Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Nesil Bilinçlendirme Kampı - Gizli Tehlikeler & Tehditler > Nesil Bilinçlendirme Kampı > Tarih Musahabeleri

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
dış, politikası, türk

Türk Dış Politikası 1960-1980

Eski 04-26-2009   #1
KRDNZ
Varsayılan

Türk Dış Politikası 1960-1980



TÜRK DIŞ POLİTİKASI 1960-1980
Son yirmi yıllık Türk dış politikasının esas mihverini bir tek mesele teşkil etmiştir: Kıbrıs meselesi Türk dış politikasının aktivitesi Kıbrıs meselesi etrafında dönmüş ve diğer alanlardaki faaliyetlerimiz bu meselenin dalları olarak gelişmiştir dersek, herhalde gerçeği ifade etmiş oluruz Türk dış politikasının Kıbrıs meselesinden fışkıran veya bu meselenin tesirinde gelişen ana faaliyet dalları, Amerika, Sovyet Rusya, Yunanistan ve Orta Doğu ile münasebetlerimizdir Bunu da normal karşılamak gerekir Çünkü, son otuz yıl içinde Kıbrıs, Türkiye’nin hayati ve milli meselesi, milli menfaatlerimizin ağırlık noktası olmuştur Bir dış politika her şeyden önce milli meselelere dayanmak zorundadır
Türk dış politikasının ikinci mühim unsuru, Birleşik Amerika ile olan münasebetlerimizdir Fakat geriye, son yirmi yıla baktığımızda, tesbit edeceğimiz husus şudur ki, Türk-Amerikan münasebetleri, NATO çerçevesi içinde bağımsız bir ittifak münasebeti olarak gelişeceği yerde, hemen daima, Kıbrıs meselesinin iniş-çıkışlarına göre değişen bir yapı göstermiştir Her ne kadar 1970’lerin ortalarından itibaren bir Ege meselesi de ortaya çıkmış ise de, Kıbrıs meselesi Türk-Yunan münasebetlerinin daima mihenk taşı olmuş ve Amerika da, NATO’nun güney-doğu kanadı olarak Türkiye ve Yunanistan’a eşit ağırlık vermiştir Halbuki çıplak eşitlik prensibi, Türk-Yunan münasebetlerinin çıplak gerçeği ile daima ters düşmüştür Kıbrıs meselesinin gelişmelerinde ağırlık daima Türkiye tarafında olması gerekirken, Amerikanın salt eşitlik prensibine veya genellikle dengesizliklerle hastalıklı bir denge politikasına sarılması, Türk-Amerikan münasebetlerinin, bu münasebetleri zaman zaman ağır bir şekilde sarsan, ciddi bir meselesi olmuştur
Bu sebeplerden dolayıdır ki, Türk-Amerikan münasebetleri 1884 ve 1974 Kıbrıs buhranlarında çok ağır sarsıntılar geçirecektir
Yine son yirmi yıl içinde Türkiye, Amerika ile olan ittifak bağlarına rağmen, ikinci süper devlet olarak Sovyet Rusya ile münasebetlerinde bir istikrarın mevcut olmasına ve bu büyük kuzey komşumuz ile gereksiz yere anlaşmazlık veya çatışma çıkarmamaya daima ehemmiyet vermiştir Bununla beraber, Türk-Amerikan münasebetlerindeki dalgalanmalar, Türkiye tarafından aksettirilmese bile, daima Türk-Sovyet münasebetlerine de aksetmiştir Yani Kıbrıs meselesi Türk-Amerikan münasebetlerine şekil vermiş, Türk-Amerikan münasebetlerinin şekline, bir bakıma, Türk-Sovyet münasebetlerini şekillendirmiştir 1945 Martındanberi kötü giden Türk-Sovyet münasebetlerinin, biraz aşağıda göreceğimiz üzere, Kıbrıs buhranı içinde, 1964 yılı sonlarından itibaren yeni ve müsbet bir yola girmesinde, 1964 Haziranındaki Johnson mektubunun büyük rol oynadığını unutmamalıyız
Türkiye’nin Yunanistan’la münasebetleri, yaklaşık otuz yıldanberi çalkantılar içinde cereyan etmektedir Zira bu çalkantılar Kıbrıs meselesi ile başlamış ve 1974 Kıbrıs buhranından sonra buna bir de, Ege meselesi eklenmiştir Fakat temel anlaşmazlık Kıbrıs mihverine oturmuş bulunmaktadır Kıbrıs meselesi çözümlendiği gün, yani Kıbrıs meselesi ortadan kalktığı zaman, Yunanistan’la olan diğer anlaşmazlık ve meselelerimizin de müsait ve müsbet bir zemine oturacağından şüphe edilmemelidir
Orta Doğu ile münasebetlerimiz, tabiatiyle Kıbrıs meselesinden en az müteessir olmuş bir dış politika faaliyet alanımızdır Türkiye’nin Orta Doğu ülkeleri ile münasebetlerinin temel faktörü İsrail olmuştur İsrail meselesinde onlara yaklaşabildiğimiz ölçüde münasebetlerimiz gelişme göstermiştir Fakat unutmamak gerekir ki, Türkiye’yi başlangıçta Arap ülkelerine yaklaşmaya götüren esas mesele, Arapların Kıbrıs meselesinde ve bilhassa Birleşmiş Milletlerde Türkiye’yi desteklemeleri olmuştur Arap ülkeleri, kendilerinin İsrail meselesi ile Türkiye’nin Kıbrıs meselesi arasında bir bağ kurunca, Türkiye de İsrail politikasına yeni bir şekil vermek zorunda kalmış ve 1967’deki Arap-İsrail savaşı da, bu yeni politikanın ilk tatbikatına imkan vermiştir
Görülüyor ki, Kıbrıs meselesi Türk dış politikasının hemen her şeyi demek olmuştur Bundan dolayı, Türk dış politikası konusundaki açıklamalarımıza, Kıbrıs meselesinin gelişmeleriyle başlayacağız

__________________

Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar,
'Medeniyyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar?




Ey ŞaiR! Bana Yağmurdan bahsetme, yağdır
Alıntı Yaparak Cevapla

Genel Görünüm

Eski 04-26-2009   #2
KRDNZ
Varsayılan

Genel Görünüm



Genel Görünüm
Son yirmi yıllık Türk dış politikasının esas mihverini bir tek mesele teşkil etmiştir: Kıbrıs meselesi Türk dış politikasının aktivitesi Kıbrıs meselesi etrafında dönmüş ve diğer alanlardaki faaliyetlerimiz bu meselenin dalları olarak gelişmiştir dersek, herhalde gerçeği ifade etmiş oluruz Türk dış politikasının Kıbrıs meselesinden fışkıran veya bu meselenin tesirinde gelişen ana faaliyet dalları, Amerika, Sovyet Rusya, Yunanistan ve Orta Doğu ile münasebetlerimizdir Bunu da normal karşılamak gerekir Çünkü, son otuz yıl içinde Kıbrıs, Türkiye'nin hayati ve milli meselesi, milli menfaatlerimizin ağırlık noktası olmuştur Bir dış politika her şeyden önce milli meselelere dayanmak zorundadır
Türk dış politikasının ikinci mühim unsuru, Birleşik Amerika ile olan münasebetlerimizdir Fakat geriye, son yirmi yıla baktığımızda, tesbit edeceğimiz husus şudur ki, Türk-Amerikan münasebetleri, NATO çerçevesi içinde bağımsız bir ittifak münasebeti olarak gelişeceği yerde, hemen daima, Kıbrıs meselesinin iniş-çıkışlarına göre değişen bir yapı göstermiştir Her ne kadar 1970'lerin ortalarından itibaren bir Ege meselesi de ortaya çıkmış ise de, Kıbrıs meselesi Türk-Yunan münasebetlerinin daima mihenk taşı olmuş ve Amerika da, NATO'nun güney-doğu kanadı olarak Türkiye ve Yunanistan'a eşit ağırlık vermiştir Halbuki çıplak eşitlik prensibi, Türk-Yunan münasebetlerinin çıplak gerçeği ile daima ters düşmüştür Kıbrıs meselesinin gelişmelerinde ağırlık daima Türkiye tarafında olması gerekirken, Amerikanın salt eşitlik prensibine veya genellikle dengesizliklerle hastalıklı bir denge politikasına sarılması, Türk-Amerikan münasebetlerinin, bu münasebetleri zaman zaman ağır bir şekilde sarsan, ciddi bir meselesi olmuştur
Bu sebeplerden dolayıdır ki, Türk-Amerikan münasebetleri 1884 ve 1974 Kıbrıs buhranlarında çok ağır sarsıntılar geçirecektir
Yine son yirmi yıl içinde Türkiye, Amerika ile olan ittifak bağlarına rağmen, ikinci süper devlet olarak Sovyet Rusya ile münasebetlerinde bir istikrarın mevcut olmasına ve bu büyük kuzey komşumuz ile gereksiz yere anlaşmazlık veya çatışma çıkarmamaya daima ehemmiyet vermiştir Bununla beraber, Türk-Amerikan münasebetlerindeki dalgalanmalar, Türkiye tarafından aksettirilmese bile, daima Türk-Sovyet münasebetlerine de aksetmiştir Yani Kıbrıs meselesi Türk-Amerikan münasebetlerine şekil vermiş, Türk-Amerikan münasebetlerinin şekline, bir bakıma, Türk-Sovyet münasebetlerini şekillendirmiştir 1945 Martındanberi kötü giden Türk-Sovyet münasebetlerinin, biraz aşağıda göreceğimiz üzere, Kıbrıs buhranı içinde, 1964 yılı sonlarından itibaren yeni ve müsbet bir yola girmesinde, 1964 Haziranındaki Johnson mektubunun büyük rol oynadığını unutmamalıyız
Türkiye'nin Yunanistan'la münasebetleri, yaklaşık otuz yıldanberi çalkantılar içinde cereyan etmektedir Zira bu çalkantılar Kıbrıs meselesi ile başlamış ve 1974 Kıbrıs buhranından sonra buna bir de, Ege meselesi eklenmiştir Fakat temel anlaşmazlık Kıbrıs mihverine oturmuş bulunmaktadır Kıbrıs meselesi çözümlendiği gün, yani Kıbrıs meselesi ortadan kalktığı zaman, Yunanistan'la olan diğer anlaşmazlık ve meselelerimizin de müsait ve müsbet bir zemine oturacağından şüphe edilmemelidir
Orta Doğu ile münasebetlerimiz, tabiatiyle Kıbrıs meselesinden en az müteessir olmuş bir dış politika faaliyet alanımızdır Türkiye'nin Orta Doğu ülkeleri ile münasebetlerinin temel faktörü İsrail olmuştur İsrail meselesinde onlara yaklaşabildiğimiz ölçüde münasebetlerimiz gelişme göstermiştir Fakat unutmamak gerekir ki, Türkiye'yi başlangıçta Arap ülkelerine yaklaşmaya götüren esas mesele, Arapların Kıbrıs meselesinde ve bilhassa Birleşmiş Milletlerde Türkiye'yi desteklemeleri olmuştur Arap ülkeleri, kendilerinin İsrail meselesi ile Türkiye'nin Kıbrıs meselesi arasında bir bağ kurunca, Türkiye de İsrail politikasına yeni bir şekil vermek zorunda kalmış ve 1967'deki Arap-İsrail savaşı da, bu yeni politikanın ilk tatbikatına imkan vermiştir
Görülüyor ki, Kıbrıs meselesi Türk dış politikasının hemen her şeyi demek olmuştur Bundan dolayı, Türk dış politikası konusundaki açıklamalarımıza, Kıbrıs meselesinin gelişmeleriyle başlayacağız

Alıntı Yaparak Cevapla

Kıbrıs Buhranları

Eski 04-26-2009   #3
KRDNZ
Varsayılan

Kıbrıs Buhranları



1967 Kıbrıs Buhranı
1965 Mayısından itibaren Kıbrıs konusunda Türk-Yunan ikili görüşmelerinin başlaması ile, Kıbrıs'ta her şeyin süt liman olduğu sanılmamalıdır İrili ufaklı hadiseler ve çatışmalar daima süregelmiştir Ne var ki, Türkiye'nin kararlı tutumu ve bilhassa, İsmet İnönü hükümetlerinin daima koalisyona dayanmasına rağmen, 1965 Ekim seçimlerinde Adalet Partisi'nin TBMM'nde büyük çoğunluğu elde ederek tek başına iktidara gelmesi, Kıbrıs rumlarını, Makarious'u ve Yunanistan'ı ihtiyatlı hareket etmeye sevketmiştir Zira, Makarios ve Yunanistan, Kıbrıs meselesindeki darbelerini daima Türkiye'deki iç siyasi istikrarsızlığa göre ayarlamışlardır Bu o zaman da böyle oldu ve bundan sonra da böyle olacaktır
Fakat Yunanistan'ın kendi istikrarsızlığı, dolaylı bir şekilde 1967 Kıbrıs buhranını doğurmuştur
Yunanistan'da 28 Mayıs 1967'de genel seçimlerin yapılması kararlaştırılmıştı Fakat görünen oydu ki, Yorgo Papandreu ile oğlu Andreas Papandreu liderliğindeki Merkez Birliği Partisi'nin seçimleri kazanma ihtimali fazla idi Halbuki Baba-Oğul Papandreu'lar Kral'a, Ordu'ya ve sağa karşı sert tavır almışlar ve yunan iç politikasında gerginliğe sebep olmuşlardır Yorgo Papandreu'nun bir yandan komünistlerle işbirliği yapmak istemesi, öte yandan, daha önce de belirttiğimiz gibi, Ordu'da tasfiyeye girişmek istemesi, 21 Nisan 1967 sabahı, Albay Papadopulos liderliğinde askerlerin bir darbe yapmasına sebep oldu
Darbe üzerine, Başbakanlığa getirilen eski Yargıtay Başsavcısı Konstantin Kolias, 21 Nisan günü verdiği demeçte, Kıbrıs meselesine barışcı bir çözüm yolu bulmaya çalışacaklarını söylemiştir Fakat 22 Nisan günü radyoda okunan hükümet programında, barışçı çözüm deyiminin ne manaya geldiği daha iyi anlaşılmıştır Zira, yeni hükümetin programında, "Kıbrrs'taki azınlık haklarının dikkate alınması suretiyle, Enosis'i barışçı müzakerelerle sağlama gayesi gütmekteyiz" denilmekteydi Bunun manası şuydu ki, Yunan diktatoryasının Kıbrıs politikasının esası Enosis'tir Fakat bunu kuvvete başvurarak değil, müzakerelerle, yani Türkiye ile pazarlıkla gerçekleştirecektir Enosis'in gerçekleşmesi halinde de, Kıbrıs'taki Türk toplumuna "azınlık hakları" tanınacaktır
Haziran ayından itibaren yeni yunan hükümetinin Batı Trakya Türklerine karşı yoğun bir baskı politikasına giriştiği ve bu baskıların Temmuz ayında da devam ettiği görülmüştür, Türk Dışişleri Bakanlığı sözcüsü, 28 Haziranda verdiği demeçte, "Yunanlılar, Batı Trakya'daki soydaşlarımıza baskıyı çok arttırmıştır Bu konuda teşebbüslerimiz var Lozan'da Türklere verilen haklar adeta tanınmıyor" diyordu Buna karşılık, Yunan İçişleri Bakanı General Patakos da, 30 Hazirandaki demecinde, "Hükümetin önünde çözülecek çok önemli meseleler vardır Bunlar iktisadi durum, dış ilişkiler ve Kıbrıstır" demekteydi Gerçek şudur ki, bu sırada Türkiye'de hiç kimse, Kıbrıs ile Batı Trakya arasında doğrudan doğruya bir bağ kurmayı düşünmemiştir
Yunan cuntasının Kıbrıs konusundaki tasarılarını kolaylaştıran ve Batı Trakya'yı Kıbrıs'a karşı bir koz olarak kullanmaya sevkeden hadise de, 5 Haziran 1967'de patlak veren Arap-İsrail savaşı olmuştur Türkiye'de yeni Adalet Partisi iktidarı, bu savaştan yararlanarak Türkiye'nin Orta Doğu ve Arap-İsrail politikasına yeni bir istikamet vermeye doğru giderken, Yunan cuntası da, bu savaşın yarattığı atmosferi kendi lehine sömürmeye çalışmıştır
Bu arada, Kıbrıs rumlarının Sovyet Rusya'dan silah satın almaya başladığına dair haberler de çoğalmaya başlamıştır Ankara'daki Sovyet büyükelçisi 28 Haziranda bu söylentileri yalanladığı gibi, TASS ajansı 4 Temmuzda yayınladığı yorumda, "Sovyetler Birliği Kıbrıs'taki son gelişmelerden, bu bölgede durumun yeniden gerginleştirme teşebbüslerinden ve Kıbrıs Cumhuriyetinin varlığının tehlikeye girmesinden endişelenmektedir" diyordu Türkiye'nin 1964 sonlarından itibaren Sovyetlere yaklaşma politikasına karşılık, Amerika tarafından desteklenen Yunanistan'daki sağcı-askeri darbenin, Sovyetleri Türkiye tarafına daha da eğilttiği bir gerçektir
Temmuz ayından itibaren Yunan hükümetinin Kıbrıs'ta bir Enosis darbesi yapacağına veya Kıbrıs meselesini Enosis esası üzerinden çözümlemek istediğine dair söylentiler dolaşmış ve gerek hükümet yetkilileri, gerek Dışişleri Bakanlığı yaptıkları açıklamalarda Türkiye'nin Enosis'i hiç bir zaman kabul etmiyeceğini kesin bir dille belirtmişlerdir
6 Eylülde Dışişleri Bakanlığından yapılan açıklamada, Türkiye Başbakanı Süleyman Demirel ile Yunan Başbakanı Kollias'ın, 9 Eylülde Keşan'da ve 10 Eylülde de Dedeağaç'ta buluşarak, Kıbrıs meselesi dahil, Türk-Yunan münasebetlerini alakadar eden bütün meseleleri görüşecekleri bildirilmiştir Başbakan Demirel'in sonrada 12 Eylülde Ankara'da yaptığı basın toplantısından anlaşıldığına göre, ikili görüşme isteği Yunan tarafından gelmiştir
Türk-Yunan Başbakanları, önceden tesbit edildiği üzere, heyetler halinde, 9 Eylülde Keşan'da ve 10 Eylülde de Dedeağaç'ta görüşmeler yapmışlardır Esasında görüşmeler fazla sürmeden Keşan'da bitmiştir Dedeağaç görüşmeleri göstermelik olmuştur Zira, Keşan toplantısı başlar başlamaz, yunan tarafı yazılı bir teklifte bulunmuştur Bu teklife göre, Türkiye Kıbrıs'ın Yunanistanla birleşmesine, yani Enosis'e razı olacak, buna karşılık Türkiye'ye Batı Trakya sınırlarında bazı tavizler verilecekti Böyle bir teklif 1966 yılında Stefanopulos hükümeti tarafından da Türkiye'ye yapılmış, fakat Türkiye tarafından derhal reddedilmişti Bu sefer de Türkiye Başbakanı aynı şekilde tereddüt etmeden reddedince, görüşecek pek bir şey kalmamıştı Fakat Yunan tarafının ricası üzerine, görüşmelere göstermelik de olsa, devam edilmiştir 10 Eylül 1967 da yayınlanan ortak bildiri, Kıbrıs meselesinin, Türk-Yunan münasebetlerinin temel unsuru olduğunu vurgulamış, tarafların, Kıbrıs meselesine ait görüşmelerini yaklaştırma imkanlarını arayacaklarını, adada gerginliğin artmasına sebep olacak hareketlerden kaçınacaklarını belirtmiş ve antlaşmalara riayet hususunda da tarafların görüşleri arasında "uygunluk" bulunduğunu müşahade etmiştir Bu "uygunluk"a rağmen, Yunan cuntası Kasım ayında bir Enosis teşebbüsüne girişecek ve bu da yeni Kıbrıs buhranının ortaya çıkmasına sebep olacaktır
Başbakan Süleyman Demirel, 12 Eylülde yaptığı basın toplantısında, "Kıbrıs işinin bugüne kadar barışçı bir çözüm yoluna kavuşmamasında, Yunanistan'ın adayı kendisine ilhaktan gayrı bir hal şeklini mümkün görmemesi başlıca amil olmuştur", "Türkiye adanın ilhakına hiç bir zaman rıza gösteremeyecektir" demek suretiyle, Keşan ve Dedeağaç görüşmelerinde, Yunan askeri hükümetinin de Enosis peşinde koştuğunu ve bundan dolayı da görüşmelerin neticesiz kaldığını söylemek istemiştir Yunan cuntasının, daha önceki yunan hükümetlerinden belki tek farkı, Enosis'i, Türkiye ile müzakere ve pazarlık suretiyle gerçekleştirmek istemesidir
Diğer taraftan, Başbakan Demirel, Türkiye'nin bu meseledeki politikasını 4 prensibe dayandırmaktaydı:
1) Yürürlükteki antlaşmaların, tarafların rızası olmadan değiştirilmemesi;
2) Kıbrıs'ta iki toplumdan hiçbirinin diğerine hükmetmemesi;
3) Lozan Antlaşması ile bu bölgede kurulmuş olan dengenin bozulmaması;
4) Kıbrıs meselesine, Enosis dışında bir çözüm aranması
Bu dört prensibin zikredilmesinden görülüyordu ki, şimdi Türk-Yunan münasebetlerinde bir de "Lozan Dengesi" meselesi ortaya çıkmaktaydı Zira, 1963-1964 Kıbrıs buhranından sonra Yunanistan, Türkiye ile bir savaş ihtimaline karşı ve Lozan Antlaşmasının 13'üncü maddesine aykırı olarak, Türk kıyıları karşısındaki adaları silahlandırmaya başlamıştı Kıbrıs'tan sonra, şimdi bu mesele de Türk-Yunan anlaşmazlığına bir unsur olarak girmekteydi Keza, Yunanlıların yeni başlattıkları, Batı Trakya Türklerine baskı meselesi de, Lozan Dengesini yakından alakadar etmekteydi
Papandreu'ların sol iktidarını deviren ve Amerika tarafından hararetle desteklenen Yunan cuntası ile bu görüşmeleri yaptıktan sonra, Türkiye Başbakanı Süleyman Demirel, 13-17 Eylül günlerinde "sosyalist" Romanya'yı ve 19-29 Eylül günlerinde de Sovyetler Birliğini ziyaret etti Başbakan Demirel'in ziyaretine Sovyet hükümeti büyük ehemmiyet verdi ve Demirel her gittiği yerde büyük gösterilerle karşılandı 29 Eylül günü yayınlanan ortak bildiride, Türk Sovyet münasebetlerinin gelişmesinden duyulan memnuniyet açıkça ifade edildikten sonra, Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında temel menfaatleri çelişki içine sokacak bir meselenin mevcut olmadığı belirtiliyor ve Kıbrıs konusunda da, Kıbrıs meselesinin, "Kıbrıs devletinin bağımsızlığı ve toprak bütünlüğünün muhafazası esasına istinaden, Türk ve Rum milli cemaatlerinin, kanuni haklarını ve menfaatlerini vegüvenlik ve karşılıklı itimad içinde yaşamalarını sağlayacak şekilde barışçı yollarla halledilmesi gerektiği" ifade ediliyordu Yani Sovyet Rusya, kanuni hakları ve menfaatleri ile Türk toplumunu bir "milli toplum" olarak kabul ettiğini, dolayısıyla adada iki milli toplumun varlığını bir kere daha vurgulamakta idi
Başbakan Demirel'in Sovyet Rusyayı ziyaret ettiği sırada da, 18-25 Eylül günlerinde bir Türk Parlamento heyeti de Yugoslavyayı ziyaret ediyordu
Keşan ve Dedeağaç görüşmeleri ile daha sonraki günlerde Türkiye'nin Enosis karşısındaki kararlı tutumunu gören ve bir pazarlığa yanaşmıyacağını anlayan yunan cuntası, Dedeağaç bildirisinde gerginlikten kaçınmayı vaad ettiği halde, bir Enosis teşebbüsü için hazırlıklarını arttırdı Kıbrıs'ı ziyaret etmekte olan Yunanistan "Başbakan Yardımcısı ve Savunma Bakanı" General Spandidakis, 21 Ekimde verdiği demeçte, "Kıbrıs meselesine, Kıbrıs'ın Yunanistanla birleşmesinden başka bir çözüm yolu bulunamaz" diyordu 31 Ekim ayı sonlarında ise, Trakya'daki Türk toplumuna karşı Yunan hükümetinin yeni baskılara başladığı bildiriliyordu
Durum böyle iken, 15 Kasım 1967 günü, Kıbrıs rumları ve bilhassa 1963-1964 buhranından sonra Kıbrıs'a dönen tethişçi Grivas'ın teşkilatlandırdığı Rum Milli Muhafız kuvvetleri, Türklerin toplu olarak bulunduğu Boğaziçi ve Geçitkale köylerine karşı harekete geçtiler Bu ise, Enosis'in en büyük engelini teşkil eden Türk varlığının kademeli olarak imha edilmesi, ortadan kaldırılması teşebbüsü idi Bundan dolayı, Türk hükümeti 15-16 Kasım gecesi bir durum değerlendirmesi yapmış ve 16 Kasım günü de, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden, anayasanın savaş ilanına ve Türk silahlı kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesine dair 66'ıncı maddesine dayanarak, Kıbrıs'a müdahale yetkisini, 435 üyenin 432 oyu ile almıştır Bu karar, zımnen de olsa, Yunanistanla bir savaş halini de öngördüğünden, ortaya çok ciddi bir durum çıkmaktaydı
Bu karar üzerine İskenderun'da büyük bir çıkarma birliği hazırlandığı gibi, Türk donanması da İskenderun'da toplanmıştı Türk hükümeti 17 Kasım da, Yunan hükümeti ile "dost ve müttefik" hükümetlere çıkarma yapma niyetini açıklamıştır Türkiye, bu çıkarmanın durdurulması için, tethiş lideri, kanlı faaliyetleri ile tanınmış ve yine tanınmış Türk düşmanı Grivas'ın adadan alınmasını ve Kıbrıs'a 1964'den itibaren yığılmış bulunan 12000 kişilik Yunan askerinin adadan çekilmesini istiyordu
18 Kasım günü ise Türk jetleri Kıbrıs adası üzerinde alçak uçuş yapıyorlardı
19 Kasım tarihli Pravda gazetesi de, "Yunanlı diktatörlerin Amerikalı emperyalistlerden direktif aldığı aşikardır" diyordu
Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs konusundaki bu gerginlik üzerine, Amerika Başkanı Johnson özel temsilcisi Cyrus Vance'i bölgeye gönderirken, Birleşmiş Milletler de, gerginliği önlemek amacı ile harekete geçti Buna karşılık Türkiye, 17 Kasımda ileri sürdüğü isteklerinde kararlı bir şekilde devam ediyordu Bu durum karşısında yunan cuntası gerilemek zorunda kaldı ve 2 Aralıkta Yunan Dışişleri Bakanı Pipinelis yaptığı açıklamada, Yunanistan'ın, anlaşmaların dışında Kıbrıs'a gönderdiği bütün kuvvetleri geri çekeceğini, buna karşılık Türkiye'nin de savaş hazırlıklarını durduracağını bildirdi Bu Türkiye ile Yunanistan arasında varılan bir anlaşma idi
Buhranın bu şekilde ortadan kalkmasından sonra Kıbrıs Türkleri, 29 Aralık 1967'de, kendi işlerini kendileri görmek üzere ve "16 Ağustos 1960 tarihli Anayasa'nın bütün kuralları uygulanıncaya kadar", Kıbrıs Geçici Türk Yönetimi'ni kurmuşlar ve bu yönetimin tabi olacağı 19 maddelik esasları da açıklamışlardır Bu gelişme, Türkiye'nin federal devlet tezi istikametinde atılmış bir adımdı Böyle bir idarenin tatbikini kolaylaştıran husus ise, 1963 1964 ve bilhassa 1967 krizi ile, rumların mezaliminden ve saldırılarından kaçan Türklerin, köylerini, yerlerini-yurtlarını ve topraklarını bırakarak belirli bölgelerde toplu yaşamaya başlamaları idi Böylece, rumların saldırılarına karşı da daha güçlü bir hale geliyorlardı Türklerin esas itibariyle tarımla geçindikleri gözönüne alınırsa, topraklarını bırakıp kaçmak zorunda kalmalarının, Türk toplumu için ekonomik bakımdan ne kadar büyük kayıp olduğu olaylıkla anlaşılır
2 Aralık anlaşmasından sonra Türk-Yunan münasebetleri de yumuşak bir havaya girdi 1968 Martından itibaren Türk-Yunan ikili görüşmeleri yeniden başladı İlk ikili görüşme, 12-13 Mart 1968 tarihlerinde Atina'da, ikinci görüşme ise 16-27 Nisan da Ankara'da yapılmıştır Bu ikili görüşmeler, her iki ülkenin dışişleri bakanlıklarının teknisyenleri arasında, alt-seviyede yapılmıştır Bunun arkasından da iki taraf teknisyenleri, son olarak 20 Mayısta Viyana'da biraraya gelerek, üzerinde anlaşma meydana gelen noktalar hakkında rapor hazırlamaya karar vermişlerdir Bu rapor, Türk ve Yunan Dışişleri Bakanlarının 26 Haziranda Londra'da yaptıkları görüşmelerde müzakere ve kabul edilmiştir Raporun mahiyeti açıklanmamakla beraber, Türk-Yunan münasebetlerinin iyice yumuşak bir atmosfer içinde olduğu idi
Tabiatiyle bu durum, Kıbrıs rumlarına tesir etmiştir Çünkü, rumlar, Lefkoşe'nin Türk bölgesine tatbik ettikleri kısıtlamaları 7 Mart tarihinden itibaren kaldırmışlardır Bu kısıtlamalar, Türklerin Lefkoşe'ye giriş-çıkışlarının ve en Tabi ihtiyaç maddelerinin Türk bölgesine sokulmasının engellenmesi şeklindeydi Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri U Thant da, 13 Martta Güvenlik Konseyine sunduğu raporda bu müsait ve müsbet havayı memnuniyetle belirtiyor ve bundan cesaret alarak, Türk ve rum toplumlarını doğrudan doğruya müzakerelere davet etmeye karar verdiğini açıklıyordu
U Thant'ın bu teşebbüsü üzerine, Türk Cemaat Meclisi Başkanı Rauf Denktaş ile Rum Temsilciler Meclisi Başkanı Glafkos Klerides, 2 Haziran 1968 de Lefkoşe'de ilk görüşmeyi yaptıktan sonra, 5 Haziranda Beyrut'ta tekrar buluştular ve bunu 24 Haziranda da Lefkoşe'de Ledra Palas Otelindeki buluşma takip etti Böylece, çeşitli kesintilerle günümüze kadar devam edecek olan Toplumlararası Görüşmeler başlamış oluyordu Bu görüşmelerin başarısını sağlamak amacı ile, Türkiye ve Yunanistan, görüşmelerin kamu oyunun tesir ve baskısı altında kalmaması için, bunların gizli yapılmasını ve basına herhangi bir açıklama yapılmamasını kararlaştırdılar

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk-Amerikan Münasebetleri

Eski 04-26-2009   #4
KRDNZ
Varsayılan

Türk-Amerikan Münasebetleri



Türk-Amerikan Münasebetleri
İkinci Dünya Savaşından sonraki Türk-Amerikan münasebetleri iki ana bölüme ayrılır 1945-1960 arasında bu münasebetler, sarsıntısız, sağlam ve tam bir dayanışma gösterir Bu münasebetleri sarsacak herhangi bir ciddi anlaşmazlık veya mesele ortaya çıkmış değildirBu münasebetler gerçek anlamında bir ittifak münasebetidir ve Amerika, Türk dış politikasının en kuvvetli ve hemen hemen tek dayanak unsurudur NATO bile Türkiye için Amerika demektir
1960'dan itibaren Türk-Amerikan münasebetlerinde değişmeler başlamıştır 1960-1980 dönemi, Türk-Amerikan münasebetlerinin inişler-çıkışlar, çalkantılar, sarsıntılar ve krizler dönemidir Bilhassa iki büyük hadise, Amerika'nın iki büyük hatası, yani 5 Haziran 1964 Johnson mektubu ve 1975-1978 ambargosu, Türk-Amerikan münasebetleri üzerinde çokyaygın tesirler meydana getirmiştir Bu tesirler ise Türk dış potitikasında küçümsenemiyecek ölçüde, yapı değişikliğine sebep olmuştur Türk-Amerikan münasebetlerinin bu gelişmesi, Türkiyeyi, Sovyetlerle olan münasebetlerini yeniden değerlendirmeye götürmüştür Öte yandan, Türkiye'nin Orta Doğu politikası da, aynı tesirlerle yeni bir şekil almaya başlamıştır
Türkiye'nin Sovyet Rusya ve Orta Doğu politikası değişmemekle beraber, 1980'den itibaren Türk-Amerikan münasebetlerinin, yeniden, yükselme çizgisi üzerinde seyretmeye başladığı görülmektedir
Şunu da belirtelim ki, Türk-Amerikan münasebetlerinin 1960'dan itibaren değişme göstermesini, sadece Amerika'nın Kıbrıs meselesi sırasında yaptığı iki ciddi hataya bağlamak da yanlıştır Şüphesiz hata teşkil eden bu iki hadisenin çok köklü tesirleri olmuştur Fakat unutmamalı ki, 1960'lardan itibaren dünya da değişmeye başlamıştır Milletlerarası politikanın yapısı ve unsurlarında da esaslı değişiklikler ortaya çıkmıştır Bunları geçen bölümlerde oldukça ayrıntılı bir şekilde ele almaya çalıştık Genel çerçevede meydana gelen bu değişmelerin, Türkiyeye ve Amerikaya, karşılıklı münasebetlerinde bir takım yeni manipülasyon imkanları verdiği de bir gerçektir
Nitekim, Türkiye'de Amerika hakkında ilk şüphelerin doğmasına sebep olan Küba krizi ve füzeler meselesi böyledir Sovyetlerin Küba'ya yerleştirdikleri füzeleri geri çekmelerine karşılık, Amerika'nın da, Türkiye'deki, modası geçmiş, fakat Amerika'nın Türkiyeyi füzelerle desteklediğinin bir simgesi olan, Jüpiter füzelerini sökmesi, hiç şüphesiz dünyayı, 1962 Ekiminde, bir nükleer savaşın eşiğinden döndürmüştür Küba Krizi, milletlerarası politikanın ne derece tehlikeli bir yapıya ulaştığını göstermiş ve büyük devletler, bu yapıyı daha tehlikesiz hale getirmenin tedbirlerini aramaya başlamışlardır
Bu böyle olmakla beraber, Jüpiter füzelerinin sökülmesi Türk kamuoyunda hoşnutsuzluk yaratmıştır Amerika, istediği zaman, Türkiye'nin güvenliğini ve hatta varlığını tehlikeye sokabilecek kararları almaktan çekinmeyecektir, intibaı hasıl olmuştur İkincisi bu hadise, Amerika'nın kendi güvenlik menfaatlerini müttefiklerinin üstünde tuttuğunun bir işaretini de taşımaktaydı Amerika Küba'daki Sovyet füzelerinin geri çekilmesini sağlamak suretiyle kendi güvenliğini bir tehlikeden kurtarırken, jüpiter füzelerini de Türkiye'den sökerek Türkiye'nin Sovyetler karşısındaki güvenliğini zayıflatmış olmakta idi
1962 Küba krizi sıralarında Türkiye'de, 1961 Anayasa'sının gayet liberal hürriyetler düzeni içinde filizlenmeye başlayan sol akımlar, bilhassa daha sonraları ve 1964'den itibaren, Amerika'nın Jüpiter füzelerini Türkiye'den çekmesini, Türk kamu oyunu Amerika aleyhine çevirmek için bir koz olarak kullanacaktır
Başkan Johnson'ın 5 Haziran 1964 tarihli mektubu bu atmosferde çıktı Esasında, mektup hadisesini ağırlaştıran, o sırada ortaya çıkmış olan sol akımlar değil, mektubun, mektup olmaktan ziyade, bir "ültimatom" mahiyetinde olması idi Bununla beraber, mektup o zaman açıklanmamış olduğu için, şiddetli tepkiler daha sonra kendisini göstermiştir Fakat mektup hakkındaki söylentiler de bir hayli yaygınlaşmış ve en azından Türkiye'nin Kıbrıs'a çıkarma yapmasına Amerika'nın engel olduğu bir çok çevrelerce biliniyordu 1964 Ağustos ayında Ankara sokaklarında üniversite gençliğinin yaptığı gösterilerde, ilk defa Amerika aleyhine sözler söyleniyor ve yine ilk defa "Go Home" pankartı taşınıyordu Başbakan İsmet İnönü ise, bir kabine toplantısında, "Dostlarımız ve düşmanlarımız bize karşı birleşmiştir" diyordu
Johnson mektubu Türk-Amerikan münasebetleri üzerinde çok ağır tahribat yapmış ve uzun süre devam edecek derin izler bırakmıştır Amerika'nın bu tutumu, Türkiyeyi Sovyetlerle olan münasebetlerini yeniden gözden geçirmeye adeta zorlamıştır Türkiye, biri müttefiki, diğeri komşusu olan iki süper-devletle birden münasebetlerini bozuk düzen içinde sürdüremezdi Bunun için, Türk Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin 30 Ekim-6 Kasım 1964 günlerinde Moskova'yı ziyaret etmiştir Bu ziyaret, Sovyetlerin Kıbrıs'ta iki milll toplum'un varlığını kabul etmelerini sağladığı gibi, Türk-Sovyet münasebetlerinin trafiği de bu ziyaretten sonra hızlanmıştır 4-13 Ocak 1965 günlerinde, Yüksek Sovyet Şurası Başkanı Podgorny başkanlığında bir Sovyet parlamento heyeti Ankara'yı ziyaret etmiş, bu ziyareti Türkiye Başbakanı Suat Hayri Ürgüplü'nün 9-17 Ağustos 1965 günlerinde Sovyet Rusya'yı ziyareti takip etmiştir 1965 Ekim seçimlerinde tek başına iktidara gelen Adalet Partisi'nin sağ iktidarında ise, Türk-Sovyet münasebetleri daha da gelişmiştir AP iktidarı ile birlikte Türkiye ile Sovyet Rusya arasında ekonomik ve ticari münasebetler de hız kazanmıştır Sovyet Başbakanı Kosigin 20-27 Aralık 1966'da Ankara'yı ziyaret etmiş ve Türkiye Başbakanı Süleyman Demirel de 19-29 Eylül 1967 tarihleri arasında Sovyet Rusya'yı ziyaret etmiştir
1964 sonundan itibaren Türk-Sovyet münasebetleri devamlı yükselen bir çizgi çizerken, aynı dönemde Türk-Amerikan münasebetleri de, bir yandan soğukluğunu sürdürürken, bir yandan da bir takım meseleler ile karşılaşmıştır
Birinci mesele, Amerika'nın 1964 yılı sonlarında ortaya attığı ve nükleer silahların kullanımında diğer NATO'lu müttefiklerini de ortak etmek istediği, Çok Taraflı Nükleer Güç'e (Multi-Lateral Force-MLF) katılmayı, Türkiye'nin 1965 Ocak ayında reddetmesidir Red keyfiyeti, Podgorny'nin Ankara'yı ziyareti sırasına rastlamıştı Johnson'ı mektubuna Türkiye, Dışişleri Bakanı Erkin'in Moskova ziyaretinden sonra, ikinci bir cevap vermiş oluyordu Türkiye'nin şekillenmeye başlayan yeni dış politikası da ilk işaretlerini vermeye başlıyordu
Türkiye'de sol akımların ortaya çıkması, Türkiye'nin siyasi hayatında yeni bir durum da doğurmuştur Bu tarihlere gelinceye kadar Türk dış politikası ve bilhassa Türkiye'nin NATO üyeliği, hemen hiç tartışılmayan konulardan biri idi Bilhassa aşırı sol akımların Marksist karakteri, Türkiye'yi Batı'dan koparma amacını güttüğü için, daha başlangıçtan itibaren dış politikaya hücum etmeye ve bilhassa Amerika faktörünü yıpratmaya başlamıştır Bu sebeple, 1965'ten itibaren Türk kamu oyunda en fazla tartışılan konulardan biri de Amerika ile yapılan ikili anlaşmalar olmuştur
NATO kurulduktan sonra, üye ülkelerdeki Amerikan kuvvetlerinin durumunu düzenlemek üzere, üye devletler arasında 1951 Haziranında, "Kuvvetler Statüsü Anlaşması" denen bir anlaşma imzalanmıştı Türkiye NATO'ya katıldıktan sonra, 10 Mart 1954'de bu anlaşmaya o da katılmış ve yine bu çerçeve içerisinde Amerika ile de, 23 Haziran 1954 de, genel mahiyette bir Askeri Kolaylıklar Anlaşması imzalanmıştır Bu anlaşmaya dayanarak, bundan sonra, Amerika ile Türkiye arasında, daha doğrusu Amerikan makamları ile Türk makamları arasında, sayısı 91'i bulan ikili anlaşmalar yapılmıştır İşin garibi, bu anlaşmaların bir kısmının da, Türk ve Amerikan makamları arasında yüzyüze yapılan görüşmelerde ve hatta telefon görüşmelerinde, tesbit edilen anlaşmalar olması idi Kısacası durum bir hayli karışıktı
Bu ikili anlaşmalar esas itibariyle iki konu üzerinde yoğunlaşmıştı
Birincisi, Amerikalılara sağlanan üs ve tesislerdi Bunlar da dört kategori idi: Hava üsleri (Ankara-Esenboğa, İzmir-Çiğli, Adana-İncirlik ve Diyarbakır-Pirinçlik), stratejik füze üsleri, Elektronik komünikasyon tesisleri ve personel ve aileleri için sosyal tesisler
İkinci kısım anlaşmalar, Amerikalı personelin Türkiye'de sahip olacağı yetkiler ve ayrıcalıkları gösteriyordu Zamanla bu ayrıcalıklar o kadar genişletilmiştir ki, bunlar, Türkiye'nin egemenlik haklarına ters düşen kapitülasyon mahiyetini almış ve tatbikatta da, Amerikalı personel ile Türkler arasında sürtüşmelere ve sosyal rahatsızlıklara sebep olmuştur
Sol akımların da tesiriyle kamu oyunda, ikili anlaşmalar konusundaki tartışmalar günden gün yoğunlaşırken, 1965 Ekiminde iktidara gelmiş olan Adalet Partisi hükümetinin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, 6 Ocak 1966'da yaptığı açıklamada, hükümetin ikili anlaşmaları gözden geçirmekte olduğunu bildirmiştir Bundan bir hafta sonra da, 13 Ocak 1966'da Johnson mektubu Türk basınında açıklanmıştır
Türk hükümeti 1966 Nisanında Amerika'ya müracaatla, ikili anlaşmaların yeniden düzenlenmesi gerektiğini bildirmiş ve Amerika da bu teklifi kabul ile 1967 Ocak ayında bu düzenleme için Türk-Amerikan müzakereleri başlamıştır Bu müzakereler ve çalışmalar sonunda 3 Temmuz 1969'da Savunma İşbirliği Anlaşması imzalandı Gizli olan bu anlaşma, 1970 Ocak ayında Büyük Millet Meclisi ile Senato'nun gizli oturumlarında üyelere açıklanmış ve 7 Şubat 1970'de de Başbakan Demirel tarafından yapılan bir basın toplantısında, ancak temel prensipleri hakkında bilgi verilmiştir Bu prensiplerin başında "karşılıklı egemenlik ve eşitlik" prensibi gelmekteydi Tesis ve üslerde Türkiye'nin muvafakati olmadan hiç bir hareket yapılamıyacaktı Üslerin "ortak kullanımı" esastı Türkiye üs ve tesislerde, "tam ve kesin" kontrol ve denetim hakkına sahipti Yetkili Türk makamları gerekli gördükleri her zaman, bu üs ve tesisleri denetleyebileceklerdi Nihayet bu üs ve tesislerin faaliyetleri hiç bir zaman NATO'nun amaçlarının dışına çıkamıyacaktı
Amerikalı personelin görev ve yetkileri konusunda da Türkiye ile Amerika arasında 24 Eylül 1968'de bir anlaşma imzalanarak, yetki ve ayrıcalıkların kullanılışı Türkiye'nin egemenliği ile uyuşur hale getirilmiş ve kontrol altına alınmıştır
1969 Anlaşması, şimdiye kadar çeşitli şekillerde yapılmış olan 91 anlaşmanın yerini alan tek bir anlaşma oluyordu Fakat şurası da bir gerçekti ki, bu anlaşma, Türk-Amerikan münasebetlerinde meydana gelen büyük değişikliğin de bir işareti oluyordu Bu münasebetler artık 1950'lerin münasebetleri değildi Bundan dolayı, Amerika Türk kamu oyunda daha fazla tepkilere sebep olmamak için, Türkiye'deki "görüntü"sünü mümkün olduğu kadar azaltmaya başladı Bu defa, 30000 kadar olan personelin sayısı 7000'e indirildi Amerikalı askerlerin halkın arasında üniforma ile dolaşması önlendi Amerikalı aileler, büyük şehirlerde halkın içinde ikamet etme yerine, ayrı yerlerde toplu olarak yaşamaya başladı
1969 anlaşmasının yapılmasında ve görüntüsünün azaltılmasında 1968 de Türk üniversitelerinde başlayan sol kaynaşmalar ve bunu takip eden ve genellikle Amerikalılara yönelmeye başlayan terör ve anarşi hadiselerinin de büyük rolü olmuştur 1969 Ocak ayında Ankara'daki Amerikan büyükelçisinin arabasının Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde öğrenciler tarafından yakılması bu hadiselerden biridir
1970 ile 1974 yılları arası, Türkiye'nin, hem iç politika ve hem de anarşi ve terör dolayısıyla, iç çalkantılarla dolu olduğu bir dönemdir Onun için, Türk-Amerikan münasebetlerinde göze batan bir hadise veya gelişme olmamıştır Fakat Türkiye'nin iç istikrarsızlığının Amerika için devamlı bir endişe kaynağı olduğu da inkar edilemez
1974 Kıbrıs harekatından sonra, Amerika'nın 1975 Şubatından itibaren tatbike başladığı ve 1978 Eylülüne kadar devam eden ambargo ise, 1969 Savunma İşbirliği Anlaşmasının Türk Amerikan münasebetlerine getirdiği sükunete ağır bir darbe indirmiş ve bu münasebetlerde gayet ciddi sarsıntılara sebep olmuştur Kıbrıs konusundaki açıklamalarımızda da söylediğimiz gibi, ambargo üzerine Türkiye, 3 Temmuz 1969 anlaşmasını yürürlükten kaldırdı ve 25 Temmuz 1975'den itibaren Türkiye'deki bütün Amerikan üs ve tesislerine elkoydu Her ne kadar 26 Mart 1976'da yeni bir anlaşma yapıldı ise de bu anlaşma bir türlü yürürlüğe konamadı ve nihayet 29 Mart 1980'de, 1969 ve 1976 anlaşmalarının yerini alan, üs ve tesisler üzerinde Türkiye'nin egemenlik haklarını tam manasiyle gerçekleştiren, Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması imzalandı
Ambargonun kalktığı 1978 Eylülü ile, Türkiye'de rejim değişikliğinin vukubulduğu 12 Eylül 1980 tarihleri arasında, Türkiye'nin içine düştüğü kargaşa, siyasi istikrarsızlık, anarşi ve terör, belki de Türkiye'den fazla Amerika için korkulu günler olmuştur Zira, anarşi ve teröre genellikle komünist ve Marksist düşüncenin hakim olması bir yana, 1979 Şubatında İran'da Humeyni rejiminin kurulması da, Amerika açısından, Türkiye'de koyu dinci bir hareketin ortaya çıkması endişesini de yaratmıştır 1979 yılının sonunda Sovyetlerin Afganistan'ı işgali de bu duruma eklenince Amerika için ortaya daha da karanlık bir manzara çıkarıyordu Orta Doğu'nun stratejisi alt üst olmuştu Bu yeni stratejik yapı içinde Türkiye'nin ehemmiyeti daha da artmıştı İstikrarlı ve kuvvetli bir Türkiye her zamandan daha fazla Amerika'ya gerekli iken, aksine, İran ve Afganistan'dan sonra Türkiye "düşme" tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştı
Bu sebeplerden Türkiye'de 12 Eylül 1980 hareketi Amerika tarafından memnuniyetle karşılanmıştır Çünkü istikrar Türkiye'ye yeniden geliyordu 1980 Kasımında Amerika'da Başkanlık seçimini Ronald Reagan'ın kazanması ve Reagan'ın dış politikası, Türkiye ile Amerika arasında yeni bir yaklaşma dönemi açmıştır

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk-Sovyet Münasebetleri

Eski 04-26-2009   #5
KRDNZ
Varsayılan

Türk-Sovyet Münasebetleri



Türk-Sovyet Münasebetleri 1960'lar başlarken, Türk-Sovyet münasebetleri, 1950-1960 arasındaki Orta Doğu hadiseleri sırasında zaman zaman vukubulan karşılıklı sertleşmelerin tesiri altında meydana gelen bir soğukluk dönemini yaşamaktadır Her ne kadar Türkiye, 1960 yılının başlarında Sovyetlerle münasebetleri düzeltmek için harekete geçmiş ise de, 27 Mayıs 1960 darbesi ile bu teşebbüs gerçekleşememiştir 27 Mayıs askeri idaresinin başında Sovyet Rusya, bu iktidar değişikliğini ve Amerika'ya çok bağlı olan bir iktidarın düşürülmesini fırsat bilerek Türkiye'ye bir yanaşma teşebbüsünde bulunmuş ise de, askeri idarenin, Türkiye'nin Batı ittifaklarına sadık kalma kararı, Sovyetlerin, umduklarını bulamamalarına sebep olmuştur
1961 Ekim seçimleri ile Türkiye'de demokratik rejim yeniden kurulduktan sonra ve 1964 Kıbrıs buhranlarına kadar olan dönemde, Türk-Sovyet münasebetleri soğukluğundan hiçbir şey kaybetmemekle beraber, iki devlet arasında bazı temaslar olmuştur Fakat bunda, daha ziyade, Türkiye'nin Sovyetlerle gereksiz yere sürtüşmeye girmeme çabası büyük rol oynamıştır
Denebilir ki, 1964 yılı içindeki Kıbrıs gelişmeleri, Türk-Sovyet münasebetlerini yeniden eski havasına sokmuştur Kıbrıs Cumhuriyeti'nin ve Makarios'un bağlantısızlık politikası, Sovyetleri çok hoşnut ettiği ve Doğu Akdeniz stratejisi bakımından işlerine yaradığı için, buhran sırasında daima Makarios'u desteklemişlerdir Türkiye'nin Kıbrıs'a müdahalesinin de daima karşısına çıkmışlardır Çünkü, Sovyetlerin en büyük endişesi, Türkiye'nin adayı kısmen de olsa kontrol altına alması halinde, Kıbrıs'ın bir NATO üssü haline gelmesi ihtimali idi Türkiye'nin antlaşmalardan doğan müdahale hakkı da Sovyetler için bir mana ifade etmiyordu Bundan dolayı da "dışardan müdahale"ye karşı idiler, Türk ve Rum toplumları kendi meselelerini kendileri halletmeliydiler Bunun manası ise, Kıbrıs Türk toplumunun rum toplumunun hakimiyeti altına düşmesini Sovyetlerin kabul ettiği ve hatta istediği idi Böyle bir görüş ise, Türkiye'nin, Türk toplumunun varlığını koruma karar ve politikası ile taban tabana ters düşüyordu
1964 yılında Sovyetler, Kıbrıs hadiselerinin gelişmelerine paralel olarak, Türk hükümetine zaman zaman verdikleri notalarla, "dışardan müdahale"ye yani Türkiye'nin müdahalesine karşı olduklarını bildirmişler ve 8-9 Ağustos 1964 bombardımanında Türkiye'nin bombardımanı hemen durdurmasını istemişlerdir Mamafih, şunu da belirtelim ki, bu notalarda bir uyarı mahiyeti bulunmakla beraber, Sovyetlerin sertlikten kaçınmaya itina ettikleri de gözden kaçmamıştır
5 Haziran 1964 tarihli Johnson mektubu nasıl Türk-Amerikan münasebetlerinde bir dönüm noktası olmuş ve bu münasebetlerde bir yapı değişikliği neticesini vermiş ise, yine bu mektup, Türk-Sovyet münasebetlerini de yeni ve farklı bir gelişme dönemine sokmuştur Burada bazı noktaları belirtmekte yarar görüyoruz Şöyle ki: 1964 yılından itibaren Türk Amerikan ve Türk-Sovyet münasebetlerindeki değişikliğin başlangıcı ve esas faktörü sadece Kıbrıs meselesi değildir Biraz önce de belirttiğimiz gibi, esasında Türkiye'nin Sovyet Rusya ile münasebetlerine daha yumuşak bir mahiyet verme niyet ve teşebbüsleri 1950'lerin sonunda zaten ortaya çıkmaya başlamıştı Türkiye bu sıralarda, Sovyetlerle devamlı gerginliğin mahzurlarını görmeye başlamıştı Çünkü, 1954-1960 arasında Türkiye'nin Orta Doğu ile münasebetleri devamlı bozulurken, Sovyetlerle münasebetleri de gerginlikten gerginliğe atlıyordu Bir halde ki, Türkiye kuzeyden ve güneyden iki baskı arasına giriyordu
Bir diğer nokta da, Türkiye'nin bilhassa 1964'ten itibaren Sovyetlerle münasebetlerini düzeltmeye başlaması, bir çok devletin yaptığı gibi, bir büyük kuvveti diğerine karşı oynamak gibi basit bir politika değildir Bu politikanın sebebi, 1964'de ilk defa bir gerçeğin ortaya çıkmasıdır 1947'den 1964'e kadar geçen 17 yıl içinde Türkiye Amerikaya sadakatle bağlanmış ve NATO'dan fazla Amerika'yı güvenliğinin temel dayanağı yapmıştır Johnson mektubu, bu dayanakta ilk defa bir şüphe yarası açmış ve bir itimad buhranının ilk tohumlarını atmıştır Bu ise Türkiye'ye, kuzey komşusu bir süper-devletle devamlı bir gerginlik içinde olmanın gereksizliğini ve bu münasebetleri, Sovyetlerden karşılık bulduğu sürece, yumuşak bir zemin üzerinde tutmanın yararını göstermiştir
Nihayet, Türk-Sovyet münasebetleri için bir noktayı daha vurgulamak gerekir: 1964'den bu yana, Türk-Sovyet münasebetlerinin en mühim unsuru mütekabiliyet, yani karşılıklılıktır Türk dış politikasının temeli Batı ittifakı olduğu için, mütekabiliyet prensibinin tatbikatı zaman zaman hususi durumlar göstermekle beraber, Sovyetlerle münasebetlerimizde mütekabiliyet en hassas dış politika prensibi olmuştur ve olmak zorundadır Yani, Türkiye Sovyet Rusya ile iyi komşuluk münasebetlerini, bu arzusuna Sovyetlerden yeteri ve gerekli karşılığı bulduğu sürece devam ettirebilme imkanına sahiptir
1950'lerin gerginlik döneminden sonra, Türk-Sovyet münasebetlerinin ilk açılması, Sovyetlerin daveti üzerine, Türkiye Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin'in 30 Ekim-6 Kasım 1964 tarihlerinde Moskova'ya yaptığı ziyaretle olmuştur Bu ziyaretin neticesi, 1964 yılı içindeki Türk-Sovyet münasebetlerine adeta ters düşmüştür 6 Kasımda yayınlanan bildiride, iki husus ağır basmaktaydı: Biri, Türk-Sovyet münasebetlerinin, barış içinde bir arada yaşamanın beş temel prensibine dayandırılması gerektiği idi İkincisi ise, Sovyetlerin, Kıbrıs'a dışardan müdahaleye karşı gelmelerine rağmen, adada iki ayrı milli toplum'un varlığını kabul etmeleri idi Bundan sonraki gelişmelerin göstereceği gibi, Sovyetlerin, içişlerine karışmama gibi, barış içinde bir arada yaşamanın en mühim prensibine ne kadar saygı gösterdikleri çok su götürür Lakin iki hususun varlığı inkar edilemez : Biri Kıbrıs konusunda söylediklerini samimi olması ve bu söylediklerine samimiyetle bağlı kalmaları ve diğeri de, Sovyetlerin de Türkiye ile münasebetlerini yumuşak bir zemin üzerinde yürütme arzularıdır Bu arzunun da bir takım taktik ve diplomatik sebeplere dayandığı söylenebilir Bunu karşılamak ve gerekli politik davranışı almak elbetteki Türkiye'ye düşmektedir Yalnız, Sovyetlerin de Türkiye ile bozuşmak istemedikleri bir gerçektir
Dışişleri Bakanı Erkin'in Moskova ziyaretinden sonra, Türk-Sovyet münasebetlerinin trafiği birdenbire artmıştır Amerika'ya olan küskünlüğümüzden, Sovyetlerin en fazla şekilde yararlanmak istedikleri gözden kaçmamıştır Sovyetler Birliği Yüksek Şura Başkanı Podgorny başkanlığındaki bir Sovyet parlamento heyeti 4-13 Ocak 1965 günlerinde Türkiye'yi ziyaret etmiş ve Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı Gromyko da 21 Ocak'da, Sovyetler Birliği hükümet organı olan Izvestia (Haberler) gazetesine verdiği demeçte, Sovyetler Birliği'nin Enosis'e karşı olduğunu, federal sistemin Kıbrıs için bir çözüm şekli olabileceğini söylemiştir Gromyko'nun bu sözleri bir hafta önce Podgorny'nin söylediklerinden bir adım daha ileri gitmekteydi Çünkü, Podgorny, Ankara'daki konuşmalarında, ne Enosis'ten ve ne de federasyondan söz etmemiştir Gromyko'nun bu demeci Türkiye'de gayet müsbet bir şekilde karşılanırken, Yunanistan'da ve Kıbrıs rumları arasında hoşnutsuzlukla karşılanmıştır Çünkü, çok değil, altı ay öncesine nisbetle, Dışişleri Bakanı Gromyko'nun bu sözleri, Sovyetlerin Kıbrıs politikasının bazı ana unsurlarında mühim değişiklikleri ifade etmekteydi
Sovyet Dışişleri Bakanı Gromyko, 17-22 Mayıs 1965 günlerinde Ankara'yı ziyaret etmek suretiyle, Dışişleri Bakanı Erkin'in 1964 sonbaharındaki ziyaretini iade etmiştir
Bunun arkasından, Sovyetlerin Türkiye'ye karşı bir barış ve dostluk kampanyası başlamıştır Sovyetler Birliği Başbakanı Aleksey Kosigin, 3 Temmuz 1965'de, Ankara'da yayınlanmakta olan haftalık Akis dergisine verdiği demeçte; "Biz politik sahada, ekonomik sahada, kültürel sahada işbirliği yapmalıyız Sovyetler Birliği'nin Türkiye'den hiç bir toprak talebi bulunmadığını size beyan ederim" diyordu
1965 Ekiminde Türkiye'de genel seçimler vardı Sovyetler, bu seçimleri kendi yararlarına kullanmak istediklerinden o sırada Başbakan olan Suat Hayri Ürgüplü'nün, seçimlerden önce Rusya'yı ziyaret etmesini istediler O sırada Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel Başbakan Yardımcısı bulunuyordu Gerek AP, gerek CHP, Başbakan Ürgüplü'nün bu seyahatini desteklediler ve Sovyetlerin oynamak istedikleri oyun neticesiz kaldı Yani Türkiye'nin iç politika hayatında bir bölünme meydana gelmedi Aksine, Başbakan Ürgüplü'nün 9-17 Ağustos 1965 tarihlerinde Sovyet Rusya'ya yaptığı ziyaretten sonra ise, Türk-Sovyet münasebetleri ekonomik alanda da yeni bir gelişme hızı kazanmıştır Zira bu ziyaret sırasında, Sovyetlerin, kredi yoluyla ve bedeli ihraç ürünlerimizle ödenmek üzere, Türkiye'de bir takım sınai tesisler kurmaları hususunda prensip anlaşmasına varılmış ve 1965 Ekiminde iktidara gelen Adalet Partisi hükümeti sırasında yapılan anlaşmalarla da bu tesislerin inşasına geçilmiştir İskenderun demir-çelik sanayi, İzmir'de Aliağa rafinerisi Seydişehir aleminyum kompleksi, gibi tesisler böyledir
Ekonomik münasebetlerin bu gelişmesine paralel olarak siyasi münasebetler de gelişme seyrini muhafaza etmiştir Sovyetler Birliği Başbakanı Kosigin 20-27 Aralık 1966 tarihlerinde Ankara'yı ziyaret ederken, Türkiye Başbakanı Süleyman Demirel de 19-29 Eylül 1967 tarihlerinde Sovyet Rusya'yı ziyaret etmiş ve büyük alaka ile karşılanmıştır Bu karşılıklı ziyaretleri, Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil'in 8-12 Temmuz 1968 tarihlerinde Moskova'yı ve 12-21 Kasım 1969 tarihlerinde de Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın Sovyetler Birliğini ziyaretleri izlemiştir
1970'li yıllarla birlikte Türk-Sovyet münasebetlerindeki bu tatlı hava sona ermeye başlamış ve münasebetler bir durgunluk ve hatta, yeniden soğukluk dönemine girmiştir Zira 1968'de Türkiye'de başlayan sol hareket ve kaynaşmaları giderek anarşi ve teröre dönüşürken, Sovyet kontrolu altında bulunan sosyalist ülkelerin basın ve yayın organları, bir yandan Türkiye'deki rejim aleyhine yayınlar yapmış, bir yandan da anarşi ve terörün kışkırtıcısı olmuşlardır Bir yandan anarşi ve terörün esas itibariyle Marksist karakterde olması, öte yandan bu kışkırtıcı yayınlar, Türk kamuoyunun gözünden kaçmamış ve Sovyet Rusya hakkındaki şüphecilik ve güvensizlik yeniden canlanmaya başlamıştır
Türkiye'nin 1974, Kıbrıs harekatına Sovyet Rusya'nın karşı çıkması ve 23 Ağustos 1974 deklarasyonu ile, Türk askerinin adadan çekilmesini istemesi, Garanti Antlaşmasını geçeriz sayması ve Kıbrıs meselesinin milletlerarası bir konferansta ele alınmasını istemesi; bu atmosferde olmuştur 1963-1964 Kıbrıs buhranında Sovyetler, dışardan müdahaleye, yani Türkiye'nin adaya ayak basmasına karşı gelmişlerdi Şimdi ise, Türkiye adaya ayak bastığı gibi, adanın üçte birini de kontrolu altına almıştı Tabiatiyle bu durum Sovyetlerin hoşlanacağı bir durum değildi Bu sebeple, 1974 Kıbrıs buhranında Türkiye'nin karşısına çıkan devletlerden biri de Sovyet Rusya olmuştur
Sovyetlerin Türkiyeden yüz çevirmesinde, Yunanistandaki gelişmeler de rol oynamıştır Türkiyenin birinci Kıbrıs harekatı üzerine 23 Temmuzda Yunanistanda askeri rejimin işbaşından çekilmesi ve Karamanlis hükümetinin kurulması ve Yunanistan'ın NATO'dan çıkması ve bilhassa bu sonuncu faktör, Sovyetleri çok sevindirmiştir Ve derhal Yunanistan'a yanaşmaya başlamışlardır
Mamafih, Sovyetleri sevindirecek bir ikinci gelişme daha oldu Amerikan silah ambargosunun, Şubat 1975 ile Eylül 1978 arasında, Türk-Amerikan münasebetlerini tahrip etmesi ve ambargonun menfi tesirlerinin 1978'den sonra da devam etmesi, şüphesiz Sovyetleri hoşnut bırakacak bir durumdu Fakat bu durumdan yararlanıp, Türk-Sovyet münasebetlerini yeniden dinamik bir hale getirme imkanını elde edemediler Çünkü, ambargo yılları, aynı zamanda, anarşi ve terörün Türkiyede kol gezdiği ve 49 çeşit Marksist ve komünist kuruluş veya grubun bu anarşi ve terörde rol aldığı bir atmosferde, Türk kamu oyunun Sovyet Rusya'ya bir sempati beslemesi ve Türk hükümetlerinin de Sovyetlerle münasebetleri geliştirmeye teşebbüs etmesi elbetteki mümkün değildi ve bu bir çelişki olurdu
Bundan dolayıdır ki, Amerikan Kongresi 1978 Temmuz sonu ile Ağustos başında, Türkiye'ye tatbik edilmekte olan ambargoyu kaldırmaya karar verdiği zaman, Yunanistan'dan sonra, buna karşı gelen ikinci devlet Sovyet Rusya oldu Sovyet Rusya, Türkiye'nin silahlanmasını ve Türk-Amerikan münasebetlerinin düzelmesinden hiç hoşlanmadığını açığa vurmaktan çekinmedi Moskova, ambargonun kaldırılıp, Türkiye'ye silah verilmesini, barış için bir tehlike ve Doğu Akdeniz ve Ege'de bir dengesizliğin kurulması olarak telakki etmiştir Tabi, Sovyetlerin bu tepkisi Türkiye tarafından hiç de hoş karşılanmadı
12 Eylül 1980 harekatı olduğunda, Türk-Sovyet münasebetleri tam bir durgunluk ve hatta soğukluk içinde bulunuyordu 12 Eylül rejiminin anarşi ve terörü ezmedeki kararlılığı ve başarısı ve ayrıca 1980 Kasım seçimlerinde Amerikada Reagan idaresinin işbaşına gelir gelmez Türkiye ile çok yakın münasebetler kurmaya ehemmiyet vermesi ve faaliyet sarfetmesi, Sovyetleri memnun etmemiştir Fakat 12 Eylül idaresinin, ülkede huzur ve sükunun sağlanmasında mühim adımlar atmasını müteakip dış politikaya daha fazla eğilmeye başlamasiyle birlikte, çok yönlü dış politikaya yönelmesi, Sovyetlerle olan münasebetlerin de yumuşaması neticesini vermiştir 12 Eylül idaresi, Amerika ile olan münasebetleri kuvvetlendirirken, Sovyetlere tamamen sırt çevirme gibi bir yola gitmek istememiştir Bu ise, doğru olan ve gerçekçi bir yoldu

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk-Yunan Münasebetleri

Eski 04-26-2009   #6
KRDNZ
Varsayılan

Türk-Yunan Münasebetleri



Türk-Yunan Münasebetleri 1960-1980 arasındaki Türk-Yunan münasebetlerini, 1974 öncesi ve 1974 sonrası diye iki kısımda ele almak gerekir 1974 öncesindeki münasebetler hemen tamamen Kıbrıs meselesi etrafında dönmüş ve Batı Trakya Türkleri, Ege adalarının silahlandırılması gibi meseleler daha geri planda kalmış iken, 1974 sonrası Türk-Yunan münasebetlerinin meseleleri Kıbrıstan uzaklaşmış ve esas itibariyle Ege Denizi üzerinde yoğunlaşmıştır Bunlar da kıt'a sahanlığı, karasularının genişliği, hava kontrol sahası gibi meselelerdir Keza, Lozan Antlaşmasına aykırı olarak Yunanistanın Ege adalarını silahlandırmış olması da, Türkiye'nin daima üzerinde durduğu ve duracağı bir başka meseledir
1954-1959 arasındaki Kıbrıs meselesi, Türk-Yunan münasebetlerini bir hayli sarsmış ise de, bilhassa NATO'nun aracılığı ile gerçekleştirilen 1959 Londra ve Zürich anlaşmaları ve Kıbrısın bağımsız bir cumhuriyet olarak ortaya çıkışı, havayı tekrar yumuşatmıştır Şüphesiz, bu münasebetler 1954'den önceki şekline dönmüş değildir Fakat, aradaki soğukluk bir hayli ortadan kalkmış ve iki devlet NATO'nun güney-doğu kanadı olarak yeniden bir işbirliği havası içine girmişlerdir
Fakat 1963-1964 Kıbrıs buhranı ile beraber, Türk-Yunan münasebetleri yeniden ve eskisinden daha şiddetli bir gerginlik dönemine girmiştir Bu buhran sırasında Makarios ve Kıbrıs rumlarının insanlık-dışı saldırıları karşısında Yunanistan, bu saldırıların önlenmesi ve krizin yokedilmesi için yardımcı olacağı yerde, aksine bu saldırıların destekçisi olmuştur Çünkü, bu buhran süresince Yunanistanın ümidi, Enosis'in gerçekleşmesi, yani adanın bir bütün olarak Yunanistanın eline geçmesi idi Enosis hayali ile Yunanistan, Türkiye ile dostluğun ve yakın münasebetlerin getirebileceği bütün avantajları bir kenara itivermiştir
1967-1974 arasındaki Yunan cuntası ise, Türk-Yunan münasebetleri konusunda, kendinden önceki sivil hükümetlerden çok daha düşüncesiz çıkmıştır Cunta, kendi siyasi iktidarını Enosis ile perçinlemekten başka bir şey düşünmemiştir Bu yüzden de Türkiye ile münasebetlerini bozmaktan çekinmemiştir Fakat bu politikasında tam bir başarısızlığa uğramıştır 1967 Enosis teşebbüsü sonunda, Kıbrıs'taki 12000 yunan askerini geri çekmek zorunda kaldığı gibi, 1974 Enosis teşebbüsü ise, cuntanın kendi başını yemiştir Ne var ki, 1974 Kıbrıs buhranından Türk-Yunan münasebetleri, bir harabe halinde çıkmış ve Türkiye ile olan münasebetlerindeki yıkıntıları bugüne kadar tamir etmek de mümkün olmamıştır Çünkü bu yıkıntıların üzerine, 1974'den sonra yeni meseleler yığılmıştır Şimdi, yığılmış olan bu meseleleri anahatları ile ele alalım

Ege'de Hava Kontrol Sahası
Ege hava kontrol sahası konusundaki anlaşmazlık, doğrudan doğruya 1974 Kıbrıs buhranının ortaya çıkardığı bir mesele olup, buhran geçtikten sonra, boyutlarını daha da genişletmiştir
Hava kontrol sahası meselesinin iki unsuru vardır Biri, Yunanistanın Ege adaları üzerindeki milli hava sahasının yüksekliği, diğeri de, FIR (Flight İnformation Region) denen, uçakların Ege üzerinde uçarken, hangi kontrol kulesine bağlı olacakları ve uçuş bilgilerini nereye, Atina'ya mı, yoksa İstanbul'a mı verecekleri meselesidir
Lozan Antlaşması Ege'de karasularının genişliğini 3 mil olarak kabul etmiş iken, Yunanistan 1936 yılında karasularını 6 mile çıkarmış ve Türkiye buna itiraz etmemiştir 1964 yılında Türkiye de karasularını 6 mile çıkardı Milletlerarası hukuk kurallarına göre, adalar üzerinde milli hava sahasının yüksekliği de ancak karasularının genişliği kadar olabilirdi Dolayısıyla, Ege adaları üzerinde yunan milli hava sahasının yüksekliği de 6 mili geçemezdi 6 milin üzerindeki hava sahası milletlerarası hava sahası idi Fakat 1974 krizinden sonra Yunanistan Ege adalarının karasuları genişliğini 12 mile çıkarmak suretiyle, milli hava sahasını da 12 mil yüksekliğe ulaştırmak istedi Hem hava sahası ve hem de karasuları bakımından Türkiye'nin çok aleyhine olan bu yunan teşebbüsü Türkiye'nin şiddetli tepkisiyle karşılaştı ve Türkiye Yunanistana, karasularını 12 mile çıkardığı takdirde, bunun bir savaş sebebi (casus belli) olacağını bildirdi Bunun üzerine, Yunanistan, sözünü çok etmesine rağmen, karasularını ve dolayısıyla milli hava sahasını 12 mile çıkarmaya bugüne kadar cesaret edemedi Keza Amerika da, karasularının 6 milden fazla olmasını kabul etmemektedir
FIR meselesine gelince: Milletlerarası Sivil Havacılık Teşkilatının (İnternational Civil Aviation Organization-ICAO), Türkiye ve Yunanistan'ın da katılmasiyle 1952 de yaptığı bölge toplantısında, Ege üzerinde uçan bütün uçakların, uçuş bilgilerini Atina'ya vermesine ve ancak Türk karasularına girerken, bu bilgileri İstanbul'a bildirmesine karar verilmiş ve o zamanki Türk-Yunan münasebetlerinin samimi atmosferi dolayısıyla, Türkiye de buna ses çıkarmamıştı
Yalnız şunu da belirtelim ki, dünyanın neresinde olursa olsun, FIR hatlarının çizilmiş olması, o hava sahası üzerinde o devlete hiçbir şekilde bir egemenlik hakkı doğurmamaktadır Egemenlik hakkı milletlerarası hukuk kurallarına tabidir
1974 krizinde Türk-Yunan münasebetleri bir savaş durumuna gelince, Türkiye ciddi bir mesele ile karşılaştı: 1952 FIR anlaşmasına göre, Ege üzerinden gelen uçaklar, ancak karasularımıza girerken, yani ancak bir-iki dakika önce İstanbula bilgi vereceklerdi Bu ise, Türkiyeyi havadan gelebilecek sürpriz baskınlara karşı savunmasız bırakıyordu Bunun için, Türk hükümeti 6 Ağustos 1974 günü yayınladığı 714 sayılı NOTAM (Notice To All Airmen Bütün Havacılara Tebliğ) ile, Ege hava sahasını kuzey-güney istikametindeki bir çizgi ile ortadan ikiye ayırdı ve bu çizgiye gelen uçakların uçuş bilgilerini İstanbula vermeleri gerektiğini bildirdi Bu ise Türkiyeye, bir sürpriz baskın için 10-15 dakikalık zaman kazandırmaktaydı
Ege Denizini kuzeyden güneye ortadan bir çizgi ile ikiye ayırma prensibinin, kıt'a sahanlığı meselesinde de Türkiye'nin görüşü olduğunu hatırlatalım
Yunan hükümeti 7 Ağustosta yayınladığı 1018 sayılı NOTAM ile, bütün pilotlara, Türkiye'nin 714 sayılı NOTAM'ını gözönüne almamalarını bildirdi ise de, sonra bundan vazgeçti ve 13 Eylül 1974 günü yayınladığı 1157 NOTAM ile, Ege hava sahasının tehlikeli hale gelmesi dolayısıyla, Ege üzerindeki bütün uçuş koridorlarını kapadığını ilan etti Böylece Ege Denizi üzerinde her türlü hava trafiği durmuş oldu
1975 Mayısı sonunda Brüksel'de Türk ve Yunan başbakanlarının buluşmalarından sonra kıt'a sahanlığı konusunda iki taraf uzmanlarının buluşmalarında, hava kontrol sahası meselesi de ele alındı Bu buluşmalar, 1975 Haziranında Ankara'da, 1975 Temmuzunda Atina'da, 1975 Aralık ayında İstanbul'da ve 1976 Ocak ayında da Atina'da yapılmış, fakat bir netice çıkmamıştır Bu buluşmalarda Türk tarafı, Ege hava kontrol sahasının kuzey-güney istikametinde ortadan bölüşülmesi görüşünde idi
1976 Ocak ayındaki toplantıdan sonra, 1976 Temmuz ve Kasım aylarında da görüşmeler devam etti Lakin bir netice alınamadı Çünkü, Türkiye'nin görüşlerini Yunanistan kabul etmedi Halbuki, Yunanistan bu arada, Milletlerarası Sivil Havacılık Teşkilatı kurallarını çiğneyen bir tatbikat içine girmişti Yunanistanın bu keyfi tutumu Türkiyeyi güvenlik bakımından endişelendirmiştir Mesela, Yunanistan, ICAO kurallarına aykırı olarak, Limni adası etrafında ve üzerinde 3000 mil karelik bir hava kontrol sahası tesis etti Bu milletlerarası hukuk kurallarına da aykırı idi Limni adasının 186 mil kare olduğu göz önüne alınırsa, Yunanistanın bu ada üzerinde 3000 mil karelik hava kontrol sahası tesis etmesinin, milletlerarası hukuk kurallarına ne kadar aykırı düştüğü kolaylıkla anlaşılır
Türkiye 1977 Martında, Ege hava sahasının Yunanistanla müşterek kontrolu hususunda bir teklif yaptı ise de, Yunanistan bunu da kabul etmedi ve görüşmeler kesildi
1978 yılının ikinci yarısında, konu bir taraftan yine iki tarafın uzmanları, diğer taraftan iki taraf Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreterleri tarafından ele alındı ise de, bir anlaşma ve uzlaşmaya varmak mümkün olmadı Bir uzlaşma, 1980 yılında ancak NATO vasıtasiyle mümkün olabilmiştir ki, buna biraz aşağıda temas edeceğiz



Karasuları Meselesi
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Lozan Antlaşmasının kabul ettiği 3 millik karasularını, Yunanistan 1936 da ve Türkiye de 1964 de 6 mile çıkarmıştır 6 mil sistemine göre, Türkiye'nin karasuları Ege Denizinde, bütün Ege denizinin % 88'i iken, Yunan karasuları Ege Denizinin % 350'ini işgal ediyordu Milletlearası sular ise, % 562 olup, bu sularda TPAO'ya verilen ruhsat sahası % 163 veya 28126 Km idi
Yunanistan karasularını 12 mile çıkardığı takdirde, Ege Denizinin % 639'u Yunan karasuları, % 83'ü Türk karasuları ve % 261'i de milletlerarası sular, yani açık deniz olacaktı
6 ve 12 mil farkının Yunanistana çok büyük avantaj sağlamasına rağmen, Türk karasuları nisbetinin çok az değişmesinin sebebi, Türk kıyılarına çok yakın şekilde pek çok Ege adasının bulunması ve bu adalar ile Türk kıyıları arasındaki sınırın orta-hat olmasındandır
Diğer taraftan, Ege'de karasuları 12 mile çıkarıldığı takdirde, Ege'nin yarıdan fazlası ve bilhassa İkaria adası ile, Rodos-Girit çizgisi arasındaki kısım tamamen yunan karasularına dahil oluyordu Bunun manası şuydu ki, İstanbul'dan kalkan bir Türk gemisi, Antalya veya İskenderun'a giderken, Ege Denizinin büyük kısmında yunan karasularından geçmek zorunda kalacaktı Kısacası, 12 millik karasuları Ege Denizini bir yunan gölü haline getiriyor ve budenizde Türkiyeye yaşama hakkı tanımıyordu Yunanistanın karasularını 12 mile çıkarması halinde, Türkiye'nin bunu bir savaş sebebi (casus belli) sayacağını, yani sırf bu sebepten Yunanistanla bir savaşı göze alacağını bildirmesinin sebebi budur
Türkiye'nin bu sert tepkisi karşısında Yunanistan, milletlerarası hukuk kurallarına göre 12 mile çıkarma yetkisinin bulunduğunu söylemesine rağmen, bugüne kadar buna cesaret edememiştir Şüphesiz bunda Türkiye'nin kararlı tutumunun büyük rolü vardır Fakat şüphe yok ki, gerek Amerikanın ve gerek Sovyet Rusyanın da 12 mil prensibine karşı çıkması da Türkiye için bir destek olduğu kadar, Yunanistanı gerileten bir faktör olmuştur Bilhassa Sovyet Rusya için, 12 millik karasuları demek, Sovyet donanmasının Ege Denizinden geçmesinin, Yunanistanın müsaade ve lütufkarlığına bağlı olması demektir Dünya denizlerinde at oynatan Sovyetlerin böyle bir durumu kabul etmeleri elbetteki beklenemez
Aynı şey Amerika için de söz konusudur 1936 Monteux Anlaşması ile, belirli şartlar altında da olsa, Amerika Karadenize çıkma imkanına sahip bulunmaktadır Amerikanın Karadenize çıkması için, Ege Denizinden geçmesi gerekmektedir Yunanistanda her zaman Amerikaya dost bir hükümet bulunmayabilir Bu demektir ki, 12 millik karasuları Amerikanın çok geniş bir bölgede hareket serbestisini, bir küçücük Yunanistan engelleyebilecektir Amerikanın böyle bir şeyi kabulü tabiatiyle mümkün değildir
Yani, 12 millik karasuları Ege'de iki süper-devletin menfaatlerine bugünkü şartlarda ters düşmektedir




Kıt'a Sahanlığı Meselesi Türkiye ile Yunanistan arasında kıt'a sahanlığı meselesi, Türk hükümeti tarafından, Ege'nin açık deniz sularında ve "Türkiye'nin kıt'a sahanlığında bulunan" sahalarda 27 bölgede petrol araması yapmak üzere, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığına (TPAO) arama ruhsatı verilmesi ve bu ruhsatın da, haritası ile beraber, 1 Kasım 1973 tarihinde Resmi Gazete'de yayınlanması ile başlar Söz konusu saha Ege denizinde, Semadirek, Limni, Midilli, Aghios, Sakız adaları arasına ve bu adaların karasularının dışına düşmekteydi
Yunan hükümeti 7 Şubat 1974'de Türk hükümetine verdiği notada, söz konusu ruhsatın kapladığı sahaların yunan kıt'a sahanlığına girmesi dolayısıyla, bu arama ruhsatının geçersiz olduğunu bildirdi Türk hükümeti 27 Şubatta verdiği cevapta, Anadolu kıyılarından itibaren denizaltında Batıya doğru uzanan toprakların, Anadolunun Tabi bir uzantısı olması dolayısıyla, Türkiye'nin kıt'a sahanlığını teşkil ettiğini ve dolayısıyla, Türk kıyılarına yakın adaların da Türk kıt'a sahanlığı içinde bulunmaları sebebiyle, bunların kıt'a sahanlığı olamıyacağını bildirdi Kıt'a sahanlığı tartışması böyle başladı Tartışmalarda Yunanistan kendi tezini, 27 Nisan 1958 de Cenevrede imzalanmış olan Kıt'a Sahanlığı Konvansiyonuna dayandırmakta idi Türkiye bu Konvansiyonu imzalamadığı için, kendisini bununla bağlı saymıyor ve Ege kıt'a sahanlığı anlaşmazlığının, milletlearası hukuk kurallarına göre müzakere yoluyla çözümlenmesini, yani Ege Denizinde kıt'a sahanlığı sınırlarının uzlaşma yoluyla çizilmesini teklif etti
Türkiye ile Yunanistan arasında bu karşılıklı nota teatisi yaz aylarında da devam etti Fakat tarafların görüşlerinde hiç bir değişiklik olmadı O kadar ki, Kıbrıs harekatından iki gün önce Türk hükümeti, 18 Temmuz 1974 de, TPAO'ya Ege'de yeni bir arama ruhsatı daha verdi
Kıbrıs harekatı ise münasebetleri daha da gerginleştirdi Türk-Yunan münasebetleri tam bir savaş havası içine girdi Yunanistan, Türk kıyılarına yakın adalara iki tümenlik kuvvet yığdığı gibi, bazı adaların karasularını mayınladi Rodostaki sivil havaalanı askeri uçakların inmesi için ıslah edildi Yunan Ordusu alarma geçirildi Tabi Türkiye de kendi açısından gerekli tedbirleri aldı Türk kıyılarına yakın Ege adaları, Türkiye'ye yapılacak bir yunan saldırısı için bir atlama taşı olabilirdi
Kıt'a sahanlığı konusundaki Türk-Yunan tartışması 1975 yılında da devam etti Bu tartışmalarda, Yunanistan meseleyi Milletlerarası Adalet Divanı'na götürmekte ısrar ederken, Türkiye ise anlaşmazlığı müzakere ve uzlaşma yoluyla halletmek istedi Fakat 19 Mayıs 1975 de Türk ve Yunan Dışişleri Bakanları arasında Roma'da, 31 Mayıs 1975'de Türkiye Başbakanı Demirel ile Yunanistan Başbakanı Karamanlis arasında Brüksel'de yapılan görüşmelerde, meselenin Milletlerarası Adalet Divanına götürülmesi için prensip anlaşmasına varıldı Fakat müracaatı hazırlamak için iki taraf hukukçularının yaptığı tek toplantıda bir netice alınamadı Bunda, Türkiye'nin Divan'a gitmekten vazgeçmesinin de rolü vardır
Milletlerarası Adalet Divanı hikayesi bu şekilde gelişirken, Türk-Yunan münasebetlerine yeni bir gerginlik unsuru girdi Yunanistanın Türk kıyılarına yakın olan Ege adalarını silahlandırması üzerine Türkiye de, İzmir'de, 1975 Temmuzunda, Ege Ordusu denen IV'üncü Ordu'yu kurdu Türkiye'nin bu yeni askeri kuvveti, tamamen NATO'nun dışında ve doğrudan doğruya Türkiye'nin kendi emrinde bir silahlı kuvvetti Bundan sonra Ege Ordusu'nun varlığı, Yunanistanın korkulu rüyası ve aynı zamanda da devamlı şikayet konusu olacaktır
1976 Şubatında, bir yeni gerginlik unsuru daha ortaya çıktı Türkiye Ege'deki kıt'a sahanlığı haklarını korumada ne kadar kararlı olduğunu göstermek için, Hora adlı araştırma gemisini (sonradan adı Sismik-I olmuştur) hazırlamaya başladı Bunun üzerine Yunanistan Hora'nın Ege'ye çıkışını önlemek için, Türkiye nezdinde çeşitli teşebbüslerde bulunarak, "Yunan kıt'a sahanlığına" girdiği takdirde Hora'nın "tehlikeli bir durum" yaratacağını bildirdi Türkiye'nin cevabı ise, Yunanistan Hora'nın faaliyetine müdahale ettiği takdirde, sert bir karşılık göreceği idi
Sismik-I, 6 Ağustos 1976 günü Çanakkale'den ayrılarak, Türkiye ile Yunanistan arasında kıt'a sahanlığı anlaşmazlığına konu olan sulara girdi Her iki tarafta da hava tam bir gerginlik içindeydi Bir savaş havası Ege denizi üzerinde dolaşmaktaydı Fakat her iki taraf da, bir yerde durmasını bildiler Yunan savaş gemileri Sismik-I'i adım adım takip ettiler Fakat Sismik-I Türk savaş gemilerinin himayesinde idi Sismik-I araştırmalarını yaptıktan sonra 10 Ağustos 1976 günü Çanakkaleye döndü
Yunan hükümeti, Sismik-I Ege'ye çıkınca Türk hükümetini protesto etmekle beraber, Türkiye'den de gereken cevabı aldı Türk hükümeti kararlılığında en küçük bir gerileme göstermedi
Bunun üzerine Yunanistan iki yola başvurdu Birincisi, BM Güvenlik Konseyine başvurarak, Türkiye'nin, Ege'deki yunan kıt'a sahanlığı üzerindeki haklarını ihlal etmek suretiyle, barış ve güvenliği tehlikeli şekilde tehdit ettiğini ileri sürdü Güvenlik Konseyi 12 Ağustosta yaptığı müzakereler sonunda, kıt'a sahanlığı meselesinin esasına girmeksizin, tarafları, ikili müzakereleri kolaylaştırmak için, gerginliği arttırıcı hareketlerden kaçınmak hususunda her türlü gayreti harcamalarını ve ikili müzakerelere başlamalarını tavsiye eden bir karar aldı Şüphesiz, bu karar Yunanistanın beklediği karar değildi
Yunanistan, ikinci olarak, 10 Ağustos 1976'da da Milletlerarası Adalet Divanı'na başvurdu ve ilk önce, Sismik-I gemisinin yunan kıt'a sahanlığına girmesinin "tamiri mümkün olmayan zararlar"a sebep olması dolayısıyla, Türkiye'nin bu faaliyetinin önlenmesini istedi Divan ise, hemen verdiği kararda, Sismik-I'in faaliyetinin "tamir edilmez bir zarar"a sebep olmadığı gerekçesi ile, Yunanistan'ın isteğini reddetti Aradan iki buçuk yıl geçtikten sonra da Milletlerarası Adalet Divanı, 1979 Ocak ayında verdiği kararda, kendisini, Türk-Yunan kıt'a sahanlığı anlaşmazlığına bakmaya yetkili olmadığına karar vererek, Yunanistan'ın 10 Ağustos 1976 tarihli müracaatını reddetti
Mamafih, Güvenlik Konseyinin kararından sonra her iki tarafa da bir yumuşama gelmiştir Türkiye'nin 1974 Temmuz ve Ağustosundaki Kıbrıs harekatından sonra, 1976 Ağustosu başında Sismik-I'in Ege'ye açılması ile Türkiye ve Yunanistan ikinci defa savaşın eşiğine kadar gelmişlerdi Bu sebeple, iki taraf uzmanlarının İsviçrenin başkenti Bern'de yaptıkları on günlük müzakerelerden sonra, 11 Kasım 1976 da, Bern Deklarasyonu denen 10 maddelik bir belge imzalandı Bu belge 20 Kasımda Ankara ve Atina'da açıklandı
Bern Deklarasyonu, kıt'a sahanlığının, iki taraf arasındaki sınırlarının çizilmesi müzakerelerinde, her iki tarafca da uyulacak esasları tesbit ediyordu Buna göre, müzakereler samimiyet, iyi niyet ile ve ayrıntılı bir şekilde yürütülecekti Keza, müzakereler gayet gizli tutulacak ve hiç bir şekilde basına açıklanmayacaktı Taraflar, müzakereler boyunca, Ege'de kıt'a sahanlığı konusunda hiç bir faaliyette bulunmayacaklardı Yine, taraflar, ikili münasebetlerinde, diğer tarafı küçültücü her türlü hareketten kaçınacaklardı
Böylece, Türkiye ve Yunanistan, Ege'de kıt'a sahanlığı meselesine bir çözüm bulununcaya kadar, kıt'a sahanlığı konusundaki faaliyetlerine bir moratoryum getirmiş oluyorlardı ki, doğrusu bu moratoryum bugüne kadar devam etmiştir
Kıt'a sahanlığı konusundaki müzakerelere gelince: Bundan da hiç bir şey çıkmamıştır Mesele şu anda donmuş bir şekildedir
Konuyu kapatmadan önce şunu belirtelim ki, Ege kıt'a sahanlığı bir bütün olarak Ege meselesinin can damarını teşkil etmektedir Zira, taraflardan birinin görüşünün kabul edilmesi halinde, Ege'deki bütün meselelerin yapısı değişecektir Mesela, yunan görüşü kabul edilir de, Türk kıyılarına yakın Ege adalarına da kıt'a sahanlığı verilecek olursa, Ege'nin çok büyük bir kısmı Yunanistanın kontrolu altına girecek demektir Bu ise, aynı zamanda Ege hava sahasının da Yunanistan lehine genişlemesine kadar gidebilir Keza, Yunanistanın Ege'deki kara sularının 12 mile çıkarılmasına da dayanak teşkil edebilir
Buna karşılık, Türkiye'nin razı olduğu gibi, kıt'a sahanlığı açısından Ege Denizi, kuzey-güney istikametinde ortadan ikiye ayırılırsa, bu durumda Türkiye'nin Ege'nin yarısı üzerinde kontrol kuracağı ve bu bakımdan da Türkiye kıyılarına yakın Ege adalarınında farklı bir hava ve deniz statüsü içine gireceği açıktır

Alıntı Yaparak Cevapla

Türkiye ve Orta Doğu

Eski 04-26-2009   #7
KRDNZ
Varsayılan

Türkiye ve Orta Doğu



Türkiye ve Orta Doğu
Türkiye'nin Orta Doğu ülkeleri ile münasebetlerinde; birbirinden farklı üç dönem vardır: Birinci dönem, 1950-1960 arası, ikinci dönem 1963-1964 Kıbrıs buhranından 1973 Petrol Krizine kadar olan dönem ve üçüncüsü de 1973'den sonraki dönemdir
1955-1959 arasında Orta Doğu bölgesindeki Doğu-Batı çatışmalarında gördüğümüz gibi, bu dönemde Türkiye de Orta Doğu ülkeleri ile bir çatışma, içinde olmuştur Bunun da sebebi, soğuk savaş yılları olan bu dönemde Türkiye Sovyet tehdidini ağır bir şekilde üzerinde hissetmiş, bunun için NATO'ya girmiş ve Sovyet Rusya'nın Orta Doğuya sızmak istemesi ve Arap ülkelerinin de bu sızmayı kolaylaştırıcı davranışlarda bulunmaları, Türkiye'yi ürkütmüştür Başka bir deyişle, Türkiye bu dönemde Batı'ya dayanırken, Orta Doğu ülkeleri Batı ile çatışma içinde olmuşlardır Bu farklılık, Türkiye'nin Arap ülkeleri ile bir diyaloğa sahip olmasını önlemiştir
1963-1964 Kıbrıs buhranından 1973 petrol krizine kadar olan dönem ise, Türkiye'nin Orta Doğuya ve Arap ülkelerine yaklaşma politikasına ağırlık verdiği ve 1973 petrol krizinden günümüze kadar olan süre ise, Arap dünyasının Türkiye'nin global dış politikasında temel unsur olarak yer aldığı bir dönemdir Bu dönemde, Türk dış politikası, bir yanda Batı ittifakına dayanırken, öte yandan da, Batı ittifakı ile olan münasebetlerini, Orta Doğu politikası ile uyumlu halde tutmaya bilhassa itina göstermiştir
Diğer taraftan, Türkiye ile Orta Doğu arasındaki münasebetlerde her iki taraf açısından da bazı konular veya meseleler, bu münasebetler üzerinde müessir olmuş ve bu münasebetlere şekil vermiştir Türkiye açısından, söz konusu konular, Türkiye'nin NATO üyeliği, Kıbrıs meselesi ve petroldür Arap dünyası için de, bilhassa Türkiye ile münasebetlerinde, İsrail meselesi ve İslamiyet, mühim faktörler olmuştur
1963-1964 Kıbrıs buhranı, nasıl Türkiye'nin Amerika ve Sovyet Rusya ile münasebetlerinde büyük değişiklikler yapmış ise, Türkiyenin Arap Orta Doğusu ile münasebetlerinde de bir dönüm noktası olmuştur Çünkü, 1965 yılı Aralık ayında BM Genel Kurulunda Kıbrıs meselesi müzakere edilirken, Türkiye bilhassa Arap ülkeleri karşısındaki yanlızlığını açık bir şekilde görmüştür Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyetine hiç bir şekilde müdahale edilemiyeceğini belirten ve dolayısıyla Türkiye'ye karşı olan, Genel Kurulun 17 Aralık 1965 günlü kararına, ancak 6 devlet oy vermiş, 14 Arap ülkesi ise Türkiye'nin aleyhine olan bu kararı desteklemiştir Bu durum Türkiye'ye, Arap dünyası ile münasebetlerinde ne kadar zayıf kalmış olduğunu gösteriyordu
1965 Ekimindeki genel seçimlerde Adalet Partisi tek başına iktidara gelmişti
AP iktidarı Arap ve Müslüman ülkelerle yakın münasebetler kurmaya ehemmiyet vermiş ve yeni iktidarın hükümet programında, "Arap memleketleri, meşru davalarında Türkiye'nin anlayış ve desteğine güvenebilirler" denilmişti Burada meşru dava ile kasdedilen İsrail meselesi idi ve Türkiye ilk defa İsrail meselesinde Araplara taviz vermenin ilk işaretini veriyordu
BM Genel Kurulunun sözünü ettiğimiz kararı, yeni iktidarın bu atmosferi içinde ortaya çıkıyordu Bu sebeple, bu karar dahi yeni Türk hükümetine, Orta Doğu politikasına ağırlık verme zaruretini göstermekteydi
Bu sırada ortaya çıkan bir başka faktör de, Türkiyenin Orta Doğuya açılmasını kolaylaştırıcı bir mahiyet almıştır Şimdiye kadar Türkiye'nin Orta Doğu ile münasebetlerinin engelleyici bir unsuru Türkiye'nin Amerika ile yakın bağlara sahip olmasına karşılık, bilhassa Arap ülkelerinin, İsraili desteklemesi dolayısıyla, Amerika'ya sempati duymaması idi 1964 Kıbrıs krizi ise, görüldüğü üzere, Türkiye'nin Amerika ile münasebetlerine de bir darbe indirmiş ve Türk-Amerikan münasebetleri eski şeklini bir hayli kaybetmişti Bu durumun, Türkiye'nin güneye açılmasında müsait bir unsur teşkil etmesi gerekirdi
Mamafih, Türkiye'nin Orta Doğuya açılması kolay olmadı Zira bu yıllarda Orta Doğu üzerinde en fazla müessir olan faktör Nasır faktörüdür Başkan Nasır Bağdat Paktını bir türlü unutamadığı gibi, aynen 1955 Bağdat Paktında yaptığı üzere, Türkiye'nin Orta Doğuya yaklaşma teşebbüslerini daima şüphe ve endişe ile karşılamıştır Türkiye'nin Orta Doğuda değil bir nüfuza, en küçük bir tesire dahi sahip olması, Nasır'ın hoşlanamıyacağı bir durumdu
Türkiye Orta Doğuya açılma hususundaki politikasının ilk tatbikatını, 1967 Arap-İsrail savaşı ile yaptı Daha savaş başlar başlamaz Türk hükümeti, Amerikanın İsraile yardım ederken Türkiye'deki üsleri kullanmasını engellemek için, bu üslerin Araplara karşı kullanılamıyacağını açıkladı Bunun arkasından Türkiye, İsraile karşı savaşan Mısır, Ürdün ve Suriye'ye yiyecek ve giyecek malzemesi göndermiştir Mesela 250 ton şeker, 200 ton pirinç, 10000 çift kundura, 250000 paket sigara, 5 ton çay, vs bunlar arasında idi
Bunun yanında Türkiye, Birleşmiş Milletlerde yapılan müzakere ve çalışmalarda da daima Arap ülkelerini desteklemiş ve Arap ülkelerinin lehine olan karar tasarılarında onlarla birlikte oy vermiştir Yine bu çerçeve içinde Türkiye, İsrailin işgal ettiği topraklardan çekilmesi tezini, daha savaş devam ederken savunmaya başlamıştır Savaşın son günü olan 10 Haziranda verdiği demeçte, Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, "Kuvvet istimali suretiyle arazi kazancı sağlanması veya pozisyon takviyesi yolu gidilmesine karşıyız" diyordu Bu sözler ve bu sözlerle ortaya konan prensip, 1967 yılından bugüne kadar, bütün Türk hükümetlerinin, Arap-İsrail meselesinde takip ettikleri politikanın temel prensibi olarak devam etmiştir
Türkiye'nin bu görüşü, ifadesini, 22 Kasım 1967 tarihli ve 242 sayılı Güvenlik Konseyi kararında bulacaktır Bundan sonra Türkiye 242 sayılı kararı bütün unsurları ile destekleyecektir Yani, İsrailin işgal ettiği topraklardan çekilmesini isterken, aynı zamanda İsrailin güvenlikli ve kabul edilmiş sınırlara sahip olma hakkını da tanıyacaktır Fakat 1970'lerin sonlarına doğru, Türkiye bu ikinci noktayı daha geri plana itip, Filistinlilerin bağımsız devlet kurma haklarına doğru bir kayma yapacaktır
Türkiye 1967 savaşındaki bu tutumu ile bütün Arap dünyasında sempati toplamış ve bu davranışı "iftihar edilecek bir tutum" olarak değerlendirilmiştir
Türkiye'nin sadece Orta Doğuya değil, daha geniş bir şekilde İslam dünyasına yaklaşmasına imkan veren ikinci gelişme, Kudüs'te 21 Ağustos 1969 da vukubulan Mescid-i Aksa yangını ve bu hadise üzerine toplanan İslam Zirve Konferansı'dır
Mescid-i Aksa yangını üzerine Türkiye büyük tepki göstermiş ve İslam dünyasının yanında yer aldığını Başbakan Demirel'in ağzından ilan etmiştir 22-25 Eylül 1969 günlerinde, Fas'ın başkenti Rabat'da yapılan İslam Zirve Konferansına da Türkiye, Dışişleri Bakanı Çağlayangil ile katılmıştır
Türkiye'nin İslam Zirvesine katılması ile, dış politikasında yeni bir boyut daha ortaya çıkıyordu Bu da, Arap dünyasının ötesinde, İslam dünyası ile organize bir bağ kurmasıydı İslam dünyası ile bağ kurması ile Türkiye, İsrail politikasının ötesinde, Arap dünyası ile münasebetlerini bir de İslam Konferansları çerçevesinde de güçlendirmiş olmaktaydı
Bununla beraber, burada bir noktayı belirtmek gerekir Türkiye, Afganistanın Sovyet Rusya tarafından işgali üzerine 25-27 Ocak 1981 de yapılan Taif Zirvesi'ne kadar, İslam Konferanslarına daima Dışişleri Bakanı ile katılmıştır 1975 Mayısında İstanbul'da toplanan konferans ise, zirve olmayıp, Dışişleri Bakanları konferansı idi
Türkiyenin İslam Zirve'lerine sadece dışişleri bakanı seviyesinde katılmasının sebebi, kamu oyundan ve muhalefetten gelen bazı tepkilerdir Bu tepkilerde, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın laiklik ilkesini kabul etmesi sebebiyle, Türkiye'nin dini mahiyetteki toplantılara katılamıyacağı ileri sürülmüştür AP hükümetleri de meseleyi büyütmemek için, İslam Konferanslarına yüksek seviyede katılmaktan kaçınmışlardır Tabi Türkiye'nin bu davranışı bilhassa Orta Doğunun Arap ülkelerinde hoş karşılanmamıştır Türkiye'nin laiklik prensibinin, Arap ve İslam dünyasında çok yanlış anlaşılmasına sebep olmuştur
1980 yılı sonundan itibaren Türkiye'nin Arap dünyası ve Orta Doğu ile münasebetleri yeni bir hız ve gelişme kaydetmeye başlayınca, 25-27 Ocak 1981 de Taif'de yapılan İslam Zirvesine Türkiye, ilk defa Başbakan seviyesinde, Başbakan Bülend Ulusu ile katılmıştır
1969'dan, dördüncü Arap-İsrail savaşının vukubulduğu 1973 yılına kadar geçen sürede Türkiye'nin aktif bir Orta Doğu politikası olmamıştır Zira, 1968 yılında başlayan üniversite hadiseleri ve bunun arkasından gelen anarşi ve terör Türkiye'yi, denebilir ki, 1980 Eylülüne kadar sürecek çalkantılar içine itecektir
Bununla beraber, Türkiye'nin 1967'den itibaren olgunlaştırdığı ve şekil verdiği ve Arap dünyasına dönük dış politikasının mahiyet ve muhtevasında herhangi bir değişiklik meydana gelmemiştir 1973 Ekimindeki Arap-İsrail savaşı karşısında da Türkiye, İsrailin 1967 de işgal ettiği topraklardan çekilmesi gereğini ileri sürmüştür Yalnız 1973 den itibaren Türkiye'nin bu konudaki politikasında da, bir mühim değişiklik göze çarpmıştır 1967 savaşından ve bilhassa Güvenlik Konseyinin 242 sayılı kararından sonra Türkiye, kararın iki temel unsuruna aynı derece ehemmiyet vermiştir Bu da, hem İsrailin işgal ettiği topraklardan çekilmesi ve hem de İsrailin güvenlikli ve kabul edilmiş sınırlara sahip olması gerektiğinin kabulü idi Fakat, 1973'den sonra ve bilhassa petrol krizi ortaya çıktıktan sonra, Türkiye'nin, esas itibariyle, İsrailin işgal ettiği topraklardan çekilmesinde daha fazla ısrar etmeye başladığı görülmüştür
Keza, 1973 Arap-İsrail savaşının Türkiye'nin Orta-Doğu politikasında meydana getirdiği bir diğer değişiklik de, Filistin meselesindeki tutumudur Türkiye başlangıçta Filistin meselesinde, "Filistin halkının meşru hakları" kavramına bağlı kalmış, fakat bağımsız bir Filistin devletinin kuruluşu üzerinde fazla durmamıştır Zamanla Türkiye'nin bu meseledeki tutumu da değişmeye başlamış, ve Filistinlilerin devlet kurma hakları Türkiye tarafından da kabul edilmiştir
1973 Arap-İsrail savaşının yarattığı petrol krizi, Türkiye'yi Orta Doğu ülkelerine daha fazla yaklaştırmıştır Bunun da iki sebebi vardır: Birincisi, 1973'ten sonra ham petrol fiyatlarının hızla artması, Türkiye'yi kredili petrol alımı meselesiyle karşı karşıya bırakmıştır Çünkü, 1972 yılında 300 milyon dolar kadar olan Türkiye'nin ham petrol faturası, bir kaç yıl sonra bir-kaç milyar dolara çıkınca, Türkiye'nin ihracatı ve döviz girdileri bu faturayı karşılayamaz olmuştur Buna paralel olarak, bilhassa 1977'den itibaren enflasyon nisbeti hızla yükselmeye başlayınca, Türkiye petrol üreticisi Arap ülkelerinden kredi ile petrol almak zorunda kalmıştır Bu ise Türkiye'yi, Orta Doğu politikasında Araplar tarafına daha da fazla kaymaya zorlamıştır
İkinci bir sebep ise, yine petrol faturasını karşılamak için, Türkiye'nin Arap ülkelerine ihracatını arttırma çabası içine girmesidir Bu ülkelerle ticari münasebetlerin geliştirilmesi ve ihracatın arttırılması ise, her şeyden önce, siyasi münasebetlerin geliştirilmesini zaruri kılmakta idi Bilhassa gıda maddeleri ve tüketim maddeleri ihracatınarttırmak için Türkiye Orta Doğu pazarına girmek zorunda idi İşte bu atmosferdedir ki, 1978 Eylülünde imzalanan ve bütün Arap dünyasında tepkilerle karşılanan Camp David anlaşmalarını Türkiye de reddetmiştir
Bundan sonra, İsrailin Arap ülkelerine karşı yaptığı her hareket Türkiye tarafından tepki ile karşılanacaktır Fakat, Türkiye'nin bu şekildeki politikasının Arap ülkelerini tamamen tatmin ettiğini söylemek de mümkün değildir Zira, Türkiye'nin bir yandan NATO üyesi oluşu, öte yandan İsrail ile diplomatik münasebetlerini kesmemiş bulunması, Arap ülkeleri için tenkit veya tatminsizlik sebebi olmuştur Halbuki Batı ittifakı Türkiye'nin varlığının ve güvenliğinin hayati bir unsuru idi ve Türkiye'nin bu konuda taviz vermesi tabiatiyle söz konusu olamazdı
İsrail ile diplomatik münasebetler meselesine gelince: Bu da Türkiye için hayati bir unsur olan, Amerika ile münasebetlerinin bir parçası idi ve Türkiye'nin bu konudaki manipülasyon imkanları da sınırlı idi
Buna rağmen Türkiye, biraz önce belirttiğimiz üzere, İsrailin Araplar aleyhine giriştiği her harekete tepki göstermiştir Mesela İsrail 1980 Temmuzunda Doğu Kudüs'ü de Batı Kudüs'e ilhak edip, kutsal Kudüs şehrini "ebedi ve değişmez başkent" yaptığı zaman, Türkiye bu ilhakı tanımadığını açıkça ilan etmiş ve İsrail hükümetinin Tel-Aviv'deki yabancı elçiliklerin Kudüs'e taşınmasını istediği zaman da Türkiye bunu da reddetmiştir
12 Eylül 1980'den itibaren Türkiye'nin Orta Doğu politikası yeni bir dinamizm kazanmış ve 12 Eylül idaresinin yeni ve dinamik bir Arap politikası takip edeceği görülmüştür Zira, 12 Eylül harekatından iki buçuk ay sonra Türkiye, 26 Kasım 1980 de, İsrail ile diplomatik münasebetlerimizi ikinci katip seviyesine indirme kararı almıştır 1956 Arap-İsrail savaşından beri, yani 24 yıldır, Türk-İsrail münasebetleri maslahatgüzarlar seviyesinde yürütülmekteydi Türkiye 1956 da, İsrailin Mısıra saldırısı üzerine büyükelçisini geri çekmiş ve diplomatik temsilini maslahatgüzar seviyesine indirmişti Şimdi ikinci katip seviyesine indirmekle Türkiye, gayet ehemmiyetli bir harekette bulunmuş olmaktaydı Bu jestin ve bu hareketin muhatabı şüphesiz Arap ülkeleri idi
14 Aralık 1981 de İsrail parlementosu Golan Tepelerini ilhak kararı aldığı zaman da Türkiye bunu protesto etmiş ve bu ilhakı da tanımamıştır
Türkiye'nin Orta Doğu politikasının son bir karakteristiği de, İran'da Şahın devrilmesinden sonra, Amerikanın 1979 Nisanından itibaren olgunlaştırmaya başladığı ve Türkiye'ye de yer vermek istediği Hızlı İntikal Kuvveti (Rapid Deployment Force) veya Orta Doğu Çevik Kuvveti karşısında aldığı tutumdur Şu anda Türkiye Amerika ile münasebetlerine büyük ehemmiyetvermesine ve Türk-Amerikan münasebetlerinin devamlı ve hızlı bir gelişme içinde olmasına rağmen, Türkiye Çevik Kuvvet'e doğrudan doğruya bulaşmamaya ve gerek Amerika ve gerek NATO ile olan münasebetlerinin, Orta Doğu ülkeleri ile olan münasebetlerine herhangi bir şekilde gölge düşürmemesine büyük dikkat sarfetmektedir
Bu dikkatli politikanın bazı iyi neticeler verdiği söylenebilir 1981 Ocak ayındaki İslam zirvesinde, Türkiye Başbakanının, Irak ile İran arasında arabuluculuk yapmak üzere teşkil olunan heyete dahil edilmesi, Türkiye-Suudi Arabistan münasebetlerinin ve hatta Türkiye'nin Körfez üikeleri ile ekonomik ve ticari münasebetlerinin bir hayli gelişmiş olması, birbirleriyle savaşmakta olmalarına rağmen, gerek Irak'ın, gerek İran'ın, Türkiye ile olan ekonomik ve ticari münasebetlerini arttırmakta bulunmaları, Türkiye'nin Orta Doğu'daki imajının eskisine nisbetle, bir hayli yükselmiş olduğunu göstermektedir
Bununla beraber, Türkiye'nin elde ettiği bu neticenin, vermiş olduğu tavizlere gerçekten denk düşüp düşmediği de tartışılabilir Bugün, Irakla yaptığı savaşı durdurmak için İran'a 50 milyar dolar teklif eden bazı Arap ülkelerinin, Türkiye'nin en sıkıntılı günlerinde birkaç yüz milyon doları vermekte ne kadar tereddüt ettiğini hatıra getirince, üzülmemek mümkün değildir

Alıntı Yaparak Cevapla

Yunanistan'ın NATO'ya Dönmesi

Eski 04-26-2009   #8
KRDNZ
Varsayılan

Yunanistan'ın NATO'ya Dönmesi



Yunanistan'ın NATO'ya DönmesiYunanistan 1977 Haziranında NATO'ya müracaat ederek, ittifakın askeri kanadı ile tekrar bağ kurmak istediğini bildirmiş ve bunun için gösterdiği sebep de, Türkiye tehlikesi olmuştur Yunanistan'ın teklifine göre, İzmir'deki NATO karargahına dönmeyecek, fakat kuzey Yunanistanda Larissa'da, yunan komutası altında ayrı bir NATO karargahı kurulacaktı Ege Denizindeki hava harekat sorumluluğu, yani hava kontrol sahası, 1974'den önce olduğu gibi Yunanistan'a ait olacaktı
NATO Başkomutanı Haig ile Yunan Genel Kurmay Başkanı Davos arasında yapılan müzakereler sonunda, 1978 Şubatında, aşağı yukarı yunan görüşlerine uygun bir anlaşma yapıldı Bu anlaşma diğer NATO üyeleri tarafından kabul edilmekle beraber, Türkiye tarafından reddedildi Yani Yunanistan'ın NATO'ya dönmesini Türkiye veto etti Çünkü, Türkiye Ege hava kontrol sahası statüsünün 1974'den önceki şekline dönüştürülmesini kabul etmeyip, eski görüşünde olduğu gibi, kontrol sahasının Türkiye ile Yunanistan arasında bölüşülmesini istedi
NATO Başkomutanı General Haig, Türk Genel Kurmayı ile yaptığı temaslardan sonra, yeni bir anlaşma taslağı hazırladı Mahiyeti açıklanmayan bu plan, yunan basınında yapılan tenkitlerden anlaşıldığına göre, şu ana noktalara dayanıyordu: Yunanistan'ın doğu kıyılarında bulunan adaların hava sahasının kontrolu Yunanistan'a verilecek ve fakat Ege'nin diğer kısımlarının hava sahasının kontrolu ise, NATO komutanlığına verilecekti Nihayet, Ege Denizinin, Yunanistan'ın savunması için hayati olan kısımları da, NATO'nun özel koruması altına alınacaktı
1979 Mayısında yapılan bu teklifler Yunanistan tarafından reddedildi 1979 Haziranında NATO Başkomutanlığına General Rogers geldi General Rogers, Rogers Planı adını alan yeni bir anlaşma taslağı hazırladı ve taraflara verdi Muhtevası açıklanmayan bu plan, tabiatiyle taraflar arasında yeniden müzakerelere konu oldu Bununla beraber, Rogers Planı ile, Türkiye Ege hava sahasının kuzey-güney istikametinde ortadan ikiye ayrılması isteğinden ve Yunanistan da 1974 öncesi statünün tekrar ve aynen ihdasından vazgeçiyordu
Nitekim Türk Genelkurmayı 22 Şubat 1980'de yaptığı bir açıklama ile, 4 Ağustos 1974 tarihli ve 714 sayılı NOTAM'ın kaldırıldığını bildirdi Yani, Türkiye Ege hava sahasının ikiye bölünmüşlüğünü ortadan kaldırıyordu Bu açıklamanın ertesi günü Yunanistan da, kendisinin 13 Eylül 1974 tarihli ve 1157 sayılı NOTAM'ını kaldırdığını açıkladı Böylece Ege Denizi tekrar sivil hava trafiğine açılmış oldu
Rogers Planı'nın her iki tarafca kabulü ve Türkiye'nin vetosunu geri çekmesi üzerine Yunanistan, 20 Ekim 1980 tarihinde NATO'nun askeri kanadına tekrar döndü
Yunanistan'ın tekrar NATO'ya dönmesi ve Ege hava kontrol sahası meselesinin Rogers Planı ve çözümü ile, Türk-Yunan münasebetlerinin bir detant, bir yumuşama havası içine girmesi gerekirdi Fakat böyle olmadı 18 Ekim 1981 genel seçimlerinde Yunanistan'da Pan-Helenik Sosyalist Partisi'nin (PASOK) iktidara gelmesi ve Papandreou'nun başbakanlığı ile birlikte, Türk-Yunan münasebetleri yeni bir gerginlik dönemine girecektir

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.