Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Psikoloji / Sosyoloji / Felsefe

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
filozoflar, hakkında, hakında, şey

Filozoflar / Filozoflar Hakında / Filozoflar Hakkında He Şey

Eski 07-30-2012   #121
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Filozoflar / Filozoflar Hakında / Filozoflar Hakkında He Şey



Platon

MÖ 427-347 yılları arasında yaşamış olan ve düşünce tarihinin tanıdığı ilk ve en büyük sistemin kurucusu olan ünlü Yuna filozofu Temeller: Sisteminde, Sofistlerin Yunan toplumu üzerindeki olumsuz etkileriyle savaşmaya çalismis olan Platon, işe öncelikle bilgi konusuyla başlamış ve mutlak ve kesin bir bilginin var olduğu konusunda tümüyle dogmatist bir tavır sergilemiştir Ona göre, değişen hiçbir şekilde bilinemeyeceği için, insan zihninden bağımsız olan, değişmez bir varlık olmalıdır Mutlak ve kesin bir bilgiye erişmek ve bu bilgiyi başkalarına aktarmak durumundaysak eğer, Platon'a göre, dünyada sabit, kalıcı ve değişmez olan birtakım varlıklar olmalıdır O bu değişmez, sabit ve kalıcı varlıklara İdealar adını verir Öyleyse, Platon'a göre, bilgi tikel olanın ve değişenin beş duyu yoluyla kazanılmış empirik bilgisi değil de, değişmez ve tümel olanın akıl yoluyla kazanılan ezeli-ebedi bilgisidir

Metafiziği: İdealar yalnızca bilginin nesneleri olmakla kalmazlar, onlar aynı zamanda gerçekliği oluşturan varlık kategorisini meydana getiren temel varlıklardır Başka bir deyişle, Platon, 'Gerçekliğin ne olduğu', 'Neyin gerçekten var olduğu' şeklindeki temel metafiziksel soruya, gerçekliğin madde ya da dış dünyada değil de, dış dünyadaki şeylerin İdealarında olduğu yanıtını vermiştir Bizim algıladığımız duyusal şeyler sürekli olarak değişmektedir Ona göre, duyusal nesneler, değişmeden mutlak olarak bağışık olan bir gerçekliğin varoluşunun zorunlu kılacak şekilde, sürekli bir değişmeye maruz kalırlar Duyusal nesneler varlığa geliş ve yokoluş, büyüme ve çürümeden başka, yer değiştirir, niteliksel ve niceliksel değişmeye uğrarlar Bundan dolayı, duyusal nesnelere yüklenebilecek tüm nitelikler, yükleme faaliyeti sırasında, algısal yargı ya da önermenin zamansal bir niceleyici ya da belirlemeyle tamamlanmasını gerektirir Buna göre, aynı şey farklı zamanlarda farklı özelliklere sahip olur O belirli koşullar altında büyük, başkaca durumlarda küçük görünür Birine göre, büyük, bir başkasına göre ise küçüktür Belli bir zamanda mat ve karanlık, buna karşin başka bir zamanda parlak ve aydınlık görünür

Demek ki, bireysel nesnelerden oluşan ve bizim duyularımızla algıladığımız duyusal dünyayı incelediğimizde, onda mutlak, kalıcı, durağan ve tutarlı hiçbir yön bulunmadığını, ondaki herşeyin değişken ve göreli olduğunu görüyoruz Platon'a göre, böyle bir dünya gerçek değildir, gerçekten var olamaz; o duyusal dünyanın yalnızca görünüşlerden meydana gelen bir dünya olduğunu savunur Bu duyusal dünya, şu masa, şu heykel, şu kitap gibi, 'şu' diyerek gösterdiğimiz bireysel nesnelerden meydana gelmektedir Bu dünyadaki nesneler, değişen, kendilerinde karşit yüklemleri barındıracak şekilde, eksikli, göreli, bağımlı ve bileşik olan şeylerdir Beş duyu yoluyla algılanan bu bireysel nesneler, Platon'a göre, gerçekten var değildir Onlar değişmeyen, mutlak ve kalıcı bir gerçekliğin yalnızca görünüşleridirler Bu bireysel nesneler aynı anda hem gerçeklikten ve hem de yokluktan pay alırlar; bundan dolayıdır ki, Platon'a göre, onlar hem var ve hem de yokturlar ya da bugün var yarın yokturlar Onlar varlığa gelir, çesitli değişmelere maruz kalır ve ölüp giderler Platon'a göre, gerçekten varolan şeyler İdealardır ve İdealar duyusal dünyada söz konusu olan göreli bir durağanlığın ve anlaşilırlığın temel nedenidirler İdealar duyusal dünyada hüküm süren değişmelerden etkilenmediği için, onların içinde yaşadığımız görünüşler dünyasından ayrı ve bağımsız bir varoluşa sahip olmaları gerekir Bizim kendilerini duyu-deneyi yoluyla değil de, düşünce ve akıl yoluyla bildiğimiz bu İdealar, kendilerine ait ayrı bir dünyada varolurlar Platon'a göre, İdealar sahip oldukları özellikleri hepsinin üstünde ve ötesinde bulunan İyi İdeasından alırlar Devlet'te yer alan ünlü Güneş Benzetmesinde, o duyusal dünya ile akılla anlaşilabilir dünya, dolayısıyla da Güneşle İyi İdeası arasında bir analoji yapar ve mecazi bir anlatım içinde, İyi İdeasını Güneşe benzetir Buna göre, nasıl ki duyusal dünyada güneş ışığıyla gözle görülen nesneleri aydınlatıyorsa, aynı şekilde İyi İdeası da akılla anlaşilabilir dünyada İdeaları doğrulukla aydınlatır, başka bir deyişle, İdealara anlaşilabilirlik kazandırır İyi İdeası, bundan başka akılla anlaşilabilir nesnelerin varlık ve gerçekliklerinden sorumludur İyi İdeası gerçek varlığın ötesindedir Platon'a göre, insan uzun yıllar matematiksel bilimlerle ve diyalektikle uğraştıktan sonra, varlığın ve gerçekliğin kaynağı olan İyi İdeasını mistik bir tecrübeyle, özel bir sezgiyle tanır Çünkü İyi İdeası varlığın ötesinde olduktan başka, insanın kavrayış gücünün sınırlarının da ötesindedir İyi İdeasının kendisi tanımlanamaz, söze dökülemez ve açıklanamaz, fakat başka herşeyi açıklar İnsan bu tür bir mistik tecrübeyi yaşadıktan sonra, İdeaların İyi İdeasından pay almak suretiyle varlığa geldiklerini ve oldukları gibi olduklarını anlar Şu halde, Platon'un metafiziğinde İdealar varlıklarını, ya da sahip oldukları temel özellikleri İyi İdeasına borçludurlar Aynı ilişki İdealardan meydana gelen gerçek ve akılla anlaşilabilir dünya ile içinde yaşadığımız duyusal dünya arasında vardır İçinde yaşadığımız duyusal dünyadaki şeyler her bakımdan değişseler bile, bu dünyanın yine belli ölçüler içinde gerçek ve kalıcı olan yönleri vardır Her bakımdan değişmeye uğrayan bu dünyada, en azından birtakım matematiksel özellikler değişmeden aynı kalır Örnegin, bir masa şekli zamanın akışı içinde değişse de, onun sergilediği 'dikdörtgen' olma temel özelligi değişmeden aynı kalır Yine, bir kutunun şekli zaman içinde değişir, bununla birlikte onun sergilediği 'kare' ya da 'küp' olma özelligi değişmeden aynı kalır İşte duyusal dünyadaki şeyler, Platon'a göre, İdealardan pay aldıkları ya da İdeaları taklit ettikleri için varolurlar ve duyusal dünyadaki gerçek ya da kalıcı ve değişmez yönler, bu pay alma ilişkisi sayesinde söz konusu olur Platon, İdealardan meydana gelen akılla anlaşilabilir dünya ile duyusal dünya arasındaki bu ilişkiyi Parmenides adlı diyaloguyla Timaeos adlı diyalogunda açıklamaya çalisir Buna göre, pay alma, İdeadan bir parçaya sahip olma anlamına gelmez Bir İdea, bu dünyadaki duyusal şeylerden her biri ondan bir parçaya sahip olacak şekilde, parçaları olan bir şey değildir Bir İdea bölünemez bir varlıktır Yine, duyusal şeyler İdealardan bu şekilde pay alıyor olsaydılar, İdealar aktüel dünyada şeylerin parçaları olarak varolacak ve dolayısıyla bu dünyaya içkin olan varlıklar haline geleceklerdi Oysa, onlar bu dünyaya aşkın olup, ayrı bir İdealar dünyasında varolurlar Şu halde, duyusal nesneler İdeaları, gerçekte İdeaların kendileri olmaksızın, İdealardan bir parçaya sahip olmadan, örneklerler Bununla birlikte, İdealarla duyusal nesneler tümüyle farklılık gösteren iki ayrı kategoriden varlıklar oldukları için ikisi arasındaki ilişki ancak, pay alma ilişkisi gibi gerçek niteliği hiçbir zaman tam olarak anlaşilamayan mecazi terimlerle ifade edilebilir Çünkü İdealar ezeli-ebedi olan, yani yaratılmamış ve yok edilemez olan, zamanın ve mekanın dışındaki değişmez kavramsal varlıklardır Oysa bu dünyadaki duyusal nesneler zaman ve mekanın içinde olup, değişmeye uğrayan varlıklardır İdealar değişmez olduklarına göre, herhangi bir şey yapamaz ve dolayısıyla duyusal dünyadaki değişmeyi başlatamaz ya da bu değişmeye neden olamazlar Bundan dolayı, Platon'un metafiziğinde, akılla anlaşilabilir dünya ile duyusal dünya arasındaki ilişkiyi sağlayacak, içinde yaşadığımız dünyaya İdealar dünyasının belirli yönlerini aktaracak aktif bir güce ihtiyaç duyulur Çünkü duyusal dünyadaki nesnelerle İdealar tümüyle ayrı kategoriden varlıklar oldukları için, birbirleriyle kendi başlarına ilişki kuramazlar Platon'un metafiziğinde işte duyusal dünyaya İdealar dünyasının belirli yönlerini aktaran bu aktif dış güç, İdeaların, saf formun değişmez dünyasıyla maddenin bütünüyle belirsiz olan dünyası arasındaki sınır çizgide bulunan Demiurgos'tur Ona göre, maddenin kendisi tümüyle belirsiz olup, şekilden, formdan yoksundur Zaten belirli olsa ve bir şekli bulunsa, bu, İdeanın onda zaten bulunduğu anlamına gelecektirMadde tanımlanamaz Bununla birlikte, tümüyle düzensiz olan madde form kazanmaya, şekil almaya uygun bir yapıdadır İşte, hem akılla anlaşilabilir dünyanın ve maddi dünyanın dışında olan bir Tanrı olarak Demiurgos, maddeye İdealar dünyasının özelliklerini, akılla anlaşilabilir dünyanın formlarını yüklemek suretiyle, düzenden yoksun, belirsiz maddeye düzen ve form kazandırır Demiurgos'un bu faaliyeti, sonuçta duyusal dünyada İdeaların gölgelerinin ortaya çikisina yol açar Kare, üçgen, ağırlık, beyazlık, vb, İdeaların maddi dünyada ortaya çikan görüntüleridir, soluk kopyalarıdır ve onlar maddi dünyaya sahip olduğu düzen ve belirliliği kazandıran temel ögelerdir Şu halde, maddi dünya sahip olduğu düzen ve belirliliği herşeyden önce İdealar dünyasına ve İdealar dünyasının yapısını ve formlarını maddeye aktaran Demiurgos'un faaliyetine borçludur Biz duyusal dünyada çesitli zaman ve yerlerde var olan şeyleri, Demiurgos formları maddeye yerleştirdiği için saptıyor ve tanımlayabiliyoruz Bununla birlikte, maddi dünya kendisine aktarılan formları koruyabilmek bakımından yetersiz olup, mutlak bir değişme içindedir Maddi dünya formları yalnızca belirli zaman dilimleri içinde koruyabilir O sürekli bir akış hali içinde bulunduğuna göre, formları alır ve daha sonra yitirir Şu halde, maddi dünyanın gerçek İdealar dünyasının ezeli-ebedi yönlerini Demiurgos'un faaliyeti sayesinde kazandığı ve bu yönleri sonsuz bir hareketler dizisi ve dolayısıyla değişme süreci içinde kaybettiği dikkate alındığında, o ezeli-ebedi bir gerçekliğin zaman içinde hareket eden ve değişen gölgesi ya da kopyası olarak görülmek durumundadır Öyleyse, gerçekten var olan değişmez İdealar dünyasıdır Demek ki, Platon gerçek varlığı aynı şekilde tanımlamış olan ve bu varlığın akıl yoluyla bilinebileceğini söyleyerek, duyuların bize gösterdiği bireysel nesnelerden oluşan duyusal dünyanın hiçbir şekilde var olmadığını, bu dünyanın bir yanılsamadan başka bir şey olmadığını öne süren Parmenides'in tersine, bir yandan gerçekten var olanın değişmez, ezeli-ebedi olan ve akıl yoluyla bilinebilen İdealar dünyası olduğunu kabul ederken, bir yandan da içinde yaşadığımız duyusal dünyanın belli şekiller içinde var olduğunu söylemekte ve görünüşleri İdealar aracılığıyla açıklamakta ve temellendirmektedir Platon'un bu metafiziği, 'Neyin gerçekten var olduğu' sorusunu yanıtladıktan başka, insanın içinde yaşadığımız bu dünyadaki yeri ve gerçekten var olan İdealar dünyasıyla olan ilişkisi konusuna da bir açıklık getirir İnsan felsefesi: Platon'un iki dünyalı metafiziği, insanda her biri dikkatini söz konusu bu dünyalardan birine yöneltmiş olan iki temel bileşenin bulunduğunu ortaya koyar İnsanın duyusal dünyaya yönelmiş, duyusal dünyaya ait olan parçası bedenidir; yine aynı benzerin benzerini bilebileceği, ancak aynı cinsten olanlar arasında bir ilişki bulunabileceği ilkesine göre, insanın bir de gerçek varlığın dünyasına yönelmiş olup, bu bağlamda İdealar dünyasının bir parçası olan ruhu vardır İnsan ruhu, Platon'a göre, insandaki maddi olmayan, ölümsüz parçadır Bunlardan beden söz konusu olduğunda, insan duyuları aracılığıyla duyusal dünyayla ilgili olarak güvenilmez malumatlar elde etmeye çalisir, maddenin peşinden koşarak birtakım fiziki arzuları gerçekleştirmek ve tatmin sağlamak ister Buna karşin, ruhu ait olduğu dünyaya yönelmek, ezeli-ebedi gerçeklikleri temaşa etmek arzusu içindedir Öyleyse, ruha düşen kendisini duyusal dünyanın sınırlamalarından, bedeninin ve duyusal dünyanın oluşturduğu hapishaneden kurtarmak ve gerçek dünyayı temaşa etmek amacını gerçekleştirmeye çalismaktir Bu ise, insanın her ne kadar maddi koşullar içinde yaşayan, birtakım fiziksel ihtiyaçları olan bir varlık olsa da, bu maddi koşullara bağımlı olamayacağı, yalnızca fiziksel ihtiyaçları tarafından belirlenemeyeceği anlamına gelir


Alıntı Yaparak Cevapla

Filozoflar / Filozoflar Hakında / Filozoflar Hakkında He Şey

Eski 07-30-2012   #122
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Filozoflar / Filozoflar Hakında / Filozoflar Hakkında He Şey



Plotinos

Milattan sonra 205-270 yılları arasında yaşamış ve Platon'un metafiziğini, biraz daha farklı bir versiyon içinde yeniden öne süren, ve ögretisi sayesinde, Platon'un, Hellenistik çagda ve bu arada Ortaçağda, hem Hıristiyan felsefesinde ve hem de İslam felsefesinde etkili olmaya devam ettiği, ünlü Yunan filozofu Felsefesinde, Platon'un Devlet'te yer alan İyi İdeasıyla ilgili görüşlerinden yola çikan Plotinos, Platon'un İyi İdeasını tanrılaştırmış ve varolan herşeyi Tanrı'dan başlayan bir türüm ya da sudur süreciyle açıklamıştır O da, tıpkı Platon gibi, maddi dünyanın, sürekli olarak değiştiği için, gerçek olamayacağını düşünür Yalnızca değişmeyen bir şey gerçekten var olabilir Bundan dolayı, bu değişmeyen gerçeklik, Platon'un da göstermiş olduğu gibi, maddi dünyadan farklı ve ayrı olmalıdır Bu varlık ise, Plotinos'a göre, Tanrı'dır O Tanrı hakkında, Tanrı'nın bu dünyadaki herşeyi aştığını söylemek dışında, hiçbir şey söylenemeyeceğini iddia eder Tanrı bu dünyayı aştığı, maddi dünyanın ötesinde bulunduğu için, maddi, sonlu ve nihayet bölünebilir olan bir varlık değildir Madde, ruh ve zihinden her biri değiştiği için, o ne madde, ne ruh, ne de zihindir Plotinos'a göre, Tanrı, insan zihninin düşünceleriyle sınırlanamayacağından, insanın diliyle ifade edilemez Duyularımız da ona ulaşamaz Plotinos için Tanrı'ya ulaşmanın tek yolu, rasyonel akılyürütmeden ya da duyusal bir tecrübeden, deneyden bağımsız olan mistik bir vecd hali içine girmektir Tanrı'nın bütünüyle saf ve basit olduğunu, Tanrı'da kompleks hiçbir şey bulunmadığını belirtmek, Tanrı'nın Mutlak Birlik olduğuna işaret etmek için, Plotinos Tanrı'dan Bir diye söz eder Bir olan Varlık olarak Tanrı tanımı, Tanrı'nın değişmediğini ve dolayısıyla O'nun yaratılmamış ve bölünemez olduğunu gösterir Zira Tanrı değişse, bölünebilse ya da yaratılmış olsa, birliğini kaybeder Plotinos'a göre, Tanrı bir olduğu için, içinde yaşadığımız duyusal dünyadaki şeyleri yaratmış olamaz Çünkü yaratma bir eylemdir ve her eylem bir değişme halini zorunlu kılar Bundan dolayı, Tanrı aşkındır, O her türlü düşünce ve varlığın ötesindedir O'na ne öz, ne varlık, ne de yaşam yüklenebilir Çünkü bütün bu ayırım ya da yüklemler bir ikiliğe yol açarlar Öyleyse, Tanrı hakkında, yalnızca O'nun bir, bölünemez, değişmez, ezeli ve ebedi olduğunu, varlığın ötesinde bulunduğunu, kendi kendisiyle hep aynı kaldığını, O'nun için geçmiş ya da gelecekten söz edilemeyeceğini söyleyebiliriz Plotinos, işte bu durumda dünyanın yaradılışını ve varoluşunu açıklamak için, felsefe tarihinin ilk türüm ögretisini geliştirmiştir


Alıntı Yaparak Cevapla

Filozoflar / Filozoflar Hakında / Filozoflar Hakkında He Şey

Eski 07-30-2012   #123
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Filozoflar / Filozoflar Hakında / Filozoflar Hakkında He Şey



Politzer,Georges

SIK SIK şöyle denir: Georges Politzer her şeyden önce Gülüştür Meydan okumanın Gülüşü; başkaldırmanın değil, devrimcinin Gülüşü; anarşistin değil, tarihin mahkumiyet hükmünden kurtulmak için eski dünyanın güçleriyle açıkça alay eden marksistin Gülüşü Zincirler içinde, Pucheu'nün karşısında, Gestaponun işkenceleri içinde bile, galip gelenin Gülüşü; infaz mangasının karşısında, galip gelenin Gülüşü

Georges Politzer, 1903'te doğmuştu Macaristan'ın kuzeyindeki küçük bir kentte, Navyvarod'da dünyaya gelmişti; ama, 17 yaşında, gerici bir iktidarın eline düşen babasına kıymış olan bu ülkeyi terketmek zorunda kalmıştı Fransa'yı seçmişti; zekasının ve yüreğinin yaptığı bir seçimdi bu; çünkü tepeden tırnağa Fransızdı Fransız esprisinin pırıltılarını kimse ondan daha iyi anlatmamıştır Fransız dilini, baba ocağında, Voltaire'i ve Diderot'yu oku***** öğrenmiştir; ve Quartier Latin'de felsefe hocalığına dek bütün unvanları kazanmak için topu topu beş yıl geçirmiştir

Georges Politzer'de bir dahi filozof yeteneği vardı Tıpkı dostu ve işkence arkadaşı Jacques Solomon'un teorik fizik alanında olağanüstü bir uzman oluşu gibi

Politzer; henüz bir tür idealist düşünce içinde çabaladığı 1926'dan sonra gelişmiştir kuşkusuz Savaşım vermiş, dişini tırnağına takarak ilerlemiştir Yolun sonunda da marksizmle karşılaşmıştır

Paris İşçi Üniversitesi, 1930 yılları başında, Mathurin-Moreau caddesinin eski binalarında kurulduğu zaman, öğretim üyeleri arasında dikkat çeken ve hatta ünlü birçok profesör vardı, ama hiçbir ders Georges Politzer'in verdiği diyalektik materyalizm dersi kadar öğrencileri, işçileri, memurları ve aydınları coşturmuyordu En güç sorunlar, onun sayesinde, açık ve basit bir durum kazanıyordu Hem de felsefi düzenlerini, teorik saygınlığını hiç yitirmeksizin Ayrıca acımasız bir alay gücü, hasımlarının görüşlerindeki kararsızlığı çıplaklığıyla ortaya döküyordu Marx'ın ve Lenin'in öğretilisi olan Politzer, korkunç bir polemikçi olduğu kadar, derin bir kültürle, karşıkonmaz bir yetenekle silahlanmış bir düşünürdü

Bugün, marksizm, üniversitede anılma hakkı kazanmış, Marx ve Lenin, yarışma sınavları programına girmiş bulunuyor Sovyet felsefesine eğilen koca koca üniversite kitapları var Ama, kırk yıl önce durum hiç de böyle değildi: Auguste Cornu, Sorbonne'da, genç Marx'ın fikirlerinin oluşumu üstüne bir tezi desteklerken, bir öcü gibi, hatta onmaz bir çocuk gibi görünmüştü Georges Politzer'in felsefi çalışmaları, Auguste Cornu'nün araştırmalarıyla birlikte, felsefenin başlıca sorunlarını, diyalektik materyalizmin ışığı altında aydınlatmakta ilk önemli girişim olmuştur

1929'da arıtıcı bir alevle haleli genç bir tanrıyı andıran kızıl saçlı filozofun Felsefi Bir Gösterinin Sonu: Bergsonculuku, resmi idealist düşünceye karşı bu ateş gemisini, ansızın suya indirdiği sırada, nasıl sağlıklı bir rüzgarın, akademik bataklıklardan tüten pis kokuları bir anda silip süpürdüğünü anlatmak güç bir şey Savaş günlerine dek, Politzer, marksizmin bütün düşmanlarına karşı, kendi gözünde çağdaş rasyonalizmle kaynaşmış yenici polemiğini sürdürüyor, ve aynı zamanda büyük Descartes geleneğini çıkış noktası olarak alıyor, Fransız felsefe tarihinin ilerici geleneklerinin savunusunu görkemli bir biçimde üstleniyordu

Politzer, psikoloji sorunlarıyla da çok yakından ilgilenmekteydi Geleneksel idealist psikolojiye karşı, somut olarak adlandırdığı yeni bir psikoloji yaratma girişimini ona borçluyuz Başlangıçta, psikolojik işlevleri ayrı ayrı dergilerde, canlı insanı bütünüyle inceleme eğiliminden ötürü kendisine çekici gelen Freud'un psikanaliz yönteminin bir ölçüde etkisine girmişti Ama çok geçmeden, 1928'den sonra, fröydcülükte kabul edilmez yanlar olduğunu kavradı ve Pszkolojinin Temellerinin Eleştirisi adlı yapıtıyla bu akımdan ayrıldı Kişiliğin toplumsal değerini belirtmek konusunda Politzer'in gösterdiği çaba, kendi çalışmalarına psikolog değeri kazandırdı

Cherbourg lisesinde, sonra Evreux lisesinde, en sonunda da Saint-Maur lisesinde dersler verdi O arada, Fransız Komünist Partisi belgeleme merkezini kurmuş ve yönetmeye başlamıştı - büyük bir tutkuyla yapıyordu bu işi, öyle ki, orada, bazan sabaha kadar çalışıyordu İktisatçı oldu l'Humanite'deki yazıları, gittikçe genişleyen bir okur kitlesi tarafından izleniyordu

Gazeteciliği çekici buluyordu Bu satırlarin yazarı çok iyi biliyor bunu, çünkü Georges Politzer'in, 1937 ve 1939 arasında, zaman zaman, bu komünist gazetenin yayın yönetmeninin yerini birkaç günlüğüne doldurmak için nasıl bir sevinçli telaş içinde geldiğini anımsıyor Maurice Thorez'nin bu olağanüstü militana sevgisi vardı

Savaş gelip çatıyor Paris'te, Harp Okulunda silah altına alınan Politzer, Komünist Partinin gizli yönetimi yanında kaldı 6 Haziran 1940'ta, Paris'in savunulmasının örgütlenmesi konusunda Komünist Partinin tarihsel önerilerini hükümet adına halka çağrıda bulunması için Manzie'ye ileten oydu

İlerde nazi kamplarının vahşeti içinde yaşamını yitirecek olan bulunmaz eşi Maıe Politzer'le birlikte 1940-1942 yılları arasında Üniversite Direnmesinin ruhu oldu Bu konuda her zaman sarsılmaz bir yüreklilikle davrandığını söylemek yetmez bile: şaşılası soğukkanlılığından, büyük yiğitliğinden sözetmek de gerekir

Temmuz 1940'ta terhis edildikten hemen sonra, Politzer'in, Jacques Solomon ve Daniel Decourdemanche'la birlikte, orta ve yüksek öğretim üyelerine hitabeden gizli bir bülten yayınlamaya başladığını görüyoruz Paul Langevin'in Gestapo tarafından tutuklanmasından hemen sonra Universite Libre'in (Özgür Üniversitenin) 1 sayısı çıkıyor Gazete, ünlü fızikçinin hapse atılışını ve faşist istilacıların başka marifetlerini anlatıyor; ve ekliyor:

Bütün bu olaylar akıp giderken, üniversite, eski düzenine yeniden kavuşmuştur: gene, onurlu tarihinde her zaman olduğu gibi, düşünce ve irade birliğini kurmuştur Fransız Üniversitesinin sloganı olan ve ondan kalan özgürlük içinde, büyük kültür geleneğini, bütün zorlamalara karşın sürdürmek konusunda birlik halindedir

Bundan sonra Özgür Ünzversite, düşmanın üniversiteye elatmasına karşı, Yahudi öğretim üyelerinin ve öğrencilerin tutuklanmasına karşı, programların gerici bir biçimde değiştirilmesine karşı, aslında nazi emperyalizminin hizmetinde gerici bir girişimden başka bir şey olmayan ulusal devrim iddiasına karşı, savaşını kesiksiz olarak yürütecektir Gazete, liselerde ve yüksek öğrenim kurumlarında düşmana karşı direnmeyi korkusuzca körüklemektedir Özgür Üniversite'nin 1940-1941 koleksiyonu, komünistlerin, daha işgal başlar başlamaz kurtuluş savaşına katılışının en parlak belgesidir Bu gerçek, gazetenin Ocak 1941'den önceki sekiz hazirandan önceki yirmi sayısında, bütün açıklığıyla görünür

Sovyetler Birliği'ne hitlerci saldırı başladığı zaman, Özgür Üniversite'nin 1 Temmuz 1941 tarihli 22 sayısında Hitler'in Mezarı başlığı altında birleşmiş bir halkın birleşmiş ordusunun, yeni bir toplumun yeni ordusunun bilinen zaferi ilan ediliyor

Mart 1941'den sonra, yurtsever çevrelerde, olağanüstü güçte ve kesinlikle anti-nazi bir yergi elden ele dolaşmaya başlamıştı Yazarın adı belirtilmiyordu Ama üslup, herkesin tanıdığı bir üsluptu Herkes, 20 Yüzyılda Devrim ve Karşıdevrim'in Politzer'in yapıtı olduğunu biliyordu Ocak-Şubat içinde basılmış olan bu broşür, kırkbeş sayfalıktı Reichsleiter Rosenberg'in, Kasım 1940 sonunda, 1789 fikirleriyle hesabı kesmek için Millet Meclisinde verdiği ve Kan ve Altın, ya da Kana Yenilmiş Altın başlığıyla yayınlanmış söylevine verilmiş parlak bir karşılıktı bu

Politzer, bu yapıtında, demokrasinin ölmediğini, Hitler'in, yengileriyle toprağa gömülmediğini belirtiyordu Burjuva demokrasisinin sınırlı oluşunu ve çürümüşlüğünü, kapitalizmin yıkılışı ve sosyalizmin gerçekleşmesiyle, gerçek demokrasiye geçme olanağını anlatıyordu

Aslında, diye yazıyordu, barbarlıktan kurtulmuş uygarlığı, sosyalist uygarlığı yaratan Sovyetler Birliği'nce korunmuş ve güvence altına alınmış bilimi ve mantığı unutturabilecek hiçbir güç yoktur dünyada

Fransız Komünist Partisi merkez komitesi, 15 Mayıs 1941 tarihli bir bildiriyle, Fransa'nın özgürlüğü ve bağımsızlığı için geniş bir ulusal cephe kurulmasını önerince, Politzer, J Solomon ve D Decourdemanche gibi seçkin aydınlar, çevrelerindeki komünist olmayan yurttaşların da bu cepheye katılması için iki kat çaba göstermeye başladı

1942'de, ocaktan marta kadar süren ve yaklaşık olarak yüzkırk komünist yurttaşın özgürlüğüne malolan büyük insan avı sırasında, Politzer de tutuklanmıştı (şubat)

Bütün işkencelere karşın tek söz çıkmadı ağzından Karısı bir mektubunda şöyle anlatıyor bunu:

Gestapo subayları, birçok kez, hemen salıverileceğimizi söyleyerek, tüm ailemize mutlu bir yaşam sağlanacağı konusunda güvence vererek, bunun karşılığında, onun; Fransız gençliğini değiştirme çalışmalarına katılmasını kabul etmesini istediler Düşünmek için kendisine sekiz gün süre verdiler Bir gün, çağrıldı ve tutumunu değiştirmediği öğrenilince, kendisine birkaç gün sonra kurşuna dizileceği söylendi

Kurşuna dizilmeden önce, benim hücremde, yirmi dakika geçirmesine izin verildi Bir yücelik vardı halinde Yüzü hiç bu kadar aydınlık olmamıştı Işıltılı bir sükunet içindeydi ve her hareketi, cellatlarını bile duygulandırıyordu Partisi uğrunda ve Fransa uğrunda ölmekten ne kadar mutluluk duyduğunu söyledi bana Özellikle Fransa topraklarında öleceği için mutluydu Bunun, onun için ne denli önemli olduğunu biliyorsunuz

Ama, IV Cumhuriyet daha az alçaklık etmedi; Georges Politzer'e, öldükten sonra, direnme kahramanı unvanının verilmesi istendiğinde, Eski Muhariplerin ardarda gelen bakanları tarafından, 1954-1955'te, buna inatla karşı çıkılmıştı Bu bakanlardan birincisi, şimdi iyice unutulmuş olan Laniel hükümeti üyesi Andre Mutter'di; ikincisi ise, silik bir dögolcu olan Raymond Triboulet idi ve Edgar Faure adlı bir hükümet başkanının gölgesi altındaydı Bu değersiz kişiliğin sefil tutumunu düzeltmek için, M Bruguier ve M de Moro Giafferi'nin savunmaları üzerine, yerel mahkemenin, 1956'da, bir karar vermesi gerekmiştir

Georges Politzer'in anısı için bu bayağılıkların pek bir önemi yok Onun verdiği örnek, aydın kuşakları esinlemiştir, esinleyecektir

Politzer'in üniversitede sağlam ve kolayca parlayacak bir yeri vardı; değeri uzmanlarca üstün bir biçimde kabul edilmişti Ama, o, aynı zamanda, işçi sınıfına ve onun savaşımlarına canla başla bağlanmış, her gün bir militana düşen pratik çabalar konusunda da, düşüncenin düzeni olan yükselmiş yapıtlar konusunda da, partiye karşı eşit oranda kendisinde sorumluluk duyan bir aydın tipiydi

Kültür Evlerinde, Paul Langevin'in Materyalist İncelemeler Gurubunda, İşçi Üniversitesinde, kalemleriyle olsun; sözleriyle olsun, gösterdikleri bütün çabalarda, Politzer de, Solomon da, aydınlara, bilginlere, öğrencilere, marksizmin nasıl tanıtılacağını göstermişlerdir 1938 tatilinde, iki dağ yürüyüşü arasında, Bossons buzulunun eteğindeki bir köşkte,

Doğanın Diyalektiği'ni çevirmeye başlamışlardı Yüksek felsefe sorunları ufuklarından hiç silinmiyordu Partilerinin yazgısının ayrılmaz bir biçimde gerçeğin yazgısına bağlı olduğuna inanmışlardı

Pratikte, bu inanç, partiyle ve parti üyeleriyle birlikte yaşama kaygısıyla aynı anlama gelmekteydi İki dostumuzun davranışı, aslında, burjuva etkilerine boyun eğdikleri halde, kitlelere akıl hocalığı taslayan entelektüellerin iddialı davranışına taban tabana karşıttı Politzer şöyle demişti:

Entelektüel bağımsızlık, eleştirel zeka, tepkiye boyun eğmek değil, tersine boyun eğmemek demektir

Bu özdeyişin, onun bütün öğretim yaşamını yeterince özetlediği kanısındayız Sayıları her gün daha çoğalan genç aydınlar, Mayıs 1942'de öldürülmüş kahramanın vasiyetini daima daha iyi bir biçimde tamamlayabilirler!



Alıntı Yaparak Cevapla

Filozoflar / Filozoflar Hakında / Filozoflar Hakkında He Şey

Eski 07-30-2012   #124
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Filozoflar / Filozoflar Hakında / Filozoflar Hakkında He Şey



PASCAL,Blaise

1623 - 1662)

Bir Fransız matematikçi, fizikçi ve aynı zamanda teolojist olan Blaise Pascal, Etienne Pascal'in üçüncü çocuğu ve tek oğluyduDaha üç yaşındayken annesinin ölümü üzerine yetim kalır 1632 yılında babası dört çocuğuyla beraber Clermont’u terkederek Paris’e yerleşir

Babası antiortodox olduğu için O’nu kendisi yetiştirmeye karar verir Kendisi de zamanının iyi matematikçilerinden olan Etienne Pascal, oğlunun 15 yaşından önce matematik calışmaması gerektiğine karar vererek evini matematik dokümanlarından arındırır Fakat bu küçük Pascal’in sadece matematik merakını ateşler, 12 yaşında kendisi geometri çalışmaya başlar O zamanlarda üçgenin iç açılarının toplamının, iki dik açının toplamına eşit olduğunu bulur, bunun üzerine babasi teslim-i silah eder ve ona incelemesi için Euclid’in teoremlerini içeren dökümanları verir Yani matematikle ilgisi çocukluk döneminde matematik eğitimi almadan başlar, sonraları babasıyla beraber "Academie Parsienne"deki derslere katılmaya başlar, 16 yaşına geldiğinde burada aktif olarak rol alır ve profesör Girard Desargues'in bir numaralı yardımcısı ve öğrencisi olur Bu esnada özellikle konikler üzerinde çalışarak konu hakkında kitapçık yayınlar 1639 yılında da "Pascal'ın Esrarengiz Altıgeni" ile geometriye katkıda bulunur

Aynı yıl babasının bir vergi toplama memuru olarak tayini çıkması üzerine Paris'i terkederek Rouen şehrine yerleşirler Burada babasına yardımcı olmak amacıyla ilk rakamsal hesap makinasını yapar, bunu gerçekleştirmek için üç yıl çalışır, 1642-1645

1646-1648 yıllarında atmosfer basıncı üzerinde değişik deneyler yapar, ve şu sonuca varır: Atmosfer basıncı yükseklikle doğru orantılı olarak düşer ve atmosferin üzerinde bir boşluk vardır

1653'ten itibaren matematik ve fizik üzerinde çalışarak “Sıvıların Kararsızlıgı” üzerine bir kitapçık yazar, bu kitapçıkta Pascal'ın basınç kanunu açıklanır

Kendisi binom üçgeni üzerinde çalışan ilk matematikçi olmasa da bu konuda çalışması değişik gelişmelere ışık tutmuştur

Pascal'ın felsefeyle ilgili en meşhur kitabı "Pensées" ("Düşünceler"), din, hayat, bilim üzerine, O'nun daha çok dinsel yönünü ve Allah inancını ortaya kor, bunu da şöyle diyerek gösterir; "If God does not exist, one will lose nothing by believing in him, while if he does exist, one will lose everything by not believing" (Eğer Allah yoksa insan ona inanmakla hiçbirşey kaybetmeyecek, fakat varsa inanmamakla çok şey kaybedecek) Bu kitabı yaşadığı devirde yayınlanmasına izin verilmese de ölümünden birkaç yıl sonra yayınlanmıştır

Pascal 39 yaşında 1662 yılında kansere yenik düşerek hayata gözlerini yumar


Alıntı Yaparak Cevapla

Filozoflar / Filozoflar Hakında / Filozoflar Hakkında He Şey

Eski 07-30-2012   #125
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Filozoflar / Filozoflar Hakında / Filozoflar Hakkında He Şey



Porree

(? -1154) "Chartes Okulu"na bağlı olanlar, daha çok bilgin denilmeyi hak etmiş kişilerdir Bunların en önemlisi ise Gilbert de la Porree'dir Batıda "İslâm" eserlerinin etkisine (özellikle matematik, doğa bilimleri ve tıbba ait eserler) ilk kez bu Chartes Okulunda rastlarız Bu okul İbni Sina'yı biliyordu ve eserlerinden yararlanıyordu İslâm fiziği ve bunun dayandığı Aristo'nun doğa felsefesi ve ayrıca mantığı, Batıya bu okulun yardımıyla girmeyi başarmıştır

Sözünü ettiğimiz bu dönemde; Roscelinus, Abelard, Chartes gibi çeşitli "Fransız" isimleri dikkatimizi çekiyor Fransa bu dönemde ilahiyat ve felsefeye ait araştırmalar bakımından özellik taşıyan bir ülkedir Bu dönemde ulusal özellikler henüz belirmemiştir Söz gelişi Anselmus aslında İtalyandır Fakat sonraları Canterburg Başpiskoposu olmuştur Bu dönemin düşünürleri, doğal olarak, hep "lâtince" yazıyorlardı

Fransa'da XII yüzyılda "ilk üniversite" (Sorbonne) kurulmuştur Bunu XIII yüzyılda İngiltere'de Oxford Üniversitesi izlemiştir Yeni kurulan bu üniversiteler, bilimsel incelemelerin ve Skolastiğin parlak dönemindeki araştırmaların "merkezi" oldu Üniversitelerden önce yalnızca manastırlara bağlı olan medreseler vardı

Üniversitelerde yapılan bilimsel ve felsefî araştırmalara paralel olarak, bu dönemde bir akımın, "Fransisken ve Dominiken" tarikatlarına bağlı olanların başlattığı bir akımın, doğuşuna tanık oluyoruz


Alıntı Yaparak Cevapla

Filozoflar / Filozoflar Hakında / Filozoflar Hakkında He Şey

Eski 07-30-2012   #126
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Filozoflar / Filozoflar Hakında / Filozoflar Hakkında He Şey



Paulus

(10 - 67 ?) Aynı şeyi dört incilden sonra yazılmış olan Paulus'un mektupları için de söyleyebiliriz Kendisine, haklı olarak, Hıristiyanlığın ikinci kurucusu diyebileceğimiz Paulus, mektuplarında insanın günahtan arınması için, İsa'nın yolunda yürümesi, yani ölüp sonra yeniden dirilen Allah'a inanması gerektiğine dikkat çeker Ölüm günahın sonucudur; o halde ölümden kurtulmak, ancak günahtan kurtulmakla mümkündür Paulus mektuplarında bu nokta üzerinde özellikle durur

Bu mektuplardaki ikinci önemli düşünce, insanın "tek basına" günahkâr yapısını hiçbir zaman yenemeyeceği inancıdır Paulus'a göre insan iyiliğin neyde olduğunu bilir; fakat buna rağmen onda, bir türlü önüne geçemediği, kötüye karşı bir eğilim vardır

Bu görüş ile Sokrat'ın görüşlerini bir karşılaştıralım: "Erdem bilgidir" ve "hiç kimse bilerek kötülük yapmaz" diyen Sokrat'ın bu iki ana görüşünde; temelde günahın ve suçun bir hatadan ileri geldiği düşüncesi gizlidir Bunun için, gerçek mutluluğun nerede ve neden oluştuğunu bilen bir insan, hataya düşmez, bunun sonucu olarak da hiçbir zaman kötülük yapmaz

Sokrat'ın bu ana görüşü sonraları Stoacılara, Epikürcülere ve dahası Yeni Eflâtunculara hâkim olmuştur Özellikle bu noktada, kuruluş durumunda bulunan Hıristiyanlık ve bu yeni dini kurmakta büyük rol üstlenen Paulus, Sokrat'ın tam karşıtı bir inanç taşır İlk Hıristiyanlığa göre insan "iyi"yi bilir; fakat buna rağmen iyi olamaz

Yeni doğmakta olan Hıristiyanlığın en önemli misyonerlerinden biri olan Paulus, pekçok Hıristiyan cemaatleri kurmuş ve sonunda Neron'un kovuşturmasına uğramış ve yaşamını yitirmiştir Hıristiyanlığın ilk müminleri; aydın insanlardan çok, yoksul halk kitlelerindeki cahil kimselerdi Hıristiyanlığın Allah'ının aşağılanan bir insan biçiminde görünmesi (tecelli), özellikle işçileri kendine çekmiştir Başlangıçta böyle olmasına rağmen, sonraları durum değişmiş, öteki sosyal tabakalar ve sonunda filozoflar da Hıristiyanlığa katılmışlardır

Milâdın aşağı yukarı (takribi) ilk iki yüzyılında, yalnızca Hıristiyanlığın "savunması" için yazılmış olan birtakım eserlerle karşılaşıyoruz Bu eserler Hıristiyanların Roma devletinin resmî kulları (tab'a) olmadıkları konusundaki görüşleri yanıtlamaya çalışırlar İkinci olarak da bu savunmalar, Hıristiyanları ateistlik, yani Allah'ın varlığını reddetme suçlamalarına karşı dururlar

Hıristiyanların Allahsızlık!? suçlanması, yeni dinin öteki dinlerin Allahlarını benimsemeyişi yüzünden oluyordu Üçüncü olarak bu savunmalarda Hıristiyanlığın ahlâkına ait yapılan eleştiriler yanıtlanır Sonuç olarak bu savunma yazıları Hıristiyanlığın, felsefenin en yüksek görünüşlerine, söz gelişi bir Stoa ya da Yeni Eflâtunculuğa hiç de aykırı olmadığını vurgularlar

Bu arada Hıristiyanlıkta ruhun ölümsüzlüğü düşüncesinin bulunduğuna değinilir ve aynı düşüncesinin, Hıristiyan dinindeki biçimde olmasa bile, Stoa'da ve Yeni Eflâtunculukta da var olduğu ileri sürülür Birinci dönemdeki bu savunma çabalarından sonra, Hıristiyanlık düşünüşünün ikinci döneminde, Hıristiyan dininin ilkelerini "felsefi açıdan temellendirmek" denemelerinin başlatıldığına tanık oluyoruz

Bu ikinci dönemde özellikle bir konu ile, "iman ile bilgi" arasındaki, yani Hıristiyanların dogmaları ile felsefe arasındaki ilişki konusuyla uğraşılır Hıristiyanlık vahiy yolu ile indirilmiş olan birtakım dogmalara dayanır Bu dogmaların mümine yakışan bir inançla, benimsenmesini ister Acaba saf bir inançla benimsenmesi istenen bu dogmaların felsefe ile ilişkileri nedir? İşte bu dönem, temelde, bu konuyu ele alır

Bu dönemde bu soruya "değişik" yanıtlar verilmiştir İlk yanıtı, MS I-II yüzyıllarda rastlanan ve öteki hellenistik dinlerde de görülen, "Gnosis" doktrininde buluruz Gnosis, (kelime anlamı), dinsel bir bilgi, yani seçkin ve mistik yapılı insanlara has olan bir bilgidir

Bu nedenle Gnostikler "doğa üstü" bir bilgiye sahip olan ayrıcalıklı insanlardır İşte bu Gnostikler dinin dogmalarına yalnızca inanmanın yetmediği, dogmaların Gnostik bir yorumlamasının şart olduğunu ileri sürerler Böylece Gnostikler, kişisel ve mistik bilginin dogmadan üstün olduğunu benimsemiş oluyorlar

Bu Gnosis akım bütüncül (vahdet) olmayıp, çeşitli kollara ayrılmıştı Ayrıca Gnosistler, sistemlerine Hıristiyanlığınkinden başka dogmaları da almaya eğilimlidirler Bu bakımdan Gnosis, dönemin eğilimlerine uygun olan bir akımdır Şayet bu akım üstünlük sağlanabilseydi, belki de Hıristiyanlık bu akımın dinsel eğilimleri içinde kaybolur giderdi Gittikçe güçlenen Hıristiyan kilisesi tehlikeyi görmüş ve Gnosis akımı ile şiddetli bir kavgaya girişmiştir


Alıntı Yaparak Cevapla

Filozoflar / Filozoflar Hakında / Filozoflar Hakkında He Şey

Eski 07-30-2012   #127
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Filozoflar / Filozoflar Hakında / Filozoflar Hakkında He Şey



Proklos

(410 - 485) Soyut düşünceye olan yetenek ve eğilimini matematik alanındaki başarılarıyla kanıtlamış olan Proklos, bu katıksız matematikçi, Tanrılar konusunda hayal ürünü olan düşüncelere de sahiptir Geniş bilgi sahibi bir bilgin olan Proklos, çeşitli ulusların çok iyi bildiği efsanelerini bir sistem halinde toplamaya ve sistemini, nedenleri ile birlikte açıklayacak biçimde kurmaya çalışmıştır

Bu sistemin karakteristik olan noktası, hep üçlü gruplar oluşturmaya ve bunlar arasında ilişkiler kurmaya çalışılmasıdır Böylece Proklos, sonradan Hegel'de de Taslayacağımız, dinle k tik bir sema, (çizelge) kurmuş olur

Proklos'un eksik yanı, ekzakt gözlemler yapmamasıdır Aristo ve okulunun temelde benimsediği kesin gözlemler, artık Yeni Eflâtunculukta önemini tümden yitirmiştir Gerçek, doğanın kendisinde değil de, "kitaplar"da aranmaya başlanmıştır Yeni Eflâtunculuğun son dönemlerinde ilgi odağı olan konulardan biri, Eflâtun ve Aristo'yu "yorumlamak"tır

Bu, gerçeği, yalnız kitaplarda aramaya kalkışma akımına, tüm İlkçağın sonlarında, bir bakıma tüm Ortaçağda rastlarız Gerçeği kitaplarda değil de gözlemi yapılan olaylarda aramak düşüncesi ancak Rönesans'ta yeniden ortaya çıkacaktır

Proklos Atina'da yaşamış ve Akademi'de müdürlük yapmıştır Proklos'un zamanında Atina'da eski felsefe okullarının devam ettiğini görüyoruz MS 529 yılında Atina'daki felsefe okulları Bizans İmparatoru "Justinianus" tarafından kapatılmıştır Bu olayı "Antik Felsefe "nin sona ermesinin dış imajı olarak düşünebiliriz

Yeni Eflâtunculuğun, zamandaşı olan Hıristiyanlık üzerindeki etkilerine geçmeden önce, Antik evrenin sonunda rastladığımız düşünce akımlarını bir daha gözden geçireceğiz: Bu dönemde pozitif bilimler, felsefeden tam bağımsız olarak, kendi yollarında ilerlemiştir

Bu dönemin önem verdiği bilimler arasında aritmetik, geometri ve astronomiyi sayabiliriz Yalnız astronomi, astroloji ile karışık olduğu için, dinsel bir niteliğe bürünmüştür Gramer alanında da, bilimsel filolojinin bir çeşit başlangıcı sayılabilecek olan, çalışmalar yapılmıştır Oldukça gelişmiş ileri bir coğrafya bilimi bulunan bu dönemde, temeli Aristo'ya dayanan bitkiler (botanik) ve hayvanlar (zooloji) da ilgi alanı içindedir

Felsefeye gelince: İlkçağın bu son döneminde Sextus Empirikus'un kişiliğinde rastladığımız şüphecilikten başka, Stoa okulunun da varlığını sürdürdüğüne tanık oluyoruz Ancak dinsel eğilimli Yeni Eflâtunculuğu, dönemin felsefe akımı olarak algılamamız gerekir


Alıntı Yaparak Cevapla

Filozoflar / Filozoflar Hakında / Filozoflar Hakkında He Şey

Eski 07-30-2012   #128
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Filozoflar / Filozoflar Hakında / Filozoflar Hakkında He Şey



Philon

25 yılında doğan ve MS50 yılında ölen Philon İskenderiye’de yaşadı Platon’un, zamanın ve mekanın üstünde gerçek varlıklar olarak düşündüğü ideaları, Philon, Tanrı’nın onları düşünmesiyle idealar varlık kazanırlar diyerek, Platon ve Aristoteles’te görülen mimar Tanrı kavramı yerine, yaratan Tanrı kavramını ortaya atmıştır

Philon’a göre Tanrı, saltık ve en yetkin varlıktır O, her şeyin tek nedenidir; tümel kudrettir, saltık mutuluktur, hiçbir belirli yerde değildir O, evrenle ilişki için, kendine özgü araçlar yaratmıştır Philon, bu araçları idealar, kuvvetler (melekler) ve ruhlar olarak sınıflandırmıştır Tanrı, yani saltık varlık, logos ise yansır Logos ise tanrısal söz olarak (Ruh el-kudüs), tanrısal insanın (oğul) ideasıdır Tanrı, oğlu logos aracılığıyla kaostan kosmosu yaratmıştır Yeryüzündeki bütün yaratıkların en yetkini Adam (model insan)dır, çünkü tanrısal ideayı (logosu) ve en yüksek nitelikleri kendinde toplamıştır Ruhun asıl yaratıcı yönü anlıktır Duyular edilgindir Tanrı’nın yüzü bir nur olarak içte ve esrime ile görülebilir; bunun için arınmalı ve ruhu bilgi ve nur ile yüceltmelidir


Alıntı Yaparak Cevapla

Filozoflar / Filozoflar Hakında / Filozoflar Hakkında He Şey

Eski 07-30-2012   #129
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Filozoflar / Filozoflar Hakında / Filozoflar Hakkında He Şey



John Rawls

(1921-2002) Amerikalı ahlâk ve siyaset felsefecisi Rawls , hocalık yaptığı yıllar boyunca Princeton Üniversitesi, Cornell Üniversitesi, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü ve Harvard üniversitesi'nde dersler vermiştir Bir Adalet Kuramı (A Theory of Justice, 1971) başlığını taşıyan kitabı siyaset kuramı alanında yirminci yüzyılda yazılmış en önemli kitap diye görülmektedir Rawls, ceza üstüne 1950'lerde yazdığı ilk yazılarından tutun da etik ile doğruluğun temellerine yönelik yazılarına dek hemen bütün yazılarında toplumsal adalet ya da adaletin eşit dağılımı sorunlarıyla uğraşmıştır Bir Adalet Kuramı başlıklı çalışmasında daha önceki çalışmalarında vardığı ana sonuçları biraraya getirerek "doğruluk/haktanırlık olarak adalet" diye adlandırdığı özgün bir toplumsal adalet anlayışını kapsamli bir biçimde savunmaya çalışmaktadır Bunu yaparken, egemen ahlâk felsefesi olarak nitelendirdiği yararcılığın karşısına toptan başka bir seçenek getirdiği görüşündedir Söz konusu yapıtında ayrıca liberal adalet anlayışının temel il- kelerini sözleşmecilik çerçevesinde savunan bir kuram geliştirerek, bir bakıma siyaset kuramında toplumsal sözleşme geleneğini yeniden canlandırmaya giriştiği görülür Rawls'a göre adaletli bir toplumun temel yapısı "doğruluk/haktanırlık olarak adalet"in iki ana ilkesini onaylamaktan oluşmaktadır Bu ilkelerden ilkine göre her insan alabildiğine geniş temel özgürlükler dizgesi önünde eşit haklara sahiptir İkincisine göreyse toplumsal ve ekonomik eşitsizlikler en çok sayıda insanın yararı gözetilerek giderilme yoluna gidilmelidir Rawls'un terimcesine göre, bu ilkelerden birincisinin, yani bireysel özgürlüğün, "fark ya da ayrım ilkesi" diye de bilinen ikincisi karşısında önceliği vardır Bu nedenle, konuşma özgürlüğü ve ibadet özgürlüğü gibi birtakım temel özgürlükler toplumun daha az avantajlı olan kesimlerinin üyelerinin konumlarını geliştirmelerine engel olacak biçimde işletilemezler Bu anlamda toplumsal kurumlar toplumun refah açısından en kötü durumda olan kesimlerinin durumlarının iyileştirmek için tasarlanmak zorundadırlar Rawls'un bu iki ana ilke üstüne bina edilmiş genel adalet anlayışı uyarınca savunulan çoğıınluk kuralı şu tümceyle özlü bir biçimde dile getirilebilir: ' "Birincil düzeydeki bütün toplumsal iyiler -özgürlük, fırsat, gelir, refah, saygınlık- eşit dağıtılmalıdır; bu iyilerden her- hangi birinin ya da bir bölümünün eşit dağıtılmayışına ancak daha kötü durumda olan kesimlerin yararının gözetildiği durumlarda izin vardır" Ne var ki Rawls'un bu sonucu temellendirirken sunduğu uslamlama, kuramının en tartışmaya açık yönünü oluşturur "Doğruluk/haktanırlık olarak adalet" düşüncesi öteki bütün adalet anlayışlarından daha yeğlenir bir şeydir çünkü "ilk konum" adlı varsayımsal bir başlangıç noktasından seçeceğimiz tek görüştür Burada ilgilerimize, tercihlerimize, bağlamlarımıza ilişkin herhangi bir bilgimiz olmadığından, tam bir tarafsızlıkla seçmeye zorlanırız İşte bu "cehalet perdesi"nin arkasından usu olan birer kişi olarak yararcı, sezgici, benci seçenekleri reddedecek, "doğruluk/ haktanırlik olarak adalet" anlayışını usa yatkın tek seçenek olarak kabul edeceğizdir Bir Adalet Kuramının yayımlanmasından sonra yirmi yılı aşkın bir süre boyunca Rawls yeni bir kitap yazmaya girişmemiş, bir yandan kuramını gözden geçirerek onu iyiden iyiye temellendirmeye yönelik yazılar kaleme alırken bir yandan da kuramına ilişkin eleştirileri yanıtlamaya çalışmıştır Rawls bu sessizliğini 1993 yılinda yayımladığı ve ilk kitabının bir devamı olarak alınabilecek Siyasal Liberalizm (Political Liberalism) ile bozmuştur Çoğulcu ve eşitlikçi bir liberalizm savunusu olan Siyasal Liberalizm’de Rawls , özgün kuramı olan “doğruluk/haktanırlık olarak adalet” uslamlamasını liberalizmin çoğulculuğuna daha bir uygun hale getirme uğraşı içine girmiştir Rawls’un bu kitabındaki temel amacı , taşları yerine oturmuş bir demokraside , demokrasi kültürünün iyice yeşerdiği bir toplumda tüm yurttaşlarca kabul görecek haktanır bir adalet anlayışını kamusal düzeyde gerekçelendirip temellendirmektir


Alıntı Yaparak Cevapla

Filozoflar / Filozoflar Hakında / Filozoflar Hakkında He Şey

Eski 07-30-2012   #130
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Filozoflar / Filozoflar Hakında / Filozoflar Hakkında He Şey



Rousseau,Jean – Jacques

(1712-1778) Özellikle siyaset, toplumsal özgürlük, haklar, eğitim, din üstüne yazılarında geliştirdiği düşüncelerle tanınan İsviçre doğumlu Fransız filozof, denemeci, müzikbilimci ve romancı Cenevre’de doğan Rousseau, büyük ölçüde kendini eğitmiş , genç yaştayken Fransa’ya giderek hemen bütün yaşamı boyunca Paris ile taşraları arasında oradan oraya dolaşmıştır Rousseau’nun düşüncesine en genel anlamda üç ayrı yönden yaklaşmak olanaklıdır: “Toplum sözleşmesi kuramcısı olarak” Rousseau, varolan in sanlık durumunu açıklamak amacıyla varsayımsal bir doğa durumu kurmaya çalışır Bu çaba, hem bir insan doğası kuramı hem de toplumsal örgütlenmeye yönelik bir dizi pragmatik savdan oluşan bir felsefi insanbilimin çevresinde dolaşır “Toplum yorumcusu olarak” Rousseau, eğitim ile toplumsal örgütlenmenin hem varolan uygulamadaki biçimlerini hem de olması gereken ideal biçimlerini ortaya koymaya çalışır “Bir ahlakçı olarak” Rousseau ise bir tür evrensel siyasal eylem ya da uzlaşı biçimi aracılığıyla bi rey ile yurttaşı bir potada kaynaştırmaya çalışır 1750’li yıllardan başla***** Rousseau, insanın toplumdaki durumunun doğası ile kökenleri üstüne, buna bağlı olarak da varolan durumun iyileştirilmesi adına neyin yapılabilir olduğu ile neyin yapılması gerektiğine ilişkin giderek daha bir derinleşen, ayrıca da alabildiğine kavraması göçleşen düşünceler geliştirmiştir Dijon Akademisi’nin “Bilim ile sanatta yaşanan gelişmeler, ahlakk yaşamında yansımasını bulmuş mudur?” konulu deneme yarışması için yazdığı ve ödül de kazandığı Bilimler ile Sanatlar Üstüne Konuşma (Discours sur les sciences et les arts, 1750) başlıklı çalışmasında sonraki yapıtlarındakilere göre çok daha çarpıcı ama bir o kadar da yüzeysel düşünceler ortaya koyduğu gözlenen Rousseau, bu yapıtında ne bilimsel bilginin artışının ne de sanatların mükemmel yapıtlar yaratmasının tek başına gerek birey temelinde gerekse bir bütün olarak toplum temelinde ahlaksal bir iyileşme sağlamayacağını ileri sürmektedir, Tam tersine bu tür üst düzey bir kültürel yapılanmanın toplumun varolan konumu düşünüldüğünde fazlasıyla lüks ve gereksiz kaçacağının altını özellikle çizen Rousseau, ancak çok az sayıdaki dini düşünürün düşünceleriyle insanlığın ilerleyebileceğini savunmaktadır Yine de Rousseau, çoklarının “yüksek beğeni ve öğreniler”in ortaya konması karşısında ilerleme anlamında bir etki almaktan çok, onarılması son derece güç büyük hasarlar göreceğinden duyduğu derin endişeyi açıklıkla dile getirmektedir Söz konusu deneme yayımlandığı dönem için önemli sayılabilecek bir oranda dikkat çekmiş, Rousseau’nun sonradan özenle karşılık vereceği epey bir de tepki almış olmasına karşın, bu yazısından hemen sonra kısa bir süreliğine de olsa müziğe duyduğu ilginin daha ağır basması nedeniyle Rousseau toplumsal eleştiri konulan üstüne yazmayı bir süreliğine ertelemiştir Nitekim 1753 yılında yazdığı Fransız Müziği Üstüne Mektup (Letter on French Music) başlıklı yazısında Fransız müziğini eleştiren Rousseau, tekdüze, kaba saba ve renksiz bulduğu Fransız müziğinin bütün bu olumsuz özelliklerini, söz konusu müziğin bütünüyle köklendiği toprak olarak düşündüğü Fransız konuşma diline bağlamaktadır Sonradan Fransız yapısökümcü düşünürü Derrida’nın büyük ilgisini çekecek olan 1755 ile 1760 yılları arasın da yazmaya başladığı ama bir türlü tamamlayamadığı Dillerin Kökeni Üstüne (On the Origin of Languages) başlıklı denemesinde Rousseau, Fransız dilinin “yardım isteme” ya da “yardım çağrısı” ile “öteki insanları denetleme” ünlemleri doğrultusunda biçimlenmiş olduğunu ileri sürmektedir, Fransız dilinin tatsız tuzsuzluğunun da, yalınkatlılığının da, hatta aşırı açıklığının da başlıca nedeninin bu özniteikler olduğunu belirtmektedir Ayrıca Rousseau sıcak güney iklimlerinin hüküm sürdüğü ülkelerin dillerinin sevgi ve tutkuyla dolu aksanlarının dili her zaman renkli kıldığına ve bunun en belirgin örneğinin “İtalyan 0perası”nda görülebileceğine dikkat çekerek, toplumsal ve siyasal istemlerin müzik dilini dahi derinden etkilediği saptamasında bulunmaktadır Sözü buradan etkili bir devlet yönetiminin keskin, sert ve etkileyici bir söyleyişi olması gerektiği noktasına taşıyan Rousseau, bir başka “deneme”sinde bütün dikkatini devlet yönetiminin ya da hükümetin kökeni ile işlevi konusuna çevirmektedir İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temeli Üstüne Konuşma (Discours sur l’origine et les fondements de l’inégalité parmi les hommes, 1755) başlıklı bu kitabında Rousseau, neredeyse bütünüyle “pastoral” diye nitelendirilebilecek bir insanlık görüşü sunar Rousseau’nun en önemli yapıtları arasında gösterilen bu oldukça önemli yazısı temelde doğa insanlığının çöküşü konusunu, yaban topluluklardan toplumlara, en sonunda da devlete dek yozlaşmanın ve kokuşmanın tarihinin a na uğraklarının izini sürerek incelemektedir Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi (Du Contrat social, 1762) başlığını taşıyan çalışması ise gerek siyaset kuramının gerekse siyaset felsefesinin klasik yapıtları arasında gösterilmektedir Dört ayrı kitaba ayrılarak yazdan yapıtta, “Birinci Kitap” meşru siyasal bir düzenin kurulması için gereken uygun zemini; “İkinci Kitap”, böyle bir düzen içerisindeki egemen yapının kökeni ile işlevlerini; “Üçüncü Kitap” bütün gücünü ve yetkilerini egemen yapıdan alan ikincil konumdaki hükümetin görevlerini; “Dördüncü Kitap”, özellikle Roma devleti örneğini önüne ko***** sivil dinin işlevleri ile adil bir topluma ilişkin değişik konuları ele almaktadır Kitabın altbaşlığının “Siyasal Hakkın İlkeleri” olması ayrıca anılmaya değerdir Rousseau’nun kitabın hemen bütününe egemen temel ilgileri normatif bir nitelik sergilemektedir, söz konusu normatif yaklaşımın en belirgin biçimde görülebileceği konular “meşruiyetin doğası ile temeli” ve “adalet” ile “hak” ekseninde sıralanmaktadır Bu anlamda varolan siyasal yapılara karşı varolması gereken siyasal yapıların araştırılması kitabın başlıca amacı olarak görülebilir Yapıtın kavranması bakımından oldukça yararlı olan kısa bir özet, Emile’ in siyasal eğitimi üzerine söylenenler aracılığıyla “Emile” başlıklı “Beşinci Kitap”ta sunulmaktadır Rousseau, Toplum Sözleşmesi başlıklı bu önemli çalışmaya bir toplum içinde biraraya gelmemizi zorunlu kılanın birey olarak kendi kendimize yetmeyişimiz olduğu saptamasında bulunarak başlamaktadır Ancak toplum içinde bir araya geldiğimiz vakit, yaşamımızı sürdürmek pahasına boyunduruk altına girmeyi doğal olarak istememekteyizdir Özgürlük bu anlamda özsel bir insan gereksinimi, insanlığın en önemli göstergesidir Dolayısıyla Rousseau’ya göre, özgürlük olma dan salt yaşamda kalmak gerçek anlamda bir insan yaşamını ifade etmemektedir Bu bağlamda Rousseau insanların özgürlük temelinde biraraya gelmelerini, bütün kişilerin biraraya gelmesi adına egemenlik yapısının meydana getirilmesi durumuna, yani insanların kendileri açısından belli ölçülerde bağlayıcı olan yetke yapısı yasayı kendi arzularıyla benimsemeleri “genel istenç” diye adlandırmaktadır Genel istenç tasarımı Rousseau’nun siyasal meşruiyet kuramına baştan sona egemen olmasına karşın tam anlamıyla açık olmayan oldukça tartışmalı bir konudur Kimi yorumcular bu anlayışın son çözümlemede en temel örneğinin Fransız Devrimi’nde verildiği üzere proleteryanın ya da yoksul kırsal kesimin diktatörlüğü anlamına geldiğini belirtseler de, Rousseau’nun genel istençten anladığı tam olarak bu değildir Bunun böyle olmadığının en temel kanıtı, Rousseau’nun genel istencin bireyleri kitlelere karşı korumak için, tek tek bireylerin kitlelerin yararı adına kurban edilmelerine izin vermemek için varolduğunun altını özellikle çizdiği Siyasal Ekonomi Üstüne Konuşma (Discourse on Political Economy, 1755) bulunmaktadır Kuşkusuz Rousseau bu noktada insanın doğası gereği bencil olduğunun, kendi toplumsal katmanının çıkarlarını savunmak adına ötekileri tahakküm altına alacak derecede baskıcı bir yaradılış taşıdığının bütünüyle ayırdındadır Bu nedenle Rousseau, herkesin iyiliğini gözeten bir anlayışa içtenlikle bağlılığın sağlıklı bir toplumsal yapılanımı olanaklı kılacak genel iyinin oluşturulabilme baş koşulu olduğunu savunmaktadır Nitekim bu çok önemli koşul “İkinci Kitap”ın da ana araştırma izleğidir Rousseau genel iyinin oluşturulabilmesinin yeter koşullarını incelediği “Ikinci Kitap”ta, özellikle gerekli olduğunu düşündüğü, insanları kendi bencil ilgi ve çıkarlarına karşı bü tün bir toplumun iyiliğini düşünmeye özendirecek, bunun kendileri için daha büyük yararlar getireceği inancını aşılayacak yarı kutsal bir yöneticinin karizması tasarımına başvurmaktadır “Ikinci Kitap”ın akışı boyunca Rousseau yalnızca yasalara ve iyi bir devlete ilişkin sarsılmaz bir duyarlık ve inanç taşıyan Korsika halkından örnekler vererek, kimileyin bu küçük ada halkının bir gün gelecek Avrupa’yı afallatacak derecede büyük işler başaracağı duygusuna kapıldığını dile getirmektedir Toplum Sözleşmesinin hükümetin rolünü ve görevlerini inceleyen “Üçüncü Kitap”ında Rousseau, çoğunluk yöneticilerin toplumun ilgi ve çıkarlarını gözetecek yerde kendi özel ilgi ve çıkarları uyarınca hareket ettikleri gerçeğinden yola çıkmaktadır Nitekim bu gerçeğe bağlı olarak Rousseau, hükümet işlevlerinin baştan sona halkın yargısının egemenliği altında yürütülecek biçimde düzenlenmesi gerektiğini ileri sürmektedir Kuşkusuz bu yapılırken hükümetin farklı devletlerin farklı koşullarına (büyüklük, nüfus, coğrafya gibi) uygun güç ve yetkilerle donatılmasına ayrı bir özen gösterilmek zorundadır Bu bağlamda Rousseau’nun demokratik yönetime karşı özel bir yakınlık duymaması önemli bir noktadır Bunun ana nedeni anayasa ile egemen yapıyı Rrsusseau’nun iki ayrı konu olarak düşünmesine bağlanabilir ‘Dördüncü Kitap”ta Rousseau’ nun, kitabın kapsamı göz önünde bulundurulduğunda oldukça uzun sayılabilecek bir biçimde Roma Devleti’ni tartışması söz konusudur Rousseau burada Roma’ya bir yandan alabildiğine feci bir devlet çöküşünün modeli olarak yaklaşırken, öbür yandan tanrısal onaylar ile sivil yasaları biraraya getiren, tanrısal yasaları sivil yasalara uymaya çağıran, bütün ulusun genel iyiliğine halkın bağlılığını pekiştirecek bir olanak olarak “sivil din” tasarımını tartışmaktadır Rousseau Emile (1762) adlı yapıtının en olgun, en başarılı yapıtı olduğunu düşünmektedir Bunun en temel kanın öz- değerlendirmesini yapmak amacıyla 1772 ile 1776 yılları arasında yazdığı (Rousseau Judge of Jean-Jacques: Dialogues) adlı çalışmasında açıklıkla görülmektedir Rousseau burada kendisini gerçek anlamda kavramak isteyenlere düşüncelerini en derin, en kapsamlı biçimde dile getirdiği Emile adlı yapıtına bakmalarını önermektedir, Kitabın altbaşlığı Eğilim Üstüne olmasına karşın, Rousseau’nun bu yapıtında insandaki kötülüğün kaynağına ilişkin en temelli düşünceleri yanında bütünüyle mutlu bir yaşama ulaşmanın olmazsa olmazlarım ortaya koyduğu gözlenmektedir Emile’in çatısı insanlığın kokuşmuşluğu ve çürümüşlüğü karşısında bir gencin ( kendisi) yetiştirilme öyküsü üstüne kurulmuştur Dört kitaptan oluşan yapıtın hemen tamamına egemen olan ana düşünce, toplumsal ilişkilerin doğası ile sivil toplumun buna olanak tanıyan temeli nedeniyle çağdaş toplumdaki çoğu erkek ile kadının yozlaşmış, yaşamlarının çarpıklaşmış olmasıdır Bu istenmeyen durum karşısında yapıtın ana savunusu, insanın doğası gereği iyi Olduğu ama toplumsal yaşamın onu kötü olmaya iteklediği biçiminde kısaca özetlenebilir Rousseau’ ya göre, kişinin anlamlı ve mutlu bir yaşam sürebilmesi için elden geldiğince toplumun alabildiğine zararlı etkilerine karşı korunaklı olması, yaratıcı, uyumlu, neşeli bir yaşam geliştirebilmesi için kendi kişisel kaynakları ile ahlaksal bağlanımlarına geri dönmesi gerekmektedir mile ele alınan konulardan bir diğeri de insanın bebeklikten büyüyüp yetişkin olana değin geçtiği gelişim aşamalarında, hem bireyin kendisinden hem de dış etkilerden kaynaklanan en önemli sağlık ve hastalık nedenleri üstüne yürütülen tartışmada kendini gösterir Çocukların dengeli, önceden belirlenmiş amaçlara ulaşmayı en etkin bir biçimde sağlayacak belli bir yöntem dahilinde yetiştirilmeleri gerektiğini savunan Rousseau, bu yetiştirme sürecinde pratik yaşam ile somut konulara ilişkin içgörülerin çocuklara olabildiğince aşılanması gerektiğini dile getirmektedir Burada Rousseau’nun önemle üstünde durduğu, çocuğa verilen eğitimle kazandırılacak temel yaşama tutumunun en belirleyici özelliğinin, doğaya göre ya da doğanın kendi iç işleyişine uygun bir yaşam farkındalığının aşılanmasına yönelik olması gerektiğidir Kendi güçlerimiz ile gerçek koşullar arasında ne denli uyumlu bir ilişki içinde olduğumuzun ana belirleyicisi de bu farkındalıktır Böyle bir farkındalık eğitimini başarıyla almış çocuk, Rousseau’ya göre, toplum içinde kendisine bir yer bulma gereksinimi duyduğu vakit, bu yeri edinmek amacıyla çevresini denetlemeye, yakınındaki insanları egemenliği altına al maya çalışmayacaktır, yani despot yaradılışta bir kişi olarak toplumsal ilişkilerde bulunmayacaktır Bunun tam tersine kendisi için gerekli olduğunu gördüğü yaşam yararlarım ancak arkadaşlığa, karşılıklı saygıya, işbirliğine dayalı olarak edinebileceğini bilecek, ona göre davranacaktır Bu bağlamda Rousseau, birbirimize karşı sevecenlik ile yardımseverlik besleme kapasitemizin insanlığın bütünleşerek bir toplum içinde yaşayabilmesinin temeli Olduğu gibi, “Atın Kural”ın da en doğru açıklaması Olduğunu savunmaktadır Gerçek ahlaksal istemlerin ne bize dışardan dayatılan ne de us yoluyla bulgulanan şeyler olduklarının altını özellikle çizen Rousseau, söz konusu istemlerin ancak eşitler arasında kurulan yaratıcı ilişki bağı yoluyla dışavurulan yaşam gerekleri olduğunu ileri sürmektedir Bu aynı konu yani karşılıklı saygı temelinde kendini geliştirme ülküsü Rousseau’nun evlilik ile cinsel ilişkilere yaklaşımında da belirleyici bir konumdadır Roussesu böylesi bir zemin üstüne kurulmuş toplumun, içinde yaşayan bütün bireylerin mutluluğunun tek güvencesi olduğunu düşünmektedir


Alıntı Yaparak Cevapla

Filozoflar / Filozoflar Hakında / Filozoflar Hakkında He Şey

Eski 07-30-2012   #131
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Filozoflar / Filozoflar Hakında / Filozoflar Hakkında He Şey



Russell,bertrand

(1872-1970) Kasım ayı konuğumuz 20 yüzyılda adından çok söz edilmiş bir filozof: Bertrand Russell Bir çok felsefeci ana yapıtını tamamlayamadan yaşamı terk etmiştir Russell’ın böyle bir mazereti yok 98 yıl yaşadı ve bu uzun yaşamın hakkını da verdi O yaşamındaki tutumuyla , Sartre gibi, bir felsefecinin aynı zamanda bir eylem adamı olabileceğini gösterdi Yirminci yüzyılın felaketlerine tanıklık eden Russell, olgun çağında içinde yaşadığı soğuk savaşın silahlanma çılgınlığına da en sert muhalefeti gösteren düşünürlerden biri oldu Yaşamöyküsüne kısa bir göz atalım birlikte; Russell, aristokrat bir ailenin en küçük oğlu olarak 1872 yılında dünyaya geldi Doğduktan iki yıl sonra annesini ve iki kız kardeşini difteri hastalığından kaybetti İki yıl sonra da babasını kaybeden küçük Russel’ı büyükannesi yetiştirdi 1890 da Cambıidge'te Trinity College'da önce matematik daha sonra da felsefe egitimi gördü İlk çalışmalarındaki idealizm etkisi vardı, 1898'in sonundan itibaren, dostu GE Moore ile birlikte idealizme karşıt bir görüş benimsedi 1900'de, Paris'te, Italyan matematikçisi Giuseppe Peano, onu, yeni mantığın analitik gücü konusunda ikna etti Böylece, mantığı geliştirmeye ve matematiği de mantığa indirgemeye çaliştı Alfred North Whitehead ile birlikte, 1910-1913 arasında, Principia Mathematica 'nın üç cildini yayımladı Daha sonra biçimsel araştırmalarındaki katılıktan uzaklaşarak, kendini dil ve bilgi felsefesine adadı Birinci Dünya Savaşı sırasında, barış yanlısı tutumu ve savaşa karşı çıkanlarla dayanışma içinde olması yüzünden, 1916'da, Trinity College'daki görevinden uzaklaştırıldı ve 1918'de, altı ay Brixton Hapishanesi'ne kapatıldı 1927de, Eğitim Üzeri ne'deki ilkelerin pedagojik ve ahlakî sonuçlarını uygulamaya koyduğu bir okul açtı 1931'de, Lord'lar Kamarası'nda, erkek kardeşi Frank'm yerini aldı 1950'de, bütün çalışmaları Nobel Edebiyat Ödülü ile onurlandırıldı Vietnam Savaşı sırasında, Jean Paul Sartre ile birlikte, savaş suçlarını ilan etmeyi üstlenen “Uluslararası Savaş Suçlan Mahkemesini “(Russell Mahkemesi) kurdu Seksen dokuz yaşında olduğu halde, Parlamento Meydanı'nda nükleer silahlanmaya karşı yapılan bir gösteri sırasında tutuklandı «Aşk ihtiyacı, bilim susuzluğu ve bütün acı çekenlerin yanında olmak” gibi, üç tutkunun güdümündeki uzun bir ömürden sonra, 2 şubat 1970'te öldü

Yararlanılan Kaynak: Axis Siyasal etkinlikleri

İlimden Beklediklerimiz adlı yapıtı 1948'de yayımlandığındı saygıyla karşılanmış ama pek sıcak bir kabul görmemişti Bunun bir nedeni bilgi kuramı konusunun artık fazla ilgi çekmemesi bir başka nedeni de II Dünya Savaşı'nın yarattığı ortamdı Büyük düş kırıklığına uğrayan Russell o sıralar felsefeyi etkileyen linguistik akıma da yakınlik duymuyordu My Philosophical Development (1959; Felsefi Gelişimim ) adlı kitabıyla birkaç makale yazdıysa da bu dönemde artık felsefeden uluslararası siyasete yöneldi Özellikle karısından ayrılip ABD'li Edith Finch'le evlendiği 1952 den sonra yerleşik değerlerin savunulduğu çevrelerde saygınliğını yitirmeye buna karşılik bütün dünyada sol çevrelerde ve gençler arasında ünlenmeye başladı 1954'te BBC'de yayınlanan ünlü "İnsanın Sorumluluğu" adli konuşmasında Bikini Adasındaki hidrojen bombası denemelerini lanetledi Bunu Nobel Ödüllü bilim adamlarının tepkisini dile getiren Russell- Einstein bildirisi ve her ikisine de başkanlık ettiği Doğu ve Batı dünyasından bilim adamlarının katıldığı I Pugwash Konferansı (1957) ile 1958'de başlatılan Nükleer Silahsızlanma Kampanyası izledi 1960'ta ise başkanlıktan ayrılarak kitlesel pasif direniş eylemleri düzenlemeyi amaçlayan daha militan yaklaşımlı 100'ler Komitesi ni oluşturdu 1961'de kansıyla birlikte önderlik ettiği kitlesel oturma eylemleri yüzünden 2 ay hapis cezasına çarptırıldı ama sağlik nedenleriyle cezası 7 güne indirildi Russell Küba Bunalimı ve Çin-Hindistan sınır çatışmaları nedeniyle devlet başkanları ve dönemin Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri U Thant nezdinde girişimde bulunabilecek enerji ve kararlıliğı gösterdiği 1962'de 90 yaşındaydı Warren Raporu'nun yayımlanmasından sonra Kennedy suikastını araştıran komiteye başkanlik etti Bu arada barışa yönelik çabalarını daha sistemli bir hale getirmek için 1963'te Bertrand Russell Barış Vakfi'nı ve Atlantik Vakfi 'nı kurdu Daha sonra ABD'nin Vietnam politikasına şiddetle karşı çıktı Fransız varoluşçu düşünür Jean-Paul Sartre Yugoslav tarihçi Vladimir Dedijer, Polonya asıllı yazar Isaac Deutcsher ve daha başka ünlülerin de katkısıyla Uluslararası Savaş Suçlan Mahkemesi 'ni (Russell Mahkemesi) topladı Ölümünden önceki üç yıl içinde yayımlanan Otobiyografisi'si (3 cilt) nükteli, içtenlikli, sürükleyici anlatımıyla Russell'ın en güzel yapıtlarından biri oldu

Kaynak: Ana Britannica

SÖYLEDİKLERİMİZİN ÇÖZÜMLENMESİ

Russell’ın öncelleri, bilgiyi bilgikuramına ait bir mesele olarak görür ve ona sadece bu terimlerle yaklaşırken, Russell, kendisi, Whitehead ve Frege’nin aralarında geliştirdiği mantığın bütün aygıtını somut problemlere uyguladı Tıpkı önceleri matematikte yapmaya çalıştığı gibi, burada da (bilimsel bilgilerimiz dahil) dış dünya hakkındaki bilgilerimize su sızdırmaz bir mantıksal temel kazandırmaya çalıştı; her iki halde de amaç, insan bilgisine mutlak bir kesinlik kazandırmaktı Sonunda her iki durumda da başarılı olamadıysa da, bu süreçte büyük işler gerçekleştirdi Russell’ın programı ve ilk çalışmaları düşünüldüğünde, mantıksal çözümleme tekniklerini sıradan, günlük bilgilerimize uygulaması çok doğaldı Fakat, çok geçmeden basit gibi görünen önermelerde bile anlam ve hakikat konusunda ciddi güçlüklerle karşılaştı “İngiliz tahtının varisi dazlaktır” dediğimizde, önermemizin anlamı açık gibi görünmektedir ve bu önermenin doğruluğunu olgulara bakarak belirlemeye kalktığımızda yanlış olduğunu görürüz Fakat, bu önermede, sadece biçim olarak tamamen aynı görünmesini sağlayacak kadar küçük bir değişiklik yaptığımızı varsayalım: “Fransız tahtının varisi dazlaktır” Bu önerme doğru mudur, yanlış mıdır? Fransız tahtı diye bir şey yoktur; dolayısıyla tahtın varisi de yoktur Yani, önermenin göndermede bulunduğu ne bir kimse ne de bir şey vardır Dolayısıyla, doğru ya da yanlış olduğu, hatta gerçekte herhangi bir şeyi kastettiği nasıl söylenebilir? Russell, şeyler hakkında günlük, sıradan söz ediş tarzımızı bu tür bir mantıksal çözümlemeye tabi tuttuğunda, sorunlarla ve tuzaklarla dolu bir mayın tarlasına düştü Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, iki önermenin tamı tamına aynı dilbilgisi biçimine, ama tamamen farklı iki mantıksal içerime sahip olabileceklerini gösterdi; öyle ki en azından bir durumda söylediğimiz şeylerin dilbilimsel biçimi, gerçekte (son derece problematik olabilecek) gerçek mantıksal doğasını gözlemektedir

Bryan Magee –Felsefenin Öyküsü

Mantık ve Matematik

Russell 'ın matematik hakkındaki görüşleri mantıkçı ("mantıklaştırıcı') bir çizgi izler Mantıkçılık matematiğin mantığa indirgenebileceği, bir başka deyişle, matematiğin mantıktan türetilebileceği görüşüdür Russell , mantıkçı okulun kurucusu Gotlob Frege 'nin 1903 tarihinde ikinci cildi yayımlanan Aritmetiğin Temel Yasaları adli kitabında aritmetiği türetmeye yetkin olarak tanıttığı mantık sisteminin en temel ilksavının tutarsız olduğunu göstermiştir (Kendi kendisinin elemanı olmayan tüm kümelerin elemanı olduğu bir kümenin varliğına izin veren Frege sistemi, böyle bir kümenin ancak ve ancak varolmaması koşulunda varolabileceği çelişkisini banndırmaktaydı; Russell bunu gösterdı) Russell Açmazı] olarak da bilinen Russell'ın bu katkısı Frege'nin mantıkçı sistemini yıksa da kendisinin yeni bir mantıkçılığı savunmasını ve bu alanın en değerli yapıtlarından olan Tbe Principles Mathematics'i (Matematiğin llkeleleri, 1903) yayınlamasını engellememiştir Ardından Cambridgeli matematikçi ve Eelsefeci A N Whitehead ile birlikte kaleme aldıkları Principia Mathematica 'da (1910 1913; 3 cilt) ise Russell ve Whitehead Frege 'nin sisteminin düştüğü çelişkiye düşmeyen bir sistem ortaya koydular Russell-Whitehead sisteminin kendine özgü sorunları olsa da bu yapıtın matematik Eelsefesi ve matematiğin temelleri gibi çalışma alanlarındaki önemli yeri tartışılmazdır Russell 'ın felsefesinin tipik özelliği, kendisinin de kurucuları arasında sayıldığı modern biçimsel mantığı hemen her felsefe sorununda bir kılavuz yöntem olarak kutlanmasıdır 19101arın başlarında felsefi mantık alanında çalışmalar yapan Russell , gündelik dilin birçok kusuru olduğuna, bu kusurların da modem niceleme mantığının ışığı alanda gündelik dil önermelerinin mantıksal biçimlerini inceleyerek giderilebileceğine inanıyordu

Felsefe Sözlüğü- ABaki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; ÜHüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları


Alıntı Yaparak Cevapla

Filozoflar / Filozoflar Hakında / Filozoflar Hakkında He Şey

Eski 07-30-2012   #132
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Filozoflar / Filozoflar Hakında / Filozoflar Hakkında He Şey



MANTIKSAL ÇÖZÜMLEME

1903'teki araştırmalarının ilk hedefi modern mantığı kurmaktı (The Principles of Maıhematics) Dilbilgisini rehber alan Russell , önermenin çözümlenmesi yoluyla mantığın temel kavramlarını ortaya çıkarır Klasik özne/yüklem eklemlemesi yerine değişkene ve fonksiyona dayalı bir bölümleme getirir Mesela“Q”sembolü “insandır” anlamına geliyorsa, Qx önerme fonksiyonu şöyle okunacaktır: “x insandır” bu fonksiyonu doğru kılan değerlerin tümü (Sokrates, Platon, Sezar, vBulletin) fonksiyonun belirlediği sınıfı oluşturur Aynı fonksiyon şeması kolaylıkla bağıntılara da uygulanır: x,y'nin “kardeşidir” F (x,y) formülüyle açıklanır Burada F - 'nin kardeşi -iki değişkenli bir fonksiyondur Charles Sanders Peirce ve Emest Schröder 'in çalışmaları yen Russell, Eormel ınantığın hem özgünlüğünü, hem de verimliliğini ortaya koyan bir bağıntılar hesabı geliştirir Sonuçlardan ilkelere giden ikinci bir analizle önerıe ve fonksiyon hesaplarıni 20 “öncül”e (gerçeklik, içerme, değişken, fonksiyon, belirtme indirger Felsefenin açıklaması gereken ilk doğruluklar olan ilksel önermeler in onlarla kurulduğu bu “ilksel teriınler” yeni mantığın en son temelini oluşturmaktadır Bu mantıksal ve felsefi çözümleme, ana hatlarıyla, Frege 'nin daha önceki buluşlarıyla birleşyor ve aynı engele çaıpıyordu: paradokslar

Axis

Paradokslar

Russell 'in keşfettiği ve onun adıyla anılan ilk paradoks kendi kendisinin üyesi olmayan sınıfların sınıfı paradoksudur Mesela, («insanlar sınıfı”nın kendisi bir “insan” değildir) Eğer bir sınıf, kendi kendisinin üyesiyse, onu nitelendiren özelliğe sahiptir,dolayısıyla da, kendi kendisinin üyesi değildir Eger, kendi kendisinin üyesi değilse, onu nitelendiren özelliğe sahip değildir Dolayısıyla, kendi kendisinin üyesidir Her iki durumda da bir çelişki söz konusudur Aynı model üstüne “yalan söylüyorum” Giritli Epimenides'inki gibi paradokslar kurulabilir Bu paradokslar, doğrudan doğruya mantık ilkelerini tartışmaya açıyordu Artık, mantık sağlam bir temel oluşturamaz gibi göründüğünden, “matematikte temeller bunalımı” olarak adlandırılan durum ortaya çıkmış oluyordu Russell, 1908'de, paradoksların, bir bütünün kendi kendisinin üyesi olarak kabul edilmesiyle ortaya çıkan bir kısır döngüden kaynaklandığını keşfetti Bundan kaçınabilmek için, “hiçbir bütünlüğün o bütünün terimleriyle tanımlanabilir üyeler olamayacağını ileri süren kısır döngü ilkesi'ne uymak yeterliydi” bu da, bir bütünlüğün öğelerinin, bu bütünlüğe öncelik kendi kendileri tarafından belirlenmesini gerekli kılıyordu Rusell'in tipler kuramı , bu sorunun çözümüne yöneliktir Buna göre, birbirlerini karşılıklı olarak dışlayan sınıfların (bireyler sınıfı, bireylerin sınıflarının sınıfı, bireylerin sınıflarının sınıfının sınıfı vBulletin), yüklemlerin (bireylerin yüklemleri, bireylerin ; bireylerin yüklemlerinin yüklemleri, vBulletin) ve önermelerin tiplerinin hiyerarşisiyle açıklanabilir Rııssell paradoksu (bütün kümelerin kümesinin paradoksu), bir sınıfın kendi kendisinin üyesi olup olmadığı sorusu bütün anlamını kaybettiğinden, ortadan kalkmış olmaktadır Hiçbir yüklem kendi kendisine yüklemlenemeyeceğinden yüklem paradoksu için de, aynı şey söz konusudur Yalancı paradoksuna gelince, “yalan söylüyorum” önermesi, kendisine uygulanamayacağı için, o da aynı şekilde çözülür Ancak, bu aşamada ortaya yeni bir güçlük çıkar: anlamlılık:Her tamdeyim kendi anlamlılığını oluşturan bir tiple tanımlanır Mesela, “x uzundur L(x**” fonksiyonu, fonksiyon değerleri bakımından değil, sadece birey değerleri bakımından anlam taşır Anlamlı düzgün tamdeyimler le-L(x) anlam taşımayan tamdeyimler -L arasında felsefi açıdan verimli bir ayrıma (daha sonra, Rudolf Carnap] tarafından ele alinacaktır) gidilmesi ve Wittgenstein tarafından reddedilecek olan farkli dil düzeylerinin kabulünün, Polonyalı mantıkçılar Lesniewski ve Tarski tarafından her sağlam anlambilimin koşulu olarak yeniden onaylanması buradan kaynaklanır

Axis

MANTIK, DIL VE MATEMATIK

Tipler kuramının getirdiği tamamen sözdizimsel zorluklar anlam sorununu ortadan kaldırmıyordu Önceden, mantık imgelerinin ve bunların biçimlendirdiği dilsel imlerin anlamını sağlamak gerekiyordu Russell, 1903 'te, önce imlemeye yönelik bir anlam kuramı önerdi: özel isimler şeyleri veya kişileri gösterir («Scott Walter Scott'u gösterir); genel isimler se, önlerinde mantık sözcüklerin yer aldığı nesnelere işaret eder (“insanlar” ifadesi insanları içine alan sınıfa işaret etmektedir) Bu nedenle, işlemlere cevap veren mantıksal sözcüklerin (“birkaç”, “bir”, “bütün”, dışında, bütün terimlerin gerçek varlıklara dolayli veya doğrudan bir imleme olarak kavranan bir anlamı (ınantık-dilbilgisi paralelliği ilkesi) vardır; çünkü şeyler, kişiler, kavramlar, nesneler var olan veya vardır Bir Platoncu gerçekçilik de, analizin sağlamlastırılmasıyla yeni mantığın nesnelliğinin güvencesini oluşturuyorduBu yüzden, sınıflar ve sayılar gibi mantıksal-matematiksel nesnelerin varliğını kabul etmek gerekiyordu 1905 'ten itibaren, belirli betimlemeler kuramı , gerçek olmayan bütün varlıklarla ilgili her türlü girişimden uzak durulmasını sağladı Geleneksel analizde filanca veya falanca türünden deyimler, kurgu'lar (“Minos'un kızı”) veya olanaksızlıklar (“kare çember”) durumlarında uydurma veya hayali veya çelişkili nesnelerin imleme olarak kabülünü gerektiren gerçek özneler olarak alıyordu Frege 'nin nicelendirme kuramına dayanan Russell , belirli betimlemelerin mantıksal bir çözümlemesini önerdi: belirlenmiş bir bireyi betimleyen ifadeler Böylelikle, her belirli betimleme, kendi anlamından soyulmuş ve bir değişkenin ve bir yüklemsel öğenin varoluşsal (tikel) nicelendirilmesiyle gerçekleştirilen ve mantıksal olarak, bir imleme öğesine indirgenebilen eksikli bir simge den başka birşey değildir

MANTIK ve FELSEFÎ BİLGİ

Çözümleme tekniğini modern bir Ockham usturası gibi kullanan (zorunlu olmadıkça varlıkları çoğaltmamak gerekir) Russell , önce, dilbilgisindeki özel isimleri, belirli betimlemelere indirger ve gerçek mantıksal özel isim olarak, sadece “ben” zamiriyle “bu” işaret sıfatım bırakır Böylece, bilgi, öznelerin duyu verileri yoluyla sahip olduğu doğrudan edinimlerden hareketle, dış dünyanın nesnelerinin mantıksal çıkarsanmasına dayanacaktır Ama, Russell, 1918'de, «ben» in mantıksal özel isim değerini yadsır ve özneyi «bir dizi deneyime indirger Ertesi yıl, ne zihinsel, ne de maddî olan ilk verilerden hareketle, nedensellik yasalarından yararlanarak fiziksel nesneleri oluşturmak mümkün olduğu gibi, psikolojik kuralları kullanarak tinsel olayların da mantıksal olarak kurulabileceğini öne süren William James 'in nötr monizm ini benimser (Analysis of Mind, Analysis o f Matter) Kesin kanıtlanamayan çıkarımlar, yani, ampirik genellemelerle ilgili son araştırmalarında, Russell , tümevarımı ortaya koymak için beş temel postulat kabul etme zorunluluğunu getiriyordu Kanıtlanamayan çıkarımlara yön veren mantık ilkelerine eklenen bu postulatlar, deneyciliğin sınırlarını gösteriyorlardı (Human Knowledge) Russell , tezlerini sorgulamaktan hiç kaçınmadı; ama bunlardan felsefî eserlerinin birliğini sağlayanlara her zaman bağlı kaldı Mantığın ve her türlü bilginin «ilkeleri»ni keşfetmek için, çözümlemeye başvurmaktan hiç vazgeçmedi Bu çözümlemeci yönelim dışsal bağıntılar ilkesine dayanır Buna göre, bağıntılar isimlerinden bağımsızdır, dolayısıyla, gerçek bir hesabın konusu olabilirler Bu, Aristoteles 'ten beri, mantığın özelliği olan ve bütün bağıntıları bir özneye bir sıfat yüklenmesine (lıredicatum iı:est subjecto) indirgeyen “iç bagıntılar öğretisi” ne ters düşmektedir Leibniz'in monadism'inin olduğu kadar, Hegel veya Bradley ' in monizm'inin de temeli olan bu mantıksal önvarsayım, töz anlayışına dayalı bir metafiziğe ulaşıyordu Russell , gerçek olanın özerk nesnelerin bağıntısından oluşturulmuş, bağımsız olgulardan meydana geldiği, mantıksal bir atomculuğun savunuculuğunu yaptı Bu olgular atomik önermelerle ifade edilir Atomik önermelerden hareketle mantıksal olarak inşa edilebilen bileşik önermelerin doğruluğu, bu atomik önermelerin doğruluğuna bağlıdır (kaplamsallık ilkesi)

Geleceğe Dönük Bazı Tahminler

() Günümüzde kültürün eğilimi, sanat ve edebiyattan uzak, bilim doğrultusundadır; böyle sürüp gitmesi de olasıdır Kuşkusuz, bunun nedeni bilimin yaşantımızda çok büyük yararlar sağlamasıdır Rönesans’tan gelen ve sosyal prestijle desteklenen güçlü bir edebiyat geleneğimiz vardır Bir “beyefendi” biraz Latince bilmelidir; ancak bir lokomotifin nasıl çalıştığını bilmese de olur Ne var ki, bu geleneğin sürmesi “beyefendi”yi başkalarından daha az yararlı kılmaktan başka bir işe yaramaz Sanırım, uzun olmayan bir süre sonra, bilim alanında birşeyler bilmeyen bir kimsenin eğitim görmüş kişi sayılmayacağını varsayabiliriz Bu olmulu bir şey; ancak bilimin, zaferlerini kültürümüzün başka yönlerden yoksullaşması pahasına kazanıyor olması üzülecek bir şey Sanat gün geçtikçe daha çok bir zümrenin ya da birkaç zengin sanatseverin işi olmaktadır Sanat, sıradan insan için, din ve kamu yaşamıyla bağlantılı olduğu zamanlardaki kadar önemli değildir Daha önce estetik yönden övülmeye değer sayılan duygusal gereksinimler giderek daha önemsizleşen yollarla gideriliyorlar: Günümüzde dans ve dans müziğinin, genelde, daha az uygar olan bir toplumdan ithal edilmiş olan Rus balesi dışında, sanatsal hiçbir değeri yoktur Sanatın önemini yitirmesi, korkarım kaçınılmazdır ve atalarımızdan daha dikkatli ve faydacıl olan yaşama biçimimizle bağıntılıdır Bir yüz yıl kadar sonra, az çok eğitim görmüş herkesin bir hayli matematik, biraz biyoloji ve büyük ölçüde de makine yapımı bileceğini tahmin ediyorum eğitim, bir azınlık dışında, daha çok “dinamik” denilen, yani insanlara duyu ve düşünceden çok, “yapmayı” öğretici türden olacaktır İnsanlar her işi büyük bir beceriyle yapacaklar, ancak bu işlerin yapmaya değer olup olmadığını rasyonel bir biçimde değerlendirmekten aciz olacaklardır Belki de resmi bir “düşünürler” tabakası oluşacak; bunlardan birincisi Royal Society’nin, ikincisi de Royal Academy ile Piskoposluk federasyonunun birer uzantısı olacaktır Düşünürlerce elde edilen sonuçlar devletin malı olacak ve yerine göre, yalnız Milli Savunma’ya, Amiralliğe, y ada Hava Kuvvetleri Bakanlığı’na açıklanacaktır Eğer düşman ülkelerde hastalık yayma işi zamanla görevleri arasına alınırsa, belki Sağlık Bakanlığı da bu araya girebilir Resmi duygucular okullarda, tiyatrolarda, kiliselerde hangi duyguların yayınlanacağını saptayacaklar, ama bu duyguların nasıl yaratılacağını keşfetmek resmi düşünürlerin işi olacaktır Okul çocuklarının haylazlıkları göz önüne alınırsa, resmi duygucuların kararlarının devlet sırrı olarak nitelendirilmesinin yerinde olacağı düşünülebilir Bununla birlikte, bir Kıdemli Sansürcüler Komitesi’nce onaylanan resimlerin sergilenmesine ve vaazlar verilmesine izin verilecektir Radyo yayınları da günlük gazeteleri herhalde silip süpürür Azınlık görüşlerini dile getirmek için bir iki haftalık dergi başını kurtarabilir Okuma ise, yerini gramofona, ya da ondan daha iyi bir icada bırakacağından, nadiren yapılan bir iş olacaktır Bunun gibi, günlük yaşamda yazma yerine de diktafon kullanılacaktır Eğer savaşlar ortadan kalkar ve üretim bilimsel olarak düzenlenirse, herkesin rahatça yaşaması için günde dört saatlik çalışmanın yeterli olması olasıdır Bu süre kadar çalışan boş zamanın keyfinin çıkarmak mı, yoksa daha çok çalışıp lüks şeylerin keyfinin çıkarmak mı sorusu tartışmaya açıktır Çocuklar için endişeye gerek yoktur; devlet onlara bakar Hastalık çok seyrek görülecektir; gençleştirme yoluyla yaşlılık ölümden kısa bir süre öncesine kadar ertelenebilecektir Dünya bir hedonist cenneti olacak ve de hemen herkes bu yaşamı dayanılmaz ölçüde can sıkıcı bulacaktır Böyle bir dünyada yıkıcı dürtülerin karşı konulmaz olabileceğinden korkulur RLStevenson’un İntihar Kulübü burada yaşama geçebilir; sanatsal cinayetlerle uğraşan gizli dernekler de kurulabilir Geçmişte yaşam tehlikeli olduğu için ciddiye alınmış, ciddi olduğu için de ilginç olmuştur Eğer insan doğası değişmezse, tehlike olmayınca hayatın tadı kalmayacak ve biraz heyecan bulmak umuduyla insanlar her türlü aşağılık kötülüklere başvuracaklardır Bu ikilem kaçınılmaz mıdır? Yaşamın sıkıntılı yönleri, onun en iyi yönleri için gerekli midir? Sanmıyorum Eğer insan doğası, cahil insanların hala sandığı gibi, değiştirilemez ise durum gerçekten umutsuzdur Psikologlar ve fizyologlar sayesinde artık biliyoruz ki “ insan doğası” denilen şeyin en çok onda biri doğadan gelmekte, geri kalan onda dokuz ise sonradan oluşmaktadır İnsan doğası dediğimiz şey, erken eğitimde yapılacak değişikliklerle hemen tümüyle değiştirilebilir Bu değişiklikler, eğer düşünce ve enerji bu alana yönelirse, en ufak bir tehlikeye yol açmadan ve yaşamın ciddiyetini yeterince koruyacak şekilde gerçekleştirilebilir Bunun için iki şey gereklidir: Çocuklarda yapıcı dürtüleri geliştirmek ve bunların yetişkinlikte de devamı için olanakları sağlamak Şimdiye kadar, yaşamda önemli sayılan şeylerin en büyük bölümünü savunma ve saldırı oluşturmuştur Kendimizi açlığa, çocuklarımızı dünyanın ilgisizliğine, ülkemizi ulusal düşmanlara karşı savunuruz; tehlikeli ve düşman olduğunu sandığımız kimselere de sözle, ya da fiziksel olarak saldırırız Ancak, aynı ölçüde güçlü olan başka duygu kaynakları da vardır Estetik yaratıcılık ya da bilimsel keşif duygular, en tutkulu aşk kadar güçlü ve yoğun olabilirler Aşkın kendisi ise bağlayıcı ve baskıcı olmasına karşın, yaratıcı da olabilir Doğru eğitim verildiğinde insanların büyük çoğunluğu mutluluğu yapıcı faaliyetlerde bulabilirler; yeter ki elverişli olanaklar olsun Bu bizi ikinci gereksinimimize getiriyor Yalnız üst makamların emrettiği yararlı işlere değil, yapıcı atılımlara da fırsat verilmelidir Entelektüel ve sanatsal yaratıcılığa, insan yaşamını iyileştirmek için ileri sürülen düşüncelere, yapıcı türden insan ilişkilerine hiçbir engel bulunmamalıdır Eğer bunların hepsi varsa ve eğitim de isabetli türden ise; gereksinim duyanlar için ve hareketli bir yaşam tarzına yine de yer vardır Bu durumda ve ancak bu durumda yaşamın belli başlı kötülüklerini ortadan kaldırmak için örgütlenmiş toplum kalıcı olabilir; çünkü daha enerjik olan bireyleri içinde doyum olanağı sağlanmıştır()


Alıntı Yaparak Cevapla

Filozoflar / Filozoflar Hakında / Filozoflar Hakkında He Şey

Eski 07-30-2012   #133
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Filozoflar / Filozoflar Hakında / Filozoflar Hakkında He Şey



Roscelinus

Tahminen 1050 -1123) Kendisiyle ilgili pek az şey bildiğimiz Roscelinus''a göre: Tümel kavramlar yalnızca birer kelimeden ibarettir Aralarında az ya da çok ilişki olan objelere bu kelimeleri bizim yüklediğimizi savunur

Bu dönemde isimciliğin etkisi sınırlı ve önemsizdir İsimcilik fazla yayılamamıştır Çünkü Kilisenin direnmesi ve "düşmanlığı" hız karşılaşmıştır Nitekim 1092 yılında Soisson Sinod, Roscelinus'un isimciliğini (nominalizmi) açıkça suçlamıştır


Alıntı Yaparak Cevapla

Filozoflar / Filozoflar Hakında / Filozoflar Hakkında He Şey

Eski 07-30-2012   #134
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Filozoflar / Filozoflar Hakında / Filozoflar Hakkında He Şey



El Razi

El-Razi olarak bilinen Ebu Bekir Muhammed Bin Zekeriya, 864 yılında İran'da Rey kentinde dünyaya gelmiştir Gençlik yıllarında müzik, matematik, astronomi, kimya, felsefe ve tıp bilimleri ile ilgilenmiştir Hekimliğe karşı duyduğu ilgi sonucu tıp eğitimine yönelmiştir

Hekimliği sırasında halk arasında ünü ve çalışkanlığı ile ön plana geçen El-Razi, Rey kenti hastanesi başhekimliği görevini üstlenmiştir Bu dönem içerisinde gerek hekimlik pratiği, gerekse tıp eğitimi üzerine çalışmaları sonucu dönemin en ünlü hastanelerinden olan Bağdat Hastanesi'ne başhekim olarak atandı ve yaşamının büyük bir bölümünü bu kentte geçirdi Hayatının sonuna doğru Rey kendine geri dönen Razi, 930 yılında bu şehirde hayata gözlerini yumdu

Çalışmalarının büyük bir kısmı tıp üzerine olan El-Razi'nin en ünlü eseri "El Hevi (Liber Continens)"dir Bu eser, hastalıkların teşhis ve tedavisi üzerine yazılmış döneminin en geniş medikal ansiklopedisidir Antik Yunan ve İslam tıbbının önemli medikal bilgileri ve El-Razi'nin kendi çalışmaları bu eserde derlenmiştir

El Razi'nin en önemli çalışması ise çiçek ve suçiçeği hastalıkları üzerine yazdığı incelemesidir "Liber de Pestilentia" adlı eserinde her iki hastalığı da detaylı şekilde tanımlamış ve bu iki hastalığın ayırıcı tanısını yapmıştır El Razi'nin eserleri birçok yabancı dile çevrilmiş ve 18 yüzyıla kadarbirçok tıp fakültesinde okutulmuştur 1970 yılında Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından çiçek ve suçiçeği hastalıkları üzerine olan özgün çalışmaları sebebiyle şükranla anılmıştır

* "Herhangi bir konuda Galen ve Aristo görüş birliği içindeyse doktorlar için karar vermek kolaydır; fakat farklı düşünüyorlarsa uzlaşmaya varmak zorlaşır Hekimlikte "doğru", ulaşılamayacak bir hedeftir İyi bir hekimin deneyimi, kitaplarda yazan her şeyden çok daha önemlidir"


Alıntı Yaparak Cevapla

Filozoflar / Filozoflar Hakında / Filozoflar Hakkında He Şey

Eski 07-30-2012   #135
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Filozoflar / Filozoflar Hakında / Filozoflar Hakkında He Şey



Schelling

Schelling bir rahibin oğludur Parlak zekalı ve yetenekli bir çocuk olduğu için çok erken olgunlaşmış ve daha yirmiiki yaşında iken Fichte'nin felsefesi çevresinde yazdığı bir kitabı sayesinde Profesör ünvanı almıştır Tüm yaşamı boyunca düşüncesini sürekli değiştirmekten, yeni anlayışlara inanmaktan çekinmemiş Sonuçta da dağınık fikirlerini bir bütün olarak göstermek zordur

Schelling'e göre bütün doğa bilinçsiz bir zekanın yaratmasıdır Doğa düzensiz ve dağınık bir yapı değildir, tam tersine sıkı bir düzene ve ereğe bağlıdır Bu nedenle doğada bir yaratıcı ilke olmalıdır Böyle bir ilkenin, yaratıcı zekanın manevi nitelikte olması gerekir Bu evrende sadece insanda manevi bilinç vardır Bu nedenle yaratıcı zeka bilinçsiz bir zekadır Böylece Schelling yaratıcı ilkeyi Fichte'den farklı olarak "ben"'in dışında buluyor, oysa Fichte herşeyi "ben" sayesinde anlıyordu Bu zeka da gelişir ve gelişirken çeşitli basamaklardan geçer Bu basamaklardan en sonu bilinçtir Yani bilinçli bir zeka taşıdığı için insandır Bu basamaklı gelişim tasarımı daha çok Leibniz'in felsefesine benzer

Ayrıca ona göre doğa ve zeka(tin) özdeştir Sonuçta organik ve inorganik varlıklar aynı ilkelere bağlıdır İnorganik varlıkları mekanist bir teori ile açıklayamayız, yaşam gücü tüm doğada en basit fiziki varlıkta bile bulunur, tüm doğa canlı bir organizmadır Burada Schelling'in dualizmi önemlidir Ona göre evrenin neresine bakarsak bakalım bir ikilik, bir karşıtlık buluruz; Mıknatısın kutupları, pozitif ve negatif elektrik, dişilik erkeklik vBulletin Doğa başlangıçta birlikti, bölünmemişti Bu noktada Schelling Fitche'nin üç aşamalı tez, antitez ve sentez öğretisini doğanın gelişmesine uygulamıştır Birliğin karşıtı olan bölünme sayesinde doğa gelişmektedir Doğadaki karşıt güçler daha üst bir basamakta sürekli birleşerek ve bölünerek daha yüksek varlıkları oluştururlar Bu nedenle her üst varlık daha aşağı varlıkların bir sentezidir Bütün bu sürecin başlangıcındaki kuvvet olan "birlik" canlı olmalıdır Dolaysıyla tüm doğa canlıdır

Ancak bu canlı doğa, bu zeka bilinçsizdir Ancak gelişim evresinde sürekli bilince doğru yol alır Oluşturulan her yeni varlık bilince biraz daha yaklaşmıştır Sonunuda doğa insanda bilincine ulaşır Her ne kadar insan doğa içinde fark edilmeyecek kadar küçük olsa da doğanın amacıdır, zincirin son halkası, tüm varlıkların nedeni ve tüm doğayı anlamlı hale getiren varlıktır

Sanat felsefesinin de öğretisinde önemli bir yeri vardır Doğa canlı bir organizma olmasının yanında bilinçsiz yaratıcı kuvvetin bir sanat eseridir Burada yaratma etkinliği ne bilgi ne de eylem ile ilişkilidir Yaratmanın temelindeki güç sanattır Nasıl doğa bilinçsiz bir gücün yaratması ise insanların sanat eserleri de bilinçli gücün yaratmasıdır Her bir sanat eseri kendi içinde bir evrendir ve varlığın özünü anlamak ancak sanat yolu ile olur Sanatçı ve filozoflar da yaratıcı gücü anlayan ve gerçeği bilen kişilerdir Bu kişilerin kaderi budur ve diğer insanlardan bu nedenle farklıdırlar Sanat eserinde, sonlu olan doğanın bir anlık durumu sonsuz ve salt varlık olarak kendini gösterir Bu nedenle sanat eseri doğadan üstündür, o bilinçli bir yaratmadır Böylece Schelling doğa ve bilinç arasındaki ayrımı sanat felsefesi ile aşmış oluyor

Zamanla Schelling'in felsefesi mistik ve dini bir yön kazanmış ve felsefe çevrelerinde pek etki yapmamış Kant ve Fichte ile başlayan Alman idealizmi içinde Schelling, Romantizmi temsil etmiştir


Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.