Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Forum İslam > İslami Genel Konular

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
islami, sözlük2

İslami Sözlük-2-

Eski 11-04-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük-2-



FER'

Birinci derecede gerekli olmayan bilgi, dal, kol, kısım, ayrıntı, teferruat Bir ana gövdeden ayrılan kollardan her biri, ağacın yukarıya ve yanlara uzanan dalları
Kur'an-ı Kerîm'de: "Allah'ın hoş bir sözü, kökü sağlam dalları göğe doğru olan -Rabbinin izniyle her zaman meyve veren- hoş bir ağaca benzeterek nasıl misal verdiğini görmüyor musun?" (İbrahim, 14/24) âyetinde "fer'uha" kelimesi ağacın dalı manasınadır
Kelime, kadın veya erkeğin saçı, kavme izafe edildiğinde onların efendisi, şereflisi ve kulağa izafe edildiğinde üst tarafı anlamına gelir Çoğulu: Füru'dur Füru', Usul'ün zıddıdır
İslâm'dan önceki câhiliye araplarının putlarına kurban ettikleri yeni doğmuş deve yavrusuna da "fera" denirdi Çok ve faydalı mala da "fer" denir Ayrıca şube ve kısım manalarına geldiği gibi, Fıkıh Usulu ilminde bir konuda "asl" üzerine kıyas yoluyla bina edilen tâlı meseleye Fer' denilmektedir (Râgıp el-Isfahânı el-Müfredât fi Garibi'l-kur'ân, Fer')
Fer', şer'i dehilerden kıyasın rükünlerinden birisidir Hükmü hakkında açık söz bulunmayan nesne olup, "asl"ın hükmü ile aradaki illet (hükme gerekçe olan sebep) benzerliği dolayısıyla aynı hüküm onun hakkında da geçerli kılınır Buna kıyaslanan (makis), yüklem (mahmul), benzetilen (müşebbeh) de denir (Abdülvahhâb Hallâf İslâm Hukuku Felsefesi, Çev: Hüseyin Atay, s241) Meselâ: Kur'an'da iki kızkardeşin bir nikâh altında birleştirilmesi yasaklanmıştır "Ve iki kızkardeşi bir arada almak suretiyle evlenmek -geçmişte olanlar artık geçmiştir- size haram kılındı" (en-Nisâ, 4/23) Hz Peygamber bir kadını, hala ve teyzesiyle aynı anda nikâhlamayı yasaklar (Buhâri, Nikâh, 27) Hüküm çıkarmada esas iki asli kaynak olan Kur'an ve Sünnet'te aynı anda iki kızkardeşle evlenmek meselesinde nass bulunduğundan bu, "asl", buna kıyasla birbirine mahrem olan iki kadının bir nikâh altında birleştirilemeyeceğine hükmetmek de "fer" olur (Abdülkadir Şener, Kıyas İstihsan Istılahı Ankara 1981, s69) Çünkü bunların hepsi kan akrabalığını hiçe saymak (kat-i rahm) gibi bir sonuç doğurur (Hallaf, age, s24)
Fıkıhta kullanılan "Fürû' terimi Fer'in çoğulu olup baba, dede ve validelerden oluşan Usul'a karşılık, ölen bir kimsenin ardından mirasçı olarak bıraktığı çocukları ve torunları için kullanılır (ö Nasuhi Bilmen, Istılahatı Fıkhiye Kamusu, II, 495)

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük-2-

Eski 11-04-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük-2-



FER'İ HÜKÜM

Hüküm; karar vermek, örtmek, men etmek, bir şeyi diğer bir şeye ispat (olumlu) veya nefy (olumsuz) suretiyle isnat etmektir "Bu mülk Allah'ındır" sözünde, mülk Allah'a ispat yoluyla isnad edilmiş olur "İnsanların hâkimiyette ortaklığı yoktur" sözünde ise hâkimiyette ortak olmama hususu nefy (olumsuzluk) yoluyla insana isnad edilmiştir Bir şey üzerine terettüp eden esere de "hüküm" denir
Fıkıh ıstılahına göre hüküm, "mükelleflerin işleriyle ilgili olan Şart (Allah ve Resulu)in hitabının eser ve neticesidir" Fıkıh âlimleri hükmü, "Bir iş ve muamelenin meydana getirdiği netice ve eser" manasında kullanırlar
"Satış muamelesinin hükmü mülkiyettir" cümlesindeki "mülkiyettir" sözü bir hükümdür ve bu muamelenin meydana getirdiği neticeyi dile getirmektedir
Şer'i hükümler, aslı ve fer'î olarak iki kısma ayrılır Aslı hükümler, iman esaslarına dair olan hükümlerdir Bu tür hükümler, tevile, yoruma, üzerinde ictihad etmeye gerek duyulmayan açık ve net hükümlerdir İtikadı hükümlerin dayandığı delil Kitap (Kur'an) ve mütevâtir sünnettir İmanın esası (Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, kaza ve kadere, hayrın ve şerrin Allah'tan geldiğine inanmak) İslâm dininin ortaya koyduğu Hz Adem'e inen ilk vahiyden beri değişmeyen aslı hükümlerdir İslâm bu hükümler üzerinde kurumlaşmıştır
Fer'i hükümler ise, namaz, oruç, hac, zekât ve benzeri ibadetlerle, nikâh, talak, radâ' (süt emişme), ticaret ve benzeri müslümanların günlük muamelelerine dair hükümlerdir Bu tür hükümlerdeki helallik ve haramlıkları, emir ve yasaklanmaları edille-i şer'iyye ile (Kitap, sünnet, icma ve kıyas) tesbit edilmiş olmakla birlikte sıralama olarak itikadı hükümlerden sonra geldiği gibi, teferruatla ilgili hususları müctehid imamların ictihadlarıyla hükme bağlanan meselelerdir Fer'i meseleleri oluşturan bu meseleler hakkında verilen hükümler İslâm fıkhı'nda "fer'i hükümler"i meydana getirir

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük-2-

Eski 11-04-2012   #3
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük-2-



FER'İ MESELE

Fer' sözlükte; ayrıntı, bir asıldan ayrılan kolların herbiri ve şu'be, esas olmayıp ikinci derecede önemli olan şey anlamlarına gelir Asl'ın karşıtıdır Çoğulu fürû'dur Fer'i ise asla ait olmayıp fer'a ait olana denir Mesele de sorulup cevabı istenilen şey, soru; bir ilim ve fenle ilgili olup çözümü istenen konu ve bugünkü dilde sorun anlamlarına gelir
İslâm dininin iman ve amelin birleşmesinden meydana gelen bir bütün olduğu gözönünde tutulursa; imana ilişkin konular aslı mesele; ibadet, muamelat (medenî ilişkiler), ve ukûbat (cezalar) ile ilişkin konular da fer'i mes'ele kapsamına girer Ehl-i Sünnet âlimlerine göre itikadı meseleler dinin aslını ve temelini oluştururlar; ki, bu esaslar ilk insan ve ilk peygamber Hz Adem (as)'dan Allah tarafından tebliğ ettikleri ilâlû dinlerin temelini oluşturmaktadır Hz Peygamber (sas): "Esasen peygamberler baba bir kardeştirler, anaları ayrıdır, dinleri birdir" (Tecrid-i sarih Tercümesi IX, 180) buyururken bütün peygamberlerin tebliğ ettiği iman esaslarının aynı, şerîat hükümlerinin ise ayrı olduğunu vurgulamak istemiştir
Amel, iman-küfür açısından, imandan bir cüz olmamakla birlikte, amel imanın kemale ermesi için gerekli görülmüş; bu nedenle de imandan bahseden ayetlerin hemen ardından sâlih amel adı verilen İslâm'ın ibadet, muâmelat ve ukûbat ile ilgili hükümlerine uyulması emredilmiştir İman, amelle desteklenip beslendiği sürece güçlenir; amel ve ibadet olmayınca veya eksik bulununca imanı korumak zorlaşır
İtikadı ve amelî konuların bütününü teşkil eden hükümler topluluğuna "din", diğer bir deyişle "şerîat" denir Ancak şerîat kelimesi, uygulamada, ibadet, medenî hukuk, ceza hukuku ile ilgili fer'i meseleler hasredilmiştir
İslam'da şer'î hükümlerin dört ana kaynağı vardır: Kitap (Kur'an); Sünnet (Hz Peygamber'in söz, fiil ve takrirleri); icma (bir konuda bir asırda yasayan İslâm âlimlerinin ittifakı); Kıyas (hakkında kesin nass bulunan bir meselenin hükmünü, illeti ile o meseleye benzeyen ve hakkında hüküm bulunmayan meseleye vermek)
Hakkında ilk üç kaynakta hüküm bulunan meseleler İslâm hukukunda "aslı mesele" olarak kabul edilirken; Kitap, Sünnet ve icma'da hükmü bulunmayan bir meselede kıyas ve ictihat yoluyla verilen hükümler de "fer'i mesele" kapsamına girer
Kıyas, hakkında nass olan bir meselenin hükmünü, hakkında nass olmayan bir meseleye tatbiki demektir İcdihad da, hakkında kesin nass bulunmayan bir meselenin fıkıh sahasında otoriter sayılan kişilerce (müctehid) İslâm'ın ruhuna aykırı olmayacak ölçüde verilen hükümlerdir Nitekim Hz Peygamber (sas) Yemen'e vali olarak gönderdiği Muaz b Cebel'e "İslâm adına ne ile hüküm vereceksiniz?" diye sorunca Hz Muaz sırasıyla "Allah'ın Kitabı ile onda bulamazsam Peygamber'in sünneti ile hükmederim Onda da bulamazsam kendi görüşümle ictihad ederim" buyurmuştur (Ebû Davud, Akdiye, II; Tirmizi Ahkâm, 3; A b Hanbel, Müsned, I, 37, V, 230, 236)
Genel olarak İslâmî ıstılahta akaid ilmine "usûlü'd-dın"; fıkıh ilmine de "fürû'u'd-dın" adı verilir

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük-2-

Eski 11-04-2012   #4
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük-2-



FERMAN

Padişah'ın bir iş veya gereklilik ile ilgili arzusunu gösteren yazılı emri Kelime Farsça'dan gelmiş olup, "emir, buyruk" manalarına gelmektedir
Ferman ilk olarak İslâmiyeti kabul eden İlhanlılarda daha sonra ise Osmanlılarda kullanılmıştır Padişah yazdırdığı yazıya kendi tuğrasını basarak bir resmi emir çıkarmış olur Padişah'ın bu emrine "Ferman-ı Hümayun veya Ferman-ı şerif"de denmektedir
Fermanın kendine has şartları ve özellikleri vardır Öncelikle gönderilen mesajın Ferman olduğu belirtilir Ferman'ın gönderildiği kişiye dua ve niyaz edilir Ferman'ın gönderiliş sebebi, Ferman çıkaranın arzusuna açıklandıktan sonra fermanın çıkarıldığı gerekli emir verilir Söylenmesi ve yapılması istenen şey açıklanır, Ferman'da istenilen şeyin yerine getirilmesi ve muvaffakiyeti için dua edilir ayrıca fermanın tarihi ve gönderildiği yer belirtilir (M Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I, 607)
Osmanlılarda hükümdarın tuğralı fermanı, içindeki bilgi ve malumatın çeşidine göre; hüküm, biti, misâl, tevki, nişan, berat, menşur ve yarlığ denilirdi Bunların hepsi padişahın yazılı emrine delil teşkil eden kelimelerdi
Fermanlar çok çeşitli sebeplere göre çıkarılırdı Meselâ Fatih Sultan Mehmed dönemi hakkında 1951-52'de tedâvüle çıkarılan akçeler ile ilgili bir ferman'a göre, "darphane amih", yeni akçeleri Anadolu vilayetleri sarraflar ve yasakçılar aracılığı ile gönderir Akçe naklinin güvenliğini sağlamak amacıyla Sancakbeylerine, Kadılara, Tımar Sahiplerine Kethüdâların güzergâh üzerinde emniyet tedbirlerini alması istenerek geceleri konaklamalarda keşif yapması emredilmiştir Sultan, herhangi bir şekilde emrinin ifasında ihmâl gösterenlere ağır cezalar verir
Fermanlar, Osmanlılardan önce Anadolu Selçuklu Devletinde de vardı Anadolu Selçuklu devleti İlhanlılara bağlı olduğundan Han, Selçuk Hükümdarına kılıç, hil'at, murassa külâh ve bir de ferman göndermiş ve Nâib Şemsüddin İsfahani'yi kendi tarafından Memalik-i Rum'a hâkim yapıp eline bir de Yarlığ vermişti
Anadolu Selçuklularında büyük divanda bulunan arazi defterlerinde has ve iktaa yani dirlik olan tımara ait tevcihâtı yapan ve buna dair menşur ve beratları hazırlayan mühim bir dairenin reisine Pervaneci denmiş ve bu berat ve menşurlara da Pervane denilmiştir (İ Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilatına Medhal, Ankara 1970, s95)
Pervane birçok lügat ve eserlerde Ferman ve hükm-i padişahı demek olup, bir nevi yazının adına da pervane denildiği ve Moğollarda devletin dört mühüründen birinin adı olduğu ve altından yapılmış olan bu küçük hükümdar mührüyle hazineye ait vesikaların damgalandığı Hacib veya Perdedara Pervane denildiği kaydedilmektedir (Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası, sene 8, s46)
Pervane büyük Selçuklularda da vardır Siyasetname'de Pervanenin alelıtlak ferman manasına geldiği anlaşılmaktadır Pervanecinin divan, hazine, ikta ve atiyyelere ait verilen fermanları tetkik ve icabını yapan bir memur olduğu görülmektedir Bazı Osmanlı beratlarıyla bâzı eserlerde de pervanenin ferman ve berat anlamında kullanıldığı görülmektedir
Ferman'ın Osmanlı Padişahlarına ait bir "teşri" (kanun koyma) sıfatı olduğunu dile getiren bazı yazarlar vardır Bu konu, aslı olmayan bir husustur Kaldı ki, bu hususu ileri süren yazarların eserlerinde de ferman gibi padisah buyruklarına kanunname ile ilgili malumatlar verilirken temas edilmiştir
Şu hususu açıklamakta fayda vardır ki, Osmanlı devlet sistemi, kuruluş biçimi itibariyle tam bir İslâmî yapı göstermiyorsa da, İslâmî hukuk ve siyâsetin ana meselelerini yüklenen bir devlet sistemi idi
Devletin çeşitli icraatları bunu göstermektedir İkinci olarak, Osmanlı'da kanunnameler veya bunların bağlı olduğu örfi hukuk, İslâm'a ters olmayan hükümlerden oluşan ve daha çok toplumsal meselelerle ilgili hükümlerden oluşmaktaydı Kanunnameler, örfi hukukun en etkili ve yaygın örnekleriydi Ülke içindeki sonradan ortaya çıkan idari, siyası ve malı konular, İslâm şerîatı ile çerçevelenmiş örfi hukukun bir dalı olan kanunnameler ile çözülmeye çalışılıyordu
Ferman ise, daha anı ve küçük meseleler için verilen padişah buyruklarıydı Ferman ve kanunnamelerin genelinde İslâmî bir öz ve prensip hakim ise de, padişahın herhangi bir meseledeki kanaat ve görüşüne göre bazen İslâmî esasların ihlâl edildiği de olabiliyordu Eğer ulema ve bilhassa şeyhülislâm ile veziriazam ve diğer ileri gelenler bu tür yanlışlığa karşı çıkmaz ise, bazen keyfi kararlar uygulanabiliyordu Padişahın keyfî karar vermesine çoğunlukla engel olan böyle bir karar mekanizmasının Osmanlı devlet yapısında olduğunu görüyoruz Fakat zaman zaman da olsa yönetimde olanlardan bir bölümünün keyfi tutumları ile İslâmî esasların ihlâl edilmiş olduğu bilinmektedir Bu durumlar İslamî hayat ve anlayışın ortadan kalkması ile başlayan dönemle birlikte ortaya çıkıyordu Yani, İslâm insanının giderek idarî seviyede kaybolması ile gayrı İslâmî tavır ve icraatlar kendisini göstermeye başlamıştır
Osmanlı devletinde fermanlar, divanı hat denilen girift bir yazı ile yazılırdı Bu yazı şekli, son zamanlara kadar devam etmiştir

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük-2-

Eski 11-04-2012   #5
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük-2-



FERSAH

Bir mesafe ölçüsü, Farsça "fersenk" kelimesinden Arapça'ya "fersah" şeklinde geçmiştir Kâmûs-u Osmânî'de bu kelime: "Üç mil uzunluğundaki mesafeye denir" diye tarif edilmiştir
Hem maddî hem de manevî şeyler için kullanılır Maddî olmayan şeyler için kullanıldığında genellikle mükerrer olarak gelir Meselâ: "Falanca kimse ustasını fersah fersah geçmiştir" denir (M Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimler sözlüğü, Fersah maddesi)
Kuzey İran lehçelerindeki bir şekilden Arapça'ya geçmiş bir tabir olup, fars, frasang, pehl ve farsang şeklinde, İran'da kullanılan bir yol ölçüsü olup, aşağı yukarı at ile bir saatte gidilen mesafeye denktir
Altı bin zirâ' veya zirâ'ı resmî (1,0387 m) den ibaret olan bir fersah, 6232, 2 mye tekâbül eder Arap fersahı 3 mil veya 12000 zürrâ-5762,7 m idi" (CL HUART, Fersah, İA c IV, İstanbul 1948 s574)
Fersah; çok eski bir mesafe ölçüsü olması hasebiyle ve henüz metrenin bilinmediği bir dönemde kullanıldığı için, bugün metre cinsinden karşılığını tam olarak tesbit etmek zordur Ancak yaklaşık bazı rakamlar vermek mümkündür
Yukarda bir fersahın 6232,2 mye, bir Arap fersahının da 3 mil yani 5762 m olduğu belirtiliyor Ayrıca deniz fersahının 5555 m, kara fersahının da 4444 m olduğu söyleniyor Aradaki farkın, hesaplamada esas kabul edilen ölçüden kaynaklanması muhtemeldir Örneğin deniz mili 1853 m, kara mili ise 1609 mdir Buna göre bir deniz fersahı (1855 x 3) 5559 m, bir kara fersahı da (1609x3) 4827 mdir
Sonuç, yuvarlak bir rakamla ifade edilmek istenirse, bir fersahı beş km kabul etmek en pratik yoldur
Ashab (ra)'dan bize ulaşan haberlerle, müslümanların fersahı günlük hayatlarında ve serî konularda kullandıklarını görüyoruz Meselâ Yahya b Yezîd el-Hünâî, Enes b Mâlik'e namazı kısaltma meselesini sorduğunda, O'nun şu cevabı verdiğini bildiriyor:
"Resulullah (sas), üç mil yahut üç fersah (üç mil yahut üç fersah di ye tereddüd eden, seneddeki Şu'be'dir) mesafeye gitmek üzere yola çıktığı zaman, namazı iki rekat kılardı" (Müslim, Müsâfîrîn, 12; Dâvûd, Sefer, 2)
Bir diğer rivayette şöyle denilmektedir:
"İbn Ömer ve İbn Abbas (ra), dört "berîd"lik bir mesafede namazı kısaltırlar ve iftar ederlerdi Bu mesafe onaltı fersahtır" (Buhâri, Taksir, 4)
Abdullah İbn Abbas'ın, Mekke ile Tâif, Mekke ile Usfân veya Mekke ile Cidde arasındaki gibi bir mesafede namazı kısaltarak kıldığı haberi Mâlik'e ulaştığı zaman şöyle demiştir:
"Bu mesafe dört "berîd" dir (16 fersah) ve bana göre namazın kısaltıldığı en güzel mesafedir" (İmam Mâlik, Muvatta', Kasrü's-Sala, 3)

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük-2-

Eski 11-04-2012   #6
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük-2-



FESAD, FESAT

Bir şeyin önce düzgün, düzenli ve yararlı iken, sonradan bu vasıflarını kaybederek değişmesi ve bozulması (kokuşması) gibi anlamlara gelir Fesadın zıddı, salâh, fesad kökünden türeyen mefsedet'in zıddı da maslahat'tır
Fesad bir çok şey hakkında kullanılabilmektedir İbnu'l-Cevzî bunları şu şekilde maddeleştirmiştir:
1) Can, beden ve istikametten ayrılan her şey için
2) Zat ve eşya hakkında kullanılabildiği gibi, din hakkında da kullanılabilir ki, din hususundaki fesad, çoğunlukla isyan veya küfür ile olur
3) İbareler: Fesad, ibadetler hakkında da kullanılır Bazı ibadetler (hac, umre), fâsid olduğu halde devam edilip tamamlanabilir Bazıları ise (namaz vb), fasid olunca artık devam edilmez ve tamamlanamaz Yeni baştan yapılması gerekir
4) Akitler: Akitler hukukî (şer'î) şartlarını tamamlamadıkları zaman fasid olurlar
5) Şehadet: Kendisiyle hüküm verilmesini gerektirecek vasıfta ve özellikle olmayan şehadet "fasid şehadet" olarak adlandırılır
6) Dava: Bir dava mahkemede dinlenebilmesi için gerekli şartları taşımıyorsa, "fasid dava" olarak vasıflanır
7) Söz: Bir söz eğer muntazam ve düzenli değilse, buna "fasid söz" denir
8) Fiil (iş): Bir iş, bir davranış, nazar-ı itibara alınmıyor ve önemsenmiyorsa, buna "fasid fiil" denir
Fesad ve bu kökten türemiş olan isim ve fiiller, Kur'an'da elli yerde geçmektedir Tefsirciler bunları genelde yedi anlamda toplamaktadırlar
I) Ma'siyet: "Onlara yeryüzünde fesad çıkarmayın denilince: "biz ıslah edicileriz ' derler" (el-Bakara, 2/1 1)
2) Helâk: "Eğer, gökte ve yerde Allah'tan başka ilahlar olsaydı, her ikisi de fâsid, yani helak olurdu" (el-Enbiya, 21/22)
"Eğer gerçek onların arzuları doğrultusunda olsaydı, gökler, yer ve bu ikisinde bulunanlar helak olurdu Halbuki biz onlara, kendi zikirlerini getirdik onlar ise kendi zikirlerinden (onlara açıkladığımız hakikatten) yüz çeviriyorlar" (el-Mü'minûn, 23/71)
3) Kuraklık (yağmur kıtlığı): "İnsanların, kendi elleriyle yaptıkları yüzünden, onlara yaptıklarının sadece bir kısmını tattıralım diye, karada ve denizde, "fesad" ortaya çıktı Belki, yaptıklarının doğru olmadığını anlar vazgeçerler" (er-Rum, 30/41); (Bugün, havanın, suların, kısaca tabiatın toplumun, Sosyal ekonomik yapının insanlar tarafından bozulması, kirletilmesi bu ayetin muhtevası içinde değerlendirilebilir)
4) Öldürme (katl): "Firavn milletinin ileri gelenleri; Musa'yı ve kavmini, seni ve tanrılarını terkederek yeryüzünde fesad çıkarsınlar diye mi, yani Mısır ehlini öldürsünler diye mi terk ediyorsun" dediler (el-A'raf, 7/127; Ayrıca bkz Kehf, 18/94; Mü'min 40/26)
5) Harab olma, harap etme: "Başa geçince, yeryüzünde fesad çıkarmak için yani, ona harab etmek için çabaladı" (el-Bakara, 2/205; bkz en-Neml, 27/34)
6) Küfr: "Sizden önceki nesillerin ileri gelenleri, yeryüzünde fesad 'a, yani, küfr'e engel olmalı değil mi idiler" (Hûd, 1 1/1 16)
7) Sihir: "Sihirbazlar sihirlerini göstermeye başlayınca, Musa onlara: sizin bu yaptığınız sihirdir, Allah onu boşa çıkaracaktır Çünkü Allah, müfsidlerin yani sihir yapanların amelini ıslah etmez, dedi" (Yunus, 1 0/8 1)
Yine bu anlamlara ek olarak, Fîrûzâbâdî, "Biz ahiret yurdunu, yeryüzünde üstünlük ve fesad istemeyenlere mahsus kıldık" (el-Kasas, 28/83) ayetindeki fesadın, "malı haksız yere almak" olarak tefsir edildiğini de söylemektedir Hemen belirtelim ki, fesad için verilen bu anlamlar, sınırlandırıcı ve bağlayıcı olmayıp, o zamana kadar bu kelimenin nasıl tefsir edildiğini göstermek maksadıyla zikredilmişlerdir Zamana ve şartlara göre, ayetlerde geçen "fesad" sözcüğünün daha başka şekillerde yorumlanması da mümkündür
Fesad ve bu kökten türeyen isim ve fiiller, aynı şekilde, hadislerde de çeşitli anlamlarda kullanılmıştır Anlamları çok yakın olmakla birlikte, bunları genel olarak şu şekilde gruplandırmak mümkündür:
a) ''Bozulmak, istikametten ayrılmak" (Bkz Tirmizî, Fiten, 13/27; Ebû Dâvûd, Cihad, 24), b) "Fitne ve huzursuzluk çıkarmak (ifsad)" (Buhâri, Fiten, 21; Ebu Dâvûd,
Adâb, 37; Buhâri, Hudûd, 31; Tirmizî, Nikâh, 3), c) "İki kişinin arasını açmak, birbirine düşürmek (ifsad)" (Dârimî, Rikak, 7; Ahmed b Hanbel, VI, 459 Tirmizî, Kıyame, 56); d) ''İbadetin bozulması, geçersiz olması" (Buhâri, Ezân, 58; Vudû, 69; Salat, 15; Muvatta, Hacc, 152), e) "Akdin kusurlu (fasid) olması" (Buhari, Hiyel, 4), f) "Bozulmak" (Buhâri, İman, 39)
Bazı ayetlerde geçen, "yeryüzünde fesad çıkarmak" ifadesinin ne anlama geldiği hususunda şunlar kaydedilir:
a) İbn Abbas, Hasan ve Katade'ye göre; yeryüzünde fesad çıkarmak "Allah'a isyanı ortaya çıkarmak" anlamına gelir Fahreddin er-Râzı'nin naklettiğine göre Kaffâl, bu hususu şöyle açıklamıştır: Allah'a isyan izhar etmek, yeryüzünde fesad çıkarmak demektir Çünkü, şerîatler, insanlar arasına konulmuş yollar ve güzergâhlardır (sünen); insanlar, bunlara tutunursa düşmanlıklar kalkar, fitneler söner ve kan dökülmesi durur, neticede, yeryüzü ve bütün insanlar sulh ve sükuna kavuşur Eğer, bu sünnetler terkedilirse ve herkes heva ve keyfi arzularına göre davranırsa, anarşi ve çalkantılar kaçınılmaz olur
b) Bu ifade, bazı ayetlerde (el-Bakara, 2/205 de olduğu gibi), küfür ve nifak anlamına gelir
c) Fitneyi körüklemek, savaş çıkarmak anlamına gelir Bunun sonucunda da, insanların düzenleri, ekinleri, dinî ve dünyevî menfaatleri bozulur
Görüldüğü gibi fesad, özellikle Kur'an'da, "anarşi, bozgunculuk, istikrarsızlık" gibi anlamlarda kullanılmaktadır O halde Kur'an, toplum ve insanlık için gerek dinî gerekse sosyal manada, istikrar ve istikameti istemektedir İslâm, toplumun istikrarını korumak uğruna, tam istikamet üzere olmayan (fâsık) idareciye başkaldırmama anlayışını buradan almaktadır
Fesad'ın sosyal ve siyasi (sosyopolitik) muhtevasının yanında bir de, hukukî muhtevası vardır Bu muhteva kelimenin Kur'an, hatta sünnetteki kullanımında mevcut olmayıp daha sonra hukukçular tarafından ona yüklenmiştir
Hukuk doktrinlerinin doğup terminolojinin teşekkül etmeye başlamasından sonra, Hanefi hukukçular fesad sözcüğüne yepyeni bir hukukî anlam yüklemişler ve fesâd'ı akdin -fer'i yönlerinde (tamamlayıcı unsurlarında) bulunan ve akdi sıhhat mertebesi ile butlan mertebesi arasında bir mertebeye getiren bir kusur (halel) ile- kusurlu olması durumunu ifade için kullanmışlardır Bu kusur, aslı noktalarda (kurucu unsurlarda) bir aykırılık olmadığı için, bu akit "batıl (gayri mün'akid)" sayılamayacağı gibi, bünyesinde, akit sistemine fer'i noktalarda bir aykırılık mevcut olduğu için "sahih" de sayılamaz Öyleyse, fasid akit, hukukî varlığı olmayan bâtıl akit ile hukukî varlık kazanmış ve muteber olmuş sahih akit arasında yer almaktadır Zaten bu anlam, kelimenin sözlük anlamında da mevcuttur Nitekim, yukarıda da belirtildiği gibi, fesad'ın sözlük anlamı, yok olma, ortadan kalkma değil, mevcut olan bir şeydeki, değişme ve bozulmadır Bu itibarla hukuken yok sayılan batıl akit ile, hukukî varlık kazandığı halde "bozuk (kusurlu)" olan fâsid akdin ayrı ayrı hükümlere tabi tutulması, güzel bir hukuk anlayışıdır
Fesad teorisi Hanefi menşe'lidir Diğer çoğunluk hukukçular, hukuken muteber olup olmamasına nisbetle akdi, biri "sahih (mün'akid)" diğeri, "fâsid veya bâtıl (gayri mün'akid)" olmak üzere iki derecede ele almışlar ve akdin gayri mün'akid olmasını, akit sistemindeki hukukî emir ve yasaklara uyulmaksızın yapılması olarak anlamışlardır Hanefi doktrin ise, hukukî düzenlemeye aykırılık şekillerini aynı derecede tutmamış, bunun yerine aykırılığın aslı ve fer'i noktalarda olabileceğini ve bu farklı iki durumun aynı sonuca bağlanmasının doğru olamayacağını ileri sürmüştür Çünkü, uygulanacak müeyyidenin, hukukî düzenlemeye (kanun koyucunun hukuk anlayışına) aykırılığın derecesiyle mütenasip olması gerekir Buna göre, akit sistemine yalnızca fer'i noktalardan aykırı olan, fakat esaslı noktalarda, sisteme uygun olup rükun ve şartlarını bulunduran akdin butlan ve sıhhat arasında bir mertebede yer alması gerekir Çağdaş İslâm hukukçularından Mustafa Ahmed ez-Zerkâ, Hanefilerin fesad teorisini "faydalı bir durak" olarak tavsif etmektedir
Müctehid imamların, fesad mertebesi konusundaki ihtilafları, temelde, Kanun koyucunun -akitler gibi- itibarı varlığı bulunan tasarruflar hakkındaki yasağının (nehy) ne ifade ettiği (mukaaaası) konusundaki ihtilaflarına dayanır Diğer bir ifadeyle ihtilaf, kanun koyucunun yasağının yorumlanmasındaki görüş ayrılığından kaynaklanın
Bazı ekoller, özellikle Hanbeli ekolü, nehyin yönelik olduğu noktalar arasında hiçbir ayırım yapmaksızın, nehyin mukaaaasının butlan olduğunu ileri sürmüşlerdir Çünkü, bunlara göre yasak, yasaklanan işin meşruluğuna mutlak olarak aykırıdır Bu noktadan hareketle, bu görüş sahipleri, "Faiz yiyenler, şeytan çarpmış kişiler gibi kalkarlar Bunun sebebi, onların; "alım-satım da faiz gibidir" demeleridir Halbuki Allah, alım-satımı helâl faizi de haram kılmıştır" (el-Bakara, 2/275) ayetinden sonraki "Ey iman edenler, Allah'tan korkun, eğer mümin iseniz, artık faizi bırakın " (el-Bakara, 2/278) ayetinde geçen yasaklama sebebiyle, faizli akitlerin batıl olduğuna hüküm vermişlerdir Aynı şekilde, yine hadisteki yasak yüzünden, yasak bir şarta mukterin olan akdin bâtıl olduğuna hükmetmişlerdir (Bazı durumlarda, akdi değil de öne sürülen şartı batıl saymışlardır)
Hanefi ekolünde ise, bir işin yasaklanmış olmasının, o işin aslının meşru olmadığına delalet etmeyeceği, aksine, yasağa rağmen işin aslının (öz) meşru kalabileceği kabul edilmiştir
Sebeplerinin değişmesine göre, hukukî yasaklamanın sonuçlarına gelince:
Kanun koyucunun yasağı, genel olarak şu şekillerde karşımıza çıkar:
a) Yasağın, yasaklanan şeyin (Menhiyyun anh), bizzat (liaynihi) mi, yoksa dolaylı olarak (liğayrihi) mi, çirkin (kabıh) gösteren karineler olmaksızın varid olması: Bu şekildeki yasak, ilgili olduğu konuya bağımlı olarak iki çeşide ayrılır: Birinci çeşit yasak, zina, katı, şarap içme vb gibi maddî (hissî) fiiller hakkındaki yasak, ikinci çeşit yasak ise, oruç, namaz, alım-satım ve kiralama gibi şer'î tasarruflar hakkındaki yasaktır Maddi fiiller, yapılması ve gerçekleşmesi hukuk sistemine bağlı olmayan, yani bir hukuk sistemi olmaksızın da bihnen ve vukua gelen işler olarak tarif edilir Şer'i tasarruflar ise, meydana gelmesi ve bir hukukî değere sahip olarak yapılması, ancak hukuk sistemi dairesinde olabilen işlemlerdir Meselâ; oruç ve namazın, bir ibadet ve Allah'a yakınlaşma vesilesi olması ancak, İslâm hukuk sistemi (şer') ile olmaktadır Aynı şekilde alım-satımın bir takım özel şartlarla mülkiyeti nakleden bir akit oluşu, yine hukuk sistemi sayesinde anlaşılabilmektedir
Hissi fiil ser-i tasarruf ayrımı, bünyesinde bir zorlama taşıyorsa da, özellikle Hanefi ekolündeki fesad-butlan teorisinde önemli bir yer tutar Usulcüler, hissi filler hakkındaki yasağın, -eğer bu yasağın, lâzım veya hâricî bir vasıf yüzünden olduğuna delil yoksa yasaklanan şeyin özü itibariyle çirkinliğine ve fesadına delalet edeceğinde hem fikirdirler Meselâ zina, hissi fiillerdendir, dolayısıyla zinanın yasaklanmış olması onun özü itibariyle çirkin olduğunu gösterir Usulcüler arasındaki görüş ayrılığı daha ziyade şer'î tasarruflar hakkında, mutlak olarak yani, öze mi yoksa bir vasıfa mı yönelik olduğuna dair bir karine olmaksızın, varid olan yasak hususundadır Diğer bir ifadeyle ihtilaf, hakkında bu türlü bir yasak varid olan şer'î tasarrufun hükmünün ne olacağı konusundadır Bu konudaki görüşler kısaca şöyledir:
1) Şer'i tasarrufların mutlak olarak yasaklanması, bu tasarrufların butlanına delalet eder ve yasaklanan şeyin çirkinliği sabit olur Bu tasarruf artık aslı itibariyle meşru olarak kalmaya devam edemez Şâfiî usulcülerin çoğu bu görüştedir
2) Böyle bir yasak tasarrufun butlanına delalet etmez Hanefiler ile bazı Şafiî usulcüler bu görüştedir
3) Bu nehiy, ibadetlerde fesada delalet eder fakat muamelatta fesada delalet etmez Şevkanı, bu görüşü Ebu'l-Huseyn Basrı, Gazzalî ve Razi'ye nisbet eder
b) Yasağın, yasaklanan şeyin bizzat kendisine veya bir parçasına (cüz'üne) yönelik olması: Meselâ; taş atmanın alım-satım sayıldığı (bey'u'l-hasât) sırf şeklî akdin yasaklanmasında yasak bizzat bu fiile yöneliktir (Müslim, Buyû, 1513; Şevkânî, Neylu'l-Evtâr, V, 147-148) Diğer taraftan, erkek hayvanın sulbündeki veya dişi hayvanın karnındakinin satılmasına (mezamin ve melakih) yasaklanmasında ise, yasak akdin bir rüknü ve bir parçası olan "mebı"e yöneliktir
Çoğunluk usulcülere göre bu şekildeki nehiy, butlan muradifi olan fesad'ı gerektirir
c) Yasağın, yasaklanan şeyin aslına (özüne) değil de, ayrılmaz bir vasfına yönelik olması: Meselâ, faizin yasaklanması böyledir Çünkü, yasak, fazlalık sebebiyledir; bu fazlalık ise ne satım akdinin kendisi, ne de onun bir cüz'üdür Aksine, akdin ayrılmaz (lazım) bir vasfıdır Akdin mukaaaasına aykırı bir şartı ihtiva eden satım akdinin, bayram günü oruç tutmanın yasaklanması bu kabildendir Çoğunluk usulcülere göre bu yasaklama, bir şeyin bizzat (özü itibarıyla) yasaklanmasından farksızdır Yani, fesadı gerektirir ve yasaklanan şey, matlub olan hiç bir sonucu meydana getiremez Hanefilere göre ise, bu nehiy, sadece vasfın fesadını gerektirir ve işin aslı meşru olarak kalır Hatta, bu vasıf giderilince söz konusu tasarruf meşrulaşır Hanefiler bu şekildeki tasarrufu fasid olarak isimlendirir ve ona bir takım sonuçlar tertip ederler
d) Yasağın, yasaklanan şeyin haricî ve ayrılabilir bir vasfına yönelik olması: Gasbedilmiş yerde namaz kılmanın yasaklanması böyledir Buradaki yasak, başkasının mülkünü haksız olarak işgal etme sebebiyledir ki, bu sebep, namazın ayrılmaz vasfı değildir, yani namaz başka yerde de kılınabilir Cuma ezanı okunurken alış-veriş yapmanın yasaklanması da böyledir Yani yasak, alış-verişin özüne değil, onun dışında başka bir hususa yöneliktir ki, bu husus; alış veriş yaparken cuma namazının kaçırılmasıdır Cumhur usulcülere göre, bu tür yasaklama, yasaklanan şeyin butlanını da fesadını da gerektirmez Bu yasaklamaya rağmen, iş meşru olarak kalmaya devam eder ve amaçlanan sonuçlarını meydana getirir Ne var ki fâili günah kazanmış olur
Kanun koyucunun bâtıl olduğunu belirtmeksizin bir tasarrufu yasaklaması durumunda, nehyin sonucu, nehyin sebebine göre başka bir ifadeyle hukuk düzenine aykırılık çeşidine göre değişiklik gösterir Şöyle ki;
1) Kanun koyucu, bir fiili bazan, özü (asıl) itibarıyla meşru olmadığı için yasaklar Çünkü bu fiil özü itibariyle çirkindir Meselâ, zinadan neseb ve mehir sabit olmaz, mûrisini öldüren (kâtil) öldürdüğü kişiye vâris olamaz, yine gasbeden gasbettiği şeye mâlik olamaz Bu tür şeylerin yasaklanması literatürde "hissî (maddî) fillerin yasaklanması" olarak ifade edilir Melâkih (erkek hayvanın sulbünde bulunan) ve mezâmınin (dişi hayvanın karnında bulunan) satılması hakkında sünnette varid olan yasak da bu kabildendir Ser', bunları akde uygun "konu" saymamıştır Aynı şekilde, mülâmese ve münabeze'nin yasaklanması da böyledir Çünkü, bu tür alım-satım, sahih rızaya delalet etmemektedir Görüldüğü gibi, bu akitler, kurucu unsurlarından birini kaybetmişlerdir Bu sebeple "bâtıl"dırlar
2) Kanun koyucu, bazan, aslı meşru olan bir işi yasaklar ve bu yasak Kanun koyucunun, yasaklanan işte çirkin gördüğü ve işi kendisinden arındırmak istediği bir vasfa yönelir Şöyle ki, aslın meşru olduğu açık olduğuna göre, sadece vasıf, yasağın hedefi olarak kalmaktadır Faizli işlemin yasaklanması gibi Böyle bir işlem ya satım ve ödünç akdidir ve her ikisi de asıl itibarıyla meşrudur Fakat bu akitlerde, kanun koyucunun çirkin gördüğü bir vasıf vardır ki, o vasıf akdin, "karşılıksız bir fazlalığa" şamil olmasıdır Satım ve kira akdinde bazı özel şartların öne sürülmesinin yasaklanması da böyledir Her iki akit de asıl itibarıyla meşrudur fakat bu akitlerde öne sürülen vasıf mesabesinde olan şart gayrı meşrudur
Yasaklanan akit eğer bu türden ise yani aslen meşru ise, yasak, Hanefilere göre, bu akdin bâtıl olması sonucunu doğurmaz Aksine bu akit fasid olarak (yani, fer'i yönlerinde, onu iptal edilebilir hale getiren bir kusurla kusurlu olarak) in'ikad etmiş sayılır Eğer bu fasid akdin iptaline bir engel çıkarsa (mesela fasid akit sonucunda kabzedilen şey meşru başka bir akitle elden çıkarılmışsa veya onda geri iade edilmesine imkân vermeyecek birtakım değişiklikler husule gelmişse), bu takdirde fasid akdin hükmü sabit olur ve artık feshedilemez İşte özellikle Hanefi fakihlerin fasid akdi tarif ederken "fasid akit, aslı itibarıyla meşru, vasfı itibarıyla gayrı meşru akittir" sözlerinin anlamı budur Bilindiği gibi batıl akit, hem aslı hem de vasfı itibarıyla meşru değildir ve ona sahih akdin sonuçlarından hiçbirisi terettüp etmez
3) Bazan da kanun koyucu, aslen ve vasfen meşru olan bir işi yasaklar ve bu yasağın illeti, tamamen haricî bir durum olur Mesela; cuma ezanı vaktinde yapılan alım-satım hakkındaki yasak böyledir Bu tür yasaklar, butlan veya fesadı gerektirmez Çünkü, alım-satım, medenî bir akit olması bakımından temel (tabii) unsurlarını ve kuruluş şartlarını tamamlamıştır Yasak ise, haricî bir sebep yüzündendir Bu haricî sebep de; akit yapmak uğruna, vacib olan ibadeti yerine getirememe ihtimalidir Böyle yasağın mukaaaası ise yalnızca "dinî bakımdan haramlık"'tır Nitekim bir kişinin, yine alım-satım yüzünden başka bir namazı kaçırması durumunda da aynı dini haramlık söz konusudur Namazın kaçırılması "din bakımından (diyaneten)" haramdır Ancak, bu haramlık, bu esnada yapılan akdin sıhhatine etki etmez Aynı şekilde, başkasının dünür olduğu kıza, -henüz düşünme safhasında iken- talip olmanın, bitmemiş pazarlığa yeni bir teklifle girmenin yasaklanması da bu kabildendir Bu ve benzeri yasaklama şekilleri bu şekilde alım-satım ve nikâhta "kazâı-medenî" yönden butlan ve fesad gerektirmez, ancak akdin kuruluş unsurları haricinde ahlâkı bir mana sebebiyle sadece "dinî bir kerahet" gerektirir Eğer, nehyin illetine veya mahiyetine bakılmaksızın, her durumdaki neh'yin sonuçları eşitlenecek olursa, "eksik akdî mahiyet" ile "tam ve sağlam akdî mahiyet" de eşit tutulmuş olur ki bu, hukuk mantığı bakımından tutarlı bir yol değildir
Butlân-fesad ayırımı bütün tasarruf çeşitlerine şâmil değildir Mesela, namaz, oruç, hac vb ibadetlerde batıl ile fasid arasında fark yoktur İbadetler, ya sahihtir (ve mükellefin zimmetini borçtan kurtarmıştır) ya da sahih değildir ve borç düşmemiştir İşte bu durumda bu ibadete fâsid ya da batıl denir ki her ikisi aynı anlamdadır Bu konuda İslâm hukukçuları görüş birliği etmişlerdir
Medenî hukuk alanında ise, fesad-butlan ayırımı, sadece karşılıklı borçlar doğuran ya da mülkiyeti nakleden "mâlı akitler"de câridir Bu kural (söz) alım-satım, kira, rehin, havale, kısmet, şirket, büzaraa ve benzeri akitleri içine alır Çünkü bu akitler karşılıklı borç doğururlar Aynı şekil de karz ve hibe akdi de bu çerçevededir Çünkü, bu ikisi mülkiyeti nakleder Bu akitlerin hepsinde fesad, butlandan ayrılır ve bu akitler fesada rağmen hukukî varlık kazanmış (mün'akid) sayılır
Aynı şekilde, butlan-fesad ayırımı şu tasarruflarda da cârı değildir: a) Mutlak fiilî tasarruflar b) Akit kabilinden olmayıp, talak, vakıf, ibra, kefalet, ikrar gibi tek taraflı irade kabilinden olan tasarruflar, (dava bundan istisna edilmiş ve onda bu ayırımın cari olacağı öne sürülmüştür) c) Evlenme, vekalet, vesayet, tahkim gibi mâlı olmayan akitler, (Vekalet, vesayet ve tahkim "tevfiz akitleri"dir Bu yüzden bunlarda butlan-fesad ayırımı cân değildir Ancak, nikâh akdinde bu ayırım doktrinde tartışmalıdır Bk Fasid nikâh) d) Vedia ve iâre gibi karşılıklı borç yükleyen fakat mülkiyeti nakletmeyen mali akitler
Bu tasarruflarda, iki mertebe söz konusudur; sıhhat ve butlan Bu ikisi arasında üçüncü bir mertebe yani fesad mertebesi yoktur Aksine bunların butlan ve fesadı, hukuk düzeni tarafından muteber olmadığını göstermesi bakımından aynı anlamdadır
Fesad sebebleri
Fesad sebebleri, genel fesad sebebleri ve özel fesad sebebleri olarak ikiye ayrılır Özel fesad sebeblerini bilmek için, her akdin özel sıhhat şartlarını bilmek gerekir Her akdin özel sıhhat şartları farklı olduğu için, bir akit için fesad sebebi olan bir sebep, başka bir akdi fasid kılmayabilir Mesela "şüyû" satım akdini fasid kılmaz ama, rehn akdini fasid kılar Aynı şekilde müfsid şart, muavazalı akitleri fasid kılar fakat hibeyi fasid kılmaz
Genel fesad sebebleri
1) Cehalet: Hanefi doktrininde akdi fasid kılan cehaletle kasdedilen "fahiş cehalet"tir Fahiş cehalet de, "çözümü güç anlaşmazlık (müşkil nizâ)"a yol açan cehalet anlamındadır Mesela, bir kimse, tayin edilmeksizin sürü içerisinden bir koyun satsa, satıcı, tayin edilmemiş olma gerekçesiyle, kötü bir koyunu vermek isteyebileceği gibi, aynı gerekçeden hareketle müşteri iyi bir koyun isteyebilir Her iki tarafın tutunduğu gerekçe birbirine eşit olduğu için bu türden anlaşmazlığın çözüme kavuşturulması güçtür Bu türden çözümü güç anlaşmazlığa yol açmayan cehalet ise akde zarar vermez
Akdi fasid kılan cehâlet genelde şu dört hususta olur; "akit konusu olan şeydeki (ma'kudun aleyh) cehâlet", "mali muavazalı akitlerde ıvazın, mesela, satım akdinde semen'in mechul olması", "surenin bağlayıcı önemi bulunan kira vb akitlerde surenin meçhul olması" ve "akitte şart koşulan vesikalandırma yollarının meçhul olması mesela, satıcı müşteriden müeccel semen için bir kefil istese, bu kefilin belirlenmesi gerekir aksi takdirde akit fasid olur"
2) Ğarar (aldatma, kandırma): Ğararla kastedilen, akdin mevhum ve güvenilmeyen bir duruma dayanması durumudur Hanefi doktrini, makudun aleyh'in aslında olan ğarar ile evsâf ve mekadır'deki ğararı birbirinden ayırmıştır Makudun aleyhin aslında (özünde) olan ğarar akdin butlanını gerektirir Meselâ, anasının karnındaki yavru hayvanı satmak böyledir
Vasıf ve miktarlardaki ğarar ise akdin butlanının değil, fesadını gerektirir Ğarar ile kasdedilen de daha ziyade bu ğarardır Mesela, bir kimse, şu kadar litre süt veriyor olması şartıyla bir inek satarsa, bu satım fâsiddir Çünkü, ineğin o kadar süt vermemesi mümkündür Ancak, ineği, "bol sütlü" diyerek satarsa, bu bir vasıftır ve bunda ğarar yoktur Eğer örfe göre, inek, sütlü denecek kadar süt vermiyorsa, müşteri, "şart koşulan vasfın olmaması" muhayyerliği ile ak di feshetme hakkına sahiptir
3) İkrah: İkrahın, akdi fâsid mi yoksa mevkuf mu kıldığı hususu Hanefi doktrininde tartışmalıdır Ebu Hanife, ikrahın akdi fasid kılacağını ve bu akde, diğer fâsid akitlere terettüp eden hükümlerin terettüp edeceği görüşündedir Ebu Hanife'nin öğrencilerinden Züfer ise, ikrah bulunan akdin fâsid değil, "sahih mevkuf" olduğunu ileri sürmüştür
Fesad sebebleri arasında bunlar dışında, bir de "müfsid şart" vardır
Bunlar dışındaki fesad sebebleri özeldir ve etkisi bazı akitlere münhasırdır Mesela, "süre tayini" satım ak dini, fasid kılar, "sürenin tayin edilmemesi" de kira akdini fasid kılar
Fesâdın sonucu: Fasid akdin, hanefi doktrinde mün'akid (hukukî varlık kazanmış) akit olduğunu, fakat bununla birlikte feshedilmesi gerekli olduğunu belirtmiştik İşte, fesadın sonucu, taraflardan her birinin, tek taraflı iradesiyle akdi feshedebilmeleridir Bazı durumlarda, fâsid akdi hakim de feshedebilir
Fasid akde terettüp eden hüküm, sırf in'ikad etmesiyle değil, ancak teslim anındadır Teslim tamamlanıp, mebiin mülkiyeti müşteriye geçince, müşteri, konuştukları semeni değil, mebiin kabz günündeki kıymetini ödemek durumundadır (mecelle md 371)
Fasid akdin feshedilebilmesi için de iki şart vardır
a) Makudun aleyh'in, akdin tarafları dışındaki kişilerin makûdun aleyhte kazandıkları hakları iptal etmemesi Mesela, fâsid bir alım-satım akdiyle satın aldığı malı, başka birine sahih bir akitle satarsa, artık fasid akdin feshi mümkün olmaz Bu iki durumda fâsid akdin feshedilemez oluşu, her halde, "teamülün istikrarı" ve "kazanılmış haklarının korunması" fikrinden kaynaklanır
Tarafların fesada razı olduklarını söylemeleri (icâzet) sonucu değiştirmez, akit fasid olarak kalmaya devam eder ve yine feshedilmesi gerekir Çünkü, fesad, akit sistemine aykırılıktan kaynaklanmıştır
İslâm hukukunda özellikle Hanefi hukukçuların ortaya atıp geliştirdikleri "fesad teorisi" gerçekten çok ileri bir hukuk mantığının ve hukuk tekniğinin bir ürünüdür Fesad teorisi, çok ağır boyutta olmayan kusur ve aykırılıkları içeren akdin bir anda hukukî hayattan kaldırılmasını engelleyen ve o akde belli oranda ve belli şartlar dahilinde sonuç doğurabilme ve telafi edilebilme imkânı veren orijinal bir "medenî müeyyide"dir Hükümsüzlük sisteminde sıhhat ile butlan arasındaki bu "ara müeyyide", sosyal şart ve ihtiyaçlara daha kolay uyum sağlama ve hukukî münasebetlerin devamlılık ve istikrarını sağlama açısından önemlidir

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük-2-

Eski 11-04-2012   #7
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük-2-



FESH, FESİH

Bozmak, ayırmak, hükümsüz kılmak; daha önce yapılmış olan akdi bozup hiç yapılmamış gibi eski haline çevirmek
Akitlerin durumuna göre çeşitli fesih şekilleri vardır Bazan akit kendiliğinden münfesih olur Buna infisah denir Akdin konusunun, akdi ifa imkânsız olacak şekilde helâk olması gibi Bazan iki tarafın iradesiyle veya taraflardan yalnız birisinin isteği üzerine de akit feshedilebilir Bazan da fesih, devlet tarafından gerçekleştirilir Bu duruma göre, akitleri fesih şekline bakarak üç grupta toplamak mümkündür
I) Tek taraflı irade beyanıyla fesih: Akitlerin bir kısmı, bazı hallerde hepsi, taraflardan birisinin tek yanlı iradesiyle feshedilebilir Kendisinde muhayyerlik bulunmayan akde "lâzım", muhayyerlik bulunan akde ise "gayri lâzım" denir Gayri lâzım akit, tek yanlı irade ile feshedilebilen özelliğe sahiptir Bu çeşit akitler taraflardan sadece birinin akdi reddetmesiyle ortadan kalkar Lâzım akitler ise iki taraflı irade ile veya devletin müdahalesiyle sona erebilir Meselâ, satım akdinde muhayyerlik şartı koyan tarafın "akdi feshettim" demesi ile akit ortadan kalkar
2) Yeni bir akitle fesih: Bir kısım akitler iki tarafın anlaşmasıyla sona erer Bu, aslında önceki akdi, yeni bir akitle feshetmektir İkâle buna örnek verilebilir İkâle, karşılıklı rıza ile bir akdi bozmak ve akitten caymak demektir İkâle, tarafların razı olmadığı veya sonradan caymayı gerektiren bazı sebeplerin ortaya çıktığı durumlarda söz konusu olduğu için sıkıntıyı giderme amacına yöneliktir Hadiste; "Kim, bir müslümanın akdi bozma teklifini kabul ederse, Allah da kıyamet gününde onun sıkıntısını giderir" (Ebû Dâvûd, Büyû, 52; İbn Mâce, Ticârât, 26; Ahmed b Hanbel, Müsned, II, 252) buyurulmuştur İkâlenin fesih mi, yoksa yeni bir akit mi olduğu İslâm hukukçuları arasında tartışılmıştır Ebû Hanife'ye göre, taraflar için fesih, üçüncü şahıs hakkında ise yeni bir akittir İmam Muhammed ve İmam Züfer'e göre mutlak olarak fesihtir Ebû Yusuf ise, ikâleyi yeni bir satım akdi sayar (el-Kâsânı, Bedâyiu's-Sanâyi', V, 306; İbn Hazm, el-Muhallâ, IX, 603; İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, 335; Mecelle, madde, 163)
3) Devlet eliyle fesih: Bazı durumlarda akit Devlet eliyle feshedilir Meselâ; eşlerin nikâhın gayesini gerçekleştiremeyecek derecede ayıplı çıkması, kadının cinsiyet uzvunun doğuştan arızalı olması, erkeğin iktidarsız bulunması gibi hallerde karşı eş mahkemeye başvurarak nikâhı feshettirebilir (Hukuk-ı Âile Kararnâmesi, madde 119 vd )
Nikâhta fesih; evlenme akdi sırasında mevcut olan veya sonradan meydana gelen bir eksiklik veya bozukluk sebebiyle evlilik akdini bozmaktır Evlilikte fesih sayılan ayrılıklar şunlardır: 1) Karı kocadan birinin dinden çıkması sebebiyle evliliğin sona ermesi, 2) Evliliğin akitteki bir bozukluk yüzünden sona ermesi 3) Kocanın, karıya denk olmaması sebebiyle ayrılık
Boşama (talak) ve fesih, ortak bir vasıf olarak her ikisi de evliliği sona erdirir Ancak aralarında şu farklar vardır: 1) Talâk, bâin ve ric'î olmak üzere ikiye ayrılır Bâin talak evliliğe derhal son verir Ric'î talâkta ise, eşlerin iddet içinde yeniden birbirine dönme imkânı vardır Fesih ise; evliliğe dâima derhal son verir Artık yeni bir akit olmadan erkeğin eski karısını evliliğe döndürmesi mümkün değildir Tabiidir ki, bu yeni akde engel bir hâlin de bulunmaması gereklidir 2) Talâk halinde, erkeğin, o kadın üzerindeki boşama hakkından birisi veya daha fazlası eksilmiş olur Fesih ise, boşama (talâk) sayılmadığı için, nikâh feshedilince, boşama sayısında bir eksilme olmaz Meselâ, büluğ muhayyerliği hakkını kullanarak evliliği feshettiren kızla erkek, sonradan yeniden evlenseler, erkek üç talâk hakkına sahip olur 3) Talâk, genel olarak hâkimin hükmüne bağlı olmadığı halde, fesih bu bakımdan iki durumda bulunur
a) Hâkimin hükmüne muhtaç olmaksızın kendiliğinden hukukî sonuçlarını doğuran fesihler Fesih, açık bir sebebe dayanır, takdir ve araştırmaya ihtiyaç duyulmazsa, hâkimin hükmü olmadan sonuçlarını doğurur İki mahrem hısımın bilmeden evlenmesi gibi Durum anlaşılınca bunların derhal birbirlerini terk etmeleri gerekir
b) Takdir ve araştırmaya muhtaç bir sebebe dayanan durumlarda fesih hâkimin hükmü ile sonuçlarını doğurur Bûluğ muhayyerliği sebebiyle nikâhı fesih gibi Burada daha önce velilerin nikâh akdini şefkat ve titizlik göstermeden kıydığı ithamı vardır Bu durum hâkimin araştırma ve takdirine muhtaçtır Hâkimin hükmüne bağlı olan fesihler, hüküm tarihine kadar muteber bir evliliğin bütün sonuçlarını doğururlar Hâkimin hükmüne bağlı bulunmayan fesihler ise, evliliğin devamına imkân bırakmayan bozukluğun ortaya çıkışından itibaren hüküm ifade eder ve evlilik ortadan kalkmış sayılır (es-Serahsı, el-Mebsut, VI, I-54; el-Kâsânı, Bedâyiu's-Sanâyi', III, 88-229; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, III, 20-173; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, II, 414 vd; ÖN Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, II, 174-394; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, s340-344)

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük-2-

Eski 11-04-2012   #8
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük-2-



FETÂNET

Peygamberlerin zarûrî sıfatlarından biri "Fetâne" kelimesinin masdarı olup, kelime manası, akıllılık, zekilik, uyanıklık demektir Ahmaklık, akılsızlık veya az anlayışlılığın tam zıddıdır
Bilindiği gibi Yüce Allah Hz Âdem'den, Hz Muhammed (sas)'e kadar, muhtelif zamanlarda, bir çok peygamber göndermiştir Bu peygamberler kendi topluluklarını Allah'ın yoluna ve tevhîd inancına davet etmişlerdir Onlara hakikatı ve hidayet yolunu anlatmışlardır (İbrahim, 14/4) "Beyan" ve tebliğ" gibi önemli bir risalet görevini yerine getirme durumunda olan bu peygamberler de, haliyle, mutlaka çok zeki, akıllı, muhakeme kabiliyeti en üstün, düşünme yeteneği en yüksek kişilerden seçilmektedir Çünkü yüce Allah lütuf ve ihsanının bir nişânesi ve kullarına olan sonsuz rahmet ve merhametinin bir eseri olarak, doğru yolu bırakıp sapıtan, dünyevî bir takım tağutların peşinde koşarak onlara sarılan, maddî, aynı zamanda faydası veya zararı bile olmayan elleri ile yaptıkları putları tanrı tanıyan topluluklara peygamberler göndermiştir Haliyle o kadar azgın ve sapık düşünceler içinde kalmış bir toplumla mücadele, siyası, kültürel üstünlüğü, hatta bundan da Medehayı gerektirir Zira o topluluğun belki asırlar boyu sürdürüp geldikleri atadan görme davranışları ve geleneksel inançlarını onların kafasından silip, yerine doğruyu, hakikati ve hepsinden ileri tevhîd inancını yerleştirmek siyaset bilgisini, sosyolojik ve kültürel dehayı, kısacası bilgi ve üstün bir zekayı gerekli kılar Bundan dolayı peygamberlerde bütün bu vasıflar bulunmuştur veya yüce Allah böyle kimseleri kulları arasından peygamber olarak seçmiş ve onları vahiyle desteklemiştir İçinde bulunduğu toplumun düşünce ve akıl seviyelerine göre onları ikna etmek, yanlış inançlarını düzeltmek, münazaraya girenleri tutarlı ve mantıklı cevaplarla susturmak, Peygamberler gibi fetânet sahibi, akıllı, zeki kimselerin yapabileceği bir iştir
Peygamberlerin akıllarında en küçük bir kusura sebeb olacak bir rahatsızlıkları olmuş olsaydı, bu kadar ağır ve zor bir görevi başarabilmeleri mümkün olmazdı Onun içindir ki hiç bir peygamberde ahmaklık, akıl noksanlığı bulunması veya herhangi bir hastalığın akıllarına zarar vermesi mümkün olmamıştır (Taftazanî, Şerhu'l-Makasıd, II, 1 98, Beyâzı, İşâretü'l-Merâm, s329)
Gerçi bazı kavimler kendilerine gönderilen peygamberlerini, kendi düşünce sistemlerine tamamen zıt, hayat tarzlarını kökünden sarsan ilahı davetleri karşısında akılsızlık veya çılgınlıkla itham etmişlerdir Fakat bu ithamlar sadece bir iddiadan ibaret kalacağı açıktır Kendilerinin daracık akıl dünyaları, ilk defa duydukları gerçekleri kabul edemediği ve kendi inançlarından başka hakikatin olamayacağını düşündükleri için bu ithamlarla hamakatlarını gizlemeye çalışmışlardır Fakat peygamberler onların da kabul edeceği tarzda deliller ve açıklamalar getirerek, kendilerinin böyle bir ithamın muhatabı olmadıklarını anlatmışlardır (el-A 'râf, 7/66-67), Âd kavmi, Hûd (as)'ı böyle bir ithamlâ suçlamışlarsa da Hz Hûd peygamber, onlara cevap vermiş ve kendisinin böyle birisi olmadığını onlara açıklamıştır (Sebe, 34/46)
Bazı topluluklar da kendi peygamberlerini delilik veya sihirbazlıkla suçlamışlardır Fakat peygamber hakkındaki bu düşüncelerinin de onların azgınlığı huy ve sanat edinmelerinden ileri geldiğini, yine Allah Teâlâ âyet-i kerimesinde beyan etmektedir (ez-Zâriyât, 31/52) Yani onların bu iddiaları sadece inatlarının ve kötü huylarının bir eseridir Ayet gerçekte onların da, kendilerine gönderilen peygamberlerin akıllı ve zeki kimseler olduğunu bilmekte olduklarını haber vermektedir
Nitekim Hz Peygamber de, Mekkeli müşriklerin aynı iftiralarına maruz kalmıştır Onlar Hz Peygamber'e de deli demişlerdi Bunun üzerine Cenab-ı Hak, Hz Peygamber'e hitaben "Sen, Rabbinin nimetiyle (şımarıp dengeyi kaybeden) çılgın değilsin" (el-Kalem, 68/2) şeklinde indirdiği ayetiyle, onların bu iddialarını adeta ilâhı bir belge ile reddetmiştir
Ayrıca hiç bir peygamberden aklilik veya zekiliğin, kısacası fetânetin zıddına bir davranışın zuhûr etmemesi, vakıa olarak peygamberlerdeki bu sıfatın mevcudiyetini ispat eder Üstelik her peygamberin, kendilerine inanmayanların bir çoklarınca da akıllı kimse olarak kabul ve tasdik edilmeleri bu hakikatin açık delillerindendir Mesela Hz Muhammed (sas)'in daha peygamberlikten önce, Ka'be'nin inşası sırasında, Hacer-i Esved'i yerine koyma şerefine nâil olmak arzusundan doğan Kureyş kâbileleri arasındaki ihtilafda hakem tayin edilmesi neticesinde gösterdiği üstün maharetin, çıkmak üzere olan bir savaşı önlediği pek meşhurdur Hakem olan Hz Peygammer, Hacer-i Esved'i kendi abasına koymuş ve dört kabile reisinin, dört ucundan tutmalarını söylemiştir Bu şekilde kaldırılan taş, konulacağı yere kadar yükseltilince, kendi elleriyle Hz Peygamber taşı yerine koymuş ve bu usûle oradakilerin hepsi çok sevinmişlerdir (İbn Hişam, es-Siretü'n-Nebeviyye, Kahire 1955, I, 196 vd)

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük-2-

Eski 11-04-2012   #9
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük-2-



FETİH SURESİ

Kur'an-ı Kerîm'in kırksekizinci suresi Medine'de, Hudeybiye antlaşmasından sonra Hicret'in altıncı yılında nâzil olmuştur Yirmidokuz ayet, beşyüzaltmış kelime, ikibindört yüzotuzüç harftir fâsılası Elif harfidir Adı surede geçen Feth kelimesine dayanır: "Biz sana apaçık bir fetih müjdeledik" (Ayet I) Fetih: Bir yeri almak, zaptetmek, ele geçirmek demektir Surenin konusu, kendisinden önce yer alan Muhammed sûresindeki gibi savaş ve fethin müjdelenmesidir
Sure, müslümanların geleceğine dâir müjdeler ihtiva etmektedir Hudeybiye andlaşmasından önce Resulullah (sas) rûyasında sahabeleriyle birlikte Mekke'ye gittiklerini ve orada umre ziyaretini yaptıklarını gördü Bir peygamber için rûya ayrı bir önem ifade eder; Çünkü rûyaları bir çeşit vahiydir Bunun üzerine Resulullah ashabına umreye gitmek üzere hazırlık yapmalarını ve çevreye haber gönderilmesini emretti Muhâcir ve Ensâr hazırlıklarını yaptılar Ancak çevre kabîlelerden çağrıya icabet etmeyenler oldu Çünkü hicretten sonra Mekkeliler, beş yıldır hiçbir müslümanı Mekke'ye sokmamışlardı Mekkelilerden izin almadan yapılan bu yolculuk sonucunda müslümanların bir katliama tâbi tutulacaklarını sanıyorlardı
Hacc mevsiminde Mekke'nin kapılarını amansız düşmanlarına bile açan Mekkeliler sadece müslümanların gelmesini kabul etmiyorlardı
Peygamber (sas)'le birlikte 1400 sahabi yola koyuldu O dönemde umreye gidenlerde âdet olduğu üzere her şahıs beraberinde silah olarak sadece kılıcını götürürdü Kurban edilmek üzere beraberlerinde yetmiş deve de götürmüşlerdi Mıkat'a geldiklerinde ihramlarını giyerek yollarına devam ettiler Harem sınırına yakın Hudeybiye denilen yere geldiklerinde ise Mekkelilerin silahlanarak pusuya yattıkları haberi duyuldu Müslümanlar orada konakladılar Karşılıklı elçiler gönderildi Nihayet andlaşma yapmak üzere görüşmeler yapıldı ve andlaşma imzalandı Andlaşma maddeleri görünürde müslümanların aleyhineydi Bu sebeple şartlar görüşülürken müslümanlar aşırı derecede huzursuz idiler Hoşnutsuzluklarını Resulullah'ın huzurunda bile söylüyorlardı
İşte böyle bir andlaşmadan dönerken -ki umre yapma imkânını da bulamamışlardı- Mekke fethini içeren Fetih suresi indi Sure, müslümanların gönlüne su serpmişti
Sûre şu fetih müjdesiyle başlar:
"Biz sana apaçık bir fetih verdik Tâ ki Allah, senin günahından, geçmiş ve gelecek olanı bağışlasın ve sana olan nimetini tamamlasın ve seni doğru bir yola iletsin Ve Allah sana şanlı bir zafer versin O, imanlarına iman katsınlar diye mü'minlerin kalblerine huzûr indirdi Göklerin ve yerin askerleri Allah'ındır Allah bilendir, her şeyi hikmetle yapandır" (1-4)
Böylece müslümanlara sadece umreye gidecekleri değil, Mekke'nin fethedileceği müjdesi de verilmiş oluyordu
Sure, müminlerin âhirette de mükâfatlandırılacaklarına, münâfık ve müşriklerin ise şiddetli bir azaba çarptırılacaklarına dikkat çektikten sonra; korkuları sebebiyle bu yolculuğa katılmayanların samimî kişiler olmadıklarını, Medine'ye varıldığında asılsız birtakım bahaneler uyduracaklarını haber vermektedir Söz nihayet andlaşmaya katılan müminlere getirilir Allah'ın o kimselerden razı olduğu ve yakında bir fetihle mükâfatlandırılacakları anlatılır:
"Allah şu müminlerden râzı olmuştur: ki onlar, ağacın altında sana bey'at ediyorlardı Allah onların gönüllerindeki (doğruluk ve vefayı) bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi Yine onlara (yakında) alacakları birçok ganimetler bahşeyledi Allah üstündür, hikmet sahibidir" (18-19)
Bu arada Hz Peygamber (sas)'in Hudeybiye andlaşmasından önce gördüğü rûya ele alınarak Peygamberin bu rûyasının gerçek çıkacağı bildirilir (27-28)
Kuran'da geleceğe dair bu tür pek çok haber vardır ve bunların hepsi anlatıldığı gibi gerçekleşmiştir
Surenin sonunda Peygamber ve onunla birlikte olanlar övülerek üstün hasletlerinden bir kısmı şöylece dile getirilir:
"Muhammed Allah'ın elçisidir Onun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler Onların, rukû ve secde ederek Allah'ın lutuf ve rızasını aradıklarını görürsün Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır Onların Tevrat'taki vasıfları ve İncil'deki vasıfları da şudur: Filizini çıkarmış, onu güçlendirmiş, kalınlaşmış, derken gövdesinin üstüne dikilmiş, ekincilerin hoşuna giden bir ekin gibidirler Onlara karşı kâfirleri de öfkelendirir (bir duruma geldi) Allah, onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vadetmiştir" (29)
Bu benzetme, Allah Resulünün ve arkadaşlarının ilk ve son durumlarını anlatmaktadır İlk defa yere atılan bir tane gibi filizlenmeğe başlayan müslümanlar, gittikçe güçlenerek koca bir ordu olmuşlar; İslâm tohumunu ekenler bu durumdan son derece sevinirlerken, onların bu güçlü durumunu gören kâfirler, öfkeden çatlar hale gelmişlerdi

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük-2-

Eski 11-04-2012   #10
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük-2-



FETRETU'L-VAHİY

Vahyin kesildiği dönem, iki peygamber arasındaki zaman dilimi Fetret zamanı vahy ve semâvî hükümlerin kesintiye uğrayıp sükun bulduğu zamandır Bununla Peygamber Efendimiz ile Hz İsa arasındaki zamanın kasdedildiği görüşü daha çok yaygındır O hâlde fetret zamanı insanları iki peygamber arasında yaşamış olup, önceki peygamber kendilerine gönderilmemiş, sonradan gelen peygambere de kendileri yetişememiş kimselerdir
Hz Musa ile Hz İsa'nın peygamberlik dönemi arasında kalan İsrailoğulları ve Hz İsmail ile Peygamberimiz (sas) arasında yaşayan Araplar fetret döneminde yaşamış kimseler kabul edilirler Çünkü Hz İsmail'den sonra Peygamberimize kadar Hicaz bölgesinde yaşayan Araplara başka bir peygamber gönderilmemiştir İsrailoğullarına gönderilen peygamberler zamanında da yine Araplar fetret dönemi insanı olarak kabul edilir Zira İsrailoğullarının peygamberleri onları Allah'a davet etmemiş veya başka bir tabirler onlara gönderilmemişti
Fetret dönemini, peygamberler arasındaki bir boşluk olarak kabul etmeyip o şekilde değerlendirmeyenler de vardır: İmam Kurtubî, İbn Sa'd dan şu rivâyeti nakleder: "Hz Musa ile Hz İsa arasında bin yediyüz yıl geçmiş olmasına rağmen fetret dönemi olarak kabul edilmemiştir Çünkü bu zaman içerisinde İsrailoğullarından yüz peygamber gönderilmiştir Hz İsa ile Peygamberimiz (sas) arasında beşyüzaltmışdokuz yıl ve bu arada üç peygamber gönderilmiştir Kelbî'ye göre de bu arada gelen peygamber sayısı dört olup onlardan biri de Arap olup, Abbasoğulları kabilesinden Hâlid b Sinan'dır (el-Kurtubî, el-Câmi'li Ahkâmi'l-Kur'an, 6/121-122)
Buhâri'nin rivâyetine göre de Peygamber Efendimizle Hz İsa arasındaki zaman yaklaşık altıyüz yıldır Bu süre içinde gelip geçen fetret dönemi insanları üçe ayrılır:
1- Akıl ve basiretleriyle Allah'ın varlığını idrak edip O'nun birliğini kabul edenler Bu gruba Kus b Saîde el-Eyalî vb kimseler örnek gösterilir
2- Allah'a iman etmeyip putlara tapmak suretiyle O'na ortak koşanlar ve şerıâtleri değiştirip bir din icat edenler Bu gruba da Hicaz'a putperestliği getiren Amr b Luhay vb misal verilebilir
3- Allah'a ne ortak koşup ne de O'nun birliğine iman edenler Yani iman ve küfürden tamamıyla gâfil olarak yaşayanlar
Bu üç gruptan birincisinin mümin ve cennetlik, ikincisinin kâfir ve cehennem ehli oldukları ihtilafsız kâbul edilmiştir Üçüncü grubun cennetlik yâ da cehennemlik olmaları hususunda ilim adamları ayrı ayrı görüşler belirtmişlerdir
Mu'aaaileye ve Ehl-i Sünnet imamlarından Ebu Mansur Mâtûridî ve Irak'ın büyük âlimlerinden bir çoğuna göre, kendilerine bir peygamber'in daveti ulaşmayan kimseler de Allâh'a iman ile mükelleftir Allah'ı bilip O'na iman etmek onlar için farzdır Hatta böyleleri iman ve şirkten tamamıyla gâfil olsalar bile yine ahirette azaba uğrayacaklardır
Ebu Mansur Mâtûridî'ye göre akaid (inanç esasları) bütün peygamberler arasında müşterek olduğundan, o konuda fetret yoktur Fetret yalnız ameli hükümlerdedir Bunun içindir ki, fetret zamanında yaşayıp da aklı ile Allah'ın varlığını ve birliğini düşünüp O'na iman etmemiş olanlar mümin değillerdir
İmam Gazalı: "Peygamberimizin gönderilmesinden sonraki insanlar üç sınıfa ayrılırlar" der, şöyle ki:
1- Peygamberimizin gönderildiğini, insanları Allah'ın din ve şerîâtına davet ettiğini bilmeyenler Bunların cennetlik olduklarında şüphe yoktur
2- Peygamberimizin davetini, getirdiği kitabı, açık mucizelerini, yüce yaşayış ve ahlâkını duydukları ve bildikleri halde O'na iman etmeyenler Bunların da cehennem ehlinden oldukları şüphesizdir
3- Peygamberimizin davetini ve O'na ait bazı haberleri duymuş, fakat bu haberleri tahkik ve derinlemesine araştırma imkânı bulamamış olanlar Bunlarında affedilip kurtuluşa ereceklerini ümit ediyoruz Çünkü onlar kendilerini imana teşvik eden ve ısındıran bir sözü işitmemişlerdir
"Duha" suresinin nüzûl sebebi olarak gösterilen, Hz Peygamber (sas)'e hıra mağarasında ilk gelen vahiy olan, sonra vahyin gecikmesi olayına da fetretü'l-vahiy, yahut fetret zamanı denir (Taberî, Camiu'l-Beyan fi Tefsiri'l-Kur'an, XXX, 148; M Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, VII, 5885)
Resulullah (sas)'ın Kur'an-ı Kerîmi kendiliğinden söylemediğini isbat eden ve O'nu daha sonraki yıllarda yapacağı çetin mücadelelere rûhen hazırlayan fetret-i vahiy, Müddesir suresinin ilk beş ayetinin nüzulü ile sona ermiştir Fetret-i vahyin sona ermesini bizzat Resulullah (sas) şöyle anlatmıştır: "Ben bir gün yürürken birdenbire gökyüzü tarafından bir ses işittim Başımı kaldırdım Bir de baktım ki Hıra'da bana gelen melek (Cebrail) semâ ile arz arasında bir kürsü üzerinde oturmuş Çok korktum Evime dönüp beni örtün, beni örtün dedim Bunun üzerine Allah Teâlâ Hazretleri, "Ey örtüsüne bürünmüş, kalk (ve insanlara gelebilecek azapla) korkut Rabbinin ismini yücelt, elbiseni tertemiz et Kötülüğün her çeşidinden çekin (el-Müddesir, 74/1-5) ayeti kerimelerini indirdi Artık o günden sonrâ vahyin ardı arkası kesilmedi" (Buhâri, Bedü'l-vahiy, 3)
Fetret-i vahyin süresi gerek hadislerde, gerekse İslâm tarihi kaynaklarında kesin olarak zikredilmemektedir Kaynaklarda verilen bilgilerde bu müddet farklı olup, rivâyetlerde bildirilen en uzun süre üç yıldır Son devir müelliflerinden Muhammed Ebû Zehra, bu konudaki rivâyetleri değerlendirdikten sonra fetret-i vahyin müddetini üç yıl olarak bildiren rivâyetleri: "Allah'ın seçtiği kulu bu kadar uzun süre sıkıntıda bırakmayacağını" ileri sürerek reddeder ve bu müddetin ancak beş ay civarında olabileceği kanaatini belirtir (Muhammed Ebu Zehra, Hâtemü'n-nebiyyin, I, 311-313)

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük-2-

Eski 11-04-2012   #11
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük-2-



FETVA

Sorulan İslâmî bir soruya yetkili bir kimsenin verdiği cevap, bir meselenin hükmünü belirten veya zorlukla karşılaşılan bir olay hakkında güçlükleri çözmek için verilen kuvvetli cevap Fetva veren kimseye müftî denir İslâm hukuku metodolojisinde müftî, müctehid anlamında kullanılmıştır Kendisi bizzat ictihad edecek durumda olmayan bir ilim sahibinin, diğer müctehidlerin söz ve fetvalarını alıp aktarmasından dolayı mecâz yoluyle müftî denir (ö Nasuhi Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, I, 246) Fetva, ictihada göre daha özel bir anlam taşır Çünkü ictihad herhangi bir soru sorulsun veya sorulmasın fıkhı hükümleri kaynaklarından çıkarmak anlamına gelirken, fetva gerçek veya muhayyel bir soruya verilen cevaptır Gerçek fetva, ictihad şartları ile birlikte diğer şartları da taşıyan müctehid tarafından verilir
Bir kimse muhtaç olduğu İslâmî bilgileri ya kaynaklarından bizzat alır
Yahut bunu yapamıyorsa bilenlerden sorarak öğrenir Kur'an-ı Kerîm de, "Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorunuz" (en-Nahl, 16/43) buyurulur Ayet!erde fetva kökünden "yesteftûneke = sana soruyorlar" ve "yüftîkum = o size açıklıyor" gibi ifadeler kullanılmıştır
Bir ayet veya hadisi yorumlamak ve yeni çıkan bir problemi çözmek, bir
- takım ön bilgileri ve özel yetenekleri gerektirdiği için bunu yapacak kişilerde bazı vasıfların bulunması öngörülmüştür Ahmed b Hanbel (ö 241/855) bir kimsenin müftî olabilmesi için kendisinde şu beş vasfin bulunması gerektiğini söyler:
a) iyi niyet sahibi olmak ve yalnız Allah rızasını gözetmek Çünkü kötü niyet, düşünceyi de kötüleştirir,
b) İlim, hilim, vakar ve ciddiyet sahibi olmak,
c) Kendisinden ve bilgisinden emin olmak,
d) Halka kendi otoritesini kabul ettirmek,
e) Fert ve toplum olarak insanları tanımak
Bu şartlardan da anlaşılacağı gibi müftînin fetva isteyenin psikolojik durumunu dikkate alması, halk nazarında itibar sahibi, basîretli vereceği fetvânın fert ve toplum üzerindeki etkisini kavrayacak bir görüşe sahip olması gerekmektedir (Muhammed Ebû Zehrâ, İslâm Hukuk Metodolojisi, Terc Abdülkadir Şener, Ankara 1973, s391 vd)
Fetva geleneği İslâm dininin doğuşu ile birlikte ortaya çıkmıştır Sahâbe problemlerini bizzat Allah elçisine sorar, O da bu problemleri âyet veya kendi buyurduğu hadisle çözümlerdi Fetva verme ve yargı (kaza) fonksiyonu Hz Peygamberde toplanmıştı O'nun vâli olarak Yemen'e gönderdiği Muâz b Cebel (ö 18/639) ve Mekke'ye gönderdiği Attâb b Esîd 13/634) o yörelerde fetva verme ve kendilerine gelen davaları hükme bağlama yetkisine sahiptiler (Ahmed b Hanbel, V, 230, 236, 242; Tirmizî, Ahkâm, 3; İmam es-Şâfiî, el-Ümm, VII, s273; es-Serahsı, el-Mebsût, XIV, s36)
Hz Ebû Bekir, Hz Ömer, Hz Osman, Hz Ali ve Ömer b Abdülaziz gibi halifeler hem devlet başkanı, hem müftî ve hem de kadı itliler Bu üç sıfat tek kişide toplanıyordu Daha sonra devlet başkanlığı ile fetva ve kaza fonksiyonları birbirinden ayrılmıştır
Mezheplerin oluştuğu II ve III
Hicrî yüzyılda, üzerlerinde genellikle devlet memurluğu gõrevi bulunmayan müctehidlerce İslâm hukuku tedvin edilmiş ve fıkıh kaynaklarına intikal etmiştir Sahabe devrinde doğrudan âyet ve hadislere başvurulurken artık fıkıh kaynakları kanun yerini almaya başlamıştır Ancak hukukî bir problemin hükmünü fıkıh kitaplarından çıkarmakta kimi zaman güçlük vardır Bu nedenle daha önceden verilmiş hazır cevaplar (fetvalar) toplanarak fetva kitapları meydana getirilmiştir Bunlar Kadîlerin elinde komprime hazır bilgiler olup, uygulamada kolaylık sağlamıştır Osmanlılar devrinde tertip ve tedvin edilen fetva kitapları sayısının yüzleri astığı düşünülürse, İslâm hukuk doktrininin ne kadar işlendiği ve komprime bilgilerin çokluğu ortaya çıkar (Kâtip Çelebi, Keşfüz-zunûn, fetva kitabı niteliğindeki eserler; Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1333/1915, II, s61 -64)
Fetva ile meşgul olmak çok önemli bir iştir Çünkü müftî, helâl, haram, sıhhat, fesat ve benzeri hükümleri İslâm adına açıklamış olur Bu konuda gerekli araştırmayı yapmadan, kendi hevasına uyarak fetva vermek sorumluluğu gerektirir Hele fetva, kul hakları ile ilgili ise daha dikkatli olmak gerekir İctihad ve fevta vazifeleri büyük bir ilim ve ihtisas işidir Ayet ve hadislerin manalarını sathi bir şekilde anlayabilen, hâfızalarında sınırlı birkaç hadis bulunan kimselerin bir müctehide tabi olmayıp da şer'î delillerden hüküm çıkarmaya kalkışmaları ve kendi namlarına fetva vermeleri caiz olmaz (ö Nasuhi Bilmen, Hukûkî İslâmiyye ve İstilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, I, 250)
Müftî, ictihad yapabilecek ve delillerin kuvvetli olanını seçebilecek durumda ise, mezheplerin görüşleri arasından tercih yapabilir Ancak bunu yaparken üç şarta bağlı kalması gerekir: Delil bakımından zayıf olan görüşü seçmemelidir Tercih ettiği görüş insanların yararına olmalı ve onları ne şiddete ve ne de gevşekliğe sevketmemelidir Bu görüş, iyi niyete dayanmalı, sırf insanları memnun etmek ve onların keyfi arzularını tatmin etmek için seçilmiş olmamalıdır (Ebû Zehrâ, age, s392-393)
İctihad yapabilen müftî bütün dikkat, iyi niyet ve gayretini sarfettikten sonra, verdiği fetvada isabet etse de yanılsa da sevap kazanır Hadiste şöyle buyurulur: "Hâkim ictihad yaparak hükmedip, bunda isabet ederse, onun için iki mükâfat vardır İctihadla hükmedip de yanılırsa, onun için bir mükâfat vardır" (Buhâri, el-İ'tisâm, 21; Müslim, el-Akdiye, 15; Ahmed b Hanbel, III, 187)
Fetva kitaplarından bazıları:
a) Hindiyye: "el-Fetâvâ'l-Hindiyye ve el-Alemgîriyye" ismini taşıyan bu meşhur fetva kitabı, Sultan Muhammed Evrengzîb Bahâdır Âlemgîr (ö 1 1 18/1706)'in emriyle, Hindistan âlimlerinden bir kurul tarafından te'lif edilmiştir Hanefi mezhebine ait, arapça olup, hükümleri delillerini kapsamına almaz Meseleler fıkıh bablarına göre düzenlenmiştir Eser birkaç defa basılmıştır (Bulak, I-VI, 1310/1892, el-Meymeniye, 1323/1905)
b) Hâniyye: Ferganalı Fahruddin Hasan b Mansûr (ö 592/1196) tarafından te'lif edilmiştir Hanefi mezhebi'ne göre verilen fetvalardan ibarettir Çok yaygın olan ve sık sık meydana gelen meseleleri kapsamına alır Hindiyye'nin kenarında basılmıştır
c) Bezzâziyye: Harezmli Muhammed b Muhammed el-Kerderî (ö 827/1424) tarafından te'lif edilmiş olup, el-Câmiu'l-Vecız adiyle yine Fetevây-ı Hindiyye'nin kenarında basılmıştır
d) Hulâsatü'l-Ecvibe: Çeşmizâde Muhammed Hâlis (ö 1298/1881) tarafından on beş yıllık bir çalışma sonucu tertip edilmiş olup, bazı rumuzlar kullanılarak Feyziyye, İbn Nüceym, Abdurrahım, Behce, Ali Efendi ve Netice adlarını taşıyan altı fetvâ kitaplarının fetvalarını bir araya getirmiştir "Cevapların özeti" anlamına gelen bu eser iki cilt hâlinde basılmıştır
e) Mahmud Şeltut, el-Fetâvâ: Muâsir Ezher âlimlerinden Mahmud Şeltut tarafından te'lif edilen bu eser, tek cilt olup, bazı çağdaş problemlere verilen fetvaları kapsamına almaktadır

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük-2-

Eski 11-04-2012   #12
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük-2-



FEVRÎ

Düşünmeden ve anı olarak yapılan hareket Fıkıh ıstılahına göre "fevrî", emredilen bir işi ilk imkân anında eda etmektir Mukabili "terahî"dir ki, emredilen bir işin ilk imkân anında yerine getirilmesi icap etmeyip daha sonra yapılmasının da mümkün olmasıdır
İslâm'da yapılması emredilen ibadetlerin gerçekleşmesi için ortaya konan şartların en aranılanı bu ibadeti yerine getirecek "zaman"ın var olmasıdır
İbadetlerin, kendilerine tahsis edilen zaman diliminde yapılmasına "eda"; zamanından sonra yapılmasına ise "kaza" denir Edâ edilmesi farz olan ibadetlerin her ne sebeple olursa olsun kazaya bırakılması halinde kaza edilmesi de farzdır Ancak bir kısım ibadetler için tayin edilen zaman, namaz vakitlerinde olduğu gibi belli bir zaman dilimine sıkıştırıldığı gibi bir kısım ibadetler de vardır ki, bunlar için tayin edilen zaman, ömrün sona ereceği ana kadar uzatılmıştır Bu noktada fevrîlik veya terahîlik söz konusu olur
Secde edilmesi emredilen ayetlerin okunması halinde yapılması gerekli olan Tilâvet secdesinin yapılmasının vacip olması, fevrî değildir Yani secde ayeti okunur okunmaz hemen secde edilmesi lâzım gelmez Bu secde uzun bir müddet sonra da yapılabilir Ancak bir zarûret bulunmadıkça tehir edilmesi tenzihen mekruhtur Ebû Yusuf'a göre tilâvet secdesi namazın haricinde fevren vaciptir
Zekât, zekâtı verilmesi gereken malın üzerinden bir yıl geçtikten sonraki zamanda ödenmesi gerekli bir farzdır Hemen verilmesi halinde borçtan kurtulmuş olunurken, daha sonraki zamanlarda verilmesi de mümkündür
Fıtır sadakası, Eimme-i Selase'ye (Ebû Hanife, Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e) göre Ramazanın son akşamı güneşin batmasından itibaren vacip olur Bayramdan sonraya bırakılması haramdır, yani o vakitte verilmesi fevren vaciptir Özür nedeniyle tehir edilirse, kaza edilmesi lâzımdır
Umre (Hac zamanının dışında Kâbeyi tavaf ve Safa ile Merve tepeleri arasında sa'y etmek), İmam Şafiî'ye göre fevrî olmayan bir farz-ı ayrıdır; Hanefîlere göre ise fevrî olmayan yani ömrün herhangi bir zamanında yapılması mümkün olan müekket bir sünnettir
Haccın ömrî (hayatta oldukça herhangi bir dönemde yapılabilecek) veya fevrî (şartları yerine gelince hemen yapılabilecek bir ibâdet) olması hakkında ihtilaf vardır Bir görüşe göre Hac ömrî'dir, hayatta kaldığı sürece herhangi bir zamanda yapılabilir Sonraya bırakmasından dolayı kişi günahkâr sayılmaz Fakat daha sahih olan görüşe göre ise Haccın farziyyetinin edası fevrîdir, tehir edilmesi halinde kişinin günaha girmesine sebeb olur

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük-2-

Eski 11-04-2012   #13
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük-2-



FEY'

Geri dönmek, vazgeçmek, gölge yayılmak fâe-yefıu-fey'en fiilinden mastardır Bir isim olarak fey'; güneşin doğudan batıya dönmeye başlayan gölgesi; güneşin gurubuna kadar olan gölgesi; haraç, cizye, ticaret rusûmu; düşmandan savaşsız elde edilen ganimet; beytü'l-malde bulunan herhangi bir mal anlamlarına gelir
İslâm arazi hukuku terimi olarak fey'; düşmandan savaşla veya savaşsız ele geçirilen toprakların mülkiyetinin devlette, yararlanma hakkının ise haraç vergisi karşılığında eski sahiplerinde bırakılması demektir Bu, bir bakıma, geliri toplum ihtiyaçları için harcanmak üzere arazilerin topluca vakfedilmesidir
Fetihle ele geçirilen araziler üç kısma ayrılır: Savaşla (anveten) elde edilen; düşmanın savaşsız başka yere göç etmesiyle boş kalan ve sulh yoluyla ek geçirilen araziler
A Savaşla ele geçirilen araziler
Düşman toprakları zorla (anveten) ele geçirilmişse, İslâm devlet başkanı, bu topraklara şu üç statüden birisini uygulayabilir:
I) Bu arazileri savaşa katılanlar arasında paylaştırabilir Hz Peygamber'in Hayber topraklarını taksim etmesi gibi
2) Arazileri eski sahiplerinin ellerinde bırakabilir Bu taktirde onlara şahısları için cizye, arazileri içinde haraç vergisi bağlar Arazi, haraç arazisi, gayri müslim olan halk da zimmî olur İhtiyaç olması halinde ganimeti hak sahipleri arasında taksim etmek daha uygundur Ancak buna ihtiyaç yoksa, gelecekte müslümanlar lehine bir güç oluşturmak için, eski sahiplerinin elinde bırakmak daha uygun olabilir
İslâm hukukçuları, savaş ganimetlerinin, ganimeti hak eden sahiplerine taksim edilmesinin caiz oluşunda görüş birliği içindedirler
"Biliniz ki, savaştan ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri, mutlaka Allah'ın, peygamberin ve yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır" (el-Enfal, 8/41) ayeti bu konuya delil gösterilmektedir Bu duruma göre, ganimetlerin beşte biri ayette zikredilenlere veya İslam devletine, beşte dördü ise, diğer hak sahibi gazilere aittir
Hz Peygamber'in kavlî ve fiilî sünneti de buna delildir: "Herhangi bir yerleşim merkezine girip yerleştiğiniz zaman, orada sizin hisseniz vardır Allah'a ve Resulüne karşı gelen bir yerleşim merkezini ele geçirdiğinizde ise, buranın beşte biri Allah'ın, peygamberinin, sonra sizindir" (Ebû Ubeyd, el-Emvâl, Kahira, 1353 H, s57) Bu hadiste ilk ele geçirilen yerden "fey' " arazileri ikincisinden ise savaşla ele geçirilen "ganimet" toprakları kastedilmiştir Hz Peygamber yine zorla fethedilen Hayber topraklarını ganimet haklı sahiplerine taksim etmiştir Medine halkı İslâm'a girince, menkul ve gayri menkul mallarının sahibi olarak kalmışlardır Allah Rasûlü Mekke'yi zorla (anveten) ele geçirmiş, fakat topraklarını gazilere taksim etmemiştir (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâm; ve Edilletüh, V, 533, 534)
Hanefi ve Hanbelilelere göre, İslâm devlet başkanının fethedilen araziler üzerinde, gâzilere taksim etme veya vakıf hâline getirme yetkisi vardır Nitekim Hz Ömer hilâfeti zamanında fethedilen Suriye, Irak ve Mısır topraklarını vakıf hâline getirerek, "fey'" hükümlerini uygulamıştır Burada arazinin kuru mülkiyeti (rakabesi) devletin, yararlanma hakkı ise zilyed olarak daha önceki sahiplerinin olur Irak toprakları fethedilince gâziler buranın kendilerine taksim edileceğini bekliyorlardı Hz Ömer dağıtmak istemeyince, uzun müzâkere ve istişareler oldu Hz Zübeyr, Abdurrahman b Avf ve Bilâl Habeşî ile aynı düşüncede olanlar,bu toprakların ganimet olarak kabulü ile Resulullah'ın Hayber topraklarını dağıttığı gibi gâzîlere dağıtmasını istediler Muaz b Cebel ve Hz Ali gibi sahabe büyükleri de Hz Ömer'i desteklediler
Hz Ömer şöyle diyordu: "Bu toprakları dağıtırsam sizden sonra gelecek müslümanlara ne kalır Onlar toprakların ahalisiyle birlikte taksim edilmiş olduğunu, babalardan oğullara miras olarak intikal ettiğini, böylece kendilerinin her şeyden mahrum edilmiş olduklarını görecekler Bu görüş, görüş değil" Bunun üzerine Abdurrahman b Avf; "Görüş dediğin nedir? Arazi ve sahipleri Allah'ın gâzilere ihsan ettiği fey' ve ganimetlerden başka bir şey değildir" dedi Hz Ömer şöyle cevap verdi: "Onlar senin dediğin gibidir Fakat ben meseleyi öyle görmüyorum Allah'a yemin ederim ki, benden sonra müslümanlara çok şeyler sağlayacak bir ülke fethedilmez Aksine fethedilen ülkelerin müslümanlara maddî bakımdan bir yük ve külfet olması da muhtemeldir Irak ve Şam arazileri işleyicileri ile birlikte taksim olunursa, o zaman kaleler nasıl korunur? Daha sonra gelen nesillere, yetim ve dullara Irak ve Şam arazisinden ve diğer beldelerden ne kalır?" Toplantıda bulunanlar bu defa; "Allah'ın bize kılıçlarımızla ihsan ettiği ganimetleri savaşa katılmayan, taksime bile yetişmeyen kimselere, onların çocuklarına ve ortada hiç mevcut olmayan daha sonraki çocuklarına mı vakfedeceksin?" dediler
Muaz b Cebel; "Vallahi bu toprakları dağıtırsan hoşa gitmeyen şeyler ortaya çıkar Toprağın büyük bir kısmı müslümanların eline geçer Sonra bu sahipler zamanla ortadan kalkar ve büyük topraklar bir kişinin elinde toplanır Onun için bu topraklara şimdiki müslümanların da, sonra gelecek olanların da faydalanmasını sağlayacak bir statü ver"
Hz Ömer bu arada Kur'an-ı Kerîmden fey' ile ilgili şu ayetleri delil olarak göstermiştir:
"Allah'ın fethedilen diğer düşman ülkeleri ahalisinden peygamberine verdiği "fey' "Allah'a, peygamberine, hısımlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalanlara aittir Ta ki bu mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın Peygamber size ne verdi ise onu alın, size ne yasak etti ise ondan da sakının" (el-Haşr, 59/7)
"Bilhassa o fey hicret eden yoksullara ait olup, onlar Allah 'tan fazlu inâyet ve hoşnutluk ararlar" (el-Haşr, 59/8, bkz ayet, 6, 9, 10)
Yukarıdaki ayetler, umumî olarak ganimetin taksiminden söz eden el-Enfâl Suresi kırkbirinci ayeti tahsis etmiştir Yani ganimet ayeti, menkul ve gayr-i menkul tüm malları kapsamına alır Haşr Suresindeki fey' ayetleri ise, ganimeti araziler dışındaki menkullere tahsis etti Haşir Suresindeki ayetler, savaşla veya savaşsız alınan topraklar üzerinde devlet başkanına maslahata göre tasarruf yetkisi verir Hz Peygamber Hayber toprakları için Enfâl ayetiyle, Hz Ömer ise Suriye, Irak ve Mısır toprakları için fey' ayetleriyle amel etmiştir Buna göre, fey' ayeti bütün müminleri içine alır Bu gayri menkuller üzerinde hak sahibi olmada, sonradan gelenler önceden gelenlere ortak olurlar Bu, ancak arazileri taksim etmemekle gerçekleşir Bunlar vakıf sayılır, fakat miras yoluyla geçebilir Gerçek vakıf ise mirasla geçmez (Ebû Yûsuf, Kitabü'l-Harac, Mısır 1352 H, s75, 83,85; Ebû Ubeyd, el-Envâl, Kahîra 1968, s94; Muhammed Hamidullah, el-Vesâiku's-Siyâsiyye, s314, vesika: 325; Ali Şafak, İslâm Arazi Hukuku s146-149; Fahri Demir, İslâm Hukukunda Mülkiyet ve Servet Dağılımı, s202-207; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s572, 573; ez-Zühaylî, age, V, 532-537)
Hz Peygamber bazı beldelerin topraklarını eski sahiplerinin ellerinde bırakmış ve taksim etmemiştir Meselâ; Mekke'yi kılıç zoruyla fethetmiş, arazilerini gâzilere dağıtmamıştı Yine Kurayza, Nadîr ve Arap yurtlarından diğer yurtlar fethedilmiş, ancak Hayber dışında bunlardan hiçbirinin toprakları taksim edilmemiştir Bu konuda Devlet başkanı muhayyerdir Dilerse, Resulullah (sas)'in yaptığı gibi taksim eder, dilerse, yine Resulullah'ın Hayber dışındaki toprakları eski sahiplerinde bıraktığı gibi bırakır Bu ikinciler fey' topraklarını oluşturur (ez-Zühaylî, age, V, 537)
Hz Ömer Irak topraklarını eski sahiplerinin elinde bırakırken Haşr Suresi'nin fey' ayetlerine (ayet, 6-10) dayanmıştır Araziler için haraç, gayri müslim sahipleri için ise cizye vergisi bağlamıştır Bu uygulama, müzâkere ve istişâreler sonucunda sahabenin icmaı ile ortaya çıkmıştır İşin başında Bilâl ve Zübeyr (ranhüma) gibi sahabiler karşı çıkmışsa da, sonradan onlar da bu görüşe katılmışlardır (Ebû Yusuf, Haraç, 27, 35; ez-Zühaylî, age, V, 537)
Şam ve Mısır toprakları fethedildiği zaman ordu komutanları bu yerlerin hükmünü Hz Ömer'den sormuşlar, Halife de şu cevabı vermiştir: "Araziyi sahiplerinde bırak, menkul ganimetleri muhariplere dağıt Böyle hareket, tedbirimiz gereği, müslümanların yararı içindir" İlk devirlerde başlayan bu fey' uygulaması, sonraki devirlerde aynen devam etmiş, Osmanlılarda mîrî arazi uygulamasının temelini teşkil etmiştir Emevi halîfesi Ömer b Abdilaziz valilerine gönderdiği mektuplarında şöyle yazmıştır: "Arazi sahiplerinden kim müslüman olursa o anda elinde bulunanların hepsi kendisinindir Ama evi ve arazileri müslümanların olmakta devam eder Çünkü-onlar Allah'ın bir fey'idir" (İbn Zenceveyh, Kitabü'l-Emvâl, Arapça Uzm, Burdur Kütüphanesi, No: 183; Yahya b Adem, Kitabü'l-Haraç, thk Ahmed Muhammed şakir, Kahîra 1347 H, s52, 62'den naklen Ali Şafak, age, s; 150)
B Gayrimüslim halkın savaş korkusuyla başka yere göç etmesi sonucu boş kalan araziler Bunlar da fey' adını alır Müslümanların bu beldeye girmesiyle arazilerin mülkiyeti beytülmale intikal eder Bunlar vakfedilmiş devlet mülkü haline gelir Devlet başkanı bu arazileri ekip-biçen müslüman veya zimmîlerden haraç vergisi alır Böyle bir beldede düşmandan kalan menkul mallar da fey'e dahil olur İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre bunlar vakfedilir ve müslümanların maslahatı için harcanır (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, I, 389; es-Şırâzı, el-Mühezzeb, II, 247; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, IV, 353; el-Mâverdî, el-Ahkâmü's-Sultâniyye, s133)
C Sulh yolu ile (savaşsız) İslâm ülkesine katılan topraklar Diğer sahipsiz topraklar gibi bunlar da devlet mülkiyetine geçer Bu topraklar devlet namına işletilip geliri toplum yararına harcanabileceği gibi, devletçe gerekli görülen özel şahıslara da, dağıtılabilir Nitekim Benî Nadir arazisi (Fedek ve çevresi), servetlerini Mekke'de bırakıp Medine'ye hicret eden yoksul sahabelerle, Medineli üç yoksul sahabeye taksim edilmiştir Devletin şahıslara tahsis edeceği bu topraklar prensip olarak arazinin bulunduğu bölgeye göre öşür veya haraç vergisine tabi olur (Fahruddin er-Râzı; et-Tefsîru'l-Kebîr, XXIX, 284-285; İbn Abidin, Reddü'l-Muhtar, III, 288)
Sonuç olarak, savaşla veya savaşsız alınan toprakların kuru mülkiyeti (rakabesi) devlete tahsis edilerek, eski sahipleri olan müslüman veya gayrimüslim kimseler kiracı kabilinden bu topraklardan yararlanırlar Tesbit edilen haracı da beytülmale ödemeye devam ederler Kiracı durumundaki bu kimselerin araziyi satma, hibe, rehin verme gibi tasarrufları, ve mirasla intikal hükümleri kanunla düzenlenir (bk Arazı, Mîrî arazi)

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük-2-

Eski 11-04-2012   #14
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük-2-



FEYZ-İ İLÂHİ

Bir şeyin taşıp akması, çoğalması Sufî terminolojisinde birincisi kozmoz (evren) ikincisi marifet nazariyesi (Epistemoloji-Theorie de Connaissance) ile ilgili olarak iki değişik anlamda kullanılır
İslâm Felsefesinde de bu terim, kozmozun meydana gelişi ile ilgili bir kullanıma sahiptir Ancak İslâm filozofları özellikle Farabı ve İbn Sina bu kelime yerine, Batı dillerinde, daha aşağı olanın daha yukarı olandan çıkmasını ifade eden "Emenation" kelimesinin ifade ettiği manayı karşılayan "sudür" kelimesini kullanırlar
Sudur nazariyesine göre kainat, İlâhı Varlık'tan tedricî olarak genişleme ve yayılma (Extantion) yoluyla meydana gelmiştir Bu nazariyenin temeli büyük ölçüde Platinos'un düşüncesine dayanır Plotinos'a göre her şey (kâniat) kendisine "varlık" sözünün bile bir sınırlama getireceği; kuvve ve fiil halinin de üstünde olan, diğer bir ifade ile varlık sözünün ifade ettiği manayı dahı askın olan ilk ilke'den sudür etmiştir O, ilk ilke'nin "tek"liği üzerinde titizlikle durur Her şeyin ilk İlke'den suduru (tasması çıkması), her şey ancak O'nunla varolur anlamına gelir Plotinos'un ilk ilke'sine Farâbı ve İbn Sina Zorunlu Varlık (Vacibu'l-Vücûd) derler Bu aynı zamanda düşünür ilkedir O'nun düşünmesi varlığın nedenidir Zorunlu varlığın kendi kendini düşünmesinden (akletmesinden) ilk akıl meydana gelir ki, Sufiler buna Hakikat-ı Muhammedı veya Nûr-ı Muhammedî derler İlk Akıldan da, Zorunlu Varlığı düşünmesi sonucu İkinci Akıl; kendisinin Zorunlu Varlığa nazaran zorunlu oluşunu düşünmesinden birinci göğün (felek) Nefsi; kendi özüne göre kendisinin mümkün (olurlu) oluşunu düşünmesinden de birinci göğün cismi meydana gelir Bu tedrici oluş Faal Akıl ve Yer küresine kadar devam eder (bk İbn Sina, En-Nefsü'l-Beşeriyye, s36, Beyrut 1986; Farabî, es-Siyasetü'l-Medeniyye, s48, Beyrut 1911; İbn Sinâ, Necât, s288, Beyrut, 1985; Abdurrahman Bedevî, Eflûtın (Plotinos) İnde'l-Arab, s134-39; Kuveyt 1977; İsmail Fennî, lügatçe-i Felsefe, s26-17, İst 1341)
Gazzâlî sudur nazariyesini, sünnı kelamcıların yoktan yaratma düşüncesine ters düşdüğü ve sudür sürecinin zorunlu olduğu gerekçesiyle; bu yüzden de Allah'ın "Mürîd" oluşu ile çeliştiği için eleştirir Meşhur tehafütü'l-Felâsife' adlı eserinde bu konuyu genişçe ele alır Hatta bu nazariyenin mantıkı sonucunun Allah'ın her şeyi bildiği hakikatine ters düşeceğini ileri süren Gazzâlî, filozofları tekfiri neticesini çıkarmıştır Oysa İbn Rüşd Gazzâlî'nin filozofları yanlış anladığı kanaatindedir (İbn Rüşd, Faslu'l-Makâl, s54-55, Leiden, 1959)
Böylece sudur nazariyesi, İslâm filozoflarının Tanrı-Kâinat ilişkisini ortaya koydukları Kozmoloji öğretileri ile ilgili bir anlayıştır (S Hüseyin Nasr, İslâm Kozmoloji Öğretilerine Giriş, İstanbul 1985)
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Feyz veya feyz-i ilâhı kavramı Tasavvuf literatüründe iki anlama gelir: Birinci anlamda, ilâhı gerçeklerin Levh-i Mahfuzdan insan kalbine nüzulü anlamında marifet nazariyesi ile ilgili kullanılır; ikinci anlamda ise, sufi kozmoloji ile ilgili olarak kullanılır
Sûfiler hicrî üçüncü ve dördüncü asırdan itibaren, Kelamcılar ve filozoflardan farklı olarak, özel bir bilgi nazariyesi geliştirmişlerdir ki, İkbal'in deyimiyle, Kur'an'ın üç ilim kaynağından biri olarak belirttiği batını tecrübe esasına dayanır (Mİkbal, İslâm'da dinî Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, İstanbul 1964, sI 1 3) Onlara göre insan, Levh-i Mahfuz'dan olan ilâhı gerçekleri vasıtasız olarak bilebilir Nitekim insan için iki türlü bilgi edinme söz konusudur Birincisi tecrübe ve deney yoluyla (buna nazarı-istidlâlî bilgi de dahil) elde edilen bilgiyi içerir; ikincisi, "Rabbânî Ruhânî bir latife" diye ifade edilen ve insanî bir yeti olan "kalb" ile elde edilen bilgiyi ifade eder ki, bu bilgi vasıtasız, doğrudan ve keşf yoluyladır Ancak burada kalb kelimesiyle ifade edilen şey Ruh, Nefs-i Natıka veya Akıl da denilen ve herkeste bulunan bir melekedir Daha açık bir ifadeyle kalb, aklın değişik fonksiyonlarından dolayı onun işleyişinin farklarını ayırmak için kullanılan bir terimdir (bk Gazzâli, İhya, III, 3 vd; Mişkât, 43-44; Taşköprülüzâde, Miftah, IIIIV, 319-320; Râgıb el-lsfahânı, ez-Zerı'a, s64 vd; Müfredât, ilgili maddeler)
Sûfî'ler birinci yolla elde edilen bilgiye "Husûlî"; ikinci yolla elde edilen bilgiye de "Huzûrı' bilgi de derler
Batı Felsefesinde İntuition (hads) kelimesiyle ifade edilen ve ilk kez Kant tarafından sistemli bir tarzda ele alınan, daha sonraları özellikle Bergson tarafından geliştirilen bilgi anlayışı da Sûfilerin düşüncesiyle benzerlik arzeder
Sûfilerin marifet anlayışlarına göre insan, nefs aaakiyesi ve kalb tasfiyesi (nefsin arındırılması ve kalbin parlatılıp cilalanması) neticesinde, bir takım gerçeklere vakıf olur Bu, ilahı gerçeklerin Levh-i Mahfuzdan insan kalbine taşması (feyzi) yoluyla gerçekleşir Onlar bu ilme ilm-i mukayese de derler
İkinci anlamında ise Feyz, sufi kozmolojinin oluşumunu ifade eder: Buna göre Allah "gizli bir hazine" iken bilinmeyi istemiş ve bu irade neticesinde evreni varetmiştir Bu varoluş süreci tedrici bir iniş (tenezzül) sistemini ifade eder Bu anlayışın ilk sistemleştiricisi ise Muhyiddin el-A'râbı'dir Ona göre varoluş tenezzülât-ı seb'a dediği bir iniş sırası (mertebe) takib eder O'nun bu anlayışı Yeni-Eflâtuncu sudur nazariyesine bir çok yönden benzer Şu farkla ki, Muhiddin el-A'rabî'nin sitemin de ikinci mertebe de Hakikat-ı Muhammediyye bulunur ve son mertebe de ise insan bulunur (bk A Avni Konuk, Fususu'l-Hikem Tercüme ve Şerhi, 1, 10 vd İst 1987; İsmail Fennî, Madiyyûn Mezhebinin İzmihlâli, s259-262, İst 1928)
Nihayet sufiler bu son anlamında feyzi ikiye ayrılırlar:
1- Feyz-i Akdes: Allah'ın kendi zatına tecellisi ile eşyanın arke tipleri olan sabit gerçeklerin (Âyanı Sâbite) İIm-i İlâhı detaayyünü (belirmesi) Burada tecellî zatı olduğundan âyanı sabite'nin dış dünyada varoluşu söz konusu değildir Bu itibarladır ki Sûfîler, âyanı sabite varlığın kokusunu bile almamıştır derler
2- Feyzi Mukaddes: Allah'ın esmâ ve sıfatları yönünden tecellisi neticesinde ilm-i ilâhideki sabit gerçekler dış dünyada varlık kazanırlar Feyzi mukaddes Feyzi Akdes üzerine müretteb olduğundan dolayıdır ki, bu öğretiye bağlı sûfîler şeylerin özlerinin (ayn) yaratılmamış olduklarını sadece Onlara dış dünyada eğreti bir varlık bahşedildiğine inanırlar (bk Cürcânı, Ta'rifât, ilgili maddeler; Şeyhülislam M Sabri Efendi, Mevgıfu'l-Beşer Sahte Sultani'l-Kader, s267 vd Kahire 1356)

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük-2-

Eski 11-04-2012   #15
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük-2-



FİCÂR SAVAŞLARI

Câhiliye döneminde müşrik Araplar arasında haram aylar* dan birisinde yapılan savaşlar
İslâm'da yasak olduğu gibi câhiliye döneminde de Müşrikler arasında haram aylarda savaş yapmak, kan dökmek, haksızlık ve kötülüklerde bulunmak yasaklanmış idi Muharrem, Receb, Zilkâde ve Zilhicce aylarından oluşan bu aylarda yasağın ihlâl edilmesi, büyük bir günâh ve suç sayılıyordu
Bu telâkkiye rağmen câhiliyye döneminde zaman zaman haram ayların kudsiyeti çiğnenmiş, kanlı bazı savaşlar meydana gelmişti İşte bu savaşlar, müşrikler tarafından, günâhın işlendiği savaşlar anlamını ifade etmek üzere "ficâr savaşları" diye adlandırılmıştır
Arap tarihinde dört ficâr savaşı vukû bulmuştur I ficâr savaşı, Gıfâr kabilesinden bir şahsın Ukâz Panayırı'nda ayaklarını uzatıp oturarak "Arapların en şereflisi benim!" demesine kızan bir şahsın, kılıcıyla onun ayaklarını kesmesi üzerine iki tarafın adamları arasında cereyan etmiştir
II Ficâr savaşı, Kureyş'ten Benû Amir ile Kureyş'ten Benû Kinâne arasında meydana gelmiştir Yine Ukâz Panâyırı'nda Benû Amir'den bir kadına Kinâneoğullarından bazı gençlerin sarkıntılık etmesi bu savaşa sebep olmuştur
III ficâr savaşı ise, Kinâneoğullarından bir şahsın, Âmiroğullarından birisine olan borcunu zamanında vermediği gibi oyalama cihetine gidip ödemeye yanaşmaması sebebiyle bu iki kabile arasında ortaya çıkmıştır
IV ficâr savaşı ise, Kinâneoğullarının yanısıra Kureyş ile Hevâzin'in Kays-ı Aylân kabileleri arasında meydana gelmiştir Hıre hükümdarının çıkardığı bir kervana kılavuzluk ve muhafızlık etme konusunda aralarında ihtilâf ve husûmet çıkan Kinâneoğullarına mensup bir şahsın Kays-ı Aylân'dan birisini öldürmesi bu savaşa sebep teşkil etmiştir Kinâneoğullarının yanında Kureyş'in diğer sülâleleri de savaşa katılmış, bu arada Peygamber efendimiz de amcalarıyla birlikte bu savaşta bulunmuştur Ancak genellikle kabul edildiğine göre o sırada yirmi yaşında olup savaşabilecek güçte olmasına rağmen sadece savaş alanının gerisine düşen okları toplayıp amcasına vermekle yetinmiştir Sonunda bu savaş, iki tarafın ölülerinin sayılıp ölüsü fazla olan tarafa fazlalık miktarınca diyet verilmesi kararı ile sulha bağlanarak neticelendirilmiştir

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.