İran Sefiri Hüseyin Hama’ya kiralanmış, ardından da Mütercim Rüştü Paşa’ya satılmıştır Rüştü Paşa’nın ölümünden sonra Sultan II Abdülhamid’in adamlarından Lütfi Ağa’nın oğlu Mabeynci Faik Bey yalıyı satın almıştır Sultan II Abdülhamid’in kızı Ayşe Sultan burada yeni bir yalı yaptırmak isteyince de Faik Bey yalıyı satmak zorunda kalmıştır Bu nedenle Hekimbaşı Yalısı yıktırılmış ancak yerine Ayşe Sultan’ın istediği yeni yalı yaptırılamamıştır

Boğaziçi’nin ilk topografik haritasını yapan Mareşal Moltke Hekimbaşı Yalısı ve bahçesine de anılarında yer vermiştir:

“Muhibbim gerçi bütün tabiplerin başı ise de, tababet-i katiyen tahsil etmemiştir Müşarinileyhin gayet mebzul güller ile dolu harikulade latif bir bahçesi vardır Bahçe dağın uzunluğundaki etekte setler üzerine kâindir Oradan selvi ağaçlı bir mezarlıktan geçilip benim başlıca gezinti yerim olan eski bir kaleye kadar çıkılır

Hekimbaşı Yalısı mimarisi, iç düzenlemesi yönünden Boğaziçi’nin Avrupai üsluptaki yapılarından biri idi Bu yalıyı gezmiş olan bir yabancı gezgin de yalıyı şöyle anlatmaktadır:

“Küçükbebek’te yegane şayanı dikkat ev Hekimbaşının yalısıdır Geniştir, garp usulünde tefriş edilmiştir Salonlarında oldukça güzel tablolar vardır Ziyaret ettiğim hekimbaşı elli yaşlarında, nazik, terbiyeli bir adam intibaını bırakmıştı Mukalemesinde bir nebatat aşığı olduğu hissediliyordu Türkiye’deki usulüne göre bana şekersiz kahve ile nargile ve aynı zamanda Avrupada fazla, ehemmiyetli olmayan fakat İstanbul’da nadir yetişen bir küçük tabak çilek ikram etti Ziyaretimi Eylül sonunda yapmıştım ve çilek mevsimi geçmişti Buna rağmen Hekimbaşının bahçesinde hususi surette yetiştirilmiş çilekler bulunuyordu Yalının gerisinde muhtelif çiçeklerle süslenmiş ve türlü meyveleri, sebzeleri olan güzel büyük bir bahçe dikkati çekiyordu

Hekimbaşı Yalısı bezemesi, mimari yapısı ile Bebek’in görkemli yapılarından birisi idi Pembe renge boyanmasından ötürü de Pembe Yalı ismi ile de tanınırdı Büyük, Ortanca ve Küçük Yalı isimleri ile tanınan üç ayrı bölümden meydana gelmişti İki katlı olan yalı sonradan eklenen bölümlerle dışarıya taşırılmış, altlı üstlü ince uzun pencereler de bütünü ile denize yönelikti Yalının dışarıya taşan bölümlerindeki çatı üçgen alınlıklar şeklinde idi Yalıda büyük divanhaneler, salonlar ve odalar vardı Arka bahçesi ise arkadaki Mahmut Baba Dergâhı’nın bulunduğu Şehitlik Tepesi’ne kadar uzanıyordu


Âli Paşa Yalısı (Hidiva Sarayı) (Beşiktaş)

Abdülhamit Devri Şeyhülislamlarından Dürrizade Esseyyit Mehmet Ataullah Efendi’nin yalısı bulunuyordu Dürrizadeler Osmanlı padişahlarından itibar görmüş tanınmış bir Osmanlı ailesi idi Sultan I Mahmut’tan Sultan II Mahmut’a kadar geçen süre içerisinde beş Osmanlı şeyhülislamı bu aileden yetişmiştir

Sultan III Selim’in kız kardeşi Hatice Sultan Mimar Melling’e Defterdar Burnu’ndaki Neşet Abad Sarayını tamir ettirirken bir süre Dürrizadelerde misafir kalmıştır O sırada Şeyhülislam olan Dürrizade Esseyyit Mehmet Arif Efendi Sultan’a yalısının büyük bir bölümünü ayırmıştı Sultan III Selim de sık sık bu yalıya gelmiştir Dürrizade Arif Efendi’nin 1800 yılında ölümü üzerine yalı, oğlu Şeyhülislam Abdullah Efendi’nin mülkiyetine geçmişti

Osmanlı kaynaklarına göre bir Ramazan ayının Cuma günü Göksu Kasrı’na giden Sultan II Mahmut iftarı orda yapmak istemiş ancak, ani bir karar değişikliği yapması maiyetini telaşa düşürmüştür Bunun üzerine civardaki yalılarda oturan devlet ileri gelenlerine haber salınmıştır Bu sırada Bebek’te Dürrizadelerin yalısına giden kişi Dürrizade Abdullah Efendi’yi Delaili Şerif okurken bulmuş ve padişahın isteğini iletmişti Abdullah Efendi hiç telaş etmemiş padişahın gösterdiği bu iltifattan son derece memnun kalmış ve sonra da kethüdasını çağırarak “Cenabı Hak ömür ve şevketi şahanelerini Müjdat buyursun Şevketmeab efendimiz bizden taam ferman buyurmuşlar Bizim yemeklerimize uygun miktarda yemek ilave edip, takdim edin” demiştir İradesi karşısında vükelanın ne yaptığını soran padişah bu olayı dinledikten sonra gülmüş “Koca herif hakikaten kibardır” demiştir

Dürrizade Abdullah Efendi’nin ölümü üzerine yalının mülkiyeti Sadrazam Mehmet Emin Rauf Paşa’ya geçmiştir Onun ölümü ile de Sadrazam Ali Paşa’ya (1815–1871) geçmiştir Âli Paşa’nın sadareti ve Hariciye Nazırlığı sırasında yalı pek çok önemli konferans, ziyaret ve davetlere sahne olmuştur Burada Karadağ Konferansı (1858) toplanmış, Girit isyanını bastırma hazırlıkları yapılmış, Sultan Abdülaziz’in Avrupa ziyaretini iade etmek üzere İstanbul’a 1869’da gelen İngiliz veliahdına bir davet verilmiştir Ayrıca İmparator Franz Joseph bu yalıda misafir edilmiştir Âli Paşa’nın 1871’de yalısında ölümünden sonra Sultan II Abdülhamit (1876–1909) yalıyı satın alarak Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa’nın annesi ve eski Hıdiv Tevfik Paşa’nın eşi Hıdiva Emine’ye 1896’da hediye etmiştir Bazı kaynaklara göre, Abbas Hilmi Paşa’nın ölümünden sonra aylık masrafı 4000 altın olan yalının giderlerini varisleri karşılayamadığından satılmıştır Yine bazı kaynaklara göre de Hıdiva Emine Hanım yalıyı kendisi satın almıştır

Bu yalının ilk defa Dürrizadeler tarafından yapıldıktan sonra Sultan II Mahmut dönemi Sadrazamlarından Rauf Paşa tarafından yenilendiği de bazı kaynaklarda belirtilmiştir Günümüze gelen yapı XX yüzyılın başında yeniden yapılmış ve Hıdiva Sarayı veya Valide Paşa Yalısı olarak tanınmıştır Eski yalı 1902 yılında yıktırılmış 120000 İngiliz Lirasına Mimar Raimondo D’Aranco tarafından yapılmıştır Günümüzde Mısır Arap Cumhuriyeti’nin İstanbul Başkonsolosluk Binası ve Başkonsolosluğun rezidansı olarak kullanılmaktadır

Boğaziçi’nin en önemli yapılarından olan bu yalı geniş cephesi, denize yönelik 6400x2800 ölçüsündeki cephe görünümü ile iki tam katlı, çekme ve çatı katları ile birlikte 5000 m2 kullanım alanı bulunan küçük bir saray görünümündedir Dikdörtgen planlı olan bu yapı harem ve selamlık olarak iki ayrı bölümden meydana gelmiştir Eşit ağırlıklı olarak kütlesel görünümlü, iki bölümlü binanın plan şeması dış görünümünden de kendisini belli etmektedir Yalının denize dik ekseninin güneyinde harem, kuzeyinde de selamlık bölümleri vardır Her iki bölümün plan şemaları birbirinin eşidir Ortada büyük giriş holleri ile kabul salonları buradan üst kata çıkan merdivenlerin bulunduğu açık mekânlar dikkati çekmektedir Bu mekânların iki tarafına denize paralel dikdörtgen planın iki yanında sıralanmış salon ve odalar vardır Harem ile selamlığın birleştiği bölümün tam ortasına bir kış bahçesi yerleştirilmiştir Bu bölüm, harem ve selamlığı birleştiren koridorları birer kapı ile birbirinden ayırmıştır Yapının hol ve salonları plasterler, kolonlarla hareketlendirilen bölümlerin arkasında yan mekânlarla daha da genişletilmiştir

Günümüzde Konsolosluk binası olarak kullanılan selamlığın üst katında büyük bir kabul salonu ile büyük bir yemek salonu vardır Konsolosluğun rezidansı olan eski harem bölümünde ise yemek ve müzik salonlarına yer verilmiştir Yapının cephe görünümüne salonların geri çekilmesi veya öne çıkarılması ile hareket getirilmiştir Yapının deniz cephesindeki iki ucuna simetrik yüksek ve dik bir çatı ile kapatılmış bölümler ve bunların arkasında da çift kulelere yer verilmiştir Bu bölümlerde Avrupa mimarisinin etkileri açıkça görülmektedir Bunları denize yönelik sütunların taşıdığı balkonlar tamamlamıştır

Yalının içerisi bezeme yönünden oldukça zengindir Merdiven korkulukları ince dallar, asma filizleri, atkestanesi yaprakları, tomurcuk ve çiçeklerden oluşan bezemelerle süslenmiştir Özellikle merdivenleri taşıyan metal çerçeveler ile basamaklardaki kolonlar bitkisel motiflerle süslenmiştir Yer yer yaldızlı olan çok zengin renklere burada yer verilmiştir Metalden yapılmış olan çiçek ve yapraklar salonlardaki kolonların başlıklarında, tavan kasetlerinde de tekrarlanmıştır Kolonların başlıklarında İon üslubu volütler, Korinth üslubu lotüslere yer verilmiştir Ayrıca tavan kasetlerinde stilize çiçekler art-nouve üslubunu yansıtmaktadır Harem bölümündeki salonların duvarları pembe ve yeşilin ağırlık kazandığı desenli kumaşlar ve kâğıtlarla kaplanmıştır


Nazime Sultan Yalısı (Beşiktaş)

İstanbul ili Beşiktaş ilçesi, Kuruçeşme’de, Sultan Abdülaziz’in (1861–1876) kızı Nazime Sultan Yalısı yanındaki Naciye Sultan Yalısı ile birlikte XIX yüzyılın ilk yarısında Hibetullah Hanım Sultan’a aitti Daha önce Şah Sultan’a ait olan bu yalı biri büyük diğeri de küçük olmak üzere iki ayrı yapıdan meydana geliyordu Bunlardan Ortaköy tarafındaki büyük olan yalı Enver Paşa ile evlenen Naciye Sultan’a, diğeri de Nazime Sultan’a verilmişti Kaynaklarda Nazime Sultan’a yalının ne amaçla verildiği belirtilmemiştir Bazı arşiv belgelerinde de 1900–1901 yıllarında onarıldığı yazılıdır

Nazime Sultan Ali Halit Paşa ile 1889 yılında evlenmiştir Yaşamıyla ilgili birbirleri ile çelişkili bilgiler bulunmaktadır Bazı kaynaklara göre; 25 Kasım 1895’te ölmüş ve Sultan II Mahmut türbesine gömülmüştür Bazılarına göre de, Cünye’de (Beyrut) 1947’de ölmüş ve Şam’daki Sultan Selim haziresine gömülmüştür

Nazime Sultan Yalısının Raimondo d’Aronco tarafından tasarlandığı iddia edilmişse de bununla ilgili kesin belgeye rastlanmamıştır Yalı denize paralel uzun ve bol pencereli, önünde rıhtımı olan iki katlı bir yapı idi XIX yüzyılın sonlarına doğru sultan sarayları için uygulanan planlar uyarınca birbirlerine eşit büyüklükte harem ve selamlıktan meydana gelmişti Yalının giriş bölümünün üst katı at nalı kemerli bir cephe görünümüne sahipti Bu görünümü ile de Boğaziçi’ndeki sultan yalılarından ayrılmaktadır Girişten sonra geniş merdivenlerle çıkılan salonlar siyah ve beyaz salonlar olarak isimlendirilmişti Salonların çevresine odalar sıralanmıştır Cephedeki çok sayıda pencereler özel bir konumdaki çerçeveler içerisine alınmış ve bunlar stilize bezemelerle hareketlendirilmiştir

Çırağan Sarayı’nın yanmasından sonra bu yalı bir süre Meclis-i Mebusan binası olarak kullanılmış, hanedanın yurt dışına çıkarılmasından sonra satılmış, bir süre tütün deposu olarak kullanılmış ve sonra da yıkılmıştır


Yılanlı Yalı (Beşiktaş)

yüzyılın sonlarında Sultan I Abdülhamit’in (1774–1789) veya Sultan III Selim (1789–1807) döneminde yapıldığı konusunda iki ayrı iddia bulunmaktadır Bunun yanı sıra yalının Sultan III Mustafa zamanında yapıldığı da iddia edilmiştir Ancak bunların hiç birisi de kesinlik kazanamamıştır Yalının ilk sahibinin Reisülküttab Mustafa Efendi olduğu ve çeşitli dönemlerde de onarıldığı bilinmektedir Bu onarımlardan en önemlisinin Raşit Efendi tarafından yapıldığı kaynaklardan öğrenilmektedir Reisülküttab Mustafa Efendi’nin ölümünden sonra varisleri yalıyı Kepçe Nazırı Mustafa Efendi’ye satmışlardır Daha sonra yalının mülkiyeti Raşit Efendi’ye geçmiştir Sonraki yıllarda Raşit Efendi’nin çocukları yalı ile ilgilenmemiş, yalı içerisindeki eşyalar dağılmış ve yapı uzun süre kendi haline kalmış, 1964 yılında da şüpheli bir biçimde de yanmıştır

Bu yalı sarp kayalıklar üzerinde tek katlı eli böğründelerle dışarıya taşkın biçimde yapılmıştır Harem ve selamlıktan meydana gelen yalının haremi biraz daha küçük ölçüde olup, geniş sofaları, Sakal-ı Şerif odası, meşkhanesi, selsebil odası ve arkasındaki hamamı ile kendine özgü bir görünümü vardı Bu odalar arasındaki Sakal-ı Şerif odasının ayrı bir önemi olup, Ramazan aylarında Teravih Namazı kılınır, Kandil ve bayramlarda da ziyaret edilirdi Harem kısmının 40 odadan meydana geldiği söylenirse de bu kesinlik kazanamamıştır Girişin hemen sağındaki büyük taş odada Raşit Efendi yaz aylarında hemen hemen tüm zamanını geçirmiş ve misafirlerini ağırlamıştır Yalının Türk Barok mimarisinin en güzel örneklerinden nakışlı tavanı, mermer şebekeli fıskiyeli havuzu, köşelerdeki selsebiller ile Raşit Efendi’nin çok sevdiği bu odanın ayrı bir görünümü vardı Odanın çevresi sedirler ve minderlerle kaplanmış, dolaplar onları tamamlamıştı

Yalının günümüze ulaşan selamlık kısmı geniş bir set üzerinde olup, Prof DrY Mimar Nevzat İlhan tarafından restore edilmiş ve yapının özgün mimarisi korunmuş, içerisindeki düzenlemeler günümüzün koşullarına göre uygulanmıştır


Yusuf Kamil Paşa Yalısı (Beşiktaş)

İstanbul ili Beşiktaş ilçesi, Bebek’te bugünkü Kemal Sadıkoğlu, Villa Berkçay, Zamir Damar ve Nuri Çapa yalılarının bulunduğu yerde XIX yüzyıl başlarında İmamzade Esad Efendi’nin yalısı ile Sultan II Mahmut’un Musahibi Sait Efendi’nin sahil sarayı vardı

Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa Sultan Abdülmecit zamanında Sami Paşa ile Yusuf Kamil Paşa’yı İstanbul’a göndermişti Paşalar önceleri Arnavutköy ile Mısırlı Hanım’ın yalısında bir süre misafir kalmışlar, sonra da kendilerine yeni bir yer aramaya başlamışlardı Yusuf Kamil Paşa bir gün kayıkla Bebek’ten geçerken İmamzade Esat Efendi’nin yalısını görmüş ve yanındaki Haydar Efendi’ye dönerek “Şu yalı benim olsa da bir güzel yaptırsam” demiştir Bir süre sonra da İmamzade Esat Efendi ile yanındaki Sait Efendi’nin yalılarını satın almış, her iki yalıyı birleştirmiştir Sonra da bu iki yalıyı yıktırarak yerine Fransız Mimar Gardnier’e daha büyük bir yalı yaptırmıştır

Yusuf Kamil Paşa’nın yaptırmış olduğu yalı ahşap olup, cephe görünümünde ortada üç, yanlarda da iki katlı idi Alt katta sofa yerine uygulanan mekân yuvarlak kemerli, sütunların taşıdığı bölümler halinde idi Simetrik plan düzenine göre yapılan yalının deniz tarafında iki yan sofası ile onların arkasına sıralanmış odaları vardı Yalıdan kafesli bir köprü ile arkasındaki koruluğa geçilirdi Korulukta yaptırdığı ek binalar teraslar üzerine oturtulmuştu

Yusuf Kamil Paşa Yalısını zamanın pek çok tanınmış kişisi ziyaret etmiştir Bunlardan birini Haluk Şehsuvaroğlu şöyle anlatmıştır:

“Böyle gecelerden birinde, devrin zariflerinden biri Yusuf Kamil Paşa’yı fevkalade eğlendirip, hoş vakitler geçirtmiş, Paşa da âdeti üzere kâhyasını çağırıp, efendiye 500 altın ihsan ettim, verirsiniz demiş Nüktedan zat o geceyi hayaller içerisinde uykusuz bir halde geçirmiş, 500 altını sabaha kadar nerelere harcayacağını bilememiş Diğer taraftan paşanın kâhyası Hüseyin Haki Efendi de bu mübalağalı ihsanı tashih ettirmiş ve ertesi sabah sabırsızlıkla kahvaltı tepsisini bekleyen nüktedan efendinin kahvaltı tepsisine bir zarf içerisinde 5 altın koymuştur Neye uğradığını şaşıran misafir hemen kâhyaya koşmuş;

— Galiba bir yanlışlık oldu Paşa hazretleri dün akşam bana 500 altın ihsan etmişlerdi Bu sabah 5 altın geldi
Hüseyin Haki Efendi;
— Bana verilen emir böyledir başka bir şey yapamam Şimdi kendileri merdivenden aşağıya inerler Siz vaziyeti arz ediniz demiş
Misafir sabırsızlıkla paşanın inmesini beklemiş ve tam paşa indiği sırada onu etekleyerek derdini anlatmış
Yusuf Kamil Paşa da;
—Aman efendim dün akşam işret esnasında bir halt etmişim Doğrusu bu sabah aldığınız ihsandır
Misafir bir selam daha verip:
— Aman efendim o haltı dün akşam değil şimdi işlediniz” demiş

Yusuf Kamil Paşa yalıyı sonradan Sait Halim Paşa’nın babası Mısırlı Prens Halim Paşa’ya satmıştır Sanatkâr ruhlu bir kişi olan Halim Paşa da yalıyı zevkine göre döşetmiş, koruda musiki âlemleri tertiplemiş, devrin tanınmış ressamlarını yalıda bir araya getirmiştir Bu arada tepede yaptırdığı köşkü de resim atölyesi haline sokmuştur Uçurumun üzerinde yapılmış olan bu köşkün ahşap odasından ötürü de eski Boğaziçililer buradan Bülbül Yuvası diye söz etmişlerdir

IDünya Savaşı sırasında yalı Maarif Nezareti’nin emrine verilmiş ve Darül Eytam haline getirilmiştir Bu yüzden yalı harap olmuş, 1928–1929 yıllarında yıktırılmıştır


Mazhar Paşa Yalısı (Sarıyer)

İstanbul Sarıyer ilçesi Emirgân-Baltalimanı arasında bulunan Mazhar Paşa Yalısı da günümüze gelemeyen yalılardandır Mazhar Paşa Sadrazam Büyük Reşit Paşa’nın oğlu idi Devlet yönetimine girmemiş, kendi başına yaşamış, Celmiz isminde bir Çerkez kızı ile evlenmiş, ondan Necmettin, Veliddin isimli iki oğlu ile Nemciye isimli bir kızı dünyaya gelmiştir

Mashar Paşa devrin ünlü aşçılarını yalısında bir araya getirmiş, onların hazırladığı yemekler Boğaziçi’nde uzun yıllar anlatılmıştır Paşa yalısında dostlarına, komşularına ziyafetler vermiştir Aynı zamanda yalıda yaşayan ağaların, uşakların, çırakların, sofracıların ve harem ağalarının işgüzarlığı terbiyeleri de çok ünlü idi Mazhar Paşa da haklı olarak bu durumdan hoşlanır, guru duyarmış Aynı zamanda musikişinas olan paşa gayet güzel tambur çalar, haremindeki saz takımı devrin en ünlü hocalarından ders alırmış

Mazhar Paşa Yalısı XVIII yüzyılda yapılmış iki katlı bir yapı olup, yapım tarihi kesinlik kazanamamıştır Mimari yapısı hakkında da kesin bir bilgimiz bulunmamaktadır Bu yalı XIX yüzyılın sonlarına doğru yıkılarak ortadan kalkmıştır


Emirgân (Şerifler) Yalısı (Sarıyer)

XIX yüzyılın ikinci yarısına kadar Miriye ait olan Emirgan’ı Sultan III Mehmet (1593–1603) Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan Sultan III Murat (1574–1595) devrine kadar uzanan tüm resmi yazışmaları kitap halinde derleyen Nişancı Feridun Paşa’ya vermişti Bundan böyle de günümüzün Emirgan’ı Nişancı Feridun Bey’in yazlık bahçesi olmuş ve Nişancı Feridun Bey Bahçesi olarak anılmıştır

Sultan IV Murat (1623–1640) Revan seferi sırasında kendisine Revan Kalesi’ni teslim eden Emirgüneoğlu Tahmasb Kuli Han’ı, kethüdası Murat Ağa’yı ve adamlarının hayatlarını bağışlamıştır Bu arada Yusuf ismini alan Emirgüne Han’a murassa kılıç, hançer vermiş ve üç hil’at giydirdikten sonra üç tuğ ile Halep Valisi yapmıştır Kethüdası Murat Ağa da Beylerbeylik rütbesi ile Trablusşam’a gönderilmiştir Kısa bir süre sonra Yusuf Ağa idam, Emirgüneoğlu da azl olmuştur Sultan Murat son derece zeki hoşsohbet bir kişi olan Emirgüneoğlu’na haslar ile Feridun Bey bahçelerini vermiş ve onu kendisine Musahip yapmıştır Emirgüneoğlu da Feridun Bey bahçelerinde kendisine sahil saray niteliğinde bir yalı yaptırmıştır Bu yapıdan Evliya Çelebi de söz etmiştir:
“Cümle kapısı tarzı Acem üzere tarh olunmuş, dört duvarı billurdan bir hamamı vardır Gül ve gülistan içinde bulunan bu hamamdan bülbüllerin yuvalarında yavrularını besledikleri seyredilir Bu bağın dışında binlerce ağaç vardır

Zarif Orgun’dan öğrenildiğine göre de; “Feridun Bey bahçeleri denmekle malum Emirgüneoğlu Yusuf’un Naip ve Mutasarrıf olduğu bahçe ki hududu sahil-i bahirde vaki ayazmadan Müslüman mezarlığına ve oradan Tırnakçızade Mehmet’in bağına ve ondan çeşmebaşı nam mevki denilerek binaların anlatılmasına geçilmiş, altı bab oda, sofa, büyük iki şahnişin, dehliz ve büyük havuzlu hamam akarsu, mutfak, kiler, yanında odalar ve bahçede meyve ağaçları ve diğer ağaçlarla su haznesi, büyük ahır, şahnişinli büyük oda ve üstünde üç şahnişinli ve şadırvanlı, altın yaldızlı, çinili oda ve şahnişinli odaya bitişik diğer odalar, üç dehliz ve bahçede bir kameriye ve su haznesi üzerinde bir köşk, dört oda, su dolabı ve bir dalyan ve bu hudut içerisinde tahminen 170 kile tohum ekilen tarlalar…”

Murat’ın (1623–1640) ölümünden sonra, iyi bir de ün yapmadığından ötürü idam edilmiştir Bundan sonra malına mülküne el konmuş, Boğaziçi’ndeki bahçeleri, yalısı Sadrazam Kemankeş Mustafa Paşa’ya verilmiştir

Tarihi kaynaklar Emirgan’daki yalının sürekli el değiştirdiğinden söz etmiştir Sultan III Mustafa’nın (1695–1703) emri ile önce devrin ilmiye ricalinden Mirza Mustafa Efendi’ye, onun 1722 yılında yalıda ölümünden sonra oğlu Mehmet Emin Salim Efendi’ye, Şeyhülislâm Vassaf Abdullah Efendi’ye, onun ölümünden sonra da oğlu Esat Efendi’ye geçmiştir Esat Efendi’nin mirasçısı olmadan ölümünden sonra Sultan I Abdülhamit (1774–1789) burada cami, hamam ve dükkânlar yaptırmış, yalının bulunduğu çevre de küçük bir köye dönüşmüştür

Emirgan Yalısı Sultan II Mahmut (1789–1807) zamanında yapılan Bostancıbaşı Defterlerinde Hazine-i Hümayun Baş Yazıcısı Feyzi Beyzade Mehmet Bey’in üzerinde görülmüştür Daha sonraki yıllarda da Asakir-i Mansure-i Muhammediye Seraskeri Vidinli AHüseyin Paşa’ya 1828-1829’da satılmıştır Bundan sonra Mekke Emiri Şerif Abdiillah Paşa bu yalıyı satın almış, onun ölümü ile de Sait Çiftçi’ye satılmıştır Yalının selamlık bölümü Kültür Bakanlığı tarafından 1968 yılında kamulaştırılmıştır Harem bölümünde ise Sait Çiftçiler’e ait bir köşk bulunmaktadır İstanbul’da 1840–1850 yıllarında yaşamış olan ve Ayasofya’yı onaran G Fosatti Vidinli Hüseyin Paşa Köşkü ismi ile bu yapının bir de rölövesini çizmiştir

Emirgan Yalısı harem ve selamlık olmak üzere ahşap ve iki ayrı bölümden meydana gelmiştir Çeşitli ağaç ve çiçek bahçeleri ile kaplı geniş bir alan içerisindeki selamlığın bol ışıklı geniş pencereleri vardı Selamlık ve harem arasında geçişi sağlayan direkler üzerindeki asma köprü her iki yapıyı da birbirine bağlıyordu Yalı halkının bahçeye inmeden doğrudan doğruya selamlıktan hareme geçişini sağlayan bu köprü 1946 yılında yıktırılarak ortadan kaldırılmıştır İstanbul Üniversitesi Kütüphanesindeki Sultan II Abdülhamit devri fotoğraf albümündeki resimlerde bu köprü açıkça görülmektedir

Selamlık kısmı şahnişinli, yonca planlı olup, ana salonunun üç cephesinde sıralanmış pencereler ile denize açılmış bir divanhane görünümündedir Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı’nın yazlık divanhanesini hatırlatan bu salonun ortasına fıskiyeli bir de havuz yerleştirilmiştir Selamlığın alt katı deniz tarafındaki penceresiz taş duvarların ardında kalmış, içeriye giriş yandaki yedi basamaklı bir merdivenle sağlanmıştır İlk yapıldığı dönemde burada bir de kayıkhane bulunuyordu Yalının önünden geçen yol nedeni ile bu kayıkhane iptal edilmiştir Yalının sahanlığının sağında bahçeye aşılan bol ışık alan camekânlı bir yemek odası solda da küçük bir oda vardır Yalının tüm odalarının duvarları, tavanları yağlı boya resimlerle bezenmiştir Aynı zamanda yaldızlı nakışlar, çiçek bezemeli motifler de onları tamamlamıştır Bu bezemeler barok üslupta olup, Topkapı Sarayı harem dairesi ile benzerlikler göstermektedir Bu bezemeler Çanakkale Bayramiç ilçesindeki 1789 tarihli Hadimoğlu Konağı ile de benzerlik göstermektedir

Yalı bahçesinde XX yüzyılın ilk yarısında yapılmış üç katlı müştemilat bulunmaktadır Bu bölüm Kültür Bakanlığı’nın misafirhanesi olarak kullanılmıştır

Emirgan Yalısı’nın müze olarak düzenlenmesi düşünülmüş bunun için de Topkapı Sarayı, Türk ve İslam Eserleri Müzesi ve Divan Edebiyatı Müzesi’nden, dışarıdan satın alınan eserlerle döşenmiştir Ancak müze kurulamamıştır

Emirgan Yalısı 1980 yılından sonra Kültür Bakanlığı, Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nin yönetimine geçmiş, restorasyonu ve iç bezemeleri yapılmıştır Günümüzde Topkapı Sarayı Müzesi’nin yönetimindedir


Ferik Ahmet Afif Paşa Yalısı (Sarıyer)

Bu yalının ilk sahibinin Koca Reşit Paşa’nın kızı Ferendiz Hanım’a ait olduğunu Haluk Şehsuvaroğlu belirtmiştir Bu durumda Ahmet Afif Paşa’nın bu yalının yerine yenisini yaptırdığı anlaşılmaktadır

Yalı zemin üzerine iki normal bir de çatı katından meydana gelmiştir Yalının girişleri sağ ve sol yan cephelerinde üç kollu merdivenler ile sağlanmıştır Kara tarafı cephesinde ise yalnızca servis merdivenlerine açılan servis girişleri bulunmaktadır Yalının planı denize dik bir eksene göre simetrik olarak yapılmıştır Bu nedenle deniz cephesi dar, kara cepheleri daha geniş olup, yalının her odasından denizin görülmesi böylece sağlanmıştır Yalının ana merdiveni yalnızca iki katı birbirine bağlamaktadır Deniz cephesindeki köşe odaları küçük çıkmalar halinde denize yönelmiştir Bu yöneliş yalı mimarisinde tek bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır Ayrıca bu çıkmalar kuleler şeklinde daha belirginleştirilmiştir Mimari düzeninde dengeyi sağlayabilmek için de yalının kara tarafındaki iki köşesine de soğan kubbeli iki kule daha eklenmiştir

Yalının deniz cephesi, ince uzun pencereleri, pencereler ile katlar arasındaki boşlukları dolduran mimari dekorasyon ile hareketli bir görünüm sağlanmıştır Ayrıca ahşap panolar onları tamamlamıştır Burada Mimar Vallaury üç açıklıklı mimari ögelere de yer vermiştir İç mekânlarda ise birinci ve ikinci katlardaki tavanlar muşamba üzerine alçı ve altın varaklı kalem işleri ile bezemeler yapılmıştır Yan duvarlarda sistematik şekilde panolar halinde kalem işlerine yer verilmiştir Kara cephesindeki odaların tavan göbeklerinde ise ağırlık rokoko üslubundadır


Sait Halim Paşa Yalısı (Sarıyer)

uzaklıkta olan bu yalı XIX yüzyılın ikinci yarısında yapılmıştır Yalının mimarı Petraki Adamanti isimli birisidir Bu yalıda ampir ve eklektik üsluplar bir arada uygulanmıştır

Yalının ilk sahiplerinin Düzoğulları isimli bir aile olduğu, sonradan İstanbul Rumlarının temsilcisi olarak tanınan Logothete Nicolas Aristarhis isimli bir kişiye, sonra da VLahos isimli bir Rum bankerinin mülkiyetine geçmiştir XIX yüzyılın sonlarında Sait Halim Paşa bu yalıyı satın almıştır

Sait Halim Paşa Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın torunu, Vezir Halim Paşa’nın da büyük oğludur Lozan Üniversitesi Siyasal Bilimler Bölümü’nü bitirdikten sonra paşalık unvanı ile devlet şurası üyeliğine getirilmiştir Sultan II Abdülhamit zamanında Mısır ve Avrupa’ya giderek jön Türk hareketlerinin önde gelen kişilerinden biri olmuştur İttihat ve Terakki Fırkası’nda rol almış, genel sekreterlik görevini de üstlenmiştir Meşrutiyet’in ilanından sonra Türkiye’ye dönerek Ayan üyeliği, Devlet Şurası Başkanlığı, Hariciye Nazırlığı yapmış, 1913’te de Sadrazam olmuştur Sadaret Makamından 3 Şubat 1917’de ayrılmasına rağmen Malta’ya sürülmüştür Türkiye’ye dönmesine izin verilmemiş Roma’da 1921’de bir Ermeni komitacısı tarafından öldürülmüştür Mezarı İstanbul’da Mahmut Paşa Türbesi’ndedir

Sait Halim Paşa yalıyı Papa Kalfa isimli bir ustaya onarttırmış, bazı yeni ilaveler ve değişiklikler yaptırmıştır Bundan böyle yalı Sait Halim Paşa Yalısı ismi ile tanınmıştır Sait Halim Paşa’dan sonra oğlu Prens Halim’e geçen bu yalı 1968’de Turizm Bankası tarafından satın alınmış ve yeniden restore edilmiştir Turizm Bankası ile TAÇ Vakfı arasında düzenlenen 1661981 tarihli protokol uyarınca yalının iç süslemeleri dışında kalan restorasyon projeleri TAÇ Vakfı tarafından yapılmıştır Projeleri YMimar Sinan Genim hazırlamıştır Turizm Bankası 1989’da Türkiye Kalkınma Bankası’na dönüşünce de yalının yeni sahibi Türkiye Kalkınma Bankası olmuştur

yüzyıl yalılarını yansıtacak biçimde müze-yalı olarak düzenlenmiştir Bir süre Başbakanlık yazlık konutu olarak kullanılan yapıda resmi toplantılar yapılmıştır

Sait Halim Paşa yalısı eski kaynaklardan öğrenildiğine göre, setler halinde koruluklara kadar uzanıyordu Boğaziçi’nin pek çok yalısında görüldüğü gibi burada da arkadaki sırtlara bağlanan bir köprüsü vardı Yalı harem ve selamlık olmak üzere iki ayrı bölümden meydana gelmiştir Denizden bakıldığında kuzeyi harem, güneyi de selamlıktır Her iki bölüm aynı yapıda birleştirilmiştir Yalı bahçesine Boğaz yolu üzerindeki kapıdan girilmektedir

Yalı bahçesine Boğaz yolu üzerindeki kapıdan girilmektedir Yalı bodrum üzerinde iki katlı olup, rıhtımında harem ve selamlığa açılan kapılar bulunmaktadır Bu kapıların önündeki iki aslan heykelinden ötürü de yalıya Aslanlı Yalı ismi verilmiştir Yalının cepheleri çıkmalarla yer yer hareketlendirilmiş, alt ve üst katları bir kornişle ikiye bölünmüştür Ahşap panjurlu pencerelerin bir kısmı üçgen alınlıklarla sonuçlandırılarak cephe hareketliliğine farklılık getirilmiştir Yapı ana planı doğrultusunda orta sofa çevresinde sıralanmış odalardan meydana gelmiştir Sait Halim Paşa’nın yaptırdığı onarımlarda orta sofa bir merdiven holüne dönüştürülerek denize yönelik geniş cephe Venedik odası, Altın Oda, Japon Odası isimleri altında üç büyük odaya dönüştürülmüştür Yalının ortasında yer alan merdiven çatıdaki fenerler bu dönemde yapılmış ve onlara bir de denize yönelik balkon eklenmiştir

Camekânlı girişten birkaç basamak çıkıldıktan sonra harem ve selamlık hollerine ulaşılmaktadır Harem holünün alçı, nakış ve kakma işlerle zengin bir bezemesi vardır Buradan barok üsluptaki bir merdivenle üst kata çıkılmakta, bahçeye yönelik tarafta yekpare kristal avizeler ile duvarlardaki tablolarla zengin bir görünümü olan yemek salonuna girilmektedir Buraya bir de çalışma odası eklenmiştir

Selamlık bölümünün girişi ahşap lambrili ve Kütahya çinileri ile kaplıdır Girişin karşısındaki duvara da Venedikli ressam Clement’in oldukça büyük bir tablosu yerleştirilmiştir 1865 tarihli olan bu tabloda bir av sahnesi canlandırılmış ve Sait Halim Paşa’nın babası Kavalalı Mehmet Ali Paşa da burada görüntülenmiştir

Osmanlı İmparatorluğu’nun I Dünya Savaşı’na girmesinde büyük etkisi olan Türk-Alman ittifakı 2 Ağustos 1914’te Sadrazam Sait Halim Paşa ile Alman elçisi Wangenheim tarafından bu orta mekânda yapılmıştır İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önde gelen kişilerinden Enver Paşa, Talat Paşa ve Büyük Cemal Paşa Sait Halim Paşa ile birlikte sık sık toplantılar düzenlemiştir

Sait Halim Paşa Yalısı’nın bezemeleri XIX yüzyıl Batı üslubu ile Osmanlı sanatının bir çeşit bütünleşmesinden oluşmuştur Yalının iç dekorasyonunda eklektik üslup kendisini açıkça göstermektedir Burada zengin altın yaldızlı bezemeler içerisinde alçı kaplamalar, kabartmalar, sedef bağa ağaç işçiliği, bitkisel geometrik şekiller, yazı ve resimler bir uyum içerisinde bir arada kullanılmıştır Osmanlı, Mısır ve XVI Louis üslubu mobilyalar, Murana avizeleri de onları tamamlamıştır Ayrıca kaynaklarda, Aleexandere, Berrchere, Clement, Crapalet, Dalpy, Henery, Leray, Roullet, Valery gibi ünlü ressamların eserlerinin yanı sıra Mahmut Celaleddin, Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Hafız Osman’ın yazıları, Kütahya çinileri, bronz heykeller ve çeşitli Osmanlı-İran halılarının da bu yalıda bulunduğu belirtilmiştir

Sait Halim Paşa Yalısı 1995 yılında bilinmeyen bir nedenle kısmen yanmış, içerisindeki eserlerin ne olduğu konusunda çeşitli iddialar ortaya atılmıştır Yalı yeniden restore edilmiştir


Kocataş (Necmettin Molla) Yalısı (Sarıyer)

İstanbul ili Sarıyer ilçesinde bulunan bu yalı Abraham Paşa, Molla Bey, Necmettin Molla Yalısı isimleri ile de tanınmıştır XIX yüzyılın sonlarında Neo-Klasik üslupta, ahşap, bağdadi tekniğinde yapılan Abraham Paşa Yalısı Kocataş Yalısı’nın yanında bulunuyordu Bu yalı yanarak ortadan kalkmıştır Kocataş Yalısı Sultan II Abdülhamit (1876–1909) döneminde kısa bir süre Sadrazamlık yapan daha sonra da Adliye Nazırı olan Abdurrahman Nurettin Paşa tarafından Mimar Sarkis Balyan’a yaptırılmıştır

Bu yalı arkasındaki 17123 m2’lik bir alanda yer almıştır Üç katlı yalının ortasındaki ana bölüm ve bunun iki yanındaki ikişer katlı servis binalarından meydana gelmiştir Bu binalarla ana bina arasında katlarla bağlantı bulunmaktadır Asıl yapıya dört sütunun taşıdığı bir portikten girilmektedir Bu portiğin üzerindeki iki kat dışarıya çıkıntılı olarak yükselmiştir Bu çıkmanın son katının üzerinde üçgen şeklinde bir alınlığa yer verilmiştir Cephelerdeki düz ve basık kemerli olan pencerelerin tümü panjurludur

Girişin hemen ardında yer alan taşlığa ikisi karşıda olmak üzere dört kapı açılmaktadır Bu kapılardan sağ ve soldakilerden ikisi şömineli odalara açılır Karşısına gelen camekânın hemen ardında yine sağ ve solda yan binalara geçişi sağlayan koridorlar vardır Aynı zamanda burada önce çift sonra da tek yönlü olarak üst kata çıkan ana bir merdiven bulunur Bu merdiven rokoko üslubunda dökme demir korkulukludur Duvarları ise yağlı boya natürmort boyalarla bezenmiştir Merdivenin birinci sahanlığından camekânlı geniş bir kapı arka balkona açılır İkinci kattaki sahanlıktan büyük bir salona geçilir Bu salonun çevresinde de yan odalar bulunmaktadır Burada yanlardaki kapılardan alt katta olduğu gibi yan binalara geçiş sağlanmıştır Bu salonlar kabartma alçı rokoko bezemelerle süslenmiştir

Yalının üçüncü katında basık tavanlı odalar bulunur Bunların hizmetli odaları olarak kullanıldığı sanılmaktadır Yan taraftaki servis binalarında da mutfak ve kilerler vardır


Mustafa Reşit Paşa Yalısı (Sarıyer)

yüzyılda yaptırmış olduğu ahşap yalısı bulunuyordu Bu yalıda 1838, 1839, 1840 ve 1846 yıllarında İngiltere, Fransa, Rusya ve Belçika ile yapılan ikili ticari ve siyasi anlaşmalar imzalanmıştır

Mustafa Reşit Paşa bu yalının yanına XIX yüzyılın ortalarında Balyan ailesinden Mimar Sarkis ve Karabet Amira Balyan’a saray niteliğinde kâgir bir yalı yaptırmıştır Bu yalı Sultan Abdülmecit’in kızı Fatma Sultan’ın Mustafa Reşit Paşa’nın oğlu ile evlenmesi sırasında Osmanlı hazinesince satın alınarak yeni evlilere verilmiştir Sonraki yıllarda Sultan Abdülaziz devrinde bu sahil sarayının çevresine yeni köşkler ve binalar eklenmiştir Fatma Sultan’ın 1883 yılında ölümünden sonra yalı boşalmış ve kız kardeşi Mediha Sultan’a verilmiştir Mediha Sultan’ın Damat Ferit Paşa ile evlenmesi üzerine yapıya bir de harem binası eklenmiştir Bu yalı Cumhuriyetin ilanına kadar Fatma Sultan’ın mülkiyetinde kalmıştır Cumhuriyet döneminde bir süre boş kalan yapı Balıkçılık Enstitüsü’ne devredilmiştir Bu arada Damat Ferit Paşa’nın kitaplığı, yalının eşya ve tabloları satılmıştır Günümüzde yalının harem dairesi Baltalimanı Kemik Hastalıkları Hastanesi olarak kullanılmaktadır

Neo-Klasik üsluptaki bu yalı geniş bir avlu çevresinde olup, bahçesinde havuz ve köşkleri ile deniz hamamları bulunmaktadır Yalı dikdörtgen planlı olup, yan cephelerden masif kolonlarla dışarıya taşırılmıştır İki katlı yapının birinci katının ortasında dikdörtgen bir sofa bulunmakta olup, bu sofanın duvarları aynalarla kaplanmış, içerisine mermer kaplamalar yerleştirilmiştir Yapının birinci katı üç yönlü koridorlarla çevrilmiş, çevresine odalar yerleştirilmiştir Yapının cadde üzerindeki birinci katı dört iri konsolun taşıdığı çıkma ile dışarıya taşırılmıştır

Yalının zemin katında üst kata çıkan üç merdiven vardır Bu merdivenlerden biri birinci katın holüne çıkan ana merdiven, ikincisi ana merdivenin sahanlığından havuza inen merdiven, üçüncüsü de servis merdivenidir

Yalının havuzunun üzeri yakın tarihlerde kapatılmış ve özelliğini yitirmiştir Bu havuzun üzeri ikinci kat damına kadar yükselen piramidal bir camekânla kapatılmıştır Günümüzde bu camekânlı bölüm halen mevcuttur

Yalının rıhtımında açık yüzme havuzu ile kapalı bir deniz hamamı vardı Bahçesinde bulunan Hünkâr Köşkü ile arkasındaki tepenin yamacındaki hamam önünden geçen yolun genişletilmesi sırasında yıktırılmıştır


İtalyan Elçiliği Yalısı (İtalyan Sefareti Yazlık Binası) (Sarıyer)

Bu yalı eski elçilik binasının yerine yapılmış, yalnızca eski yapıdan birinci terasın altında bulunan servis yapıları, mutfak ve kömür deposu korunmuştur İtalya Udine’de bulunan d’Aronco’nun arşivinde bulunan çizimlerden eski yapının bugünkü yapıdan daha küçük, üç katlı ve sade bir mimari üslupta olduğu anlaşılmaktadır

Yalı ahşap kazık temeller üzerine oturtulmuştur Burada karma bir yapım tekniği uygulanmıştır Zemin kat kâgir, kat döşemelerinin araları tuğla dolgulu putrellerle volta tekniğinde yapılmıştır Zeminin üzerindeki katlar ahşap, tuğla dolgulu ve bağdadi sıvalıdır

Günümüze gelen yalı 2700x2000 ölçüsünde dikdörtgen planlı, dört katlı bir yapıdır Uzun kenarı yönündeki eksenine göre simetrik bir plan düzeni göstermektedir Buna göre orta kısımda birer orta hol ve çift kollu geniş merdivenlere yer verilmiştir Kuzey cephesinde merdiven holü 3 m kadar dışarıya taşırılarak burada da bir simetri uygulanmıştır Yapının zemin katı giriş eksenine göre simetriktir Üçüncü katta merdivenler sona ermekte, kuzey cephesinin dört katlı diğer cephelere göre üç kat olarak sona erdirilmesi ile bu kez cephe görünümünde simetriden uzaklaşılmıştır Bu durum üçüncü katın güney cephesindeki çıkma, balkon ve üzerini örten çatı ve saçakla daha belirginleşmektedir Bu tür üslubun d’Aronco’ya özgü olduğu bilinmektedir

Yapının çatısı kuzeyde üçüncü kata kadar inmekte ve bu da yalıya farklı bir görünüm vermektedir Üst katta denize yönelik balkon büyük bir kemer içerisine alınmış, üzerine de büyük girlantların asıldığı kraliyet arması ve bir de yıldız yerleştirilmiştir

Yapının güney cephesi ise farklı bir görünümdedir Bahçeye büyük bir terasla açılan güney cephesinde taş plasterler küresel köşe taşları ile yapının sınırları belirginleştirilmiştir Buradaki geniş saçak balkonları örttüğü gibi üst kattaki odaları da gizlemektedir

Yalının taş döşeli zemin kat holü simetrik olarak iki yanında birer çift kolonla sınırlanmış ve bir iç avlu görünümüne bürünmüştür Burada bir minerva heykeli görülmektedir Yapının tüm katlarında d’Aronco’nun diğer yapılarında çok sık kullandığı gibi art-nouva üslubunda bezemeye yer verilmiştir Bunlar çiçek şeritleri, stilize motifler, çeşitli figürler, kasetli bölümler, meandr şeritleridir


Avusturya Elçiliği Yalısı (Avusturya Sefareti Yazlık Binası) (Sarıyer)

İstanbul ili Sarıyer ilçesi, Yeniköy’de 36 dönümlük bir alan Osmanlı-Avusturya dostluğunun bir nişanesi olarak Sultan II Abdülhamit’in isteği ile Mıgırdıç Cezayirliyan’dan kamulaştırılmış ve Avusturya-Macaristan İmparatoru II Franz Joseph’e 1898 yılında hediye edilmiştir Bu alanda Avusturya Elçiliği yazlık binası yapılmıştır

Neo-Klasik üslupta kâgir ve üç katlı olarak yapılan bu yalı 3600x2700 m ölçüsündedir Zemin katının altında binanın hemen hemen yarısından fazlasını kaplayan bir de bodrum katı bulunmaktadır Yalının müştemilat binaları da bahçesinde yer almaktadır Yalının birinci ve ikinci katları üçüncü kata göre daha yüksek ve daha gösterişlidir Belki de yalının üçüncü katı daha sonraki yıllarda buraya eklenmiştir Kütlesel görünümünü hafifletmek amacı ile çok sayıda geniş pencereler yapının tüm cephesini kuşatmıştır Ayrıca balkon ve teraslar da kütlevi görünümü azaltan diğer unsurlardır Simetrik görünüm iç ve dışarıda uygulanmıştır

Deniz cephesinin sağındaki görkemli bir portal ile yapıya girilmektedir Bu katta orta sofadan geniş merdivenlerle üst kata çıkılmaktadır Bitki motifleri ile bezeli demir döküm korkulukları olan bu merdivenin görkemli bir görünüşü vardır Kabul ve toplantı salonu olarak düzenlenen bu kat hemen hemen bu katın bütününü kaplamaktadır Yalının üst katı hizmet binalarına ayrılmıştır

Günümüzde Avusturya Konsolosluğu’nun resepsiyonlarının verildiği, özel toplantıların yapıldığı yalıda ayrıca Avusturya Kültür Ofisi de hizmet vermektedir


Alman Elçiliği Yazlık Köşk ve Yalıları (Sarıyer)

Yapıların bulunduğu bu alanda eski Tarabya Kasrı bulunuyordu Günümüzde alt bahçede bu kasra ait bir kemer kalıntısı ile Sultan Abdülaziz’in tuğrası görülmektedir Bunun yanı sıra eski Tarabya Kasrı’ndan kalmış ve depo olarak kullanılan bir de mutfak bulunmaktadır

Bu yapılar XIX yüzyılın ikinci yarısında eklektik üslupta yapılmıştır Buradaki yapıların yerleşiminde arazi konumundan ötürü simetri uygulanamamıştır Ana bina, yeni elçilik evi ve müsteşarlık binası bulunmaktadır Yapılarda farklı üsluplar uygulanmıştır Dilimli moresk kemerlerin kule figürleri ve çatı uçlarında görülen mızrak biçimli öğeler dikkat çekicidir Ön kısımda, denize yönelik elçi evinde ise tamamen eklektik üslup görülmektedir Bu yapıların arasında bir de şapel, çeşme ve mezarlık bulunmaktadır Buradaki mezarlıkta IDünya Savaşı’nda şehit olan askerler ile Mareşal Von der Goltz gömülüdür Şehitlerin anısına yapılan rölyefler de Georg Kohl’a aittir

Üst bahçe terasında 1835–1839 yıllarında Türkiye’de bulunmuş olan General Moltke’nin anısına bir anıt yapılmıştır Burada bronz bir madalyon içerisinde Moltke’nin porfirden yapılmış portresi bulunmaktadır Ayrıca kaidenin bir yüzünde Sultan II Abdülhamit’in tuğrası, diğer yüzünde de İmparator II Wilhelm’in monogramları görülmektedir

Buradaki yapılar dikdörtgen planlı, ikişer katlı olup, üzerleri kırma çatı ile örtülmüştür Bu çatıların üzerine gizli çatı katları da yerleştirilmiştir İki yan cephelerde çatılar üçgen alınlıklarla daha belirgin bir şekle sokulmuştur Yapıların içerisinde geniş bir holün çevresinde odalar sıralanmış olup, iç düzende simetri kendisini açıkça göstermektedir


Rus Elçiliği Yalısı (Rusya Sefareti Yazlık Binası) (Sarıyer)

İstanbul ili Sarıyer ilçesi Büyükdere-Sarıyer Caddesi üzerinde, geniş bir bahçe içerisinde yer alan Rus Elçiliği yazlığının yapım tarihi ve mimarı bilinmemektedir XIX yüzyıl başlarına ait, Sultan II Mahmut (1808–1839) dönemi Bostancıbaşı Defterlerinde bu yalıdan “Kurbinde Rusya elçisinin kebir yalısı” olarak söz edilmiştir Ayrıca Melling’in albümündeki gravürde de Rus elçilik binası görülmektedir Yalının iki yanında da Rus elçilik mensuplarına ait yapılar bulunmaktadır Melling yalının bir İngiliz mimarı tarafından yapıldığını belirtmiştir

Günümüze gelen Rus Elçilik Binası gravürdekilerden farklı bir görünümdedir Gravürlerde denize dik konumda iki yan kanat ve bunları birleştiren bir orta bölüm görülmektedir Oysa bugünkü yapının yan kanatları gravürlere benzediği halde orta bölümünün oldukça farklı olduğu görülmektedir Her iki bölüm arasında da belirgin bir üslup farkı vardır Buna dayanılarak orta bölümün sonradan yapıldığı sanılmaktadır

Neo-Rönesans ağırlıklı olan orta binanın girişinde üç bölümlü portiğe yer verilmiştir Kompozit başlıklı dört yüksek kolonun taşıdığı bu portiğin üzerinde birinci katın balkonu bulunmaktadır Geniş bir silme ile ayrılan üst kattaki dikdörtgen söveli pencereler üçgen biçimli kabartma bezemelerle süslenmiştir Çatı altında da oldukça geniş, dişli bir saçak frizi bulunmaktadır Yan kanatlar yüksek bir su basman üzerinde tek katlı olup, ahşaptan yapılmıştır Burada da yarım daire kemerler, üçer açıklıklı bir bölüm, kompozit başlıklı plasterler dikkati çekmektedir

Günümüzde bu yapılar grubu oldukça harap durumda olup, kullanılmamaktadır


İpsilante Yalısı (Sarıyer)

yüzyılda yaptırılmıştır Bu aileden Aleksandros İpsilanti Rus yanlısı bir siyaset gütmüş ve Osmanlı İmparatorluğu’nda kalamayacağını anlayarak Saint-Petersburg’a kaçmıştır Bunun üzerine yalısı Sultan III Selim tarafından 1807’de Fransa Büyükelçisi General Sebastiani’ye elçilik yazlığı olarak verilmiştir

İpsilanti Yalısı XIX yüzyılın ikinci yarısında onarılmış ancak, 1913 yılında çıkan bir yangınla esas bina yanmış, geriye müştemilat binaları ile XIX yüzyılın ortalarında buraya eklenen ek bina kalmıştır Günümüzde bu yapı onarıldıktan sonra 1989’da Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu İdaresi Bölümü’ne verilmiştir

İpsilanti Yalısı’nın XIX yüzyıl başlarındaki durumu Melling’in 1819 yılındaki bir gravüründe görülmektedir Bu gravüre göre; yaklaşık 3–4 m enindeki küçük bir rıhtımın arkasında, küçük bir bahçe ile ayrılmış iki bina bulunmaktadır Bunlar kâgir bir zemin üzerine ikişer katlı yapılardır Konsollarla dışarıya taşırılmış, yan yana dizilmiş çıkmalar yalının deniz cephesine hareketli bir görünüm kazandırmıştır İkinci kat seviyesindeki çıkmalar birinci kata göre öne doğru daha geniş çıkıntılıdır Denize yönelik pencereler zemine kadar inmekte olup bu da iç mekâna büyük bir aydınlık kazandırmaktadır Yalının üst katına ayrıca barok üslupta oval tepe pencereleri de yerleştirilmiştir

XX yüzyılın başlarında çekilmiş bir fotoğrafta karmaşık cephe düzeni yerine, yalın bir cephenin olduğu görülmektedir Asıl yalıyı oluşturan ve 1913’te yanan yalı dışarıya doğru iki kademeli çıkmalarla Melling albümündeki gravüre benzemektedir Bununla beraber bazı ayrıntıları bulunmaktadır XIX yüzyıl başlarına ait olan yapıda yedi çıkma görülürken XX yüzyıldaki fotoğrafta bu çıkmaların ikiye indiği görülmektedir Ayrıca gravürdeki yuvarlak, oval tepe pencereleri de fotoğrafta görülmemektedir Bu ayrıntıların Melling’in yapmış olduğu gravürün biraz da hayali olduğu mu yoksa sonradan yalının yenilendiği konusunda şüpheli bir durum ortaya koymuştur

Yalının arkasındaki tepe iki büyük set halinde düzenlenmiş olup, fıstık ağaçları ile çevrilidir


Sadberk Hanım (Azaryan)Yalısı (Sarıyer)

yüzyılın başında yanmış olan eski bir konak arsası üzerine tüccar Bedros Azaryan tarafından yaptırılmıştır Yalı batılılaşma dönemi yapılarına özgün bir anlayışla ele alınmıştır İstanbul’da bu dönemde yapılmış büyük konutların merkez planlı ve merkezi çıkmalı tasarımına uygun yapılmıştır Ancak cephe görünümü ile döneminde yapılan yapılardan ayrılmaktadır

Azaryan Yalısı arkasındaki yazlık Rus Sefaretinin sınırlarına kadar uzanan çok geniş bir bahçe içerisindedir Boğaz’daki birçok konakta görüldüğü gibi bahçesi setler halinde olup, ağaçlarla kaplıdır Bahçesiyle birlikte 4280 m2 olan Azaryan Yalısı 400 m2 lik bir alana oturmaktadır

Bodrum katı üzerinde üç ana kat ve bir de çatı katından meydana gelmiştir Yapının dış mimarisi ahşap, karnıyarık plan tipinde, konakla Batı mimarisinin bir karışımıdır Osmanlı konaklarında Cihannüma olarak dışarıya açılan çıkma burada bir balkon şeklini almıştır Cadde üzerindeki ana giriş kapısından parke döşeli büyük bir sofaya girilmektedir Bu sofanın iki yanında biri servis, diğeri de üst katlara çıkmak üzere iki merdiveni bulunmaktadır Girişe göre solda bulunan servis merdiveni yandaki servis kapısına da açılmaktadır

Yalının iç bezemesi ampir üslubunda olup, çeşitli kalem işleri, mermer taklidi sıvalar ve alçı tavanlar ile Orta Avrupa mimari tasarımını yansıtmaktadır

Yalı, 1950 yılında Koç ailesince satın alınmış 1978 yılına kadar yazlık olarak kullanılmıştır 1978–1980 yılları arasında, Sedat Hakkı Eldem'in hazırladığı bir restorasyon projesinin uygulanmasıyla bina müzeye dönüştürülmüştür Bugün 14 Ekim 1980’de ziyarete açılan Sadberk Hanım Müzesi’nin büyük bir bölümünü oluşturmaktadır


Zeki Paşa Yalısı (Sarıyer)

İstanbul ili Sarıyer ilçesi, Rumelihisarı’nda Baltalimanı-Hisar yolunda bulunan bu yalı günümüzde Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün köprü ayağı altında kalmıştır Yalı XIX yüzyılın II Yarısında yapılmıştır Mimarı Alexandre Vallaury’dir

Yalının ilk sahibi Sultan II Abdülhamit (1876–1909) döneminde Tophane Müşirliği ve Askeri Mektepler Nazırlığı yapmış olan Müşir Zeki Paşa’dır (1849–1914) Müşir Zeki Paşa Meşrutiyet’in ilanından sonra Küçük Sait Paşa kabinesinde yalnızca yedi gün görev yapmış ve sonra da azledilmiştir

Yalı Boğaziçi’nde yapılmış olan diğer yalıların mimarisinden farklı olarak adeta bir şato görünümündedir Kayalar üzerine oturan bu yapı Barok üsluptadır Zemin katı üzerinde dört katlı olan yalıya hem bahçeden, hem de deniz tarafından girilebilmektedir Geniş bir rıhtımı olan yalı bahçesinde mermer selsebil ve mermer bir de havuz bulunmaktadır Yalının bahçeye yönelik iki büyük, dikdörtgen mermer söveli bahçe kapıları bulunmaktadır Bahçe girişleri simetrik olarak kuzeybatı ve güneybatıdan iki kollu döner merdivenlerle sağlanmıştır Yapıldığı dönemden kalan camekânlı bölümlerden ikişer ayrı hole geçilmektedir Buradan da geniş bir servis holüne girilmektedir Servis holünün iki yanında büyük salonlar ve odalar sıralanmıştır Zemin kattaki bu plan düzeni diğer üç katta da yinelenmiştir

Zemin üstü katlarına yapının batı cephesindeki çıkmalara oturtulmuş merdivenlerle çıkılmaktadır Yalının cephesi farklı renkte ve boyutlarda poligonal taş kaplanmıştır Ayrıca bu cepheler çıkmalarla hareketlendirilmiştir Her kattaki çıkmalar ve pencereler birbirlerinden farklıdır Bunlar farklı açıklıklarda değişik kemer ve sövelerle şekillendirilmiştir Cephelerde dekoratif olarak İon başlıklı sütunlar, ajurlu kemerler bulunmaktadır Pencere aralarında plasterler, kat aralarında da silmelere yer verilmiştir


Şehzade Burhanettin Efendi Yalısı (Sarıyer)

yüzyılın sonlarında yaptırmıştır Varki Vartaks’ın 1885 yılında ölümü üzerine yalı ve çevresindeki arazi varisleri arasında ihtilaf konusu olmuştur Yalıyı icradan Teşrifat-ı Umumiye Nazırı Mahmut Münir Paşa almıştır Ancak paşanın 1899’da ölmesi ile birlikte yalının mülkiyeti Ayşe Pervin Hanım ile Şükriye Ulviye Hanım’a geçmiştir Ardından da Sultan II Abdülhamit’in (1876–1909) oğlu Şehzade Mehmet Burhaneddin Efendi’ye satılmıştır

Şehzade Burhaneddin Efendi yalıyı yıktırarak 1912’de yeniden yaptırmıştır Bugün bu döneme ait ikinci balkonu çatı alınlığında 1328 tarihli “Ya Hafız” levhası görülmektedir Osmanlı hanedanının yurt dışına çıkarılmasından sonra Mısırlı Ahmet İhsan Bey yalıyı 1923’te satın almıştır Ahmet İhsan Bey’in 1946’da ölümü üzerine de mirasçıları yalıyı Erbilgin ailesine satmışlardır Günümüzde Şehzade Burhaneddin Efendi veya Erbilgin ailesi yalısı olarak tanınan bu yalı Y Mimar Hüsrev Tayla tarafından bütünüyle restore edilmiş, yalının orijinal izleri ortaya çıkarılmış, iç ve dış mimarisinde bazı değişiklikler yapılmıştır

Osmanlı İmparatorluğu’nun son devir yapılarındaki özellikleri yansıtan ahşap karkas yalı, zemin kat üzerine iki kat olarak yapılmıştır Yalının deniz cephesinde ikinci katların cumbaları taştan çıkıntılı kanatlar üzerine oturtulmuştur Cephenin orta bölümünde ise her katta ahşap dikmeli balkonlara yer verilmiştir

Ayrıca ikinci kata çıkış servis merdivenleri ile de karşılanmıştır Osmanlı Türk evlerinin iç sofalı plan tipindeki yalının birinci kat sofasının deniz yönünde bir eyvanı bulunmaktadır Bağdadi duvarlarına rokoko üslubunda bezemeler yapılmıştır Zemin katta yedi oda, bir mutfak, bir tuvalet; birinci katta on iki oda, dört tuvalet ve bir Türk hamamı; ikinci katta da yedi oda ile bir tuvalet bulunmaktadır

Y Mimar Hüsrev Tayla’nın yapmış olduğu restorasyonda, 1944 yılında Mimar Burhaneddin Bey’in yapmış olduğu değişiklikler ortadan kaldırılmıştır Birinci ve ikinci katların ön balkonlara açılan duvarları geriye çekilmiş, batı cephesine de dikmeler üzerine bir balkon eklenmiştir Ayrıca yalının kuzeyindeki bahçe kapısı kaldırılmış ve burası sütunlu bir revaka dönüştürülmüştür Duvarlarda daha önce oluşturulan mekânlar kaldırılmış, daha önce kapatılan kapı ve pencereler açılmıştır Birinci katta güneybatıdaki odalar Türk hamamına dönüştürülmüştür Bu kattaki sofa balo salonuna dönüştürülmüştür Yalının güneyindeki kayıkhanenin yerine de kapalı bir havuz yapılmıştır Ayrıca pencerelerin ahşap kepenkleri kaldırılmış, balkonların ajurlu korkulukları da sade parmaklıklara dönüştürülmüştür Bu arada bahçenin kuzeyindeki Mahmut Münir Paşa zamanından kalan tek katlı selamlık üzerine de bir kat eklenmiştir Yalının arkasındaki koru ile bağlantılı olan köprü 1957 yılında yol yapımı nedeni ile yıkılmıştır


İkiz Yalı (Sarıyer)



Yalı Art-Nouva üslubunda dikdörtgen planlı ve üç katlı bir yapıdır Birbirine bitişik ve kapılarla birbirleri ile bağlantı kurulan simetrik planda bir yapıdır Yapının dış cephesindeki pencereleri ikiz ve üçüz şekillerde birbirlerinden farklı üsluplarda yapılmıştır Yalının iki köşesi orta bölümlerden daha yüksek olup, kule görünümlüdür

Yalı denize yönelik geniş bir salon ve bunun iki yanındaki odalardan meydana gelmiştir İkinci kattaki köşe bloklar art-nouva üslubunda bir kemerle sınırlanan balkonlara sahiptir Zemin kat balkonları rıhtımın hemen üzerindedir Üçüncü katta denize yönelik pencerenin önüne küçük birer balkon yerleştirilmiştir Yapının iç mimarisinde simetri egemen olmasına rağmen dış cephesinde simetriden pencere ve balkonlar nedeni ile yer yer kaçınılmıştır

Yalının güney yarısı Faik Kurtoğlu tarafından, kuzey yarısı da Bekir Sıtkı Oyal tarafından satın alınmış, 1967 yılında da İsmet Okur’a satılmıştır


Faik Bey (Pakize Hanım) Yalısı (Sarıyer)

yüzyılın sonlarında yapılmıştır Kimin tarafından yaptırıldığı kesin olarak bilinmemekle beraber Faik Bey Yalısı ismi ile tanınmaktadır

Yalı zemin, çatı katı ve iki kattan meydana gelmiştir Dikdörtgen planlı yalıda denize yönelik orta salonun etrafında odalar sıralanmıştır Alt ve çatı katının cephe görünümleri diğer iki kattan farklıdır

Zemin kat pencereleri denize yönelik sekiz adet olup, bunlar diğer katlara oranla küçük tutulmuştur İki ve üçüncü katın pencereleri tüm cepheyi kaplamakta olup, dikdörtgen şekilde, hafif yuvarlak kemerlidir Çatı katının pencereler altı adet olup bunlar dikdörtgen sövelidir Ortadaki iki pencere bir balkon içerisine alınmıştır Bu balkon yalının denize yönelik tek balkonudur

Plan düzeni yapılışından sonra değişikliğe uğramıştır Orijinal yapının da denize yönelik büyük bir salon bulunmakta, odalar da bu salonun çevresinde sıralanmıştı




Beyhan Sultan Yalısı (Eyüp)

İstanbul ili Eyüp ilçesi, Defterdar İskelesi yakınında bulunan bu yalının yerine 1835 yılında Feshane Fabrikası yapılmıştır

Beyhan Sultan, Sultan III Mustafa’nın kızı olup, 1784’te Silahtar Mustafa Paşa ile evlenmiştir Sultan 1824 yılında bu yalıda ölmüş ve Eyüp Mihrişah Valide Sultan Türbesi’ne gömülmüştür Beyhan Sultan’ın Arnavutköy’de bir de sahil yalısı bulunuyordu


Abdullah Paşa Yalısı (Eyüp)

İstanbul ili Eyüp ilçesi Bahariye’de bulunan Abdullah Paşa Yalısı XVIII yüzyılın ilk yarısında yapılmıştır Abdullah Paşa 1728’de Emine Sultan ile evlenmiş, 1735’te de bu yalıda ölmüş, Eyüp Sultan Türbesi’nin haziresine gömülmüştür Paşanın ölümünden sonra yalı oğlu Mirahur-ı Evvel Abdüllatif Bey’in mülkiyetine geçmiştir Sonraki yıllarda Türk müzeciliğinin kurucusu Ahmet Fethi Paşa’nın babası Kâğıtçıbaşı Ahmet Ağa’nın mülkü olan yalıda Ahmet Fethi Paşa dünyaya gelmiştir

Bu yalının ne zaman yıkıldığı ve mimarisi hakkında kaynaklarda yeterli bilgi bulunmamaktadır


Alemdar Mustafa Paşa’nın Eşi Kamer-Veş Yalısı (Eyüp)

İstanbul ili Eyüp ilçesinde, Eyüp Büyük İskelesi ile Bostan İskelesi arasında bulunan bu yalının ismine 1815 tarihli Bostancıbaşı defterlerinde rastlanmamaktadır Günümüze gelemeyen bu yalı büyük olasılıkla bu tarihten önce yıkılmıştır Buna göre de XVIII yüzyıl yalılarından olduğu sanılmaktadır

Yalı ile ilgili kaynaklarda ismi dışında herhangi bir bilgiye rastlanmamıştır


Hançerli Sultan Yalısı (Eyüp)

İstanbul ili Eyüp ilçesi Bostan İskelesi yakınında Şah Sultan Camisi’nin de sağında bulunuyordu Hançerli Sultan 1533 yılında ölmüştür Bostancıbaşı Defterlerinden öğrenildiğine göre bu yalının Sultan II Mahmut (1808–1839) devrinde ayakta olduğu anlaşılmaktadır Sonraki yıllarda bu yalının yerine Müsteşar Sadettin Bey Yalısı ile Müsahip Sait Efendi Yalısı yapılmıştır

Hançerli Sultan, Sultan II Beyazıt’ın oğlu Şehzade Mahmut’un kızı ve Sadrazam Çandarlı İbrahim Paşa’nın oğlu Mehmet Bey’in eşidir

Hançerli Sultan Yalısı’nın XVII yüzyılda yapıldığı sanılmaktadır Kaynaklarda yalının mimarisi ile ilgili bilgiye rastlanmamıştır


Hanım Sultan Yalısı (Eyüp)

İstanbul ili Eyüp ilçesi, Bahariye’de Bostan İskelesi ile Şah Sultan Camisi arasında, Hançerli Sultan Yalısı’nın da yanında bulunan bu yalı sonraki yıllarda Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın ve oğlu Ali Paşa’nın mülkiyetine geçmiştir Bu yalının XVI yüzyılda yapıldığı sanılmaktadır

Günümüze gelemeyen bu yalı ile ilgili kaynaklarda yeterli bilgi bulunmamaktadır


Hatice Sultan Yalısı (Eyüp)

İstanbul Eyüp ilçesi, Ayvansaray yakınında Yavedüt Camisi yakınında bulunan bu yalının yerinde Sultan III Murat’ın kızı Fatma Sultan’ın sahil sarayı bulunuyordu Bu saray XVIII yüzyılda yıkılmıştır Sahil Sarayının yerinde daha sonra Hatice Sultan Sarayı yapılmıştır

Hatice Sultan, Sultan IV Mehmet’in kızı olup, Sadrazam Hasan Paşa’nın da eşidir Bu yalı ile ilgili kaynaklarda yeterli bilgiye rastlanmamaktadır


Hatice Sultan Yalısı (Eyüp)

İstanbul Eyüp ilçesi, Mihrişah Valide Sultan İmareti yakınında Hibetullah Sultan Sahil Sarayı’nın yanında bulunuyordu

Hatice Sultan, Sultan III Mustafa’nın kızı ve Sultan III Selim’in kız kardeşidir Hatice Sultan Hotin Muhafızı Ahmet Paşa ile 1786 yılında evlenmiş ve 1822 yılında da bu yalıda ölmüş, Eyüp Mihrişah Valide Sultan Türbesi’ne gömülmüştür

Mimar Melling’in albümünde gravürü görülen Defterdarburnu’ndaki sahil saray da Hatice Sultan’a aitti Eyüp’teki Hatice Sultan yalısı ölümünden sonra yıkılmıştır Kaynaklarda bu yalının mimarisi ile ilgili yeterli bilgiye rastlanmamıştır


Kara Mustafa Paşa Yalısı (Eyüp)

İstanbul Eyüp ilçesi, Bahariye’de Kasr-ı Hümayun yanında bulunan bu yalı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tarafından XVII yüzyılın ortalarında yaptırılmıştır Merzifonlu Kara Mustafa Paşa 1676’da Sadrazam olmuş, 1683’te Viyana bozgunundan sonra Belgrat’ta idam edilmiştir

Kaynaklardan öğrenildiğine göre Amcazade Hüseyin Paşa Sultan II Mustafa’ya bu yalıda bir ziyafet vermiştir Ardından Nemçe Elçisi burada karşılanmıştır Yalının ne zaman yıkıldığı ve mimari yapısı konusunda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır


Kaya Sultan Yalısı (Eyüp)

İstanbul ili Eyüp ilçesinde Bahariye Mevlevihanesi yakınındaki bu yalının XVII yüzyılın başlarında yapıldığı sanılmaktadır Kaya Sultan, Sultan IV Murat’ın kızı olup, 13 yaşında Melek Ahmet Paşa ile evlendirilmiştir Kızı Fatma Sultan’ı doğururken 1659 yılında ölmüş, Ayasofya’daki Sultan İbrahim Türbesi’ne gömülmüştür Bu yalı ile ilgili bunun dışında herhangi bir bilgi bulunmamaktadır


Rukiye Sultan Yalısı (Eyüp)

İstanbul İli Eyüp ilçesinde bulunan bu yalının yeri kesinlik kazanamamıştır Rukiye Sultan, Sultan IV Murat’ın kızı olup, Melek Ahmet Paşa ile 1663 yılında evlendirilmiştir Rukiye Sultan da eşinin ölümünden 10 yıl sonra 1695’te bu yalıda ölmüş, Sultanahmet Camisi’ndeki türbeye gömülmüştür Sultanın ölümünden sonra yalı Şeyhülislâm Feyzullah Efendi’nin mülkiyetine geçmiştir Yalının ne zaman yıkıldığı ve mimari yapısı konusunda da yeterli bilgi bulunmamaktadır


Safai Mustafa Efendi Yalısı (Eyüp)

İstanbul ili Eyüp ilçesinde, Yavedut Camisi ile Defterdar İskelesi arasında bulunan bu yalı XVII yüzyılın sonlarında yapılmıştır Safai Mustafa Efendi Bab-ı Âli’de yetişmiş, Elmas Mehmet Paşa’nın defter emini olmuştur 1725 yılında da ölmüştür Bu yalı ile ilgili de kaynaklarda yeterli bilgiye rastlanmamıştır


Saliha Sultan Yalısı (Eyüp)

İstanbul Eyüp ilçesinde, Bahariye sahilinde bulunan bu yalı XVIII yüzyılın ilk yarısında yapılmıştır

Saliha Sultan, Sultan III Ahmet’in kızı olup, 1715 tarihinde doğmuş, Sarı Mustafa Paşa ile 1728, Ali Paşa ile 1740, Ragıp Paşa ile de 1758 yılında evlendirilmiştir Ragıp Paşa’nın 1763 yılında ölümünden sonra da Kaptan-ı Derya Mehmet Paşa ile evlendirilmiştir Sultan’ın düğünleri bu yalıda yapılmıştır

Saliha Sultan 1778 yılında da bu yalıda ölmüştür Yalı ile ilgili yeterli bir bilgi bulunmamakla beraber, Sultan I Abdülhamit’in 1778 tarihli bir Hatt-ı Humayunu’nda İstanbul’da Yeşil İmaret bitişiğinde Saliha Sultan Sarayı ile Eyüp’teki Sahilhanesinin bütün ilaveleri ile beraber IAbdülhamit tarafından kızı Esma Sultan’a temlik edildiği yazılıdır


Uryanizâde Ahmet Esat Efendi Yalısı (Eyüp)

İstanbul Eyüp ilçesinde, Defterdar İskelesi ile Yavedut Camisi arasında bulunan bu yalıda Şeyhülislâm Uryanizade Ahmet Esat Efendi 1813 yılında dünyaya gelmiştir Babası Sultan II Mahmut’un kadılarından Mehmet Sait Efendi’dir Bu bakımdan yalının XVIII yüzyılda yapıldığı ve babasının ölümünden sonra Ahmet Esat Efendi’ye geçtiği anlaşılmaktadır

Bu yalı ile ilgili de kaynaklarda yeterli bilgi bulunmamaktadır


Valide Sultan Yalısı (Eyüp)

İstanbul ili Eyüp ilçesi, Zal Mahmut Paşa Camisi’nin yakınında, Feshane Caddesi üzerinde bulunan bu yalının oldukça büyük olduğu kaynaklardan öğrenilmektedir Yalı Sultan IV Mehmet’in annesi Turhan Hatice Sultan tarafından yaptırılmış, Turhan Hatice Sultan’ın ölümünden sonra da Rabia Gülnuş Emetullah Sultan’a verilmiştir Sonraki yıllarda Sultan III Ahmet’in kızı Fatma Sultan’a verilmiş, ancak yalı Valide Sultan Yalısı ismi ile tanınmıştır

Yalının divanhane tavanının, çeşmesinin, döşeme çinilerinin ve kameriyesinin 1728 yılında tamir edildiği konusunda kaynaklarda bir not bulunmakta olup, bunun dışında mimari yapısı ile ilgili bir bilgi bulunmamaktadır


Yahya Bey Yalısı (Eyüp)

İstanbul ili Eyüp ilçesi, Defterdar’da Eski Feshane Binası yanında bulunuyordu Yahya Bey Sadrazam Hüsrev Paşa’nın kethüdası olup, zenginliği ile tanınmıştır

Yalının Haliç kıyılarında bir rıhtımı olup, altı dönümden fazla meyve ağaçlı bahçesi vardı Bu bahçe içerisinde küçük bir akarsu ile havuz, kuyu, mutfak ve hizmetkârlara ait koğuşlar bulunuyordu

Yalı içerisinde on beş oda, iki salon, sofalar, iki yemek odası ve bir de hamamı vardı Kaynaklardan yalının geniş pencereleri olduğu, içerisinde yirmiye yakın çeşmesi olduğu da öğrenilmektedir Bu yalı 1898 yılında Esma isimli bir hizmetçi tarafından yakılmıştır İçerisindeki Mevlevi dervişi Veled Çelebi’nin zengin kütüphanesi ile eşyaları da yanmıştır

Alıntı Yaparak Cevapla

İstanbul Hakkında Bilgi

Eski 08-14-2012   #12
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İstanbul Hakkında Bilgi



İstanbul Hanları 1

İstanbul Hanları

Hanlar,uzak bölgelerden gelen tacirlerin kalabileceği,mallarını güven altında bekletebileceği bir ihtiyaçtan doğmuştur Başlangıcından itibaren han ve kervansaray adı altında topladığımız bu ticari yapılar insan-yük-hayvan üçlüsünün bir arada konakladığı yapılardır Çeşitli yerlerden gelen tüccar mallarını taşıyan hayvanlarını alt kattaki ahırlarda barındırır kendi ise yukarıdaki odalarda ikamet eder,mallar ise alt ve üst katlardaki depolarda korunurdu Gece olunca bu binaların kalın ve güvenlikli kapıları soyguna karşı kapanır ve gün ışıyıncaya kadar açılmazdı Hanların büyük bir kısmı vakıf sahipleri tarafından vakıflarına gelir temin etmek için da yaptırılmıştır Osmanlı ticaret merkezlerinin vazgeçilmez bir parçası olan bu hanlar,fetihten sonra Fatih tarafından ikisi Tahtakale’de ikisi de bedesten yakınında olmak üzere dört han yaptırmıştır İlk inşa edilen han’ın Bedesten yakınındaki günümüze ulaşamamış olan “Bodrum Kervansarayı” olduğu bilinmektedir İstanbul’a pamuk ve ipek getiren tüccarların konakladığı bu iki katlı hanın otuzbir odası,onbeş dükkanı ve dokuz deposu olduğunu eski kaynaklar yazmaktadır Handan elde edilen yıllık gelir 15 000,dükkan ve hücrelerden ise 3000 akçe imiş Fatih’in Haliç’de,liman bölgesinde yaptırttığı han ise Venedik ve Cenevizli tüccarlar tarafından kullanılıyordu İstanbul Hanları başlıca, 1- Eminönü-Unkapanı bölgesi 2- Beyazıt-Sultanhamamı bölgesi 3- Beyazıt-Aksaray bölgesi 4- Haliç-Galata-Beyoğlu’nda olmak üzere başlıca dört bölgede toplanmışlardır İstanbul’da han inşaatı 20 inci yy ın başlarına kadar sürmüş olup,19uncu yy dan itibaren işlevi biraz değişerek,özellikle Beyoğlu ve Karaköyde ticarethanelerin toplandığı “İş Hanları” na dönüşmüştür

Eminönü bölgesindeki Hanlar:

Ali Paşa Hanı II
Kapalıçarşıda Yorgancılar Caddesi ile Çadırcılar sokağının köşesindedir Kitabesi olmayan bu hanın kesin olmamakla beraber inşaat tarzının 18 inci yy özelliklerini göstermesi bakımından Hekimoğlu Ali Paşa tarafından yaptırıldığı tahmin edilmektedir Ortasındaki 17 x 27 m ebadındaki bir avlunun etrafında iki katlı ve revaklı olup han odaları bu revaklara açılmaktadır Yuvarlak kemerli bir giriş kapısından üzeri tonoz örtülü bir koridor ile avluya girilir Avludan üst kata orijinalinde taş olup bugün demire çevrilmiş merdivenlerle çıkılmaktadır Revakların üzerleri tonoz örtülüdür Yapılışında avludaki mekanlar depo üst katlar ise ticarete ayrılmıştı Günümüze fonksiyonu oldukça bozularak gelmiştir

Astarcı Hanı
Kapalıçarşı’da Yağlıkçılar Caddesindedir Kitabesi olmayan bu hanı kimin yaptırdığı bilinmemektedir İnşaat tekniği bakımından 18 inci yy a tarihlendirilen bu han dikdörtgen plânlı ,ortasında bir avlu ve onunda çevresinde iki katlı revaklı bir tiptedir Çok azı günümüze gelebilen bu revak sıraları yeni yer açmak ,genişlemek uğruna bozulmuşlardır Zemin kattaki revakların sivri,üst kattakilerin ise yuvarlar olduğu bazı kalıntılarından anlaşılmaktadır Yağlıkçılar caddesine bakan giriş kapısının üzeri bir tonoz ile örtülü olup bir koridor vasıtasıyla avluya bağlanmaktadır

Balkapanı Hanı:
Eminönün’de Yeni Cami ile Küçük Pazar arasındadır Hasırcılar,Tahtakale,Balkapanı ve Cömert sokaklarının çevrelediği alandadır Kitabesi olmayan bu hanın altındaki 12-13 yy a tarihlendirilen tonozlu mahzenler Bizans döneminde Venedik yerleşmesi olan bu bölgede bir bina olduğunu gösterir İnşaat tekniğinden ve Ayasofya Camiine vakıf mülkü olarak kaydı bulunduğundan bu han 16 ıncı yy tarihlendirilir İstanbula denizden gelen ticaret ve gümrük eşyalarının gereksinimi için yaptırıldığı da bulunduğu yerden dolayı anlaşılmaktadır 17 inci yy da Mısırlı tüccarlar tarafından kullanıldığını Evliya Çelebi yazmaktadır1688 ve 1807 yangınlarından büyük zarar görmesine rağmen onarımı yapılmış ve birtakım değişiklikler günümüze gelebilmiştir
87 x 52 m lik bir alan üzerine revaklı avlulu ve iki katlı olarak inşa edilmiştir Yuvarlak kemerli,beşik tonozlu ana giriş kapısı Hasırcılar sokağındadır Zemin kattaki odalar beşik tonozlu olup revaklara bir kapı ve pencere ile açılırlar Köşe odalarının örtüsü ise çapraz tonozdur Taş duvarlı,kurşun kaplı kubbeli olan bu yapıyı dışarıdan katları belirleyen profilli bir taş silme dolaşır Günümüzde kubbenin kurşun kaplamaları gitmiş avlunun içine ise birtakım yerleşimler hanın özelliğini kaybetmesine neden olmuştur

Burmalı Han
Eminönünde,Hasırcılar Caddesi ile Kızılhan sokağı köşesindedir Sadrazam Rüstem Paşa tarafından 1556 da Mimar Sinan’a yaptırılmıştır 16 ıncı yy ın klasik avlulu plânlı tipine uymadığı için önce mahkeme binası olarak yaptırılıp sonra da han’a çevrildiğini ileri süren tarihçiler vardır U biçimindeki plânının her iki kolunda biri Hasırcılar Caddesine diğeri Kızılhan sokağına açılan birer giriş kapısı vardır Girişlerde yuvarlar kemerli sade bir işçilik görülmektedir İki katlı olan binanın giriş katındaki mekanlar kalın taş payeler üzerindeki yuvarlak kemerlerin teşkil ettiği revak’ın gerisinde sıralanmıştır Han olarak kullanıldığında be mekanlar depo görevi görmekteydi Üst katta birer pencere ve kapı ile revaklara açılan ve ikamet için kullanılan odalar bulunmaktadır Binanın örtü sistemini teşkil eden kubbe tonozlar tuğladan idi Günümüzde ise bu kubbeler şapla kapatılmış ve yer-yer kiremit kullanılarak üst örtü sistemi bozulmuştur

Büyük Çorapçı Hanı
Mahmutpaşa’da Fincancılar yokuşunun başındadır Kanuni Sultan Süleyman’ın Kaptan-ı Deryası Piyale Paşa tarafından yaptırılmıştır Binanın inşa tekniği 16 ıncı yy tarzında olmasına rağmen günümüzde yeni açılan mekanlar ile orijinal planından uzaklaşmıştır Tek avlulu ve iki katlı olan bina bulunduğu arazinin durumundan dolayı düzgün bir şemaya sahip değildir Taş kemerli bir açıklık olan ana girişi Mahmutpaşa yokuşuna bakan yüzünde olup cephenin tam ortasında olup avluya beşik tonozlu bir geçitle bağlanır Bu geçidin sağ ve solundaki merdivenlerle üst kata çıkılır Avlunun ortasında beşik tonozlu bir bodrum bulunmaktadır Günümüzde ise bu avlunun içine yapılan birtakım ilavelerle görünüm son derece bozulmuştur Avlunun etrafını yuvarlar tuğla kemerli bir revak çevrelemektedir Hanın Fincancılar yokuşuna bakan cephesindeki taş işçiliği tuğla hatıllarla hareketlendirilmiştir İç bölümlerde moloz taş kullanılmıştır Han ilk yapıldığında zemin kat depolara üst kat ise ikamet için inşa edilmişti

Kayseri Han
Eminönünde Mimar Kemaleddin Caddesindedir Binanın üzerindeki tarih kitabesinde de yazdığı gibi 1895 de Ermeni bir mimara yaptırılmıştır İlk sahibinin Ermeni olduğunu bildiğimiz bu han daha sonra el değiştirmiştir Şimdiki sahipleri Ayşe Berker ve hissedarlarıdır Düzgün bir dikdörtgen plânı olan yapının dış cephesindeki taş işçiliği 19 uncu yy ın art-nouveau özelliklerini taşır Bir Bodrum üzerine üç kat ve onun üzerinde de çatı katı bulunan binanın orta kısmında üzeri camla kaplı bir avlusu bulunmaktadır Kapıları ortadaki avlu boşluğunun etrafını çevreleyen galeriye açılan 27 odası bulunmaktadır Dökme demirden olan giriş kapısı ince bir işçilik göstermekte olup yine demirden bir alınlığı bulunmaktadır Kapının üst tarafından kıvrımlı payandaların taşıdığı üç yönlü bir çıkma vardır Cepne boyunca devam eden bu çıkma üzerinde birbirlerinden korint başlıklı yivli gömme payelerle bölünmüştür Orta kattaki pencerelerin üzerlerinde Barok karakterli alınlıklar girland ve deniz kabuğu motifleri ile süslenmiştir Oldukça sade olan zemin katta iki yönde yukarıya ve aşağıya girişleri sağlayan geniş merdivenleri vardır

Kızıl Han (Papaz Hanı)
Eminönünde Hasırcılar Cad ile Kızılhan,Büyükbaş ve Kalçın sokakları arasındadır Kitabesi olmayan bu hanın mimarı ve yaptıranı bilinmemektedir Yapı inşa tekniği ve kullanılan malzeme 17 inci yy ı gösterir Hanın girişi Kızılhan sokağındaki cephesinde olup taş profilli bir kemerle üzeri beşik tonozlu bir koridor vasıtasıyla avluya bağlanır Avlu revaklarının iki yanındaki merdivenler üst kata çıkışı sağlamaktadır Hasırcılar Cad Büyükbaş ve Kızılhan sokakların bakan cephelerinde bir sıra dükkan vardır Bunlar günümüze son derece bozularak gelmişlerdir Bu dükkanların üzerindeki katların cephe malzemesi ile tuğla hatıllı taş ve moloz karışımıdır Kalçın sokağına bakan cephesinde ise dükkan yoktur Burada 12 konsolla dışarı taşma yapan ikinci kat çok harap ve yozlaşmış olarak günümüze gelmiştir Avluyu çeviren revakların üzerleri çapraz tonoz mekanlarınki ise kubbe ile örtülüdür

Kilit Hanı
Eminönünde,Uzunçarşı Cad ile Tacirhane sıkağı arasındadır Kitabesi olmayan bu hanın yaptıranı ve mimarı bilinmemektedir Yalnız inşaat tekniği bakımından 18 inci yy eseri olduğu anlaşılmaktadır Buluntulara göre bu hanın yerinde Bizans devrinde başka bir bina bulunduğu ,hanın da bu binanın kalıntıları üzerine inşa edildiği anlaşılmaktadır Giriş kapısı Uzunçarşı Caddesi üzerinde olup tonoz kemerli bir geçitle ortadaki 30 x 34 x 17 m lik yamuk şeklindeki bir avluya bağlanır Günümüzde çok değişmiş olmasına rağmen orijinalinin tuğla hatıllı kesme taştan inşa edildiği kalan izlerden anlaşılmaktadır Cephe girişinin iki yanında sivri kemerli dükkanlar da orijinal hallerinden tamamen uzaklaşmıştır Avluyu çevreleyen revaklar her iki katta da devam eder Birinci kattaki revak ve oda sistemi tamamen bozulmuş olup ikinci kattaki revak kemerleri kısmen de olsa orijinal hallerini devam ettirmektedir

Kürkçü Hanı:
Mahmutpaşa yokuşunda,Çakmakçılar ve Çarkçılar Sokaklarının arasındaki adadadır Fetihten sonra yapılan ilk hanlardan olup günümüze gelen en eski İstanbul hanıdır Fatih’in sadrazamı Mahmud Paşa tarafından kendisinin yaptırdığı camiye akar olmak üzere yaptırılmıştır Mimarı Atik Sinandır 128 x 68 m lik bir alanı kaplayan bu han iki avlulu ve bunların etrafını çevreleyen iki katlı bir yapıdır Kare biçimindeki büyük avluda duvarlara çapraz olarak inşa edilmiş “Hacı Küçük” adıyla anılan birinin vakfettiği küçük bir mescit yer alır Daha küçük olan ikinci avlu ise kapladığı sahanın çarpık olmasından dolayı yamuk şeklindedir Mahmutpaşa yokuşuna açılan giriş kapısı üzeri tonoz örtülü ve eyvan şeklindedir Buradaki koridor kemerli bir revakın çevrelediği avluya açılır Bu revaklı avlunun iki tarafındaki taş merdivenlerle üzeri beşik tonoz ile örtülü üst kata çıkılmaktadır Bu kattaki odalar revak’a birer kapı ve pencere ile açılmaktadır Cephede üst örtünün altında tuğladan yapılmış bir kirpi saçak bütün binayı dolaşır Binanın yapımında aralarda tuğla derz doku kullanılarak taş kullanılmıştır 16-19 yy arasında bu bölgede sıkça çıkan yangınlardan bu han çok zarar görmüş olmasına rağmen her seferinde onarılmıştır

Leblebici Hanı
Eminönü,Tahtakale’de Fincancılar Yokuşu ile Sabuncu Hanı sokaklarının kesiştiği köşededir Kitabesi olmayan bu hanın Eski Eserleri Koruma Encümenindeki Arşiv kayıtları Hürrem Sultan’ın vakfından olduğunu yazmaktadır Buna göre han 16 ıncı yy a aittir Fakat duvar işçiliği 18 inci yy ı göstermektedir Büyük bir ihtimalle 16 ıncı yy da yapılan han bilmediğimiz bir nedenle 18 inci yy da yeniden inşa edilmiş olmalıdır Ortasında 13 x 17 m ölçüsünde avlusu ile etrafında iki katlı yuvarlak kemerli revakların bulunduğu klasik han plânındaki bu yapı iki katlıdır Sabuncular Hanı sokağına açılmış olar ana cephesi günümüzde çok değişmiş olup burası üzeri beşik tonozlu bir koridor ile avluya bağlanmaktadır Avludaki üst kata çıkan merdivenlerde orijinal durumlarını tamamen kaybetmişlerdir Kesme taş ve tuğla hatıllı cephesinde kapı girişinin üzerinde taş konsolların taşıdığı bir çıkma bulunmaktadır Zemin kattaki odalar revak altına birer kapı ile üst kattakiler ise birer yuvarlak kemerli kapı ve taş söveli pencerelerle yuvarlak kemerli revaka açılırlar 1900 de ikinci avludaki çöken kubbe binaya çok büyük zarar vermiş, bu tarihten günümüze kadar gelen süre içerisinde içeriye ilave edilen bir takım oda ve mekanlarla özgün durumu bozulmuştur, Avlu cephelerinin üst kısımları kirpi saçakla nihayetlenir Örtü sisteminin ise bozulmuş olmasına rağmen kalan izlerden beşik ve çapraz tonoz olduğu anlaşılmaktadır
Hanın arkasında,Alacahamam sokağına bakan tarafında ,ona bitişik olarak Büyük Şişeci Hanı bulunmaktadır


Rüstem Paşa Hanı/ Küçük Çukur Han :
Eminönünde,Mahkeme Sokağında,Kanuni Sultan Süleyman’ın damadı ve Sadrazamı olan Rüstem Paşa’nın yaptırmış olduğu camiinin yanında ve yine aynı adı taşıyan hanının karşı köşesindedir Kitabesi olmayan bu hanın, 1561 tarihli Rüstem Paşa vakfiyesinde adı geçmektedir Mimar Sinan’ın eseri olan Rüstem Paşa külliyesinin 1560 tarihinde tamamlanmış olduğunu göz önüne alırsak bu han da kullanılan yapı malzemesiyle külliye ile büyük benzerlik gösterdiğinden bu tarihe ait olmalıdır 26 x 24 m ebadında dikdörtgen plânlı olan bu han 8 x 6 m ölçüsünde dikdörtgen bir avlunun etrafında iki kat olarak yapılmıştır Avlu iki katlı ve sivri kemerli bir revak ile çevrilidir Birinci kattaki odalar birer kapı ile, ikinci kattakiler ise ikişer pencere ve bir kapı ile revaka açılırlar Zaman içinde kullanıcılar tarafından çok tadilat görmüş olan bu hanın üst örtüsünün tonoz olduğu anlaşılmaktadır Hana Mahkeme sokağına bakan taş kemerli bir kapıdan girilmektedir

Rüstem Paşa Hanı /Büyük Çukur Han :
Eminönü’nde Rüstem Paşa Külliyesine ait olan bu han Mahkeme Sokağı ve Unkapanı caddesi arasındadır Mimar Sinan’ın eseri olan bu handa Rüstem Paşa’nın yaptırdığı komplekse beraber inşa edilmiştir 33 x 29 m ölçüsünde dikdörtgen planlı olan bu yapı 11 x 8 m ölçüsündeki bir avlunun etrafında üç katlı olarak yapılmıştır İki ayrı cephesinde iki girişi olan yapının taştan basık yuvarlak kemerli ve beşik tonoz ile örtülü bir giriş koridoru bulunan ana girişi Mahkeme Sokağı tarafındadır Bodrum kat girişi ise Unkapanı Caddesi tarafındadır Bodrum kattaki revaklar kare şeklinde payeler üzerinde tuğla derzli yuvarlak kemerlidir Zemin ve birinci kat kemerleri üç açıklık halinde sivri kemerlidir Ocak nişlerinin bulunduğu odalara revağın altındaki merdivenlerle çıkılmaktadır Bütün cephelerde ve her iki katta yer alan pencereler dikdörtgen taş silmeleri ile cepheyi hareketlendirmektedir

Sabuncu Hanı
Eminönünde,Sabuncuhanı sokağındadır Kitabesi olmadığından yaptıran ve mimarı bilinmemektedir İnşaat tarzından 18 inci yy ın sonu 19uncu yy, başı olarak tarihlendirebiliriz Bulunduğu arsanın durumundan dolayı muntazam bir planı yoktur Birbiri ardında iki yapı bloğu şeklinde inşa edilmiş olan bu han iki katlı ve iki küçük avluludur Sabuncuhanı sokağına bakan blok 29 x 26 m, arkadaki ise 28 x 30 m lik bir alanı kaplamaktadır Sokağa bakan cephesindeki kapı taş kemerli bir açıklık halindedir Buradan tonozlu bir geçitle avluya geçilir Giriş koridorunun solundaki merdiven birinci bloğun birinci katına sağdaki merdiven ise ikinci bloğun ikinci katına çıkar Avlunun etrafındaki revaklar ve avlu günümüzde yapılan ilavelerle bütün orijinalliğini kaybetmiştir Arkadaki ikinci avlu biraz daha az tahrip olarak günümüze geldiğinden mimarisini anlayabiliyoruz Binanın ön cephesinde zemin katta penceresiz üst katta ise her mekana bir adet olmak üzere taş söveli dikdörtgen pencereler açılmıştır Diğer üç cephe etrafındaki binalarla bitişik nizam olduğundan penceresizdir

Büyük Valide Hanı
Mahmutpaşa’da Çakmakçılar yokuşu ile Fincancılar yokuşu arasındadır Büyük Yeni Han ile karşılıklı olan İstanbul’un en büyük hanlarından olan bu yapıyı I Ahmed (1603-1617) in eşi, IV Murad (1623- 1640) ve Sultan İbrahim (1640-1648) in annesi Kösem Mahpeyker Sultan ,yine kendisinin yaptırttığı Üsküdar’daki Çinili Külliyesine akar olması için inşa ettirmiştir Evliya Çelebi Seyyahatnamesinde bu görkemli yapıdan şöyle bahseder:
“Bu hanın yerinde evvelce Cerrah Mehmet Paşanın sarayı vardı,zamanla yıkılmış olduğundan Kösem Valide altlı üstlü üçyüz höcreli şeddâdî bir han binâ ettirmiştir ki İstanbul’da Mahmud Paşa Hanı ile bundan büyük han yoktur Bir tarafında dört köşe bir cihannümâ kulesi vardır ki eflâke ser çekmiştir Develiği ve bin aded at ve katır alır ahırı vardır Ortasında câmii şerifi vardır
Hanın 1926 da çöken “Han-ı sağir”(=küçük han) bölümünün avlusunun kuzey-doğusunda 12 x 12 m ölçüsünde bir kule bulunmaktadır “Cihannüma kulesi” denilen içi dilimli bir kubbesi olan bu kulenin Cerrah Paşa Sarayına aittir Bizans yapı karakteri taşıyan bu kulenin Evliya Çelebi’nin bildirdiği Cerrah Paşa Sarayının da üzerinde yapıldığı bir Bizans eserinden kalmış olduğu düşünülebilir

İstanbul Camileri hakkında önemli bir kaynak olan Hüseyin Ayvansarayi’nin “Hadikatü’l-Cevâmi isimli eserinde ise avludaki küçük camiden şöyle söz edilmektedir:
“ İstanbul’da vâki Vâlide Hanı denmek şehîr hân-ı kebir bu camiin vakfından olup han derûnunda olan mescid dahi sultânı müşârünileyhânın eser-i hayrıdır” (=İstanbul’da Valide Hanı olarak tanınmış olan bu hanın içinde yine Sultanın yaptırttığı bir cami vardır)
Kösem Sultan’ın servetini bu hanın bir odasında sakladığı ve gelini IV Mehmed’in eşi Turhan Hatice Sultan tarafından Başlala Uzun Süleyman Ağa ile birkaç has odalı tarafından 2-3 Eylül 1651 de gecesi odasında bir perde ipi ile boğulup öldürtülmesinden sonra bu servetin yağmalandığı da bir söylencedir Naima tarihinde Valde Sultanın servetinden şöyle bahsetmektedir:
ol handa yirmi sardık filorisi (Florin altını) bulundu,anı dahi mîriye aldılar

Üç avlusu olan bu han 98x 168 mlik bir alana sahiptir Büyük ve Küçük Han olarak iki kısımdan yapılmış olan bu hanın planı bulunduğu araziye uydurulmuş olduğundan geometrik bir düzen göstermez “Han-ı kebir” denilen büyük hanın esas girişi oldukça meyilli bir yol olan Çakmakçılar Yokuşu tarafındadır Muntazam kesme taştan yapılmış bu girişin üzerinde konsollara oturmuş yedi tane üç kademeli çıkmalar vardır Bu cepheyi üstten bir taş saçak silmesi dolaşır Girişden basık kemerli,beşik tonozlu bir geçitle üçgen şeklindeki küçük bir avluya ve kare planlı bir mekâna oradan da revakların çevrelediği 63 x 66 m boyutundaki büyük avluya geçilir Avlunun etrafını çevreleyen yuvarlak kemerli revakların gerisindeki odalar yuvarlak taş kemerli kapılar ile avluya açılmaktadır İkinci kattakilerin kapılarının yanında bir de dikdörtgen ve taş söveli pencereleri vardır Dış cephede de pencere dizisi görülmekle beraber bunlar günümüze gelene kadar çok bozulmuş ve adeta karakterini kaybetmiştir Avlunun her iki tarafından evvelce taş merdivenlerle yukarı katlara çıkılıyorsa da günümüzde bu merdivenler tamamen değişmiştir Revakların arkasında yola bakan cephede ise bir sıra sivri kemerli dükkanlar bulunmaktadır

Fincancılar yokuşu tarafına bakan ve “Han-ı sağir” olarak adlandırılan küçük han,muntazam bir dikdörtgen plana sahiptir 21 Mart 1926 da yıkılan bu bölüm 15 x 56 m ebadında dikdörtgen bir avluyu çevreleyen revaklar ve onların gerisinde ise sivri kemerli kapılarla revaklara açılan odalar vardır Evliya Çelebinin bahsettiği ahırların buradaki avlunun bodrumunda olması muhtemeldir Hayvanların barındığı bölüm ile oturma mekanlarının bu handa görüldüğü gibi çok kesin bir şekilde birbirinden ayrılması Türk Han mimarisinde ilk defa denenmiş bir plandır

Çakmakçılar caddesine bakan ve üçgen avlusu bulunan üçüncü bölüm ise oldukça küçüktür Bu avludan Büyük han’a ve avlusuna açılar bir geçit bulunmaktadır Yola bakan taraftaki girişin solundaki revakın altındaki bir merdivenle üst kata çıkılmaktadır Bu üçgen şeklindeki avlunun zemin ve üst kat mekanları yolun eğim ve kenarına uymak zorunluluğundan kare veya dikdörtgen şeklinde yapılmışlardır Zemin kattaki mekanların yola bakan tarafında ise bir sıra dükkan sıralanmıştır

Büyük Valide Hanının birinci ve ikinci avluda toplam 153,üçüncü avluda da 57 olmak üzere toplam 210 odası bulunmakta idi Kösem Sultan’ın ölümünden sonra hanın büyük kısmı hazineye kalmış ve Cumhuriyetten sonra da bir kısım odalar Vakıflara geçmiştir Vakıflar Başmüdürlüğü 1940 lı yıllarda bu odaların bir kısmını satmıştır Hanın bakımsızlığı maliklerinin çokluğu ve veraset yoluyla uzun yıllar boyu veraset yoluyla elden ele geçmesi nedeniyle 126 kadar hissedarı olmuştur Yüzyılın başında buradaki bekar odalarında çoğunlukla İranlılar oturuyorlardı İstanbul’da Kur’anı Kerimin ilk basıldığı yerde bu handaki İranlıların matbaasıdır Hatta bu Kuranın basılışı için Şeyhülislâmdan fetva alınamayınca 1870 li yıllarda gizlice burada basılmıştır 19 Ağustos 1906 da bir kısmı çökmüş 1931 de hanın ikametgah olarak kullanılamıyacağına karar veren Valilikçe odalar boşaltılmıştır


Büyük Yeni Han
Mahmutpaşada, Çakmakçılar Yokuşu,Sandalyeciler ve Çarkçılar sokakları arasındadır 1764 de III Mustafa tarafından Mimar Mehmet Tahir Ağa’ya yaptırtılmıştır Avlu duvarında bugün sadece bulunduğu çerçeve kalmış olan kitabesinin ne olduğu bilinmemektedir Eski kaynaklar bu kitabede inşa tarihi olan 1764 ile III Mustafa ve mimarının adının yazılı olduğunu kaydederler Hanın planı düzgün olmayan bir dikdörtgen şeklindedir Üç katlı olan bu yapının biri 42 m diğeri ise 25 m uzunluğunda iki avlusu olup bu avlulara üç ayrı yerden girilmektedir Avlular birbirlerine kemerli ve beşik tonozlu geçitlerle bağlanırlar ve her katta üç taraftan yuvarlak kemerli revaklarla çevrilidir Zemin ve birinci katlarda 58 er,ikinci katta ise 57 odası bulunmaktadır Dış tarafta ise 40 dükkan vardır Çakmakçılar Yokuşundaki cephedeki giriş ana giriştir Çok hareketli olan bu cephede yokuşun eğiminden dolayı zemin kat üzerinden başlayan ve cephe boyunca devam eden beş çıkma yapılmıştır İkinci katta bu çıkmalar konsollarla biraz daha genişletilerek cephede daha bir hareketlilik sağlanmıştır Cephedeki pencereler dikdörtgen taş sövelerin üzerinde sağır sivri kemerlerle dekore edilmiştir Sandalyeciler sokağına bakan uzun cephenin üst tarafında bir kuş evi ve maşallah yazısı bulunur Çakmakçılar tarafındaki köşesinde bir çıkma bulunur buradan itibaren bütün sokak boyunca cephe düzdür Buradaki odalar dükkanların gerisinde kaldığı için pencereleri avluya açılmaktadır Daha sonraları bu dükkanlar arkadaki odalarla aradaki duvar yıkılarak birleştirilmiştir Çarkçılar sokağındaki cephe yolda eğim olmamasından dolayı düzdür Yalnız bu cephe Çakmakçılar ile birleşirken kot farkı meydana geldiğinden dolayı iki kata iner Hanın bütün cephe mimarisinde kefeki taşı arasında iki sıra tuğla hatıllar kullanılmıştır Hanın her iki avlusundaki revakların üzerleri beşik ve çapraz tonoz ile örtülüdür Odaların üst örtüleri ise çapraz tonozdur
Büyük Yeni Han yapıldığında içeride sarraf dükkanlarının bulunduğu bilinmektedir Hatta ticaret sicil kayıtlarına göre Emekli Sandığına bağlı olan günümüzde bulunmayan memurlara borç veren bir kuruluş olan “Emniyet Sandığı” da burada açılmıştır Bankalar Caddesindeki hanların yapılmasından sonra sarraflar buradan ayrılmışlardır I Dünya Savaşından sonraki işgal yıllarında bir müddet işgal kuvvetlerinin karargâhı olarak da kullanılmıştır

Beyazıd- Çemberlitaş- Aksaray- Unkapanı bölgesindeki Hanlar

Ağa Hanı I (Hatip Eminoğlu Hanı)
Kapalıçarşı’nın batısında Yorgancılar Sokağındadır Arkasında Cebeci Hanı bulunmaktadır Kitabesi olmadığından yaptıranı ve mimarı bilinmemektedir Mimarisi, kullanılan inşaat tekniği ve civarındaki hanların tarihine bakarak 18 inci yy ın ikinci yarısına tarihlendirilir Bulunduğu araziye uyarak üç kenarı 19 m bir kenarı ise 16 m olan yamuk plânlı iki katlı bir yapıdır Yamuk olan avlusuna Yorgancılar sokağı tarafındaki dar bir yol ile girilen giriş kapısındandır Bu giriş yuvarlak taş kemerli ve tonozlu bir geçit ile yamuk avluya bağlanır Günümüzde avlu içine yapılan birtakım mekanlarla özgün halini tamamen kaybetmiştir Alt kat depolara ayrılmış üst kat ise oturma mekanları olarak düşünülmüştür Avluyu iki katlı altta sivri kemerli üstte ise basık kemerli bir revak çevrelemekte idi Günümüzde bu revak sistemi neredeyse tamamen kaybolmuştur Han bu bölgedeki diğer hanlarda olduğu gibi taş ve tuğla hatıllı inşa edilmiş olup bugün cephe mimarisi de özelliğini kaybetmiştir

Ali Paşa Hanı
Küçükpazar’da Unkapanı Caddesi ile Kıble Çeşmesi Sokağı arasındadır Çorlulu Ali Paşa (ölm1711) tarafından 18 inci yy da yaptırılmıştır Bulunduğu arsanın konumuna uydurularak yapıldığından dolayı muntazam bir plânı yoktur Sivri tuğla kemerlerin çevrelediği yamuk bir avlunun etrafında iki katlı bir handır Hanın cephesi sokağa uyum sağlamak için kırık cephelidir Buradaki sivri kemerli bir kapı ile beşik tonozlu bir geçit avluya bağlanır Bu girişin üzerinde dikdörtgen bir çerçeve içine alınmış bir kitabe yeri varsa da günümüze kitabesi gelmemiştir Girişteki geçidin her iki yanında da kapı ve pencereler bulunmaktadır Avluyu çevreleyen iki katlı yuvarlak tuğla payelere oturan kemerlerin meydana getirdiği revaka mekanların kapıları açılmaktadır Kıble Çeşmesi Sokağına bakan cephesi muntazam kesme taştandır Girişin üzerindeki taş konsollara oturan çift pencereli mekan cepheye bir hareket vermektedir Bu mekân günümüzde mescit olarak kullanılmaktadır Üst örtüsü zaman süreci içinde değişmiş olmasına rağmen çatı altında yer-yer kalmış barçalardan anladığımıza göre tuğladan bir kirpi saçak dolaşmaktadır Osmanlı devri ticaret hanlarının güzel bir örneği olup kentin yoğun ticaret bölgesinde esas işlevini hala sürdürmektedir

Ali Paşa Hanı III
Kapalıçarşı bölgesinde Çadırcılar Caddesi ile Yorgancılar Sokağı arasındadır Hekimoğlu Ali Paşa tarafından yaptırıldığı kesin olmamakla beraber ileri sürülmektedir Kitabesi olmayan bu yapı 18 inci yy a aittir Dikdörtgen bir plan şeması bulunduğu arsanın konumuna uydurulmaya çalışılmıştır Yorgancılar Sokağına açılan ana cephesinde bir sıra dükkan bulunmaktadır Buradaki giriş yuvarlak kemerli bir açıklık şeklinde olup tonoz örtülü bir koridorla dikdörtgen avluya açılır Bu avluyu iki katlı revaklar çevrelemektedir Bu revakların arkasındaki mekânların bazı bölümleri avluya eyvanlar şeklinde açılmaktadır Bu eyvanlarda,kalan izlerden anlaşıldığına göre ocak nişleri bulunmakta imiş Avludan üst kata çıkışı sağlayan taş merdivenlerin yerini bugün demir bir merdiven almıştır Günümüze oldukça bozulmuş bir plân şemasıyla gelmiştir

Baltacı Münhedim Hanı
Beyazıt’da Kalpakçılar Caddesi ile İskender Boğazı sokakları arasındaki dar bir ada’nın üzerindedir Yaptıranını ve mimarını bilmediğimiz bu han inşaat tekniğinden anlaşılacağı gibi 18 inci yy a aittir Yaptıranı ve mimarı bilinmemektedir Plân şeması cephede İskender Boğazı sokağının konumuna uydurulmuş olup diğer cepheler sağındaki Kebabçı ile solundaki Sorguçlu han ile bitişik nizamdadır Taş ve tuğla karışımı ile inşa edilmiş olan cephe bulunduğu arsaya uymak zorunda olduğundan yukarıya doğru kırılarak devam eder Giriş kapısı bindirmeliksiz yuvarlak taş kemerli ve gösterişsiz bir mimariye sahiptir Sağ ve sol tarafında pencereler açılmış olan giriş dar bir geçitle 6 x 12 m lik ortadaki küçük avluya bağlanır İki katlı olan bu handa avlunun etrafını çevirmesi gereken revaklar tamamen ortadan kalkmıştır Avludaki merdiven ise orijinal değildir Cephe ve avluya bakan pencereleri dikdörtgen söveli ve yuvarlak kemerlidir Yapının üst örtü sistemi de tamamen değiştiğinden orijinaline ait hiçbir iz de kalmamıştır

Bodrum Hanı
Kapalıçarşı’da Yorgancılar Kapısı ile Çadırcılar Caddesi ve Bitpazarı Sokağının çevrelediği adadadır Fatih Sultan Mehmed’in vakfiyesinde “ Bodrum Kârbansarayı müsâfirûn için inşa buyurup vakfeylediği” diye adı geçen bu han vakfiyede şöyle tarif edilmektedir: “Mahmiyye-i Konstantiniyye’de Sarây-ı Âmir-i Sultânî civarındadır, süflî ve ulvî otuz bir bab hücerâtı müştemildir Dîvârına muttasıl ondört bâb hücresi dahi vardır,cümlesi vakf-ı şeriftendir” Bu vakfiyeye dayanarak bu hanın İstanbul’un en eski hanlarından biri olduğu ve Topkapı Sarayının inşasından sonra yapıldığı anlaşılmaktadır Yine bazı iddialara göre de eski bir Bizans yapısı kalıntıları üzerine inşa edilmiştir Bu hipotez 1940 da buraya giren REKoçu hanın altında bizans kemerlerine sahip bir mahzenden bahsetmektedir Günümüzde zeminin üzeri tamamen örtülü olduğundan mahzene giriş yeri tamamen kapatılmış olmalıdır Zemin katın alt kısımlarında ise Bizans özelliğinde tuğla kemer ve tonoz kalıntıları görülmektedir Vakfiyeden anlaşılacağı üzere hanın altında ve üstünde otuzbir adet oda,dışarıda cepheye bitişik ondört dükkanı varmış
İstanbul kadısına yazılmış olan 18 Muharrem 1018 (=23 Nisan 1609) tarihli bir hükümdeki yazıya göre eskiden beri İstanbul’a gelen keten bezleri,tüccarlara bu handan dağıtılırmış Bu hüküm bazı tüccarların dışarıdan mal getirip başka yerlerde dağıtım yapılması üzerine yazılmış olup gelen bezlerin Bodrum hanında Kethüda ve Yiğitbaşılar eliyle tüccara dağıtılmasını sağlamaktadır
Dikdörtgen plânlı,avlulu ve iki katlı bir bina olan bu hanın girişi Bitpazarı Sokağı tarafındadır Her üç cephesinin dışında sıra halinde dükkanlar bulunmaktadır 1895 zelzelesinde büyük zarar gören bu han yeni baştan onarılmış ve dıştaki dükkanlar eski özelliklerini kaybederek batı tarzında yeniden inşa edilmiştir Hanın dış cephesi taş ve tuğla karışımı,iç kısımları ise moloz taşla inşa edilmiştir Giriş Bitpazarı sokağı tarafında olup beşik tonozlu bir mekanla ortadaki avluya geçilir Avlunun etrafı ve üst kat revaklarla çevrilidir Üst kattaki mekanlar birer kapı ve pencere ile revaka açılır Alt kattaki mekanların pencereleri cepheye açılmaktadır Yuvarlak kemerli üst kat revakları köşelerde çapraz tonoz,diğer kısımlarda ise beşik tonoz ile örtülmüştür
Günümüzde yapılan çeşitli ilave inşaatlarla bütün özelliğini kaybetmiştir

Cebeci Hanı
Kapalıçarşının kuzeyinde Yağlıkçılar Caddesi üzerinde olup Astarcı ve Sarraf hanları ile çevrelenmiştir Kitabesi olmayan bu hanın yaptıranı ve mimarı bilinmemektedir Yapı inşa tekniği bakımından 18 inci yy a ait olarak tarihlendirilir İstanbula gelen tüccarların konaklaması için yapıldığı ileri sürülen bu hanın avlusunda hayvanları sulamak için bir havuz ve küçük bir de namazgah varmış Muntazam bir dikdörtgen plâna sahip olan hanın girişi Yağlıkçılar Caddesi üzerindedir Ard arda iki avlulu ve iki katlı bir binadır Günümüzde özgün mimarisinden çok kaybetmiş olan bu hanın girişi yuvarlak bir kemer halinde olduğu kalan inşaat parçalarından anlaşılmaktadır Bu giriş beşik tonozlu bir geçitle 17 x 37 mlik birinci avluya bağlanır Buradaki ikinci bir geçitle de hanın esas avlusu olan 37 x 37 m lik ikinci avluya girilir Her iki avlunu çevresi klasik han şemasında olduğu gibi tuğla kemerli revaklarla çevrilidir 72 x47 m ölçüsünde bir alana inşa edilmiş bu han 1894 depreminde neredeyse tamamen yıkılmış ve uzun müddet harabe halinde kaldıktan sonra onarılarak tekrar kullanıma açılmıştır Bu onarımlarda ilk plân şemasına olduğunca sadık kalınmaya çalışılmıştır

Çuhacı Hanı
Mahmutpaşa Yokuşunun başında Kılıççılar sokağı ile Çuhacı Han sokağı arasındadır Kitabesi olmayan yapının mimarı bilinmemektedir Vakıf kayıtlarına göre Lâle devrinde Nevşehirli Damat İbrahim Paşa (1718-1730) tarafından bir tür yünlü kumaş olan Çuhacıların ticaretleri için yaptırılmıştır Hatta Çuhacılar loncası Kethüdasının da bu hanın içinde oturduğu ve bu esnaftan dolayı da adının “Çuhacılar Hanı” olduğu bilinir Hanı daha sonra Çuhacı esnafı terk etmiş ve onların yerini kuyumcu ve gümüşçüler almıştır Han yapılmadan önce yerinde İğneci El-hac Hasan Ağa’nın mescidi olduğunu Hüseyin Ayvansarayi Hadikatü’l-Cevâmi isimli eserinde yazmaktadır Muhtemelen Nevşehirli, hanı yaptırırken bu mescidi de hanın kapısı üzerindeki mekânda yeniden yaptırmış olmalıdır

Çuhacı Han 29 Eylül 1755’deki büyük Hocapaşa yangınında yanmış ,günümüzdeki bina ise bu yangından sonra kısmen yenilenerek yapılmıştır

Tuğla ve taş karışımı olarak inşa edilmiş olan bu yapı iki katlı ve dikdörtgen avluludur Çuhacı Hanı sokağındaki girişi sade,yuvarlak taş kemerli bir açıklık şeklindedir Bu girişin üzerinde yedi adet ve üç sıralı taş konsollar üzerine oturan taş ve tuğla karışımı bir bindirmeliği vardır Han inşa edildiği sırada yeniden yapılmış olan mescit bu mekanda idi ve 1914 yılına kadar kullanılmış olup bu tarihten sonra atölye haline getirilmiştir Bu bindirmeliğin sivri kemerli,sağır alınlıklı iki büyük dikdörtgen pencerenin alt ve üstünde daha küçük pencere bulunur Giriş 21 x 28 m ölçüsündeki dikdörtgen avluya uzun ve çapraz tonozlu bir geçit ile bağlanır Avlunun etrafında payelere oturan sivri kemerli üzerleri manastır tonozu ile örtülü iki katlı revak bulunur Revakların iki yanındaki taş merdivenlerle üst kata çıkılmaktadır Köşelerdeki iki merdiven ise depo olarak kullanılan bodruma inmektedir

Günümüzde yapılan ilavelerle orijinal özelliklerini tamamen kaybetmiş olan bu hanın 1964 de 1/4 hissesi Vakıflar’a geri kalanı ise şahıslara aittir

Çukur Han
Kapalıçarşı’da Yağlıkçılar,Perdahcılar ve Tığcılar Sokağının çevrelediği üçgen alanın içindedir Kitabesi bulunmadığı için yaptıranı ve mimarını bilmediğimiz bu yapının inşa tekniğine bakarak 18 inci yy a tarihlendirebiliriz Avlulu ve iki katlı hanlar tipindedir Hanın ana girişi Yağlıkçılar sokağında sade yuvarlak taş kemeri bir açıklıktır Buradan beşik tonozlu dar bir mekanla ortadaki 11 x 8 m ölçüsündeki küçük avluya bağlanır Orijinalinde bu avluyu iki katlı bir revak sistemi çevirmesine rağmen bugün bu revaklardan zemin katta olanları tamamen ortadan kalkmıştır Tuğla hatıllı taştan yapılmış bir duvar sistemine sahip olan bu han yanındaki Mercan Ağa Han ve Safran han ile bitişik nizamdadır Tek cephesindeki pencereler dikdörtgen sövelidir

Elçi Hanı
Çemberlitaş’daki yabancı devlet konuklarının misafir edildiği bu han ticarethaneden ziyade konaklama tesisi idi Atik Ali Paşa külliyesi’nin bir parçası olarak 1510-11 de inşa edilmiştir Burada kalan elçi ve gezginlerin yazdıkları notlarında han hakkında oldukça ayrıntılı bilgiler edinmekteyiz Burada 1553 de kalan Hans Dernschwam’ın hanın ahırında görüp kopyasını çıkarttığı bir yazıt önemli bir tarihi belgedir Bu yazının metni şöyledir: “ binbeşyüzonbeş yılında bunu yazdılar Kral Laslo’nun beş elçisini burada beklettiler Bilayı Barlabaş burada iki yıl kal mış idiHükümdar Kedeyi Sekel bunu yazdı Hükümdar Selim Bey buraya onu yüz at ile koydurdu” Bu yazıt han yıkılırken kaybolmuştur 23 Temmuz 1587 deki büyük Çemberlitaş yangınından Elçi hanı kurtulabilmiş sadece kubbelerindeki kurşunları erimiştir

Burada kalan ve yazılarında Elçi Hanından bahsedenlerin anlattığına göre kare biçimindeki binanın ortasında büyük bir avlu ile kuyu bulunuyordu İkamet edilen zemini tuğla döşeli,her birinde ocak ve demir parmaklıklı pencere bulunan 43 adet kapalı mekan üst katta olup arkadaki odaların önünde bir üzeri kurşun kaplı 28 kubbeli bir revak bulunuyordu Alt katta ise ahırlar vardı ve avluya açılan mazgallardan ışık ve hava alıyordu Avluya yük arabalarının girebileceği büyüklükte üç kapı bulunuyordu Bu kapıların iki yanında ise dükkanlar vardı 1646 senesinden itibaren elçilerin Galata bölgesindeki kalmaya başlamaları ile Elçi Hanı bu vasfını kaybetmiştir 1652 de çıkan ve üç gün boyunca süren bir yangında Elçi Hanı harap olmuş 1766 depreminde de büyük hasar görmüştür 19 uncu yy da “Tatar Hanı” adı ile anılmaya başlayan bu han posta tatarlarının konakladığı yer olmuştur Çok harap bir durumda olan Elçi Hanı 19 Eylül 1865 Hocapaşa yangınında yanmış ve uzun süre virane halinde kalmıştır II Abdülhamit zamanında onun serkatibi Osman Bey’in mülkiyetine geçmiş ve kalıntıları tamamen yıkılarak yerine “Matba-i Osmaniye” denilen bina inşa edilmiştir Bu binanın temel kazısı sırasında Bizans devrine ait kemer ve tonoz kalıntıları ile mezar stellerine rastlanılmıştır Yeniden inşa edilen bu bina daha sonra “Çemberlitaş Sineması” olarak sinema da kapanarak şimdiki iş hanına dönüşmüştür

Hasan Paşa Hanı (Süpürgeciler Hanı)
Beyazıt –Laleli arasındaki Ordu caddesi üzerinde olan bu yapı 1745 de Sadrazam Seyyid Hasan Paşa (ölm 1748) tarafından bu bölgede yaptırtmış olduğu hayır eserlerinin arasında inşa ettirmiştir Mimarı Mustafa Çelebidir Hanın kitabesinin de bulunduğu kuzey kanadı 1958 de Ordu caddesi açılırken yıktırılmış olduğundan özgün durumunu tamamen kaybetmiştir Bu tarihten sonra süpürge yapan esnaf hanın geriye kalan mekanlarına yerleşmiş olduğundan “Süpürgeciler Hanı” olarak adlandırılmıştır Günümüzde ise süpürgeciler burayı terk etmiş ve yerine deri ve sair malzemeleri satan dükkanlar yerleşmiştir

İki katlı avlulu bir plan tipine sahip olan bu han misafir hanı olarak düşünülmüş ve Elçi Hanı gibi ikamet için yaptırılmıştır Gurlitt’in han yıkılmadan evvel yapmış olduğu resimlerine bakarak giriş cephesinin Cadde üzerinde olduğunu ve her iki yanında da üçer dükkan bulunduğunu anlamaktayız Yine aynı resime göre bu girişin iki yanında mermerden rokoko tarzında iki çeşme varmış Bu İstanbul hanlarında gördüğümüz tek örnektir Girişin üzerinde üç sıralı dokuz adet taş konsolun bindiği bir çıkma bulunmakta imiş Yıkılmadan önce üst kattaki odaların ocaklı olduğu anlaşılmaktadır Günümüze gelebilen avlu cephesinin taş işçiliğinin çok itinalı olduğu görülmektedir

İmameli Han
Kapalıçarşı bölgesinde Tığcılar ve Tarakçılar sokakları arasında Zincirli Han’a bitişiktir Arka tarafında ise Kalcılar Hanı bulunur Kitabesi olmayan ve yaptıranını bilmediğimiz bu han kendisine bitişik nizamdaki hanlarla aynı yapı tekniğine sahip olup 18 inci yy a tarihlendirilir Tek avlulu ve iki katlıdır Tığcılar sokağındaki dar ve tek cephesindeki girişi yuvarlak taş kemerli bir açıklık şeklinde olup buradaki beşik tonozlu bir geçit ile yamuk biçimindeki avluya geçilir Bu geçidin iki yanındaki merdivenler üst kata çıkışı sağlamaktadır Avluya bağlanan bu geçidin iki yanında iki katlı mekanlar vardır Bunların dikdörtgen pencere ve kapıları bu geçide açılır Esas mekanda bulunduğu arsaya uydurulduğundan o da yamuk biçimindedir Avluda revak sistemi olmasına rağmen günümüzde bu revaklar kaldırılarak dükkan yerleri ilave edilmiştir Üst kat tamamen harap ve orijinalliğinden tamamen uzaklaşmış olduğundan mimarisi hakkında bir fikir ileri sürülememektedir Cephe de ilave inşaatlarla tamamen bozulmuş olup kalıntılardan tuğla derzli taş işçiliği olduğu anlaşılmaktadır

Kalcılar Hanı
Kapalıçarşı bölgesinde Tarakçılar sokağındadır Kitabesi olmayan bu yapının yaptıranı ve mimarı bilinmemektedir İnşaat tekniği ve civarındaki hanlar ile benzerliği göz önüne alınarak 18 inci yy a tarihlendirilir Kuyumcuların atık altın tozlarından altın ayıran kalcı (ramatçı) esnafının toplandığı bir han olmasından ötürü bu ismi almıştır Arsa durumuna uymak zorunluluğundan dolayı düzgün bir plân şeması yoktur Avlulu ve iki katlı hanlar grubundan olan bu hanın Tarakçılar sokağındaki tek cephesindeki sade ve çıkıntısız yuvarlak kemerli kapıdan üzeri çapraz tonozlu bir geçit ile ortadaki yamuk biçimindeki avluya girilir Avluye çevreleyen iki katlı revakın etrafındaki mekanlar buraya kapı ve birer pencere ile açılmaktadır Kubbeli olduğunu kalıntılarından anladığımız üst örtüsü günümüzde tamamen bozulmuş olup çinko,kiremit ve çimento şap ile örtülüdür Orijinalliğini tamamen kaybetmiş olan cephenin evvelce tuğla hatıllı taş olduğunu kalan izlerden anlamaktayız Katları birbirine bağlayan avludaki merdivenlerde tamamen değişmiş olup günümüze son derece yoz bir şekilde gelmiştir

Kaşıkçı Hanı
Mahmutpaşa yokuşundu Tarakçılar sokağında olan bu han Kalcılar Hanı’na bitişiktir Kitabesi olmayan bu hanın inşa tarihini mimari ve çevresindeki hanlar ile olan benzerliğine bakarak 18 inci yy a tarihlendirilir Mahmutpaşa Yokuşu ve Tarakçılar sokağına açılan iki cephesi olan bu bulunduğu arsanın konumuna uydurulduğundan düzenli bir plân şeması göstermez Avlulu ve iki katlı bir yapı olan bu hanın Tarakçılar Sokağındaki girişi sade yuvarlak bir kemerle beşik tonozlu bir geçit ile avluya bağlanır Günümüzde çok değişmiş ve orijinalliğini tamamen kaybetmiş olan bu avlu iki katlı bir revak sistemi ile çevrilidir Bu revaklar alt katta yuvarlak üst katta ise yuvarlak tuğla kemerlidir Kalan izlerden anlaşıldığına göre odalarda bugün var olmayan ocak nişleri bulunmakta imiş Özgün yapısı tamamen bozulmuş olan bu hanın dış cephesi tuğla hatıllı muntazam taştandır Dış cephede üst örtünün altında testere dişi iki sıra bir saçak frizi vardır Avluda yapılan ilave inşaatlar avlunun formunun sebep olmuştur

Kızlarağası Hanı
Kapalıçarşının kuzeyinde Tığcılar,Perdahçılar ve Tacirler sokağının çevrelediği alandadır Kitabesi olmayan bu yapının hangi Kızlarağası tarafından yaptırıldığını belirten bir belge elimize ulaşamamıştır İnşaat tekniğine bakarak 18 inci yy a tarihlendirilen bu yapı yamuk bir avluya sahip iki katlı bir ticaret hanıdır Zemin kat depolar, üst kat ise kullanıma ayrılmış olan bu hanın cephesi yola uyum sağlaması dolayısıyla muntazam olmayıp kırık hatlıdır Cephe tuğla hatıllı taştan yapılmıştır Tığcılar sokağındaki tam ortada olmayan girişi yuvarlak sade bir taş kemerle üzeri beşik tonozlu geçit ile ortadaki avluya bağlanır Avluyu iki katlı bir revak çevrelemektedir Avlunun sağındaki merdiven üst kata çıkışı sağlamakta olup bu merdiven orijinalliğini kaybetmiştir Alt kattaki revak kemerleri ilave mekanlarla bozulmuştur Üst katın revakları ise kısmen orijinalliğini korumakta olup sivri kemerlidir Üst kattaki mekanlar galeriye birer kapı ve pencere ile açılmaktadır Örtü sistemi tamamen bozulup betonlaştırılmış olmasına rağmen üst kattaki kalıntılardan çapraz tonoz ile örtülü olduğu anlaşılmaktadır

Kumrulu Han
Çakmakçılar Yokuşunda Sandalyeciler sokağındadır Kitabesi olmayan bu hanın yaptıranı bilinmemektedir İnşaat tekniği 18 inci yy yapısı olduğunu gösterir Hanın ön cephe duvarından geri kalan kısımlar tamamen değişmiş olduğundan özgün mimarisi hakkında fazla bir şey söyleyemiyoruz Yalnızca ön cephedeki tuğla hatıllı taş duvarlar İstanbul hanlarının geleneksel özelliğini gösterir Ortasında avlusu olan iki katlı hanlar gurubundan olan bu binanın avlusu yeni yapılaşmalarla adeta tamamen ortadan kalkmıştır Sandalyeciler sokağındaki girişinin iki yanındaki dükkanlar da sonradan ilave edilmiştir Orijinalliğini tek muhafaza eden giriş kemerinin etrafında dikdörtgen bir taş bant çevrelemektedir Bu girişin üzerinde cephe boyunca plân eğriliğini düzelten beş adet taş konsolun taşıdığı çıkma orijinal yapıdan kalan nadir bir kısımdır Sadece izlerini gördüğümüz revak kemerleri ortadan kalkmış,pencere ve kapı biçimleri değişmiş örtü sistemi de betona dönüşmüştür

Küçük Yeni Han
Çakmakçılar yokuşunda Sandalyeciler sokağındadır Kitabesi olmadığından ve Vakıf Kayıtlarında da adı geçmediğinden kimin yaptırdığını bilmiyoruz İnşaat tekniği ve karşısındaki Büyük Yeni Han ile olan benzerliğini dikkate alırsak 18 inci yy yapısı olmalıdır göstermektedir 27 x 35 m lik bir alanı kaplayan bu han üç katlı ve avlulu plân tipindedir Sandalyeciler Sokağındaki bazı bölümleri değişmiş olan cephesi tuğla hatıllı ve muntazam kesme taşlı bir duvar örgüsüne sahiptir Çakmakçılar yokuşu tarafı ise yolun meyiline uydurulmak için kırık hatlıdır Burada zemin katın üzerindeki bir ve ikinci katlar taş konsollara bindirilmiş çıkmalara sahiptir Bu konsollar Çakmakçılar Caddesinin köşesine doğru azalarak bir taş silme olarak biter Zemindeki cephede yuvarlak tuğla kemerli dükkanlar bulunmaktadır Buradaki yuvarlak taş kemerli giriş kapısı beşik tonozlu bir geçitle 7 x 10 m ölçüsündeki avluya bağlanır Avlunun etrafındaki üç katı çevreleyen tuğladan yuvarlak kemerler taşıyıcı köşeleri kare olmak üzere revakları meydana getirir Alt kat depolara ayrılmış olduğundan pencereleri sadece avluya açılmaktadır Üst katın cephe pencereleri ise dikdörtgen taş söveli ve hatılı olup üst kısımları sağır sivri kemerlidir Üst örtüsünün kalan bazı izlerden anladığımıza göre tonoz kaplı olmalıdır Saçak kısmında iki sıralı bir kirpi saçak izleri görülmektedir Günümüze yapılan yeni ilâvelerle özgün durumu bozularak gelmiştir

Silahtar Hanı
Tahtakalede Uzunçarşı Caddesindedir Kitabesi olmayan bu hanın 18 inci yy ait olduğu inşaat tarzından anlaşılmaktadır Mimarının Mustafa Ağa olduğu ileri sürülen bu hanın bu devirde yaşamış ve bir takım hayır eserleri olan Silahdar Abdullah veya Yahya Efendi olması muhtemeldir 29 x 27 m lik bir alanı kaplayan, 12 x 14 m lik bir avlusu ve iki katı olan bu hanın üç tarafı bitişik nizam olduğundan tek cephesi Uzunçarşı Caddesindedir Cephede tuğla hatıllı taş kullanılmıştır Tuğla hatıllı kesme taştan cephesindeki yuvarlak taş kemerli giriş beşik tonozlu bir koridorla ortadaki avluya bağlanır İki katlı revaklar son derece bozulmuş olup girişin karşısındakiler tamamen yıkılmıştır Özgün mimarisi iki katlı olan bu hana yakın bir zamanda üçüncü bir kat ilave edilmiştir Kalan izlerden revakların tuğladan ve sivri kemerli olduğu anlaşılmaktadır Kapı ve pencerelerin çoğu değişmiş ve bütün özelliklerini kaybetmişlerdir Bazı odalarda ocak izleri görülmektedir Hanın iç bölümleri çok harap olup özgün mimarisini tamamen kaybetmiştir

Simkeşhane
Cephesi Beyazıd’dan Laleli’ye inen Cadde üzerinde olan bu hanı Darphane ve Kalaycı Sokakları çevrelemektedir Batısında ise Hasan Paşa hanı bulunmaktadır 1463 tarihli kitabesine göre fetihten sonra İstanbulda ilk yapılan eserlerdendir Simkeşhanenin bulunduğu alan Bizans döneminde ortasında I Theodosius’a ait üç gözlü bir Zafer Takı olan Tauris Forumu idi Fetihden sonra ,harap olmuş bu alana Fatih’in Sekbanbaşısı Yakub Ağa bir cami inşa ettirmiştir Bu caminin yanına Fatih 1470-1475 sikke basılan bir darphane yaptırmış olup Fatih’in fetihden sonraki ilk altın sikkeleri burada kesilmiştir Evliya Çelebi ,Fatih’in bir rahibin evinin yıkıntıları üzerine bu darphaneyi yaptırdığını yazmaktadır 1645,1660 , 1683 yıllarındaki büyük üç yangından ve depremlerden bu bina büyük zarar görür IV Mehmet (1648-1687)’ in karısı ve III Ahmet (1703-1730) in annesi Râbia Gülnüş Sultan (ölm1715) 1707 de bu iyice harap olmuş binayı Sarayın Başmimarı Mehmet Ağa’ya adeta yeniden yaptırtır ve adını da değiştirerek “Simkeşhâne-i Âmire” koyar Bu inşaat sırasında üst kısmını değiştirmiş bir sebilçeşme,sıbyan mektebi ve mescit ilave ederek 18 inci yy görüntüsünü kazandırmıştır Cepheye ilâve ettiği dükkanlar ve arkadaki mekânda altın ve gümüş sırma çeken esnaf toplanır Darphane ise 1726 da Topkapı Sarayı kompeksinde yapılan yeni binaya taşınarak para basma işi Simkeşhaneden çıkartılır 1826 daki bir yangında tekrar zarar gören bina 867 de yeniden onarılır 1913 yılında çok harap olmuş bina adeta tekredilirse de 1926 yılına kadar bazı yerleri kullanılır 1957-58 de ki İstanbul’un imar çalışmaları sırasında Beyazıd’dan Aksaray’a doğru inen yol bir bulvar halinde genişletilirken harap hale gelmiş olan ön cephesi kesilerek yola verilmiş ve özgün görünümü çok şey kaybetmiştir 1974-76 senelerinde Simkeşhaneden arta kalan bölümler Prof Bedii Şehsuvaroğulu’nun çalışması ile Başkanı olduğu “Şehir Kütüphanesi Kurma ve Yaşatma Derneği” Derneği tarafından İstanbul Belediyesinden 49 yıllığına kiralanarak onartılmıştır Bu çalışmalar sırasında kazılardan çıkan Tauris Forumuna ait parçalar bir Açıkhava Müzesi şeklinde yerleştirilmiş, yapının var olmayan ön kanadının bulunduğu yere de bir sıra dükkanın bulunduğu bir pasaj yapılmıştır Simkeşhane binası günümüzde İl Halk Kütüphanesi olarak kullanılmaktadır

Simkeşhanenin cephesi İstanbul Hanlarının genel dış örgü yapısı gibi tuğla hatıllı taştan yapılmıştır Tuğla örgü cephe dışında revaklarda,pencere kemerlerinde ve örtü sisteminde kullanılmıştırTaş ise cephede,pencere söve ve hatıllarında,bindirmelikleri taşıyan konsollarda
payelerin örgü sisteminde görülmektedir Restitüsyon plânına baktığımızda üç katlı ve avlulu olan orijinal yapının yola uyma nedeniyle cephede kırık bir hat olarak uzandığını görmekteyiz Yuvarlak taş kemerli girişin üzerinde taş konsollarla taşınan bir bindirmeliği vardır Giriş beşik tonozlu bir geçitle avluya bağlanır Bu geçidin iki yanında yer alan mekanların geçide açılan birer kapı ve penceresi ile ocak nişleri vardır Hanın batı kanadı ve sebili yola gitmiştir

Sofcu Hanı
Nuruosmaniye caddesi ile Tavukpazarı Sokağının birleştiği köşededir Kitabesi bulunmayan iki katlı avlulu olan bu hanın da mimarı ve yaptıranı bilinmemektedir Duvar örgüsü ve inşa tekniğine bakarak 18 inci yy a tarihlendirilir Yol ve arsa durumuna uyma mecburiyetinden ötürü yamuk bir plâna sahip olan bu hanın yuvarlak kemerli girişi üzeri beşik tonozlu bir koridorla avluya bağlanır Geçit,avlu,zemin kat ve revaklar günümüze çok harap ve dejenere edilmiş bir halde gelmiştir Revaklı avluyu üst kata bağlayan merdivenlerde orijinalliğini kaybetmiştir Avlunun altında üzeri beşik tonoz ile örtülü bir bodrum vardır Hanın ayakta kalabilmiş üst kat odalarının üzerleri beşik tonoz ile örtülü olup cephenin üst kısmını dolaşan tuğladan bir kirpi saçağın izleri görülmektedir


Sorguçlu Han
Kapalıçarşının güneyinde Kalpakçılar Caddesi ile İskender Boğazı arasındadır Yolgeçen ve Baltacı hanları arasındadır Kitabesi olmyan bu hanın inşa tekniğine bakarak 18 inci yy a tarihlendirebiliriz Kalpakçılar caddesindeki girişi üzeri tonoz ile örtülü bir koridorla ortadaki yamuk şeklindeki avluya bağlanır Avluda iki katlı yuvarlak kemerli revak sistemi bugün sıva ile kapatılmış ve orijinal dokusu kaybedilmiştir Kalpakçılar caddesine bakan cephesinde girişin iki yanında sonradan ilave edilmiş dükkanlar cephenin özgün durumunu bozmuştur Alt kattaki üzeri beşik tonozlu mekanlar taştan yuvarlak kemerli bir kapı ile revak altına açılır Üst kattaki odaların örtü sistemi ise tamamen değiştirilmiş ve tonoz olması gereken yerler beton plaklarla kapatılmıştır Günümüzde çok harap olup orijinal yapısından tamamen uzaklaşmıştır

Süleymaniye Hanı
Süleymaniye külliyesinin bir bölümünü teşkil eden bu han,Külliyenin İmaretinin arka cephesinin altında,zemin katta olup Süleymaniye İmareti sokağındadır Kanuni Sultan Süleyman tarafından külliyenin Mimarı Sinan tarafından 1555 de inşa edilmiştir Külliyenin bir bölümünü teşkil ettiği için plan şeması klasik han tipinden ayrılır Avlusu yoktur ve tek hacim halindedir Dış cephe duvarları külliye ile bütünlük gösterip 1,5 m kalınlığında kesme taş duvardır İç kısımlarda ise moloz taş kullanılmıştır Basık kemerli bir girişi olan hanın zemin kat pencereleri düz hatıllı olup sağır alınlıklı ve yuvarlak taş kemerlidir Külliyeye ait bağımsız bir plâna sahip olmamasından dolayı ayrı bir özelliği olup İstanbul’daki nadir külliye hanlarındandır

Şeker Hanı
Fatih’de İstanbul Caddesi ile Malta Çarşısı Sokağının kesiştiği köşededir Kitabesi olmayan bu hanın yaptıranı ve mimarı bilinmemektedir Mimari özellikleri 17 inci yy han stilini göstermektedir 29 x 32 m ebadında kareye yakın yamuk planlı, ortasında revaklı bir avlusu olan bir binadır Orijinali iki katlı olan bu hana sonradan üçüncü bir kat ilave edilmiştir Zemin katı depolara ayrılmış olduğundan dışarı açılan pencereleri yoktur Üst kattaki pencereler dikdörtgen taş söveli ve hatıllı olup muntazam bir sıra halinde her mekana iki tane gelmek üzere devam eder İki caddenin birleştiği köşede inşa edildiğinden iki cephesi vardır Ana girişi İstanbul Caddesi üzerindedir Yuvarlak taş kemerli olan bu giriş,üstü beşik tonozla örtülü olan bir geçitle avluya bağlanır Avlu her iki katta da tuğladan sivri kemerli revaklarla çevrilidir Avludan üst kata çıkan merdiven orijinalliğini kaybetmiştir Cephede birkaç sıra taş ve tuğla derzden oluşan hatıllar görülmekte olup son derece sadedir

Taş Han (Sipahiler Hanı,Çukurçeşme Hanı,Katırcıoğlu Hanı)
Lalelide, Fethi Bey Caddesindedir Kitabesi olmamakla birlikte III Mustafa (1757-1774)’nın yaptırtmış olduğu Lâleli Camiinin Vakıf kayıtlarında ,bu hanın camiin vakfından olduğu ve ulûfelerini almak için İstanbula gelen Sipahilerin kalmaları için yaptırıldığı yazılıdır Bu yüzden ilk yapıldığında “Sipahi Hanı” adı ile tanınmaktadır
Üç avlulu olan bu hanın giriş cephesi çağdaşlarından farklı olarak tuğla hatıllı olmayıp kesme taştan inşa edildiğinden dolayı “Taş Han” adı ile anılmıştır Diğer cephelerde ve iç avluya bakan duvar örgüsünde ise taş sıraların arasında tuğla hatıllar ile klasik dokuya dönülmüştür Giriş 27 x 14 m lik birinci avluya alışılmışın dışında bir plân şemasıyla uzun bir bina koluyla bağlanır Avluya geçişi de içine alan bu kısım tek başına bir bölüm meydana getirmekte olup üzerinde iki katlı dar odalar bulunmaktadır Bu geçit ayrıca uzun bir koridor ile ana avluya da bağlanmakta olup iki yanında üst kata çıkışı sağlayan merdivenler vardır Girişin üzerinde biri büyük diğer ikisi küçük olmak üzere üç taş kemer hafif bir çıkıntı yapan taş payelere oturur Bu kemerlerin üzerinde zemin kat ile üst katı ayıran taş bir silme devam edere Esas avlu bodrumlu olup diğerlerinden oldukça büyüktür Bir rampa inilen avludaki bu bodrum atların barınması için yapılmıştır Yuvarlak revak kemerleri tuğladandır Bu revakların arkasında kalan odaların bazıları yuvarlak taş kemerli kapı ve dikdörtgen taş hatıllı pencerelerle bazıları da sadece sadece kapı ile revaklara açılmaktadır

Günümüzde bakımsız ve bazı yerleri harap olmakla beraber eski karakterini muhafaza edebilmiş olan bu yapı İstanbul’daki askeri hüviyetli tek handır

Alıntı Yaparak Cevapla

İstanbul Hakkında Bilgi

Eski 08-14-2012   #13
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İstanbul Hakkında Bilgi



İstanbul Kütüphaneleri


Ayasofya Sultan IMahmut Kütüphanesi (Eminönü)

Mahmut (1730–1754) 1736 yılında yaptırmıştır

Kütüphane çinileri, sedef kakmalı dolap kapakları, Edirnekâri bezemeleri, yazı frizleri, tunç şebekeleri ile kendine özgü bir yapıdır Çiçek bezemeli tunç şebeke ile Ayasofya’nın iç mekânından ayrılan, dışarıda da iki büyük Osmanlı payandasının arasına yerleştirilen kütüphane okuma salonu, hazine-i kütüp (kitap muhafaza salonu) ve her ikisini birbirinden ayıran koridordan meydana gelmiştir

Kütüphanenin 530x760 m ölçüsünde dikdörtgen planlı okuma salonunun duvarları XVI-XVIII yüzyıla tarihlendirilen çinilerle bezenmiştir Bu çini panoların üzerlerine çivit mavisi zemine beyaz celi-sülüs yazı ile Besmele, Haşr suresinin 22ayeti, Haşr suresinin 23ayetinin baş kısmı ve Esma-i Hüsna yazılmıştır Bu yazının ortasına da Kelime-i Tevhit ve altına da yeşil çinilerle bordür içerisine alınmış yedi renkli somakiden Sultan I Mahmut’un tuğrası yerleştirilmiştir

Ayasofya ana mekânından mukarnas başlıklı dört tam, iki yarım sütunun taşıdığı camekânla ayrılan okuma odası küçük avluya bakan üç pencere ile aydınlatılmıştır Yakın tarihlerde yapılan onarımla da üzeri ahşap bir tavanla örtülmüştür Okuma odası ile hazine-i kütüpü birleştiren koridor XVI-XVIII yüzyılın çini ve dua yazılı frizleri ile bezenmiştir Ancak buradaki yazılar onarım sırasında çinilerin yer değiştirmesinden ötürü bütün olarak okunamamıştır

Hazine-i Kütüp, 970x580 m ölçüsünde dikdörtgen planlı olup, ikisi duvarlara yapışık stalaktit başlıklı yarım, ikisi de tam olmak üzere dört mermer sütun ve üst örtü ile ayrılan iki bölümden meydana gelmiştir Koridordan demir bir kapı ile içerisine girilen hazine-i kütübün üzerinde Besmele yazılıdır Bu kapıdan içeriye girildiğinde 600x580 m ölçüsündeki mekânın ortasına ahşap kütüphane yerleştirilmiş ve üzeri de kubbe ile örtülmüştür Kubbe kasnağındaki siyah zeminde sarı renkli celi yazılı Fıtr suresinin 29–35 ayeti kerimeleri bulunmaktadır Sultan I Mahmut’un giriş kapısı üzerindeki tuğrasının altına da on beş beyitlik, yeşil zeminli talik yazılı yapım kitabesi yerleştirilmiştir

Hazine-i Kütübün kubbeli, beşik tonozlu mekânları alçı kabarma çiçeklerle bezenmiştir Duvarlardaki yedi gömme kitap dolabı ince tel örgü kapaklıdır Bunun üzerinde de Sultan IMahmut devri bezemelerini yansıtan motifler bulunmaktadır

Sultan IMahmut Kütüphanesi’ndeki çiniler İznik, Kütahya ve Tekfur Sarayı çinileri olup, bunlar bir arada karışık olarak kullanılmıştır Kütüphanenin yapımında çini fırınlarına sipariş verilmesi yerine piyasada bulunan çiniler toplanmış ve buraya yerleştirilmiştir Koridorda ise XVI yüzyıl çini sanatında çok sık kullanılan bahar açmış çiçek dalları ve karşılıklı panolarda da iki selvi ağacı görülmektedir Bu çini panolar bilinmeyen bir tarihte yerlerinden sökülmüş ve buraya benzeri taklit panolar yerleştirilmiştir

Sultan IMahmut Kütüphanesi’nin yapımı tamamlandıktan sonra Saray-ı Hümayun’daki kitaplardan bir bölümü buraya gönderilmiştir Muzaffer Gökman buradaki 4863 yazma eserin Sultan I Mahmut, 113’ünün Şeyhülislâm Sadeddin Efendi ve 22’sinin de vakıflarının belli olmadığını belirterek 4998 kitap olduğundan söz etmiştir

Ayasofya Kütüphanesi’ndeki kitaplar belirli dönemlerde tasnif edilmiş ve iki fihrist defteri ile bir basılı fihrist kitabı ortaya çıkarılmıştır Günümüzde Ayasofya Kütüphanesi’ndeki kitaplar Süleymaniye Kütüphanesi’ndedir


Sultan III Ahmet Kütüphanesi (Eminönü)

Ahmet Kütüphanesi, Sultan III Ahmet (1703–1730) tarafından yaptırılmıştır Daha önce kütüphanenin bulunduğu yerde Havuzlu Bahçe Köşkü bulunuyordu Kütüphanenin yapımına 1719 yılında başlanmış, giriş kapısı üzerindeki Arapça kitabesinden öğrenildiğine göre de aynı tarihte tamamlanmıştır

Kütüphanenin kuruluşu ile birlikte düzenlenen vakfiyesinde kitapların nerelerden toplandığı ve hangi günlerde bunlardan yararlanılacağı belirtilmiştir Buradaki görevlilerde aranacak vasıflar ile ödenecek ücretler de belirtilmiştir Vakfiyede kütüphaneden dışarıya kitap çıkarılmasını yasaklayan hükümler de bulunmaktadır Kütüphanede Fatih Sultan Mehmet döneminden beri sarayda toplanmış yazma eserler, Hıristiyan el yazmaları ile basılı kitaplar da bulunmaktadır Sultan II Abdülhamit 1877’de Macaristan Budapeşte Üniversitesi Kütüphanesine hediye edilen bir katalog hazırlatmıştır Ayrıca kütüphaneye sonraki yıllarda çeşitli bağışlar da yapılmıştır

Kütüphane mimari olarak kesme taş ve mermerden yararlanılarak dikdörtgen planlıdır Tüm cephe mermer kaplıdır İçerisindeki kitapların rutubetten zarar görmeleri önlenebilmesi için yapının altına yüksek pencereli bir bodrum yapılmıştır Havalandırmayı sağlanması için de bunların etrafı açık bırakılmıştır Kütüphanenin merdivenli girişinden sonra Hadis-i Şerif okunmasına mahsus çıkıntılı bir yer bulunmaktadır Ortadaki sofa basık ve penceresiz, kasnaklı, kurşun kaplı büyük bir kubbe ile örtülmüştür İkişer sütunla ayrılan ana mekânın yanındaki bölümler aynalı tonozla örtülüdür Kütüphanenin her cephesinde bulunan altlı üstlü pencerelerden içerinsin bol ışık alması sağlanmıştır Üst sıra pencereler renkli cam şebekelidir

Kubbe ve tonozların içleri malakâri nakışlarla bezenmiş, duvarların büyük bir bölümü çinilerle kaplanmıştır Bu çiniler XVI-XVII yüzyıla tarihlendirilmektedir Çiniler Boğaziçi’ndeki Kara Mustafa Paşa Yalısı’ndan ve diğer köşklerden sökülerek buraya getirilmiştir Kütüphanenin sedef bağa ve fildişi kakmalı zengin bir de ağaç işçiliği vardır Günümüze gelen kitap dolapları XIX yüzyılda yapılmıştır


İstanbul Arkeoloji Müzeleri Kütüphanesi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesinde, İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin bir bölümünü oluşturan kütüphane müze binası ile birlikte dönemin ünlü mimarlarından Sanayi-i Nefise Mekteb-i Âlisi hocalarından Mimar Aleixandre Vallaury tarafından yaptırılmıştır Yeni yapılan müze binada, antik yapıların cephe görünümlerine benzemesine özen gösterilmiştir Özellikle dış cephenin Ağlayan Kadınlar Lahdinden ilham alınarak yapıldığı da söylenmiştir Müze içerisinde teşhir ve düzenleme için geniş salonlara yer verilmiştir Böylece ilk özgün müze olan bu yapının ilk bölümü 1891’de, diğer bölümleri de Sultan II Abdülhamit’in izni ile 1903 ve 1907’de açılmıştır Müzenin bir bölümünü oluşturan ve İmparatorluk Kütüphanesi olarak nitelenen müze kütüphanesi U şeklindeki müze binasının girişinin sağındaki bölümün üst katında Hazine Dairesi’nin yanında yer almıştır

Geniş bir salondan içerisine girilen kütüphane tavana kadar ahşap ve iki katlı olarak düzenlenmiştir Kütüphane yaklaşık 500 m2’lik bir alanı kaplamaktadır Kütüphanenin büyük bir kısmı Osman Hamdi Bey’in satın alma ve bağışlarla sağladığı kitaplardan oluşmuştur Açılışından itibaren gittikçe artan yazma ve basma eserler burada büyük bir yekûn tutmuştur Çeşitli dillerde bilimsel, arkeoloji, sanat tarihi ve tarih ağırlıklı kütüphane uzmanlık kütüphanesi sınırlarını aşmıştır Günümüzde süreli arkeolojik yayınların da yer aldığı kütüphanede uzmanlık dalı dışında çeşitli kitaplar bulunmaktadır Ayrıca burada bağışlardan da önemli koleksiyonlar bulunmaktadır Bunların başında Ahmet Cevat Paşa Koleksiyonu, Mehmet Şakir Paşa Koleksiyonu, Sultan V Mehmet Reşat Koleksiyonu, Diyarbekirli Sait Paşa Koleksiyonu, Recaizade Ekrem Koleksiyonu, Murtaza Hocazade Hatice Hanım Koleksiyonu, Zeki Megamiz Koleksiyonu, Karman Büyükkaya Koleksiyonu ve HTurhan Dağlıoğlu’nun koleksiyonu gelmektedir

Kütüphanede çalışmak, İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü’nden alınacak özel izne tabidir


Osman Hamdi Bey Yokuşu 34400 Gülhane
Tel: (212) 520 77 40 – 41
Faks: (212) 527 43 00


Beyazıt Devlet Kütüphanesi (Eminönü)

Kütüphanenin ilk binası 1506’da yapılan Beyazıt Külliyesi imaretinin bir bölümüdür

Maarif-i Umumiye Nizamnamesinin 1869’da çıkarılmasından sonra İstanbul’da genel kapsamlı bir kütüphane kurulması için Sadrazam Sait Paşa ve Maarif Nazırı Mustafa Nuri Paşa Beyazıt imaretini Maarif Nezareti’ne devredilmesini sağlamışlardır Bundan sonra imaretin kütüphaneye dönüştürülmesi için çalışmalara 1882 yılında başlanmış, 1884 yılında da tamamlanmıştır Bu arada Sultan II Abdülhamit de özel bütçesinden katkıda bulunmuştur Kütüphane, Kütüphane-i Umumi Osmani adıyla 24 Haziran 1984’te ziyarete açılmıştır

Balkan Savaşı (1912–1913) sırasında savaş bölgelerinden kaçırılan çok sayıdaki kitap da bu kütüphaneye getirilmiştir Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Beyazıt Umumi Kütüphanesi ismini alan kütüphaneye imaretin bir bölümünün daha eklenmesi ile depo durumuna getirilen kütüphanedeki sıkışıklık giderilmiştir Basma Yazı ve Resimleri Derleme Kanunu’nun 1934’te yürürlüğe girmesinden sonra Türkiye’de yayınlanan her eserden bir nüshanın bu kütüphaneye gelmesinden ötürü koleksiyonları hızla büyümüş ve yeniden yer darlığı baş göstermiştir Bunun üzerine 1946’da yapı onarılmış, kullanım alanı genişletilmiş ve 1974’te bitişiğindeki eski Dişçilik Mektebi de kütüphaneye tahsis edilmiştir Böylece Beyazıt Devlet Kütüphanesi 1984’te yeniden hizmete girmiştir

Türkiye’deki uluslar arası formlara göre ilk katalog çalışması 1939’da burada başlamış, yazar ve kitap isimlerine göre düzenlenen iki katalog 1944’te tamamlanmıştır Maarif Vekâleti de ilk Türk kataloglarının kurallarını içeren kılavuzlar yayınlamıştır 1950 yılında Dewey Onlu Tasnif Sisteminin kabul edilmesi ile birlikte kataloglama sistemleri yeniden düzenlenmiştir

Kütüphanede Kitap Okuma Salonundan ayrı olarak “Nadir Eserler”, “Gazete ve Dergi”, “Harita-Afiş”, “Para-Pul”, “Müzik Dinleme”, Video ve Film İzleme”, “Görme Özürlüler”, “Atatürk ve İnkilapları”, “Gazte Okuma” bölümleri bulunmaktadır Ayrıca kütüphanede bir de lisan laboratuarı açılmıştır Aynı anda 400 kişinin yararlanmasını sağlayan okuma salonunun yanı sıra eğitici ve kültürel etkinliklere açık konferans salonu, cilt atölyesi, personel yemekhanesi, okuyucu kantini, fotokopi servisi, mikrofiş sistemi ile çağın kütüphanecilik alanındaki tüm yenilikleri burada bulunmaktadır Kütüphane içerisinde 600000 civarında kitap, 11000’i aşkın yazma, 25000 kadar da süreli yayın bulunmaktadır


Turan Emeksiz Sokak No: 6 Beyazıt
Tel: (0212) 522 31 67


Köprülü Kütüphanesi (Eminönü)

Mahmut Türbesi’nin karşısında bulunan kütüphane, Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa’nın oğlu Fazıl Ahmet Paşa (1635–1676) tarafından babasının vasiyeti üzerine yaptırılmıştır

Köprülüzade Fazıl Mustafa Paşa da 1678’de düzenlediği bir vakfiye ile kütüphanenin kuruluşunu tamamlamıştır Kütüphane 1678’de üç kütüphaneci, bir ciltçi ve bir kapıcı kadrosu ile hizmete açılmıştır

Köprülü Kütüphanesinin il nüvesi, Köprülü ailesinin bağışları ile atılmış, daha sonra bağış ve satın almalarla kitap sayısı artmıştır Kütüphaneye yapılan bağışların başında Köprülü Mehmet Paşa, Fazıl Ahmet Paşa, Hacı (Hafız) Ahmet Paşa, Mehmet Asım Bey bağışları gelmektedir İlk kuruluşunda 2000’in üzerinde kitap bulunan bu kütüphanede bugün Türkçe, Arapça ve Farsça dillerinde 3000’e yakın yazma, 1500’e yakın basma eser bulunmaktadır Kütüphanedeki yazma ve basma eserler için yazar, kitap ve konu fihristleri Dewey Onlu Sistemine göre düzenlenmiştir

Günümüzde üç tarafı yol ile çevrili bahçe içerisindeki bu yapı taş ve tuğlanın almaşık düzenlemesi ile kurulmuştur Kare planlı yapının üzeri pandantifli, dıştan sekizgen kasnak üzerine oturtulmuş bir kubbe ile örtülmüştür Batı yönünde dört basamakla çıkılan revaklı bölüm öne alınarak buraya T şeklinde bir düzenleme getirilmiştir Altı mermer sütun üzerine baklava başlıklı, sivri kemerli revakın üzeri dört kubbe ile örtülmüştür Revakın orta eksenindeki basık kemerli bir kapıdan kütüphaneye girilmektedir

İç mekân yanlarda altta birer, üstte ikişer, girişin karşısında altlı üstlü üçer pencere ile aydınlatılmıştır Pencerelerin üzerlerinde sivri boşaltma kemerleri bulunmakta olup dikdörtgen sövelidirler Pencereler dıştan köfeki taşından, içten de yalnızca alt pencereler mermer sövelidir Kubbenin içerisi ve pandantifler kapı üzeri kalem işleri ile bezenmiştir Burada kahverengi, siyah ve kırmızı renklerdeki bezemeler arasında “C” ve “S” kıvrımları dikkati çekmektedir Pandantiflerde kırmızı zemin üzerine yapılmış çiçek motiflerinin altına Maşallah yazısı ile h1181 (1667–1668) tarihi yazılıdır Bunun yanı sıra iç kapı üzerinde de yine Maşallah yazısı ile h1289 (1872) ve h1327 (1911) tarihleri yazılıdır Buna dayanılarak kütüphanenin 1872 ve 1911 yıllarında onarıldığı anlaşılmaktadır


Atıf Efendi Kütüphanesi (Eminönü)

Mahmut (1730–1754) döneminde üç kez Başdefterdarlık yapmış olan divan sahibi şair Atıf Mustafa Efendi tarafından 1741 yılında kurulmuştur Kütüphanenin giriş kapısı üzerinde “Dârü’l-Kutüb-i Atıf “ yazılı h1289 (1872) tarihli bir kitabesi, okuma salonu girişinin sağ tarafındaki duvarda bulunan mermer levha üzerinde de kabartma sülüs yazı ile vakfiyesinin özeti yazılıdır

Kütüphanenin vakfiyesinden öğrenildiğine göre gelir kaynakları ve yönetimi belirlenmiş üç hafız-ı kütüb, bir şeyhü’l-kurra, bir suyolcu, bir mücellit, bir marangoz ve bir de ferraş (temizlikçi) burada görevlendirilmiştir Kütüphanenin yanına yapılmış olan üç meşruta evin de hafız-ı kütüblerin oturmaları ve haftanın beş günü kütüphane ile ilgilenmeleri vakfiyede belirtilmiştir Ayrıca hafız-ı kütübler kütüphanede cemaatle birlikte kılınacak namazlarda imamlık ve müezzinlik yapmakla da yükümlendirilmişlerdir Kütüphane Salı ve Cuma günleri dışında açık olacak, çalışmalar güneşin doğuşundan bir saat sonra başlayacak ve güneş batımından iki saat önce de bitecektir

Atıf Efendi’den sonra oğulları Mehmet Emin, Ömer Vahit, torunları Ömer Hüsameddin ve Abdülkadir Efendiler de buraya kitap vakfetmişlerdir Bunların yanı sıra Atıf Efendi’nin kayın biraderleri Darphane-i Amire Başkatibi Hacı Ömer Efendi’nin kitapları da ölümünden sonra 1743’te Atıf Efendi Kütüphanesi’ne devredilmiştir Kuruluşunda 2857 kitapla hizmete giren kütüphanedeki kitaplar çeşitli kişi ve kurumdan gelen kitaplarla çoğalmıştır Günümüzde Kültür ve Turizm Bakanlığı yönetiminde Kütüphaneler Genel Müdürlüğü’ne bağlı olan kütüphanede 3228 yazma, 25000’e yakın eski ve yeni basma kitap olmak üzere toplam 30000’e yakın eser bulunmaktadır

Kütüphane mimari yapısı ile dikkati çeken bir binadır İstanbul’un eski Türk sivil mimarisini yansıtan bir plan düzeni bulunmaktadır Kütüphane yanındaki meşruta evlerin oldukça yüksek dış cepheleri olup, bunlar üç kat halindedir Meşruta evlerin üst katları konsollarla dışarıya taşırılmıştır Evlerin orta avlusunda yer alan kütüphanenin 1350x950 m ölçüsünde bir zemin katı bulunmaktadır Kesme taş ve tuğladan yapılmış olan kütüphanenin dış cephe görünümüne tuğladan şeritler yerleştirilmiştir Yuvarlak kemerli bir kapıdan bir dehlize, oradan da avluya geçilmektedir Buradaki esas kütüphane binası kemerlerle dışarıya açılmış bir bodrum üzerine oturtulmuştur Bodrumdan altı basamakla bir sekiye çıkılmakta olup, buradan namaz kılmak üzere düşünülmüş mihraplı küçük bir sekiye çıkılmaktadır Bu sekiden bir sundurmanın altından da kütüphanenin okuma salonuna girilmektedir Kare planlı olan bu bölüm aynalı tonozlarla örtülü olup, üç tarafı tonozlu beş hücre ile çevrelenmiştir İlk yapıldığı dönemde burasının etrafının sedirlerle çevrili olduğu izlerden anlaşılmaktadır Bu bölümlerden üçü sofadan iki sütunun taşıdığı üç kemerle ayrılmıştır Sofanın arkasında da kitapların yaldızlı, kafesli ahşap dolapları bulunuyordu Günümüzde bu bölüme hava sirkülâsyonunu sağlamak amacı ile pencereler açılmıştır

Vefa Caddesi No:44 Beyazıt
Tel: (212) 527 38 07


Koca Ragıp Paşa Kütüphanesi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Laleli semtinde, Ordu Caddesi üzerinde bulunan Koca Ragıp Paşa Kütüphanesi’ni Koca Ragıp Paşa (1699–1763) 1762 yılında külliye olarak yaptırmıştır Yapı topluluğu kütüphane, sıbyan mektebi, sebil, iki çeşme, türbe, hazire, dükkânlar ve mahzenlerden meydana gelmiştir Bu yapılardan türbenin önünde bulunan sebil günümüze ulaşamamıştır

Yapı topluluğunun ana cephesi Ordu Caddesi üzerinde olup, alt katta dükkânlar, üst katta da sıbyan mektebi bulunmaktadır Kütüphane ve yapı topluluğunun diğer bölümleri yuvarlak kemerli bir kapıdan girilen avlu içerisinde yer almaktadır Külliyenin ana cephesi Laleli Caddesi’nin 1957 yılında yükseltilmesi ile çukurda kalmıştır Girişin hemen karşısında bulunan ve yapı topluluğunun ana binası olan kütüphane avlunun ortasında bulunmaktadır Ayrıca burada çeşme ve Ragıp Paşa’nın açık türbesi ile bir hazireye yer verilmiştir

Kütüphane kesme taş ve tuğladan zemin ve bodrumdan meydana gelmiştir İçeriye iki yönlü merdivenlerle çıkılan, üzeri küçük kubbe ile örtülü bir revaktan girilmektedir Giriş revağından iki tarafta iki kubbeli oda bulunan ve ayna tonozlu bir ön mekâna, buradan da okuma salonuna geçilmektedir Günümüzde bu bölümler camekânlarla bölünmüş ve özelliğinden kısmen uzaklaşmıştır Okuma salonu 1440x1440 m ölçüsünde kare planlı olup, üzeri duvarlara dayalı yuvarlak plasterlerin taşıdığı 595 m çapında, 1230 m yüksekliğinde ana kubbe ile örtülüdür Kubbenin örttüğü alanlar dışında kalan bölümlere dört küçük kubbe ile aralarına dört aynalı tonoz yerleştirilmiştir Ana kubbeyi taşıyan kolonlar 350 m yüksekliğinde demir parmaklıkla çevrelenmiş olup, bu bölüm orijinalinde kitap deposudur İçerisine camlı ve tel örgülü kapakları olan üç ahşap kitap dolabı yerleştirilmiştir Okuma salonu iki sıra halinde 39 pencere ile aydınlatılmıştır Bu pencerelerden alt sıradakiler ahşap doğramalı, dövme demir kepenklidir Üst sıradakiler ise alçı ve revzen pencerelerden meydana gelmiştir

Kütüphanenin içerisi oldukça sade klasik üslupta bezemelidir Duvarlar üst pencerelerin altına kadar mavi, gri ve beyaz renklerde çiçeklerin oluşturduğu XVIII yüzyıl çinileri ile kaplanmıştır Alt pencerelerin üzerinde yeşil zemin üzerine sarı yaldızla yazılmış bir ayet frizi çepeçevre tüm salonu dolaşmaktadır Ana kubbede ise ayetlere yer verilmiştir

Günümüzde Kültür ve Turizm Bakanlığı yönetiminde olan kütüphane hizmete kapalıdır


Süleymaniye Kütüphanesi (Eminönü)

Sultan I Mahmut’un (1730–1754) isteği üzerine 1751–1752 yılında Sadrazam Mustafa Bahir Paşa tarafından düzenlenen kütüphanede beş kütüphaneci, iki de yardımcı görevlendirilmiştir Kütüphane haftada iki gün kapalı tutulmuş ve dışarıya kitap verilmemiştir

Günümüzdeki Süleymaniye Kütüphanesi, Süleymaniye külliyesinin birinci ve ikinci medreseleri ile sıbyan mektebinde bulunmaktadır Bu kütüphane Osmanlı Vakıf Kütüphanesinin yazma ve eski baskı derlemesinin bir araya getirilmesi ile meydana getirilmiş ve 1918 yılında açılmıştır

Süleymaniye Kütüphanesi’nin kuruluş çalışmaları I Dünya Savaşı’na kadar sürmüş, İstanbul Vakıf Kütüphanelerindeki on bine yakın yazma 1914’te savaştan korunmak için Yavuz Sultan Selim’deki Medresetü’l Mütehassısi’ne gönderilmiştir Daha sonra Süleymaniye Umumi Kütüphanesi ismi ile açılan bu kütüphaneye nakledilmişlerdir 1924’te eğitim ve öğretim birliğini sağlamak amacıyla çıkarılan Tevhit-i Tedrisat Kanununun kabul edilmesi ile birlikte 1925’te tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması ile yazma ve basma koleksiyonlar da buraya taşınmıştır

Böylece Osmanlı kültürünü yansıtan bir arşiv meydana getirilmiştir Kütüphaneye 1962’de cilt ve patoloji servisi kurulmuştur Burada geleneksel Osmanlı cilt kapakları ve ciltler yapılmıştır Ayrıca Türkiye’deki kütüphanelerin onarım, bakım ve ciltleme işlemlerini de üstlenmiştir Türkiye Yazmaları Toplu Katalogu İstanbul Şubesi de 1979’dan bu yana Süleymaniye Kütüphanesinde çalışmaktadır

Kütüphane girişindeki alfabetik ve Dewey Onlu konu kataloglarını kapsayan fişlikler bulunmaktadır Kütüphanede yaklaşık 115 bin dolayında kitap bulunmaktadır Bunların 67 bini yazma eserdir Kütüphanenin gelişmesinde İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi ve Bağlı Kütüphaneleri Geliştirme Vakfı’nın büyük payı bulunmaktadır Süleymaniye Kütüphanesi’ne Atıf Efendi, Hacı Selim Ağa, Köprülü, Nuri Osmaniye ve Ragıp Paşa kütüphaneleri bağlıdır

Kütüphanenin iki okuma salonu, mikrofilm okuma ve fotokopi üniteleri bulunmaktadır


Esat Efendi Kütüphanesi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Yerebatan Caddesi üzerinde bulunan bu kütüphane Vakanüvis Mehmet Esat Efendi tarafından kendi konağının yanına 1845 yılında yaptırılmıştır

Esat Efendi Müderrislik ve Kadılık görevlerinde bulunmuş, 1825’te de Şanizade Ataullah Efendi’nin yerine Vakanüvisliğe getirilmiştir Bundan sonra Takvim-i Vekayi Nazırlığına 1831’de atanmıştır Esat Efendi’nin, Esat Efendi Tarihi, Ziba-i Tevarih, Bahçe-i Sefa Enduz, Münşeat ve Divanı bulunmaktadır Esat Efendi 1848 yılında ölmüş ve kütüphanesinin bahçesine gömülmüştür

Kütüphanenin mimarı bilinmemektedir Tek katlı bir yapı olup, kesme taş ve tuğladan yapılmış, üzeri sıvanmıştır Kütüphanenin içerisine önündeki yoldan dört basamaklı bir merdivenle çıkılmaktadır Asıl mekân 600x600 m ölçüsünde kare planlı olup, her iki yanından ikişer sütunla ayrılmıştır Böylece iç mekân 195 m daha genişletilmiştir Okuma salonu olan asıl mekânın üzeri kiremitli bir çatı ile örtülü, yarım yuvarlak kubbelidir Yandaki kanatların yarım tonozlu çatısının 160 m üzerinde, kubbe gövdesinde bulunan yarım yuvarlak pencerelerle iç mekân aydınlatılmıştır Ayrıca yan kanatlarda da dörder penceresi vardır

Esat Efendi Kütüphanesinin tarih ve edebiyat ağırlıklı zengin kitapları 1914 yılında Sultan Selim ve Süleymaniye Kütüphanesine nakledilmiştir Uzun süre matbaa olarak kullanılan yapı bugün halıcı dükkânı olarak hizmet vermektedir


Hakkı Tarık Us Kütüphanesi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Beyazıt’ta Beyazıt Külliyesi’nin bir bölümünü oluşturan sıbyan mektebi yapı topluluğu ile birlikte 1505 yılında yapılmıştır Sıbyan mektebi caminin kıble tarafında ve hazirenin biraz ilerisinde bulunmaktadır Sıbyan mektebi 22 Temmuz 1507’de faaliyete geçmiştir Zamanla harap bir durumda olan bu yapı İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğü tarafından 1960 yılında onarılmış ve burada Hakkı Tarık Us Kütüphanesi açılmıştır Sıbyan mektebinde kurulmuş olan bu kütüphane Hakkı Tarık Us’un kitap ve gazete koleksiyonlarını kapsıyordu Kütüphane gazeteci ve Giresun Milletvekili Hakkı Tarık Us’un (1889–1956) vasiyeti doğrultusunda kurulmuş ve 21 Ekim 1965’te ziyarete açılmıştır

Sıbyan mektebinin önünde dört sütunlu ve iki yan duvara dayalı bir sundurması bulunmaktadır Kesme taş ve tuğla hatıllı olarak üzerleri kubbeli birbirine bitişik iki kare mekândan meydana gelmiştir Bu mekânlardan sol taraftaki geniş bir eyvanla da dışarı açılmaktadır Buradan ikinci kubbeli mekâna geçilmektedir Asıl mektep görevini üstlenen bu mekânda bir ocak bulunmaktadır Eyvanlı kanat Orta Asya Türk mimarisi örneklerini yansıtmaktadır

Yapı günümüze iyi bir durumda gelmiş olup, kütüphanenin kitapları Bayezid Devlet Kütüphanesi’ndedir


Nuru Osmaniye Kütüphanesi (Eminönü)

İstanbul ili Eminönü ilçesinde, Kapalı Çarşı girişinde, Çemberlitaş’ta bulunan Nuruosmaniye Külliyesi Sultan IMahmut (1730–1754) döneminde 1749 yılında yapımına başlanmış, ölümünden bir yıl sonra Sultan III Osman (1754–1757) tarafından tamamlanmıştır Mimarı Sinan Kalfa’dır Barok üsluptaki bu külliye cami, medrese, imaret, kütüphane, türbe, çeşme, sebil ve dükkânlardan meydana gelmiştir

Nuruosmaniye Kütüphanesi Barok üslubun kendine özgü bir örneğidir İki bölümden meydana gelen kütüphanenin ortası dört sütunun taşıdığı bir kubbe ile örtülmüş ve bu kubbenin çevresinde revaklı bir koridor oluşturulmuştur Kubbe iki yandaki yarım kubbelerle desteklenmiştir Revakların üzeri aynalı tonozlarla örtülüdür Kütüphanenin 30 adet olan pencereleri barok üslubunun başlıca özelliği olan plasterlerle takviye edilmiştir Kütüphanenin altında bir de bodrum katı vardır Karmaşık bir plan düzeninde olan kütüphaneye dış avludan merdivenlerle çıkılmaktadır Kütüphanenin alt katına neme karşı bodrum yapılmış, üst katı ise okuma salonu ve depoya ayrılmıştır Kütüphanenin iki kapısı olup, bunlardan biri hümayun kapısıdır Bu kapının üzerine “Beşikten mezara kadar ilim talep ediniz” anlamında Arapça bir kitabe yerleştirilmiştir

Kütüphane ilk açıldığında bir Nazır-ı Kütüb, altı Hafız-ı Kütüb, altı Mustahfız, üç Bevvab, bir Mücellid-Müzehhib ve bir Ferraş olmak üzere on sekiz görevlisi bulunuyordu Kütüphanenin Sultan III Osman adına düzenlenmiş vakfiyesi bugün Topkapı Sarayı Müzesi’ndedir Kütüphanede I Mahmut ve III Osman’ın kitapları ile Bayram Paşa’nın 79 yazma eseri başta olmak üzere yazma eserleri kapsamaktadır Ayrıca kütüphanenin yeni eserler koleksiyonu da bulunmaktadır Kütüphanedeki kitaplarda yazar ve eser adlarına göre ve Dewey Onlu tasnif sistemi uygulanmıştır


Feyzullah Efendi Kütüphanesi (Fatih)

İstanbul ili Fatih ilçesi, Macar Kardeşler Caddesi ile Feyzullah Efendi Sokağı’nın kesiştiği noktada bulunan bu kütüphane, Feyzullah Efendi Medresesi’nin kitabesinden öğrenildiğine göre; Sultan II Mustafa’nın (1695–1703) hocası Şeyhülislâm Feyzullah Efendi kitaplık, mektep ve çeşme ile birlikte adeta küçük bir külliye konumunda 1700 yılında yaptırılmıştır Mimarının kim olduğu bilinmemektedir Ancak Şeyhülislâm Feyzullah Efendi döneminde Mimarbaşı olarak görev yapan Kayserili Mehmet Ağa tarafından planının tasarlandığı düşünülmektedir

Dikdörtgen planlı olan medresenin avlusunun kuzeydoğusuna dershane-mescit ile kitaplık, güneydoğu ve güneybatı kenarlarına da L şeklinde on medrese hücresi yerleştirilmiştir Kitaplık ve hücrelerin kuzey kenarları giriş yönündeki bahçe duvarı ile birleştirilmiştir
Kitaplık ve dershane bölümleri ortak bir ana mekânın iki yanına yerleştirilmiş ve böylece Osmanlı mimarisinde çok ender görülen bir plan tipi ortaya çıkarılmıştır Dershane-mescit ile kitaplık avludan biraz yüksek olup, kare planlı iki ayrı yapıdır Eyvan niteliğindeki açık bir sofanın yanında yer almışlardır Üç basamakla çıkılan giriş sahanlığındaki basık kemerli bir kapıdan sonra sekiz basamakla dershane ve kitaplığa ulaşılmaktadır Her iki bölüm arasındaki dikdörtgen planlı bu ara mekânın merdiven ve geçitlerden arta kalan bölümleri sekiler halindedir Bu mekânın oturma ve okuma amaçlı kullanıldığı sanılmaktadır Geniş bir saçakla güneyden gelecek güneş ışıklarından korunmuştur Dört demir eliböğründe ile desteklenen bu saçağın altı ahşap kaplamalıdır Buradaki açık sofanın altı sütun ve duvarlara dayanmış kubbe ve tonozlarının almaşık düzeni ile farklı bir mimarisi vardır

Kütüphanede Osmanlı tarihleri, Yemen tarihleri, padişah divanları, şuara tezkireleri, fermanlar, levhalar ile matematikten tıbba kadar çeşitli kitaplar bulunmaktadır Bunların arasındaki en önemli koleksiyon Feyzullah Efendi’nin 1699’da vakfettiği 2000’den fazla kitaptır Ayrıca Ali Emiri Efendi, Veliyüddin Carullah Efendi, Hekimoğlu Ali Paşa, Pertev Paşa, Reşit Efendi kütüphanelerindeki eserleri de buraya getirtmiştir Kütüphanedeki kitaplar Dewey Onlu katalogu ile düzenlenmiştir Bunların yanı sıra eski koleksiyonlara ait yazma ve baskı fihristleri de bulunmaktadır

Günümüzde Feyzullah Efendi Medresesi ve Kütüphanesi restore edilmektedir İçerisindeki kitaplar ve yönetim birimi geçici olarak Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ndedir


Amcazade Hüseyin Paşa Kütüphanesi (Fatih)

Alıntı Yaparak Cevapla

İstanbul Hakkında Bilgi

Eski 08-14-2012   #14
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İstanbul Hakkında Bilgi



İstanbul Sıbyan Mektepleri


Sıbyan Mekteplerinin Osmanlı eğitim düzeninde önemli bir yeri bulunmaktadır Bu okullarda 5-6 yaşlarındaki çocuklara okuma, yazma ve dini bilgiler ile matematik dersleri verilirdi İslamiyet’in ilk yüzyılında Küttap ismi ile tanınan bu okullara Karahanlılar ve Selçuklular döneminde Sıbyan Mektebi ismi yakıştırılmıştır “Sıbyan” Arapça bir sözcük olup, Sabi anlamına gelen çocuk sözcüğünün çoğuludur Sıbyan Mektebi de çocuklar için açılmış okul anlamına gelmektedir

Osmanlılarda sosyal ve eğitim nitelikli Sıbyan Mektepleri vakıflar şeklinde kurulmuştur Osmanlı İmparatorluğu’nun her tarafında eğitim amacı ile kurulmuş Sıbyan Mektepleri ile onları düzenleyen vakıfları bulunmaktadır Çok sayıdaki sıbyan mektepleri İmparatorluğun bütün bölgelerine yayılmıştır Nitekim Evliya Çelebi İstanbul’da 1933 sıbyan mektebi bulunduğunu belirtmiştir Sıbyan mektepleri Osmanlı eğitim düzeninde Cumhuriyet dönemine kadar yaşamını sürdürmüştür

Osmanlılar Sıbyan Mektebi ismini kullanmakla beraber değişik dönemlerde bu okullara “Dâru't-tâlim”, “Mektep”, “Tas Mektep”, “Mahalle Mektebi”, “Mektephâne” ve “Mekteb-i Ibtidâiye” isimleri de verilmiştir Osmanlılarda Sıbyan Mektebinde ders veren hocaya Muallim, yardımcısına da Kalfa veya Halife deniliyordu Bu konuda bazı vakfiyeler de düzenlenmiştir Örneğin Süleymaniye Vakfiyesi’nde külliyenin sıbyan mektebine atanacak hoca ve yardımcısının özellikleri belirtilmiştir:

“Ve mekteb-i mezbûrda bir ehl-i tecvid, hâfiz-i Kelâm-i Mecid (Kur'an), ilm-i kiratta ferîd ve salâh u siyânette resîd, sevâyib-i maayib-i töhmetten (saibe ve ayiplar töhmetinden) ma'sûm ve zühd ü felâh ile mevsûm ilm-i fikha vâkif ve vâcibât-i sünen-i salâta ârif kimesne muallim olup, sibyân-i fukara (fakirlerin çocuklari) ve fukara-i sibyâna ta'lim-i Kur'an-i Azîm ve salâta müteallik mesaili tefhim edüp sibyan otuz adetten eksik olmaya ve ücret almaya ve vazife-i yevmiyesi sekiz akça ola Ve bir sâlih u mütedeyyin, salâh u zühd ile ma'ruf u müteayyin, ehl-i Kur'an kimesne dahi mekteb-i mezburda halife olup atfal u sibyâna ta'lim-i heca ve Kur'an eyleye ve muallime halef olup huzur u magibinde ikamet-i hizmet edicek vazife-i yevmiyesi üç akça ola

Sıbyan Mekteplerinde ayrıca Bevvab denilen temizlikçi hademe, çocukları evlerinden alıp getiren, okulda çocukların birbirleri ile ilişkilerini düzenleyen Mubassır isimli görevliler de bulunuyordu Ders veren Hoca ve Kalfalar mahallenin en güvenilir ve bilgili kişileri arasından seçilmekte idi

Osmanlı eğitiminde Sıbyan Mekteplerinde verilen derslerin zaman zaman müfredat programları günün koşullarına uygun olarak değiştirilmiştir Bu tür değişiklikler Fatih Sultan Mehmet ve Sultan II Beyazıd döneminde başlayarak değişik zamanlarda da devam etmiştir Nitekim Sultan I Mahmud’un annesinin Galata’da yaptırdığı bir sıbyan mektebi ile ilgili vakfiye de buna bir örnektir:

“Fenn-i kitabette mahareti müsellem ve ta'lim-i mesk-i hatta a'lem bir kimesne hâce-i mesk olup" denilmektedir Keza Sultan I Abdülhamid'in vakfiyesinde de "bir hattat üstad ta'lim-i hatta sahib-i itiyad kim ise mekteb-i serife müdavemet eden sibyâna hâce-i mesk olup edâet ve sinaat-i hat ile eday-i hizmet eyleye

Ayrıca Sultan I Mahmud’un 4 Aralık 1739 tarihli vakfiyesinde de buraya çocuklara güzel yazı öğretmek üzere bir hat hocası atadığı belirtilmektedir Sultan II Mahmud 1824 tarihli fermanı ile de çocuklara Kur’an talimi, Tecvid ve İlmihal okutulmasını istemiştir Sultan II Mahmud döneminden önce çocukları okula göndermeyen velilerin cezalandırılacağına dair bir ferman ilan edilmiştir Böylece ilköğretim Osmanlılarda Sultan II Mahmud’un Tanzimat Fermanı’ndan sonra mecburi hale getirilmiştir

İstanbul’da 1863 yılında “Daru’l Muallim-i Sıbyan” ismi altında ilkokullara öğretmen yetiştirecek bir de okul açılmıştır Sultan II Abdülhamid devrinde de Kanuni Esasi hükümlerine göre ilköğretim zorunlu hale getirilmiştir 1879’da Maarif Teşkilatı’nda yapılan değişiklerle “Mekatib-i Sıbyaniye Dairesi” kurulmuştur Böylece ilköğretim Osmanlılarda ciddi olarak ele alınmış ve ilköğretim “Mekatib-i Sıbyaniye” ve “Usu-ü Atika” olarak ikiye ayrılmıştır

Sıbyan Mekteplerinde öğrenciler ders veren hocanın etrafında, başlangıçta halka düzeninde yerlere oturmaktadırlar Bu okullarda eğitim süresi için kesin bir tarih verilememektedir Büyük olasılıkla öğrencilerin zekâsının, çalışkanlığının ön plana alınarak bir tarih saptanmaktadır Bununla beraber 1846 tarihli bir tezkireden Sıbyan Mekteplerinde eğitimin dört yıl olduğu anlaşılmaktadır1869 tarihli Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nde de bu süre korunmuş okula devam zorunluluğu erkekler için 7, kız çocukları için de 6 yaş olarak tesbit edilmiştir

Osmanlı mimarisinde Sıbyan Mektepleri iki ayrı grupta olup, bunlardan bazıları külliyelerin bir bölümünü oluşturmaktadır Sıbyan Mekteplerinin bazıları da mahalleler içerisinde ayrı yapılar halinde idi Bu yapılar kesme taş ve tuğladan yapılmış olup, çoğunlukla iki katlı, üzerleri tonoz ve kubbe ile örtülüdür Yapıların alt katlarında mutfak, tuvaletler, üst katlarında da çoğunlukla üzeri kubbe veya tonozla örtülü, kare planlı dershane bölümü, onun yanında da küçük bir hocanın odası bulunmaktadır Sıbyan Mekteplerinin bazılarında, alt katlarında dükkânlara da yer verilmiştir


Ayasofya Sıbyan Mektebi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesinde, Ayasofya Müzesi’nin avlusunda bulunan Sıbyan Mektebini Sultan I Mahmud 1740 yılında yaptırmıştır

Sıbyan Mektebinin duvar işçiliği bir sıra taş, bir sıra tuğladan örülmüş olup, iki katlı, kare planlı bir yapıdır Üst örtüsü kasnaklı bir kubbe ile örtülmüştür Sıbyan Mektebi’nin caddeye bakan zemin katına iki kemerli mekânın ne amaçla yapıldığı bilinmemektedir Günümüzde bu mekân Ayasofya Müzesi’nin Kütüphanesi olarak işlev görmektedir Bunun yanındaki dışa bir kapı ile açılan bölümün Bevvab odası olduğu sanılmaktadır Yan taraftaki bir merdivenle çıkılan üst kat iki bölümden meydana gelmiştir Bunlardan kare planlı üzeri kubbeli bölüm dershanedir Bu mekân dışarıya üç cephesinde üçer tane olmak üzere dikdörtgen söveli dokuz pencere ile açılmıştır

Giriş merdiveninin yanındaki, üzeri ayna tonozla örtülü küçük oda ise ders veren hocaya aittir


Cevri Kalfa Sıbyan Mektebi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Sultanahmet Meydanı’nda, Divanyolu Caddesi üzerinde bulunan Cevri Kalfa Sıbyan Mektebi, kitabesinden öğrenildiğine göre Sultan II Mahmud tarafından 1819’da Osmanlı sarayı Haremi’nden Cevri Kalfa’nın anısına yaptırılmıştır

Buradaki kitabenin tarih manzumesinin son mısraında “Merhume Usta’nın ruhiyçün âb-ı zemzem 1235 (1819)” yazılıdır

Cevri Kalfa 1808 Yeniçeri İsyanı’nda, Topkapı Sarayı içerisinde merdiven başında durarak Şehzade Mahmud’u (Sultan II Mahmud) öldürmeye gelenlerin gözlerine kızgın kül serpmiş ve şehzadenin kurtarılmasına yardımcı olmuştur Sultan II Mahmud padişah olduktan sonra Cevri Kalfa’yı Hazinedarbaşı yapmış, ölümünden sonra da bu sıbyan mektebi ile yanındaki çeşmesini Onun anısına yaptırmıştır

Cevri Kalfa Sıbyan Mektebi, İstanbul sıbyan mektepleri arasında en büyük ölçüdeki yapıdır XIX yüzyıl ampir üslubunda yapılan bu mektep iki kattan meydana gelmiştir Geniş ön cephesi ve on odalı olarak yapılmasından ötürü de 1858 yılında Kız Sanat Mektebi olarak kullanılmış, Cumhuriyet’in ilanından sonra 1929–1930 yılları arasında Devlet Basımevi’nin Matbaacılık Okulu olmuştur Adliye Sarayı’nın 1932’de yanmasından sonra da Adliye tarafından kullanılmıştır 1945-1946’da 59İlkokulu olarak hizmet vermiş ve 1955–1956 yıllarında da Cevri Kalfa İlkokulu olarak kullanılmıştır Cevri Kalfa İlkokulu’nun Sultanahmet’te ayrı bir binaya taşınmasından sonra da 1985 yılında Türk Edebiyat Vakfı’na tahsis edilmiştir

Cevri Kalfa Sıbyan Mektebi’nin girişi yapının solunda olup, ortasında yer alan iki katlı yapının üzeri beş mermer konsol üzerine oturmuş bir çıkma şeklinde dışarıya taşmıştır Bu bölümün üzeri kurşun kaplı ayna tonozla örtülmüştür Tonozun üzerine de bir alem yerleştirilmiştir Bu yapının sağ tarafına kademeli yuvarlak kemerli bir çeşme eklenmiştir Çeşmenin hemen yanı başında üç katlı, pencere araları yassı plasterlerle birbirlerinden ayrılmış ikinci bir yapı bulunmaktadır Bu bölüm Sultan II Abdülhamid (1876–1909) döneminde buraya eklenmiştir

Cevri Kalfa Sıbyan Mektebi Osmanlı devri mimarisinde yapılmış olan örneklerin sonuncusudur


Sultanahmet Yapı Topluluğu Sıbyan Mektebi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesinde, Sultanahmet’te, Sultan I Ahmed’in (1603–1617) 1609–1619 yıllarında yaptırmış olduğu yapı topluluğunun bir bölümünü oluşturan sıbyan mektebi Sedefkâr Mehmet Ağa tarafından h1026 yılında tamamlanmıştır

Sıbyan Mektebi caminin dış avlu duvarının köşesinde yer almaktadır Köfeki taşından yapılmış olan mektebin zemin katında bir çeşme ile dükkânlar, üst katında da kare planlı dershane bölümü bulunmaktadır Dershanenin dışa kapalı olan kuzey duvarının ortasına iki yanında birer niş bulunan ocak yerleştirilmiştir Yapı güneydoğu ve güneybatı cephelerinde üçü altta, üçü de yukarıda olmak üzere altı pencere ile aydınlatılmıştır

Sultanahmet’te 1912 yılında çıkan yangın sırasında harap olmuş, daha sonra restore edilmiştir Günümüzde içten tavan, dıştan da kurşun kaplı kırma bir çatı ile örtülüdür Orijinal durumunda yangın geçirmesinden ötürü kubbeli olup olmadığı bilinmemektedir


Zeynep Sultan Sıbyan Mektebi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Alemdar Caddesi üzerinde, Gülhane Parkı’nın karşısında Sultan III Ahmed’in (1703–1730) kızı Zeynep Sultan tarafından Mimar Mehmet Tahir Ağa’ya 1769’da yaptırmış olduğu camisinin yanında sıbyan mektebi de bulunmaktadır

Caminin batısında bulunan sıbyan mektebi, yanındaki medresenin bitişiğinde olup, önünde de XVIII-XIX yüzyıllara ait bir hazire bulunmaktadır Sıbyan mektebi 1970 yılında yanındaki medrese ile birlikte yanmış, 1983 yılında da İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğü tarafından onarılmış, bu arada cadde üzerindeki avlu duvarının içerisine alınmıştır Uzun süre harap bir halde bulunan bu yapının içerisinde1988’den önce bazı kişiler barınıyordu Onarımdan sonra Zeynep Sultan İlkokulu’nun dershanesi olarak kullanılmıştır

Sıbyan mektebi barok üslupta bir yapı olup, önünde üç sütunlu, yuvarlak kemerli bir revak bulunan kare planlı bir yapıdır İki katlı olan yapının alt katında onarım sırasında kırık mezar taşları ve serpuşlar çıkarılmıştır Bugün burası Türkiye Anıtlar Derneği’ne tahsis edilmiştir

Sıbyan mektebi ile yanındaki medrese arasındaki avlunun yuvarlak kemerli kapısı üzerinde de bir ayet yazılı kitabe bulunmaktadır Sıbyan mektebinin ikinci katı kare planlı olup, giriş dışında kalan duvarları yuvarlak kemerli üçer pencere ile aydınlatılmıştır Üzeri ahşap çatı ile örtülüdür


Hacı Beşir Ağa Sıbyan Mektebi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Alemdar Mahallesi’nde, İstanbul Valiliği’nin karşısında bulunan Hacı Beşir Ağa Külliyesi Sultan III Ahmed (1703–1730) ve Sultan I Mahmud (1730–1754) dönemlerinde Darüssaade Ağalığı yapmış olan Hacı Beşir Ağa tarafından 1744–1745 yıllarında yaptırılmıştır

XIX yüzyılın ilk yarısında onarılan bu külliyenin sıbyan mektebi caminin doğusunda yer almaktadır Oldukça geniş ve yuvarlak kemerle avluya açılan bu yapı kare planlı olup, üzeri ayna tonozla örtülüdür Güney ve doğuya doğru dörder pencere ile aydınlatılan dershane içerisinde bir de ocağı bulunmaktadır Önündeki giriş eyvanının ise dershane olarak kullanıldığı sanılmaktadır


Gedik Paşa Sıbyan Mektebi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Mimar Hayrettin Mahallesi, Gedik Paşa Caddesi ile Cami Sokağı’nın birleştiği köşede bulunan Gedik Paşa Camisi ve Sıbyan Mektebi Divan Kâtibi Ali Efendi tarafından XVII yüzyılda yaptırılmıştır

Yanında bulunan Gedik Ahmet Paşa’nın hamamından ötürü de Gedik Paşa Camisi ve Sıbyan Mektebi olarak tanınmıştır Cami ve sıbyan mektebi 1724 Gedik Paşa yangınında harap olmuş ve sonra Bedestani Hacı Ali tarafından onarılmıştır

Sıbyan Mektebi caminin karşısında kesme taştan, kare planlı ve iki katlı olarak yapılmıştır Alt kısmında dükkânlar bulunmakta olup, üst kat bütünüyle mektep olarak kullanılmıştır XIX yüzyıl mimari üslubunu yansıtan bu yapının alt katı dükkân, üst katı da imam evi olarak kullanılmaktadır


Üsküplü Yahya Paşa Sıbyan Mektebi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Kadırga Karakolu karşısında bulunan bu sıbyan mektebini Üsküplü Yahya Paşa h912 yılında yaptırmıştır

Sıbyan mektebi iki katlı, kesme taştan yapılmış olup, günümüze çok harap durumda gelebilmiştir Kare planlı yapının üzeri sekizgen kasnaklı, tromplu bir kubbe ile örtülüdür Sıbyan mektebinin kenarlarında altta dikdörtgen söveli, üstte de yuvarlak kemerli ikişer penceresi bulunmaktadır Uzun süre basımevi olarak kullanılmış ve içerisi orijinal durumundan uzaklaşmıştır


Kapı Ağası Sıbyan Mektebi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Kapı Ağası Camisi’nin yanında bulunan sıbyan mektebini Kapı Ağası Mahmud Ağa 1553 yılında yaptırmıştır

Sıbyan mektebi iki katlı, kare planlı olup, kesme taştan yapılmıştır Kesme taş dizilerinin arasına tuğla hatıllar yerleştirilmiştir Üzeri çatı ile örtülü olan sıbyan mektebi harap bir durumdadır


Kâtip Sinan Sıbyan Mektebi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesinde, Gedik Paşa Akarçeşme Caddesi üzerinde bulunan bu yapının kitabesi bulunmadığından yapım tarihi kesinlik kazanamamıştır İsmine dayanılarak Kâtip Sinan tarafından XVI yüzyılda yaptırıldığı sanılmaktadır

Sıbyan mektebi iki katlı olup, alt katı yuvarlak kemer ve tonozlar üzerine oturan ikinci katı taşımaktadır Günümüze gelen üst kat sonradan yenilenmiş olduğundan orijinal şekli hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır Avlu içerisindeki sıbyan mektebinin içerisi alt katında dikdörtgen söveli ikişer, üst katta da yuvarlak kemerli dörder penceresi ile aydınlatılmıştır


Silahtar Ahmet Ağa Sıbyan Mektebi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Gedik Paşa’dan Kadırga’ya inen Akarçeşme Caddesi üzerinde bulunan bu yapıyı Sultan Mustafa’nın silahtarı Mehmet Ağa 1671 yılında yaptırmıştır

Yapı kesme taş ve tuğla hatıllı olarak dikdörtgen planlıdır Arazi konumundan ötürü katlar önündeki eğimli yola uydurulmuştur Sıbyan mektebinin uzun kenarlarında, alt sırada dikdörtgen söveli dörder, üst sırada da yuvarlak kemerli dörder pencereye yer verilmiştir Kısa kenarlarında da aynı şekilde ikişer pencere dizisi bulunmaktadır Üzeri ahşap çatı ile örtülü olan sıbyan mektebine yanındaki bahçeden basit bir kapı ile girilmektedir


Atik Ali Sıbyan Mektebi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Divanyolu Caddesi üzerinde Atik Ali Paşa Camisi’nin avlusunda bulunan bu yapıyı Hadım Ali Paşa h902 (1509) yılında Atik Ali Paşa Külliyesinin bir bölümü olarak yaptırmıştır

Atik Ali Paşa Hadım, Tavaşi, Şehit, Eski unvanları ile tanınmış, iki kez sadrazam olmuş ve 1511 yılında Şah Kulu İsyanı sırasında şehit edilmiştir Ali Paşa’nın İstanbul, Edirne ve Mora’da çeşitli vakıfları bulunmaktadır

Atik Ali Paşa Sıbyan Mektebi dikdörtgen planlı olup, aralarındaki bir sıra tuğla dizisinden meydana gelmiştir Yapının Divanyolu Caddesi’ne bakan cephesine iki dükkân yerleştirilmiştir Avlu içerisinden girilen sıbyan mektebinin üst katına bir merdivenle çıkılmaktadır İkinci kat iki bölüm halinde olup, üzeri tonozlu bir kubbe ile örtülmüştür Ancak, İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğü tarafından bir süre lojman olarak kullanılmış ve içerisinin planı değiştirilmiştir Günümüzde iyi bir durumdadır


Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Sıbyan Mektebi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Çarşıkapı’da Divanyolu Caddesi üzerinde bulunan külliye, Sultan IV Mehmet dönemi (1648–1687) Kaptan-ı Derya ve Sadrazamı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tarafından 1683–1690 yıllarında yaptırmıştır Külliyenin dershanesi üzerindeki kitabeden öğrenildiğine göre, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın oğlu Ali Bey tarafından Mimar Hamdi’ye yarıda kalan külliyeyi yaptırmıştır

Sıyan Mektebi yapı topluluğunun medresesinin güneyinde bulunmaktadır Kesme köfeki taşı ve tuğladan dikdörtgen planlı olarak yaptırılmıştır İki sıra tuğla dizisi ve bir sıra kesme köfeki taşından oluşan bir duvar işçiliği vardır Üzeri ahşap çatı ile örtülmüştür Sıbyan mektebinin güneydeki girişi önünde küçük bir avlusu vardır Buradaki eğik durumdaki avlu duvarı üzerinde basık kemerli küçük bir kapı ile içeriye girilmektedir Ayrıca sıbyan mektebinin avlu duvarı köşesi ile yapı topluluğunun avlu duvarı arasında tuğladan yuvarlak kemerli bir bağlantı yapılmıştır

Sıbyan mektebinin güney ve doğu yönünde çift sıra pencerelere yer verilmiştir Medrese avlusuna bakan batı cephesinde üç sıra kemerli pencere vardır Alt sıra pencereler dikdörtgen söveli olup, üzerlerine tuğladan yuvarlak kemerler yerleştirilmiştir Üst sıra pencereler yuvarlak kemerli ve alçı şebekelidir Batı ve kuzey duvarlarında üçer dolap nişi bulunmaktadır Yapının zemini altıgen tuğlalıdır Son yıllarda medrese avlusuna bakan batı cephesinin ortasına da bir kapı açılmış olup orijinalinden uzaklaşmıştır

İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğü tarafından restore edilen sıbyan mektebi özel kişilere kiraya verilmiştir


Çorlulu Ali Paşa Medresesi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Divanyolu Caddesi üzerinde bulunan sıbyan mektebi Sultan II Mustafa (1695–1703) ve Sultan III Ahmed (1703–1730) döneminde sadrazamlık yapmış olan Çorlulu Ali Paşa tarafından 1707–1709 yılında yaptırılan külliyenin bir bölümünü oluşturmaktadır

Kesme taş ve tuğladan kare planlı olan sıbyan mektebinin üzeri tonozla örtülüdür Her kenarda alt ve üstte dikdörtgen söveli ikişer pencere ile aydınlatılmıştır İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğü tarafından restore edilmiş olup, günümüzde iyi durumdadır


Sokullu Mehmet Paşa Sıbyan Mektebi (Eminönü)

İstanbul ili Eminönü ilçesi, Sultanahmet’ten Kadırga’ya inen yol üzerinde, Şehit Mehmet Paşa Yokuşu’nda, Su Terazisi Sokağı’nda bulunan Sokullu Mehmet Paşa Külliye’sinin bir bölümü olan sıbyan mektebi, külliye ile birlikte 1561 yılında Mimar Sinan’a yaptırılmıştır Bu yapı aynı zamanda dershane olarak da kullanılmıştır

Sıbyan mektebinin ilginç bir konumu olup, külliyenin yuvarlak kemerli avlu girişi üzerindedir Sıbyan mektebine giriş avludan birkaç basamakladır Kare planlı olan yapının üzeri tromplu bir kubbe ile örtülmüştür Ön ve arka yüzlerinde, altta dikdörtgen söveli, üzerinde de yuvarlak kemerli alçı şebekeli ikişer penceresi bulunmaktadır


Üçler Sıbyan Mektebi (Eminönü)

İstanbul ili Eminönü ilçesi, Sultanahmet Meydanı’nda İbrahim Paşa Sarayı’nın yanında bulunan bu yapıyı Defterdar Sadık Efendi yaptırmıştır Kitabesi bulunmadığından yapım tarihi kesinlik kazanamamıştır Yapı üslubundan XIX yüzyılda yapıldığı sanılmaktadır

Kesme taş ve tuğladan yapılan bu yapı, harap bir durumda olup, mimari özelliğini yitirmiştir


Sultan II Beyazıd Sıbyan Mektebi (Eminönü)

İstanbul ili Eminönü ilçesi, Beyazıt Meydanı’nda Sultan II Beyazıd’ın (1481–1512) Şeyh Hamdullah tarafından yazılmış Arapça kitabesinden öğrenildiğine göre,1500–1505 yıllarında yaptırmış olduğu Beyazıd Külliyesi’nin bir bölümünü oluşturan Sıbyan Mektebi, caminin Kıble tarafında, hazirenin de yanında bulunmaktadır

Sultan II Beyazıd’ın düzenlediği vakfiyesinde “Yetim ve fakir çocuklara” şartı konulmuştur Sıbyan mektebi 22 Temmuz 1507’de faaliyete geçmiştir Zamanla harap bir durumda olan bu yapı İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğü tarafından 1960 yılında onarılmış ve burada Hakkı Tarık Us Kütüphanesi açılmıştır

Sıbyan mektebinin önünde dört sütunlu ve iki yan duvara dayalı bir sundurması bulunmaktadır Kesme taş ve tuğla hatıllı olarak üzerleri kubbeli birbirine bitişik iki kare mekândan meydana gelmiştir Bu mekânlardan sol taraftaki geniş bir eyvanla da dışarı açılmaktadır Buradan ikinci kubbeli mekâna geçilmektedir Asıl mektep görevini üstlenen bu mekânda bir ocak bulunmaktadır Eyvanlı kanat Orta Asya Türk mimarisi örneklerini yansıtmaktadır Yapı günümüze iyi bir durumda gelebilmiştir


Yusuf Ağa Sıbyan Mektebi (Eminönü)

İstanbul ili Eminönü ilçesi, Cağaloğlu Yokuşu’nun başında, İstanbul Valiliği ile İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü’nün karşısında bulunan bu yapıyı Tersane Emini Yusuf Efendi yaptırmıştır Günümüze gelemeyen ancak kaynaklardan öğrenildiğine göre burada bulunan bu yapı Darü’s-sıbyan olarak 1771–1773 yıllarında Hassa Başmimarı Mehmet Tahir Ağa tarafından yaptırılmıştır

İki katlı, fevkani bir yapı olan sıbyan mektebinin alt katında muvakkithanesi bulunuyordu Cağaloğlu Yokuşuna bakan köşesindeki küçük hazirede bulunan Hacı Yusuf Efendi ve ailesine ait mezarlar 1956 yılında yapılan onarım sırasında ortadan kaldırılmıştır

Sıbyan mektebinin ikinci katı dışarıya taşkındır İlk yapılışında taş dizileri ile desteklenen bu bölümün 1956 yılında yapılan onarım sırasında konsollarının arası doldurulmuştur Yapı, batı ve güney cephelerinde dörder tane olmak üzere düz söveli pencerelerle aydınlatılmıştır Bunların üzerinde sivri boşaltma kemerlerine yer verilmiştir Sıbyan mektebine Ankara Caddesi yönündeki cepheden küçük bir kapı ile girilmektedir Küçük bir giriş bölümünden sonra merdivenle ikinci kata çıkılmaktadır Burası kare planlı olup, oldukça sade görünümdedir Kuzey yönündeki iki adet büyük kemer eskiden var olan hazireye açılmaktadır Üzeri kirpi saçaklı çift meyilli bir çatı ile örtülmüştür

Bu yapı günümüzde Milli Eğitim Bakanlığı’nın kitap satış bürosu olarak kullanılmaktadır


Kanuni Sultan Süleyman Sıbyan Mektebi (Eminönü)

İstanbul ili Eminönü ilçesi, Süleymaniye’de Kanuni Sultan Süleyman’ın (1520–1566) Mimar Sinan’a 1553–1557 yıllarında yaptırmış olduğu külliyenin bir bölümünü oluşturan Sıbyan Mektebi’nin vakfiyesinde şunlar yazılıdır:

“Sıbyan-ı fukara ve fukara-i sıbyana ikra-i Kur’an-ı mescid ve talim-i Furkan-ı Hamid maslehati içün bir mekteb-i azim-i dikleş ve darü’t-talim-i Vildan-ı mukim-i cennetveş

Bu vakfiyeden öğrenildiğine göre de her gün imaretten iki kez yemek verildiği gibi, yetimlere de yılda iki kez elbise verilmektedir Ayrıca sıbyan mektebinde ders veren muallim (öğretmen) için “mücevvit ve mürettil-i gayri musamih (tecvit bilen, Kur’anı okuyan) vücuhu kıraate arif ve rüsun-i rivayete vakıf olacaktır” yazılıdır Bu arada vakfiyede öğrenci sayısının en az 30 kişi olacağı da belirtilmiştir

Sıbyan mektebi Süleymaniye Külliyesi’nin Evvel Medresesi’nin güneydoğusunda, bugünkü Tiryakiler Çarşısı’nda olup, kesme köfeki taşından 587x886 m ölçüsünde, dikdörtgen planlıdır Üzeri tonoz ve kubbe ile örtülmüştür Ön kısmında üzeri saçaklı bir bölüme yer verilmiştir Merdivenle çıkılan dershane bölümü içerisine dolap ve ocaklar yerleştirilmiştir Sıbyan mektebinin zemin katında üzeri tonozlu bir mekân daha bulunmaktadır Sıbyan mektebinin cephesinde alt katta dikdörtgen söveli dörder, üst katta da şebekeli yuvarlak kemerli iki penceresi bulunmaktadır


Ahi Çelebi Sıbyan Mektebi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Eminönü Unkapanı arasındaki caddenin deniz tarafında, Eski Yemiş İskelesi’nin yanında, Zindan Hanı’nın batısında, Yoğrtçu Sokağı ile Değirmen Sokağı’nın köşesindeki Ahi Çelebi Camisi’ne bitişik olan bu yapıyı Fatih Sultan Mehmet dönemi hizmetkârlarından Ahi Çelebi XVI yüzyılda yaptırmıştır

Ahi Çelebi, Mehmet bin Tabib Kemal Ahi Can Tebrizi olarak tanınmıştır Fatih Sultan Mehmet, Sultan II Beyazıd, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman devirlerinde yaşamıştır Candaroğulları’nın hizmetinde bulunurken İstanbul’a gelmiş, Mahmutpaşa semtinde tabiplik yapmıştır Daha sonra Fatih Darüşşifası’nda hekimbaşılık yapmıştır Hac dönüşü 90 yaşından fazla iken 1524’te Mısır’da ölmüş ve İmam Şafi Türbesi’ne gömülmüştür Kendisinin böbrek ve mesane taşları üzerine kitapları bulunmaktadır

Sıbyan mektebi XVI yüzyılda yapılmış olmasına rağmen XIX yüzyıl özelliklerini yansıtmaktadır Bu da daha sonraki yıllarda yenilenmiş olduğunu göstermektedir İki katlı, kesme taştan yapılan sıbyan mektebinin alt katında dükkânlar bulunmaktadır Üst katı çatı ile örtülü olup, caddeye yuvarlak kemerli ince uzun üçer pencere ile açılmıştır


Cerrah İshak Kazgani Sadi Sıbyan Mektebi (Eminönü)

İstanbul ili Eminönü ilçesi, Kumkapı’da bulunan bu sıbyan mektebini XV yüzyılda Cerrahbaşı İshak Çelebi yaptırmıştır

Sıbyan mektebi kesme taş ve tuğladan tek katlı bir yapı olup, üzeri tromplu bir kubbe ile örtülmüştür Kısa kenarındaki bahçe içerisinden bir hol ve dershaneden meydana gelen ana yapıya girilmektedir Mektebin yanına bir de çeşme eklenmiştir Günümüzde harap bir durumdadır


Tavşantaşı Sıbyan Mektebi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Kantarcılar Semti, Sabunhane Sokağı’ndaki Kepenekçi Sinan Camisi’nin yakınında bulunmaktadır Abdullah Paşa’nın yaptırmış olduğu sıbyan mektebinin yapım tarihi bilinmemektedir Yapı üslubundan XVIII yüzyılda yapıldığı sanılmaktadır

İki katlı sıbyan mektebi kesme taş ve tuğladan yapılmış, duvar örgüsünde bir sıra kesme taş, bir sıra tuğla kullanılmıştır İkinci kat diş kesimi silmeleri ile dışarıya taşırılmıştır Kare planlı olup, üzeri tromplu bir kubbe ile örtülmüştür

Uzun süre marangoz atölyesi olarak kullanılan bu yapı bir giriş holü ve bir de dershaneden meydana gelmiştir


Recai Efendi Sıbyan Mektebi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi Molla Hüsrev Mahallesi, Kovacılar Caddesi’nde bulunan bu sıbyan mektebini Sultan III Mustafa (1757–1774) dönemi Reisülküttaplarından Recai Mehmet Efendi 1775 yılında yaptırmıştır

Sıbyan mektebi iki katlı olup, kesme taş ve tuğladan rokoko üslubunda yapılmıştır Zemin katı mermerle kaplanmış olup, bu cepheye giriş kapısı çeşmeler ve sebil yerleştirilmiştir Ayrıca birinci katta mermer söveli pencereleri olan dershaneye yer verilmiştir Giriş kapısından sonra karşılaşılan koridorun sağında tonozlu bir sebil odası ve bunun içerisinde de bir çeşme vardır
Yapının üzeri tromplu bir kubbe ile örtülmüş, Kovacılar Caddesi’ne bakan cephesine de dikdörtgen mermer söveli dört pencere yerleştirilmiştir Bu pencereler üzerinde tuğladan boşaltma kemerlerine yer verilmiştir Giriş kapısı üzerinde ve sebildeki yazılar devrin ünlü hattatı Yesari Mahmud Efendi’ye aittir

Üst kat yalnızca dershaneye ayrılmıştır Sıbyan mektebinin cephe düzeni zemin kattaki sebile göre uyarlanmıştır Sıbyan mektebi ve sebil uzun süre imalathane ve depo olarak kullanılmış, 1970 yılında restore edilmiştir


Şehzadebaşı Sıbyan Mektebi (Eminönü)

Külliyenin bir bölümünü oluşturan sıbyan mektebi caminin dış avlusunun güneyinde, imaretin yanında yer almaktadır

Sıbyan mektebi kesme taştan, kare planlı olup, üzerini 750 m çapında bir kubbe örtmektedir Önündeki ahşap saçaklı, revaklı bir girişten dershane kısmına girilmektedir Dershane içerisinde bir de ocak bulunmaktadır Uzun süre İstanbul Üniversitesi matbaası olarak kullanılan bu yapının içerisinde bir takım değişiklikler yapılmıştır Giriş revakı günümüze gelememiş, giriş kapısı kapatılmış ve güney cephesinin pencere düzeni değiştirilmiştir

Fotoğraf: wwwsiyasalvakfiorg adresinden alınmıştır

Kaptan İbrahim Paşa Sıbyan Mektebi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesinde, Beyazıt İstanbul Üniversitesi’nin Süleymaniye girişinin karşısında bulunan sıbyan mektebini Kaptan İbrahim Paşa 1525 yılında cami, sebil, imaret ve hamamla birlikte yaptırmıştır

Kesme taş ve tuğladan kare planlı olarak yapılan sıbyan mektebi iki katlı idi Günümüzde üst katı yıkılmış ve yalnızca alt katı kalmış, orijinalliği de büyük ölçüde değişime uğramıştır


Şebsefa Kadın Sıbyan Mektebi (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Atatürk Bulvarı’nda Hacı Kadın Caddesi üzerinde bulunan sıbyan mektebi cami ile birlikte Sultan I Abdülhamid’in (1774–1789) altıncı kadını Fatma Şebsefa Hatun tarafından 1787 yılında yaptırılmıştır

Şebsefa Hatun cami ve sıbyan mektebi ilk yapılışında yüksek bir set üzerinde bulunuyordu Ancak, sonradan yapılan çevre düzenlemeleri sonucunda cadde kotunun altında kalmış ve orijinalliğinden kısmen uzaklaşmıştır Caminin avlusunda bulunan sıbyan mektebi 1805 tarihli vakfiyesine göre kız ve erkek çocukların ders gördüğü bir okuldu Uzun yıllar boş kalmış olan bina günümüzde Şebsefa Hatun Camisi Koruma ve Güzelleştirme Derneği’nce kullanılmaktadır

Günümüzde cadde seviyesinin altında kalmış olan sıbyan mektebinin zemin katında dükkânlar bulunuyordu Kesme taş ve iki sıra tuğla örgülü yapı tek katlı, dikdörtgen planlıdır Taş kemerli bir kapı ile içerisine girilen girişin solunda dershane bulunmaktadır Tonoz örtülü dershane üç cepheye açılmış pencerelerle aydınlatılmıştır Cephenin sağına tuğladan bir kuş evi yerleştirilmiştir


Koca Ragıp Paşa Sıbyan Mektebi (Eminönü)

İstanbul ili Eminönü ilçesi, Ordu Caddesi’nde bulunan Koca Ragıp Paşa Külliyesi kütüphane, sebil, çeşme, türbe, dükkânlar, hazire ve sıbyan mektebinden meydana gelmiştir Bu yapı topluluğu Koca Ragıp Mehmet Paşa (1699–1763) tarafından 1762 yılında yaptırılmıştır

Sıbyan mektebi kesme taş ve tuğladan dikdörtgen planlı olup, üzeri biri büyük olmak üzere sekiz tonozla örtülmüştür Cephe görünümünde tuğla ve taş örgüler birer sıra olmak üzere almaşık düzende işlenmiştir Külliyenin avlusundan merdivenle çıkılan sıbyan mektebi Ragıp Paşa Kütüphanesi kapanıncaya kadar okuma salonu olarak kullanılmıştır Dış cephe görünümünde ortadaki mermer söveli, yuvarlak kemerli giriş kapısının üzerine kitabe yerleştirilmiştir İki yanında yuvarlak kemerli ikişer dükkân bulunmaktadır Cephe görünümünde, ikinci katta altı adet dikdörtgen söveli penceresi olup, tuğladan yuvarlak boşaltma kemerleri bunların üzerine yerleştirilmiştir Bu pencerelerin belirli bir sistemde yerleştirilmemesi yapımından sonraki dönemlerde yenilendiğini göstermektedir


Ebû’s-Suud Efendi Sıbyan Mektebi (Eyüp)

İstanbul ili Eyüp ilçesinde, Cami-i Kebir Caddesi üzerinde bulunan sıbyan mektebinin yapılış tarihi bilinmemektedir Önündeki hazirede bulunan en eski mezar taşı 1562 tarihlidir Buna dayanılarak sıbyan mektebinin XVI yüzyılın ilk yarısında yapıldığı sanılmaktadır Banisi Şeyhülislam Ebû’s-Suud Efendi’dir

Sıbyan mektebi tuğla hatıllı kesme taştan, dikdörtgen planlı yapılmış, üzeri ahşap, geniş saçaklıklı bir çatı ile örtülmüştür Bu yapı İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğü’nce 1957 yılında YMimar Vasfi Egeli tarafından restore edilmiştir


Hatice Sultan Sıbyan Mektebi (Eyüp)

İstanbul ili Eyüp ilçesi, Ayvansaray Yavedüt Caddesi üzerinde, İstanbul surlarının önünde bulunan bu sıbyan mektebini, Sultan IV Mehmed’in kızı Hatice Sultan 1711 yılında cami, sebil, çeşme ve türbe ile birlikte yaptırmıştır

Sıbyan mektebi iki katlı olup, kesme taş ve tuğladan yapılmıştır Duvar örgüsünde bir sıra kesme taş, bir sıra tuğla dizisi kullanılmıştır Dikdörtgen planlı olan mektebin üzeri ahşap bir çatı ile örtülmüştür Cephesinde dikdörtgen söveli altı penceresi bulunmakta olup, bunların üzeri tuğladan sağır boşaltma kemerleri ile tamamlanmıştır Cephedeki tuğla saçağının izleri görülmektedir Arkası surlara bitişiktir


İdris-i Bitlisi (Ali Ağa) Sıbyan Mektebi (Eyüp)

İstanbul ili Eyüp ilçesi, İdrisköşkü Caddesi’nde, Nakilbent Hasan Ağa Türbesi ile çeşmesinin yanında bulunan bu sıbyan mektebinin kitabesi bulunmadığından yapım tarihi kesinlik kazanamamıştır Kesin olmamakla beraber İdris-i Bitlisi tarafından yaptırılmıştır İdris-i Bitlisi Sultan IV Murad (1623-1640) dönemi Mirahur-ı Evveli olup, 1626 tarihinde attan düşerek ölmüştür Ali Ağa ve ailesinin mezarları sıbyan mektebinin arkasında yer almaktadır

Kemerli bir kapıdan girilen avludan merdivenle sıbyan mektebine çıkılmaktadır Kesme taştan dikdörtgen planlı olarak yapılan sıbyan mektebinin üzeri ahşap çatı ile örtülmüştür İki katlı yapının alt pencereleri dikdörtgen mermer şebekelidir Üst sıra pencereleri yuvarlak kemerlidir


İskender Bey Sıbyan Mektebi (Eyüp)

İstanbul ili Eyüp ilçesinde, Zal Paşa Caddesi’nde Mihrişah Sultan Türbe ve mektebinin arasındaki set üzerinde idi Günümüze gelemeyen sıbyan mektebi 1800 yılında yıktırılmış ve önüne Mihrişah Sultan mektep ve sebili yaptırılmıştır


Mihrişah Valide Sultan Mektebi (Eyüp)

İstanbul Eyüp ilçesi, Bostan İskelesi Sokağı’nda Pertev Paşa Türbesi ile Mihrişah Valide Sultan Türbesi’nin karşısında bulunan bu sıbyan mektebi günümüzde mezarlığın içerisinde kalmıştır Sıbyan mektebi karşısındaki imaret, türbe ve sebil ile birlikte 1795 yılında yaptırılmıştır

Sıbyan mektebinin giriş kapısı Ferhat Paşa Haziresinin arkasında olup, kemerli kapısı üzerinde kitabesi bulunmamaktadır Bu yapı içerisinde barınan bir ailenin 1970 yılında neden olduğu bir yangında yanmıştır Günümüzde harap bir durumdadır

Kare planlı, tek katlı olan sıbyan mektebi bir sıra kesme taş, bir sıra tuğladan yapılmış olup, üzeri ahşap çatı ile örtülü idi Cephesinde dikdörtgen söveli demir parmaklıklı beş penceresi bulunmaktadır

Sıbyan mektebi içerisinde bulunan kitaplığı Eyüp Hüsrev Paşa Kütüphanesi’ne, 1965 yılında da Süleymaniye Kütüphanesi’ne götürülmüştür


İslam Bey Sıbyan Mektebi (Eyüp)

İstanbul Eyüp ilçesi, İslam Bey Mektebi Sokağı ile Ayten Sokağı arasındadır İslam Bey Camisi ile birlikte 1519–1520 yıllarında İslam Bey tarafından yaptırılmıştır

Sıbyan mektebi yığma taş ve tuğla hatıllı olarak tek katlı bir yapıdır Üzeri ahşap bir çatı ile örtülmüştür Ön tarafında küçük bir avlusu bulunan bu yapı günümüzde harap bir durumdadır


La’lizade Abdülbaki Efendi Sıbyan Mektebi (Eyüp)

İstanbul ili Eyüp ilçesi, Kalenderhane Caddesi üzerinde bulunan bu yapının kitabesi bulunmamakla beraber La’lizade Abdülbaki Efendi tarafından türbe ile birlikte 1743’te yaptırıldığı bilinmektedir

Türk musikisinin ünlü bestekârlarından Zekai Dede Efendi eğitimini bu mektepte yapmış, babası İmam Süleyman Efendi de burada Hüsn-ü Hat dersleri vermiştir Zekai Dede’nin amcası Hoca İbrahim Zühtü Efendi de burada ders vermiştir

Sıbyan mektebi kesme taş ve tuğladan kare planlı bir yapı olup, üzeri sekizgen kasnaklı kiremitli bir kubbe ile örtülmüştür Sıbyan mektebinin üç cephesinde dikdörtgen söveli üçer penceresi bulunmaktadır Kıble tarafına bir de mihrap yerleştirilmiştir Sıbyan mektebinin önünde küçük bir de haziresi vardır


Ramazan Ağa Sıbyan Mektebi (Eyüp)

İstanbul Eyüp ilçesi, Zal Paşa Caddesi üzerinde bulunan bu sıbyan mektebini Sekbanbaşı Ramazan Ağa 1586 yılında yaptırmıştır

Sıbyan mektebi kare planlı olup, iki katlıdır Üzeri ahşap bir çatı ile örtülmüştür Bir sıra kesme taş ve bir sıra tuğladan meydana gelen bir duvar işçiliğine sahiptir İçerisinde haziresi de bulunan bir avludan taş bir merdivenle doğrudan doğruya ikinci kattaki dershane bölümüne çıkılmaktadır

Sıbyan mektebinin kitabesini Sâ’i Mustafa Çelebi yazmıştır:
“Hamdülillâh Ramazan Ağa Ser sekbânân
İtdi bu cây ola nâlan ü kıraat
Mekteb ve meşhedi târihin didi Sâ-i
Yaydı bu mekteb-i bâlâyı Ser Sekbânân
Fatiha 994 (1586)


Rami Mehmet Paşa Sıbyan Mektebi (Eyüp)

İstanbul Eyüp ilçesi, Eyüp Nişancası’nda, Nişanca Mustafa Paşa Camisi’nin yanında bulunan sıbyan mektebini Sadrazam Mehmet Paşa yaptırmıştır Rami Mehmet Paşa’nın 1701 tarihli vakfiyesi bulunduğundan kitabesi olmayan bu sıbyan mektebinin de bu tarihten önce yapıldığı sanılmaktadır

Sıbyan mektebi bir sıra kesme taş ve bir sıra tuğladan iki katlı olarak yapılmıştır Zemin katında yuvarlak kemerli iki dükkân ile bir de çeşmesi bulunmaktadır Yapının cadde tarafında dört, sağ tarafında bir, sol tarafında da mermer dikdörtgen söveli iki penceresi vardır Bu pencerelerin üzerleri tuğla sağır kemerlerle tamamlanmıştır Üzeri ahşap çatı ile örtülmüştür Restore edilen bu yapı çocuk kütüphanesi olarak kullanılmaktadır


Şah Sultan Sıbyan Mektebi (Eyüp)

İstanbul ili Eyüp ilçesi, Defterdar Caddesi üzerinde, Şah Sultan Türbesi’nin yanındaki sebilin üzerindedir Bu sıbyan mektebinin bulunduğu yerde daha önce İskender Bey’in sıbyan mektebi ile mescidi bulunuyordu Bugünkü yapı 1800 yılında yaptırılmıştır

İki katlı olan sıbyan mektebi kesme taş ve tuğladan yapılmıştır Alt kısımdaki bir galeri üzerine kemerler üzerine oturtulmuştur Daha sonra sıbyan mektebi yanındaki avluya doğru genişletilmiş ve dışarıya taşkın kısımları mermer sütunlar üzerine oturtulmuştur Yan taraftan taş bir merdivenle doğrudan doğruya ikinci kattaki dershane kısmına çıkılmaktadır Alt kısımda ise türbedar ve hizmetlilerin odaları bulunmaktadır

Sıbyan mektebinin caddeye ve Zal Mahmut Paşa Haziresi’ne bakan cephelerinde mermer dikdörtgen söveli dörder penceresi vardır Ayrıca cadde tarafındaki pencerelerin üzerine bir de kuş köşkü yerleştirilmiştir


Amcazade Hüseyin Paşa Sıbyan Mektebi (Fatih)

İstanbul ili Fatih ilçesi, Saraçhanebaşı’nda, Mimar Ayas Mahallesi’nde Sultan II Mustafa (1695–1703) devri sadrazamı Amcazade Hüseyin Paşa’nın 1697–1702 yılları arasında yaptırmış olduğu dershane-mescit, kütüphane, on altı medrese hücresi, sebilden meydana gelen külliyesinin bir bölümünü de sıbyan mektebi oluşturmaktadır

Sıbyan mektebi tuğla hatıllı kesme taştan dikdörtgen planlı bir yapıdır Cadde üzerindeki dört dükkân üzerine fevkâni olarak yapılmıştır Külliyenin diğer yapıları ile bağlantısı bulunmayan sıbyan mektebinin avluya bakan kısmı yekpare köfeki taşındandır Orijinal yapımı ile günümüze gelemeyen sıbyan mektebi 1896 depreminde yıkılmış ve yeniden yapılmıştır Sıbyan mektebine cephedeki dükkânların ortasında bulunan yarım daire kemerli bir kapıdan, üzeri basık tonozlu bir dehlize girilmektedir Buradaki iç avludan 18 basamaklı bir merdiven ile teras şeklindeki bir sahanlığa çıkılmaktadır Amcazade Hüseyin Paşa Külliyesi’nin diğer yapılarına bakan bu sahanlıktan yuvarlak kemerli bir kapı ile sıbyan mektebinin birinci bölümüne geçilmektedir Son onarım sırasında tamamen yenilenen bu bölümün bir köşesinde dikkati çeken başlangıç kemerlerine dayanılarak üzerinin kubbe ile örtülü olduğu anlaşılmaktadır Bu bölüm ikisi sahanlığa, ikisi de önündeki sokağa açılan dört pencere ile aydınlatılmıştır Buradan bir bölme duvarındaki kapıdan diğer bölüme geçilmektedir Öğrencilerin ders gördükleri bu bölüm 650x650 m ölçüsünde kare planlı olup, üzeri sekizgen kasnağa oturtulmuş kenarları silmeli pandantifli bir kubbe ile örtülüdür Bu bölüm sokağa üç, sahanlığa da dikdörtgen söveli bir pencere ile açılmaktadır İçerisine dıştan sekiz kenarlı bacası bulunan bir de ocak yerleştirilmiştir

Sıbyan mektebi depremde zarar görerek yenilendiğinden orijinal bezemesinin olup olmadığı bilinmemektedir Yalnızca iki odayı birbirinden ayıran bölme duvarı üzerinde XIX yüzyılın ikinci yarısında stilize edilmiş Muhammed yazısı bulunmaktadır

Sıbyan mektebinin avluya bakan yan duvarı üzerine, burayı hareketlendirmek için iki kuş köşkü yerleştirilmiştir Mektebin zemin katındaki dört dükkân, Amcazade Hüseyin Paşa vakfiyesinde, “dört kıta kâgir dükkân” olarak belirtilmiştir Bu dükkânların her birinin altında kendilerine özgü mahzenleri bulunduğu belirtilmişse de bunlar günümüzde kullanılmamaktadır Büyük olasılıkla bunlar sıbyan mektebinin yenilenmesi sırasında kapatılmıştır


Şah-ı Huban Hatun Sıbyan Mektebi (Fatih)

İstanbul ili Fatih ilçesi, Vatan Caddesi yakınında, Oğuzhan Caddesi ile Guraba Caddesi’nin kesiştiği köşede bulunan sıbyan mektebi, yanındaki türbe ile birlikte Sultan III Murad’ın (1574–1595) eşlerinden Şah-ı Huban Hatun tarafından yaptırılmıştır Mimar Sinan’ın eseridir Kitabesi bulunmadığından yapı üslubundan 1575–1580 yılları arasında yapıldığı sanılmaktadır

Sıbyan mektebi kesme taştan, dikdörtgen planlı ve tek katlıdır Yan yana iki odadan meydana gelen yapının her bölümünün üzeri pandantifli birer kubbe ile örtülüdür Avlu içerisindeki sıbyan mektebinin avluya yönelik güney cephesi dışında kalan bütün duvarlarına simetrik pencereler yerleştirilmiştir Bu pencereler klasik üslupta, dikdörtgen söveli olup, üzerlerine sivri boşaltma kemerleri yerleştirilmiştir Giriş kısmında iki ahşap direğin taşıdığı düz, ahşap çatılı bir revak bulunmaktadır

Sıbyan mektebinin güneybatısında Şah-ı Huban Hatun’un türbesi bulunmaktadır


Zembilli Ali Efendi Sıbyan Mektebi (Fatih)

İstanbul ili Fatih ilçesi, Zeyrek İtfaiye Caddesi ile İbadethane Sokağı’nın kesiştiği yerde bulunan Zembilli Ali Efendi Sıbyan Mektebi XVI yüzyılda Zembilli Ali Efendi tarafından yaptırılmıştır

İstanbul’un fethinden sonra sekizinci şeyhülislam olan Zembilli Ali Efendi’nin mezarı da mektebin haziresi içerisindedir Lahdinin yanındaki kitabeden de 1525 yılında da öldüğü anlaşılmaktadır

Sıbyan mektebi kesme taştan kare planlı olarak yapılmış, üzeri sekizgen kasnaklı bir kubbe ile örtülmüştür Son onarım sırasında kubbe kurşun taklidi beton ile kapatılmıştır Kasnak ana duvarlardan içeriye doğru çekilmiş ve böylece yapı kademeli bir görünüm almıştır Saçak seviyesi de kalın taş silmelerle çepeçevre kuşatılmıştır Ana yapıyı örten kubbe pandantifli olup, kasnağın içerisine dört ayrı yöne açılan yuvarlak pencereler yerleştirilmiştir Yapının duvarları sivri boşaltma kemerli dikdörtgen sövelidir Bunun üzerindeki ikinci kat pencereleri alçı şebekelidir Sıbyan mektebinin giriş kapısı basık kemerli ve mermer sövelidir Giriş kapısı üzerine içerisi boş bir kitabe panosu yerleştirilmiştir İç mekânda giriş kapısının karşısına bir ocak yerleştirilmiş, duvarlara da derin nişler halinde kitap rafları yapılmıştır

Sıbyan mektebi üç yönden avlu duvarlarının içerisine alınmıştır Avlunun sağ tarafında Zembilli Ali Efendinin mezarının da bulunduğu haziresi vardır


Sultan Selim Sıbyan Mektebi (Fatih)

İstanbul Fatih ilçesi, Çarşamba’da Yavuz Sultan Selim Camisi’nin girişinde bulunan bu sıbyan mektebini Yavuz Sultan Selim’in babası Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1522 yılında yaptırmıştır

Sultan Selim külliyesinin avlu girişinde bulunan, kesme taş ve tuğladan yapılmış olan sıbyan mektebinin duvarlarında bir sıra taş, bir sıra tuğla kullanılmıştır Kare planlı yapının üzeri sekizgen kasnaklı bir kubbe ile örtülmüştür Giriş kısmında üç baklava başlıklı sütunun taşıdığı ahşap bir sundurma bulunmaktadır Sıbyan mektebi altlı üstlü iki sıra pencere ile aydınlatılmıştır Alt sıradaki pencereler dikdörtgen söveli olup, üst sıradakiler yuvarlak kemerli ve alçı şebekelidir Giriş kapısının bulunduğu duvarda sundurmadan ötürü üst sıra pencerelere yer verilmemiştir

Sıbyan mektebi 1918 yılında yangından zarar görmüş, 1960’lı yıllarda restore edilmiştir


Haseki Sıbyan Mektebi (Fatih)

İstanbul Fatih ilçesi, Haseki semtinde bulunan bu sıbyan mektebi Haseki Hürrem Sultan tarafından 1538–1551 yıllarında yaptırılmış olan külliyenin bir bölümünü oluşturmaktadır Bu yapı külliyenin mimarı Mimar Sinan tarafından yapılmıştır

Kesme taştan dikdörtgen planlı olan yapının üzeri sonraki dönemlerde kubbeden çatıya dönüştürülmüştür Avlu içerisindeki sıbyan mektebinin duvarlarına altlı üstlü dörder pencere açılmıştır


Bayrampaşa Sıbyan Mektebi (Fatih)

İstanbul Fatih ilçesi, Haseki’de Cerrahpaşa ile Keçi Hatun mahalleleri arasında, Haseki Külliyesi’nin yanında yer alan bu sıbyan mektebi yapı topluluğu ile birlikte Vezir-i Azam Bayram Paşa tarafından 1634–1635 yıllarında yaptırılmıştır Yapı topluluğunun mimarı Kasım Ağa’dır

Sıbyan mektebi günümüze gelememiştir


Ahmet Paşa Sıbyan Mektebi (Fatih)

İstanbul ili Fatih ilçesi Cerrahpaşa ile Davutpaşa iskelesi arasında, Yokuşçeşme Sokağı’nda bulunan bu yapıyı XIX yüzyılda Ahmet Paşa yaptırmıştır

İki katlı, kesme taştan, üzeri ahşap çatı ile örtülü olan bu sıbyan mektebine arazi konumundan ötürü dışarıdan taş bir merdivenle çıkılmaktadır Uzun süre polis karakolu olarak kullanılmış olup, orijinalliğinden oldukça uzaklaşmıştır


Naz Perver Kalfa Sıbyan Mektebi (Fatih)

İstanbul ili Fatih ilçesi, Davutpaşa iskelesinde, Samatya Caddesi üzerinde bulunan, Sultan III Selim’in (1789–1807) kalfası olan Naz Perver Kalfa sıbyan mektebi’ni h1207 (1792) tarihinde Naz Perver Kalfa tarafından yaptırılmış olup, günümüze iyi bir durumda gelebilmiştir

Dikdörtgen planlı, iki katlı, iki sıra tuğla bir sıra kesme taştan yapılmış olan yapının üzeri tonoz bir çatı ile örtülüdür Sıbyan mektebinin birinci katı ile ikinci katı pencere kemerlerinin hizasından dışarıya taşırılmış olan düz bir silme çepeçevre yapıyı dolanmaktadır Pencerelerin üzerleri hafifletme kemerleri ile hareketlendirilmiştir Yapının kuzey cephesinin alt kısmı sağır olarak bırakılmıştır

Mektebin güneydoğusunda avluya açılan barok üslupta gösterişli yuvarlak kemerli giriş kapısı ile avluya girilmektedir Giriş kapısı yanında XVIII yüzyılın sonlarına ait barok üslupta bir çeşmeye yer verilmiştir Sıbyan mektebinin tüm cephesini kaplayan bu çeşmenin üzerinde Şair Sururi Osman Efendi’nin kitabesini Sümbülzade Vehbi Efendi yazmıştır

Sıbyan mektebinin batısında küçük bir de haziresi bulunmaktadır Uzun süre özel kişiler tarafından kullanılan bu yapı günümüzde Romatizma Vakfı tarafından kullanılmaktadır


Yusuf Paşa Sıbyan Mektebi (Fatih)

İstanbul ili Fatih ilçesi, Aksaray’da Hekimoğlu Ali Paşa Caddesi’nin başında bulunan bu yapı h1126 yılında Yusuf Paşa tarafından yaptırılmıştır

Sıbyan mektebi kareye yakın dikdörtgen planlı olup, kesme taştan iki katlı olarak yapılmıştır Zemin katı iki yuvarlak tonoz kemer üzerinde üst katı taşımaktadır Kirpi saçaklı ve tonozla örtülü olan sıbyan mektebinin önündeki caddeye dikdörtgen söveli iki, iki yanda da birer pencere ile açılmıştır

Sıbyan mektebi uzun süre depo olarak kullanılmıştır


Şah-u Ban Kadın Sıbyan Mektebi (Fatih)

İstanbul ili Fatih ilçesi, Vatan Caddesi yakınında, Oğuzhan Caddesi ile Guraba Caddesi’nin kesiştiği köşede bulunan sıbyan mektebi ile yanındaki türbe Sultan III Murad’ın (1574–1595) eşlerinden Şah-ı Huban Hatun tarafından yaptırılmıştır Kitabesi bulunmadığından yapım tarihi kesinlik kazanamamış, ancak Mimar Sinan tarafından 1575–1580 yılları arasında yapıldığı sanılmaktadır

Sıbyan mektebi kesme taştan, tek katlı ve dikdörtgen planlı bir yapıdır İki odadan meydana gelen yapının odaları ayrı ayrı kubbelerle örtülmüştür Avluya bakan güney cephesi dışında kalan cepheler dikdörtgen söveli simetrik olarak yerleştirilmiş pencerelerle dışarıya açılmıştır Bu pencerelerin üzerlerinde sivri boşaltma kemerlerine yer verilmiştir Sıbyan mektebinin giriş kısmında iki ahşap direğin taşıdığı, düz ahşap çatılı bir revak bulunmaktadır

Bu yapı günümüzde dispanser olarak kullanılmaktadır Sıbyan mektebinin güneybatısında da Şah-ı Huban Hatun’un türbesi bulunmaktadır


Pir Mehmet Çelebi Sıbyan Mektebi (Fatih)

İstanbul ili Fatih ilçesi, Hırka-i Şerif Camisi’nin karşısında bulunan bu sıbyan mektebi Pir Mehmet Paşa tarafından yaptırılmıştır Yapının yapım tarihi bilinmemektedir XIX yüzyılın ikinci yarısında yaptırıldğı sanılmaktadır

Sıbyan mektebi iki katlı bir yapı olup, diğer sıbyan mekteplerinden ahşap oluşu ile ayrılmaktadır Dikdörtgen planlı yapının üzeri ahşap bir çatı ile örtülüdür Uzun süre konut olarak kullanılmasından ötürü orijinalliğini büyük ölçüde yitirmiştir


İsmail Efendi Sıbyan Mektebi (Fatih)

İstanbul ili Fatih ilçesi, Çarşamba Tevhi-i Cafer Mahallesi Manyasi Caddesi’nde bulunan bu sıbyan mektebi İsmail Efendi Camisi’nin giriş kapısı üzerinde yer almaktadır

Şeyhülislâm İsmail Efendi’nin 1723 yılında yaptırdığı bu yapı kesme taş ve tuğladan yapılmıştır Giriş kapısı üzerinden taş konsollarla dışarıya taşırılmış olup, kare planlı ve ahşap çatılıdır Cadde üzerine mermer söveli, tuğladan boşaltma kemerleri ile açılmaktadır Günümüzde restore edilmiş olan yapı meşruta olarak kullanılmaktadır


Tercüman Yunus Sıbyan Mektebi (Fatih)

İstanbul Fatih ilçesi, Draman semtinde, Derviş Ali Mahallesi, Draman Caddesi, Tercüman Yunus Sokağı’nda bulunan bu sıbyan mektebi, Draman Külliyesi’nin bir bölümünü oluşturmaktadır Bu yapı topluluğu Kanuni Sultan Süleyman döneminde saray tercümanlarından Yunus Bey tarafından 1541 yılında yaptırılmıştır

Sıbyan mektebi caminin kıble yönünde yer almaktadır Kare planlı küçük bir yapı olup, üzeri içten pandantifli, dıştan sekizgen kasnaklı bir kubbe ile örtülmüştür Düzgün kesme taştan yapılan sıbyan mektebinin camiye yönelik cephesinde dörder penceresi vardır Giriş kapısı önünde bulunduğu sanılan ahşap sundurma günümüze gelememiştir

Yapıda 1970’li yıllarda caminin onarımı sırasında bazı tadilatlar yapılmış ve orijinalliğinden uzaklaşmıştır


Balâ Sıbyan Mektebi (Fatih)

İstanbul Fatih ilçesi, Silivrikapı’da Veliedi Karabaş Mahallesi’nde, Tekke Maslağı ile Balâ Sokağı’nda bulunan bu sıbyan mektebi, İstanbul’un fethine katılmış Topçubaşı Balâ Süleyman Ağa tarafından 1453–1457 yıllarında yaptırmış olduğu külliyenin bir bölümünü oluşturmaktadır

İki katlı yapı değişik dönemlerde yapılan onarımlarla özelliğini büyük ölçüde yitirmiştir Ampir üslubunda yapılmış olan ve oldukça sade cephe tasarımını yansıtan sıbyan mektebi moloz taş ve tuğladan yapılmıştır Dikdörtgen kesme taş söveli pencerelerinin üzerinde basık hafifletme kemerleri bulunmaktadır Cephesi üzerinde Sultan II Abdülhamid’in onarımını gösteren 1905 tarihli bir kitabeye yer verilmiştir

Uzun süre yanındaki ilkokulun dershanesi olarak kullanılmıştır


Gazi Ahmet Paşa Sıbyan Mektebi (Fatih)

İstanbul ili Fatih ilçesi, Topkapı’da Gazi Ahmet Paşa Camisi’nin yanında bulunan bu mektebi Sadrazam Kara Ahmet Paşa h979 yılında yaptırmıştır

Moloz taş ve tuğladan, dikdörtgen planlı ve üzeri çatı ile örtülü olan bu yapının cephesinde dikdörtgen söveli dört penceresi bulunmaktadır Yanındaki bahçeden içerisine girilen sıbyan mektebi uzun süre Topkapı Spor Kulübünün lokali olarak kullanılmış ve yapılan değişikliklerle orijinalliğinden oldukça uzaklaşmıştır


Ebubekir Ağa Sıbyan Mektebi (Fatih)

İstanbul ili Fatih ilçesi, Aksaray İnebey Mahallesi’nde, Namık Kemal Caddesi üzerinde bulunan bu sıbyan mektebi yanındaki çeşme ve sebil ile birlikte Divan-ı Hümayun Başçavuşu Ebubekir Ağa tarafından 1723–1724 yılları arasında yaptırılmıştır

Sıbyan mektebi fevkâni bir yapı olup, kare planlıdır Duvarları kesme taş ve iki sıra tuğlanın almaşık olarak işlenmesi ile meydana getirilmiştir Yapının üzeri kirpi saçaklıklı bir tonoz ile örtülmüştür Doğusunda küçük bir avlusu bulunmakta olup, buraya ikinci bir kapı açılmıştır Aynı zamanda üst kattaki dershaneden revaklı bir balkon bu avluya bakmaktadır Sıbyan mektebinin kuzey cephesi sağır bırakılmış, giriş batı cephesindedir Bu girişin solundaki sebil sonraki yıllarda dükkâna dönüştürülmüştür Giriş kapısı kemeri üzerinde talik yazı ile banisinin ismi ve yapım tarihi yazılıdır Girişten sonraki koridorun sağında yanındaki hazireye bakan iki küçük penceresi vardır Koridorun sonunda ise biri avluya, diğeri de hazireye açılan iki kapısı bulunmaktadır Koridorun sonunda, sol taraftaki kesme taş merdivenlerle ikinci kata çıkılmaktadır Buradaki revak basık tuğla kemerli, baklava başlıklı bir sütunla meydana getirilmiştir

Dershane dikdörtgen planlı olup, batı ve güney duvarlarında üçer, revaka açılan kapısının yanında da iki penceresi bulunmaktadır Bu pencereler dikdörtgen kesme taş söveli olup, üzerlerine hafifletme kemerleri yerleştirilmiştir


Saliha Sultan Sıbyan Mektebi (Beyoğlu)

İstanbul ili Beyoğlu ilçesi, Azapkapı’da Atatürk Köprüsü’nün başında bulunan sıbyan mektebi Sultan II Mustafa’nın (1695–1703) eşi ve IMahmud’un (1730–1754) annesi Valide Saliha Sultan tarafından yaptırılmıştır Çeşme Meydanı ismi ile de tanınan bu sıbyan mektebinin yanında sebil ve çeşmeleri de bulunuyordu Sıbyan mektebinin üzerinde de 1733–1734 tarihli bir kitabesi vardı Mimarı bilinmemektedir

Kare planlı, iki katlı ve üzeri ahşap çatı ile örtülü olan sıbyan mektebi her iki cephesindeki üçer pencere ile dışarıya açılıyordu Bu pencerelerin üzerinde birer boşatma kemerine yer verilmişti Bu sıbyan mektebi 1957 yılında yapılan imar faaliyetleri sırasında yıkılarak ortadan kaldırılmıştır


Abdülbaki Efendi Sıbyan Mektebi (Üsküdar)

İstanbul ili Üsküdar ilçesi, Servilik Caddesi’nde Abdülbaki Efendi Camisi’nin son cemaat yerinin önünde bulunan bu sıbyan mektebinin kitabesi günümüze gelemediğinden yapım tarihi kesin olarak bilinmemektedir Bununla beraber, cami ile birlikte 1644 yılında, Halep Mollası Abdülbaki Efendi tarafından yaptırıldığı sanılmaktadır

Kesme taş ve tuğladan yapılmış olan sıbyan mektebi meyilli bir arazide olduğundan caddeye bakan tarafı tek, avluya bakan tarafı da iki katlıdır Değişik zamanlarda yapılan onarımlarla orijinalliğinden kısmen uzaklaşmıştır Günümüzde Abdülbaki Efendi Camisi’nin meşrutası olarak kullanılmaktadır


Ali Ağa Sıbyan Mektebi (Üsküdar)

İstanbul Üsküdar ilçesi, Doğancılar Camisi ile birlikte Sümbülzade Sokağı’nda 1702 yılında yaptırılan bu sıbyan mektebi günümüze gelememiştir Banisinin kimliği bilinmemekle beraber, karşısındaki Ahmet Paşa Türbesi’nden ötürü Onun tarafından yaptırıldığı düşünülmektedir


Atik Valide Sultan Sıbyan Mektebi (Üsküdar)

İstanbul ili Üsküdar ilçesi, Toptaşı semtinde, Valide-i Atik Mahallesi’nde, Kartal Baba Caddesi ile Valide İmareti Sokağı'nın birleştiği köşede bulunan bu mektep, Sultan III Murad’ın (1574–1595) annesi Nur Banu Valide Sultan tarafından 1570–1579 yılları arasında yaptırılan külliyenin bir bölümünü oluşturmaktadır Mimarı Koca Sinan’dır XVIII yüzyılda Feridun Ağa isimli bir kişi tarafından kütüphaneye dönüştürülmüştür

Sıbyan mektebinin kitabesi bulunmamaktadır Kesme taştan, kare planlı bir yapı olup, üzeri pandantifli kasnaksız bir kubbe ile örtülmüştür Külliyenin kemerli taş söveli kapısından ayrı küçük bir avluya girilmektedir Sıbyan mektebi de bu avlunun içerisindedir Doğudan kesme taş basamaklı bir merdivenle sıbyan mektebinin sahanlığına çıkılmaktadır Bu bölümün ilk yapıldığında revak ile örtülü olduğu sanılmaktadır Yapının girişinde ve güney ile batı cephelerinde de pencereler sıralanmıştır Kuzey cephesi ise sokağa yönelik olduğundan iç mekânı gürültüden arındırmak için duvar sağır olarak bırakılmıştır

Sıbyan mektebi değişik zamanlarda onarım geçirmiş, 1928 yılında Toptaşı Cezaevi’nin Jandarma Bölüğü emrine verilmiştir Bu dönemde yapının içerisinde bir takım değişiklikler yapılmıştır Günümüzde meşruta olarak kullanılmaktadır


Ayşe Hatun Sıbyan Mektebi (Üsküdar)

İstanbul Üsküdar ilçesinde, Alemdağ Caddesi üzerinde bulunan bu sıbyan mektebi günümüze gelememiştir Yapım tarihi ve banisi ile ilgili kaynaklarda bilgi bulunmamaktadır

Sıbyan mektebinin Rodoslu Hasan Efendi’nin kızı Ayşe Hatun tarafından yaptırıldığı sanılmaktadır Ayşe Hatun’un aynı zamanda Karacaahmet Mezarlığı yakınında, Tunusbağı Caddesi’nde ampir üslubunda 1794–1795 tarihli bir de çeşmesi bulunmaktadır

Sıbyan mektebi 1930’lu yıllarda bilinmeyen bir nedenle yıkılarak yok olmuştur


Ayazma Sıbyan Mektebi (Üsküdar)

İstanbul Üsküdar ilçesi, Şemsi Paşa ile Salacık semtleri arasında, Kız Kulesi’nin karşısına gelen yerde bulunan Ayazma Camisi’nin 1760–1761 yıllarında Sultan III Mustafa (1757–1774) tarafından annesi Mihrişah Emine Sultan ile ağabeyi Şehzade Süleyman adına yaptırıldığı kitabelerinden anlaşılmaktadır

Ayazma Camisi’nin bir bölümünü oluşturan sıbyan mektebi hamam ve muvakkithane ile birlikte yıkılarak yerine bugünkü bina yapılmıştır


Aziz Mahmud Hüdai Sıbyan Mektebi (Üsküdar)

İstanbul Üsküdar ilçesi, Kapıcı Çıkmazı ile Aziz Mahmut Efendi Sokağı arasında bulunan sıbyan mektebi 1594–1595 yıllarında Aziz Mahmud Hüdai Külliyesi ile birlikte yaptırılmıştır Sıbyan mektebi 1850 yılında cami ile birlikte yanmış ve Sultan Abdülmecid (1839–1861) tarafından ampir üslubunda yeniden yaptırılmıştır


Cevri Usta Sıbyan Mektebi (Üsküdar)

İstanbul Üsküdar ilçesi, Nuhkuyusu Caddesi ile Toptaşı Caddesi’nin birleştiği yerde bulunan Cevri Usta Camisi’nin avlusu içerisinde bulunan bu yapı 1810 yılında Cevri Kalfa (Usta) tarafından yaptırılmıştır

Sıbyan mektebi yığma moloz taş ve tuğladan bir yapı idi 1966 yılında önünden geçen yolun genişletilmesi sırasında yıkılmıştır


Çinili Cami Sıbyan Mektebi (Üsküdar)

İstanbul ili Üsküdar ilçesi, Murat Reis Mahallesi’nde, Çavuşdere Caddesi ile Çinili Mescit Sokağı’nın birleştiği yerde bulunan Çinili Külliyesi, Sultan İbrahim’in (1640–1648) döneminde Kösem Valide Sultan tarafından yaptırılmıştır Mimarı Kasım Ağa’dır Cami medrese, sebil, su havuzu ve hamamdan meydana gelen bu külliyenin bir bölümünü de sıbyan mektebi oluşturmaktadır

Sıbyan mektebi caminin kuzeybatısında yer almakta olup, yanındaki çeşmeye ait su hazinesinin üzerinde fevkâni olarak yapılmıştır Kare planlı yapının üzeri kasnaksız bir kubbe ile örtülmüştür Sıbyan mektebi kuzey ve batıdan bir avlu ile çevrilmiştir Bu avluya biri güneyden, diğeri de kuzeyden basık kemerli iki kapı ile geçilmektedir Sıbyan mektebine batısında düzgün köfeki taşı korkuluklu on beş basamaklı bir merdivenle çıkılmaktadır Batı yönündeki dikdörtgen söveli kapının yanında bir penceresi olup, diğer cephelerde de dikdörtgen söveli ikişer pencereye yer verilmiştir İç kısmında, kuzeyde ocak, diğer duvarlarda da birer niş bulunmaktadır Bu nişlerin üzerinde sivri kemerli tuğladan birer pencereye de yer verilmiştir

İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğü tarafından 1964 yılında restore edilmiş olup, bugün Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Çinili Çocuk Kütüphanesi ismi ile hizmet vermektedir


Fatma Hanım Sıbyan Mektebi (Üsküdar)

İstanbul ili Üsküdar ilçesi, Küçük Çamlıca Tepesi’nin güneyinde Şeyhülislâm Bodrumî Ömer Lütfi Efendi tarafından 1891–1892 yıllarında yaptırılan caminin karşısında bulunan bu sıbyan mektebi, Ömer Efendi’nin eşi Fatma Hanım tarafından 1893–1894 yılında yaptırılmıştır Şair Refet Efendi’nin yazmış olduğu sıbyan mektebinin kitabesi bugün Bodrum Cami Sokağı’ndaki su haznesinin üzerindedir

Kitabe:
“Hazreti Lütfi Efendi kim odur
Şeyhülislâm ol eb-i fazl ü kemal
Zevce-i ismetpenâhı Fatıma
Hanım al saliha ve huri misal
Fî-sebîlillâh bu zîba mektebi
Eyledi inşa zehi Cennet misal
Padişahın ömrün efzûn ide Hakk
Hacı Hanım da ola mesrûr-i bâl
Cevherîn tarihi yazdım Re'fetâ
Dâr-i feyz ü mekteb-i zîba vü âl
1311 (1893–1894)

Sıbyan mektebi yığma taştan, kareye yakın dikdörtgen planlı olarak yapılmıştır 1925 yılına kadar okul olarak kullanılmış, daha sonra caminin meşrutasına dönüştürülmüştür


Gülfem Hatun Sıbyan Mektebi (Üsküdar)

İstanbul ili Üsküdar ilçesi, Hakimiyeti Milliye Caddesi, Gülfem Sokak’ta bulunan Sıbyan mektebi, Kanuni Sultan Süleyman’ın (1520–1566) cariyelerinden Gülfem Hatun XVI yüzyılda yaptırmış olduğu camisinin bir bölümünü oluşturmaktadır Gülfem Hatun bu camisinin yapımını tamamlayamadan (h969) 1561–1562 tarihinde ölmüş, sıbyan mektebi de cami ile birlikte bir süre sonra tamamlanmıştır Caminin ve sıbyan mektebinin mimarının Mimar Sinan olduğu ileri süsülmüşse de bu kesinlik kazanamamıştır

Sıbyan mektebi 1930 yılına kadar harap bir durumda kalmış, 1940 yılında yıkılmıştır Gülfem Hatun’un mezarı da caminin yanına nakledilmiştir


Hacı Ahmet Paşa Sıbyan Mektebi (Üsküdar)

İstanbul Üsküdar ilçesi, Doğancılar Mahallesi’nde Çakırcı Hasan Paşa Camisi’nin yakınında bulunan sıbyan mektebi XVI yüzyılda yapılmıştır Kaynaklarda Mimar Sinan’ın eseri olduğu belirtilen bu yapı bilinmeyen bir tarihte yıkılmış ve günümüze gelememiştir


Kemeraltı Sıbyan Mektebi (Üsküdar)

İstanbul ili Üsküdar ilçesi, Atpazarı semtinde, Valide-i Atik Çeşmesi Sokağı’ndaki bu sıbyan mektebi, Darü's-saâde Ağası Mehmet Ağa tarafından 998 (1589–1590) tarihinde Kemer Altı Camii ve Çeşmesi ile beraber yaptırılmıştır Sıbyan mektebinin kitabesi bulunmamaktadır Mehmet Ağa’nın 1587 tarihli bir çeşmesi, namazgâhı ve bir de su terazisi vardı

Sıbyan mektebi kesme taştan, tuğla hatıllı olarak kare planlı yapılmıştır Üzeri kirpi saçaklı, ahşap çatılıdır İki katlı olan mektebin alt katında helâ ve bir odaya yer verilmiştir Taş bir merdivenle çıkılan üst kattaki dershanenin yanında bir de küçük oda bulunmaktadır


Mihrimah Sultan Sıbyan Mektebi (Üsküdar)

İstanbul ili Üsküdar ilçesi, Üsküdar Meydanı’nda Kanuni Sultan Süleyman’ın (1520–1566) kızı Mihrimah Sultan’ın 1548 yılında yaptırmış olduğu Mihrimah Sultan Külliyesi’nin bir bölümünü sıbyan mektebi oluşturmaktadır Yapı topluluğu ile birlikte sıbyan mektebi de Mimar Sinan’ın eseridir

Sıbyan mektebi caminin kıble tarafında, camiden küçük bir yolla ayrılan küçük bir yapıdır Yokuş üzerinde yapıldığından ötürü dikdörtgen planlı sıbyan mektebinin altına bir de dükkân eklenmiştir Buradaki yoldan merdivenle sıbyan mektebinin önündeki eyvana çıkılmaktadır Mektep kesme taştan iki ayrı kare mekânın birleşmesinden meydana gelmiştir


Rumi Mehmet Paşa Sıbyan Mektebi (Üsküdar)

İstanbul Üsküdar ilçesi, Şemsi Paşa Camisi’nin üst tarafında Boğaz’a hâkim tepe üzerinde bulunan Rum Mehmet Paşa Camisi’ni Sadrazam Rum Mehmet Paşa XV yüzyılın ortalarında yaptırmıştır

Caminin avlu kapısının üzerinde bulunan bu yapı günümüze gelememiştir Kaynaklardan bu yapının ahşap olduğu öğrenilmektedir Ayrıca Üsküdar’da yapılan ilk sıbyan mektebinin de bu mektep olduğu ileri sürülmüştür


Selimiye Sıbyan Mektebi (Üsküdar)

İstanbul Üsküdar ilçesi, Selimiye’de, Selimiye Kışlası’nın yanında bulunan Selimiye Külliyesi Sultan III Selim (1789–1807) tarafından yaptırılmış olup, cami, muvakkithane, sebil, çeşme ve sıbyan mektebinden meydana gelmiştir Yapı topluluğu 1804–1805 yıllarında yaptırılmıştır Mimarı bilinmemektedir

Sıbyan mektebi fevkâni olarak yapılmıştır Alt katı kesme taş, üst katı ahşaptandır Mektebin yuvarlak kemerli kapısı cami avlusuna açılmaktadır Sıbyan mektebi yaklaşık 120 yıl hizmet vermiş, 1915 yılında karakol olarak kullanılmıştır Günümüzde Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Selimiye Çocuk Kütüphanesi olarak hizmet vermektedir

Alıntı Yaparak Cevapla

İstanbul Hakkında Bilgi

Eski 08-14-2012   #15
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İstanbul Hakkında Bilgi



İstanbul Mevlevihane ve Dergâhları


Galata Mevlevihanesi (Kulekapısı Mevlevihanesi) (Beyoğlu)

Theophile Gautier, Edmondo de Amicis gibi İstanbul’a gelen batılı gezginlerin Beyoğlu Mevlevihanesi, Kulekapısı Mevlevihanesi diye sözünü ettiği Mevlevihane’nin bulunduğu yerde Bizans’ın StTheodore Manastırı vardı

Ağaçlarla kaplı ıssız bu yeri, Sultan IIBeyazıd Bostancıbaşılık ve Beylerbeylik yapan İskender Paşa’ya vermiş, O da burada bir av çiftliği kurmuştu Mevlana’nın torunlarından Sema-i Mehmet Dede, Paşa’dan mevlevi dergâhı yapmak için arazisinin bir bölümünü istemişti İskender Paşa da bu dileği kabul etmiş ve Galata Mevlevihanesi’nin 1491’de yapımına başlanmıştır Galata Mevlevihanesi kuruluşundan kısa bir süre sonra halveti zaviyesine dönüşmüş, XVIIYüzyıl başlarında Kasımpaşa Mevlevihanesi’nin kurucusu Sırrı Abdi Dede’nin çabasıyla yeniden Mevlevihane’ye dönüşmüştür Galata Mevlevihanesi Sultan IIIMustafa zamanında 1765-1766’da Tophane yangını sırasında yanmışsa da padişahın emriyle o yıl yeniden yapılmıştırMevlevihane’yi Sultan IIISelim, Sultan IIMahmut ve Sultan Abdülmecid birkaç kez onartmıştır Ancak bunlardan Sultan IIISelim’in yaptırdığı onarım, diğerlerinden biraz farklı olmuş ve Divan Edebiyatında iz bırakmıştır O yıllarda Galata Mevlevihanesi’nin post makamında Şeyh Galip bulunuyordu Divan Edebiyatına yenilik getiren şeyh Galip harap olmaya başlayan, suyu akmayan Mevlevihane’nin onarımını devrin sadrazamına yazdığı ve buna eklediği bir kaside ile istemiştir Sadrazam da bu durumu padişaha arz ederken Şeyh Galip’in kasidesini de ona eklemiştir Sultan IIISelim bu kasideyi çok beğenmiş Mevlevihane’nin onarımının yanı sıra uzak bir kaynaktan suyunu da getirtmiştir Bundan sonra padişah, Mevlevihane’nin açılışına katılmış, bu olaydan birkaç gün sonra da Kaptan Paşa Akdeniz seferinden başarı ile dönünce Mevlevihane’nin uğurlu geldiği düşünülmüştür

Galata Mevlevihanesi mimari olarak ilgi çeken bir yapıdır Avlu girişinin yuvarlak kemeri üzerinde Sultan IIMahmut’un tuğrası ile şair Lebib’in talik yazılı onarım yazıtı yer alır Kapının iç yüzünde ise Sultan IIISelim’in yapmış olduğu bu onarımı dile getiren Şeyh Galip’in dizeleri bulunmaktadır Mevlevihane’nin girişinde XIXYüzyıla tarihlenen Halet Efendi’nin Kütüphanesi, Sultan Abdülmecit’in onardığı 1649 tarihli Hasan Ağa çeşme ve sebili yer almaktadır Avluda, üzerinde Mevlevi sikkesinden ilginç bir alemi olan Şeyh Galip’in türbesi vardırBu türbeyi Hüseyin Ayvansarayî’den öğrendiğimize göre, Bağdat seferi dönüşünde (1810) Halet Efendi yaptırmıştır

Semahane, selamlık ve derviş hücrelerini bir araya getiren ahşap yapı avlunun sonundadır Arazi konumundan ötürü, ön tarafı iki, arka tarafı da üç katlıdır Semahanenin kapısı üzerine Sultan Abdülmecit’in tuğrası ile 1895 tarihli onarım yazıtı yerleştirilmiştir Semahanenin içerisi sekiz ahşap sütunun ve bunların arasındaki korkulukların yardımıyla sekizgen plana dönüştürülmüştür Girişin karşısında mihrap ile minber, ikinci katta kafeslerle ayrılmış mahfiller, şeyh dairesi, Konya Postnişini hücresi ile hünkâr mahfili yer almaktadır Girişin üzerindeki balkon mıtrip heyetine ayrılmıştırSol taraftaki Bacılar Dairesinde de yabancı misafirler sema ayinini izlerlerdiMevlevihane’nin hamam, mutfak ve kilerleri avlunun ayrı bir köşesinde yapılmışlarsa da bunlar günümüze gelememiştir

Dergahların kapatılmasından sonra bir süre Mevlevihane kendi yazgısıyla baş başa kalmış; haziresinin bir bölümüne Beyoğlu Evlendirme Dairesi yapılmış, semahane Vakıflar’ca lojman olarak kullanılmış, Halet Efendi Kütüphanesi de polis karakoluna dönüşmüştür Mevlevihane’nin bu perişanlığını önleyebilmek için İstanbul’u Sevenler Cemiyeti 1947’de onarımını yaptırmış, ardından Milli Eğitim Bakanlığı’na, sonra da Kültür Bakanlığı’na devredilmiştir Kültür Bakanlığı Mevlevihane’nin yeniden onarımını yapmış ve burada Mevlevi kültürü ile divan edebiyatı eserlerini bir araya getiren “Divan Edebiyatı Müzesi”ni açmıştır (26Aralık1975)


Kasımpaşa Mevlevihanesi (Beyoğlu)


Kasımpaşa Mevlevihanesi, Kasımpaşa Sururi Mahallesi Mevlevihane Sokağında bulunuyordu Uzun yıllar harap ve perişan bir halde kalan, kendisine uzatılacak bir yardım elini bekleyen bu tarihi yapı ilgisizlikten yok olup gitmiş, günümüze yalnızca avlu kapısı gelebilmiştir

Eski İstanbul yaşantısında isminden sık sık söz edilen Kasımpaşa Mevlevihanesi’nin kurucusu Fırıncızade Sırrı Apti Dede’dir Onun bu Mevlevihane’yi kurmasının özel bir nedeni vardır; Galata Mevlevihanesi’nin şeyhlik makamı boşaldığında kendisinin o makama getirileceğini ummuştu Ne var ki şeyhlik makamı Mesnevî Sârihi Ankaralı İsmail Rusûhi Dede’ye verilince buna çok üzülmüş ve Kasımpaşa’da babadan kalma bostanlar içerisine kendisini sevenlerin yardımıyla bu Mevlevihane’yi yaptırmıştır

Kasımpaşa Mevlevihanesi harem ve selamlık olmak üzere bir birini tamamlayan iki ayrı bölümden meydana gelmiştir Yapımına 38000 kuruş harcanmış, kerestesi özel olarak Romanya’dan getirilmiştir Mevlevi muhibbi olarak bilinen Sultan IIISelim, Sultan IIMahmut ve Sultan IIIAhmet Mevlevihane’ye maddi yardımlarda bulunmuş, çeşitli dönemlerde onarımlarını yaptırmış, fırsat buldukça da ziyaret etmişlerdir

Kasımpaşa Mevlevihanesi de diğerleri gibi ahşap, üç katlı bir yapı idi Semahane, selamlık, dedegân hücreleri, harem, hünkâr dairesi, mutbakdan oluşmuş iki bloğun birleşmesiyle bir konak görünümünde idi Kareye yakın bir planı olan semahanenin çevresini iki katlı mahfiller kuşatıyordu Üst örtü Sultan IIMahmut döneminin sevilen ve çok sık uygulanan ampir üslubunda ahşap kubbeliydi Buradaki bezemeler arasına Mevlevi musikisinin vazgeçilmez enstrümanları olan ney, kudüm, halile, def, rebab, ud ile nota defteri ve bir de Mevlevi sikkesi resmedilmişti

Kasımpaşa Mevlevihanesi yakın tarihlere kadar çevredeki fakir fukaranın işgaline uğramıştı Mevlevihane sonunda son direnme gücünü yitirmiş, ahşap parçaları çevrede yaşayanlarca odun niyetine yerlerinden sökülmüş ve sonunda da yanmıştırGünümüzde burası Sururi İlköğretim Okulu’nun bahçesinin bir bölümü olup, ayakta kalan iki taş merdiven ile bir Mevlevi mezarı dışında Mevlevihane’yi anımsatacak başkaca iz bulunmamaktadır



Beşiktaş Mevlevihanesi (Bahariye Mevlevihanesi) (Eyüp)



Beşiktaş Mevlevihanesini XVIIYüzyılın önde gelen devlet adamlarından Sadrazam Ohrili Hüseyin Paşa 1613 yılında yaptırmıştır Mevlevihane’nin ilk şeyhi, aynı zamanda Gelibolu Mevlevihanesinin şeyhi olan Agazade Mehmet Dede’dir Bu Mevlevihane’nin kuruluşunu anlatan ilginç bir de öyküsü vardır:

Kaptan-ı Derya Ohri’li Hüseyin Paşa Akdeniz seferinden dönerken Gelibolu’ya uğramış ve Gelibolu Mevlevihanesi Şeyhi Agazade Mehmet Dede’yi ziyaret etmeyi unutmuştur İstanbul’a hareketinde şiddetli bir fırtınaya tutulmuş ve geriye dönmek zorunda kalmıştır Tekrar Gelibolu’ya geldiğinde deniz sakinleşmiş, yeniden hareket ettiğinde fırtına başlamıştır Bunu bir gönül kırıklığına bağlayan Bunun üzerine Mehmet Dede’ye giderek kusurunun bağışlanmasını istemiştir O da donanmanın Marmara’ya açılması için dua etmiş ve Paşa’ya bir daha fırtına ile karşılaşmayacağını söylemiştir Bunun ardından da yakında Sadaret mührü ile payelendirileceğini, sonra da saraya damat olacağını müjdelemiştir Gerçekten de Ohrili Hüseyin Paşa İstanbul’a dönüşünde sadrazamlığa yükselmiş, bir süre sonra da damatlık Ona layık görülmüştür Ohrili Hüseyin Paşa, bütün bunları Agazade Mehmet Dede’nin kerametine bağlamış ve bir şükran borcu olarak da Beşiktaş Mevlevihanesini yaptırmıştır

XIXYüzyılın ikinci yarısında Sultan Abdülaziz Boğaziçi kıyılarında Çırağan Sarayını yaptırırken Beşiktaş Mevlevihanesini de yıktırmıştır Bunun üzerine Mevlevihane 1867 yılında geçici olarak Fındıklı’daki Karacehennem İbrahim Paşa Konağına taşınmış, orada iki yıl kalmıştır Maçka sırtlarında, bugünkü İstanbul teknik Üniversitesi Maden Fakültesi’nin bulunduğu yerdeki yeni Mevlevihane’nin yapımı tamamlanınca da oraya taşınmıştır Beşiktaş’taki son şeyhi Nazif Efendi’nin kemikleri Maçka’ya götürülmüşse de diğer Mevlevi mezarları Çırağan Sarayı’nın bodrumunda kalmıştır Günümüzde aynı yerde

Mevlevihane’nin kötü yazgısı peşini bırakmamış, yapımından beş yıl sonra buraya bir kışla yapılması kararlaştırılınca Mevlevihane 1873’te Eyüp’ün Bahariye semtine taşınmıştır
Günümüzde Silahtarağa Caddesi üzerinde bulunan Mevlevihane Hatapemini Hüseyin Efendi ile Mustafa Efendi’nin yalılarının bahçesine büyük bir semahane, harem, selamlık ve türbe yapılmış, sonra da bunlara bir de hazire eklenmiştir

Bahariye Mevlevihanesi 1877’de okunan bir mevlit ve ardından yapılan Mevlevi ayini ile açılmıştır (18 Rebilüevvel 1294) Sultan IIAbdülhamit Mevlevihane’ye 28 odalı bir harem dairesi eklemiştir Ne var ki bu yapı deniz kenarında ve ahşap olduğundan rutubetten zarar görmüştür O sırada Bu nedenle de yapı topluluğu her geçen gün biraz daha harap olmaya başlamıştı Sultan Mehmet Reşat’ın Osmanlı tahtına çıkışı Mevlevihane için hayırlı olmuş, Mevlevi muhibbi padişah, dergâhı tamir ettirmiş ve bunu belirten bir kitâbeyi de avlu kapısı üzerine koydurmuştur

Bahariye Mevlevihanesi, dergâhların kapatılmasından sonra bakımsız kalmış, semahanesi 1935’te yıktırılmış, 1938-1939’da harem dairesi yanmıştır Mescit uzun yıllar depo olarak kullanılmış, Mevlevihane’nin son şeyhinin varisleri ile Şeyh Hasan Nazif Efendi, Şeyh Küçük Hasan Nazif Efendi, Yenişehirli Avni Bey ve Sikkezanbaşı ailesinin gömülü olduğu türbe çökmüştür İki fabrika duvarı arasında kalan avlu kapısı ise 1970 yılının başlarında arkasındaki ahşap selamlıkla birlikte yıktırılmıştır Haziresindeki 20’ye yakın mezardan bazıları eski iplikhanenin karşısında düzenlenen mezarlığa, bazıları da Edirnekapı Şehitliği’ne nakledilmiştir Günümüzde Eyüp Belediyesi Mevlevihane’yi yeniden canlandırmaya çalışmaktadır


Yenikapı Mevlevihanesi (Zeytinburnu)



İstanbul’daki Mevleviliğin merkezi konumundaki bu Mevlevihane semahanesi, selamlığı, haremi, türbesi, somathanesi, muvakkithanesi, hünkâr mahfili, matbah-ı şerifi, sarnıçları ve müştemilât bölümleri ile tam bir yapı topluluğudur

Yenikapı Mevlevihanesi’nin kurucusu Kâtip, Kocayazıcı, Yeniçeri Efendisi unvanları ile tanınmış Yeniçeri Ocağı Başhalifesi Malkoç Mehmet Efendi’dir Malkoç Mehmet Efendi’nin bu Mevlevihane’yi kurmasını, atlatmış olduğu bir ölüm tehlikesine bağlayanlar olmuştur Hafız Paşa’nın yanında Bağdat ve Revan seferlerine (1635) katılmış, dönüşte Yeniçerilerle aralarında anlaşmazlık çıkmış ve öldürülmek istenmiştir Bu badireyi atlattıktan sonra dönüşte Konya Mevlâna Dergâhı’nı ziyaret etmiş “İstanbul’a sağ salim gitmek nasip olursa, orada bir Mevlevi dergâhı yaptıracağım” diye dua etmiştirİstanbul’a dönüşünde de dergâhın yapımını başlatmış, 1597’de Mevlevihane’yi açarak Sinan Mevlevi’nin oğlu Kemal Ahmet Dede’yi şeyh yapmıştır


Yenikapı Mevlevihanesi, kuruluşundan tekke ve zaviyelerin kapanışına kadar geçen 350 yıl içerisinde 20 Mevlevi büyüğü burada şeyhlik yapmıştır

Yenikapı Mevlevihanesi başlangıçta semahane, mescit, harem, sebil, türbe ve 18 derviş hücresinden meydana gelmişse de kısa sürede gelişmiştir Sonraki yıllarda bu yapılar yıkılmış ve yerlerini daha büyükleri almıştır Sultan IIMahmut 1818’de 33474 kuruş vererek semahane, türbe, harem ve müştemilat binalarını yenilemiştir Ayrıca bunlara hünkâr mahfili, sarnıç, türbedar odası, matbah ve taamhane eklemiştir Abdurrahman Nafiz Paşa buraya bir kütüphane, yanına da kendi türbesini yaptırmıştır Bu yenilemeler yapılırken semahane kapısına da İzzet Molla 1816 tarihli kitabeyi, kubbe çevresine de Nuri Dede talik yazı ile bazı beyitler eklemiştirAyrıca, Sultan IVMurat, Mihrişah Sultan, Sultan Abdülmecit, Maliye Nazırı Abdurrahman Nafiz Paşa, Devlet Kethüdası Halet Efendi ve Mısır Valisi Zuval Paşa da buraya bağışlarda bulunmuştur

Bunun üzerine Sultan Mehmet Reşat 1910’da Mevlevihane’yi yeni baştan onarmıştır Bu onarım işlerini Mimar Kemalettin Bey üstlenmiş ve bu kez dergâh neo-klasik üslupta yapılırken yanına bir de minare eklenmiştir

Yenikapı Mevlevihanesinin bazı bölümleri bilinmeyen bir nedenle 1961 yılında yeniden yanmış arta kalan yapılara Mevlânakapı Çocuk Yetiştirme Yurdu taşınmıştır Yakın tarihlerde Mevlevihane bir kez daha yanmış, mezarlar ve yapının duvarları dışında ortada hiçbir şey kalmamıştır


Üsküdar Mevlevihanesi (Üsküdar)

Üsküdar, İmrahor semtinde Doğancılar’ın batısında yer alan Mevlevihane âstâne olmayıp, bir zaviyedir Son yıllarda yapılan onarımlar sonunda bir bölümü camiye dönüştürülmüş ve yapı tüm özelliğini yitirmiştir Bu Mevlevihane’nin diğerlerinden farklı bir konumu vardır İstanbul’dan Anadolu’ya giden dervişlerin konaklamaları için kurulmuştur Galata Mevlevihanesi Postnişini Yeğen Ali Paşa’nın oğlu Numan Bey kendi evini semahaneye dönüştürmüş, bahçesine de diğer yapıları ekleyerek Mevlevihane’yi kurmuştur (1794) Sultan IIMahmut Mevlevihane’yi yeni baştan yaparcasına onarmış (1834-1835), Sultan Abdülmecit’te yapı topluluğunun eksiklerini tamamlamıştır

Semahane, selamlık, harem, matbah-ı şerif, derviş hücreleri ve türbeden oluşan Mevlevihane iki katlı bir yapıdır Zemin katı türbeye, üst katı da semahaneye ayrılmıştır Bu Mevlevihane’de türbenin semahane altında oluşu tarikat mimarisinin tek örneği olarak nitelenir Yapının bu plân düzeninde oluşu yer kısıtlığından kaynaklanmaktadır Mevlevihane içerisinde sanat tarihi yönünden değerli bezemelere rastlanmamıştırGünümüzde Mevlevihane hem cami hem de konuyla ilgili bir dernek tarafından kullanılmaktadır

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.