Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Forum İslam > İslami Genel Konular

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
ansiklöpedisi, islâm

İslam Ansiklöpedisi (A)

Eski 11-04-2012   #16
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (A)



Ahrûf-i Seb'a

Yedi harf Terim olarak Ahruf-i Seb'a, Tefsir tarihinde birçok ihtilâfa sebep olmuş bir konudur: Kur'an-ı Kerim'in yedi harf üzerine nazil olduğu hususunda rivayet edilen bir hadîs-i şerifte Hz Peygamber (sas) şöyle buyurur: "Bu Kur'an yedi harf üzere nazil olmuştur Öyleyse size kolay gelenini okuyun " Bu konuda ufak tefek farklılıklarla pek çok hadis, hadis mecmualarında yer alır (Buhârî, Fadâilü'l-Kur'an, 27, Tevhid, 53, Bed'ül-Halk, 6, Mürteddin, 9, Husumat, 4; Müslim, Misâfirîn, 270; Ebu Davud, Vitr, 22; Tirmîzî, Kur'an, 9; Nesâi, İftitah, 37; Ahmed ibn Hanbel, Müsned, V, 16,41, 114, 124, 127, 128, 132)

Hz Peygamber (sas)'in hadisinde geçen yedi harften ne kastedildiği tam olarak bilinemediği için bu yedi rakamının değişik yedi şeye delâlet ettiği ifade edilmiş ve bunun tabiî sonucu olarak bilginler arasında görüş ayrılıkları meydana gelmiştir Bazı âlimlere göre yedi harften kastedilen yedi şey şunlardır: Emir, Nehiy (yasak), Helâl, Haram, Muhkem, Müteşabih, Emsâl Diğer bazılarına göre ise, yedi harften maksat, yedi kıraattir İslâm bilginleri arasında yaygın olan görüşlerden biri olarak, Kur'an-ı Kerim'in yedi harf üzere nazil oluşundan maksat, onun yedi lehçe ve yedi lûgat üzere inişidir Süfyan b Uyeyne (v 198/812), Abdullah İbn Vehb, (v 197/812), Taberî (v 310/922), Tahâvî (v 321/933) ve diğer birçok ilim erbabına göre yedi harften maksat, yakın manada olan değişik lâfızlardır Ebû Ubeyd el-Kâsım b Sellâm (ö 223/837)'a göre yedi harften maksat, yedi Arap lûgatıdır el-Kâdi İbnu't Teymiyye ise, yedi harfin yedi kıraat olduğunu ifade eder

Kur'an-ı Kerîm'in yedi harf üzere nazil olduğunu gösteren ve ufak tefek rivayet değişiklikleriyle bize ulaşan hadisi şeriflerin hepsi sahihtir Hattâ Ebû Ubeyd el-Kasım b Sellâm, bunların mütevatir olduklarına hükmeder Prof Dr Muhammed Abdü'l-Azîm ez-Zerkânî, Menâhilu'l-İrfân fi Ulumi'lKur'an, Kahire 1362/1943, I, 139)

Ancak, bu yedi harfin neyi ifade ettiği hususunda âlimler arasında bir türlü ittifak hasıl olmamıştır Merhum şehid, Prof Dr Subhi es-Salih bu konuda şunları kaydeder: "Bu yedi harften maksat -Allahu 'alem- bu ümmet için kolaylık gösterilen yedi vecihtir Okuyucu bu yedi vecihten hangisiyle Kur'an'ı okursa, isabet eder Hz Peygamber (sas)'ın "Cebrâil bir harf üzere bana okuttu Ona müracaat ettim ve tekrar tekrar mürâcaatımı yeniledim, nihayet yedi harfe ulaştı" (Buhârî, Fedâilu'l Kur'an, V; Müslim, Müsafrin, 272; Ahmed b Hanbel, Müsned, I, 264, 299, 313) tarzındaki Hadis-i Şerifi bu hususu açıkça ifade eder gibidir " (Dr Subhi es-Salih, Mebâhis fi Ulûmi'l-Kur'an, Beyrut 1969, s 108)
Ahsen

En güzel, en iyi, çok güzel manasına gelen Kur'anî bir tabir Kur'an-ı Kerim'de çok geçmektedir Hadîslerde ise, ahlâk, huy, ses, amel, kaza ve hidayet terimleriyle kullanılmıştır Bu hadisler, daha çok ahlâkla ilgili hadislerdir "İman yönünden inananların en kâmili, ahlâk bakımından en güzel olanıdır" (Ebu Davud, Sünne, 14) gibi

"Ahsenü'l-hadis" söz ve kelâmın en güzeli demektir Bu tabir de Kur'an-ı Kerim için kullanılmaktadır: "Allah kelâmının en güzelini indirdi" (ez-Zümer, 39/23) Ahsen'ül halıkîn; yaratıcıların en iyisi manasındadır Çünkü, Cenab-ı Hak herşeyi en güzel bir şekilde yaratmıştır Bu tabir, "halk" ve "yaratma" fiilinin Allah'dan başkalarına da nisbet edileceğini göstermektedir "Ahsenü'l-Kassas", En güzel anlatış veya en güzel kıssa demektir Bunun da Kur'an'da bir yerde geçtiği görülmektedir "Bu Kur'an'ı vahyetmemizle biz sana kıssaları en güzel şekilde anlatıyoruz Oysa daha önce sen bunlardan habersizdin " (Yusuf, 12/3) Bu ayete göre, Ahsenü'l-Kassas; kıssaların en güzeli manasına gelmektedir Bu arada "en güzel beyân" olarak da mana verilmiştir "Ahsenü't-takvîm", En güzel şekil, biçim, tarz manasındadır "Gerçekten biz insanı en güzel bir biçimde yarattık " (et-Tin, 95/4) Takvîm, eğriyi düzeltmek, kıvama ve düzene koymak, kıymetlendirmek manalarına gelmektedir Müfessirler, bu ayetteki güzellik ve kıymetliliğin hem maddî ve hem de manevî olduğunu söylemişlerdir İnsan maddî yönlerinden olduğu gibi; manevî bakımlardan da diğer canlılardan daha üstündür Özellikle bu manevi yönler: İyiyi kötüden ayırma, gönül zenginliği, ahlâk güzelliği gibi hususlarda kendisini daha belirgin bir şekilde göstermektedir
Ahzâb Suresi

Kur'an-Kerîm'in otuzüçüncü suresi Medine'de nazil olmuş, yetmişüç ayet, binyüz ****en kelime ve beşbinyediyüzdoksanaltı harften ibarettir Fasılası elif ve lâm'dır Sure, adını yirminci ayette gecen "Ahzab" kelimesinden almıştır Medine İslam devletini yok etmek için bir araya gelen ve Müslümanlara karşı tek bir cephe oluşturan müşrik kabilelerinden müteşekkil kâfir topluluğuna "Ahzab" denmiştir

Surede ele alınan konular zaman itibariyle birbirini izleyen bir dönemde meydana geldiği için burada söz konusu edilmiştir Surede Hendek veya diğer adıyla Ahzab gazvesinin çeşitli durumlarını anlatmak ve Resulullah'a bazı açıklamalarda bulunmak üzere gelen ayetler yer almaktadır Surenin, münafıkların bazı tavırlarını açığa vurmak, Zeyd b Harise'nin, hanımı Zeyneb binti Cahş ile olan münasebetlerinden söz etmek, Müslüman kadınların ahireti tercih etmeleri gerektiğinden ve takvalarından bahsetmek üzere nazil olduğu kaydedilmektedir

Bu surede Bedir gazvesinden sonra ve Hudeybiye barışından önce Medine toplum yapısında meydana gelen bazı gelişmeler, islâm devletinin o günkü yapısı, bu zaman içinde müslümanların yaşadığı yüklü hâdiseler, gelişmekte olan islâm toplumu ve devletinin hüküm ve yasaları ele alınmıştır Ayrıca toplumsal olaylar ve İslam'ın temel yasaları ile, Allah'a iman ve onun yüce kudretine teslimiyetin daima iç içe ve irtibatlı hususlar olduğu anlatılmıştır

"Ey Peygamber! Allah'tan sakın, kâfirlere ve münâfıklara uyma, Allah alim'dir, Hakîm'dir Sana Rabbinden vahy olunana uy; Allah bütün yaptıklarınızdan haberdârdır Allah'a tevekkül et Allah vekil olarak sana yeter " (1) ayetleriyle başlayan sure, daha sonra adını aldığı Ahzab olayından söz ederek kâfirlere karşı savaşa hazırlanan islâm toplumunun durumunu ve takınması gereken tavrı anlatır "(Ey Peygamber) De ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız bilin ki kaçmak size fayda vermeyecektir Kaçsanız bile az veya kısa bir zamandan fazla (dünyada) yaşatılmazsınız De ki: "Allah size bir kötülük dilerse veya rahmet isterse, sizi ona karşı kim savunabilir Allah'tan başka dost ve yardımcı da bulamazsınız" (17)

Allah bir hüküm koyduğu zaman cahilî anlayıştan dolayı bu hükme karşı koymanın ne demek olduğu da şu ayetle açıklanıyor:

"Allah ve Resulü bir konuda hüküm verdiği zaman mümin erkek ve mümin kadına artık bu hususta başka bir seçeneği tercih hakları yoktur" (36)

Sonra da insanoğlunun dünyadaki fonksiyonu ve yüklendiği sorumluluk dile getirilip derin ve müthiş bir hakîkât gözler önüne serilmektedir:

"Doğrusu biz emaneti göklere, yere ve dağlara (yüklenmeleri için) teklifte bulunduk Onlar bunu yüklenmekten çekinip, korkuyla titremişlerdi Şüphesiz insan pek zalim ve cahildir" (72)

Surede yer alan bu genel hüküm ve ana çizgilerin dışında ayrıca şu konulara yer verilmiştir:

1- İslâm düşmanlarının İslâm devleti aleyhinde nasıl çalıştıklarını ve sonunda Allah'ın bu kâfir ve münafıkları nasıl perişan ettiği; ( 13-15)

2- islâm kardeşliğinin derin anlamlar taşıdığı ve müminlerin birbirlerine karşı manevî

sorumlulukları bulunduğu (23 vd)

3- Peygamber (sas)'in hanımlarının bütün müminlerin anneleri olup, onlara karşı iyi davranışlarda bulunulmasını, Müminlerin annelerinin üstün özelliklere sahip oldukları; (6 ve 25)

4- İslâm'da evlât edinilemeyeceği, ve bunun öz evlâtlığın hükümleriyle aynı hükümlere sahip olmadığı; (40)

5- Peygamber'in evine kimlerin girip çıkabileceği, kimin kiminle görüşmesinin dinî

acıdan sakınca taşımadığı; (53)

6- Müslüman kadınların nasıl örtünmesi gerektiği, örtünmenin farz olduğu; (59)

7- Allah'ın ve meleklerin Peygamber'e salât ve selâm getirdikleri ve müminlerin de buna katılmaları gerektiği; (46)

8- Kalblerinde nifak taşıyanların nasıl cezalandırılacakları ve ahiretteki azapları; (*64-66)

9- Kıyametin vaktini Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği; (63)

10- Görevlerini tam olarak yerine getiren müminlerin alacağı mükâfâtları; (70-71)

1 l-İnsanoğlunun yüklendiği sorumluluğun anlamı; (72)

12- Kâfir ve münafıkların uğrayacağı ağır cezalar(73)

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (A)

Eski 11-04-2012   #17
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (A)



Aile

Neseb veya evlilikle bir araya gelmiş, ana-baba ve çocuklardan oluşan topluluk Büyük baba, nine, torunlar da aile tanımı içine girdiğinden onlarda ailenin bir parçasıdırlar

Kadın ve erkeğin birbirlerine karşı duydukları his, arzu, duygu, ve meyiller Sünnetüllah gereğidir (Âli İmrân, 3/14) Allah'u Teâlâ insana, yaratılışındaki fıtrata uygun olarak bu duyguları vermiş, yalnız bu meyillerin tatmin yolunu da belli prensiplerle sınırlamıştır Bu sınırlar, sünnete uygun evlenmelerdir İslâm'a uygun olmayan evlenme ve ilişkilerle meyiller yasaklanmıştır

Evlilik, eşler arasında maddî ve manevi tatmini sağladığından sükunet ve rahatlık unsurudur Neslin devamı ve gelişebilmesi için evlilik müessesesine ihtiyaç vardır Kur'an-ı Kerîm ve sünnet'de belirlendiği şekilde olmadıkça bir aile yuvası kurulmasından söz edilemeyeceği gibi, doğan çocukların da meşru olacağı düşünülemez

İlk aileyi ilk insan Hz Âdem (as) ile Hz Havva kurmuştur O zamandan beri aile müessesesi olgunlaşmış ve gelişmiştir Bununla beraber, toplumların, ekonomik durumun, iklimin etkisiyle çeşitli aile tipleri meydana gelmiştir

Aile ana-baba, çocuklar, biraz daha geniş anlamıyla karı-kocanın akrabasından oluşur

İslam ailesinin kurulması için ilk şartı mümin bir erkekle mümine bir kadın olması, birbirleriyle sıhriyetin Kur'an'da yasaklananlardan olmaması gerekir Kur'an'da, anne, baba, kızlar, oğullar, kardeşler, teyzeler ve yeğenlerle evlenmenin haramlığı ile süt kardeşler arasındaki evliliğin yasak olduğu hükme bağlanmıştır Yine Kur'anî hükme göre hala ve amca ile evlenmek yasaktır İslâm'ın getirdiği hükümler, iki kız kardeş ve hanımın yeğenini bir arada nikâhlamayı yasakladığı gibi, hanımın vefatından sonra bunların nikâhlanabileceğini de mümkün kılmıştır Hala ve amca çocuklarının evlenmeleri ise helâl kılınmıştır Çocukların eşleri ile kayınvalide, üvey anne ve üvey baba ile ve evli kadınlarla evlenmek haramdır

"Sizlere, analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz kardeşlerinizin kızları, kız kardeşlerinizin kızları, sizi emziren süt anneleriniz, süt kardeşleriniz, karılarınızın anneleri, kendileriyle gerdeğe girdiğiniz kadınlarınızın yanında kalan üvey kızlarınız -ki onlarla gerdeğe girmemişseniz size bu engel yoktur-, öz oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeş bu arada olmak suretiyle evlenmek size haram kılındı Geçmişte olanlar geçmiştir Doğrusu Allah bağışlar ve merhamet eder"; "Evli kadınlarla evlenmeniz de haram kılındı" (en-Nisâ, 4/23-24) buyurulmaktadır

Ailenin huzurlu olması için, aileyi oluşturan bireylerin birbirlerine karşı görevlerini yerine getirmeleri gerekir Bu görevler şöyle özetlenebilir:

a- Karı-kocanın birbirlerine karşı görevleri: Karı-koca birbirlerinin eksiklerini, kusurlarını görmemeli, namus ve iffetlerini korumalıdırlar Böylece bütünleşerek aile saâdetini sağlamalıdırlar Dinimiz aile reisi olarak erkeği tanır: "Erkekler kadınlar üzerinde hakimdir " (en-Nisâ, 4/34) ayeti bunu ifade eder Çünkü erkekler kadınlardan daha güçlü olarak yaratılmışlardır Ailesinin geçimini sağlamak erkeğin görevidir İslâm buna o kadar önem verir ki, bir erkeğin Allah rızasını gözeterek aile fertlerine yaptığı harcamayı sadaka kabul eder (Riyâzu's-Sâlihîn, I, 331)

Kocanın hanımına karşı hak ve görevlerini hadisler ışığında şöyle sıralayabiliriz:

Bir kimse hanımına iyi davranmalı, onu kırmamalı, kaba davranışlardan sakınmalıdır Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurur: "Ey ümmetim! kadınlara hayırla muamele etmenizi tavsiye ederim Çünkü onlar sizin emriniz altındadır Fazla tahakküme hakkınız yoktur Ancak açıktan fuhuş irtikâb etmiş olsalar o zaman durum değişir " (Riyâzu'sSâlihîn, I, 319)

Koca, hanımına hanım da kocasına ilgi göstermeli, saadeti evlerinde aramalıdırlar Meşru olmayan yollara düşmemelidirler İffet ve namus konusunda titiz davranmalıdırlar: "Mümin erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve ırzlarını zinadan korusunlar " (en-Nûr, 24/30) ayeti bunu ifade eder

Erkek, hanımına ve çocuklarına dinî emirleri hatırlatmalı iyi yönde eğitmelidir "Ailene namaz kılmayı emret" (Tâhâ, 20/132) "Yedi yaşındaki çocuğa namaz kılmayı öğretiniz On yaşına vardıklarında (kılmazlarsa) cezalandırınız" (Riyâzu's-Sâlihîn, I, 339)

Koca, kendi mal varlığı ve imkânlarına göre hanımının nafakasını sağlayıp her türlü ihtiyacını gidermekle yükümlüdür (Ebû Davud, Nikâh, 41) Bu hususta cimrilik ettiği takdirde hanımı ilgili yöneticilere ve yargı makamlarına başvurup durumunu anlatabileceği gibi kocasına danışmadan malından harcama yapabilir Koca, hanımına asla çirkinsin dememeli, yaptığı işte sürekli kusurlar aramamalı (İbn Mâce, Nikâh, 3), hanımını asla dövmemeli (Buharî, Nikâh, 93), hanımını sürekli zan altında tutup onu gizlice takip etmeye kalkışmamalıdır (Müslim, İmâre, 56)

Hanımının kocasına karşı görevlerine gelince; hanım, ailenin reisi olan kocasına karşı bütün meşru ve İslâmi meselelerde itaat eder Kadın eşinin malını ailesinin her türlü sırrını, namusunu, çocuklarını korumalıdır Kadın durup dururken kocasından boşanmayı istememelidir Çok zor durumda kalmadan kocasından ayrılmak isteyen kadına Cennet kokusu haramdır (Ebû Dâvud, Talâk, 18) Kadın kocasından izinsiz olarak evinden dışarı çıkmamalıdır (Buhârî, Nikâh, 116)

Kadının kocasını memnun etmesi onun en önemli görevidir Bu konuda Hz Peygamber şöyle buyurur: "Herhangi bir kadın, kocası kendisinden razı olduğu halde ölürse Cennet'e girer" (Riyâzu's Sâlihîn, I, 326) Yine başka bir hadislerinde Resulullah Efendimiz: "Kadın kocasının yatağını (mazeretsiz) terkederek gecelerse, o kadına melekler sabaha kadar lânet ederler" (Aynı eser, 323) buyurmuşlardır Kadın kocasına olgun ve iyi davranmalı, zenginliği ve güzelliği ile övünmemeli, ev işlerini düzenlemeli, çocuklarına bakmalı, kocasının malını israf etmemelidir (Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, V, 174)

b- Anne babanın çocuklarına karşı görevleri:

Anne ve babanın ilk görevi, çocukların ihtiyaçlarını karşılamaktır Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurur: "Bir adamın hayır için harcadığı paranın en faziletlisi, ailesine sarfettiği parayla, Allah yolunda kullanacağı atı için verdiği ve bu de Allah rızası için (mücahid) arkadaşlarına sarfettiği paradır " (Riyâzu's-Sâlihîn, I, 329)

Çocukların ihtiyaçları temin edilirken ne israfa kaçılmalı, ne de cimrilik yapılmalıdır Her iki husus da dinimizin uygun görmediği şeylerdir

Anne-baba çocuğunu güzel terbiye etmeli, anlayamayacağı bilgilerden ona bahsetmemeli, eğitimde basitten mürekkebe (karmaşığa) gitmelidir Evvelâ Allah'ı tanıtmalı, imanı kavratmalı, inandırmalı, uygun yasa vardıklarında da ibadetleri öğretmelidirler Ayrıca neyin iyi, nelerin kötü olduğunu anlatmalı, yeme-içme, oturup-kalkma adabını öğretip bunları benimsetmelidir Bunlar yapılırken anne babanın çocuklarına iyi örnek olmaları gerekir Çünkü çocuklar daima büyüklerini taklit ederler

Anne-baba, çocuklarına adaletle davranmalı, onların kıskançlık duygularını kamçılamamalı, kız-erkek ayrımı yapmamalıdır

Anne-baba çocuklarına güzel isimler koymalı, sünnet ettirmeli, İslâmî bilgi ve duygularını geliştirmelidir

Anne-baba çocuklarına sevgi ve merhamet göstermelidir Peygamber Efendimiz, bir dizine Üsâme'yi, diğer dizine de Hasan'ı oturtur, sonra: "Allah'ım bunlara rahmet ve saâdet ihsan buyur, çünkü ben bunların hayır ve mutluluğunu diliyorum" buyurmuştur (Tecrid-i Sarih Tercümesi, XII, 127)

Anne-baba evlenme cağına gelen çocuklarını, temiz ve ahlâklı kimselerle evlendirmelidirler Hz Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Geride kendisine dua edecek hayırlı bir çocuk bırakan kimsenin amel defteri kapanmaz, kendisine sürekli olarak hayır yazılır" (Ebû Davud, Vesâyâ, 14)

c- Çocukların anne ve babalarına karşı görevleri:

Çocuklar anne ve babalarına itaat etmeli ve iyilikte bulunmalıdırlar: "Biz insana ana babasına iyilik yapmasını da tavsiye ettik" (Lokman, 31/14) Çünkü bir çocuğun yetişip büyümesinde en büyük fedakârlığı, anne ve baba gösterir

Çocuklar anne ve babalarına karşı saygı ve şefkat göstermeli, istediklerini yerine getirmeli, onları memnun etmelidir "Anne babaya güzellikle muamele edin, eğer onlardan biri veya ikisi senin yanında ihtiyarlık hâline ulaşırsa sakın onlara "öf" bile deme, onları azarlama, ikisine de iyi ve yumuşak söz söyle" (Lokman, 31/14)

"Rabbin şunları kesin olarak buyurdu: Ancak O'na ibadet edin, ana-babaya ihsan ve iyilik yapın Birisi yahut ikisi de yanında ihtiyarlarsa sakın onlara "öf" bile deme, onlara darılma ve yüzlerine bağırma, ikisine de ikram et ve tatlı söz söyle ikisine de merhamet besleyerek tevazu göster ve de ki: "Rabbim ikisine de merhamet et, onlar beni küçük iken nasıl terbiye etmişlerse sen de her ikisine merhamet et" Rabbiniz gönlünüz dekini daha iyi bilir Ana-baba haklarında iyilik ederseniz Allah size mağfiret eder Çünkü o, günaha tövbe edenleri muhakkak affedicidir" (isrâ, 17/23-25)

Abdullah b Mes'ud diyor ki: "Peygamber (sas) Efendimize:

-Allah'ın katında en sevgili amel hangisidir? diye sordum, Peygamber (sas):

-Vaktinde eda olunan namazlar, buyurdu

-Namazdan sonra hangisi daha sevgilidir? dedim

-Ana-babaya iyilik etmektir, buyurdu

-Sonra hangisidir? dedim

-Allah yolunda cihaddır, buyurdular (Riyâzu's-Sâlihîn, I, 347)

Çocuklar anne-babaları hakkında kötü konuşmamalı, onlara sövmemelidir, vasiyetlerini yerine getirmeli, dostlarına ikramda bulunmalıdırlar: "Ey Rabbimiz kıyamet günü, beni, anne-babamı ve bütün müminleri mağfiret eyle " (İbrahim, 14/41) diye dua etmelidir

Baliğ olan çocuklar ana-babalarının odalarına her zaman izin alarak girmelidirler Baliğ olmayan küçükler de şu üç vakitte ana-babalarının veya başkalarının odalarına izin ile girmelidirler:

Sabah namazından önce, yani yataktan kalkıp giyinileceği zaman; öğle uykusu sırasında yatsı namazından sonra yatılacağı zaman

Çünkü bu vakitler karı-koca arasında mahrem vakitlerdir Allah'u Teâlâ, bütün müminlere bunu çocuklarına öğretmelerini emretmiştir (en-Nûr, 24/58)

Hz Peygamber, "kime iyilik edeyim" diye soran bir sahâbiye şu karşılığı vermiştir: "Ananıza (bunu üç defa tekrarlamıştır) sonra babanıza, sonra en yakın olanlara" (Buhârî, Edeb, 2; Müslim, Birr, 1,2; Ebû Dâvud, Edeb, 120) Yine Peygamber Efendimiz "Anne Cennet kapılarının ortasındadır" (İbn Hanbel, V, 198); "Cennet annelerin ayakları altındadır" (Nesâî, Cihad, 6) buyurmuştur

Çocuklar ana-babalarına karşı daima saygılı olmalı, onlara karşı tatlı dilli, güler yüzlü davranmalıdırlar Ana-babanın bütün söylediklerini Allah'a itaatsizlik söz konusu olmadıkça, dinlemek ve kabul etmek gerekir Her işte onların rızasını almaya çalışmalıdır Onların hizmetlerini kendi hizmetinden önce görmelidir Öldüklerinde de onları rahmetle anmak, onlar için hayır dua etmek, hayır yapmak, vasiyetlerini yerine getirmek gerekir

Allah'a şirkten sonra en büyük günah ana-babaya itaatsizliktir Ana baba İslâmî emirleri yerine getirmede ve yasaklardan kaçınmada titizlik göstermiyorlarsa ve hatta kâfir iseler bu onların ana-baba olmalarından doğan haklarını ortadan kaldırmaz Dolayısıyla onlara Allah'a isyan teşkil etmeyen hususlarda itaat etmek ve her zaman iyi davranmak gerekir

d- Kardeşlerin birbirlerine karşı görevleri:

Kardeşler birbirlerine karşı iyi davranmalı, küçükler büyüklere itaat edip onlara saygı beslemeli, büyükler de küçüklere hoşgörü ile davranmalıdırlar Ancak bu şekilde âilede mutluluk ve huzur sağlanabilir

Kardeşler maddî hırs sebebiyle, aralarındaki birlik ve beraberliği, ahengi bozmamalıdırlar

Kardeşlerin kabiliyetleri birbirlerini kıskançlığa sevketmemelidir Kimi insan ilme meraklıdır, o sahada ilerler, şan şöhret sahibi olur; kimi insan da ticarete meraklıdır, o sahada çalışır, ilerler, zengin olabilir Bunları olgunlukla karşılamalı, herkesin aynı şey olamayacağı, aynı sahada çalışamayacağı gerçeği unutulmamalıdır

Aralarındaki -varsa tabii- fikir ayrılıklarını, konuşarak, birbirlerinin düşüncelerine hürmet duyarak çözüm yoluna koymalıdırlar Sertlikler ve tartışmalar daima kötü sonuçlar doğurur Ailevî huzursuzluklara, tatsızlıklara neden olur

İslâm aile hukukunun özelliklerine gelince;

Evliliğin gayesi aileye huzur ve mutluluk, toplumda da iyi bir nesil temin etmektir, "Onun (varlık ve kudret) alâmetlerinden birisi de size kendinizden eşler yaratmasıdır, ki siz onlarla huzur ve sükûnete kavuşursunuz Ve aranıza sevgi ve rahmet koymuştur" (er-Rûm, 30/21) "Onlar (kadınlarınız) sizin için elbise, siz de onlar için elbisesiniz"(el-Bakara, 2/187) İslâm cinsî ihtiyacın tatminini tabii karşılamakla beraber evliliğin gayesinin bundan ibaret olmadığını söylemektedir "Doğuran siyah kadın, doğurmayan güzel kadından daha iyidir", "Evlenin, çoğalın: Çünkü ben kıyamet gününde diğer ümmetlere karşı sizinle iftihar edeceğim" (Avnu'l Ma'bûd Şerh Ebu Dâvud, I, 173) Kocanın karısıyla müşterek, yüce ve insanî bir hayat sürmek arzusunun belirtisi olan mehrin sembolik bir şey olması da aynı gayeye matuftur

Ailenin mutluluğu çocukların asaleti ve İslâm toplumunun kurtuluşu evleneceklerin birbirlerini seçerken kullandıkları ölçü ile yakından ilgilidir Bu konuda Resulullah (sas) şöyle bir ölçü koymuştur: "Kadın dört özelliğinden dolayı nikâhlanır: Malı, asaleti, güzelliği ve dindarlığı; eli toprak olasıca, durma dindarını bul!" (Buhârî, Nikâh, 16)

İslâm'da evlilik, formalite ve merasimlerden uzak İslâmî bir akittir Nikâh*'ın ilân edilmesi, yakın dost ve akrabaya ziyafet verilmesi, tef vb çalınıp şenlik yapılması güzel telâkki edilmiş, teşvik görmüş, böyle bir davete icabet etmemek hoş karşılanmamıştır (Buhârî, Nikâh, 66 vd)

Evlilik gerçekleşince karı ve koca Allah önünde birbirlerinin haklarına uymakla yükümlüdürler Bu karşılıklı haklar aile reisliği hariç eşitlik esasına dayanır Evlilik kadının şahsiyetini ortadan kaldırmaz, erkeğin hukukî ve sosyal kişiliği eşinin haklarını gölgelemez Kadın kendi aile ismini taşıyabilir, kendine ait mallar üzerinde tam ve bağımsız bir tasarruf yetkisini kullanabilir

Karı-koca birbirlerine iyi niyet ve güzel ahlâk ile davranacaklardır "İyileriniz, ailesine karşı iyi olandır" (İbn Mâce, Nikâh, 50) Ufak tefek huysuzluk, geçimsizlik ve kusurlara sabredecek, yuvanın yıkılmaması için tahammül göstereceklerdir: "Kadınlara normal ve iyi davranın; onlarda hoşunuza gitmeyen bir şey olursa belki bir şey hoşunuza gitmediği halde Allah onu birçok hayırla doldurmuştur " (en-Nisa, 4/19) Anlaşmazlık büyürse hakeme başvurulacak, hakemler de âilenin devamını sağlayamazlarsa son çare olarak, usulüne uygun "tedricî boşanma" sistemi uygulanacaktır

İslâm aile hukuku, dördü geçmemek üzere ve oldukça güç durumlara ve şartlara bağlı olarak erkeğin aynı zamanda birden fazla kadınla evlenmesine izin vermiştir İlk eş, üstüne evlenilmemesi şartını koşmuş ise ikinci evlilik yapılamayacağı gibi, usulüne uygun evlenmelerde eşlerin hukuk ve şahsiyetini gözönünde bulundurmak gerekir

Manevî ve ahlâkî ilişkiler yanında anne-baba ile çocuklar arasındaki hukûkî münasebetler de itina ile tanzim edilmiştir Ehliyet, velâyet ve vesâyet hükümleri babalı veya yetim bütün çocukların durumları ve menfaatları ile alâkalıdır İslâm muhtaç ana babaya çocuklarının bakmasını, erkeğin karısına ve muhtaç olan akrabasına geçim sağlamasını teminat altına almıştır Nihayet miras hükümleri de yakından uzağa bütün hısımların, ölenin malı üzerindeki haklarını tesbit etmiştir

İslâm hukuku evlilerin zinasını şartları tahakkuk ettiği takdirde- ölüm cezasına çarptırdığı, zinayı bu ölçüde yasakladığı için ona götürmesi muhtemel bütün şüpheli yolları tıkamış, kadınlarla erkeklerin karışık eğlenmelerini, yabancı bir erkekle kadının baş başa kalmasını, kadının, yanında bir yakını bulunmadan, yalnız başına yolculuğa çıkmasını, kadın ve erkeğin birbirine ısrarla bakmalarını yasaklamıştır İslâm'da âile düzeninin oturduğu bu temeller, İslâm hukukunun aile anlayışını her hâliyle ortaya koymaktadır

Akabe

Sarp yokuş, tehlikeli geçit, geçilmesi ve aşılması zor olan dağ yolu, tepe anlamında Arapça bir kelimedir Özel olarak da Hicaz bölgesinde bir yerin adıdır Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere arasındaki bu yer, Resulullah'ın İslâm'ı tebliğinden önce de kutsal bir yer olarak tanınmaktaydı Resulullah (sas) burada Medine-i Münevvere'den gelenlerle görüşüp onlardan bey'at aldığı için müslümanlarca da sevilen bir yer olma özelliğini korumuştur

Akabe kelimesi Kur'an-ı Kerim'de, nefse güç, meşakkatli gelen ve insanı iyilik yapmaktan alıkoyan 'sarp yokuş' anlamında iki yerde ve imtihan mevkii anlamında kullanılmıştır

"Ama o zor geçidi aşmaya girişemedi "

"O zor geçidin ne olduğunu sen bilir misin?" (el-Beled, 90/11-14)

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (A)

Eski 11-04-2012   #18
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (A)



Aile

Neseb veya evlilikle bir araya gelmiş, ana-baba ve çocuklardan oluşan topluluk Büyük baba, nine, torunlar da aile tanımı içine girdiğinden onlarda ailenin bir parçasıdırlar

Kadın ve erkeğin birbirlerine karşı duydukları his, arzu, duygu, ve meyiller Sünnetüllah gereğidir (Âli İmrân, 3/14) Allah'u Teâlâ insana, yaratılışındaki fıtrata uygun olarak bu duyguları vermiş, yalnız bu meyillerin tatmin yolunu da belli prensiplerle sınırlamıştır Bu sınırlar, sünnete uygun evlenmelerdir İslâm'a uygun olmayan evlenme ve ilişkilerle meyiller yasaklanmıştır

Evlilik, eşler arasında maddî ve manevi tatmini sağladığından sükunet ve rahatlık unsurudur Neslin devamı ve gelişebilmesi için evlilik müessesesine ihtiyaç vardır Kur'an-ı Kerîm ve sünnet'de belirlendiği şekilde olmadıkça bir aile yuvası kurulmasından söz edilemeyeceği gibi, doğan çocukların da meşru olacağı düşünülemez

İlk aileyi ilk insan Hz Âdem (as) ile Hz Havva kurmuştur O zamandan beri aile müessesesi olgunlaşmış ve gelişmiştir Bununla beraber, toplumların, ekonomik durumun, iklimin etkisiyle çeşitli aile tipleri meydana gelmiştir

Aile ana-baba, çocuklar, biraz daha geniş anlamıyla karı-kocanın akrabasından oluşur

İslam ailesinin kurulması için ilk şartı mümin bir erkekle mümine bir kadın olması, birbirleriyle sıhriyetin Kur'an'da yasaklananlardan olmaması gerekir Kur'an'da, anne, baba, kızlar, oğullar, kardeşler, teyzeler ve yeğenlerle evlenmenin haramlığı ile süt kardeşler arasındaki evliliğin yasak olduğu hükme bağlanmıştır Yine Kur'anî hükme göre hala ve amca ile evlenmek yasaktır İslâm'ın getirdiği hükümler, iki kız kardeş ve hanımın yeğenini bir arada nikâhlamayı yasakladığı gibi, hanımın vefatından sonra bunların nikâhlanabileceğini de mümkün kılmıştır Hala ve amca çocuklarının evlenmeleri ise helâl kılınmıştır Çocukların eşleri ile kayınvalide, üvey anne ve üvey baba ile ve evli kadınlarla evlenmek haramdır

"Sizlere, analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz kardeşlerinizin kızları, kız kardeşlerinizin kızları, sizi emziren süt anneleriniz, süt kardeşleriniz, karılarınızın anneleri, kendileriyle gerdeğe girdiğiniz kadınlarınızın yanında kalan üvey kızlarınız -ki onlarla gerdeğe girmemişseniz size bu engel yoktur-, öz oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeş bu arada olmak suretiyle evlenmek size haram kılındı Geçmişte olanlar geçmiştir Doğrusu Allah bağışlar ve merhamet eder"; "Evli kadınlarla evlenmeniz de haram kılındı" (en-Nisâ, 4/23-24) buyurulmaktadır

Ailenin huzurlu olması için, aileyi oluşturan bireylerin birbirlerine karşı görevlerini yerine getirmeleri gerekir Bu görevler şöyle özetlenebilir:

a- Karı-kocanın birbirlerine karşı görevleri: Karı-koca birbirlerinin eksiklerini, kusurlarını görmemeli, namus ve iffetlerini korumalıdırlar Böylece bütünleşerek aile saâdetini sağlamalıdırlar Dinimiz aile reisi olarak erkeği tanır: "Erkekler kadınlar üzerinde hakimdir " (en-Nisâ, 4/34) ayeti bunu ifade eder Çünkü erkekler kadınlardan daha güçlü olarak yaratılmışlardır Ailesinin geçimini sağlamak erkeğin görevidir İslâm buna o kadar önem verir ki, bir erkeğin Allah rızasını gözeterek aile fertlerine yaptığı harcamayı sadaka kabul eder (Riyâzu's-Sâlihîn, I, 331)

Kocanın hanımına karşı hak ve görevlerini hadisler ışığında şöyle sıralayabiliriz:

Bir kimse hanımına iyi davranmalı, onu kırmamalı, kaba davranışlardan sakınmalıdır Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurur: "Ey ümmetim! kadınlara hayırla muamele etmenizi tavsiye ederim Çünkü onlar sizin emriniz altındadır Fazla tahakküme hakkınız yoktur Ancak açıktan fuhuş irtikâb etmiş olsalar o zaman durum değişir " (Riyâzu'sSâlihîn, I, 319)

Koca, hanımına hanım da kocasına ilgi göstermeli, saadeti evlerinde aramalıdırlar Meşru olmayan yollara düşmemelidirler İffet ve namus konusunda titiz davranmalıdırlar: "Mümin erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve ırzlarını zinadan korusunlar " (en-Nûr, 24/30) ayeti bunu ifade eder

Erkek, hanımına ve çocuklarına dinî emirleri hatırlatmalı iyi yönde eğitmelidir "Ailene namaz kılmayı emret" (Tâhâ, 20/132) "Yedi yaşındaki çocuğa namaz kılmayı öğretiniz On yaşına vardıklarında (kılmazlarsa) cezalandırınız" (Riyâzu's-Sâlihîn, I, 339)

Koca, kendi mal varlığı ve imkânlarına göre hanımının nafakasını sağlayıp her türlü ihtiyacını gidermekle yükümlüdür (Ebû Davud, Nikâh, 41) Bu hususta cimrilik ettiği takdirde hanımı ilgili yöneticilere ve yargı makamlarına başvurup durumunu anlatabileceği gibi kocasına danışmadan malından harcama yapabilir Koca, hanımına asla çirkinsin dememeli, yaptığı işte sürekli kusurlar aramamalı (İbn Mâce, Nikâh, 3), hanımını asla dövmemeli (Buharî, Nikâh, 93), hanımını sürekli zan altında tutup onu gizlice takip etmeye kalkışmamalıdır (Müslim, İmâre, 56)

Hanımının kocasına karşı görevlerine gelince; hanım, ailenin reisi olan kocasına karşı bütün meşru ve İslâmi meselelerde itaat eder Kadın eşinin malını ailesinin her türlü sırrını, namusunu, çocuklarını korumalıdır Kadın durup dururken kocasından boşanmayı istememelidir Çok zor durumda kalmadan kocasından ayrılmak isteyen kadına Cennet kokusu haramdır (Ebû Dâvud, Talâk, 18) Kadın kocasından izinsiz olarak evinden dışarı çıkmamalıdır (Buhârî, Nikâh, 116)

Kadının kocasını memnun etmesi onun en önemli görevidir Bu konuda Hz Peygamber şöyle buyurur: "Herhangi bir kadın, kocası kendisinden razı olduğu halde ölürse Cennet'e girer" (Riyâzu's Sâlihîn, I, 326) Yine başka bir hadislerinde Resulullah Efendimiz: "Kadın kocasının yatağını (mazeretsiz) terkederek gecelerse, o kadına melekler sabaha kadar lânet ederler" (Aynı eser, 323) buyurmuşlardır Kadın kocasına olgun ve iyi davranmalı, zenginliği ve güzelliği ile övünmemeli, ev işlerini düzenlemeli, çocuklarına bakmalı, kocasının malını israf etmemelidir (Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, V, 174)

b- Anne babanın çocuklarına karşı görevleri:

Anne ve babanın ilk görevi, çocukların ihtiyaçlarını karşılamaktır Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurur: "Bir adamın hayır için harcadığı paranın en faziletlisi, ailesine sarfettiği parayla, Allah yolunda kullanacağı atı için verdiği ve bu de Allah rızası için (mücahid) arkadaşlarına sarfettiği paradır " (Riyâzu's-Sâlihîn, I, 329)

Çocukların ihtiyaçları temin edilirken ne israfa kaçılmalı, ne de cimrilik yapılmalıdır Her iki husus da dinimizin uygun görmediği şeylerdir

Anne-baba çocuğunu güzel terbiye etmeli, anlayamayacağı bilgilerden ona bahsetmemeli, eğitimde basitten mürekkebe (karmaşığa) gitmelidir Evvelâ Allah'ı tanıtmalı, imanı kavratmalı, inandırmalı, uygun yasa vardıklarında da ibadetleri öğretmelidirler Ayrıca neyin iyi, nelerin kötü olduğunu anlatmalı, yeme-içme, oturup-kalkma adabını öğretip bunları benimsetmelidir Bunlar yapılırken anne babanın çocuklarına iyi örnek olmaları gerekir Çünkü çocuklar daima büyüklerini taklit ederler

Anne-baba, çocuklarına adaletle davranmalı, onların kıskançlık duygularını kamçılamamalı, kız-erkek ayrımı yapmamalıdır

Anne-baba çocuklarına güzel isimler koymalı, sünnet ettirmeli, İslâmî bilgi ve duygularını geliştirmelidir

Anne-baba çocuklarına sevgi ve merhamet göstermelidir Peygamber Efendimiz, bir dizine Üsâme'yi, diğer dizine de Hasan'ı oturtur, sonra: "Allah'ım bunlara rahmet ve saâdet ihsan buyur, çünkü ben bunların hayır ve mutluluğunu diliyorum" buyurmuştur (Tecrid-i Sarih Tercümesi, XII, 127)

Anne-baba evlenme cağına gelen çocuklarını, temiz ve ahlâklı kimselerle evlendirmelidirler Hz Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Geride kendisine dua edecek hayırlı bir çocuk bırakan kimsenin amel defteri kapanmaz, kendisine sürekli olarak hayır yazılır" (Ebû Davud, Vesâyâ, 14)

c- Çocukların anne ve babalarına karşı görevleri:

Çocuklar anne ve babalarına itaat etmeli ve iyilikte bulunmalıdırlar: "Biz insana ana babasına iyilik yapmasını da tavsiye ettik" (Lokman, 31/14) Çünkü bir çocuğun yetişip büyümesinde en büyük fedakârlığı, anne ve baba gösterir

Çocuklar anne ve babalarına karşı saygı ve şefkat göstermeli, istediklerini yerine getirmeli, onları memnun etmelidir "Anne babaya güzellikle muamele edin, eğer onlardan biri veya ikisi senin yanında ihtiyarlık hâline ulaşırsa sakın onlara "öf" bile deme, onları azarlama, ikisine de iyi ve yumuşak söz söyle" (Lokman, 31/14)

"Rabbin şunları kesin olarak buyurdu: Ancak O'na ibadet edin, ana-babaya ihsan ve iyilik yapın Birisi yahut ikisi de yanında ihtiyarlarsa sakın onlara "öf" bile deme, onlara darılma ve yüzlerine bağırma, ikisine de ikram et ve tatlı söz söyle ikisine de merhamet besleyerek tevazu göster ve de ki: "Rabbim ikisine de merhamet et, onlar beni küçük iken nasıl terbiye etmişlerse sen de her ikisine merhamet et" Rabbiniz gönlünüz dekini daha iyi bilir Ana-baba haklarında iyilik ederseniz Allah size mağfiret eder Çünkü o, günaha tövbe edenleri muhakkak affedicidir" (isrâ, 17/23-25)

Abdullah b Mes'ud diyor ki: "Peygamber (sas) Efendimize:

-Allah'ın katında en sevgili amel hangisidir? diye sordum, Peygamber (sas):

-Vaktinde eda olunan namazlar, buyurdu

-Namazdan sonra hangisi daha sevgilidir? dedim

-Ana-babaya iyilik etmektir, buyurdu

-Sonra hangisidir? dedim

-Allah yolunda cihaddır, buyurdular (Riyâzu's-Sâlihîn, I, 347)

Çocuklar anne-babaları hakkında kötü konuşmamalı, onlara sövmemelidir, vasiyetlerini yerine getirmeli, dostlarına ikramda bulunmalıdırlar: "Ey Rabbimiz kıyamet günü, beni, anne-babamı ve bütün müminleri mağfiret eyle " (İbrahim, 14/41) diye dua etmelidir

Baliğ olan çocuklar ana-babalarının odalarına her zaman izin alarak girmelidirler Baliğ olmayan küçükler de şu üç vakitte ana-babalarının veya başkalarının odalarına izin ile girmelidirler:

Sabah namazından önce, yani yataktan kalkıp giyinileceği zaman; öğle uykusu sırasında yatsı namazından sonra yatılacağı zaman

Çünkü bu vakitler karı-koca arasında mahrem vakitlerdir Allah'u Teâlâ, bütün müminlere bunu çocuklarına öğretmelerini emretmiştir (en-Nûr, 24/58)

Hz Peygamber, "kime iyilik edeyim" diye soran bir sahâbiye şu karşılığı vermiştir: "Ananıza (bunu üç defa tekrarlamıştır) sonra babanıza, sonra en yakın olanlara" (Buhârî, Edeb, 2; Müslim, Birr, 1,2; Ebû Dâvud, Edeb, 120) Yine Peygamber Efendimiz "Anne Cennet kapılarının ortasındadır" (İbn Hanbel, V, 198); "Cennet annelerin ayakları altındadır" (Nesâî, Cihad, 6) buyurmuştur

Çocuklar ana-babalarına karşı daima saygılı olmalı, onlara karşı tatlı dilli, güler yüzlü davranmalıdırlar Ana-babanın bütün söylediklerini Allah'a itaatsizlik söz konusu olmadıkça, dinlemek ve kabul etmek gerekir Her işte onların rızasını almaya çalışmalıdır Onların hizmetlerini kendi hizmetinden önce görmelidir Öldüklerinde de onları rahmetle anmak, onlar için hayır dua etmek, hayır yapmak, vasiyetlerini yerine getirmek gerekir

Allah'a şirkten sonra en büyük günah ana-babaya itaatsizliktir Ana baba İslâmî emirleri yerine getirmede ve yasaklardan kaçınmada titizlik göstermiyorlarsa ve hatta kâfir iseler bu onların ana-baba olmalarından doğan haklarını ortadan kaldırmaz Dolayısıyla onlara Allah'a isyan teşkil etmeyen hususlarda itaat etmek ve her zaman iyi davranmak gerekir

d- Kardeşlerin birbirlerine karşı görevleri:

Kardeşler birbirlerine karşı iyi davranmalı, küçükler büyüklere itaat edip onlara saygı beslemeli, büyükler de küçüklere hoşgörü ile davranmalıdırlar Ancak bu şekilde âilede mutluluk ve huzur sağlanabilir

Kardeşler maddî hırs sebebiyle, aralarındaki birlik ve beraberliği, ahengi bozmamalıdırlar

Kardeşlerin kabiliyetleri birbirlerini kıskançlığa sevketmemelidir Kimi insan ilme meraklıdır, o sahada ilerler, şan şöhret sahibi olur; kimi insan da ticarete meraklıdır, o sahada çalışır, ilerler, zengin olabilir Bunları olgunlukla karşılamalı, herkesin aynı şey olamayacağı, aynı sahada çalışamayacağı gerçeği unutulmamalıdır

Aralarındaki -varsa tabii- fikir ayrılıklarını, konuşarak, birbirlerinin düşüncelerine hürmet duyarak çözüm yoluna koymalıdırlar Sertlikler ve tartışmalar daima kötü sonuçlar doğurur Ailevî huzursuzluklara, tatsızlıklara neden olur

İslâm aile hukukunun özelliklerine gelince;

Evliliğin gayesi aileye huzur ve mutluluk, toplumda da iyi bir nesil temin etmektir, "Onun (varlık ve kudret) alâmetlerinden birisi de size kendinizden eşler yaratmasıdır, ki siz onlarla huzur ve sükûnete kavuşursunuz Ve aranıza sevgi ve rahmet koymuştur" (er-Rûm, 30/21) "Onlar (kadınlarınız) sizin için elbise, siz de onlar için elbisesiniz"(el-Bakara, 2/187) İslâm cinsî ihtiyacın tatminini tabii karşılamakla beraber evliliğin gayesinin bundan ibaret olmadığını söylemektedir "Doğuran siyah kadın, doğurmayan güzel kadından daha iyidir", "Evlenin, çoğalın: Çünkü ben kıyamet gününde diğer ümmetlere karşı sizinle iftihar edeceğim" (Avnu'l Ma'bûd Şerh Ebu Dâvud, I, 173) Kocanın karısıyla müşterek, yüce ve insanî bir hayat sürmek arzusunun belirtisi olan mehrin sembolik bir şey olması da aynı gayeye matuftur

Ailenin mutluluğu çocukların asaleti ve İslâm toplumunun kurtuluşu evleneceklerin birbirlerini seçerken kullandıkları ölçü ile yakından ilgilidir Bu konuda Resulullah (sas) şöyle bir ölçü koymuştur: "Kadın dört özelliğinden dolayı nikâhlanır: Malı, asaleti, güzelliği ve dindarlığı; eli toprak olasıca, durma dindarını bul!" (Buhârî, Nikâh, 16)

İslâm'da evlilik, formalite ve merasimlerden uzak İslâmî bir akittir Nikâh*'ın ilân edilmesi, yakın dost ve akrabaya ziyafet verilmesi, tef vb çalınıp şenlik yapılması güzel telâkki edilmiş, teşvik görmüş, böyle bir davete icabet etmemek hoş karşılanmamıştır (Buhârî, Nikâh, 66 vd)

Evlilik gerçekleşince karı ve koca Allah önünde birbirlerinin haklarına uymakla yükümlüdürler Bu karşılıklı haklar aile reisliği hariç eşitlik esasına dayanır Evlilik kadının şahsiyetini ortadan kaldırmaz, erkeğin hukukî ve sosyal kişiliği eşinin haklarını gölgelemez Kadın kendi aile ismini taşıyabilir, kendine ait mallar üzerinde tam ve bağımsız bir tasarruf yetkisini kullanabilir

Karı-koca birbirlerine iyi niyet ve güzel ahlâk ile davranacaklardır "İyileriniz, ailesine karşı iyi olandır" (İbn Mâce, Nikâh, 50) Ufak tefek huysuzluk, geçimsizlik ve kusurlara sabredecek, yuvanın yıkılmaması için tahammül göstereceklerdir: "Kadınlara normal ve iyi davranın; onlarda hoşunuza gitmeyen bir şey olursa belki bir şey hoşunuza gitmediği halde Allah onu birçok hayırla doldurmuştur " (en-Nisa, 4/19) Anlaşmazlık büyürse hakeme başvurulacak, hakemler de âilenin devamını sağlayamazlarsa son çare olarak, usulüne uygun "tedricî boşanma" sistemi uygulanacaktır

İslâm aile hukuku, dördü geçmemek üzere ve oldukça güç durumlara ve şartlara bağlı olarak erkeğin aynı zamanda birden fazla kadınla evlenmesine izin vermiştir İlk eş, üstüne evlenilmemesi şartını koşmuş ise ikinci evlilik yapılamayacağı gibi, usulüne uygun evlenmelerde eşlerin hukuk ve şahsiyetini gözönünde bulundurmak gerekir

Manevî ve ahlâkî ilişkiler yanında anne-baba ile çocuklar arasındaki hukûkî münasebetler de itina ile tanzim edilmiştir Ehliyet, velâyet ve vesâyet hükümleri babalı veya yetim bütün çocukların durumları ve menfaatları ile alâkalıdır İslâm muhtaç ana babaya çocuklarının bakmasını, erkeğin karısına ve muhtaç olan akrabasına geçim sağlamasını teminat altına almıştır Nihayet miras hükümleri de yakından uzağa bütün hısımların, ölenin malı üzerindeki haklarını tesbit etmiştir

İslâm hukuku evlilerin zinasını şartları tahakkuk ettiği takdirde- ölüm cezasına çarptırdığı, zinayı bu ölçüde yasakladığı için ona götürmesi muhtemel bütün şüpheli yolları tıkamış, kadınlarla erkeklerin karışık eğlenmelerini, yabancı bir erkekle kadının baş başa kalmasını, kadının, yanında bir yakını bulunmadan, yalnız başına yolculuğa çıkmasını, kadın ve erkeğin birbirine ısrarla bakmalarını yasaklamıştır İslâm'da âile düzeninin oturduğu bu temeller, İslâm hukukunun aile anlayışını her hâliyle ortaya koymaktadır

Akabe

Sarp yokuş, tehlikeli geçit, geçilmesi ve aşılması zor olan dağ yolu, tepe anlamında Arapça bir kelimedir Özel olarak da Hicaz bölgesinde bir yerin adıdır Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere arasındaki bu yer, Resulullah'ın İslâm'ı tebliğinden önce de kutsal bir yer olarak tanınmaktaydı Resulullah (sas) burada Medine-i Münevvere'den gelenlerle görüşüp onlardan bey'at aldığı için müslümanlarca da sevilen bir yer olma özelliğini korumuştur

Akabe kelimesi Kur'an-ı Kerim'de, nefse güç, meşakkatli gelen ve insanı iyilik yapmaktan alıkoyan 'sarp yokuş' anlamında iki yerde ve imtihan mevkii anlamında kullanılmıştır

"Ama o zor geçidi aşmaya girişemedi "

"O zor geçidin ne olduğunu sen bilir misin?" (el-Beled, 90/11-14)

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (A)

Eski 11-04-2012   #19
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (A)



Allamü'l-guyûb

Gaybleri en iyi bilen yalnız Allah için kullanılan bir sıfat

Allah'ın sonsuz ilmini ifade eden bu terkibin tam olarak anlaşılabilmesi için, onu meydana getiren: "Allâm" ve "Guyûb" kelimelerinin vuzuha kavuşması gerekir

"Allâm"; A-li-me (bildi) fiilinden türemiş, mübalâğa ifade eden bir isim olup; "en çok bilen, her şeyi hakkıyla bilen" demektir Bu isim Allah'a mahsus bir sıfattır, mahlûklara verilemez Bir kimseye, bilgin manasında âlim demek caizdir Üstün, çok bilen manasında "allâme" denmesi de mümkündür Hatta Allah için kullanılan "alîm" ismi, Allah'ın herhangi bir ilim öğrettiği kimseye -yalnızca öğrettiği ilimle ilgili olarak- verilebilir Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de Hz Yusuf (as)'ın Melike şöyle dediğini görmekteyiz:

"Beni yerin hazineleri üzerine görevlendir Çünkü ben, hem çok iyi bir koruyucu hem de çok iyi bilen (alîm)im, dedi " (Yusuf, 12/55)

Hz Yusuf (as), Allah'ın kendisine öğrettiği ilimleri çok iyi bilmesi, rüyaları tevil etmesi ve Allah'ın izniyle gaybtan haber vermesiyle de "alîm" idi (el-Ezherî, "Tehzîbü'l-Luğa", Mısır 1964, A-L-M maddesi)

Ancak Allah'tan başkasına "allâm" demek caiz değildir Zira bu kelimenin ifade ettiği mana "herşeyi en iyi bilen"dir Buradaki "her şey"in içine insan aklının alamayacağı veya yalnızca Allah'ın bildirmesiyle bilebileceği gayb ve gaybe ait haberler de girer

"De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka bilen yoktur Ne zaman dirileceklerini de bilmezler " (en-Neml, 27/65)

"Gaybı bilen (Allah), kendisine ait gayba kimseyi muttali' kılmaz " (el-Cinn, 72/26)

Buna göre ilmi çok az, bilmediklerinin sayısı bildiklerinden çok daha fazla olan insana "allâm" denilmesi düşünülemez

"Guyûb" kelimesi de "gayb" kelimesinin çoğuludur

"Gayb"; içinde ne olduğu bilinmeyen her yer ve arkasında ne olduğu bilinmeyen her mevkidir Zihinlerde mevcut olsa da göze görünmeyen nesneler de "gayb" sayılır "Gaybdan bir ses duydum" demek, "görmediğim bir yerden ses duydum" demektir Başka bir ifadeyle "gayb"; "His ve ilimde veya mevcudiyette hazır olmayandır" (Râgıb el-Isfahânî, Müfredât, Gayb maddesi; el-Ezherî, age A-L-M maddesi)

O hâlde bir kimsenin, duvar arkasında ne olduğunu bilmediği şey onun için gaybdir, ama bunu bilen için gayb sayılmaz Birinin zihninden geçenler sahibi için gayb olmasa da başkaları için gaybdır

Beş duyu ile bilinmeyen ve akılların da idrak edemediği, ancak peygamberlerin haber vermesiyle bilinen gayb; delili bulunan ve muttakîlerin iman ettiği gaybdır Kur'an'da: "O kimseler ki, gayba iman ederler" (elBakara, 2/3) ayetinde geçen gayb bu çeşit gayb olur inkârı küfürdür (Râgıb el-Isfahânî, age, Gayb maddesi)

Allah'u Teâlâ ve sıfatları, meleklerin ve cinlerin varlığı, Cennet ve Cehennem vb konular bu tür gaybdandır Bir de kıyametin ne zaman kopacağı, ölümünden sonra dirilmenin mahiyeti vb gibi delili bulunmayan, yalnızca Allah'ın bildiği ve hiçbir kimseyi muttali kılmadığı gaybler vardır

"Gaybın anahtarları O 'nun yanındadır Onları ancak O bilir" (elEn'âm, 6/9)

Buna göre "Allâmü'l-guyûb" şöyle tarif edilebilir:

"Bütün gaybları en iyi bilen" Gerek önceden vukûu bulmuş olsun, gerek şu anda vukûu bulmakta olsun ve gerekse vukûu devam etmekte olsun; ezelden ebede kadar meydana gelmiş ve gelecek her şeyi en iyi bilendir Bu, O'nun ilim sıfatının gereğidir:

"O, görüleni de, görülmeyen (gayb)i de bilen yücelerin yücesidir " (er-Ra'd, 13/9)

"De ki; "Allâmü'l-guyûb olan Rabbim, batılı hak ile ortadan kaldırır" (Sebe', 34/48)

Onun ilmi her şeyi kuşatmıştır O'nun ilminin dışında hiç bir şey yoktur:

"Gaybın anahtarları O'nun katındadır, onları ancak o bilir Karada ve denizde olanı bilir Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı kuruyu -ki apaçık kitaptadır- ancak O bilir" (el-Enâm, 6/59)

Geçmişte olanları bildiği gibi gelecekte olanları da bilir Küll'ü bildiği kadar cüz'ü de bilir:

"Allah: Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara; beni ve annemi Allah'tan başka ilâhlar edinin, dedin! deyince: Hâşâ, hak olmayanı söylemek bana yaraşmaz; eğer söylemişsem şüphesiz sen onu bilirsin; sen, içinde olanı bilirsin, ben sende olanı bilmem Şüphesiz "Allâmü'l-guyûb" sensin, der" (el-Mâide, 5/ 116)

Şu anda kullarının neler yaptıklarını, münafıkların müminler aleyhindeki plânlarını bilir, onların bu düzenlerini suya düşürür:

"Münafıklar; Allah'ın onların sırlarını ve gizli toplantılarını bildiğini, O'nun "Allâmü'l-guyûb" olduğunu bilmiyorlar mı?" (et-Tevbe, 9/78)

"De ki; "Allâmü'l-guyûb" olan Rabbim, batıl hak ile ortadan kaldırır" (Sebe', 34/48)

Peygamber (sas), istihâre*de bulunurken:

"Allah'ım! senin ilminle senden hayır diliyorum; senin kudretinle senden güç ve kudret istiyorum Ve senin büyük fazl-u kereminden istiyorum Çünkü senin her şeye gücün yeter, benim gücüm yetmez Sen bilirsin ben bilmem ve sen 'Allâmü'l-Guyûb'sun" (Buhârî, Teheccüd, 25)

Her şey O'nun ilm-i ezelîsinde bir tertîp üzere mevcuttur, oluşlar bu tertîbe göredir şüphesiz bu O'nun sonsuz ilminin bir neticesidir O'nun bu ilmi, ezelden ebede doğru değişmeden devam edip giderAltın Kullanmak

İslâm dini süslenmeyi mübah görmüş, ve hatta bazen ve gerektiği yerlerde teşvik etmiştir

Cenâb-ı Hak; "De ki Allah'ın kulları için yarattığı ziynet ve temiz rızıkları haram kılan kimdir?" (el-A'râf 7/32) buyurmuştur

Fakat bunların yanında erkeklere haram, kadınlara da helâl gördüğü ziynet eşyaları da vardır Erkeklere haram olan ziynet eşyaları, altın ve saf ipektir Hz Ali ibn Ebu Talib (ra)'dan rivayet edilen bir hadisde Resulullah Hz Muhammed (sas) şöyle buyurmuşlardır:

"Resulullah (sas), ipeği sağ eline, altını da sol eline alarak buyurdu:

"Bu ikisi ümmetimin erkeklerine haramdır" (Tirmîzî, Libâs 1; İbn Mace Libâs 19)

Yine bir gün, bir adamın elinde altın yüzük gördüğü zaman, onu çıkarıp attı ve buyurdu ki:

"Herhangi biriniz tutuşmuş bir ateş parçasını eline almaya yeltenir mi hiç?"

Resulullah (sas) oradan ayrıldıktan sonra adama, yüzüğü alıp ondan faydalanmasını söylediler Bunun üzerine adam: "Resulullah onu alıp attıktan sonra vallahi almam" dedi (Müslim, Libâs 52)

İsrafa dalanların yanında gördüğümüz, altın kalem, altın saat, altın çakmak altın sigara kutusu, altın ağızlık ve benzerleri de fakihlerce altın yüzük gibi görülmüştür Gümüş yüzük kullanmayı ise İslâm helâl görmüştü

Abdullah ibn Ömer'den rivayet edilen bir sünnette, "Resulullah gümüşten bir yüzük edinmiş ve eline takmıştı" (Ebû Dâvud, Hatem 4; Tirmîzî, Libâs 43) Ayrıca sahabe-i kirâmın gümüş yüzükleri vardı

İslâm, altını erkeklere haram kılmakla, ahlâkî ve terbiyevî yüce bir hedefe yönelmiştir İslâm, erkeğin erkekliğinin korunması gerektiğini, zayıflığın ve başkasının önünde eğilmenin doğru olmadığını belirtmek ister Perişan olmanın belirtilerinden erkeği muhafaza eder Allah'ın, kadının terkibinden daha başka bir uzvî bir terkiple yarattığı erkeğe, kadınlara benzemek ve çeşitli süslerle öğünmek yakışmaz Bu haramlaştırmanın arkasında ayrıca sosyal bir hedef de yatmaktadır

Altın ve gümüş eşyanın kullanılması keyfiyeti, İslâm'ın genel olarak israfa karşı açtığı savaşa ait programın bir parçasıdır Kur'an nazarında israf, milletleri helâk oluşla tehdit eden çözülme ve bozulmanın bir benzeridir Zira israf sosyal bozulmanın başlangıcıdır israf hayırlı ve doğru bütün yolların, prensiplerin düşmanıdır Kur'an-l Kerim'de:

"Bir memleketi yok etmek istediğimiz zaman nimet ve refahdan şımarmış ele başlarına emir veririz Ama onlar yoldan çıkarlar Artık o memleket yok olmayı hak eder Biz de onu yerle bir ederiz " (el-İsrâ 17/16)

İslâm, müslümanın hayatındaki israfın bütün belirtilerini haram kılmıştır Erkeklere altın ve ipekli giymeyi haram kıldığı gibi, erkek ve kadın bütün müslümanlara altın ve gümüş kap kullanmayı da haram kılmıştır

Bundan başka bu hükmün değerli bir iktisadî yönü vardır Altın, dünya piyasalarında en önemli bir maddedir Bunun için onun erkeklerin kadınlar gibi süs eşyası veya kap-kacak olarak kullanmasını doğru bulmamıştır

İslâm, kadının doğuştan süse ve ziynet eşyasına karşı meyilli olduğunu gözönüne alarak erkekleri sapıtma ve şehveti kamçılama yolunda kullanmamak şartıyla, yukarda belirtilen haramlaştırma hükmünden kadınları istisna etmiştir
âlu Ibrahim

Hz İbrahim'in soyundan gelenler, onun ümmeti ve milleti olanlara verilen isim Kur'an-ı Kerîm'de birçok yerlerde Hz İbrahim (as)'in adı tekrarlanmaktadır Bunlardan birinde "Gerçekten Allah, Âdem'i, Nuh'u, İbrahim Hânedânını (Âli İbrahim) ve İmrân ailesini âlemler üzerine seçkin kıldı" (ÂIi İmrân, 3/33) buyurulmaktadır Bazı müfessirler, Âli İbrahim tabirinden, İsmail ve İshâk (as) ile onların zürriyetinin kasdedildiğini söylemektedirler Ayrıca Hz Muhammed (sas)'in de bunlara dahil olduğu belirtilmektedir Bu arada Âli İbrahim tabirinin Hz Peygamberin (sas) ümmetini de içine aldığını söyleyenler olmuştur Buna delil olarak namazlarda oturma anında okunan salât duası gösterilmektedir Bu ifadelerde Âli İbrahim'den bütün müminlerin kasdedilmiş olduğu belirtilmektedir

ÂLU İMRÂN

Hz Musa (as) ile kardeşi Hz Harun (as)'un babaları İmrân'ın adına nisbet edilen aile, İmrân ailesi Aynı zamanda Hz Meryem'in babasının da adının İmrân olmasından dolayı İmrân ailesi denince hangisinin kasdedildiği hakkında iki görüş ortaya çıkmıştır Ayet-i Kerime'de bu konuda açıklık yoktur "Allah, Âdem'i, Nuh'u İbrahim ailesini ve İmrân ailesini (Âl-i İmrân'ı) birbirlerinin soyundan olarak âlemlerden üstün kılmıştır Allah hakkıyla işiten ve her şeyi çok iyi bilendir" (Âli İmrân, 3/33-34) Bu ayeti izleyen ayetlerde Hz Meryem'den söz edildiği için burada kastedilen ailenin Hz Meryem'in babası İmrân'ın ailesi olduğu kanaatı ileri sürülmektedir Fakat ulû'l-azm peygamberler olan Hz Âdem, Hz Nuh ve Hz İbrahim (as) sayılırken ayette bunlardan hemen sonra Âli İmrân'dan söz edildiğine göre burada kasdedilenin Hz Musa ve ailesi olduğu hususunda ikinci bir görüş ileri sürülmektedir ki, genellikle bu görüş tercih edilir Kur'an-ı Kerim'in Âli İmrân suresi de adını yukarıda söz konusu ettiğimiz ayette geçen Âli İmrân tabirinden almaktadır

ÂLU İMRÂN SÛRESİ

Kuran-ı Kerîm'in üçüncü suresi Sure, Medine'de nazil olmuştur Surenin 33 ayetinde Musa (as)'ın babası İmrân'dan bahsedildiği için 'İmrân Âilesi' anlamına bu adı almıştır

Söz konusu ayette " Nuh 'u İbrahimoğulları ve İmrân Ailesini âlemlere üstün kıldı " denilmektedir

Bu sure, hicretin ikinci yılında meydana gelen Bedir savaşı sonrasıyla üçüncü yılında vukûu bulan Uhud savaşını konu edinip müslümanların Medine-i Münevvere'deki hayatlarından bazı bölümlerin dile getirildiği iki yüz ayetten ibarettir

Âli imrân Suresi, nazil olduğu yıllardaki Medine'de yaşayan müslümanların çevresini kuşatan hile, desîse ve karışıklıkları sonsuz bir canlılıkla tasvir etmekte düşmanlarının yalnız hareketlerini değil, aynı zamanda içerideki kin ve hasedi, zihinlerdeki korkunç plânları da bir tablo halinde gözler önüne sermektedir

Sure bize, Medine'deki ihlâslı müslümanların durumunu aktarırken adeta içinde bulunduğumuz zamanı da yeniden geldiğimiz nokta ile birleştirip sergilemektedir Bu endişe veren durum karşısında hidayet rehberimiz olan Kur'an-ı Kerîm, özellikle bu suredeki ayet-i celileler; tuzak ve fitneleri önlemek, yaygara ve şüpheleri bastırmak, kalpleri ve atılmış adımları sabitleştirmek, fikir ve ruhlara hitap etmek, hadiseleri tahlil edip ortaya ibretler çıkarmak, İslâm'ın tasavvur olunan binasını kurmak ve buna gölge düşürecek hususları yok etmek, İslâm topluluğunu İslâm düşmanlarının amansız hile ve tuzaklarından korumak için onları uyaran prensip ve kanunlar ortaya koymaktadır Şöyle ki:

"Allah Başka ilâh yok Ancak, Hayy ve Kayyum 'dur "( 1 )

"O, sana kitabı hak ve kendinden öncekileri tasdik edici olarak indirdi Bundan önce de insanlara yol gösterici olarak Tevrat ile İncil'i indirmişti Bir de hak ile batılı ayırt eden Furkan'ı indirdi Gerçekten Allah'ın ayetlerini inkâr edenler için şiddetli azap vardır Allah, 'Aziz'dir, intikam sahibidir "(3-4)

"Şüphesiz ki gökte ve yerde hiç bir şey Allah'dan gizli kalmaz "(5)

"Şu inkâr edenlerin malları ve çocukları Allah'a karşı onlara bir şey sağlamaz ve onlar, ateşin çırasıdırlar" (10)

"Karşılaşan şu iki topluluğun durumlarında sizin için ibret vardır Biri Allah yolunda döğüşüyordu Diğeri de kâfir idi Onlar, öbürlerinin kendilerinin iki katı olduklarını görüyorlardı Allah, dilediğini yardımı ile destekler Görebilen için bunda ibretler vardır "(13)

"Doğrusu Allah indinde tek geçerli din, İslâm 'dır Ancak, kendilerine kitap verilenler kendilerine ilim geldikten sonra, ihtirastan dolayı ayrılığa düştüler Kim Allah'ın ayetlerini inkâr ederse, şüphesiz ki Allah, çabuk hesap görücüdür"(19)

"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa ondan asla kabul olunmaz Ve o, ahirette en büyük zarara uğrayanlardandır "(85)

"De ki, "Ey mülkün sahibi olan Allahım, sen mülkü dilediğine verirsin Sen mülkü dilediğinden alırsın Sen dilediğini aziz edersin Sen dilediğini zelil edersin Hayır yalnız senin elindedir Sen, şüphe yok ki her şeye kadirsin"(23)

"Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler Kim böyle yaparsa Allah'dan ilişiği kesilmiş olur Ancak onlardan sakınmış olma hâliniz müstesna Allah, size kendisinden korkmanızı emrediyor Ve dönüş Allahadır "(28)

"Doğrusu İbrahim'e yakın olanlar ona uyanlar; şu Rasûl ve iman edenlerdir Ve Allah, inananların dostudur "(68)

"Yoksa Allah'ın dininden başka din mi arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde ne varsa ister istemez ona teslim olmuştur Ve ona döndürüleceklerdir "(83)

"Ey iman edenler, eğer kendilerıne kitap verilenlerden herhangi bir zümreye uyarsanız imanınızdan sonra sizi çevirir, kâfir yaparlar "(100)

"Ey iman edenler, Allah'dan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun Ve her hâlde müslüman olarak can verin "( 102)

"Toptan Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın Ve Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün Hani siz düşman idiniz de o, kalplerinizin arasını uzlaştırdı Ve onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz Siz, ateş çukurunun tam kenarında idiniz, o, sizi oradan kurtardı Doğru yola erişesiniz diye işte Allah, ayetlerini size böylece açıklar "( 103)

"Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz Ma'rûfu emreder, münkerden nehy edersiniz Ve Allaha inanırsınız Ehl-i Kitap da inanmış olsaydı kendileri için hayırlı olurdu İçlerinden iman edenler olmakla beraber çoğu, gerçek dinden çıkmış fâsıklardır "(110)

"Ey iman edenler, sizden olmayanı dost edinmeyin Onlar sizi şaşırtmaktan geri durmazlar Sıkıntıya düşmenizi isterler Öf keleri ağızlarından taşmaktadır Sînelerinin gizlediği ise daha büyüktür Size âyetlerimizi açıkladık, eğer düşünürseniz "(118)

"İşte siz o kimselersiniz ki, onlar sizi sevmezken, siz onları seversiniz Kitapların bütününe inanırsınız Onlar ise ancak sizinle karşılaştıkları zaman, 'iman ettik' derler Yalnız başlarına kaldıkları vakit de size öfkelerinden parmaklarının uçlarını ısırırlar De ki "öfkenizden geberin", gerçekten Allah, onların sinelerindeki özü hakkıyla bilir "(119)

"Size bir iyilik dokunursa onları üzer Başınıza bir felâket gelirse buna sevinirler Sabreder sakınırsanız onların hilesi size zarar vermez Muhakkak ki Allah, onların yaptıklarını ilmi ile kuşatır"(120)

Bu ayetlerden aynı düşmanların yeryüzünde İslâm'ı ve Müslümanları nasıl hedef aldıkları, İslâm akîdesini bozmak için içteki fâsık ve münafıklarla birlikte nasıl çalıştıkları rahatlıkla anlaşılmaktadır Dolayısıyla Kur'an-ı Kerim'in kıyamete kadar sürecek dünya hayatının bir kitabı ve müslümanların hidayet rehberi olduğu bir gerçektir Bu gerçeğe ve onun ayetlerine ancak şeytanın adamları kulak tıkar ve gözlerini kapatırlar

Âli İmrân Suresi böyle bir yapının yanında üç temel meseleyi dile getirmektedir Bunların birincisi genel hatlarıyla din olayı ve özel anlamıyla İslâm'dır Din, sadece Allah'a iman etmek ve bu kuru iman anlayışıyla yetinmek demek değildir Din kesin bir ifadeyle sağlam bir tevhid inancıdır Yani tek bir 'ilâh'ın üstün hâkimiyetine katıksız olarak iman etmektir Bütün insanlık ve kâinat üzerinde hakim ve tek tasarruf sahibi olan ilâhî kudretin birliğini ve yegâneliğini kabul etmektir

Surenin muhtevasında mevcut olan ikinci husus ise; müslümanlarla Rabb'leri arasındaki durumun tasviridir Müminlerin Allah'a olan teslimiyetleri, ondan gelen her şeyi tartışmasız, yorumsuz ve memnuniyetle kabul edip büyük bir titizlikle onun emirlerine uymaları ve ona bağlanmalarıdır

"Onlar ki: "Ey Rabbiniz, biz gerçekten iman ettik Artık günahlarınız bağışla ve bizleri ateş azabından koru" diyenler, sabredenler, sadakat gösterenler, onun huzurunda divan duranlar, infâk edenler, seherlerde Allah'tan mağfiret isteyenlerdir Allah'ın ayetlerini az bir pahaya (küçük bir dünya menfaatine) değişmeyenlerdir "

Suredeki üçüncü önemli meseleye gelince; Kur'an, müminlerden başkasını dost edinmekten kaçınmayı, kâfirlerin bir değeri olmayan aldatmalarına kulak verilmemesini, Allahın emirlerinden uzak ve İslâm'a uymayan kötü yaşayış tarzlarını kabul edip onları dost edinmenin iman ile bağdaştırılamayacağını son derece büyük bir açıklıkla ifade etmektedir

Birbirleri arasında çok sıkı ilişki bulunan bu üç mesele, yani insanlığın Allah'ı bilip ona tam bir iman ve teslimiyetle bağlanması, 'tevhîd'in anlamını kavrayarak hayatını buna göre düzenlemesi ve böyle sağlam bir İslâmî anlayışa sahip olarak, Allah'ın düşmanları karşısında izleyeceği tavizsiz bir tutum ve davranışla kâfirlerin dostluğundan uzak kalınması hususları sûrenin temelini oluşturmaktadır

Surenin bir kısmı Necrân Hristiyanları hakkında nazil olmuştur Necrân, Hicazla Yemen arasında bir şehir idi O zamanlar burada çok sayıda Monhofist (Yakûbî) mezhebine mensup Hristiyan oturuyordu Necrân Kâbesi diye ünlü bir kilisesi vardı Roma İmparatorları buraya büyük maddî yardımlarda bulunurlardı

Âli İmrân suresinin faziletine dair bazı hadis-i şerifler varid olmuştur Ezcümle: Ebû Ümâme (ra)'den rivayete göre Peygamberimiz (sas) şöyle buyurmuşlardır: "Kur'an okuyun, çünkü o, kıyamet gününde ehl-i Kur'an olanlara şefaat eder Bakara* ve Âli imrân surelerini okuyun Çünkü bunlar kıyamet gününde iki bulut, yahut iki gölgelik veyahut iki kuş bölüğü gibi gelir, sahiplerine şefaat ederler Bakara suresini okuyun Çünkü ona sahip olmak bereket, onu okumayı terk etmek nedâmettir Kötüler ona sahip olamazlar " (Müslim, Salâtu'l Müsâfirîn, 42, 804)

Ebû Yahya Süleym İbn Âmir'in rıvayetine göre Ebû Ümâme şöyle demiştir: "Bir kardeşiniz şöyle bir rüya görmüştür: Bakmış ki insanlar bir dağ yolunda yürüyorlar Dağın tepesinde de iki yeşil ağaç bulunuyor Ağaçlar söyle sesleniyorlar: 'içinizde Âli İmrân suresini okuyan var mı?' Eğer biri,evet' derse dallarını sarkıtıyor, adamı yukarı çekiyorlar"

"Birisi Abdullah ibn Mes'ud'*un yanında Bakara ve Âli imrân surelerini okudu Ona: "içinde ism-i âzam bulunan iki sureyi okudun O ism-i âzam ki onunla yapılan her dua kabul olur, her istek yerini bulur" dedi

Hz Ka'b şöyle demiştir: "Her kim Bakara ve Âli İmrân surelerini okursa bunlar kıyamet günü gelir, o adam hakkında, ya Rabbi, bunun için aleyhinde diyecek bir şeyimiz yok, derler" (Dârimî, Fedâilu'l-Kur'an, 15)

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (A)

Eski 11-04-2012   #20
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (A)



Amel

İş, vazife, hareket, idare, daire, işlemek, yapmak, davranış, etki, ibadet, hayırlı iş Daha ziyade canlıların bir maksatla yaptıkları işe amel denir Yapılan işte bir gaye ve maksat yoksa buna fiil denir, amel denmez (Râgıb el-Isfahânî, Müfredât, 348) Çoğulu "a'mâl" gelir Gramerde amel, âmilliği, yani bir kelimenin diğer bir kelime üzerindeki tesirini ifade eder

Amel, iyi (sâlih) ve kötü (seyyi') amel olmak üzere ikiye ayrılır insan yeryüzüne, nasıl davranışlar göstereceği, iyi ve kötü amellerden neler yapacağı belli olsun diye çıkarılmıştır Ayetlerde; "Hanginizin daha iyi amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratan O'dur" (el-Mülk, 67/2), "şüphesiz ki, sizi biraz korku, açlık, mal, can ve ürün eksikliğiyle imtihan edeceğiz (Ey Muhammed) sabredenleri müjdele" (el-Bakara, 2/155), "Her can ölümü tadacaktır Biz, sizi denemek için hayır ve serle imtihan ederiz Siz ancak bize döndürüleceksiniz " (el-Enbiya, 21/35) buyurulur

İslâm'da bir iyiliğin ve sâlih amelin dünya ve ahirette ecir ve sevap kaynağı olması için bu ameli işleyen kimsenin imanlı olması şarttır Bu konuda iman ön şarttır İman da; Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allâh'tan olduğuna inanmayı kapsamına alır

Ayetlerde şöyle buyurulur: "Asra yemin olsun ki, insan şüphesiz maddî manevi büyük kayıp içindedir Ancak iman edenler, sâlih amel işleyenler, birbirine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır" (el-Asr, 103/1-3), "İnkâr edip, imansız olarak ölenlerin hiçbirinden, yeryüzünü dolduracak kadar altını feda (tasadduk) etseler bile kabul olunmayacaktır Onlar için can yakıcı bir azap vardır Onların bir yardımcıları da yoktur" (Âli İmrân, 3/91)

Sâlih (iyi) amelin özü, Allah'u Tealâ'nın emirlerini üstün tanımak, Allah'ın hükümlerini yeryüzünde uygulamak, onun din ve şeriatını korumak, yarattıklarına şefkat beslemek ve yardım etmektir Salih ameller ikiye ayrılır Birincisi; bedenî ibadetler gibi, yükümlünün önce ve bizzat kendisine yarar sağlayan ve kendisinin iyileşmesine yarayan amellerdir Namaz, cihat, küfürle mücadele, Allah'ın dinini yeryüzünde hakim kılmak için gayret sarfetmek ve bunun gerçekleşmesi için Allah'a dua istiğfarda bulunmak, oruç tutmak bunlar arasında sayılabilir ikincisi; zekât ve sadaka gibi başkalarına yararı olan amellerdir (M H Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 6079, 6080)

Allah'ın yasakladığı işler de kötü amel sayılır Allâh'u Teâlâ insana irade-i cüz'iyye vererek, iyi ile kötü, hayır ile şer arasında ona belli ölçüde serbestlik tanımıştır insan kendi isteği ile tercihini yapar Bu yüzden de yaptığı işlerden sorumlu olur Dünyadaki amellerinin sonucuna göre de ahirette karşılık görür

Kur'an-ı Kerîm'de iyi ve kötü amellerden ve bunların sevindirici veya üzücü sonuçlarından söz eden pek çok ayetler vardır:

"Onlar, Allah'ın yanında bir başkasını ilâh edinip, ona kulluk etmezler Ölümü hak edenler dışında, Allah'ın haram kıldığı cana kıymazlar Zina etmezler Kim de bunları yaparsa işlediği günahın cezasını görür kıyamet günü azâbı kat kat olur O korkunç azâbın içinde hor ve hakir bir halde ebediyen kalır Ancak tevbe eden, imanında samimi kalıp salih amel işleyen bunun dışındadır İşte Allah, onların kötülüklerini iyiliklere çevirir Allah gafûrdur, rahimdir (Çok affeden ve çok merhamet edendir)" (el-Furkan, 25/68-70) "Kim tevbe edip, salih amel işlerse, şüphesiz o, Allah'a hakkiyle yönelmiş olur" (el-Furkan, 25/71)

Yukarıdaki ayetlerde zikredilen adam öldürme ve zina gibi en ağır kötü amellerden sonra, tövbe edenlerin azaptan istisna edilmesi, katilin ve zaninin de tövbesinin geçerli olduğunu gösterir

"Kim bir mümini kasden öldürürse, onun cezası; içinde devamlı kalmak üzere Cehennem'dir" (en-Nisa, 4/93) Bu ayet, katilin affedilmeyeceği anlamında değildir Ayet Medine'de nazil olmuş olsa bile mutlak*tır Manası, katilin tövbe etmeden önce vefat etmesine hamledilmiştir

Hz Peygamber'e hangi amelin daha faziletli olduğu sorulunca şu cevabı vermiştir: "Kişinin elinin emeği ve hayırlı olan (mebrûr) alış-veriştir" (Ahmed b Hanbel, III, 466, IV, 141; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, Beyrut 1967, III, 60, 61)

Amellerin değeri imandan sonra niyete*de bağlıdır Yüce duygu ve amaçlar taşımayan veya kötü amaçlar için yapılan bazı âmeller kişiye fayda sağlamaz Meselâ, ashâb-ı kirâm Medine'ye hicret ederken Mekke müşriklerinin kötülük ve baskılarından kurtulmak, Medine'de daha güzel ibadet, taat ve amellerde bulunmak, İslam'ı, oradan cihana yaymak gibi düşüncelerle dolu idiler İçlerinden birisi ise, nişanlı olduğu kadın hicret ettiği için, sadece onunla evlenmek niyet ve düşüncesiyle Medine'ye gelmişti işte Hz Peygamber, diğer muhacirlerin büyük ecir ve mükafatlara nail olduklarını bildirirken onun da istediği kadına kavuşmakla niyetine ulaştığını, ancak hicret sevabından mahrum kaldığını haber verdi Bunun üzerine "Ameller ancak niyetlere göredir" (Buhârî, Bedü'l- Vahy, 1; Müslim, İmâre, 155) buyurdu

"Biriniz müslümanlığı iyi yaşadığı zaman, kendisine işlediği her iyi amel on katından yediyüz kata kadar katlanmış olarak yazılır Yaptığı her kötülük de misliyle (ceza) olmak üzere yazılır" (Buhârî, İman, 31; Müslim, İman, 205)

"Birr (iyilik, sıla) ahlâk güzelliğidir İsm (günah ve günaha sebep olan şeyler) ise, kalbini gıcıklayan ve insanların bilmesini hoş görmediğin şeylerdir" (Müslim, Birr ve Sıla, 14; Tirmizî, Zühd, 52; Dârimî, Rikâk, 23)

"Gerçek müslüman, elinden ve dilinden diğer müslümanların selâmette kaldığı kimsedir" (Buhârî, İman, 4-5; Müslim, İman, 64)

"Nerede ve hangi hâlde olursan ol Allah'tan kork Kötülük işlemişsen hemen bir iyilik yap ki, o iyilik kötülüğün günahını silsin insanlara güzel muamelede bulun" (Tirmizî, Birr ve Sıla, 55; Ahmed b Hanbel, Müsned, III, 5; Dârimî, Rikâk, 47)

Başkalarını iyi ve güzel ameller işlemeye davet etmek, Allah ve Resulünün övdüğü bir davranıştır

Resulullah (sas) şöyle buyurmuştur:

"Hayrın işlenmesine vesile olan kimseye o hayrı işleyenin ecri kadar ecir vardır" (Müslim, İmâret, 133; Ebû Dâvud, Edeb, 115; Tirmizî, İlim, 14)

"Doğru bir yola çağıran kimse, ona tabi olanların ecirleri kadar kendisi de ecir alır Bu, tabi olanların ecrinden bir şey eksiltmez Kötü bir yola davet eden kimse de, ona tabi olanların günahlarından hiç bir şey eksiltmez" (Müslim, İlim, 16, Zikir, 1; Ebû Dâvud, Sünnet, 6; Tirmizî, ilim, 15)

"İslâm'da güzel bir çığır açan kimse hem o çığırın, hem de o çığırla amel edenlerin ecrini kazanır" (Müslim, Zekât, 70; Ebû Dâvud, Sünnet, 6)

Sonuç olarak yukarıda verilen ayet ve hadislerden de anlaşıldığı gibi, amel yalnız ibadetlerden ibaret olmayıp, günlük hayatta bir müslümanın diğerine veya topluma karşı yaptığı güzel iş, yardım ve muameleler de bu niteliktedir
Amel Defteri

İnsanın dünya hayatında yaptığı iyi ve kötü bütün işlerin sözlerin kayıt edildiği defter Bu defter sesli bir film misali insanın her türlü hâl ve hareketini, konuşmalarını zapt eden bir defterdir Bu kayıt ve zabıtlarla insan ahirette hesaba çekilecek, bu defter insanın leh veya aleyhinde bir şahid olacaktır Kur'an'da "kitab" olarak zikredilmektedir

Dünya hayatında devamlı olarak insanla beraber bulunan ve onun yaptıklarını kaydeden melekler vardır Kur'an-ı Kerîm bu melekler hakkında şöyle buyurur:

"Halbuki üzerinizde gözetleyici melekler var, şerefli yazıcı (melekler) Her ne yaparsanız bilirler" (el-İnfitâr, 82/10-12) "O, (İnsan) her ne söz söylerse muhakkak yanında hazır bir gözcü vardır" (Kaf, 50/18)

Amel defterine insanın yaptıklarını yazan meleklere Hafaza* (Hâfıza) melekleri veya Kirâmen Kâtibîn * (Şerefli Yazıcılar) yahut "Rakîb Atîd" denmiştir

Her insana, kendi amel defteri, Ahiret gününde verilecek ve insan kendi yaptıklarını orada bizzat görüp okuyacaktır Defterleri sağ tarafından verilen kimseler Cennetlik bahtiyarlar, sol tarafından veya arkasından verilen kimseler ise Cehennemlik bedbahtlar olacaklardır Bahtiyarların hesabı ya çok basit geçecek veya onlar hiç hesaba çekilmeyecek; bedbahtlar ise çok çetin bir hesapla karşılaşacaklardır Kur'an-ı Kerîm bu hususta da şöyle buyurur:

"İşte o vakit kitabı (amel defteri sağ eline verilmiş olan kimse der ki: 'Gelin kitabımı okuyun Çünkü ben hesabıma ulaşacağımı (hesaba çekileceğimi) zannetmiştim! Artık o hoşnut bir hayatta yüksek bir Cennet'tedir " (el-Hâkka, 69/19-22) "Kitabı sol eline verilmiş olan ise, der ki: 'Eyvah, keşke kitabım bana verilmeseydi Hesabının da ne olduğunu bilmeseydim! Tutun onu hemen bağlayın onu, sonra Cehennem'e atın onu"(el-Hâkka, 69/25-27, 30-31)

İnsan, kendi amel defterinde hayatının bütün teferruatını görünce hayret edecek ve Kur'an'ın tabiriyle şöyle diyecek "Eyvah bize, bu deftere ne olmuş, küçük büyük bırakmayıp hepsini toplamış " (el-Kehf, 18/49)

Amel defteri insanın dünya hayatındaki kendi yaptıkları ameller doğrultusunda doldurulduğuna, insan da iradeye sahip olduğuna göre amel defterinin iyi veya kötü şeyleri ihtiva etmesinde insanın kendisi etkilidir "İman edecek salih amel işleyenlerin amelleri zâyi' olmaz Biz onu yazmaktayız " (el-Enbiyâ, 21/94) Bu hususta başkasını suçlamasına mahâl yoktur Arzu edilir ki o defter yüz ağartıcı sahifelerle dolu olsun Yüzümüzün akı olacak salih ameller, o defteri süsleyecek olanlardır Bu da ancak Allah'ın dinini yeryüzünde hakim kılmak, bu dini yaşamak ve Allah Resulu'nün gösterdiği yoldan gitmekle elde edilir
Amel-i Kesîr

Çok amel, çok iş

Amel sözlükte; iş, eylem, hareket demektir Kesîr ise çok anlamına gelir Sıfat tamlaması olarak "çok hareket" demektir Fıkıhta namazı bozan işlerle ilgili olarak kullanılan bir terimdir Bir kimse namazda iken, dışarıdan gören kimsenin onun namazda olmadığında şüphe etmeyeceği derecede ilâve hareketler yapıyorsa buna "amel-i kesir" denir Eğer dışarıdan bakan kişi, namaz kılanın namazda olup olmadığında şüphe ederse, buna "amel-i kalîl (az hareket)" denir Namazda yapılan çok hareket (amel-i kesir) namazı bozar Meselâ namaz kılan kimsenin, namaz içinde ceketini çıkarması, çorap giymesi, birisiyle konuşması gibi Paltonun eteklerini toplama, takke veya sarığı düzeltme gibi hareketler ise az hareket (amel-i kalîl) sayılır ve namazı bozmaz Ayrıca maliki mezhebinde amel-i kesîr'in namaz cinsinden de olmaması gerekir Hareketin kasten veya unutarak olması sonucu değiştirmez

Namaz kılan, namaz cinsinden ilâve bir hareket yaptığı zaman, -rükû' yahut secdeleri fazla yapmak gibi-, eğer bunu kasten yapmışsa, hareketin azı da çoğu da namazı bozar Eğer bunu unutarak yapmışsa, namazı bozmaz Nitekim sözlü olan fazlalıklar, fâtiha'yı iki defa okumak gibi, kasten olsa bile, mutlak olarak namazı bozmaz Ancak yanlışlıkla olmuşsa "sehiv secdesi*" yapılır

Namazda göğsün kıbleden başka tarafa çevirilişi namazı bozar Ancak bunu yapmaya zorlanılmış olur veya zorunlu sebeplerle yapılmış bulunulursa, bu şekilde namazın rükünlerinden bir rükûn edâ edilinceye kadar kalınmadıkça namaz bozulmaz Eğer insan bu hareketi isteyerek ve özürsüz olarak yapmışsa namaz bozulur Aksi hâlde, göğsü çevirme az olsun çok olsun namaza zarar vermez (el-Cezîrî, Kitabü'l-Fıkh ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa, I, 305-306)

Fürû' kitaplarında amel-i kesîr ve kalîl için şu ölçüler verilmiştir:

1) Uzaktan bakanın namaz kılan şahsın, yapması sebebiyle namazda olmadığına şüphe etmediği iş amel-i kesîr; namazda olup olmadığında şüphe ettiği iş ise amel-i kalîl'dir

2) Âdet olarak iki elle yapılan iş amel-i kesîrdir Bunun bir elle yapılması hükmü değiştirmez Sarık sarmak, kemer bağlamak gibi Âdeten bir el ile yapılan iş amel-i kalîldir Takke giymek ve çıkarmak gibi Ancak bunu üç defa tekrar ederse ameli kesîr olur

3) Birbiri ardınca yapılan üç hareket amel-i kesir, değilse amel-i kalîl sayılır

4) Amel-i kesîr kasten yapılan iştir

5) Durum namaz kılanın görüşüne bırakılır Onun çok gördüğü iş ameli kesir, az gördüğü ise amel-i kalîldir (İbn Âbidîn Terc, İstanbul 1982,II, 537, 538)

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (A)

Eski 11-04-2012   #21
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (A)



Amel-i Sâlih

İyi, güzel, faydalı, sevaba ve Allah'ın rızasına sebep olacak, haram sınırına girmeksizin kişinin iman, iyi bir niyet ve ihlâs ile yapmış olduğu davranışlar

"Amel", iş manasına gelir "salih" ise, elverişli, yararlı, yarayışlı demektir Dolayısıyla amel-i salih; kişiye ahiret saadetini sağlamaya, Allah'ın rızasını kazanmaya elverişli olan, Allah katında bir değer ifade eden davranışlardır

İmanı kuvvetlendiren, sağlamlaştıran, onu çepeçevre sararak koruyan salih amellerdir Amel-i sâlih Kur'an-ı Kerîm'de doksan küsür yerde doğrudan doğruya veya dolayı olarak emredilmiştir Sâlih amelden sözeden ayetler genellikle, önce imana değinerek başlarlar Bunların hep "İman edip salih amel isleyenler" şeklinde oldukları görülmektedir Bu da iman ile amelin, bir bütünün ayrılmaz parçaları olduğunu ortaya koyar iman olmadan güzel davranışların hiçbir önemi olmadığı gibi, salih amel olmadan da kuru bir imanın tadı yoktur

Bir müslümanın imanını salih amellerle bütünleştirmesi, dünya ve ahiret hayatına bağlı olarak bütün davranışlarını güzelleştirmesi gerekir İslam'ın müminlerden istediği iman ve salih amel budur Nitekim Cenâb-ı Allah Kur'an-ı Kerim'de kurtuluşa erebilecek kimseleri şöyle tanıtıyor: "Asr'a yemin olsun ki hiç şüphesiz insan hüsrandadır Ancak iman edip salih amel işleyenler birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna" (el-Asr, 103/1-3) "Muhakkak ki iman edip salih amel işleyenler, yaratıkların en hayırlısıdırlar" (el-Beyyine, 98/7) Bu ayetlerden anlaşıldığı gibi imanın yanında mutlaka salih amel gerekir Bu da İslâm'ın bütün emir ve yasaklarının yeryüzünde uygulanması, insanların hayatına hakim kılınması için gereken amelî ve sözlü tebliğdir Allah'ın emirlerini uygulayıp, bunları kendi nefislerinde yaşayarak toplumda yerleşmesi için çalışmak amel-i salihtir En hayırlı yaratık olmanın şartı budur Kur'an-ı Kerîm'de salih amel'den söz eden bütün ayetlerde hemen hemen önce imandan söz edilmektedir

"Kadın, erkek iman etmiş olarak kim salih amel islerse ona güzel bir hayat yaşatacağız Ecirlerini yaptıklarından daha güzeli ile ödeyeceğiz " (en-Nahl, 16/97)

"İşte o gün hükümranlık Allah'ındır, O aralarında hükmeder İnanıp salih amel isleyenler, en güzel Cennetlerdedir" (el-Hacc, 22/56)

"İman edip salih amel işleyenlerin kötülüklerini örteriz Onları yaptıklarından daha güzeli ile mükâfatlandırırız" (el-Ankebût, 29/7)

"İman edip salih amel isleyenleri iyilerin arasına koyarız " (el-Ankebût, 29/9)

Amel-i salih ister istemez ihlâsı çağrıştırır, işin salih olması ancak Allah rızasının mutlaka gözetilmesi ile gerçekleşir Amel, Allah rızası için olacak ve insan bu amelinin karşılığını yalnız Allah'tan isteyip yalnız ondan bekleyecektir İnsanların hoşnutluğunu ve beğenisini kazanmak için yapılan ameller asla amel-i salih değildir Zira buradaki niyet bozukluğu insanı ihlâssızlığa ve riyaya götürür Riya ile yapılan amellere ise Cenâb-ı Hak iltifat etmez ve karşılığını da vermez

Amel-i salih, Allah'ın rızası gözetilerek yapılmış bir amel olursa kişinin duasının kabul olunmasına sebep ve vesile olabilir İnsan sıkıntı anlarında daha önceden yapmış olduğu salih bir amelden dolayı Allah'ın izniyle sıkıntıdan kurtulabilir

Bu hususta müttefekun aleyh olarak nakledilen hadis meşhurdur Pek uzun olan bu hadiste kısaca şu olay anlatılır: "Üç kişi yağmurdan korunmak için bir mağaraya girerler ve mağaranın ağzına bir taş yuvarlanıp mağaranın kapısı kapanır Duadan başka çareleri yoktur Onlardan birisi anne-babasına hürmette en ufak bir kusurda bulunmadığını, diğeri çalıştırdığı işçinin hakkına son derece riayet ettiğini ve kendi uhdesinde kalmış olan işçinin hakkını yine onun namına çalıştırıp büyük bir meblağlarak yıllar sonra ona verdiğini, öbürü ise her türlü imkân ve uygun bir ortam mevcut olduğu hâlde zina etmediğini, bütün bunları da sadece Allah rızası için yaptıklarını söyleyerek o sıkıntının giderilmesini dilerler Sonunda Allah'ın izniyle tas yuvarlanır gider ve onlar da kurtulur" (Buhârî, Edeb, 5; Müslim, Zikir, 100) Burada bizler için ibretler mevcuttur: Kişi sıkıntıya düşebilir O anlarda Allah'a dua ederken zikretmesi gereken amel-i salihi bulunmalı, o güne kadar kişi, amel defterine bu türden ameller kaydettirmelidir ihlâsla yapılan amel, inciye benzer Ne kadar küçük olursa olsun o yine de çok kıymetlidir

Allah, kendisine ulaşmamız için vesileler aramamızı emreder (el-Mâide, 5/35) "Vesile" kelimesinin akla getirdiği mana ise Allah'ı razı edecek amel vb dir (İbn Kesîr, Tefsir, II, 563)

Bu arada hayırlı evlâd da amel-i salih cümlesinden sayılmıştır Hayırlı evlâd yetiştirmek zamanımızda müslümanlar için hayli önem arzeden bir meseledir Resulullah (sas): "İnsan ölünce ameli kesilir (amel defteri kapanır) Ancak üç şey müstesna (onlar yazılmaya devam eder): Sadakayı cariye (insanların uzun zaman istifade ettiği çeşme, yol, köprü, hastahane, cami), kendisinden istifade olunan ilim (kitap vb), kendisine duacı olan salih evlâd" buyurmuştur (Ebû Dâvud, Vesâyâ; 14; İbn Mâce, Mukaddime; 20) Evlâtların, amel-i salih olacak şekilde yetiştirilip ardımızdan bizlere hayır dua eder bırakılması önemli görevlerimizdendir

Bunun aksine, makbûl olmayan çocuklara "amel-i gayr-i salih" denilmiştir Hz Nûh (as), kendisine isyan edip gemiye binmediği için sularda boğulan oğlunu tufandan sonra yeniden Allah'tan isteyince Allah'u Teâlâ cevaben "Ey Nûh, o, senin ailenden değildir Çünkü o, amel-i gayri salih (salih olmayan bir amel-sahibidir" (Hûd, 11/46) buyurdu

Ameli salih, imanın tabii bir semeresidir Eğer bir kalpte iman yerleşmiş ise, bu imanın gerektirdiği hareketler, yavaş yavaş ve kendiliğinden tezahür etmeye başlar Bu kaçınılmazdır Çünkü iman sadece dil ile ikrar edip monoton bir hayat tarzını benimsemek demek değil; bilâkis dil ile ikrarın yanında, müspet ve hareketli bir gerçekten ibarettir Salih amelde, vicdanda yer eden imanın, vakit kaybetmeden kendini dış dünyaya açıklaması demektir İslâm'da sözü edilen iman, işte bu şekilde salih amellerle tamamlanan bir imandır Bu imanın pasif kalmaya asla tahammülü yoktur Müminin içinden çıkıp dışına aksetmesi gerekir Eğer bir iman, bu tabii hareketi sağlayamıyorsa, o ya sahtedir veya ölüdür İman, güneşten uzak kapalı bir kutuda yetiştirilmeye çalışılan çiçek misali, sadece kişinin iç dünyasında gizlenip kalamaz Böyle bir iman yok olmaya mahkûm veya ölüme terkedilmiş demektir O ancak salih ameller ile beslendikçe kuvvet kazanır ve hayat bulur

İmanın kıymeti buradan gelmektedir iman; amel, hareket, bina ve imar işidir Kişiyi Allah (cc)'a yöneltir

"İnanıp salih ameller işleyenlere gelince Onların yaptıklarına karşılık, varacakları Cennet konakları vardır " (es-Secde, 34/19)

"İnanıp salih amel işleyenler, Cennet bahçelerindedirler Rablerinin katında onlara diledikleri verilir İşte büyük lütuf budur" (eş-Şûrâ, 42/22)

"Kim salih amel işlerse lehine, kim kötü amel işlerse aleyhinedir " (Fussilet, 41/46) "Allah'a iman edip salih amel işleyenlerin günahları affedilir " (et- Teğabun, 64/9)

"Allah, yeryüzüne salih kullarım vâris ve hakim olacaktır, diye hükmetmiştir " (el-Enbiyâ, 21/105)
âmentü

İman ettim anlamında, iman esasları hakkında kullanılan tabir

Âmentü kelimesi Arapça olup 'âmene" fiilinin nefs-i mütekellim vahdesi (di'li geçmiş zamanın 1 tekil şahsı)dır Türkçe'de "inandım" demektir Terim olarak ise, iman esaslarını ifade için kullanılır Zira Arapça'da inanç esaslarını topluca bildiren cümleler "âmentü" kelimesiyle başlamaktadır ki şu cümlelerdir: "Âmentü billâhi ve melâiketihi ve kütübihî ve rusulihî ve'l-yevmi'l-âhiri ve bi'lkaderi hayrihî ve şerrihî mine'llâhi teâlâ" Bu cümlelerin Türkçe karşılığı şöyledir: "Ben, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere, hayır ve şer her şeyin Allah'ın yaratmasıyla olduğuna inandım" İşte müslümanın âmentüsü yani inanç esasları bu cümlelerde formüle edilmiştir Bu formül elbette ayet ve hadislere dayanmaktadır Nitekim Cenâb-ı Allah şöyle buyurur: "Fakat birr (kişiyi Allah'a yaklaştıran her iyi şey), Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitab'a ve peygamberlere iman eden (in bu imanı)dır" (el-Bakara, 2/177) Bu ayette ve Nisâ suresinin şu ayetinde Cenâb-ı Allah iman esaslarından beşini bir arada zikretmektedir "Ey iman edenler! Allah'a, O'nun peygamberine, peygamberine indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği Kitab'a iman (da sebât) edin Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini, ahiret gününü inkâr ederek kâfir olursa, şüphesiz derin bir sapıklığa sapmıştır " (en-Nisâ, 4/136) Cenâb-ı Allah bu ayette müminlere, Allah'a, O'nun peygamberi Hz Muhammed'e, peygamberine indirdiği Kitab (Kur'an)'a, daha önceki peygamberlere indirdiği mukaddes kitaplara inanmalarını emretmekte ve Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr edenlerin doğru yoldan tam olarak sapıp kâfir olduklarını bildirmektedir

Ömer (ra)'den sahih senetle rivayet edilen bir hadiste Hz Peygamber (sas), iman esaslarını altı madde hâlinde bildirmiştir Cibrîl hadîsi* diye meşhur olan bu hadise göre Cebrâîl (as), Hz Peygamber'in yanında ashabdan bir kısmının bulunduğu bir zamanda insan kılığında gelmiş ve Hz Peygamber'in dizinin dibine oturarak İslâm, iman, ihsan ve kıyamet hakkında bilgi edinmek ve bunları ashaba öğretmek istemiştir İmanla ilgili soruya Hz Peygamber şöyle cevap vermiştir: "İman, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, bir de hayrı ve şerri ile kadere inanmandır" Cebrâîl de "doğru söyledin" diye tasdik etmiştir (Buhârî, İmân, 37; Müslim, İmân, 1; Ebû Dâvûd, Sünnet, 15; Tirmizî, İmân, 4; İbn Mâce, Mukaddime, 9; Ahmed b Hanbel, Müsned, I, 51) Hz Peygamberin bu ve benzeri hadislerinde, iman esaslarını altı madde halinde bildirmesiyle, iman esasları Âmentü dediğimiz cümlelerde altı madde halinde ifade edilmiştir Ehl-i Sünnet mensuplarınca ondört asırdır bu maddeler iman esasları olarak kabul edilmiş ve bu hususta icmâ-ı ümmet* tahakkuk etmiştir

Her ne kadar iman esaslarını bildiren ayetlerde (el-Bakara, 2/177; 285; en-Nisâ, 4/136) kadere imân zikredilmemişse de kadere ve kazaya imân, Allah Teâlâ'nın ilim, irâde, kudret ve tekvin sıfatlarına inanmanın gereğidir Bu sıfatlara inanma zarureti olduğu gibi bu sıfatlara iman da kaza ve kadere inanmayı gerekli kılar Kaza ve kadere inanmak demek, iyi kötü, hayır fer, acı tatil her şeyin Allah'ın bilmesi, dilemesi, takdiri ve yaratmasıyla olduğuna inanmaktır Ayrıca, Kur'an-ı Kerim'de mevcut bir takım ayetler kadere inanmamızı istemektedir Meselâ: "Şüphesiz biz, her şeyi bir takdir ile (kaderle, bir ölçüye göre) yarattık" (el-Kamer, 54/49), "O (Allah), her şeyi yaratıp ona bir nizam vermiş "mahlûkâtın mukadderatını tayin etmiştir" (el-Furkan, 25/2) gibi ayetler bunlardandır Kaza ve kadere imanla ilgili ayet ve hadisler birbirini teyid ederek kesinlik ifade eder

Bir insanın mümin sayılabilmesi, önce Allah'ın varlığına ve birliğine inanmasıyla gerçekleşir Kısaca "La ilâhe illallah * Muhammedün Resulullah" kelime-i tevhid*ini (birleme cümlesini) diliyle söyleyip kalbiyle buna inanan İslâm'a ilk adımını atmış olur Ancak hemen belirtelim ki bu cümle ile bütün iman esasları özlü ve toplu bir şekilde ifade edilmiş olur Allah'ı yegane ilâh tanıyan ve Hz Muhammed'i O'nun elçisi (peygamberi) kabul eden kişi, Hz Muhammed'in Allah tarafından getirdiği hükümlerin ve esasların tamamını toptan kabullenmiş ve benimsemiş demektir Zaten İslâmî bir terim olarak iman şöyle târif edilmektedir: "Hz Muhammed (sas)'in, Allah tarafından getirdiği kesin olarak bilinen İslâmî esasların, hükümlerin ve haberlerin doğru ve gerçek olduğuna gönülden, tereddütsüz inanmak ve bunların yeryüzünde uygulanmasından yana olmaktır" Bu inanca sahip kişiye de mümin denir Bütün bunlara iman edip uygulanmasını istemeyenlerin imanı yok hükmündedir

Demek ki mümin sayılabilmek için sadece Allah'a inanmak yetmiyor Allah'a inanmakla beraber Hz Muhammed'in O'nun peygamberi olduğuna ilâhi emir ve yasakların insanlar arasında uygulanmasının lüzumuna inanmak gerekiyor Yine, âmentü esasları dediğimiz imanın şartlarına yani Allah'ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, öldükten sonra dirilmeye, kadere, hayır ve şer her şeyin Allah'ın dilemesi ve yaratmasıyla olduğuna inanmak icab ediyor Hatta bunlar da yeterli olmayıp; bunlarla beraber Kur'an ve mütevâtir hadislerle bildirilen ve halkın, derin bir tefekkür ve muhâkemeye ihtiyaç duymadan bilebileceği dînî hükümlere de inanmak ve uygulanmasını istemek zarûreti vardır Meselâ, beş vakit namazın farz olduğuna, rekatlarının belli sayıda olduğuna, Ramazan orucunun, zekâtın, gücü yetene hac etmenin farz olduğuna; haksız yere insan öldürmenin, şarap içmenin, ana-babaya asî olmanın, hırsızlık ve zina etmenin faiz ve yetim malı yemenin, vb haram olduğuna inanmak şarttır

İman bir bütün olup bölünme kabul etmediğinden, mümin sayılabilmek için bütün bu saydıklarımıza topluca ve herbirine ayrı ayrı inanma ve yeryüzünde bu hükümlerle hükmetmenin gereğini kabul etme mecburiyeti vardır Bu, inanılması zarûrî hususlardan birinin inkârı, tamamını inkâr sayılmaktadır ve kâfir olmaya sebeptir Hiç kimseye, imân konuları arasında bazılarına inanmak ve bazılarını reddetmek hakkı tanınmamıştır 'Biz bazılarına inanırız, bazılarına inanmayız' demek küfürdür (el-Bakara, 2/85; en-Nisâ, 4/150-151)

Âmentü esaslarının mana ve mahiyeti hakkında özetle şunları söylememiz mümkündür: 1) Allah'a inanmanın manası şudur; Allah'ın var olduğuna; birliğine, eşi, dengi, benzeri olmadığına; yegane yaratıcı olduğuna; O'ndan başka bir ilâh bulunmadığına; Allah'ın Kur'ân'da bildirilen yüce sıfatlarına, her türlü kemâl sıfatlarla muttasıf her türlü eksikliklerden uzak olduğuna; oğlu, kızı bulunmadığına; hiçbir şeye muhtaç olmadığına vb inanmak, 2) Allah'ın gözle görülmeyen nurânî ve ruhânî yaratıkları olan meleklerin varlığına inanmak, 3) Allah'ın, insanlar arasından, kendisiyle kulları arasında elçilik yapan peygamberler seçtiğine ve bunlardan ismi Kur'an'da bildirilenlerin tek tek peygamberliğine inanmak, 4) Allah'ın, peygamberlerden bazılarına kitaplar indirdiğine, bunlardan özellikle Hz Muhammed (sas)'e indirilen Kur'an'a ve Kur'an'da zikredildiği üzere Hz Musâ'ya indirilen Tevrat'a, Hz Dâvûd'a indirilen Zebur'a, Hz İsâ'ya indirilen İncil'e inanmak, 5) Ahiret gününe, kıyametin kopacağına, dünya hayatının son bulacağına, herkesin öleceğine ve tekrar diriltileceğine; hesaba, Sırata, Mizâna, Cennet'e, Cehennem'e vb inanmak, 6) Kadere, hayır ve şer her şeyin Allah'ın dilemesi ve yaratmasıyla olduğuna inanmak gerekmektedir

Mümin sayılabilmek için bunlara toptan inanma gereği olduğu gibi, her birine ayrı ayrı inanmak da zarurîdir Bunlardan ve zarurât-ı dîniyye (kesin dini emir ve yasaklar)dan herbirine inanmak gerekir Bunlardan birini inkâr, tamamını inkâr sayıldığından, küfürdür Zira imanda bölünme olmaz

"Kalbinde arpa (zerre) ağırlığınca iman olduğu hâlde "Lâ ilâhe illallah" diyen Cehennem ateşinden çıkar (Cennet'e girer)" (Buhârî, Tevhîd, 19; Müslim, İmân, 316, 325, 326; Nesâî, İmân, 18; Tirmizî, Birr, 61) hadisinin anlamı şudur: Cidden az bir imana sahip kimse Cehennem'de ebedî kalmaz Cezasını çektikten sonra Cehennem'den çıkarılır, Cennet'e sokulur Burada "az bir imanı olan" demek, "inanılması gerekenlerden bazılarına inanan, bazılarına inanmayan" demek değildir İman bir bütün olduğundan, bu küfürdür Müminler, iman esaslarına inanma açısından eşittirler Ancak, imanlarının kuvvetli ve zayıf oluşları açısından farklıdırlar Bir de İslâm'ın emirlerinin yerine getirilmesi açısından farklıdırlar "Kalbinde en küçük iman bulunan"dan maksat, zayıf bir imana sahip olup amellerde kusur eden demektir Helâl saymaksızın bazı haramları işleyen, farzları terk edenler cezalarını çektikten sonra Cennet'e gireceklerdir (el-Aynî, Umdetu'l-Kârî, Beyrut, (ty), I, 168, 172, 173)

Şunu da belirtmek gerekir ki; bu ve benzeri hadislere bakıp da gayr-i müslimlerin (Ehl-i Kitâb'ın) Cennet'e gireceğini sanmak imkânsızdır Çünkü -Allah Kur'an-ı Kerîm'de onların kâfir olduğunu açıkça bildirmiştir (el-Mâide, 5/17, 72-73; Nisâ, 4/151-152) Cennet'i hak etmenin ilk şartı imandır İman da, önce Allah'a Hz Muhammed'in peygamberliğine inanmak ve bütün Kur'anî hükümlerin hiçbirin ihmâl etmeden, eksiksiz olarak toplumda uygulanmasını istemekle gerçekleşir

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (A)

Eski 11-04-2012   #22
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (A)



ÂMİL

Bir işi meydana getiren, bir eserin ortaya çıkmasına katkıda bulunan çalışan, amel yapan, görevli ve bir kimsenin mal, mülk gibi hususlarıyla ilgili bütün işlerini üzerine alan, memur ve tahsildar gibi kimselere verilen isim

Kur'an-ı Kerîm ahlâki anlamda âmili; iyilik yapanlar ve kötülük yapanlar olarak iki kısımda ele alır

İyilik amilleri Allah'ın rızasını kazanmak için çalışanlar, kötülüklerden sakınanlar, bollukta ve darlıkta kazandıklarını Allah yolunda harcayanlar; kızdıkları zaman öfkelerine hakim olanlar, başkalarının kusurlarım bağışlayanlar; bir kusur işledikleri zaman, yani nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı anarak istiğfar edenler, isledikleri kusurlarda bile bile ısrar etmeyenlerdir Onlar için en güzel ecir ve mükâfaat vardır

"Ve onlar, bir kötülük yaptıkları, ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler Günahları da Allah'dan başka kim bağışlayabilir? Ve onlar yaptıklarında bile bile ısrar etmezler İşte onların mükâfatı, Rab'leri tarafından bağışlanma ve altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları Cennetlerdir Amellerin ecri ne güzeldir" (Âli İmrân 3/135-136)

"Ben, içinizden, erkek kadın hiçbir âmilin işlediğini boşa çıkarmam" (Âli İmrân 3/195)

Kötülük âmilleri hayırdan ve hidayetten uzak yaşayıp Hakk'a karşı gelen ve hidayet rehberini arkalarına atanlardır Resulullah bir hidayet âmili iken ona karşı gelen Mekkeli müşrikler şer âmilidirler Bugün onların izini takip ederek cahili düzenler kuran ve insanları zulümle buna itaate zorlayan insanlar da şer âmilleridirler Gönülden ve isteyerek tağuta itaat edenler de şer âmilleridirler Elbette bunların mükâfatı hayır ve iyilik âmillerininkinin aksi olacaktır Hak Teâlâ bunlara karşı meydan okumaktadır Allah'ın meydan okuması kulları için ne büyük felâkettir Ve şer âmilleri bu felâketi hak etmişlerdir

"De ki: "Ey kavmim, gücünüz yettiğince âmil olun (yapacağınızı yapın) Ben de âmilim (vazifesini yapan biriyim) Yakında (dünya) yurd(un)un sonunun kimin olduğunu bileceksiniz Muhakkak ki zulmedenler, kurtuluş yüzü görmezler " (el-En'âm, 6/135)

Zekat Âmilleri

İslâm'da âmil malı ve idari bir terim olarak kullanılıp memur ve tahsildar anlamına gelir Kur'an-ı Kerim'de zekâtların harcama yerleri belirtilirken ayette geçen vergi toplama memurlarına "âmil" denilmektedir "Sadakalar (zekât) ancak (dilenmeyen)fakirlere, yoksullara, onu (zekâtı) toplamak için (devlet tarafından) görevlendirilen memurlara" (et-Tevbe, 9/60) Bu ayetin ifadesinden anlaşıldığına göre, vergi işleriyle uğraşanlar İslâm'ın ilk devirlerinden itibaren vardı ve devlet bu konu üzerinde durmakta idi İslâm devletinin gelirlerini oluşturan, müslümanların ödediği zekât ile gayr-i müslimlerden alınan ganimet *, fey * cizye * ve haraç* gibi vergilerin tarhı, tahakkuku, tahsili ve hak sahiplerine dağıtılması geniş bir memur kitlesinin görevlendirilmesini gerektirmektedir işte bütün bu görevleri yerine getiren memurlara İslâm hukuk literatüründe "âmil" denilmektedir Ancak ilk dönemlerde bu görevin alanı değişik olabiliyordu Meselâ Hz Peygamber (sas) Muâz b Cebel'i (ra) Yemen'e gönderdiği zaman âmil ünvanı ile göndermişti fakat Muâz (ra)'ın yetkileri adlî, malî, idarî ve hukukî otorite alanlarını kapsıyordu Gerek Resulullah döneminde ve gerekse daha sonraki dönemlerde âmillerin yetki ve görevleri değişik sahaları kapsamaktaydı Âmil kavramı birbirinden çok farklı anlamlarda kullanılmıştır Hatta vali, emîr ve âmil gibi tabirlerin birbirleri yerine kullanıldığı da görülmüştü

Burada ele aldığımız âmil kavramı ile zekât toplama memurları kastedilmektedir Bunlar topladıkları zekâtları devlet merkezine getirir veya miktarını bildirirlerdi Devlet hazinesi olan "Beytu'l-Mâl*"da toplanan zekâtlar ayette belirtilen sekiz sınıf arasında paylaştırılır, Âmiller de bu sekizde bir'den paylarını alırlardı Fakat her âmil topladığı zekât miktarının mutlaka sekizde birini alır diye bir hüküm söz konusu değildir Devlet âmile emeği karşılığında belli miktarda bir gelir tahsis ederdi Zekâtın devlet tarafından toplanması Kur'an'ın bir emridir (et-Tevbe, 9/103) Buna devletin bütün müslümanların zekâtlarını toplamak üzere görevlendirdiği bu âmiller, özellikle zahirî mallar dediğimiz meyve, hububât ve hayvanların zekâtlarını toplamakla görevlidirler Bu tür malların zekâtlarının mutlaka devlet görevlisi olan bu âmillere verilmesi gereklidir Gizli mallar dediğimiz altın, gümüş ve benzeri menkul değerlerin zekâtları ise sahipleri tarafından hak ve ihtiyaç sahiplerine verilebilir Bu tür malların sahipler isterlerse bu zekâtlarını da âmillere teslim edebilirler Fakat hububât, hayvanlar ve meyve gibi malların zekâtı ayrıca mal sahibi tarafından ihtiyaç sahiplerine verilmiş olsa da âmil bu zekâtı devlet adına yeniden alır Bu uygulama ile zekâtta hakkı olan kimselerin bu hakları korunmuş olmaktadır

Hz Peygamber (sas) âmillik görevini gerektiği gibi yerine getiren kimsenin Allah yolunda cihada çıkmış kimse kadar sevap kazandığını ifade buyurmuşlardır (Ebû Dâvud, İmâre, 7; İbn Mâce, Zekât, 14)

Resulullah görevlendirdiği zekât toplama memurlarını görevden dönüşleri sırasında bizzat kendisi denetler ve hesaplarını kontrol ederdi Ufak da olsa bir su-iistimal gördüğünde onları ashaba teşhir ederdi Süleymoğulları kabîlesine âmil olarak gönderilen İbn Lutbiyye adındaki bir görevli vazifesini bitirip Medine'ye geri döndüğünde hesabını Resulullah'a verirken şöyle demişti: "Ey Allah'ın Resulü! Şu sizin zekât mallarınız, bunlar da bana verilen hediyelerdir" Bu sözleri işiten Peygamber (sas) hayretle şöyle demişti: "Tuhaf şey! sen doğru adamsan söyle bakalım, sen ananın babanın evinde otursaydın bu mallar sana hediye edilir miydi? Bunu bu deneyiverseydin" Sonra Resulullah âmillerin hediye almalarını kesinlikle yasaklamıştı (Buhârî, el-Hiyel, 15)

İslâm hukuku her konuda olduğu gibi âmillerde de bulunması gereken özellikleri, bu görevleriyle ilgili olarak yapmaları gereken hususları belirlemiş ve onların tayin, azil ve teftişleriyle alâkalı hükümler koymuştur Bu göreve tayin edilenler tefvizî yani tam yetkili ve tenfizî yani sınırlı yetkili olarak iki ayrı görevle görevlendirilir

Bir zekât toplama memurunda bulunması gereken özellikler İslâm hukukçuları tarafından şu şekilde belirlenmiştir: 1-Müslüman olmak, 2-Mükellef yani âkil ve baliğ olmak 3-Devletçe güvenilir olmak, 4-Tam yetkili âmil ise, zekât ile ilgili İslâm'ın hükümlerini bilmek 5-Getirildiği bu göreve tam ehil birisi olmak, 6-Hür olmak

Bunun dışında, âmiller göreve giderken ayrı yetkilere de sahip olabilmektedirler Bunlar bazen tam yetkili olup zekâtın hem toplanması hem de hak ve ihtiyaç sahiplerine dağıtılması yetkilerine sahip olurlar Bazen âmil sadece zekâtı toplamakla yetkili olur Âmillerin bir diğer yetkileri de zekâtını aldıkları malların ne kadar ürün verebileceğini tahmin etmektir Bu da vergilerin toplanmasında esas alınır

Bu âmillerin bir diğer görevleri de gittikleri yerlerde İslâm'ın öğretilmesi ve irşad işleri ile meşgul olmalarıydı Bu âmillerin bir kısmı devlet merkezi Medine'nin dışında görevlendirilirdi Bunların gönderdikleri mallar da merkeze geldiğinde, bu malları tasnif ve muhafaza etmek üzere Medine'de görevlendirilen âmiller vardı Nakitlerin dışında kalan malların özellikle sürülerin korunması, otlatılması, hurma ve hububâtın muhafazasını yapan âmiller görev yapardı Medine merkezindeki âmillerin başında Hz Ebû Hureyre geliyordu Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, merkezin dışına giden âmiller yalnız zekât toplama işiyle değil öğretim, kazaî, malî vb hususlarda da yetki ve görevleri vardı Bu görev ve yetkiler bizzat devlet başkanı olan Hz Peygamber tarafından belirlenirdi Daha sonra gelen Halîfeler de aynı uygulamayı sürdürdüler Bazen da Resulullah (sas) bu görevlilere merkezden yazılı genelgeler gönderir ve onlardan bazı hususları yerine getirmelerini isterdi

Bu âmiller sebepsiz olarak kimseye asla sıkıntı veremez, zekâtını toplarken müslümanlara karşı haksız bir tavır takınamazlardı Bunun yanında zekâtını kaçırmak isteyenleri de Resulullah'a bildirirlerdi Hz Peygamber (sas) hayatta olduğu müddet içinde Haşimoğullarından hiç kimseyi âmil olarak görevlendirmemiştir Zira Ehl-i Beyt'in zekât ve sadakalardan yararlanması yasaktır Âmillerde bu görevlerine karşılık kendi ihtiyaçları kadar bir maaş alırlardı Bu ihtiyaçlar kişiye göre değişmekte idi Fakat âmil kendisinin ve aile efradının geçimlerini sağlayacak ve bir hizmetçi tutacak kadar maaş alırdı Ayrıca zengin de olsa yaptığı iş karşılığında ücret alma hakkına sahiptir

Âmillik görevi zamanla değişik şekiller almış ve tarihin ilerlemesiyle birlikte gelişmeler katetmiştir Bu görev dört halife devrinde ayrı bir statüye sahipken, Emevî ve Abbâsîler'de de kısmen farklı bir şekil almıştır Daha sonraları Selçuklular, Memluklular ve Osmanlılar dönemlerinde bu görev değişik şekillerde sürdürülmüştür (Geniş bilgi için bk Uzunçarşılı, İH -Osmanlı Devlet Teşkilatına Medhal, TTK yayınları)
ÂMİN

Öyle olsun, duamızı kabul et, çok doğru anlamında dualardan sonra söylenen söz Özellikle namazda fâtihanın bitiminden sonra söylenmektedir Arapça'da isim-fiil olarak kabul edilen kelimelerdendir Kelimenin İbranice olduğu kânaatleri vardır Zira aynı kelimeyi "amen" şeklinde kullanan Yahudi ve Hristiyanlar bunun Süryânîce "âmin" kelimesinden geldiğini ifade etmektedirler Bu kelime namazda zikredilmekte ise de, Kur'an'dan olmadığı bilinmektedir Hz Peygamber (sas) ise, namaz'da Fatiha Suresi'nin okunması bittikten sonra "âmin" denmesini özellikle emretmiştir Şöyle ki: "İmam, Fatiha'yı tamamlayıp âmin dedikten sonra siz de "âmin" deyiniz Kimin bu sırada "âmin" demesi meleklerin o anda "âmin" deyişi ile aynı ana rastlarsa geçmiş günahları affolunur " (Müslim, K Salat, 72; Ebû Dâvud, Salat, 167-168; Tirmizî, Mevâkîttü's-Salat, 116)

Bu hadislere göre namaz'da Fatiha'dan sonra "âmin" demek sünnettir İmam-ı A'zam'a göre "âmin" gerek imam ve gerekse cemaat tarafından hafiyyen (sessizce); imam-ı Şâfiî ve Ahmed b Hanbel'e göre açık ve imamla birlikte söylenmesi sünnettir (Sünen-i Ebû Dâvud Tercüme ve Şerhi, İstanbul 1988, III, 470-474)

Ahmed AĞIRAKÇA

ÂMİNE BİNTİ VEHB

HzPeygamber'in annesi Babası Vehb b Abdimenaf, annesi de Berra binti Abduluzza'dır Ne zaman doğduğu bilinmeyen Âmine'nin 577 yılında hayata gözlerini yumduğu tahmin edilmektedir

Kureyş kabîlesi içinde ileri gelen bir kola mensup olan Âmine binti Vehb, güzel konuşan ve zekâsıyla tanınan bir kadındı Hâşimoğulları reisi olan Abdulmuttalib, Âmine'yi oğlu Abdullah'a istedi ve onunla evlendirildi Âmine ile Abdullah'ın bu güzel evliliğinden Hz Muhammed (sas) dünyaya geldi Abdullah, Âmine hamile iken Suriye'ye yaptığı bir seferi sırasında Yesrib (Medine)'te vefat etti Böylelikle Hz Peygamber dünyaya yetim olarak geldi Âmine gebelik ve doğum sırasında hiç bir ağrı ve sızı çekmediğini anlatmıştır Resulullah (sas), kendi doğumu hakkında şöyle buyurmuştur: "Ben atam İbrahim'in duası, İsa'nın müjdesi ve annemin gördüğü rüyayım Annem rüyasında içinden çıkan bir aydınlığın Şam diyarı saraylarını aydınlattığını belirtmişti Peygamber anneleri hep böyle rüyalar görürler "(Ahmed b Hanbel, Müsned, IV, 127, 128)

Âmine daha sonra, Hz Peygamber altı yaşlarında iken, onu alıp dayılarının yanına Yesrib'e gitti ve eşi Abdullah'ın kabrini oğlu Muhammed (sas) ile birlikte ziyaret etti Bu seyahatlerine, Abdullah'tan kalan tek miras, cariyeleri Ümmü Eymen de katıldı Dayıları olan Neccâroğulları ile oğlunu tanıştırdıktan sonra Yesrib (Medine)'den ayrılan Âmine, Ebvâ denilen yere geldiğinde hastalanmış ve orada hayatını kaybetmişti O sıralarda altı yaşında olan Resulullah, annesinin defninden sonra Ümmü Eymen ile birlikte Mekke'ye dönüp dedesi Abdulmuttalib'in yanında kalmıştı

Bazı tarih kaynakları Âmine'nin bazı şiirler söylediğini naklederler Âmine binti Vehb, İslâm tarihinde, Asiye binti Müzâhim, Meryem binti İmrân ve Hadîce binti Huveylid ile birlikte anılmaktadır

Ahmed AĞIRAKÇA

ÂMİR

Âmir Emreden, buyuran, memurun üstü, makam sahibi kimse

Fıkıhta hac bahsinde kendisi hacca gidemeyip yerine başkasını gönderen kimseye ve vekâlet bahsinde yerine vekil tayin eden kimseye denir

Âmir, mâ'mur eden, imar edilmiş yer

Arazî ıstılahında külfetsizce ziraat yapılan araziye âmir denir İşlenmemiş arazi karşılığında kullanılır Âmir arazi iki kısma ayrılır:

1- Öşür ve haraç arazisi gibi sahibi olup ziraata elverişli olan yerler

2- Ziraata elverişli olup sahibi olmayan yerler Bu araziler, anveten fethedilen arazilerden olup beşte biri İslâm devletinin hazinesine ayrılan araziler olabileceği gibi İslâmî cihada katılan askerlerden çeşitli şekillerde Beytu'l Mal'a intikal etmiş araziler de olabilir Ayrıca öşrî ve harâcî arazi olmasına rağmen sahiplerinin mirasçı bırakmadan vefat etmeleriyle devlete intikal eden arazîler de bu tür arazilere girer

Durak PUSMAZ

ÂMM

Delâlet ettiği bütün ferdleri sınırsız olarak içine alan ve birçok şeyi ifade eden lâfız Lâfız, bir cümle içerisinde birçok şey akla getiriyor ve onların hepsini ifade ediyorsa o kelime âmm'dır

Bu tarif çerçevesinde âmm'da üç ayrı şart aranır:

1- Âmm'ın içine aldığı ferdler (maddi veya manevî olsun) ikiden fazla sayı olmalıdır Bir'e veya ikiye delâlet eden bir söz âmm değil has'tır

2- Lâfız sınırsız ve sayısız olacak Yani lâfzın bütün ferdlerine değil sadece bir kısmına, yahut bazısına delâlet ederse yine âmm değildir

3-Bütün fertleri içine alacak Bazı ferdler lâfzın kapsamının dışında kalırsa böyle bir ifade âmm olmaz

Âmm, "mutlak" ile karıştırılmamalıdır Zira ikisi arasında fark vardır Mutlak, tek şeyin mahiyetini ifade eder, aynı türden başka şeyleri ifade etmez Âmm ise mahiyetin ötesinde sayıya delâlet eder Dolayısıyla lâfız sayıyı ifade ediyorsa o lâfız âmm; mahiyeti ifade ediyorsa mutlaktır Yani mutlak, tek şeyin içerisindeki bütün cüzleri ifade eden lâfızdır "İnsan akıllıdır", "insan yenmez" cümlelerindeki birinci insan kelimesi âmm'dır Çünkü ne kadar insan varsa onların hepsinin akıllı olduğunu ifade etmekte dolayısıyla manaya "sayı" girmektedir Ama ikinci cümledeki insan kelimesi sayıyı ifade etmez Sadece insanın vücudunda ne kadar cüz' varsa onların hepsinin yenmeyeceğini, dolayısıyla mahiyeti ifade etmektedir Onun için de ikinci insan kelimesi mutlak lâfızdır

Âmm'ın hükmü, lâfzının içine giren, anlamına uygun gelen bütün ferdleri kesin olarak kapsamasıdır Hanefilere göre bazı şartlarla âmm'ın, ifade ettiği manaya delâleti kat'idir Ondan zannî bir mana çıkmaz Diğer mezhepler ise âmm lâfzın, manaya delâletinin zannî olduğunu ileri sürmüşlerdir Çünkü âmm lâfzın tahsise ihtimali vardır İhtimalli bir lâfzın manaya delâleti zannî olur (el-Hâdimî, Mecâmiu'l-Hakayık, İstanbul 1308, 4; Ebû Zehra, İslâm Hukuk Metodolojisi, terc Abdülkâdir Şener, Ankara 1973, 159)

Âmm lâfızların bazıları, umûmî ifadesinin sınırlandırılmasına müsaittir Âmm'ın böyle sınırlandırılmasına "tahsis"; tahsis edilmiş lâfza da "hâss" denir Neticede tahsis eden lâfız "muhassıs", tahsis edilen âmm lâfız da "muhassas" adını alır

Diğer bazı âmm lâfızlar da tahsise müsait değildir Meselâ "Allah herşeyi bilir", "Anneleriniz size haram kılındı" lâfizları böyledir Ama "iki kız kardeşi (bir nikâhta) cem etmek size haram kılındı" (en-Nisâ, 4/23) ayetinin umum lâfzı, "Resulullah (sas) kadının, halası veya teyzesi üzerine nikâhlanmasını yasakladı" (Buhârî, Nikâh, 27; Müslim, Nikâh, 37, 39) hadisince tahsis olunmuştur Burada ayet, muhassas; hadis ise muhassıstır

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (A)

Eski 11-04-2012   #23
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (A)



Amme Hukûku

Bir devletin hukukî yapısını, bu hukukun işleyişini, özel ve tüzel şahsiyetler ve yabancı devletlerle karşılıklı ilişkilerini düzenleyen hukuk dalı

"Amme" kelimesi, "âmm, umum"dan türetilmiş olup kapsama ve kuşatma (şümul ve ihate) anlamınadır Her çokluğa, fertleri sayılamayacak oranda çok olan halk topluluğuna ıtlak olunur "Âmm" kelimesinin ifade ettiği çokluk, "âmme" kelimesinin delâlet ettiği şeyde mübâlağalı bir şekilde söz konusu olmaktadır ki, özetle büyük-küçük, erkek-dişi, zengin-fakir, vb her yerde şümulü anlatır Bu bakımından âmme velâyeti, âmme hukuku (kamu hukuku), âmme riyaseti, âmme idaresi (kamu yönetimi), âmme müesseseleri, (kamu kurumları) âmme kudreti (kamu otoritesi), âmme hizmeti (kamu hizmeti) terimlerinde bu genel ve üyesinin sayısız çokluğu anlamı vardır Nitekim devlet kurumunun nüfus, ülke, hâkimiyet unsurlarından birincisi olan nüfus miktarının çokluğunu "Âmme" kelimesiyle anlatmak söz konusudur

Aslında "Âmme" kelimesiyle anlatılmak istenen devlettir Çünkü devlet son tahlilde "fertlerden" oluşturulmaktadır Yani devlet, varlığını fertlerin oluşturdukları toplulukta bulmakta, dolayısıyla devlet bu topluluğa mal edilerek devletle topluluk aynı şeyler telakkî olunmaktadır Devlete atfedilen gerçeğin aslında devleti meydana getiren kamuya raci bulunduğu söylenebilir Âmme hukuku denildiğinde, doğrudan doğruya fertlerden oluşan kamuya şâmil, onunla ilgili bir hukuk dalı sözkonusu olmaktadır Başka söylenişle bu hukuk dalının, kamuya aidiyetini belirtmek için "Âmme" kelimesiyle tanımlanmaktadır Ancak buradaki kamu, kendi hukukî anlamını devletle bulduğuna göre, devlete has hukuk şeklinde tanımlanan yaygın ve doğru kabul edilmiştir

Demek oluyor ki, bir toplumu meydana getiren fertlerin müştereken sahip bulundukları kuvvetten, yetkiden, o fertler ile onları yöneten ve koruyan üstün ya da kamu otoriteleri (devlet) arasında riayet olunması gereken ilişkiler akla gelir Bu bakımdan fertler veya şahıslar ile devlet arasındaki ilişkileri gösteren, şahısların devlete karşı sahip bulundukları hak ve yetkileri, ayrıca yapmakla yükümlü bulundukları ödevleri tayin eden ve düzenleyen dolayısıyla hukuk biliminin bir dalını meydana getiren usûl ve kuralların bütünü, âmme hukuku kapsamında düşünülebilir

Tarihi Gelişim: Âmme hukukunun genel hukuk içindeki yerinin belirlenmesi konusu tartışılmıştır Bir anlayışa göre ilk defa Roma hukukçuları tarafından tespit edilen ve Roma hukuk külliyeti (corus iuris) içinde yer alan tasnifte, ilki, kamu menfaatiyle ilgili "devlete ait hukuk" veya "devlet hukuku" şeklinde nitelendirilmesi mümkün "âmme hukuku" (ius publicum); ikincisi özel menfaatle ilgili "özel hukuk" (ius privatum)tur

Fakat bu tasnifin hakikate, özellikle de hukukun mahiyetine uygun olmadığı ileri sürülmüştür Çünkü kamu menfaatiyle özel hukukun sınırlarının kesin ve açık bir şekilde tespiti mümkün olamayacağı gibi, tasnifin dayandığı esas (menfaat) da hukukun mahiyetini tam anlamıyla ifadeden uzaktır Kaldı ki hukukta gaye, menfaati korumak ve güvence altına almak olmakla birlikte, asıl gaye hakkın, daha doğrusu adaletin gerçekleştirilmesidir Ayrıca uygulamada kamu özel menfaat ayrımının yapılması daima mümkün değildir Gerçekte sözgelimi âmme hukukunun merkezi olan devlet fertlerin özel menfaatlerine hizmet ettiği gibi mülkiyet ve evlenme gibi özel hukuk müesseseleri de kamu menfaatiyle yakından ilgilidirler Öte yandan bu tasnifin bilimsel olduğu da ileri sürülemez Sözgelimi ferdin hayatını koruyan kanunlar (meselâ temel hak ve özgürlükler kanununda bulunan düşünce özgürlüğü, inanç ve vicdan özgürlüğü, çalışma hakkı vb) âmme hukuku kapsamındadırlar Kaldı ki, Roma hukukundaki bu tasnifin aksine Germen hukukunda böyle bir ayrım kabul edilmektedir

İslâm hukuku (fıkıh) böyle bir ayrımı kabul etmemektedir Çünkü İslâm hukukunun, kaynağı, mahiyeti, usûlü ve dayandığı kavramların kendine has oluşu sebebi yanında; İslâm dininin esasları da bu türden bir ayrıma cevaz verir nitelikte değildir Ancak bu durum İslâm hukuk teorisi içinde âmme hukukunun bulunmadığı ya da ihmal edildiği anlamına alınmamalıdır Aksine İslâm hukukunun özel hukuk alanında olduğu gibi âmme hukuku alanında da önemli kural ve ilkelerinin bulunduğunu ve şimdiye kadar yapılan incelemelerin bu konuda yeterli bilgileri ortaya koyduğu söylenmelidir Ne var ki, İslâm hukukunun gerek kaynaklarının düzenlenmesi, gerek kavramlarının farklılığı, bu kural ve ilkeleri anlamada özel bir çalışmayı gerektirmektedir Gerçekte İslâm âmme hukukunun devlet, anayasa, idare, ceza hukuku; hukuk felsefe ve sosyolojisi alanında oluşturulan bilgilerini, bu hukukun kaynaklarında toplu bir şekilde bulmak mümkün olmayabilir Sözgelimi âmme hukukunun çeşitli konuları fıkıh eserlerinin kazâ, imâre, siyer, hudûd, fey kısımlarında ele alındığı gibi; es-siyâsetü '-şer'iyye, el-ahkâmü's sultâniyye, el-emvâl adı altında yazılmış bağımsız eserlerde, bazen de tarih ve kelâm kitaplarında incelenmiştir Keza Devletler Umumi Hukuku dalı fıkıh eserlerinin siyer, cihat, meğâzi, nikâh, talâk vb bölümlerinde ele alınmıştır

Demek oluyor ki, âmme hukukunun genel hukuk teorisi içindeki yerini belirlemek Romalılar'ın yaptığı tarife göre yeterli olmadığı gibi, bütün hukuk sistemleri bakımından da ayrı görünüşü vermesi düşünülmemelidir Kaldı ki, kıta Avrupası hukukunda da Romalılar'ın tasnifi önceki yüzyıllardaki önemini ve geçerliliğini pek korur durumda değildir

Âmme hukukunun genel hukuk teorisi içinde yerinin Batı hukuk sisteminde şu şekilde tespit edildiği bilinmektedir:

1-Anayasa hukuku

2-İdare hukuku

3-Ceza hukuku (Bu da kendi içerisinde a) Genel ceza hukuku, b) Özel ceza hukuku, c) Askerî ceza hukuku, d) Milletlerarası ceza hukuku bölümlerine ayrılır)

4-Muhakeme (veya usûl) hukukları (Bu da: a) Medenî-muhakeme hukuku, b) Ceza muhakeme hukuku, c) İdarî yargı olmak üzere üç kısımdır)

5-Umumi âmme hukuku (devlet hukuku)

6-Devletler umumi hukuku

7-İş hukuku

8-Malî hukuk

İslâm hukukunda ise genel olarak üçlü bir tasnif mevcuttur:

1) İbâdad 2) Muâmelât 3) Ukûbât

Fakat bu tasnif bazen şu şekilde de yapılmaktadır:

1) İbâdât

2) Ahvâl-i şahsiyye (şahıs ve aile hukuku)

3) Muâmelât (kısmen medeni ve borçlar hukuku)

4) Ahkâm-ı Sultâniyye (velayet-i amme): Anayasa, idare, kısmen ceza hukuku,

5) Ukûbât (ceza hukuku)

6) Siyer (devletler umumi ve kısmen devletler hususi hukuku)

7) Âdâb (ahlâk ve muâşeret)

Âmme hukukunun mahiyetine gelince: Amme hukuku, devlete uygulanan hukuk kurallarının bütünü, kısacası devlet hukuku olarak tanımlanabilir Yani bu hukukun konusu bizzat devlet, devlet teşkilâtı ve organları, hükûmet ve idare ile faaliyetleri, bunlarla fertler arasındaki ilişkilerdir

Kısacası âmme hukuku, devlet ve devlet ile ilgili ilişkileri düzenleyen hukuk kuralları ve müesseselerinin bütününü ihtiva eden bir hukuk dalıdır Amme hukukunda hukuki ilişkinin taraflarından birisinin mutlaka devlet veya âmme hükmî şahıslarından birinin olması gerekmektedir Genellikle bu ilişkilerde kamu menfaati hakim ve üstün mevkide bir eşitlik değil, devlet veya kamu hükmî şahısları lehine fertler aleyhine bir üstünlük kamu menfaatlerini önde tutma sözkonusudur

İsmail KILLIOĞLU

ANASIR-I ERBAA

Dört unsur Unsurların çoğul haline anasır denmektedir Çeşitli cisimlerin kendisinden meydana geldikleri asıl'a unsur adı verilir

Anâsır-ı erbaa felsefî bir terimdir Anâsır-ı erbaa, yaşanılan alemde var olan nesnelerin asılları olarak farzedilen ateş, su, hava ve topraktır Bu terim, felsefe tarihi içerisinde çeşitli teorilerin kalkış noktası olmuştur Bu terime ilk defa eski Yunan düşüncesinde rastlanır Sicilyalı Empedokles'in ilk olarak bu fikri ortaya attığı söylenmektedir Empedokles'e göre, sevgi ve nefret kâinattaki devamlı ve değişmez unsurdur Heraleitos da kâinatta değişme ve hareket olduğunu; bu dört ana unsurdan biri olarak düşündüğü ateş'teki değişmeden ilham alarak öne sürmektedir

Eski inanç ve felsefeler, insan ve kâinatın, toprak, su, hava ve ateş gibi dört temel maddeden hasıl olduğunu ileri sürmüşlerdir Bu dört temel unsurdan; kuruluk, rutubet, sıcaklık ve soğukluğun da ortaya çıktığı söylenmiştir

Bu görüş bazı İslâm filozoflarına da tesir etmiştir Fârâbî'ye göre bu alem, göklerdeki feleklerin yardımı ile ilk dört unsurun varlığının illetidir O, bu dört unsurun madde ile ilgileri bulunmayan saf suretler olduğunu belirtir ve devamlı hareket halinde bulunan fikirler olduğunu söyler Bunun sonucu olarak faal aklın Ay'ın altında ve arzın üzerinde bulunan alemi idare etmekte olduğu sonucuna varır Aynı şekilde on aklın doğrudan veya dolayısıyla Vacibü'l-Vücut'tan geldikleri için ilâhî mahiyette oldukları kabul edilir Alemin kendisinden meydana geldiği anâsır-ı erbaa da, bu ilâhî iradeye tâbi olur Çünkü bütün eşya ve akıllar, varlıklarını ve kudretlerini bir olan yaratıcıdan almışlardır Sonuç olarak Fârâbî, bu âlemin ilâhî iradenin bir tecellisi olarak dört unsurun birbiriyle karışımı, bileşimi veya çözülmesinden meydana geldiğini söyler

Ana çizgisi itibariyle vahdet-i vücudcu bir anlayış özelliği gösteren bu mesele, Batı tesirinde kalan felsefî bir kâinat açıklaması olarak göze çarpmaktadır Dikkati çeken yönü, müslüman ilim adamlarının bu "faraziye" niteliğindeki görüşe dayanarak bazı açıklamalar yapmış olmasıdır

İA

ANAYASA

Herhangi bir devletin mahiyetini, yani asli organlarını: bu organların, kuruluş, teşkilâtlanış ve işleyiş tarzlarını, birbirleriyle olan yetki ve sorumluluk ilişkilerini, devletin üstün otoritesi (iktidarı) altında bulunan insanların temel hak ve özgürlükleriyle ilgili hukuk, ilke, kural ve kurumların neler olduğunu belirleyip gösteren temel belge Bu anlamda, maddî bakımdan anayasa kurallarını ayırıma yarayacak kıstas, bu kuralların ilişkili bulundukları konular olmaktadır ki, bu konuların kapsamına girecek bütün hukuk kuralları ve belgeleri anayasa kavramı içinde düşünülmelidir Başka söyleyişle, herhangi bir devletin siyasî teşkilâtını ilgilendiren ve temel organlarının kuruluş, görev ve faaliyetlerini, bu organlar ile insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen kural ve ilkelerin bütünüdür

Devletin dayandığı temel yasa olarak anayasa bu bakımdan ferdin hak ve özgürlüklerini belirlemek ve tanımak; korumak ve gözetmek, özetle güvence altına almak için gerekli düzenlemeyle birlikte zorunlu işlemleri ortaya koyar İşte bu düzenleme ve işlemler o devletin mahiyet, nitelik ve türünü tespit etmek bakımından bir temel kıstas olma özelliği de taşır ki; "hukuk devleti" "totaliter devlet", "sosyal devlet", "adaletli devlet" gibi nitelemelerin yapılmasına imkân verir

Anayasa Türleri: Aslında anayasaları yapılış şekli, kaynağı, muhtevası, hukuk sistemi içindeki konumu vb gibi açılardan türlere ayırmak mümkün olabilir Ancak anayasa hukuku açısından birbirleriyle yakın ilişkileri bulunan iki ayrımın üzerinde durulması yerinde olur:

Yazısız-Yazılı Anayasalar: Anayasanın maddî ve şeklî bakımdan tanımına bakıldığında, muhteva ve şekil yönünden öteki yasalardan farklılık gösterdiği görülür Başka söyleyişle anayasa, devletin siyasî kuruluşuna, kamu otorite ve organlarıyla bunlar arasındaki ilişkilere; hükümetin oluşturulmasına, devletin şekline, özetle bu ve

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (A)

Eski 11-04-2012   #24
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (A)



Ankebut Sûresi

Kur'an-ı Kerîm'in yirmidokuzuncu suresi Mekke'de nazil olmuştur Altmışdokuz ayet, yediyüz****enbeş kelime, dörtbinikiyüzonbir harften ibarettir Fâsılası mim, nûn, râ harfleridir Adını kırkbirinci ayetinde geçen "Ankebût" kelimesinden almıştır Ankebût, örümcek demektir Ayetin bütünü içinde şu şekilde kullanılmıştır:

"Allah'tan başka veliler (Dostlar, yönetici ve liderler) edin(ip onlara bağlan)anlar (kendisine) bir ev edinen örümceğe benzerler Evlerin en çürüğü örümcek evidir Keşke bilselerdi " (29/41)

Burada kâfirlerin kurdukları düzen ve sistemler, sürdürdükleri yönetimler son derece zayıf ve her an yıkılmağa ve çökmeye hazır olduğundan en zayıf bir yapı olan örümcek ağına benzetiliyor Örümcek ağı bir ev ve barınak olarak ne kadar çürük ise, kâfirlerin tapındığı putlar, tutundukları tâğût ve düzenler o kadar aciz ve o kadar zayıftır

Ankebût suresi Mekki surelerdendir Bazı rivayetlere göre baş tarafındaki onbir ayet Medine'de nazil olmuştur Zira bu kısımda cihad'dan ve münâfıklardan söz edilmektedir Ancak sekizinci ayetin Sa'd ibn Ebi Vakkâs hakkında nazil olduğu bilindiğinden bu surenin Mekke'de hicret günlerine yakın bir zamanda indiği görüşü kuvvet kazanmaktadır Böylelikle surenin bütünü için Mekki demek daha uygundur Surenin başındaki cihat ile ilgili kısımlar bilinen "kıtal" anlamında değil, müşriklerin işkence ve zulümlerine karşı sabredip insanın nefsiyle cihat etmesi anlamında kullanılmıştır

Surenin sebeb-i nüzûlü hakkında üç rivayet zikrediliyor:

1-Ammâr b Yâsir, Ayyâş b Ebi Rebîa, Velid b Velid ve Seleme b Hişâm Mekke'de işkence çekiyorlardı Ammâr'ın annesi, Ebu Cehil tarafından feci bir şekilde dövülmüş, sıcak günde demir zırh giydirilerek güneşin altında eziyet edilmişti Sure bu eziyetlere sabredilmesi gerektiği hakkında nazil olmuştur

2-Mekke'de birtakım insanlar İslâm'a girmişlerdi Hicret ayeti nazil olunca ashab-ı kirâm Medine'den bunlara "Hicret etmedikçe ikrarınız kabul olunmayacak, derhal Medine'ye geliniz" diye haber göndermişlerdi Bunlar derhal Medine'ye doğru yola çıktılar Müşrikler bunları takib ederek geri çevirdiler

Bu sefer de Medine'den onlara "hakkınızda şöyle şöyle ayetler nazil oldu" diye haber gönderdiler Bunlar da tekrar yola çıktılar Müşrikler yine onları takib ettiler Aralarında çarpışma çıktı Müslümanların kimi şehît oldu, kimi kurtuldu Bu olay ile ilgili hükümler nazil olmuştur

3- Bedir savaşında ilk şehit olan Mihca' b Abdullah hakkında nazil olduğu da rivayet edilir

Sure baştan sona bir tek çizgi üzerinde toplanmaktadır Önce iman ve imtihandan söz etmekte, kaynağının ruhlarda olduğu açıklanan gerçek iman mükellefiyetlerine değinmektedir Buna göre iman dille söylenip geçilen bir söz değil, zorluklara ve sıkıntılara karşı dayanmak ve sıkıntılarla yüklü bulunan ilâhî emirleri sabırla taşımaktır Bu surenin temel ekseni budur

Bir gün Resulullah (sas) "Gerçekten Aziz ve Celîl olan Allah bana dünya hazinelerini ve arzulara uymayı emretmedi Ben ne altın ne de gümüş biriktirmedim Yarın için bir rızık ayırmadım" buyurdu Bir topluluk Resulullah'a gelip: "Ey Allah'ın Resulü, biz sana inanırız Fakat biz sayıca çok azız Bedeviler daha çoktur Bizim sayımız onların sayılarına eriştiği vakit biz de inanır ve bol rızka kavuşuruz" dediklerinde bu surenin altmışyedinci ayeti indi: "Çevrelerinde insanlar kaçırılıp zulmedilirken, Biz'im Mekke'yi mukaddes ve emin bir belde yaptığımızı onlar görmüyorlar mı? Yoksa batıla inanıp da Allah'ın nimetine küfür mü ediyorlar?" (29/67)

Ankebût suresinde Cenâb-ı Hakk'ın emrettiği düsturları şöylece sıralayabiliriz:

Allah'dan başkasına ibadet edenlerin amellerinin örümcek ağı kadar dayanıksızlığı ve amellerinin boşuna olduğu,

Mü'minlerin kâfir toplum ve yönetimlerin hükmü altında yaşarken sıkıntıya uğramalarının kaçınılmaz olduğu, ancak Allah'ın ahirette bunları mükâfatlandıracağı

Sure, Allah'a iman ile bu yolda çekilen sıkıntılar mihveri etrafında dönüyor Sure hemen: "İnsanlar, "inandık" demekle bırakılacaklarını mı sanıyorlar?" diye başlıyor Bu hususta dayanmanın lüzumuna işaret ediyor Eğer insanların işkencesi mazeret gösterilecek olursa, Allah'ın azabının daha şiddetli olduğu belirtiliyor

Allah Resullerinin, Allah'ın rızasını elde etmek için çalışmaları sırasında başlarına gelen sıkıntılara katlandıkları ve hayırlı neticeler elde ettikleri, buna karşılık onları yalanlayan ve inananlara işkence eden zâlimlerin helâk olduğu, ifade ediliyor

Cenâb-ı Allah, kendisine iman edenleri teselli etmek için, insanlık tarihinden misaller veriyor ilk önce Hz Nuh'u örnek gösterip onun Allah yolunda 950 yıl mücadele ettiği ve bu kadar çabasına rağmen ancak pek az sayıda insanı yola getirebildiği ifade ediliyor Daha sonra sırasıyla Hz İbrahim, Hz Lut ve Hz Şuayb'i zikredip bunların hayatlarından, mücadelelerinden misaller veriyor Salih ve müminlerin ahiret mükâfatını kazandığını; Âd, Semûd gibi kâfir ve zalim kavimlerin, Firavûn, Kârûn ve Hâmân gibi maddeperest ve düzenbaz kimselerin helâk olduklarını bildirip, müminleri, Allah yolundaki mücadelelerinde direnmeye davet ediyor

Ayrıca Allah'ın diniyle çelişen isteklerde bulunmaları hâlinde, ana-babaya itaat edilmemesi gerektiği,

Kur'an-ı Kerîm'in Rabbimiz'in yüce mucizelerinden biri olduğu, İslâm'a düşmanlık eden kimselerin uğrayacakları kötü sonun hak olduğu; Müminlerin ise Allah'u Teâlâ tarafından sonsuz nimete kavuşacakları, dolayısıyla dünyada bedbin durmamaları gerektiği, Allah yolunda mücadele edenlerin emeklerinin kayıp olmayacağı,

Gerçekten dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğu ve geçici bir hayat oluş gerçeği ile insanların varacakları ahiret hayatının devamlı ve müminlere ikram edilecek uhrevî nimetlerinin ebedî olduğu,

Allah'a iftira edenlerin elbette acıklı azaba uğramayı hak ettikleri düstûrlar hâlinde belirtilir

Ayrıca Ankebût Hz Peygamber'in Hicret'i sırasında Sevr Dağı'ndaki Hıra Mağarası'na Hz Ebû Bekir ile birlikte sığındığında mağaranın kapısını anında ördüğünden dolayı da İslâm tarihinde ayrı bir kavram olarak geçmektedir Mekkeli müşrikler Resulullah'ı öldürmek üzere Mekke'den çıkıp etrafı aradıklarında küçük bir kafilenin Hıra Mağarasına vardığını gördüler Ve develerin izini takip ederek oraya ulaştılar Fakat Mekkeliler Hıra Mağarası'na geldiklerinde mağara kapısının bir örümcek tarafından ağla örülmüş olduğunu ve bir çift güvercinin orada kurdukları bir yuvada yumurtladıklarını görmüşlerdi Kureyşli müşrikler bu durumda mağarada kimsenin olabileceğine asla ihtimal vermeden geri döndüler İşte Ankebût (örümcek) İslâm tarihine bu şekilde bir kavram olarak geçmiştir

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (A)

Eski 11-04-2012   #25
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (A)



Anne-baba

Toplum yapısının temeli olan ailenin kurucuları ve en önemli iki unsuru

Allah'ın insanlardan korunmasını istediği beş kutsal şeyden biri de, neslin devamıdır Neslin devamını Allah (cc), canlıların kabiliyet ve yapılarına göre belli kanunlara bağlamıştır Neslini devam ettirebilmek için en büyük zorluklarla karşılaşan canlı da insanoğludur İnsan, canlıların en güçlüsü olmasına rağmen, doğduğu anda en zayıf olanların başında gelir Bazı hayvan yavruları doğumdan hemen sonra, bir kısmı da kısa bir zaman sonra ayağa kalkabildiği, ihtiyaçlarını gidermeye başlayabildiği hâlde insanoğlu ancak, doğumundan yıllar sonra bu seviyeye gelebilir Neslin devam edebilmesi için bütün bu zorlukları çeken ana babalardır Anne, yavrusunu dokuz ay karnında taşır, hamilelik süresince pek çok güçlükle karşılaşır, hayatî tehlikeleri de göze alarak çocuğunu doğurur Hiç bir şeye gücü yetmeyen bebeğini büyütmek için, uykusundan, istirahatinden, sıhhatinden feragat eder Nitekim Cenâb-ı Allah şöyle buyurur:

"Biz, insana, ana-babasına iyilikte bulunmayı tavsiye ettik Özellikle de anasını tasviye ederiz ki, o, kat kat zaafa düşerek ona hamile kalmış, emzirmesi de tam iki sene sürmüştür Binaenaleyh; bana ve ana-babana şükret " (Lokman, 31/14) Aile ve çocuğun ihtiyaçlarını temin etmek için baba yılmadan, usanmadan çalışır, yemez yedirir, giymez giydirir Çocuğun bir yeri ağrısa, onlar daha fazla rahatsız olurlar Çocuklarının rahatını kendi rahatlarına tercih ederler Bu zahmetli meşgale, değişik safha ve şekillerde olmak üzere yirmi otuz yıl devam eder Hatta, ana-babanın çocuğuna gösterdikleri ilgi hayat boyu sürer gider

Allah'ın, ana-baba ve çocuklar arasında yarattığı sevgi ve saygıdan kaynaklanan işte bu hak-görev ilişkisi, insan neslinin yozlaşmadan, sıhhatli ve sağlam bir şekilde devam edebilmesinin ve vazgeçilmez bir şartıdır

Ana-babanın çocuklar üzerindeki haklarını şöyle sıralayabiliriz:

1 İtaat (saygı): Çocukların ana-babalarına karşı en önemli görevleri onlara itaat etmek, yapılması haram olmayan isteklerini yerine getirmektir Cenâb-ı Allah şöyle buyurur: "Biz insana, ana-babasına iyilik yapmasını tavsiye ettik Bununla beraber, hakkında bilgi sahibi olmadığın (ilah tanımadığın) bir şeyi bana ortak koşman için sana emrederlerse, artık onlara bu hususta itaat etme" (el- Ankebût, 29/8) Bu ayet ashabtan Sa'd b Ebi Vakkâs hakkında nazil olmuştur Hz Sa'd olayı şöyle anlatmaktadır: "Ben anneme hürmet ve itaat eden bir çocuktum, müslüman olunca annem bana:

-Sa'd! bu yaptığın nedir? Ya sen bu yeni dinini bırakırsın, yahut da ben yemem içmem ve sonunda ölürüm Sen de benim yüzümden; "anasının katili!" diye ayıplanırsın, dedi Ben; "Anneciğim böyle yapma İyi bil ki, ben bu dini bırakmam!" dedim Ve iki gün iki gece bekledim Kadın ne yedi, ne içti Bunun üzerine:

"-Vallahi anne, iyi bil ki, senin yüz canın olsa da bunlar birer birer çıksa, ben bu dinimi yine bırakmam Artık ister ye, ister yeme" dedim Bu azmimi görünce annem bu direnmesinden vazgeçti Bunun üzerine yukarıdaki ayet-i kerîme nazil oldu (Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, XII, 121 )

Peygamber Efendimiz de bir hadislerinde: "Allah size, annelerinize itaatsizliği Haram kıldı" (Buhârî, Edeb, 4)

Yukarıda zikredilen ayet ve hadislerden de anlaşılacağı gibi ana-babaların istek ve arzularını yerine getirmek, onlara karşı çıkmamak Allah'ın emridir Ancak, ana-baba çocuğundan Allah'a karşı gelmesini, O'nu inkâr etmesini, farz kıldığı bir şeyi yapmamasını, haram kıldığı şeyleri yapmasını emrederse; onların bu istekleri yerine getirilmez Çünkü Allah'a isyan olan hususta, ana-baba da olsa, insanlara itaat edilmez

2 Ana-babaya iyi davranmak Allah'u Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de, insanın kimlere karşı görevleri olduğunu sıralarken şöyle buyurur:

"Yüce Rabb'ın şöyle emretti; Yalnız Allah'a ibadet edeceksiniz, ana-babalarınıza iyilik yapacaksınız Şayet bunlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlarsa sakın onlara "öf " dahi deme, yüzlerine bağırma, onlara tatlı söz söyle Onlara, merhamet belirtisi olarak tevazu kanadını aç da, "Ya Rab, küçüklüğümde bana şefkat gösterdikleri gibi, sen de onlara merhamet et" de "(el-isrâ, 17/23-24)

Peygamber Efendimiz de "kime iyilik yapayım?" diye üç defa soran bir sahabiye, üç defasında da, "annene" cevabını verdikten sonra dördüncü soruda, babasına iyilik yapması gerektiğini söylemiştir (Buhârî, Edeb, 2; Müslim, Birr, 1)

Ana-baba, çocuklarına yeteri kadar iyilik yapmamış olsalar, hatta bazı zararları dokunmuş olsa da, çocuklar, onlara yine de iyi davranmak mecburiyetindedir Çünkü insanlar yaşlandıkça çocuklaşır Çocukluğumuzdaki yanlış ve zararlı davranışlarımızı güler yüzle karşılayanlar bize muhtaç duruma gelince onlara, bize yaptıkları gibi iyi davranmamız aynı zamanda bir şükran borcudur

3 Maddî ihtiyaçlarını gidermek Yaşlanıp kendi ihtiyaçlarını temin edemez hâle gelince ana-babaların bütün ihtiyaçlarını temin etmek çocukların görevidir Bu görev sadece ahlâkı olmayıp, hukuken de vardır Bu görevini yerine getirmeyen kimse İslâmî yönetim tarafından buna zorlanır Allah bu görevi evlâtlara yüklemektedir: "Ey Peygamber! Sana ne sarfedeceklerini soruyorlar De ki, sarfedeceğiniz mal ana-baba, akrabalar, yetimler, düşkünler ve yolcular içindir Yaptığınız her iyiliği Allah bilir " (el-Bakara, 2/215)

Ashab-ı Kirâm'dan Ebu'd-Derdâ Hz Peygamber'in (sas) kendisine dokuz önemli şey tavsiye ettiğini, bunlardan birinin de; ana-baba da dahil olmak üzere aile fertlerinin ihtiyaçlarını karşılamak olduğunu belirtir (Buhârî, el-Edebü'l-Müfred, 9) Yine Peygamberimiz, cihada katılmak isteyen bir sahabiyi, ihtiyaçlarından dolayı, ana-babasının yanına göndermiştir (Buhârî, el-Edebu'l-Müfred, 9)

4 Saygısızlık etmemek İslâm ümmetinin prensibi büyüklere saygı, küçüklere sevgidir Saygıya en lâyık olanlar, saygıda kusur etmeyi dahi aklımızdan geçirmememiz gerekenler de ana-babalarımızdır Bir gün Peygamberimiz (sas) ashabına;

-"Size, büyük günahların en büyüğünü bildireyim mi?" diye üç defa sordu Üç defasında da "evet bildir, Ey Allah'ın Resulü" diyen-ashab-ı kirâma bunların sırasıyla; "Allah'a ortak koşmak, ana-babaya karşı gelmek, haksız yere adam öldürmek ve yalan söylemek" olduğunu belirtir (Buhârî, Edeb, 6)

"Ana-babamı ağlar hâlde terkederek, hicret etmek üzere senin emrini almaya geldim" diyen bir sahabiye Peygamberimiz (sas):

-"Onlara dön, nasıl ağlattınsa onları öylece güldür, sevindir" der ve henüz müslüman dahî olmayan ana-babasının yanına gönderir

5 Rızalarını almak İnsanın dünyadaki en büyük görevi şüphesiz ki, Allah'ın rızasını kazanmaktır Bundan hemen sonra rızasını almamız gerekenler ise, ana-babalarımızdır Çünkü, yukarıda geçen ayetlerde de görüldüğü gibi Allah'u Teâlâ, kendisine ibadetten hemen sonra ebeveyne iyiliği emretmiş , Peygamberimiz de (sas): "Allah'ın rızası, babanın rızasında, gazabı da gazabındadır" (Buhârî, el-Edebü'l-Müfred, 1; Tirmizî, Birr, 3) buyurmuştur İyilik yapmada babadan önce gelen annenin durumu da, tabii ki böyledir

Peygamberimiz (sas) çok öfkeli bir şekilde üç defa, "Yazıklar olsun o kimseye " dediğinde Ashab-ı Kiram; "Kimdir o? Ey Allah'ın Resulü! " diye sorunca;

"Ana-babası veya bunlardan birisi yanında ihtiyarladığı hâlde, Cennet'e giremeyip Cehennem'i boylayan kimse" der (Müslim, Birr, 9)

Abdullah b Amr b el-Âs'ın anlattığına göre, bir adam peygamberimiz (sas)'e gelerek cihada gitmek için izin istedi Peygamberimiz de ona; "Annen baban sağ mıdır?" diye sordu Adam: "Evet", deyince Resulullah (sas): "O hâlde sen önce onların rızasını almaya çalış, " buyurarak ona bu görevini hatırlattı (Tecrid-i Sarih Tercümesi, VIII, 377)

6 Kötü söz söylememek Onları incitecek her tür kötü söz ve davranıştan kaçınmak gerekir Bu kötü davranışların ebeveyne doğrudan yapılması haram olduğu gibi, onlara kötü söz söylenmesine sebep olmak da haramdır Cenâb-ı Allah'ın, "Onlara öf dahî demeyin" yasağı yanında Peygamberimizin şu hadis-i şerîfi de çok dikkat çekicidir:

"Bir kimsenin ana-babasına sövmesi büyük günahlardandır"

-Ashab-ı Kirâm: "Bir kimse ebeveynine nasıl söver?" deyince,

-Efendimiz (sas): "Biri başkasına kötü bir söz söyler, o da tutar bunun ebeveynine söver" diye cevap verdi (Buhârî, Edeb, 4)

7 Öldüklerinde hayırla anmak, dua etmek Ana-baba ölmekle onlara karşı olan sorumluluklar bitmez Onların temiz hatıralarını devam ettirmek gerekir İnsanları insan yapan da bir bakıma, nesilden nesile miras olarak intikal eden bu güzel duygu ve hatıralardır Peygamberimizin; "Sevgi, verâset yoluyla kazanılır" (Buhârî, el-Edebü'l-Müfred, 22) hadîsi de bu gerçeği ifade etmektedir Böylece, nine ve dedelerle torunlar arasında bir sevgi bağı kurulmuş olur Onları hayırla anmak, bağışlanmaları için dua etmek, Allah'u Teâlâ'nın Kur'an-ı Kerîm'de bize öğrettiği dualardandır; "Ey Rabbimiz! İnsanların hesaba çekileceği kıyamet gününde beni, annemi, babamı ve bütün müminleri bağışla " (İbrahim, 14/41 )

Bir sahabî; "Ölümlerinden sonra da ebeveynim için yapmam gereken bir iyilik var mı?" diye sorunca Peygamberimiz (sas) şöyle buyurdu:

"Evet dört haslet vardır:

Onlara hayır duada bulunmak ve Allah'tan, bağışlanmalarını dilemek Varsa vasiyetlerini yerine getirmek Dostlarıyla ilişkiyi devam ettirip ikramda bulunmak Akrabalarıyla ilişkiyi devam ettirmek ki, senin bütün akrabaların ancak onlar vasıtasıyla varolmuştur (Buhârî, el-Edebü'lMüfred, 19)

Ölümlerinden sonra yapılacak duanın ebeveyne faydasını Peygamberimiz (sas) şöyle dile getirir: "İnsan ölünce amel defteri kapanır Ancak şu üç şeyle sevabı devam eder: Sadaka-ı câriye, insanların faydalanacağı bir ilim ve arkasından hayır dua eden bir evlât" (Buhârî, et-Edebü'l-Müfred, 19)

Ayrıca onlara karşı iyi, güzel olan her davranışta bulunmak, kötü, çirkin her hareketten de sakınmak, onlara karşı olan görevlerimizdendir

Hayatta ve öldükten sonra ebeveynine karşı görevlerini yerine getiren, onları memnun edip hayır dualarını alan kimse, dünya ve ahiretin en büyük mutluluklarından birini kazanmış olur Çünkü Peygamberimiz (sas) böylelerinin bereketli uzun bir ömre sahip olacaklarını, ebeveynin kendileri için yapacakları duaların Allah tarafından mutlaka kabul edileceğini ve Cennet'i kazanacaklarını müjdelemektedir

Hz Peygamber (sas) çocukların ebeveynlerine karşı sorumluluklarının ne kadar büyük olduğunu şöyle dile getirmektedir:

"Çocuk, hiç bir iyilikle babanın hakkını ödeyemez Ancak onu köle olmuş bir vaziyette bulur da satın alarak hürriyetine kavuşturursa hakkını öder" (Buhârî, el-Edebü'l-Müfred, 6)

Üzerimizde bu kadar çok emek ve hakları olan anne ve babalarımızı sevmek ve onların sevgisini başka şeylerle değişmemek en önemli ahlakî görevlerimiz arasındadır Bu görev, hayatta iken onlara karşı hürmet, şefkat ve merhamet göstermekle kendilerini hoşnut etmeye çalışmakla yerine getirilir Gerçek anne-baba sevgisinin, "annemi, babamı seviyorum", demekten ibaret olmadığını, onlara karşı maddî-manevî her türlü görevin yerine getirilerek bu sevginin ispat edilebileceğini unutmamamız gerekir

Büreyt'den rivayet edilen bir hadîs-i şerifte; adamın biri Kâ'be'yi tavaf ederken annesini omzunda taşıyarak tavaf ettirmiş Resulullah'ın yanına gelerek:

"-Hakkını ödedim mi?" diye sormuş Resulallah buyurmuşlar ki:

"-Hayır, sana hamile iken alıp verdiği bir nefesin hakkı bile değil"

Bu şefkat dolu tasvirin, insanları anne babalarına teşekküre yönelttiği oldukça açıktır

Abdullah b Mes'ud (ra) Hz Peygamber (sas)'e sordu:

"-Ya Resulullah, amellerin hangisi daha üstündür?" Resulullah:

"- Vaktinde kılınan namaz" buyurdular

Abdullah b Mes'ud diyor ki tekrar sordum:

"-Sonra hangisidir?"

"-Anne-babaya iyiliktir" diye cevaplandırdılar

"-Sonra hangisidir?" dedim

"-Allah yolunda savaşmaktır " diye buyurdular

Hülâsa anneye ve babaya her türlü ikram ve ihsanda bulunmak, onların ihtiyacı olduğu takdirde bütün maddî ihtiyaçlarını gidermek, onlara "öf" bile dememek, onlara karşı daima tatlı dilli olmak, en güzel tavır ve davranışlarla karşılık verip en ufak bir şekilde onları üzmemek bıkkınlığı ifade edebilecek bir tavır takınmamak gerekir Gönüllerini kıracak en küçük bir sözden bile kaçınmak, her hususta rızalarını kazanmağa çalışmak, onları kendisinden memnun etmek, yaşlandıklarında onların her türlü hizmetine koşmak, hastalık anlarında tedavî ve bakımlarını yaptırmak çocukların görevidir Hasta veya yatalak hâllerinde onların hizmetlerinde bulunmak Cennet'in kapılarını aralayan bir davranıştır

Arabulmak

Dargın olanları uzlaştırmak, barıştırmak, birbirine yakınlaştırmak

Müslümanlar, aralarında dargınlığa varacak söz ve davranışlardan sakınmalıdırlar Her şeye rağmen dargınlık olursa dargınlıklarını gidermeye, anlaşmazlıkları çözmeye gayret etmelidirler Bunun da mümkün olmadığı yerlerde, müslümanların, diğer müslüman kardeşlerinin aralarını bulmaya çalışıp, onları barıştırmaları ahlâkî görevleridir Çünkü Allah'u Teâlâ: "Müminler kardeştirler, kardeşlerinizin arasını düzeltin" (el-Hücûrât, 49/10) buyurmuştur

Allah'u Teâlâ, başta aile hayatı olmak üzere, toplum hayatında barış ve anlaşmanın hayırlı bir iş olduğunu bildirmiştir (en-Nisâ, 4/128) Bu sebeple Hakk Teâlâ'nın:"Allah'tan korkunuz ve aranızı düzeltiniz, " (el-Enfâl, 8/1) emrine uymayı hayatımız için bir düstûr kabûl etmeliyiz

Diğer taraftan, Hz Peygamber (sas) müslümanlara arabuluculuk yapmalarım tavsiye ettiğini, kendilerinin de bizzat gidip dargın ve birbiri ile anlaşamayan müslümanları barıştırdığını biliyoruz

Bir gün Resulullah ashabına: "Size, namaz, oruç ve sadakadan daha üstün bir şey göstereyim mi?" buyurdu Onlar: "Evet, ya Resulullah, " dediler Peygamberimiz de sözüne devamla: "Arabulmak, barıştırmaktır; Çünkü aranın bozulması saçı kökünden kazır demiyorum, dini kazır" (Tirmizî, Kıyâme, 56), buyurdu

Bir gün, Medine yakınlarındaki Kuba halkı döğüşmüş, hatta birbirlerini taşlamışlardı Bunu haber alan Peygamber Efendimiz, ashabına: "Haydi bizimle geliniz de onların aralarını düzeltelim," buyurmuş ve Kuba'ya gitmişti (Buhârî, Sulh, 2) Başka bir hadislerinde de Resulullah şöyle buyurmuştur: "Halkın arasını düzelten ve bunun için iyilik kasdiyle söz taşıyan ve yine iyilik düşüncesiyle yalan söyleyen, yalancı değildir" (Buhârî, Sulh, 1)

Bilindiği gibi yalan büyük günahlardandır Karı-koca ve diğer insanların arasını bulmak için buna müsaade edilmesi arabuluculuğun ne kadar önemli bir ahlâkî görev olduğunu göstermektedir

Hz Peygamber:

"Birbirinize kin tutmayın, birbirinizle hasedleşmeyin, birbirinizden arka dönüp uzaklaşmayın Ey Allah'ın kulları! Birbirinizle kardeş olun Bir müslümanın din kardeşini üç günden fazla terk etmesi (yani dargın durması) helâl olmaz," (Müslim, Birr ve Sıla, 23) buyurmuştur

Öyleyse, birbirine dargın olan müslümanların, Peygamber Efendimizin yasakladığı bir konuda kendilerine yardımcı olmaya çalışan, yani onları barıştırmaya, aralarını bulmaya gayret eden müslüman kardeşlerine yardımcı olmaları da ahlâkî görevleri arasındadır Dargın müslümanlar, inatla dargınlıklarını devam ettireceklerine, dinin üç günden fazla dargın durmayı yasakladığını, atalarımızın: "Müslümanın müslümana küslüğü tülbent kuruyuncaya kadardır," dediğini düşünerek arabuluculuk yapmak isteyenlerin bu hayırlı teşebbüslerini bir barışma vesilesi saymalıdırlar

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

"Onların gizli konuşmalarının çoğunda hayır yoktur; ancak sadaka vermeyi yahut iyilik yapmayı ve insanların arasını düzeltmeyi gözeten kimseler müstesna Bunları, Allah'ın rızasını kazanmak için yapana büyük ecir vereceğiz" (en-Nisâ, 4/114)

Bu ayet bize, arabuluculuğun, diğer iyiliklerde olduğu gibi, çıkar gözetilmeden sırf Allah rızası için yapılması gerektiğini, ancak böyle bir düşünce ile yapılan arabuluculuğun ahlâki bir değer ifade edebileceğini göstermektedir

Dinimiz, arabuluculuğu büyük bir fazilet olarak teşvik ederken, aksine arabozmak için söz taşımayı da büyük günah saymıştır

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (A)

Eski 11-04-2012   #26
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (A)



Arafât

Mekke'nin yirmi km uzaklığında ve doğusunda bulunan bir dağ Aynı adı taşıyan ova içinde yaklaşık yetmiş metre kadar yükseklikte bir tepe görünümündedir Tepeye koyu yeşil taş yığınları hakimdir Arafât'a "Cebelü'r-rahme" (Rahmet Dağı) da denir

Hac-ibadetinin rükünlerinden biri olan Vakfe'nin* yapıldığı yer olmasından dolayı büyük bir önem taşımaktadır Bu dağın, ismini nasıl aldığı hakkında çeşitli görüşler vardır:

Rivayetlere göre Hz Âdem (as) ile eşi Hz Havva Cennet'ten çıkarıldıktan sonra yeryüzüne indirilmiş ve bir müddet ayrı kalıp nihayet Arafât Dağı'nda buluşmuşlardır Buluşma anlamına gelen "Ta'arrefe" kelimesinden alınmış ve buraya Arafât denmiştir Bu ismin ve rivayetin Hz Âdem (as) zamanından beri nesilden nesile aktarılmış olduğu ifade edilmektedir ismin nereden geldiğine dair diğer bir rivayet de hacıların Arafât dağındaki vakfeleri sırasında Allah'ın yüceliğini, kendilerinin ihtiyaç ve kulluklarını "i'tiraf" ettiklerinden dolayı buraya Arafât adının verildiği söylenmektedir Bu konu ile ilgili diğer bir üçüncü görüş ise şöyledir: Hac ibadetinin önemli bir rüknü olan vakfeyi tamamlayanlar manevî bir kokuya ("Arf") büründükleri için bu anlamda bu dağa Arafât adı verilmiştir

Cenâb-ı Hak bu dağın adım Kur'an-ı Kerim'de söyle zikretmiştir: "Arafât'tan ayrılıp (seller gibi) akın edince Meş'ar-i Harâm'da* Allah'ı zikredin " (el-Bakara, 2/198)

Hac ibadetini yerine getirmek üzere orada bulunan müslümanlar Terviye'den (yani Zilhicce'nin sekizinci günü sabah namazını Mekke'de kıldıktan) sonra Mina'ya, sonra Arefe günü sabah namazını kıldıktan sonra Arafât'a çıkarlar Haccın farzlarından biri olan vakfe Arefe günü zeval vaktinden başlar, nahir günü yani bayramın birinci günü sabah namazı vaktine kadar süren zaman içinde yapılır Genellikle Arefe günü akşamı Arafât'tan ayrılma işlemleri başlar

Hz Peygamber (sas)'in bir hadîsine göre Arafât'ın her yeri vakfe yeridir Buna göre vakfe için belli bir yer söz konusu değildir Arafât dağında vakfe sırasında Allah'a dua etmek ve isteklerde bulunmak müstehabtır Arefe günü Arafât'ta vakfe yapmanın önemi ve fazileti hakkında Resulullah şöyle buyururlar: "Cenâb-ı Hakk'ın, Arefe günü (vakfe sırasında) Cehennem'den azad ettiği kulların sayısı diğer günlerde azad edilenlerle kı yaslanmayacak kadar çoktur Allah, Arefe günü vakfe yapanlara yaklaşır Sonra onlarla meleklere karşı iftihar ederek 'bunlar ne istiyorlar ki bütün işlerini bırakıp burada toplandılar' der" (Müslim, Hacc, 1348) Ebû Katâde Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Ben Allah'dan umuyorum ki Arefe günü tutulan oruç, içinde bulunulan seneden önceki ve sonraki seneye keffâret olur " (İbn Mâce, Siyam,40; Dârimî, Savm, 54; Ahmed b Hanbel, V, 296-297) Bu hadis şöyle yorumlanır: Eğer küçük günahlar işlemişse yahut işleyecekse onlar afvedilir, eğer küçük günahı yoksa büyük günahları hafifletilir, büyük günahı da yoksa derecesi yükseltilir (et-Tâc, el-Câmi'u li'l-Usûl, II, 95) Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulur: "Ben şurada kurban kestim, Mina'nın her tarafı bir kurban yeridir Konakladığınız yerde kurban kesiniz Ben şurada vakfe yaptım Arafât'ın her tarafı vakfe yeridir" (Müslim, Hacc)

İA

ARÂZÎ

Arzlar, yerler, topraklar

İslâm'ın çıkışından bu yana, değişik dönemlerde araziler için farklı uygulamalar görülmüş ve bunlar hukukî statülerine göre çeşitli isimler almıştır Mülk, mîrî, haraç, öşür, vakıf, metrûk, mevat (ölü) arazi bunlar arasındadır Yine mîrî arazinin kullanım şekillerinden olan tımar, zeâmet ve has daha sonraki devirlerin arazi çeşitlerindendir İslâm'da arazi uygulamasının menşe ve delillerine göz attıktan sonra bu arazi çeşitlerini açıklayacağız Bir belde arazilerinin statüsü, başlangıçta fethedilme şekline göre belirlenir

Kendileriyle savaş yapılan düşman İslâm'ı kabul ederse mallarını ve canlarını korumuş olur Savaş yapılmaksızın müslüman olan toplumlar hakkında da hüküm böyledir Hadis-i Şeriflerde şöyle buyurulur: "Bir kavim, bir topluluk müslüman oldukları zaman canlarını ve mallarını korumuş olurlar " "Bir mala sahip olan kimse müslüman olduktan sonra da onun malikidir" (Ebû Ubeyd, Kitâbü'l Emvâl, Kahire 1968, s 397; Ebû Dâvud, Bâbu İktaı'l-Ardıyn, III, 234, No: 1067) Bu hüküm menkul ve gayri menkul bütün mallar hakkında geçerlidir İmam Ebû Yusuf bu çeşit toprakların, İslâm'a giren Medineli müslümanların toprakları gibi öşür arazisi olacağı kânaatindedir (Kitabü'l-Harâc, s 74, 75)

Düşman, İslâm'a girmeyip de toprakları sulh yoluyla fethedilmişse, anlaşma şartlarına uyulur Hadis-i Şerifte şöyle buyurulmuştur: "İleride siz bir toplulukla savaşacaksınız, savaştığınız bu kimseler, bazı durumlarda mallarını kalkan yapmak suretiyle canlarını ve ailelerini koruyacaklar ve sizinle sulh anlaşması yapacaklardır Bu takdirde onlardan, yaptığınız anlaşma hükümleri dışında birşey istemeyiniz, almayınız Çünkü; bu sizin için helal olmaz" (Ebû Dâvud, ibn Mâce, Ebû Uheyd, age, s 210) Bu şekilde gayri müslim maliklerinin elinde kalacak olan araziler "Harac arazisi" olur Hz Peygamber Necran, Eyle, Ezriat, Hecer ve diğer yerler halkından anlaşma yaptığı kabileleri mülklerinde serbest bırakmış, sadece bunlarla yapılan anlaşmada kararlaştırılan cizye ve harac vergisini almakla yetinmiştir Hz Ömer devrinde Necran halkı, Irak ve Suriye'ye nakledilirken, bunların herbirine Necran'da sahip oldukları arazi ve meskenlerin yerine, buradan boş araziler verilmesi ve kendilerine kolaylık gösterilmesi valilerden istenmiştir (Kitabü'lEmvâl, s 274; Kitâbü'l-Harâc, s 75)

Düşman toprakları zorla fethedilmişse, İslâm devlet başkanı bu topraklar ile ilgili olarak üç çeşit yetkiye sahiptir:

a) Topraklar eski sahiplerinin ellerinde bırakılır ve halk İslâm'a girince bunlar öşür arazisi olur Hz Peygamber'in Mekke arazileri için uygulaması bu yolda olmuştur

b) Bu araziler ganimet sayılarak, beşte dördü gazilere, beşte biri beytü'l mâle* bırakılır (el-Enfal, 8/41) Böylece bu topraklar onların mülkü ve öşür arazisi olur Hz Peygamber zorla fethedilen Hayber arazisini eski sahiplerinin ellerinde bırakmamış, beşte dördünü bu gazveye katılan gazilere, beşte birini ise beytü'l-mâl'e tahsis etmiştir

c) Hz Ömer'in ilk olarak Suriye ve Irak toprakları için tuttuğu yol, daha sonra fethedilen ülkelerin toprakları hakkında uygulanan genel kaide olmuştur Irak, Suriye ve Mısır toprakları fethedilince Zübeyr, Abdurrahman b Avf ve Bilal ile aynı görüşü paylaşan bir grup sahabi, bu toprakların ganimet olarak kabulü ile Resulullah (sas)'ın Hayber topraklarını dağıttığı gibi dağıtılmasını istediler Halife Hz Ömer bu teklifi kabul etmedi Muaz b Cebel ve Hz Ali gibi sahabe büyükleri de Hz Ömer'i destekledi

Hz Muaz şöyle diyordu "Müminlerin emiri! Bu toprakları gazilere dağıtırsan hoşa gitmeyen şeyler ortaya çıkar Toprakların büyük kısmı müslümanların eline geçer Sonra, bu toprak sahipleri zamanla ortadan kalkar ve büyük topraklar bir kişinin elinde toplanır Onun için bu topraklara şimdiki müslümanların da, sonra gelecek olanların da faydalanmasını sağlayacak bir statü ver" Hz Ali de şöyle diyordu: "Bu toprakların sahiplerini topraklarında bırak ki, müslümanlara yardımcı olsunlar" (Kitâbü'l-Emvâl, s 83-85, No: 152-153) Hz Ömer de, "Bu toprakları dağıtırsam sizden sonra gelecek müslümanlara ne kalır? Sonra, taksim edersem sular yüzünden aranızın bozulmasından da korkarım" demiştir (Kitâbü'l-Emvâl, s 85) Müzakereler sonucunda Ensar'ın ileri gelenlerinden on kişi şûrâ için çağrıldı Şûrâ, Hz Ömer'i dinledikten ve işi müzâkere ettikten sonra, Hz Ömer'in ictihadına uydu Yani bu bölgelerin arazileri, gayr-i müslim olan eski maliklerinin elinde bırakıldı Kendilerine arazileri için haraç vergisi, şahısları için de cizye bağlandı Böylece bu topraklar haraç arazisi statüsüne girdi (M el-Hudarî, Târihu't-Tesrîi'l-İslâmî;, Mısır 1964, s 124-126) Hz Ömer'in bu uygulamasıyla arazilerin geliri müslümanlar için harcanacak şekilde bir statüye kavuşturuldu İslam devlet başkanı artık bu nitelikteki toprakları zımmîlerin elinden geri alamaz, kendilerine haracın dışında topraktan dolayı güçlerinin yetmeyeceği bir mükellefiyet yükleyemez (Kitabü'l-Harâc, s 75)

Osmanlılarda araziler, İslâm'ın ilk yıllarındaki bu uygulamaların ışığında: Mülk, mîrî, vakıf, metrûk ve mevat (ölü) kısımlarına ayrılmış ayrıca mîri arazi üzerinde hâs, tımar ve zeâmet uygulamaları olmuştur Şimdi bunları kısaca açıklayalım:

a) Mülk arazi (arazi-i memlûke): Bu kısım araziler ferâiz hükümlerine tabidir Şu araziler bu kabildendir:

Kõy ve kasaba içlerinde bulunan arsalarla, köy ve kasabaların kenarlarında bulunup da meskenlerin mütemmimi sayılan en çok yarım dönüm yerler

Mîrî araziden ifraz edilerek, şer'i müsaadeye mebnî, mülk olarak tasarruf olunmak üzere temlik edilen araziler

Öşür arazisi: fetih sırasında, gazilere ganîmet olarak dağıtılıp temlik olunan arazilerdir

Haraç arazisi: fetih sırasında gayri müslim olan yerlilerin ellerinde bırakılan arazilerdir (Bilmen, Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu, V, 389; H 1274 Tarihli Arazi Kanunu, madde 2)

b) Mîrî arazi: Kuru mülkiyeti (rakabesi) beytülmâle ait olup, ihale ve tefvîzi devlet tarafından yürütülen tarla, çayır, yayla, kışlak ve korularla, bağ, bahçe, değirmen, ağıl, çiftlik ve mandıra zeminleri gibi yerlerdir Bu çeşit araziye arz-ı memleket de denir Bunların ortaya çıkışı şöyle olur: Bir ülke müslümanlar tarafından fethedilince arazileri kimseye verilmeyip beytü'l-mâl için alıkonulan veya fetih zamanında ne şekilde işlem yapıldığı bilinmeyen, yahut mülk araziden yani öşür ve haraç arazisi iken maliklerinin mirasçı bırakmaksızın ölümüyle devlete geçen ve yine mülk arazi iken zamanın geçmesiyle malikleri meçhul kalan, yahut rakabe (kuru mülkiyeti) ve mülkiyeti devlette kalmak üzere ihya olunan araziler miri arazidir Yine tımar ve zeâmet sahiplerinin ve bir aralık mültezim ve muhassılların izin ve tefviziyle tasarruf olunurken, tımar ve zeâmetlerin hicri 1255 tarihinde lağvedilmesi üzerine devlet tarafından, bu iş için yetkili kılınan kimselerin izin ve tefvizleriyle tasarruf olunup, mutasarrıflarının ellerine tapu senedi verilen araziler de bu statüye bağlıdır Bu çeşit arazilerin varislere intikali devletin çıkaracağı arazi kanunlarına göre olur (Bilmen, age, V, 389; AH Berkî;, Miras ve Tatbikat, İstanbul 1947, s 107; Ali Şafak, İslâm Arazi Hukuku, İstanbul 1977)

c) Vakıf arazisi: İslâm'da gayri menkuller, geliri İslâm'a uygun bir amaç için sarfedilmek üzere vakfedilebilir İki kısma ayrılır: Sahih ve gayr-i sahih vakıf Birincisi önce mülk arazi iken İslâm hukuku esaslarına uygun olarak vakfedilen arazidir Bu çeşit vakfın rakabe ve diğer bütün tasarruf hakları, vakfedenin koyduğu şartlara göre kullanılır Gayr-i sahih vakıf ise önce mirî arazi iken ifraz sûretiyle bizzat devlet başkanı veya onun yetkili kıldığı kimseler tarafından vakfedilmiş arazidir Bunlara, "irsâd ve tahsisat kabilinden vakıf" da denilir

d) Metrûk (terkedilmiş) arazi: Bu arazi türü de iki kısımdır Birincisi, herkesin yararlanması için terkedilen yerler Umuma açık meralar, yaylak ve kışlaklar gibi İkincisi bir köy, kasaba veya komşu köy ve kasabaların halkına terk ve tahsis edilen yerler, yollar, pazarlar, panayır ve namazgahlar gibi Bunlara âmme hukuku taalluk ettiğinden şahıslara intikal etmezler Bu gibi yerlerde ne feraiz ve ne de intikal kanunları uygulanmaz

e) Mevât (ölü) arazi: Hiç kimsenin mülk ve tasarrufunda bulunmayan, hiç kimseye tahsis edilmemiş olan, kendi hâline terkedilmiş ve bir şehrin en son banliyösündeki evden yüksek sesli bir kimsenin sesinin bağırmasıyla sesinin işitilemediği noktadan itibaren başlayan arazilerdir Bu mesafe genellikle bir insanın normal bir yürüyüşü ile şehirden yarım saat sonra başlayan noktadır Bu noktadan sonraki yerler de mevât arazî olarak kabul edilmiştir Bu arazîleri mulk edinebilmek için dört şart gerekir:

1-Arâzî hiç kimsenin mülkiyetinde olmamalı,

2-Arâzî bir köy veya kasabanın meralığı veya baltalığı olmamalı,

3-Arazî tamamen boş yani hiç işlenmemiş olmalı,

4-Arazî şehirden uzak olmalıdır Bu uzaklık miktarı da yukarıdaki tarifte açıklandığı gibidir

Şer'i müsaadeye dayanılarak bir kimseye temlik edilen ölü arazi hakkında, İslâm miras hukuku hükümleri uygulanır Bir kimse böyle bir araziyi ihya edip mülkiyetine geçirmiş, hakkında İslâm'ın genel arazi kanunu hükümleri geçerlidir

Hamdi DÖNDÜREN

1274 Hicrî; Tarihli Arazi Kanunu 103'ncü madde

"Tapu ile kimsenin tasarrufunda olmayan, eskiden beri köy ve kasabalar halkına tahsis kılınmayan ve yerleşme merkezinin en kenar yerinden (aksâ-yı umrân), yüksek sesli bir kimsenin, sesi işitilmeyecek derecede kõy ve kasabalara uzak bulunan kûhi, taşlık, kıraç, pınarlık ve otlak gibi hâli yerler ölü arazi olup, bu gibi yerlerden birini zarureti olan kimse, rakabesi beytü'l-mâl'e ait olmak üzere, meccânen, yetkili memurun izniyle yeniden yer açıp tarla edinebilir Diğer ekilip biçilen araziler hakkında şer'i olan kanun hükümleri bu gibi yerlerde de caridir"

Yukarıdaki arazi çeşitlerinden öşür ve haraç arazileri, sahiplerinin mülkü olup; bunlarda tasarruf, tevarüs, intikal ve diğer hükümler fıkıh kitaplarına göre cereyan eder Miras konusunda ferâiz hükümleri uygulanır Ayrıca bir arazi kanunu çıkarılmasına ihtiyaç görülmez Fakat rakabesi (kuru mülkiyeti) beytü'l-mâl'de alıkonulan mîrî arazinin tasarrufu ve intikal durumu ile diğer hükümleri, beytü'l-mâl için görülecek menfaat ve maslahata göre devlet başkanı tarafından tanzim edilmesi gerektiğinden, bu çeşit araziler hakkında uygulanmak üzere zaman zaman arazi kanunları çıkartılmıştır İlk arazi kanunu 761 Hicrî tarihinde Osmanlı hükümdarı 1 Murat dâvendigâr tarafından çıkarılmış, bunu diğer arazi mevzuatı izlemiştir Nihayet 1331/1913 tarihli Arazi İntikal Kararnâmesi yürürlükte iken bütün diğer İslâmî kanunlar ve hükümler gibi geçersiz kılınıp Cumhuriyet dönemine geçilmiştir

1913 Tarihli Arazi İntikal

Kararnâmesi:

Sultan Reşat tarafından çıkarılan bu kanunla, farklı intikal kanunlarına bağlı bulunan mîrî ve mevkûf arazilerin intikal hükümleri birleştirilmiş, intikal sınırı daha da genişletilmiş, zevi'l-erhâm * denilen hısımlar da intikal ashabı arasına girmiştir Bu kanun, 1926 tarihinde Türk Medeni Kanunu yürürlüğe girinceye kadar devam etmiştir Bu tarihten sonra da, Türk Medeni Kanunu'ndan önce doğan haklar bakımından yürürlüğünü korumaya devam etmiştir Arazi intikal kararnâmesi 12 madde olup, şöyledir:

1) "Bir kimse vefat edince, uhdesinde bulunan mîrî ve mevkuf (vakfedilmiş) arâzi, aşağıda zikredilecek dereceler üzere bir veya daha fazla şahıslara intikal eder ve bunlara (ashab-ı intikal) denir"

2) "Ashâb-ı intikalin birinci derecesi müteveffânın fürûu yani çocukları ve torunlarıdır Bu derecede intikal hakkı, evvel emirde çocuklara ve ondan sonra onlara halef olmak üzere ahfâda yani torunlara ve çocukların torunlarına aittir Binâenaleyh müteveffânın vefatı sırasında hayatta bulunan her fürüu, kendi vâsıtasiyle müteveffâya bağlanan fer'ileri intikal hakkından düşürür Müteveffâdan önce vefat etmiş olan fer'in fürûu kendi makamına kâim olurlar Yani ona intikal edecek hisseyi alırlar

Müteveffânın müteaddid çocukları olup da hepsi daha önceden vefat etmiş bulunursa, herbirinin hissesi kendi vasıtasiyle müteveffaya bağlanan fürûa intikal eder Çocuklardan bazısı fer'i bırakmaksızın vefat ettiği takdirde intikal hakkı münhasıran diğer çocuklara veya onların fürûuna kalır Batınlar taaddüd ettikçe hep bu ûsül üzere muâmele olunur Çocukların ve torunların erkeği ve kızı, intikal hakkında müsâvidir"

3) "İntikal ashabının ikinci derecesi, müteveffânın ana-babası ile onların fürûudur

Ana-babanın ikisi de hayatta ise eşit olarak intikal hakkına nail olurlar Bunlardan birisi, daha önceden vefat etmiş bulunursa, onun fürüu birinci derecede yazılı olan hükümlere uygun olarak, derecelerine göre makamına kâim olurlar Fürûu bulunmadığı takdirde hayatta bulunan baba veya ana münhasıran intikal hakkına nail olur

Ana-babanın ikisi de daha önceden vefat etmiş bulunursa, babanın hissesi kendi fürûuna ve annenin hissesi de kendi fürûuna dereceleri üzere intikal eder Şayet birinin fürûu yoksa, onun hissesi de diğerinin fürûuna kalır"

4) "Ashab-ı intikalin üçüncü derecesi, müteveffânın büyük anne ve büyük babalarıyla, bunların fürûudur

Ana ve baba tarafından, büyük ana ve büyük babalar hayatta iseler müsâvat üzere intikal hakkına nail olurlar

Bunlardan birisi evvelce vefat etmiş bulunursa fürûu derecelerine göre onun makamına kâim olur Fürûu yoksa ona isabet edecek hisse, hayatta bulunup onun kan veya kocası olan büyük ana veya büyük babaya intikal eder Bu da hayatta değilse onun fürûuna intikal eder

Ana veya baba tarafından olan büyük ana ve büyük batalar hayatta olmadıkları gibi fürûuları dahi mevcut değilse, diğer cihetteki büyük ana ve büyük babalar veya fürûuları münhasıran intikal hakkına nail olurlar

Bu madde gereğince, ana-baba veya büyük ana ve büyük babalara halef olan fer'iler, birinci derecenin intikalinde belirtilen hükümlere tabi olurlar "

5) "Birinci, ikinci ve üçüncü derecedeki fürûudan hangisi müteaddid cihetlerden intikal hakkına nail olursa cümlesini alır"

6) "Yukarıdaki maddelerde zikredilen derecelerden mukaddemi mevcut iken muahharı intikal hakkına nail olamaz

Şu kadar ki: Müteveffânın çocukları ve torunları olduğu hâlde anası ve babası veya bunlardan birisi mevcut ise altıda bir hisse bunlara intikal eder "

7) "Müteveffânın kan ve kocası birinci derecedeki hakk-ı intikal ashabiyle birlikte bulununca 1/4 hisseye ve ikinci derecedeki hakk-ı intikal ashabiyle veya büyük ana ve büyük baba ile birlikte bulununca 1/2 hisseye nail olur

Eğer dördüncü madde gereğince büyük ona ve büyük baba ile beraber onların fürûu da intikal hakkına nail olmak icap ediyorsa işbu fürûua isabet edecek hisseyi de karı veya koca alır

Birinci ve ikinci derecedeki ashab-ı intikalden veya büyük ana ve büyük babadan hiçbiri bulunmazsa karı veya koca münhasıran intikal hakkına nail olur"

8) "Yukarıda geçen maddelerin hükümleri, icâreteyn ve icâre-i vahîde-i kadîmeli müsakkafât ve müstegallâtı vakfiyye ile mukâtaa-i kadîmeli müstegallât hakkında dahi câridir"

9) İntikal sınırlarının yukarıda geçen maddeler mûcibince genişlemesinden dolayı müsakkafât ve müstegallâtı vakfiyenin icârât-ı hâliyye ve mukâtaat-ı kadîmeleriyle mevkûf arazinin öşür bedeli mukâtaaları vergi kıymetlerine nisbetle binde yüz paradan az ise, o miktara iblağ olunacaktır

Mevkûf arazi için, yeniden tahsis olunacak mukataalar da bu nisbette uygulanacaktır Bundan başka yukarıda geçen usûle uygun olarak intikal haddi genişletilmemiş olan müsakkafât ve müstegallâtı vakfiyye için vergi kıymetleri üzerinden binde otuz kuruş hesabiyle ifası lâzım gelen resmî tevsî altmış yıla taksim olunarak yıllık binde yarım hesabiyle ifa kılınacaktır "

10) "Vakfedenin şartı gereğince intikal hudutları daha geniş olan vakıflarda kemakân şarta riayet olunacak ve icârât-ı muhassasa hâliyle ibka edilecektir "

II) "İşbu kanun neşri tarihinden itibaren mer'î olacaktır "

12) "İşbu kanun hükümlerinin icrasına maliye ve vakıflar nezaretleri memurdur "

Mîrî ve vakıf arazi ile ilgili bu intikal kanunlarında dereceleri gösterilen intikal hakkı sahiplerinden hiçbiri bulunmazsa gayri menkul hazineye döner (mahlûl olur) ve diğer mirasçılara intikal etmez Artık hazine bunu başkasına usulüne göre yeniden verebilir

AREFE

Zülhicce Kamerî ay'ının dokuzuncu günü Yani Kurban Bayramından bir önceki gün demektir Türkiye'de Ramazan Bayramı'ndan bir gün öncesine de Arefe günü denir Bu günde hacılar Arafat Dağı'na çıkarlar Hacıların buradaki duruşlarına Vakfe* adı verilir Resulullah'ın Arefe günü hakkında şöyle dediği kaydedilir:

"Arefe günü vakfe sırasında Cenâb-ı Hakk'ın Cehennem'den azat ettiği kulların sayısı diğer günlerde azat edilenlerle kıyaslanmayacak kadar çoktur Allah, Arefe günü vakfe yapanlara yaklaşır Sonra onlarla meleklere karşı iftihar ederek 'bunlar ne istiyorlar ki bütün işlerini bırakıp burada toplandılar' der" (Müslim, Hacc, 1348) Ayrıca şu hadis de o gün yapılacak amelin kazandıracağı sevabı bildirir: "Cenâbı Allah'ın Arefe günü oruç tutanların ikinci ve daha sonraki yıllarının günahlarını örteceğini ümid ederim" (Müslim, Sıyâm, 1162) Ancak Arefe günü vakfe yapacak hacıların oruç tutmamaları müstehaptır Fakat hacı olmayanların oruç tutmaları mübahtır

Arefe günü Arafat'ta vakfeye duran hacılar topluluğu mahşerin küçük bir örneğini gösterirler Bütün hacılar, siyahı, esmeri, beyazı ve kızılı tamamen eşit şartlarda, aynı tip elbiseye bürünmüş, emîri-me'muru, zengini-fakiri, hep bir arada ihramlar içinde başları açık, yalınayak vakfeye durmuş Allah'a yalvararak günahlarının bağışlanmasını isterler Sosyal yönden büyük bir eşitlik arzeden bu manzara İslâm'ın insana bakış açısını göstermektedir

Ahmed AĞIRAKÇA

ÂRİYET

Geçici olarak, vadesiz alınan yahut verilen şey, ödünç

Âriyet veya âriyyet, emanet verilen şeye veya âriyet akdine ait bir isimdir "Âre" fiilinden alınmış olup, mastarı gidip-gelmek demektir Teâvür' den geldiği de söylenmektedir Emanet bir şey istemek âr ve ayıp olduğu için "âr" kelimesine nisbet edilmiştir Ancak Hz Peygamber de âriyet aldığı için, bu akdin ayıp bir iş olmadığı söylenmiştir (el-Mu'cemü'l- Vasît, I-II, s 642; es-Serahsî, el-Mebsût, XI, 133; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, VII, 99 vd; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, IV, 524)

Es-Serahsî ve Malikiler âriyet vermeyi şöyle tarif ederler: "Âriyet akdi, yararlanmayı bir bedel olmaksızın temlîk etmektir" Şafiî ve Hanbelîlerin tarifi ise şöyledir: "Âriyet akdi, yararlanmayı bedelsiz olarak mübah kılmaktır" Yine âriyet, bir malın birine meccânen, yani herhangi bir bedel almaksızın ve geri alınmak üzere temlîk olunmasıdır (es-Serahsî, age, XI, 133; el-Mevsılî, el-İhtiyar, III, 55; Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, IV, 144, 145)

Buna göre, âriyet akdi, bir maldan meccânen yararlanmayı sağlayan bir akittir

Âriyet akdinin meşrû oluşu Kitap, Sünnet ve İcmâ delillerine dayanır

Kur'an-ı Kerim'de doğrudan âriyet akdinden söz eden bir ayet yoktur Ancak karşılıklı yardımlaşmayı teşvik eden, yardımlaşmayı engelleyenleri kötüleyen ayetler bu akdi de kapsamına alır

Ayetlerde: "İyilik ve takvâ üzerine yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın" (el-Mâide, 5/2); "Onlar zekâtı da menederler" (Mâûn, 107/7) buyurulur Zekât olarak ifade edilen "mâûn" çeşitli tefsirlerde kap-kacak, çanak-çömlek, iğne, balta, kova, su, ateş ve tuz gibi âriyet olarak verilmesi âdet olan şeylerdir (Hafîdu İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, Mısır (ty), II, 359) Bu iki ayet, insanların muhtaç oldukları şeyleri birbirine âriyet yoluyla vererek ihtiyaçlarını gidermelerini öngörmektedir Bu mendûb bir ameldir

Resulullah (sas), Ebû Talha'dan emanet olarak bir at aldı ve ona bindi (Buhârî, Müslim, Enes b Mâlik'ten, Ahmed b Hanbel, eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, V, 299) Başka bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Hz Peygamber Huneyn gününde Safvân b Ümeyye'den bir zırhı emanet olarak aldı Bunun üzerine Safvân şöyle dedi: "Bunu gasp olarak mı aldınız ya Muhammed" "Resûlullah (sas): Hayır, tazmin edilecek bir âriyet olarak aldım " buyurdu " (Ebû Dâvud, Nesâî, Ahmed b Hanbel, Zeylaî, Nasbü'r-Râye, IV, 116; eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, V, 299)

Hanefilere göre âriyet akdinin rüknü, malın sahibinin icab (teklif)ından ibarettir Âriyeti alanın kabûlü ise istihsâna göre bir rükün olmayıp, kıyasa göre rükün sayılır (el-Kâsânî, age, VI, 214)

Âriyet akdinin şartları: a) Âriyet verenin âkil (akıllı) olması gerekir Hanefilere göre bülûğ şartı yoktur Diğer fakihlere göre ise, âriyet verenin teberrua ehil olması gerekir b) Âriyet isteyenin kabzı Çünkü bu, bir teberrû akdidir Âriyet hükmü, hibede olduğu gibi kabzsız sabit olmaz c) Âriyet verilen şeyden istihlâk edilmeksizin yararlanmanın mümkün olması (el-Kâsânî, age, VI, 214; Vehb ez-Zühaylî, el-Fıkhu 'I-İslâmî ve Edilletühu, V, 56-57)

İslâm âlimleri ev, arazi, elbise, hayvan, nakil aracı gibi devam etmesiyle birlikte kendisinden yararlanmak mümkün olan her şeyde âriyet akdinin geçerli olduğunu kabul ederler

Harbîye silâh ve atı; mümin olmayana mushafı ve bu nitelikteki kitabı âriyet olarak vermek haramdır (es-Şirâzî, el-Mühezzeb, I, 363)

Âriyet akdi mutlak ve mukayyed olmak üzere iki kısma ayrılır: 1) Mutlak âriyet: Bir kimsenin bir şeyi, bizzat kendisinin mi yoksa başkasının mı kullanacağı ve nasıl kullanılacağı gibi hususları belirtmeden âriyet olarak almasıdır Bir hayvanı binmek veya yük yüklemek için aldığını belirtmeden âriyet almak gibi Bu durumda örfe göre sahibi imiş gibi hareket edebilir (es-Serahsî, age, XI, 144; el Kâsânî, age, VI, 215; İbnü'l-Hümâm, VII, 107; İbn Âbidîn, age, VI, 527) 2) Mukayyed âriyet: Bu, süre ve yararlanma veya bunlardan birisi hakkında kayıt konulmuş âriyettir Burada mümkün olduğu kadar kayda uyulur (el-Kâsânî, age, VI, 215-216; İbnü'l-Hümâm, age, VII, 107 vd; es-Serahsî, age, XI, 137 vd)

Âriyet verenin borçları: Âriyet verilen şeyi teslim etmek Âriyet alanın aldığı şeyden yararlanabilmesi için, malın kendisine teslim edilmiş olması gerekir Çünkü âriyet malı kullanmak ona sahip olmayı gerektirir

Faydalanmaya elverişli malı vermek Bazı mallardan yararlanma ancak istihlâkla mümkün olur Bunlar ölçü, tartı veya sayıyla satılan misli şeylerdir Nakit para, buğday, şeker gibi Bazı mallar tüketilmeksizin yararlanmaya elverişlidir Bu tür kullanım şekline "âriyet" denir

Yararlanmanın karşılıksız olması Âriyet veren kimse malı kullanandan ücret isteyemez (Mecelle, mad: 812) Eğer maldan yararlanma karşılığında bir bedel sözkonusu olursa bu akde "kira akdi" denir (es-Serahsî, age, XI, 133; İbn Rüşd, age, II, 359; el-Mevsılî, el-İhtiyâr, III, 55; Bilmen, age, IV, 144)

Âriyet verenin hakları: Âriyet verilen şeyi geri isteme İmam Ebû Hanîfe ve İmam Şâfiî'ye göre âriyet akdi her zaman feshi mümkün olan bir akittir Âriyet veren dilediği zaman verdiği şeyi geri isteyebilir (el-Kâsânî, age, VI, 216; Mecelle, madde: 807)

Âriyet verilen şeyin akde veya şeyin niteliğine yahut tahsis maksadına uygun olarak kullanılmasını istemek

Âriyet alanın aldığı şeyi, mülk sahibinin istemesi veya sürenin sona ermesi üzerine geri vermesi gerekir Âriyet malı belirlenen şartlara veya örfe göre kullanmak; bu konuda sınırı aşmamak gereklidir Âriyet verilen şeyin koruma ve bakım masraflarını âriyet alanın karşılaması asıldır Bu malı kendi mülkü gibi koruması gerekir

Âriyet alanın, emanet malı aşırı bir şekilde kullanması ve bu yüzden telef olması hâlinde, bedelini ödemesi gerekir (Mecelle, madde: 814) Mal sahibi emaneti geri istediği hâlde, âriyet alan vermez ve bu arada telef olursa yine bedelini öder (es-Serahsî, age, XI, 143; el-Kâsânî, age, VI, 216; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, VI, 215) Hadiste: "El, aldığı şeyden onu geri verinceye kadar sorumludur " (Ebû Dâvud, Büyû, 88; İbn Mâce, Sadakât, 5; Ab Hanbel, V, 8, 13)

Âriyet şeyin izinsiz olarak üçüncü kişiye verilip zayi olması da bedelin ödenmesini gerektirir (es-Serahsî, age, XI, 144)

Şu durumlarda âriyeti tazmin gerekmez: Normal olarak kullanılırken zayi olan âriyet Âriyet, âriyet alanın elinde emanet hükümlerine tabidir Emanet, kasıt veya ihmal olmadıkça tazmin edilmez (Mecelle, madde: 813) Kullanma şekli sınırlandırılmış âriyette sınırı aşmaksızın kullanmaktan dolayı mal zayi olsa bedelin ödenmesi gerekmez Kullanma için şart konulmamışsa bu konuda örfe uyulur (İbn Rüşd, age, II, 360)

Âriyet akdi, âriyet verenin malı geri istemesi veya taraflardan birisinin vefat etmesi yahut da kullanma süresinin bitmesiyle sona erer (es-Serahsî, age, XI, 143; el-Kâsânî, VI, 215; Bilmen, age, IV, 198, 201)

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (A)

Eski 11-04-2012   #27
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (A)



Arkadaş, Arkadaşlik

Kendisine yakınlık ve dostluk duyulan kimse Bir işte, bir ortamda beraber olma Huyları ve düşünceleri birbirlerine yakın olan kimselerin kurduğu dostluk

Rebâh b Rebî şöyle anlatıyor: "Peygamber (sas) ile birlikte bir savaşa çıkmıştık Resulullah her üç kişiye bir deve vermişti İki kişi deveye biniyor, üçüncüsü de deveyi çöllerde sürüyordu Dağları inmekte iken Resulullah yanıma geldi Ben o sırada yürüyordum Bana: "Rebâh, yürüyorsun ha" dedi "Ben deveden henüz indim Şimdi sıra arkadaşlarımda", diye karşılık verdim Daha sonra Hz Peygamber (sas) arkadaşlarımın yanına geldi Onlar hemen deveyi çöktürerek indiler Yanlarına varınca bana: "Şu deveye bin ve geri dönünceye kadar da inme, biz seni takip ederiz," dediler" "Niçin", diye sordum "Çünkü Resulullah senin için; "Doğrusu salih bir arkadaşınız var ona iyi davranın," buyurdu" diye cevap verdiler" (Y Kandehlevî, Hayatü's-Sahabe, III, 1086)

İşte böyle salih arkadaşlar edinmek her insan için çok önemli bir konudur Resul-u Ekrem: "Mü'min, mü'min kardeşinin aynasıdır " (Tirmizî, Birr, 18) buyurmuştur Bir düşünür de: "Arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim" demiştir Başka bir hadis-i şerifte de: "İnsan sevdiği kişi ile beraberdir" (Buhârî, Fezâilu Ashabi'n-Nebî, 7) buyurulmuştur Arkadaşlar, sevilen insanlar arasından seçilir İnsan sevdiğinin kusurunu görmez eksikliklerini farketmez Onun ahlâkını benimser Bunun için arkadaş seçerken dikkatli olmak gerekir Rastgele bir arkadaş seçimi insanı felâketlere sürükleyebilir Akıllı, Allah'tan korkan güzel ahlâklı insanlarla arkadaş olmaya çalışılmalıdır Kötü arkadaş, başkalarının bizim için besledikleri iyi duyguları yok eder Kötülüklerine bizi de bulaştırır Akılsız dost, akıllı düşmandan daha çok zarar verir

Anne ve babalar, arkadaş seçiminde çocuklarına yardımcı olmalı, onlara yol göstermelidirler Çocukların kimlerle dost ve arkadaş oldukları devamlı kontrol edilmeli, kötü arkadaşın insanı sürükleyeceği kötülükler hakkında uyarılmalıdır Gerekirse iyi kişilerle arkadaş olmaları sağlanmalıdır Unutulmamalıdır ki iyi arkadaş; bizi insanlara sevdiren, ihtiyaç duyduğumuzda ve yalnız kaldığımızda yanımızda olan, düştüğümüzde elimizden tutan kişidir

Saîd Cubeyr'den şöyle rivayet edilmiştir: "Ensar'a mensup birisi Resulullah'ın huzuruna geldi Adam mahzundu Resulullah buyurdu ki:

"-Seni üzgün görüyorum, neden?"

Adam dedi ki:

"-Ya Resulallah, beni bir şey düşündürüyor "

"-Nedir? "

"Biz her gün akşam sabah sizin huzurunuza geliyoruz Yüzünüze bakıyor meclisinizde bulunuyoruz Yarın siz resuller birlikte olacaksınız Yücelere varacaksınız Ama biz, size nasıl vasıl olabiliriz ki?"

Resulullah (sas) hiç cevap vermedi Cibril-i Emin Cenâb-ı Hakk'dan Nisâ Suresi'nin 69 ayetini getirdi:

"Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse işte onlar, Allah'ın nimet verdiği, resuller, sıddîklar, şehitler ve salihlerle beraberdir Onlar ne güzel arkadaştır "

Kur'an'ın müminlere bu müjdesi, ne engin bir mutluluktur Dünyada biri birini Allah için sevmiş, biribirine destek verip yardım ederek kardeşlik kurmuş müminler, ahirette, kerim olan Allah'ın huzurunda şerefti bir arkadaşlık içindedirler Mümin, bu saadeti, Allah'a ve Resulüne itaatle elde etmiştir Mümin, Allah ve Resulüne itaat edenlerle arkadaşlık kurarak ve onlarla birlikte İslâm toplumunu oluşturarak bu mertebeye ulaşmıştır

Enes b Mâlik'den rivayet edilen bir hadîs-i şerif şöyledir:

"Resulullah'a, bir topluluk tarafından sevilip de onlara ulaşamayan kimse hakkında soru sordular Efendimiz şöyle buyurdu:

"-Kişi sevdiği ile beraberdir "

Enes b Mâlik diyor ki: "Müslümanlar bu hadîse sevindikleri kadar hiçbir şeye sevinmemişlerdir

İslâm toplumu, müminlerin oluşturduğu ve esası iman üzerine kurulu bir kardeşlik ve arkadaşlık toplumudur Bu arkadaşlıkta bağlar, akide bağıdır, Allah'a itaat ve resulüne itaat bağıdır Bu cemiyette arkadaşlıklar ve dostluklar, dünya menfaati için kurulmaz Arkadaşlıklar, ahirette resullerle, sıddîklarla, şehitlerle ve salihlerle beraber olmak ve Allah'ın ahiretteki nimetine nail olmak için kurulur Bu ulvî gaye için kurulan arkadaşlıkları Allah'u Teâlâ "görülmeyen askerleriyle" desteklemektedir:

"Eğer siz o (Resulullah)'a yardım etmezseniz, iyi bilin ki Allah ona yardım etmişti Hani yalnız iki kişiden biri olduğu hâlde (Mekke'den) kâfirler tarafından çıkarılmıştı İkisi de mağarada iken arkadaşına: "Üzülme, Allah bizimle beraberdir" diyordu Allah ona yardım etti, kalbini yatıştıran huzur ve güvenini indirdi O'nu sizin görmediğiniz askerlerle destekledi İnanmayanların sözünü alçalttı Yüce olan yalnız Allah'ın sözüdür Allah, daima üstündür ve hikmet sahibidir" (et-Tevbe, 9/40)

Bu ayet-i celilede, İslâm tarihinde meşhur bir olaya, Resulullah (sas)'ın Mekke'den Medine'ye hicretine işaret vardır Hatırlanacağı üzere Ebû Bekr es-Sıddîk ile birlikte Medine-i Münevvere'ye hicret eden Resulullah (sas)'ı müşrikler yolda yakalamak için çok sıkıştırmışlar, her ikisi de bir mağaraya saklanmışlardı Hz Ebû Bekr Sıddîk'ın bu arkadaşlığına ve desteğine Allah Azze ve Celle de görünmez ordularla destek olmuştur Allah sabredenlerle beraberdir

Buna karşılık isabetle seçilemeyen arkadaş ve dostlar insanı hem dünyada hem ahirette felâkete sürükler Felâket gelip çatınca da hemen uzaklaşır giderler Onları çevrelerindeki insanlara bağlayan şey menfaatleridir Menfaatlerinin bittiği yerde dostlukları yok olur gider Halbuki hakiki arkadaş kişinin, "kara gününde", felâket anında yanında bulduğu arkadaş ve dostudur

Kur'an-ı Kerîm, dünyada sapıklığa düşenlerin ahirette şöyle söyleyeceklerini haber veriyor:

"Orada putları ile çekişerek: "Vallahi biz apaçık bir sapıklıkta idik; çünkü biz sizi alemlerin Rabbına eşit tutmuştuk Bizi saptıranlar ancak suçlulardır Şimdi şefâatçımız, yakın bir dostumuz yoktur Keşke geriye bir dönüşümüz olsa da inananlardan olsak, derler" (eş-Şuarâ, 26/96-102)

Şu halde, bizi hak yoldan ayırarak ahirette pişmanlığa sürükleyecek kötü arkadaşlardan özellikle uzak durmalıyız Dost ve arkadaşlarımızı mutlaka doğru yoldan ayrılmayan samimi müslümanlardan seçmeliyiz

Dost ve arkadaşlarını Allah'a kavuşmayı reddeden, arzu, hevâ ve şehvet düşkünü kişilerden seçenlerin dostluklarına şeytan destek olmakta ve onları yalnız bırakmamaktadır Bunların, Allah'ı anmaktan uzaklaştıkça şeytan ile dostlukları artar Şeytan devamlı olarak ona fısıldamaktadır Yaptıkları fenalığı hoş göstermekte, gittikleri yolun doğruluğunu onlara telkin etmektedir Ama:

"Nihayet bize gelince der ki: "Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arasındaki kadar bir uzaklık olsaydı Ne kötü arkadaşmışsın sen" (ez-Zuhruf, 43/38) hükmü gereğince, kötü arkadaş seçen gerçeği anlayacaktır Ama şeytan ve kötü arkadaş görevlerini yapmışlar, hakdan onu uzaklaştırmış ve Allah'ın azabına hazırlamışlardır

'Onlardan bir sõzcü "Benim bir arkadaşım vardı " dedi "

"(Alayla) Der ki: "Sen doğrulayanlardan mısın?"

"Biz ölüp toprak ve kemik olduğumuz zaman mı, biz mi (diriltilip) cezalandırılacağız?"

"(Sonra yanındakilere): "Bakar mısınız" dedi "

"Sonra onu Cehennem'in ortasında gördü "

"Tallahi, dedi, sen az daha beni de alçaltacaktın "

"Rabbimin nimeti olmasaydı ben de şimdi oraya getirilenlerden olurdum" (es-Saffât, 37/51-57)

Arkadaşını Cehennem'in ortasında görmesi, kendi ve arkadaşları olan ihlâslı kulların sahip olduğu nimetlerin büyüklüğünü hissetmesine vesile olur Bu nimetleri anmak, devamlılığından emin bulunmak mümin için en büyük mutluluktur Bu, arkadaşının vesvese ve kandırmasına inanmayıp onunla birlikte uçuruma düşmekten kurtulmanın ve Allah'ın nimetlerine ermenin mutluluğudur Allah'ın lütfu ile arkadaşının kötülüklerine uymamış, onu dinlememiş, hatta ondan uzaklaşarak Allah'a ve Resulüne gönülden itaat eden ihlâslı kulları arkadaş edinmiş ve bu engin saadete mazhar olmuştur

Kötü arkadaşına uymuş olsaydı, onun eliyle Cehennem'in ateşini davet etmiş olacaktı Şeytanın eliyle, ateşlerini yakmış olacaktı Ama Allah'a hamdolsun ki kötü arkadaştan uzaklaşmış ve azaptan kurtulduğu gibi sonsuz nimetlere de kavuşmuştu Şimdi, resuller, sıddîkler, şehitler ve salihlerle beraberdir

İA

ARŞ

Tavan, çatı, dam, çardak Bir eve nisbetle tavanı; tavanına nisbetle üstündeki çatısı, kubbesi, tepesindeki köşkü Çadır ve çardak gibi yükselen, gölge veren her şeye arş denir İfade ettiği kelimelerden anlaşıldığı gibi ulviyyet, yükseklik manasını içerir Bu münasebetle hükümdarların üzerine oturdukları "taht" manasında da kullanılmıştır Hükümdarların tahtı, mülk ve saltanatın remzi olduğundan arş kelimesi, kinayeli olarak mülk ve saltanat manasını da taşır Ayrıca, bir işi ayakta tutan şey; bir şeyin temeli; bir cemaatin reisi; tabut, kuyunun dibinden adam boyu kadar taşla örüldükten sonra ağzına kadar yukarısına yapılan ahşap bölme; ayağın parmak tarafına doğru yüzündeki yumruca tümsek; kuşun yuvası gibi manâlar da arş kelimesi ile ifade edilmiştir Bazıları Âyetü'l-kürsî'de geçen Kürsî* ile Arş'ın (ikisini de taht manasında kullanarak) aynı şey olduğunu sanmışlarsa da Arş, Kürsî'nin üzerindedir Bu suretle Kürsî taht manasında düşünülürse Arş, onu kuşatan saray ve sarayın tavanı olarak kabul edilir Bir rivayette Kürsî, Arşın ayağının konulduğu yerdir

Bu iki mana itibarıyla Arş, İslâm'a göre, bütün alemi kuşatan, sınırlandırılması ve takdir edilmesi beşer aklının dışında kalan ve gerçeğini Allah'ın bildiği yüce bir makamdır Yedi kat gök, Cennet, Sidre, Kürsî Arş'ın altında tasavvur edilir Arş'ın sınırı, alemi tasavvurun son sınırıdır Arş'tan evvelki Sidre-i Müntehâ* geçilmeden Allah'ın cemâli = (Cemâlullah) * müşahede edilemez Resulullah (sas) Mirac gecesinde (bk İsrâ, 1, Necm, 1 vdayetler) Sidre-i Müntehâ'yı geçerek Arş'a ulaşmıştı Yukarda da belirtildiği gibi Arş'a taht ve tahttan kinaye olarak mülk ve saltanat manası verilmişti (Arş, 7/54) Ayette: "Sonra Arş üzerine istiva buyurdu" denilmektedir

Bilinen manasıyla taht, bir hükümdarın hükûmet işlerini yürütürken üzerine kurulduğu bir cisimdir Fakat "tahta çıktı" denilince, "hükûmet işlerini yani saltanatı eline aldı" manası anlaşılır Yedi kat sema'nın üstünde ve bütün âlemi içine alan Arş'ın, bilinen taht manasıyla sınırlanamayacağı şüphesizdir Binaenaleyh bahse konu olan "el-Arş" kelimesi mecazî ve kinayi bir mânâ ifade eder O halde Arş'ın cisim olduğu iddia edilemez Arş'ı bütün bir cisim tasavvur etsek bile, cihet ve cismaniyyetin hepsi Arş'ın sınırında sona erdiğinden, bunun üstünde bir cisim, mekan ve cihet tasavvuru tezat olur Allah'ın Arş'a istivası da yine mecazî manadadır Allah'ın Arş'a istivasının keyfiyetini soran birine İmam Malik İbn Enes: "İstiva malûm, keyfiyeti akılla idrak edilemez, buna iman vacip ve bu konuda soru sormak bid'attır" diye cevap verir

Râgıp el-İsfahânî, "İstiva" * kelimesine: Müsâvî olmak; kendi kendine itidal manasını vermiştir Arapça olan bu kelime "alâ" takısı ile "istilâ", "ilâ" takısı ile "nihayete erme" manasında kullanılır Bu suretle istiva lügatte: İstikrar etmek, karar kılmak, kararını bulmak ulüvv-i isti'lâ; yükselmek, yüksek olmak, üstün olmak müsâvî veya mümâsil veya denk olmak; dosdoğru varmak, veya kastetmek, istilâ etmek manalarına gelir Bu lügat anlamlarına göre, âyette geçen "Sonra Allah Arş'a istiva etti" cümlesinin manası:

a) Arş'a mülkiyet ve saltanat manası verilmesi halinde: "Allah bütün mahlûkatı üzerinde düzenli ve sırayla işleri düzene koydu, hükümlerini muntazam bir şekilde yerine getirdi, hiçbir engel olmaksızın kudretini tesir ve mahlûkâtı üzerinde "meşîetini" (dilemesini) cereyan ettirdi"

b) "Mahlûkâtı yarattıktan sonra da başından sonuna kadar hepsini kudret ve galebesi velâyet ve hâkimiyeti altında tuttu" Bu ifadede istiva, istilâ manasında kullanılmıştır

c) Arş'a mülk ve memleket, istivaya da istila manası verilmesi halinde "Sonra Allah mülkünü hâkimiyeti altında tuttu"

d) İstivaya "müsavî" manası verilmesi halinde de: "Allah Arş üzerine öyle bir istîlâ ile istiva etmiştir ki Sema ve Semada bulunanlar O'na daha yakın, arz ve arzda bulunanlar daha uzak bir mevki ve mesâfede değil, hepsi müsâvî bir nisbettedirler" demektir Bu cümlede geçen mevki ve müsâvîlik maddî mânada değil, mecazî manadadır

"O gün Rabb'ının tahtını, bunların da üstünde sekiz (melek) taşımaktadır " (el-Hakka, 69/17) Arş'la ilgili olan bu ayetin tefsirinde İbn İshak Hz Peygamber'in: "Onlar, yani Hamele-i Arş* (Arş'ı taşıyanlar) bugün dörttür Kıyamet günü olduğunda Allah onları diğer bir dört ile te'yid edecek sekiz olacaklar " buyurduğunu söylüyor Bir başka izaha göre Hamele-i Arş olan bu sekizden maksat, Allah'ın hayat, ilim, kudret, irade, kelâm, semî, basar ve tekvin sıfatlarıdır

(Arş'la ilgili ayetler: 7/54, 9/129, 10/3, 11/7, 13/2, 20/5, 21/22, 23/86, 116, 25/59, 27/26, 32/4, 39/75, 40/7, 15, 43/82, 57/4, 85/15, 69/17)

İmrân İbn Husayn Peygamberimiz'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "(Ezelde)Allah vardı ve Allah'tan başka bir şey yoktu Ve Allah'ın Arş'ı su üzerinde bulunuyordu Sonra Allah (levh'de) kâinatın tamamını takdir ve tesbit etti Ve göklerle yeri yarattı " Arş'ın ıtlak olunduğu pek çok şeylerin hepsinde yücelik ve yükseklik mânâları vardır Padişahların oturduğu tahta Arş denilmesi de bu yükseklik münasebetiyledir Allah'ın ilk yarattığı ve yükseklik ifade eden mevcuda da Arş, ve Allah'a nisbet edilerek Arşullah denilmiştir ki, Allah'ın kudretinin tecellî ettiği ilk mahlûktur Kelam âlimleri ile eski düşünürler Arş'ı, kâinatı her yönden kuşatan yuvarlak bir felektir, diye tarif ederler Dokuzuncu felek ve felek-i atlas da derler Rivayet âlimleri bu tahtın ayakları bulunduğunu da kabul etmişlerdir Fakat meseleyi tahkik eden âlimlere göre, şerîat örfünde vârid olan arşın hakikatini tahdit ve takdir, beşerin aklı ve idraki haricindedir Bu konuda vârid olan haberlerde arşın mahiyeti değil, diğer varlıklara nisbetle büyüklüğü bildirilmiştir Meselâ Peygamberimiz bir kere Ebu Zerr-i Gıfârî'ye: "Ya Ebâ Zer, yedi kat gök ile yedi kat yerin kürsî yanında büyüklükleri, ancak bir çölün ortasına atılmış bir kapı veya yüzük halkası gibidir Arş'ın da kürsîye göre büyüklüğü, o çölün o halkaya nazaran büyüklüğü derecesindedir" buyurmuştur" (Tecrid-i Sarih, IX, 7)

Arş hakkında İmam Gazalî'nin İhyasında geçen bir hadis-i şerif "Abdullah b Amr b el-Âs'a, ölen müminlerin ruhları nerededir, diye sorulduğunda: "Arş'ın gölgesinde, beyaz kuşların kursağında; kâfirlerin ruhları da yedi kat yerin dibindedir " dedi "

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (A)

Eski 11-04-2012   #28
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (A)



Arz

Bir şeyi bir âmire, üstada veya büyüğe göstermek, takdim etmek

Hadîs usulünde kullanılan bir terim olup râvinin elinde bulunan hadisleri şeyhine okuması anlamına gelmektedir Hadîs şeyhine okunan hadisler isterse ezberden, isterse yazılı bir metinden okunabilmektedir Şeyh de kendisine arz edilen bu hadis metinlerini kontrol maksadıyla dinlerken, ister elindeki bir metinden takip eder isterse hafızasından izler (Ali Haydar Efendi, Usul-i Fıkıh Dersleri, İstanbul 1326, 406) Râvî, bu hadisleri şeyhinin huzurunda okursa artık bunları üstadından rivayet yetkisine sahip olmuş demektir

ARZ-I MEV'UD

Va'dedilmiş yer Hz İbrahim ve onun soyundan gelenlere verileceği va'dedilen arazî Bu tabir Kur'an-ı Kerîm'de "Bereketli arz" olarak kaydedilmektedir (el-Enbiyâ, 21/71) Hz Yusuf (as)'ın Mısır'a götürdüğü İsrailoğulları zamanla Firavunların yönetimi altında zulme uğramış, mustaz'af* bir kitle haline gelmişti Kur'an'da Hz Musa (as)'ın onlara şöyle dediğini biliyoruz "Ey Kavmim, Allah'ın size takdir ettiği Arz-ı Mukaddes'e girin arkanıza dönmeyin Yoksa hepiniz nice zararlara uğrayanlardan olursunuz " (el-Mâide, 5/12) Hz Musa'nın sözleriyle Allah'ın İsrailoğullarına mukaddes kıldığı belde bildirilmiş ise de bunun neresi olduğu kesin olarak bilinmemektedir Ken'an ili olarak bilinen yer Filistin, Şam, Ürdün'deki Ken'an bölgesi yahut Kudüs şehri midir, bu hususta kesin bir bilgiye sahip değiliz Ancak o dönemlerde bu bölgede büyük bir devlet hüküm sürdüğünden, israiloğulları buraya gelmek istememişler, bunun için de Hz Musa'ya: "Git sen ve Rabbin, savaşınız; biz buracıkta oturacağız" demişlerdi (el-Mâide, 5/24) Bundan sonra İsrailoğulları'nın buraya gidemeyeceği, ancak bu bölgeye salih kulların mirasçı olacakları Hz Dâvud'a vahyedilen Zebur'da belirtilmiştir: "Andolsun ki biz zikir (Tevrat)'dan sonra (Davud'a indirilen) Zebûr'da yazdık ki "Arz'a (arz-ı Mev'ud 'a) benim salih kullarım varis olur"(el-Enbiyâ, 21/105) Arz-ı Mev'ud'un değerini takdir edemeyen İsrailoğulları yeryüzünün salihleri olamamış fakat daima bunun özlemini duymuş ve bu toprakları ele geçirmek için her türlü hileye başvurarak her şeyi mübah görmüşlerdir Arz-ı Mev'ud Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahûdiler tarafından kutsal kabul edildiği için her üç ümmet de buraları ele geçirme gayreti içine girmiş ve bu bölgede tarih boyunca mücadeleler sürmüştür Yahudiler Allah'ın Peygamberlerini öldürüp onun dinine ve emirlerine sırt çevirdiklerinden Allah onların bu kutsal yerlere mirasçı olamayacaklarım belirtmiştir Yukarıda ifade edildiği gibi yeryüzüne Allah'ın salih kulları varis olacaktır Bu ilâhi hüküm bütün kutsal kitaplarda mevcuttur (bk el-Enbiyâ, 21/105; Mezmurlar, 37/29, 69/32-36) İslâm'dan önceki dinler ve Hz Peygamber'den önceki kutsal kitap ve şerîatler, Kur'an ile neshedildiği için, bütün insanların İslâm'a ve Kur'an'a tabi olması halinde Allah'ın salih kulları olmaları mümkündür Arz-ı Mev'ud'a ancak Allah'ın son şerîatı olan İslâm'a iman etmekle vâris olunabilir

Ahmed AĞIRAKÇA

ASABE

Sarmak, kuşatmak, şiddet, kuvvet, yardım ve himaye, baba tarafından olan yakın akrabalar Bir miras hukuku terimi olarak ise; yalnız başına olduğunda bütün mirası Ashabü'l Ferâiz'den* mirasçı bulununca onlardan artanı alan ve ölene (mûris'e) araya kadın girmeksizin bağlanan erkek hısımlarla bu hükümde olan diğer kimselerdir Oğlu, oğlun ilânihaye oğlu gibi Bunların belirli miras hisseleri ayet ve hadislerde belirlenmemiştir

Asabe önce ikiye ayrılır: Kan hısımlığı sebebiyle asabe, köle ve câriyeyi hürriyetine kavuşturmaktan doğan asabe

Kan hısımlığı sebebiyle asabe üçe ayrılır:

A) Kendi başına asabe olanlar (Binefsihi asabe) Bunlar ölenle (mûrisle) aralarına kadın girmeyen erkek hısımlardır Bunlar dört sınıf olup şunlardır:

1) Ölenin araya kadın girmeyen erkek fürûu Oğlu, oğlunun oğlu gibi Ayette: "Ölenin çocuğu (oğul veya kız) varsa ana ve babadan herbirine terikenin altıda biri vardır" (en-Nisâ, 4/11) buyurulur Burada, babaya belli hisse verilerek, oğul asabelikte (artanı almada) ondan öne alınmıştır

2) Ölenin araya kadın girmeyen erkek usûlü Babası, babasının babası gibi Ayette: "Ölenin çocuğu olmayıp da, O'na ana ve babası mirasçı olduysa, üçte biri anasınındır" (en-Nisâ, 4/11) buyurulur Burada annenin hissesi belirlenmiş, artanın da babaya ait olacağına işaret edilmiştir

3) Ölenin babasının araya kadın girmeyen erkek fürûu Ölenin ana-baba bir veya baba bir erkek kardeşleri ile bunların ilânihaye oğulları gibi Bununla ilgili olan Kur'anî hüküm şudur: "Eğer (mirasçı) erkek kardeş ise çocuksuz (ve babasız) ölen kız kardeşinin (ölümüyle) bıraktığı mirasın tamamını alır" (en-Nisâ, 4/176) Cenâb-ı Allah'ın hükmüne göre çocuğu ve babası olmayan kimse ölür ve geride ana-baba bir veya baba bir erkek kardeşi kalırsa, mirasın tamamı, ashabü'l-ferâiz'den kimse varsa, bunlardan artanı bu erkek kardeşindir

4) Ölenin dedesinin erkek fürûu Ana-baba bir veya baba bir amcalarla, bunların ilânihaye erkek çocukları Hadiste şöyle buyurulur: "Nebî (sas) mirası ana-baba bir erkek kardeşe, sonra baba bir erkek kardeşe, sonra ana-baba bir erkek kardeşin oğluna, sonra baba bir erkek kardeşin oğluna verdi Amcaların durumunu da aynen bunlar gibi zikretti" (el-Mavsilî, el-İhtiyar, V, 93; Hafidu İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, II, 321-322)

Birden çok asabe birlikte bulunursa en yakın ve en kuvvetli olan tercih edilir Diğerleri mirastan düşer Resulullah (sas): "Ashabü'l-Ferâize hisselerini veriniz Onlardan artan miras, en yakın erkek hısımındır" (Buhârî, Ferâiz, 5, 7, 9-10; Müslim, Ferâiz, 2-3; Tirmizî, Ferâiz, 8) buyurmaktadır

Buna göre asabeye miras verilirken şu prensiplere uyulur:

1) Yakın olan uzak olanı düşürür Bu da ikiye ayrılır:

a) Sınıfta yakınlık: Bir önceki sınıftan asabe varken sonraki sınıfta bulunanlar miras alamaz Meselâ, oğul varken baba veya erkek kardeş miras alamaz Ancak baba aynı zamanda ashabü'l-ferâiz'den olduğu için bu durumda altıda bir alır

b) Derecede yakın olan uzak olanı düşürür Bu durum aynı sınıfta, birden çok asabe bulunması hâlinde sözkonusu olur ve ölene en yakın olan tercih edilir Meselâ; birinci sınıftan oğul ile oğlun oğlu birlikte mirasçı olsalar, derecede (batında) yakın olan oğul, torunu düşürür

2) Kuvvetli olan zayıfı düşürür Bu durum, sınıf ve derecesi aynı olan birden çok asabe birlikte bulunursa sözkonusu olur Meselâ; ana-baba bir erkek kardeş ile baba bir erkek kardeş birlikte bulunsalar, hısımlığı kuvvetli olan öz kardeş, baba bir kardeşi düşürür

Asabe'ye miras verilirken bu, sınıf, derece, yakınlık ve kuvvet durumlarının daima gözönünde tutulması gerekir Ana-bir erkek kardeşlerle, ana bir amcalar zevi'l-erham* grubu içinde yer alırlar

B) Başkası ile birlikte asabe olanlar (Bigayrihi asabe) Bunlar kadınlardan olmak üzere dört çeşit hısımlardır Erkek kardeşleri ile birlikte müşterek asabe olurlar

1) Ölenin kızları Bunlar ölenin oğulları ile müşterek asabe olurlar Cenâb-ı Allah; "Allah size (miras hükümlerini şöylece emir ve) tavsiye eder Çocuklarınız hakkında, erkeğin hissesi iki kızın hissesi kadar" (en-Nisâ, 4/11) buyurur

2) Ölenin oğlunun kızları Bunlarda ölenin aynı derecede (batındaki) oğlun oğlu ile asabe olurlar Yukarıdaki ayette evlad kelimesi oğul ve kız anlamı yanında bunlar olmayınca oğlun oğlu veya kızı anlamına da gelir (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, II, 311-312)

3) Ana-baba bir kız kardeşler Bunlar öz erkek kardeşlerle birlikte olunca asabe olurlar (en-Nisâ, 4/176)

4) Baba bir kız kardeşler Bunlar da baba bir erkek kardeşlerle birlikte asabe olurlar (en-Nisâ, 4/176)

C) Başkasının bulunması ile asabe olanlar (Maagayrihi asabe) Bunlar ölenin kızları veya oğul kızları ile birlikte bulununca asabe olan kız kardeşlerdir Bunlar iki kısımdır:

I) Ana-baba bir kız kardeşler Ölenin kızı veya oğlunun kızı ile asabe olurlar Hz Peygamber (sas): "Kız kardeşleri, kızlarla birlikte bulununca, asabe yapınız" (Buhârî, Ferâiz, 12; Dârimî, Ferâiz, 4) buyurmaktadır

2) Baba bir kız kardeşler, yine ölenin kızı veya oğlunun kızı ile asabe olurlar Bu konudaki delil, yukarıda zikrettiğimiz hadistir Ana-baba bir kız kardeş bulunmayıp da, kız veya oğul kızı ile beraber baba bir kız kardeş bulunursa asabe olur

Burada asabe olan kız kardeşler, ölenin kızı veya oğul kızı ashabü'l-ferâiz sıfatıyla belirli hissesini aldıktan sonra, artanı alırlar Aynı kuvvette sayıları birden fazla olunca, artanı kendi aralarında eşit olarak paylaşırlar Üç tane ana-baba bir kız kardeşin asabe olması gibi (Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, Şahıs, Aile, Miras Hukuku, İstanbul 1983, s 495-507)

Hamdi DÖNDÜREN

ASABİYET

Sinirlilik; akrabalık, soy yakınlığı Akraba, soy, kavim, vatan, millet, din gayreti gütmek, bir toplumun ileri gelenleri Bir kimsenin baba tarafından akrabaları

İslâm öncesi Arap toplumunda bir kimse kabilecilik his ve gayretiyle baba tarafından olan akrabasını yahut da umumiyetle kendi kabilesinden olan birini, haklı haksız her konuda başkalarına karşı korur, ona destek olurdu Bu anlayışa göre, korumada önemli olan, kişilerin zalim veya mazlum olmaları değil, himaye edenlerin kabilesine mensup olup olmamalarıdır Aynı telâkki, bir cahiliye devri şiirinde şu şekilde ifade edilmiştir: "İster zalim olsun ister mazlum, kandaşın olan kişinin yardımına koş " Kur'an-ı Kerim'de asabiyet kelimesine rastlanmaz Ancak, akraba olsun ya da olmasın bir cemaat anlamı ifade eden "usbe" tabiri geçer Bunun yanısıra kavmiyetçiliği reddeden ayetler vardır Asabiyet kelimesi Peygamber Efendimiz (sas)'in hadislerinde görülmektedir Bu hadislerden birinde asabiyet, "Bir kimsenin kavmine zulümde yardım etmesidir" şeklinde tanımlanmış ve bu şekilde zulümde yardımlaşmayı sağlayan asabiyet şiddetle men edilerek "İnsanları bir asabiyet için toplanmağa çağıran bir asabiyet için savaşan ve asabiyet uğrunda ölen bizden değildir " buyurmuştur (Ebû Dâvûd, Edeb, 112) Hadis bilginleri içerisinde, bu hadiste geçen asabiyet kelimesini yalnız "zalime yardımcı olma" şeklinde yorumlayanlar olmuştur Halbuki İslâm'da, "zalimin zulmüne engel olma" emredilmiştir Nitekim Ashab-ı Kiram "Mazlum da olsa zalim de olsa din kardeşinize yardımcı olunuz" şeklindeki Hz Peygamber'in ifadesini açıklamasını isteyince, "Zalimi zulmünden engellemek ona yardımcı olmaktır" buyurmuştur

Büyük tarihçi ve sosyolog İbn Haldun, asabiyeti tarihî hadiselerin meydana gelmesinde önemli rol oynayan etkenlerden biri olarak görmüştür Ona göre, insanlar arasında karşılıklı yardımlaşma, nesep birliğinden veya çeşitli yollarla meydana gelen sebebî akrabalıktan hasıl olur Bir insanın yakınına yapılan zülüm, onun ağırına gider "Keşke akrabamın maruz kaldığı haksızlıkları önleyebilsem" diye arzu eder İnsanın akrabalarını düşünmesi, onların meselelerini kendi meselesi gibi telâkki etmesi asabiyet duygusundan kaynaklanmaktadır Asabiyet hissi çoğunlukla nesep birliğine dayandığından, nesebin karışmamış veya çok az karışmış olduğu Bedevîler arasında daha çok yaşatılmıştır Şehirlerde ise nesep karışıklığının fazlalığı, hukukî ve idarî işlerin bir yönetim tarafından tanzim edilmesi gibi sebeplerle asabiyet şuuru azalmış hatta giderek kaybolmuştur Kuvvetli bir asabiyete sahip olmaları sebebiyle Bedeviler, lüks ve refah içinde yaşayan şehirlilere göre daha savaşçıdırlar Bir bedevî kabilesinin içinde çeşitli aileler vardır Bunlar içinde en kuvvetli asabiyete sahip olan bir reis, diğerlerine üstünlük sağlayarak, onları kendine tâbi kılar Daha sonra gücü oranında diğer kabilelere hakim olur Zevk ve sefaya dalmadıkça, daha da genişleyerek büyük devletler kurabilir

İbn Haldun'a göre, tebliğ ve irşad faaliyetleri asabiyete dayanmadan tamamlanamaz Hatta peygamberlerin başarıya ulaşmalarında da asabiyetin büyük bir rolü vardır Zira toplumlarda ortaya çıkan sosyal değişmelere karşı tabiî bir mukavemet ve muhalefet mevcut olduğundan peygamber bunu kıracak kadar asabiyet sahibi güçlü bir kabileden değilse, şüphesiz zor durumlarda kalacaktır Nitekim Hz Peygamber (sas): "Allah, bir peygamberi, sadece kavminin metin ve bahadır (şerefli ve güçlü) taifesinden gönderir" buyurmuştur Bundan dolayıdır ki, peygamberler en şerefli kabîlelerden gelmişlerdir

Asabiyetin gayesinin mülk (hâkimiyet, iktidar) olduğunu söyleyen İbn Haldun asabiyeti kötüleyen hadisleri şu şekilde telif eder: "Resulullah'a göre dünya ve dünya işleri âhiret için bir binek ve vasıtadır Vasıtadan mahrum olan, maksada ulaşmaktan da mahrum olur Resulullah insanın bir fiilinin terk edilmesini isterse, bundan maksadı, o fiilin tamamen atılması, fiilin kaynağını teşkil eden tabiî kuvvetlerin ve vasıfların işlemez hâle getirilmesi değildir Maksadı, o fiilleri ve kuvvetleri doğru olan hedeflere yöneltmek için son haddine kadar gayret sarf etmektir

Resulullah, insandan "gadab (hiddet)"ın tamamen kalkmasını istememiştir Zira insandan "gadab kuvveti" gidecek olsa, "Hakka yardımcı olma" özelliği yok olur, bunun neticesinde de cihad ihmal edilir Çünkü cihat yapma sadece gadab kuvvetinin varlığıyla mümkün olur O sadece kötü maksatlar uğrunda kullanılan gadabdan sakındırmıştır Yoksa gadab Allah rızası için olursa arzu edilen hedef ve noktaya ulaşılır

Hz Peygamber'in şehvetleri kötülemesi de böyle olup, gayesi bunları tamamen yok etmek değildir Bir kimsede şehvetin bulunmayışı onun için eksiklik olur Şehvetten maksat, onun, meşru yollarla bazı faydalar ihtiva edecek şekilde kullanılmasıdır

Resulullah'ın asabiyetini yermesi de, aynen bunun gibidir "Akrabalarınızın ve evlâtlarınızın size bir faydası olmaz" (Mümtehine, 60/3) ayetinden maksat cahiliye döneminde olduğu gibi asabiyetin, batıl ve batılla ilgili haller üzerine olması; bir kimsenin diğerine karşı gururlanması ve asılsız yere hak iddia etmesidir Bunlar da akıllı kimselerin özellikleri olmayıp faydasız şeylerdir Ancak asabiyet, bir iyiliğe binaen ve Allah'ın emrini yerine getirmede olursa arzu edilen birşey olur"

Yine ibn Haldun'a göre İslâm, asabiyetin zararından çok faydasını görmüştür Asabiyet, grup hissi, hizip duygusu, cemaat dayanışması, belli grup üyelerini birbirine bağlayan manevî rabıta, birlik şuuru gibi şekillerde görülmesi halinde çok daha geniş uygulama alanları bulunabilmekte, millî topluluklara bağlı kalmamaktadır Meselâ, belirli din, mezhep ve ideolojilere bağlı olan fertler, asabiyet bağı ile birbirine bağlanarak, diğer din, mezhep ve ideoloji sahiplerine karşı birbiriyle bütünleşmiş bir toplum olarak ortaya çıkmakta, asabiyet şuuru ile varlıklarını devam ettirmektedirler Bu sebeple asabiyeti, sadece kavmî tesanüt olarak değil, aynı zamanda ideoloji ve din tesanüdü şeklinde görmek gerekir Yoksa kavmiyetçilik ya da onun izlerini taşıma düşüncesi İslâm'da kesinlikle yasaklanmıştı

Zira Ebû Hureyre (ra)'den rivayet edilen bir hadîste de asabiyet duygusuna kapılanların İslâm ve Allah nazarındaki durumları en güzel bir şekilde dile getirilmiştir Hz Peygamber (sas) şöyle buyurmaktadır: "Allah cahiliyetten kalma bir duygu olan babalar ve atalarla övünmeyi yasaklamıştır Bu atalar ister mü'min ve muttakî, ister fâcir ve günahkâr olsun farketmez Siz Adem'in neslindensiniz ve Adem de topraktan yaratılmıştır Sizden kavimlerle övünen bir kimse olmasın (kavimlerinizle övünmeyesiniz) Atalarla övünenler Cehennem kömürlerinden bir kömürdürler Onların bu hali Allah nazarında burnuyla pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha kötüdür " (Ebû Dâvud, Edeb, 112)

Peygamber Efendimiz (sas)'in koyduğu bu ölçü ve prensipler İslâm'ın asabiyete ve ırkçılığa bakış açısını en güzel bir şekilde değerlendirmektedir

Fransız ihtilalinin getirdiği yeni fikirlerden birisi de milliyetçilik fikridir Bu fikirlerden sonra gerek Balkanlarda, gerek Ortadoğu'da asabiyete dayalı hareketler olmuş, Allah'ın nizam ve İslâm kardeşliği unutularak asabiyete bağlı olarak devletler kurulmuştur Asabiyet, dinin bağlarını gevşetmiş, yerine aşiret, kabile ve kavim temellerine dayanan devletler kurulmuştur O günden bu yana İslâm'a ters gelen bu uygulama müslümanlar arasında halâ devam etmektedir

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (A)

Eski 11-04-2012   #29
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (A)



Arz

Bir şeyi bir âmire, üstada veya büyüğe göstermek, takdim etmek

Hadîs usulünde kullanılan bir terim olup râvinin elinde bulunan hadisleri şeyhine okuması anlamına gelmektedir Hadîs şeyhine okunan hadisler isterse ezberden, isterse yazılı bir metinden okunabilmektedir Şeyh de kendisine arz edilen bu hadis metinlerini kontrol maksadıyla dinlerken, ister elindeki bir metinden takip eder isterse hafızasından izler (Ali Haydar Efendi, Usul-i Fıkıh Dersleri, İstanbul 1326, 406) Râvî, bu hadisleri şeyhinin huzurunda okursa artık bunları üstadından rivayet yetkisine sahip olmuş demektir

ARZ-I MEV'UD

Va'dedilmiş yer Hz İbrahim ve onun soyundan gelenlere verileceği va'dedilen arazî Bu tabir Kur'an-ı Kerîm'de "Bereketli arz" olarak kaydedilmektedir (el-Enbiyâ, 21/71) Hz Yusuf (as)'ın Mısır'a götürdüğü İsrailoğulları zamanla Firavunların yönetimi altında zulme uğramış, mustaz'af* bir kitle haline gelmişti Kur'an'da Hz Musa (as)'ın onlara şöyle dediğini biliyoruz "Ey Kavmim, Allah'ın size takdir ettiği Arz-ı Mukaddes'e girin arkanıza dönmeyin Yoksa hepiniz nice zararlara uğrayanlardan olursunuz " (el-Mâide, 5/12) Hz Musa'nın sözleriyle Allah'ın İsrailoğullarına mukaddes kıldığı belde bildirilmiş ise de bunun neresi olduğu kesin olarak bilinmemektedir Ken'an ili olarak bilinen yer Filistin, Şam, Ürdün'deki Ken'an bölgesi yahut Kudüs şehri midir, bu hususta kesin bir bilgiye sahip değiliz Ancak o dönemlerde bu bölgede büyük bir devlet hüküm sürdüğünden, israiloğulları buraya gelmek istememişler, bunun için de Hz Musa'ya: "Git sen ve Rabbin, savaşınız; biz buracıkta oturacağız" demişlerdi (el-Mâide, 5/24) Bundan sonra İsrailoğulları'nın buraya gidemeyeceği, ancak bu bölgeye salih kulların mirasçı olacakları Hz Dâvud'a vahyedilen Zebur'da belirtilmiştir: "Andolsun ki biz zikir (Tevrat)'dan sonra (Davud'a indirilen) Zebûr'da yazdık ki "Arz'a (arz-ı Mev'ud 'a) benim salih kullarım varis olur"(el-Enbiyâ, 21/105) Arz-ı Mev'ud'un değerini takdir edemeyen İsrailoğulları yeryüzünün salihleri olamamış fakat daima bunun özlemini duymuş ve bu toprakları ele geçirmek için her türlü hileye başvurarak her şeyi mübah görmüşlerdir Arz-ı Mev'ud Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahûdiler tarafından kutsal kabul edildiği için her üç ümmet de buraları ele geçirme gayreti içine girmiş ve bu bölgede tarih boyunca mücadeleler sürmüştür Yahudiler Allah'ın Peygamberlerini öldürüp onun dinine ve emirlerine sırt çevirdiklerinden Allah onların bu kutsal yerlere mirasçı olamayacaklarım belirtmiştir Yukarıda ifade edildiği gibi yeryüzüne Allah'ın salih kulları varis olacaktır Bu ilâhi hüküm bütün kutsal kitaplarda mevcuttur (bk el-Enbiyâ, 21/105; Mezmurlar, 37/29, 69/32-36) İslâm'dan önceki dinler ve Hz Peygamber'den önceki kutsal kitap ve şerîatler, Kur'an ile neshedildiği için, bütün insanların İslâm'a ve Kur'an'a tabi olması halinde Allah'ın salih kulları olmaları mümkündür Arz-ı Mev'ud'a ancak Allah'ın son şerîatı olan İslâm'a iman etmekle vâris olunabilir

Ahmed AĞIRAKÇA

ASABE

Sarmak, kuşatmak, şiddet, kuvvet, yardım ve himaye, baba tarafından olan yakın akrabalar Bir miras hukuku terimi olarak ise; yalnız başına olduğunda bütün mirası Ashabü'l Ferâiz'den* mirasçı bulununca onlardan artanı alan ve ölene (mûris'e) araya kadın girmeksizin bağlanan erkek hısımlarla bu hükümde olan diğer kimselerdir Oğlu, oğlun ilânihaye oğlu gibi Bunların belirli miras hisseleri ayet ve hadislerde belirlenmemiştir

Asabe önce ikiye ayrılır: Kan hısımlığı sebebiyle asabe, köle ve câriyeyi hürriyetine kavuşturmaktan doğan asabe

Kan hısımlığı sebebiyle asabe üçe ayrılır:

A) Kendi başına asabe olanlar (Binefsihi asabe) Bunlar ölenle (mûrisle) aralarına kadın girmeyen erkek hısımlardır Bunlar dört sınıf olup şunlardır:

1) Ölenin araya kadın girmeyen erkek fürûu Oğlu, oğlunun oğlu gibi Ayette: "Ölenin çocuğu (oğul veya kız) varsa ana ve babadan herbirine terikenin altıda biri vardır" (en-Nisâ, 4/11) buyurulur Burada, babaya belli hisse verilerek, oğul asabelikte (artanı almada) ondan öne alınmıştır

2) Ölenin araya kadın girmeyen erkek usûlü Babası, babasının babası gibi Ayette: "Ölenin çocuğu olmayıp da, O'na ana ve babası mirasçı olduysa, üçte biri anasınındır" (en-Nisâ, 4/11) buyurulur Burada annenin hissesi belirlenmiş, artanın da babaya ait olacağına işaret edilmiştir

3) Ölenin babasının araya kadın girmeyen erkek fürûu Ölenin ana-baba bir veya baba bir erkek kardeşleri ile bunların ilânihaye oğulları gibi Bununla ilgili olan Kur'anî hüküm şudur: "Eğer (mirasçı) erkek kardeş ise çocuksuz (ve babasız) ölen kız kardeşinin (ölümüyle) bıraktığı mirasın tamamını alır" (en-Nisâ, 4/176) Cenâb-ı Allah'ın hükmüne göre çocuğu ve babası olmayan kimse ölür ve geride ana-baba bir veya baba bir erkek kardeşi kalırsa, mirasın tamamı, ashabü'l-ferâiz'den kimse varsa, bunlardan artanı bu erkek kardeşindir

4) Ölenin dedesinin erkek fürûu Ana-baba bir veya baba bir amcalarla, bunların ilânihaye erkek çocukları Hadiste şöyle buyurulur: "Nebî (sas) mirası ana-baba bir erkek kardeşe, sonra baba bir erkek kardeşe, sonra ana-baba bir erkek kardeşin oğluna, sonra baba bir erkek kardeşin oğluna verdi Amcaların durumunu da aynen bunlar gibi zikretti" (el-Mavsilî, el-İhtiyar, V, 93; Hafidu İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, II, 321-322)

Birden çok asabe birlikte bulunursa en yakın ve en kuvvetli olan tercih edilir Diğerleri mirastan düşer Resulullah (sas): "Ashabü'l-Ferâize hisselerini veriniz Onlardan artan miras, en yakın erkek hısımındır" (Buhârî, Ferâiz, 5, 7, 9-10; Müslim, Ferâiz, 2-3; Tirmizî, Ferâiz, 8) buyurmaktadır

Buna göre asabeye miras verilirken şu prensiplere uyulur:

1) Yakın olan uzak olanı düşürür Bu da ikiye ayrılır:

a) Sınıfta yakınlık: Bir önceki sınıftan asabe varken sonraki sınıfta bulunanlar miras alamaz Meselâ, oğul varken baba veya erkek kardeş miras alamaz Ancak baba aynı zamanda ashabü'l-ferâiz'den olduğu için bu durumda altıda bir alır

b) Derecede yakın olan uzak olanı düşürür Bu durum aynı sınıfta, birden çok asabe bulunması hâlinde sözkonusu olur ve ölene en yakın olan tercih edilir Meselâ; birinci sınıftan oğul ile oğlun oğlu birlikte mirasçı olsalar, derecede (batında) yakın olan oğul, torunu düşürür

2) Kuvvetli olan zayıfı düşürür Bu durum, sınıf ve derecesi aynı olan birden çok asabe birlikte bulunursa sözkonusu olur Meselâ; ana-baba bir erkek kardeş ile baba bir erkek kardeş birlikte bulunsalar, hısımlığı kuvvetli olan öz kardeş, baba bir kardeşi düşürür

Asabe'ye miras verilirken bu, sınıf, derece, yakınlık ve kuvvet durumlarının daima gözönünde tutulması gerekir Ana-bir erkek kardeşlerle, ana bir amcalar zevi'l-erham* grubu içinde yer alırlar

B) Başkası ile birlikte asabe olanlar (Bigayrihi asabe) Bunlar kadınlardan olmak üzere dört çeşit hısımlardır Erkek kardeşleri ile birlikte müşterek asabe olurlar

1) Ölenin kızları Bunlar ölenin oğulları ile müşterek asabe olurlar Cenâb-ı Allah; "Allah size (miras hükümlerini şöylece emir ve) tavsiye eder Çocuklarınız hakkında, erkeğin hissesi iki kızın hissesi kadar" (en-Nisâ, 4/11) buyurur

2) Ölenin oğlunun kızları Bunlarda ölenin aynı derecede (batındaki) oğlun oğlu ile asabe olurlar Yukarıdaki ayette evlad kelimesi oğul ve kız anlamı yanında bunlar olmayınca oğlun oğlu veya kızı anlamına da gelir (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, II, 311-312)

3) Ana-baba bir kız kardeşler Bunlar öz erkek kardeşlerle birlikte olunca asabe olurlar (en-Nisâ, 4/176)

4) Baba bir kız kardeşler Bunlar da baba bir erkek kardeşlerle birlikte asabe olurlar (en-Nisâ, 4/176)

C) Başkasının bulunması ile asabe olanlar (Maagayrihi asabe) Bunlar ölenin kızları veya oğul kızları ile birlikte bulununca asabe olan kız kardeşlerdir Bunlar iki kısımdır:

I) Ana-baba bir kız kardeşler Ölenin kızı veya oğlunun kızı ile asabe olurlar Hz Peygamber (sas): "Kız kardeşleri, kızlarla birlikte bulununca, asabe yapınız" (Buhârî, Ferâiz, 12; Dârimî, Ferâiz, 4) buyurmaktadır

2) Baba bir kız kardeşler, yine ölenin kızı veya oğlunun kızı ile asabe olurlar Bu konudaki delil, yukarıda zikrettiğimiz hadistir Ana-baba bir kız kardeş bulunmayıp da, kız veya oğul kızı ile beraber baba bir kız kardeş bulunursa asabe olur

Burada asabe olan kız kardeşler, ölenin kızı veya oğul kızı ashabü'l-ferâiz sıfatıyla belirli hissesini aldıktan sonra, artanı alırlar Aynı kuvvette sayıları birden fazla olunca, artanı kendi aralarında eşit olarak paylaşırlar Üç tane ana-baba bir kız kardeşin asabe olması gibi (Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, Şahıs, Aile, Miras Hukuku, İstanbul 1983, s 495-507)

Hamdi DÖNDÜREN

ASABİYET

Sinirlilik; akrabalık, soy yakınlığı Akraba, soy, kavim, vatan, millet, din gayreti gütmek, bir toplumun ileri gelenleri Bir kimsenin baba tarafından akrabaları

İslâm öncesi Arap toplumunda bir kimse kabilecilik his ve gayretiyle baba tarafından olan akrabasını yahut da umumiyetle kendi kabilesinden olan birini, haklı haksız her konuda başkalarına karşı korur, ona destek olurdu Bu anlayışa göre, korumada önemli olan, kişilerin zalim veya mazlum olmaları değil, himaye edenlerin kabilesine mensup olup olmamalarıdır Aynı telâkki, bir cahiliye devri şiirinde şu şekilde ifade edilmiştir: "İster zalim olsun ister mazlum, kandaşın olan kişinin yardımına koş " Kur'an-ı Kerim'de asabiyet kelimesine rastlanmaz Ancak, akraba olsun ya da olmasın bir cemaat anlamı ifade eden "usbe" tabiri geçer Bunun yanısıra kavmiyetçiliği reddeden ayetler vardır Asabiyet kelimesi Peygamber Efendimiz (sas)'in hadislerinde görülmektedir Bu hadislerden birinde asabiyet, "Bir kimsenin kavmine zulümde yardım etmesidir" şeklinde tanımlanmış ve bu şekilde zulümde yardımlaşmayı sağlayan asabiyet şiddetle men edilerek "İnsanları bir asabiyet için toplanmağa çağıran bir asabiyet için savaşan ve asabiyet uğrunda ölen bizden değildir " buyurmuştur (Ebû Dâvûd, Edeb, 112) Hadis bilginleri içerisinde, bu hadiste geçen asabiyet kelimesini yalnız "zalime yardımcı olma" şeklinde yorumlayanlar olmuştur Halbuki İslâm'da, "zalimin zulmüne engel olma" emredilmiştir Nitekim Ashab-ı Kiram "Mazlum da olsa zalim de olsa din kardeşinize yardımcı olunuz" şeklindeki Hz Peygamber'in ifadesini açıklamasını isteyince, "Zalimi zulmünden engellemek ona yardımcı olmaktır" buyurmuştur

Büyük tarihçi ve sosyolog İbn Haldun, asabiyeti tarihî hadiselerin meydana gelmesinde önemli rol oynayan etkenlerden biri olarak görmüştür Ona göre, insanlar arasında karşılıklı yardımlaşma, nesep birliğinden veya çeşitli yollarla meydana gelen sebebî akrabalıktan hasıl olur Bir insanın yakınına yapılan zülüm, onun ağırına gider "Keşke akrabamın maruz kaldığı haksızlıkları önleyebilsem" diye arzu eder İnsanın akrabalarını düşünmesi, onların meselelerini kendi meselesi gibi telâkki etmesi asabiyet duygusundan kaynaklanmaktadır Asabiyet hissi çoğunlukla nesep birliğine dayandığından, nesebin karışmamış veya çok az karışmış olduğu Bedevîler arasında daha çok yaşatılmıştır Şehirlerde ise nesep karışıklığının fazlalığı, hukukî ve idarî işlerin bir yönetim tarafından tanzim edilmesi gibi sebeplerle asabiyet şuuru azalmış hatta giderek kaybolmuştur Kuvvetli bir asabiyete sahip olmaları sebebiyle Bedeviler, lüks ve refah içinde yaşayan şehirlilere göre daha savaşçıdırlar Bir bedevî kabilesinin içinde çeşitli aileler vardır Bunlar içinde en kuvvetli asabiyete sahip olan bir reis, diğerlerine üstünlük sağlayarak, onları kendine tâbi kılar Daha sonra gücü oranında diğer kabilelere hakim olur Zevk ve sefaya dalmadıkça, daha da genişleyerek büyük devletler kurabilir

İbn Haldun'a göre, tebliğ ve irşad faaliyetleri asabiyete dayanmadan tamamlanamaz Hatta peygamberlerin başarıya ulaşmalarında da asabiyetin büyük bir rolü vardır Zira toplumlarda ortaya çıkan sosyal değişmelere karşı tabiî bir mukavemet ve muhalefet mevcut olduğundan peygamber bunu kıracak kadar asabiyet sahibi güçlü bir kabileden değilse, şüphesiz zor durumlarda kalacaktır Nitekim Hz Peygamber (sas): "Allah, bir peygamberi, sadece kavminin metin ve bahadır (şerefli ve güçlü) taifesinden gönderir" buyurmuştur Bundan dolayıdır ki, peygamberler en şerefli kabîlelerden gelmişlerdir

Asabiyetin gayesinin mülk (hâkimiyet, iktidar) olduğunu söyleyen İbn Haldun asabiyeti kötüleyen hadisleri şu şekilde telif eder: "Resulullah'a göre dünya ve dünya işleri âhiret için bir binek ve vasıtadır Vasıtadan mahrum olan, maksada ulaşmaktan da mahrum olur Resulullah insanın bir fiilinin terk edilmesini isterse, bundan maksadı, o fiilin tamamen atılması, fiilin kaynağını teşkil eden tabiî kuvvetlerin ve vasıfların işlemez hâle getirilmesi değildir Maksadı, o fiilleri ve kuvvetleri doğru olan hedeflere yöneltmek için son haddine kadar gayret sarf etmektir

Resulullah, insandan "gadab (hiddet)"ın tamamen kalkmasını istememiştir Zira insandan "gadab kuvveti" gidecek olsa, "Hakka yardımcı olma" özelliği yok olur, bunun neticesinde de cihad ihmal edilir Çünkü cihat yapma sadece gadab kuvvetinin varlığıyla mümkün olur O sadece kötü maksatlar uğrunda kullanılan gadabdan sakındırmıştır Yoksa gadab Allah rızası için olursa arzu edilen hedef ve noktaya ulaşılır

Hz Peygamber'in şehvetleri kötülemesi de böyle olup, gayesi bunları tamamen yok etmek değildir Bir kimsede şehvetin bulunmayışı onun için eksiklik olur Şehvetten maksat, onun, meşru yollarla bazı faydalar ihtiva edecek şekilde kullanılmasıdır

Resulullah'ın asabiyetini yermesi de, aynen bunun gibidir "Akrabalarınızın ve evlâtlarınızın size bir faydası olmaz" (Mümtehine, 60/3) ayetinden maksat cahiliye döneminde olduğu gibi asabiyetin, batıl ve batılla ilgili haller üzerine olması; bir kimsenin diğerine karşı gururlanması ve asılsız yere hak iddia etmesidir Bunlar da akıllı kimselerin özellikleri olmayıp faydasız şeylerdir Ancak asabiyet, bir iyiliğe binaen ve Allah'ın emrini yerine getirmede olursa arzu edilen birşey olur"

Yine ibn Haldun'a göre İslâm, asabiyetin zararından çok faydasını görmüştür Asabiyet, grup hissi, hizip duygusu, cemaat dayanışması, belli grup üyelerini birbirine bağlayan manevî rabıta, birlik şuuru gibi şekillerde görülmesi halinde çok daha geniş uygulama alanları bulunabilmekte, millî topluluklara bağlı kalmamaktadır Meselâ, belirli din, mezhep ve ideolojilere bağlı olan fertler, asabiyet bağı ile birbirine bağlanarak, diğer din, mezhep ve ideoloji sahiplerine karşı birbiriyle bütünleşmiş bir toplum olarak ortaya çıkmakta, asabiyet şuuru ile varlıklarını devam ettirmektedirler Bu sebeple asabiyeti, sadece kavmî tesanüt olarak değil, aynı zamanda ideoloji ve din tesanüdü şeklinde görmek gerekir Yoksa kavmiyetçilik ya da onun izlerini taşıma düşüncesi İslâm'da kesinlikle yasaklanmıştı

Zira Ebû Hureyre (ra)'den rivayet edilen bir hadîste de asabiyet duygusuna kapılanların İslâm ve Allah nazarındaki durumları en güzel bir şekilde dile getirilmiştir Hz Peygamber (sas) şöyle buyurmaktadır: "Allah cahiliyetten kalma bir duygu olan babalar ve atalarla övünmeyi yasaklamıştır Bu atalar ister mü'min ve muttakî, ister fâcir ve günahkâr olsun farketmez Siz Adem'in neslindensiniz ve Adem de topraktan yaratılmıştır Sizden kavimlerle övünen bir kimse olmasın (kavimlerinizle övünmeyesiniz) Atalarla övünenler Cehennem kömürlerinden bir kömürdürler Onların bu hali Allah nazarında burnuyla pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha kötüdür " (Ebû Dâvud, Edeb, 112)

Peygamber Efendimiz (sas)'in koyduğu bu ölçü ve prensipler İslâm'ın asabiyete ve ırkçılığa bakış açısını en güzel bir şekilde değerlendirmektedir

Fransız ihtilalinin getirdiği yeni fikirlerden birisi de milliyetçilik fikridir Bu fikirlerden sonra gerek Balkanlarda, gerek Ortadoğu'da asabiyete dayalı hareketler olmuş, Allah'ın nizam ve İslâm kardeşliği unutularak asabiyete bağlı olarak devletler kurulmuştur Asabiyet, dinin bağlarını gevşetmiş, yerine aşiret, kabile ve kavim temellerine dayanan devletler kurulmuştur O günden bu yana İslâm'a ters gelen bu uygulama müslümanlar arasında halâ devam etmektedir

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (A)

Eski 11-04-2012   #30
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (A)



Ashâb

Peygamber Efendimize iman ederek O'nu gören ve müslüman olarak ölen kimseler

Lügat itibariyle ashab, arkadaş manasına gelen "sâhib" kelimesinin çoğuludur İslâm ıstılâhında "Hz Peygamber'in arkadaşları" için, daha geniş kapsamıyla Resulullah'ı gören müminler için kullanılmıştır Sahabî ve çoğulu olan sahabe terimleri de aynı manayı ifade eder

Sahabî sayılabilmek için az da olsa Resulullah ile görüşmek şarttır Bu sebeple Hz Peygamber döneminde yaşamış, O'na iman etmiş, hatta O'nunla haberleşip yazışmış, O'na destek sağlamış kişiler ashâbtan sayılmaz Meselâ o dönemin meşhur Habeşistan Kralı Necâşî Ashame böyledir İyiyi kötüden ayırdedebilecek temyîz yaşında Peygamber Efendimiz'i gören çocuklar ise ashabtandır Meselâ Hz Peygamber'in iki torunu Hasan ile Hüseyin'in durumu böyledir Hz Peygamber'e iman eden ilk kişi olarak ilk sahabî, Resulullah'ın mübarek eşi Hz Hatice'dir Son sahabî ise, genellikle kabul edildiğine göre 100/719 senesinde vefat eden Ebü't-Tufeyl Âmir b Vâsile el-Leysî el-Kinânî'dir Bu tarihten sonra yaşayan bir sahabînin varlığı bilinmemekle beraber İslâm âlimleri, Hz Peygamber'in hayatının sonlarında söylediği: "Yüz sene sonra bugün yaşayanlardan hiç kimse hayatta kalmayacaktır " (İbn Hacer, el-İsâbe, Mısır 1328, I, 8) hadîsine dayanarak ashabın bulunabileceği son zaman sınırı olarak 110/729 senesini belirlemişlerdir İslâm aleminde çok sonraki dönemlerde bile zaman zaman görüldüğü gibi artık bu tarihten sonra sahabî olduğunu iddia edenler çıksa da onlara itibar edilmez Sahabenin mutlaka Hz Peygamber (sas)'i bir an da olsa görmüş veya sohbetinde bulunmuş olması gerekir Amâlık, sağırlık veya dilsizlik gibi sebeplerle, görme ve sohbetten biri gerçekleşemezse, bu durum sahabî olmaya engel değildir Nitekim Ashabın ileri gelenlerinden ve Peygamberimiz'in müezzinlerinden olan Abdullah İbn Ümmi Mektûm, âmâ olduğu için Hz Peygamber'i görememiş fakat, sohbetlerinde bulunmuştur

Hz Peygamberi dünya gözüyle görmek şarttır O'nu (sas) rüyasında görenler sahabi sayılmaz

Hz Peygamber (sas)'i kendisine peygamberlik gelmeden önce gören veya O'nunla sohbet eden, fakat peygamberlikten sonra göremeyen kişi de sahabî sayılmaz

Peygamberlikten sonra Resulullah (sas)'i gören kimsenin müslüman olması ve daha sonra dinden çıkmış olmaması gerekir Binaenaleyh; henüz müslüman değilken Peygamberimizi gören bir kimse daha sonra müslüman olsa ve Hz Peygamber (sas)'i göremese, sahabi sayılmaz Yine, müslümanken Hz Peygamber (sas)'i gören ve sahabî olan bir kişi, daha sonra irtidat edip dinden çıksa, sahabîlikten de çıkar Ancak, tekrar müslüman olur ve Hz Peygamber'i görürse yine sahabî olur

İslâm'ın en güzel ve doğru bir şekilde öğrenilebilmesi için Hz Peygamberin, dolayısıyla Ashab-ı Kirâm'ın hayatını iyi bilmek gerekir Çünkü Hz Peygamber (sas) ve O'nunla içiçe yaşamış olan Ashab-ı Kirâmın hayatında müslümanlar için çok güzel örnekler vardır Alimler, Hz Peygamberin hayatını tafsilatlı bir şekilde tesbit ettikleri gibi, ashabın hayatıyla ilgili bilgileri de tesbite gayret etmişlerdir İslâm'ın ilk asırlarından itibaren sahabe biyografilerini tesbit için pek çok eser yazılmıştır Bu kitaplarda sahabe, ya Hz Peygambere yakınlık ve fazilet derecelerine göre veya isimlerine göre alfabetik bir şekilde ele alınmıştır Bu tür kaynaklarda toplam olarak ancak, 10000 kadar sahabenin hayatı hakkında bilgi verilmektedir Aslında ashabın sayısı kesin olarak tesbit edilebilmiş değildir Ancak genellikle Hz Peygamber vefat ettiği zaman 114000 sahabînin bulunduğu kabul edilir Hayatları kitaplara geçen sahabîler; tanınan, bilinen, çeşitli özellikleriyle meşhur olan kimselerdir Hayatlarıyla ilgili bilgiler sonraki asırlara intikal etmeyen veya Mekke-Medine gibi önemli merkezlerden uzakta yaşıyan sahabîlerin isim ve hayatları bu kaynaklarda yer almamıştır

Hz Peygamber'in arkadaşları ve yakın dostları olan Sahabe-i Kirâm, O yüce Peygamber (sas)'in şahsiyet ve dostluğundan çok istifade etmiş, kendilerine örnek alarak O'nun istediği gibi müslüman olmaya çok gayret göstermişlerdir İslâm'ın güçlenip yayılması için canlarıyla başlarıyla çalışmışlar, bu yolda, ölüm de dahil olmak üzere hiç bir şeyden çekinmemişler, Allah ve Resulunu, çoluk-çocuklarından, mallarından, hatta canlarından daha çok sevmişlerdir; Allah yolunda hiç çekinmeden yurtlarından hicret etmiş ve kanlarını akıtarak canlarını vermişlerdir Böylece Ashab-ı Kirâm'ın, Hz Peygamber'le beraber olmaktan kazandıkları üstünlükleri ortaya çıkmaktadır Nitekim bu ve benzeri özelliklerinden dolayı sahabe, Kur'an-ı Kerîm'in müteaddit yerlerinde bizzat Allah'u Teâlâ tarafından, hadîsi şeriflerde de Peygamberimiz tarafından methedilmektedir

"Böylece sizi (Ashab-ı Kirâm) vasat bir ümmet yapmışızdır; insanlara karşı hakikatin şahitleri olasınız, bu Peygamber de sizin üzerinize tam bir şahit olsun diye" (el-Bakara, 2/143)

"Siz (sahabe) insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız " (Âli İmrân, 3/ 110)

"İslam'da birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar yok mu? Allah onlardan razı olmuştur Onlar da Allah'dan razı olmuşlardır Allah bunlar için, kendileri içinde ebedî kalıcılar olmak üzere, altlarından ırmaklar akan Cennetler hazırladı İşte bu, en büyük bahtiyarlıktır" (et-Tevbe, 9/100)

"O ağacın altında müminler sana bey'at ederlerken, andolsun ki Allah onlardan razı olmuştur da kalplerindekini bilerek üzerlerine manevî bir kuvvet (moral) indirmiş ve onları yakın birfetih ile mükâfatlandırmıştır" (el-Feth, 48/28)

"Muhammed Allah'ın Resulu'dur O'nunla beraber olanlar (ashab) da kâfirlere karşı çetin ve metin, kendi aralarında merhametlidirler Onları rükû' edici, secde edici olarak görürsün Onlar Allah'dan daima fazl-u kerem ve rıza isterler Secde izinden meydana gelen nişanları yüzlerindedir" (el-Feth, 48/29)

Ehl-i Sünnet nazarında ashabın büyük bir değeri vardır Bu ve bunlara benzer bir çok Kur'an ayetinde açıkça veya îmâ ile ashabın faziletinden bahsedilmiştir Peygamber Efendimiz'in pek çok hadîslerinde toplu olarak, ya da fert fert ashabın faziletine yer verilmiştir ki, hemen hemen bütün ilk ve mûteber hadîs kaynaklarında bu hadîsler, "Fedâilü's-Sahabe= Sahabenin Faziletleri': veya benzeri başlıklar altında toplanmıştır Meselâ bu hadîslerinden birisinde Peygamber Efendimiz: "Nesillerin en hayırlısı, benim neslimdir " buyurmuştur (Buhârî, Fedâilü Ashabi'n-Nebî, 1; Müslim, Fedâilü's-Sahabe, 210-215)

Bir başka hadîslerinde de şöyle demiştir: "Ashabım hakkında Allah'tan korkun, ashabım hakkında Allah'tan korkun! Benden sonra onları kendinize hedef haline getirip düşmanlık etmeyin! Kim onları severse bana olan sevgisinden dolayı sever Kim de onlara kin beslerse bana olan kini dolayısıyla böyle yapar Kim onlara eziyet ederse bana eziyet etmiş olur Kim bana eziyet ederse Allah'a eziyet etmiş demektir Her kim de Allah'a eziyet ederse çok geçmeden Allah onun belâsını verir" (Ahmed b Hanbel V, 57)

Peygamber Efendimiz'in Allah'tan alarak tebliğ ve yaşayışında tatbik ettiği veya bizzat kendisinin koyduğu dînî esasların, daha sonraki müslüman nesillere ancak ashaba dayanan sıhhatli nakillerle ulaşabildiği düşünülecek olursa, İslâm açısından ashab-ı kirâmın gerçekten bu övgülere ve kendilerine saygı gösterilmesi konusundaki ikazlara lâyık oldukları açıkça anlaşılır Bu sebeple ashabtan birinden bahsederken isminin arkasından "Radıyallâhü anh = Allah ondan razı olsun!" demek, bize düşen saygı görevinin gereğidir İslâm dîninin sıhhatli bir şekilde sonrakilere aktarılmasında temel unsur ashab olduğu içindir ki Ehl-i Sünnet âlimlerine göre Kur'an ve Sünnet'in de övgüsüne nail olan ashab-ı kirâm, tamamıyla adalet ve itimat sahibidirler

Sahabe-i Kirâm bir pervane gibi Peygamberimiz'in etrafında dolaşır ve O'ndan (sas) bir şeyler öğrenmeye gayret ederdi Çeşitli dünya meşgalelerinden dolayı Hz Peygamber'in yanına gelemeyenler, ertesi günü başkalarına sorarak eksiklerini giderirlerdi Bazıları İslâm'ı öğrenmek için, boğaz tokluğuna Peygamberimizi (sas) takip eder bazıları da Efendimiz'in sözlerini yazarak tespit etmeye çalışırdı Ashab, Hz Peygamber'i dinlerken sanki başlarında birer kuş var da, hareket etseler uçup gidecekmiş gibi pür dikkat kesilir, ayrıldıktan sonra da duyduklarını daha iyi öğrenebilmek için aralarında müzakere ederlerdi

İslâm'dan önceki ümmetler, peygamberlerinin hayatı, sözleri ve davranışları ile ilgili bilgileri daha sonraki nesillere sıhhatli bir şekilde ulaştıramamışlardır Diğer hususlarda olduğu gibi, müslümanların bu hususta da üstünlüğü vardır Ve bu üstünlük Ashab sayesinde olmuştur O da, Hz Peygamber'in hayatı ile ilgili -en ince ayrıntısına kadar- bilgileri, O'nun sözlerini, davranışlarını, takrirlerini, ahlâkî ve cismanî özelliklerini sonraki nesillere sağlıklı bir şekilde aktarmadır Bugün, Hristiyanlar Hz İsâ'nın, Yahudiler Hz Mûsâ'nın sözlerini -İncil ve Tevrat dışındakileri- ancak kulaktan dolma, esâtîr (uydurulmuş hikâyeler) halinde, mesnetsiz bilgiler olarak elde edebilmektedirler Halbuki müslümanlar, Peygamberimiz'in binlerce, onbinlerce hadis ve sünnetine, senedli bir şekilde ve tâ o zamana kadar uzanan yazılı belgeler halinde sahip durumdadırlar Müslümanlar bunu Ashab'a borçludur Onlar, Peygamberimiz'den duydukları, yazdıkları hadisleri hiçbir değişikliğe uğratmadan, kendilerinden sonrakilere ulaştırmışlar ve bunu bir ibadet vecdi ile yapmışlardır Daha sonra gelen nesiller de hadisleri aynı şekilde bir sonrakilere naklederek günümüze kadar sağlam bir şekilde gelmesine hizmet etmişlerdir

Peygamberimiz'in vefatından ve Hz Ömer zamanındaki fetihlerden sonra İslâm devletinin muhtelif bölgelerine dağılan bazı sahabîler, oralarda bereketli birer ilim merkezi oluşturmuşlar ve yeni müslüman olanlara İslâm'ı ve Hz Peygamber'in sünnetini öğretmişlerdir Böylece, İslâm dininin sağlam bir şekilde Arap yarımadası dışına yayılması da, Ashab'ın yaptığı hayırlı hizmetlerdendir

Ancak Ashab'ın İslâm'a girişleri ve hizmetleri, İslâm uğruna çektikleri çileler ve gösterdikleri çabalar, hicretler ve gazvelerdeki durumlarının üstünlüğü yanısıra; her şeye rağmen birer insan oldukları da gözönünde bulundurulduğunda, Ashab'ın hepsinin birbiri ile aynı değerde olmayacağı âşikardır Bu bakımdan, farklı görüşler de bulunmakla beraber derece itibâriyle ashab-ı kirâm genellikle oniki tabakaya ayrılmıştır:

1 Aşere-i mübeşşere (Cennet'le müjdelenen on sahabî ki bunların başında ilk dört halife gelir) ve Hz Hatice, Hz Bilâl gibi ilk müslüman olanlar,

2 Hz Ömer'in müslüman oluşu sırasında müşriklerin Dâru'n-Nedve'de durum müzakeresi yaptıkları zamana kadar müslüman olanlar,

3 I ve II Habeşistan hicretine katılan ashab,

4 I Akabe Bey'atı'nda bulunan sahabîler,

5 II Akabe Bey'atı'na katılanlar,

6 Peygamber Efendimiz, hicreti sonunda Kubâ'ya geldiği zaman orada

Resulullah'a kavuşup Medine'ye yerleşen muhacirler,

7 Bedr Gazvesi'ne katılan Ashabı Kirâm,

8 Bedr Savaşı ile Hudeybiye Musâlahası arasında hicret edenler,

9 Hudeybiye'de yapılan Bey'atü'r-Rıdvân'a* katılanlar,

10 Hudeybiye Musâlahası ile Mekke fethi arasında hicret edenler,

11 Mekke'nin fethedilmesi üzerine müslüman olan Kureyşliler,

12 Hz Peygamber'i Mekke Fethi sırasında, Vedâ Haccı'nda veya bir başka yerde gören çocuklar (Hâkim en-Neysâbûrî, Ma'rifetü Ulûmi'l-Hadîs, Beyrut 1977 s 22-24)

Diğer taraftan Ashab arasında büyük değeri haiz olanlar, Muhacirun (Mekke Fethi'ne kadar Medine'ye hicret edenler) ve Ensar (Hz Peygamber'e ve müslümanlara kucak açıp destek olan Medineli müslümanlar) diye adlandırılan iki temel zümre olmuştur

İslâm âleminde, Ashab'ın faziletine, menkıbelerine ve hayatlarına dair bir çok eser yazılmıştır Bunlar içerisinde en hacimli ve muhtevalısı, İbn Hacer el-Askalânî'nin (ö 852) el-İsâbe fi Temyîzi 's-Sahabe adlı kitabıdır Bunun dışında şu iki kaynak da büyük önem taşımaktadır:

İbn Abdilberr (ö 463), el-İstîâb fî Ma'rifeti'l-Ashab;

İbnu'l-Esîr (ö 630), Üsdu'l-Gâbe fî Ma'rifeti's-Sahabe

Ahmet ÖNKAL

ASHÂBU'L-A'RÂF

Ahirette, Cennet'le Cehennem arasındaki sahada bekleyen kimseler Bunların iyilikleri kötülüklerine eşit gelmiştir Ne Cehennem'e gitmişler ne de Cennet'i hak edebilmişlerdir İkisinin arasında kalmışlar, Allah'ın rahmetini beklemektedirler Cennet ehlini simalarından, Cehennem ehlini de yüzlerindeki kasvet ve karanlıktan tanıyorlar

Cennet ehlinin yüzlerinin beyazlığı, neşe saçan çehreleri ve çehrelerindeki ilâhî nuru görünce onlara selâm verirler Yaşayışlarına imrenerek birlikte olmayı arzu ederler

Bir ara gözleri istemeyerek de olsa Cehennemliklere ilişir, amellerinin kendilerini oraya sürüklemesinden korkarak Allah'a sığınırlar Sonra yüzlerinden günahkârların büyükleri olduklarını sandıkları kişilere: " Topluluğunuz ve büyüklük taslamanız size fayda vermedi" derler "İşte siz şimdi Cehennem'desiniz"

Sonra bunlara, dünyada iken müminler hakkında düşündüklerini ve söylediklerini hatırlatırlar Çünkü büyüklük taslayanlar hakim bir edâ ile, müminlerin doğru yolda olmadıklarını, ilâhî rahmete eremeyeceklerini söylerlerdi A'râf ashabı Cehennemdekilere şöyle seslenir:

"-Kendilerini Allah'ın rahmetine erdiremeyeceğine yemin ettikleriniz bunlar mıydı?" "Nerede olduklarını şimdi gözlerinizle görün Kendilerine söylenenleri kulaklarınızla duyun:

"-Cennet'e girin, size korku yoktur, siz mahzun da olmayacaksınız " (Ayrıca bk A'râf)

İA

ASHÂBU'L-ESER

Eser, meydana getirilen şey, nişan ve alâmet demektir Terim olarak ise gerek Hz Peygamber (s a s)' den ve gerekse sahabeden rivayet edilen şeylere denir (Riyazü's-Sâlihîn ve Tercemesi (Mukaddime), 1-2) Ashâbu'l-Eser de eser sahipleri, eser taraftarları ve eserciler demektir

Hz Peygamber (sas)'in bu dünyadan göçmeleriyle başlayarak İmam Şafiî'nin yaşadığı asra kadar gelip geçen fıkıh bilginleri iki kısma ayrılır:

a) Ashâbu'l-Eser Buna ashab-ı rivayet de denir

b) Ashâbu'l-Rey Buna ehl-i rey de denir (M Ebû Zehra, Ebû Hanife, (O Keskioğlu Tercümesi) Üçdal Neşriyatı, s 161)

Asr-ı saadette müslümanlar, ortaya çıkan problemlerini Hz Peygamber (sas)'e arzediyorlar, gerekli cevabı alarak dönüyorlardı Hz Peygamber (sas)'in vefatından sonra İslâm devletinin hudutları genişledi Örf ve âdetleri başka başka olan yeni milletler İslâmiyet'e girdiler Ashab'ın bir kısmı da Hicaz bölgesinden çıkıp başka yerlere dağıldılar Hayat hadiseleri çoğaldı Ortaya yeni yeni meseleler atıldı Halk bu meseleleri sahâbelere sordular

Ashab'ın bazıları Hz Peygamber (sas)'den hadis rivayet ederek esere bağlanmayı tercih ettiler Rivayete çok yer verdiler Allah'ın dinine kendi reylerini karıştırmaktan kaçınmak için fetva vermemeyi tercih ettiler (M Ebû Zehra age, s 164-166) Vuku' bulmayan hadiseler hakkında peşin hüküm vermiyorlardı Bunlar Hicaz bölgesinde bulunuyorlardı Medine, merkezleriydi Burada başka ırktan insanlar ve hâlli gerekli hukuki meseleler yok denecek kadar azdı Çok nadir durumlarda rey ile fetva verilirdi Medine ekolüne mensup hukukçular Ömer b el-Hattab, Zeyd b Sabit, Abdullah b Ömer, Hz Âişe ve Abdullah b Abbâs'dır (Allah hepsinden razı olsun) (Hayreddin Karaman, İslâm Hukukunda İctihad, s 102) Bu ekole bağlı tabiin âlimlerinin başlıcaları şunlardır: Sâid b el-Müseyyeb, Urve b Zübeyr, Kasım b Muhammed, Ebû Bekir b Abdurrahman b Hâris, Ubeydullah b Utbe, Süleyman b Yesâr, Harice b Zeyd (Dr M Esad Kılıçer, İslâm Fıkhında Rey Taraftarları, Ankara 1975, s 29-31; HKaraman, age, s 101-102)

Durak PUSMAZ

ASHÂBU'L-EYKE

Sık ağaçlık, ağaçları birbirine sarmaş dolaş olmuş bir orman, yumuşak ağaçlıklı bir bataklık bölgesinde yaşayan kitle Ashabu'l-Eyke son derece verimli bir arazî üzerinde yaşıyorlardı İklimi son derece güzel ve mutedil idi Buranın Kızıldeniz sahillerinde olan Medyen şehri olduğu bilinmektedir Ashabu'l-Eyke tabiri Kur'an-ı Kerîm'de bir kaç kez geçmektedir "Ashabu'l-Eyke de gerçekten zalim kimselerdi"(el-Hicr, 15/78)"Ashabu'l-Eyke resullerini yalanladılar" (eş-Şuarâ, 26/176) Ayrıca Sad, 38/13 ve Kaf, 50/14 ayetlerinde de bu kavimden söz edilmektedir

Medyen veya Ashabu'l-Eyke halkına Hz Şuayb (as) gönderilmişti

"Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı gönderdik Dedi ki: 'Ey kavmim Allah 'a ibadet edin Sizin ondan başka bir ilâhınız yoktur " (Hûd, 11/84) Allah'ın dinini ve emirlerine uymayı, onun emir ve yasaklarından başka emir ve yasak kabul etmemeyi onlara son derece güzel bir belâgat ve fesahetle anlatan Hz Şuayb'ın davetine icabet etmeyip, küfür ve inadlarında ısrar ettiler Onların vazgeçemedikleri son derece kötü bir alışkanlıkları da vardı Ölçü ve tartılarda halkı aldatmak; sahte para basıp kalpazanlık yapmak; hile yapmak Hz Şuayb (as) onları bu hâllerinden bir türlü alıkoyamadı Tevhid'e davet, onlara fayda vermedi ve bu davete kulak asmadılar Bunun üzerine Cenâb-ı Allah onlara yedi gün, yedi gece şiddetli bir sıcaklık musallat etti Nefeslerini tıkadı Çok bunaldılar O anda gördükleri bir bulutun altına koşarak toplandılar Allah'u Teâlâ da gölgelik diye koştukları bulutu ateş haline getirip onları mahvetti Bu onların istekleriydi Gerçekten Şuayb (as)'ı yalanlarken: "Eğer doğru söyleyenlerden isen gökten üstümüze bir parça düşür " "Sen de bizim gibi bir insansın Senin gerçekten yalancılardan olduğunu zannediyoruz " (Hûd, 11/185-187) demişlerdi Ama hakkı tasdikten uzak durdukları, Allah resulüne muhalefet ettikleri için gerçek yalancı kendileriydi Nihayet istedikleri oldu ve hak ettikleri cezaya kavuştular

Ahmed AĞIRAKÇA

ASHÂBU'L-HİCR

El-Hicr bölgesinde yaşamış olan Semûd kavmi El-Hicr, Suriye ile Hicaz bölgesi arasında kalan Vâdiu'l Kurâ'yı yurt edinen Hz Nûh (as)'un oğlu Sâm'ın neslinden geldiği söylenen Semud kavminin ülkesine verilen isimdir Semûd kavmi, nesilleri devam etmiş olan Arab-ı Âribe'den gelmektedir Yaşadıkları bölgeyi son derece mamûr bir hâle getiren ve birçok sanat dalında bir hayli mesafe almış bulunan Semûd kavmi, Allah yolundan uzaklaşmış, ondan başkasına tapınmağa başladıkları için onları uyarsın ve tevhîd akîdesine yeniden davet etsin diye Cenâb-ı Allah, Hz Salih (as)'ı peygamber olarak göndermiştir

Ashâbu'l-Hicr tabiri Kur'an-ı Kerîm'in el-Hicr suresinde bir defa geçmektedir "Ashâbu'l-Hicr de peygamberleri yalanlamışlardır " (el-Hicr, 15/80) Bu sure adını bu ayette geçen "el-Hicr" kelimesinden almıştır Hz Salih (as), bu Semûd kavmini Allah'ın vahdaniyetine iman'a ve yalnız ona kulluğa davet edip durduğu hâlde onlar bir türlü iman etmeye yanaşmadılar "Semûd kavmine kardeşleri Salih'i (peygamber olarak) gönderdik Ey kavmim Allah'a ibadet edin, sizin ondan başka (İbadet ve uluhiyete lâyık olan) hiç bir ilâhınız yoktur ' (el-A'râf, 7/73) ayetiyle imana davetleri dile getirilmektedir Hz Salih onlara Cenâb-ı Allah'ın kendilerine verdiği sayısız nimetleri hatırlatıp durdu (el-A'râf, 7/74) Fakat bu zalim kavim, peygamberlerini son derece sert bir tepki ile yalanlayarak ona iman etmediler Hatta bu kaba davranışları yetmiyormuş gibi onu sihirbazlık ve delilikle de suçladılar "Dediler ki: Sen aşırı bir şekilde büyülenmiş (aklî dengesi bozulmuş)lardansın " (eş-Şuâra, 26/153) Semûd kavmi diğer bütün azgın topluluklar gibi Hz Salih'e vahiy geldiğini kabul etmediler Bu batıl anlayış ve inançlarından vazgeçmediler

Semûd kavminin bu aşırı inadları üzerine Hz Salih'e mucize olarak bir dişi deve gönderildi İşte Semûd kavmine de istekleri üzerine gözleri göre göre o dişi deveyi verdik Bu yüzden kendi nefislerine zulmettiler " (el-İsrâ, 17/59) Fakat bu azgın topluluk Allah'ın gönderdiği dişi deveyi öldürdü (eş-Şems, 91/14) Sonra Hz Salih'e meydan okurcasına: Eğer sen gerçekten bir Peygamber isen bizi tehdit edip durduğun azabı getir" (el-A'râf, 7/77) dediler Hz Salih, Hicr halkının bu tavırları karşısında üç gün beklemelerini söyledi Bu üç günün sonunda gelmesini hiç de beklemedikleri şiddetli azap geliverdi Korkunç bir sarsıntı ve zelzele onları yeryüzünden silip süpürdü "Bunun üzerine (gökten inen) şiddetli bir sarsıntı onları yakalayıverdi Yurtlarında (kalpleri korkudan parçalanıp) diz üstü (yere) çöken kimseler oldular " (el-A'râf; 7/78)

Küfrün mantığı, her zaman ve her yerde bütün dünya tarihi boyunca aynı olmuştur Dünya hayatını tercih eden ve dünyada kurdukları müstekbir düzenlerini bozmak istemeyen yöneticiler ve onlara tâbi olan halk kitlesi her zaman peygamberleri ve onların yolundan giden mü'minleri yalanlamışlardır Fakat kâfirlerin akibeti de her zaman Semûd ve benzeri kavimlerin başına gelen felâket olmuştur

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.