Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Forum İslam > İslami Genel Konular

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
ansiklöpedisi, islâm

İslam Ansiklöpedisi (A)

Eski 11-04-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (A)



İslam Ansiklöpedisi

A

A'RAF

Her şeyin tümseği yüksek yer, burç, sırt, tepe, örfler, âdetler, iki şey arasında kalan kısım arf kelimesinin çoğulu Bu nedenle atın yelesine, horozun ibiğine de arf denmiştir Kur'an'da üç ayette geçer:

"İki (taraf) arasında (surdan) bir perde ve A'râf üzerinde de, (Cennetlik ve Cehennemliklerin) her biri simalarıyla tanıyacak adamlar vardır ki onlar henüz oraya (Cennete) girmemiş, fakat onlar girmeyi şiddetle arzu eder olarak Cennet yârânına: "Selâmün Aleyküm " diye nidâ ederler

Gözleri ehl-i Cehennem tarafına çevrildiği zaman da "Ey Rabbimiz bizi zalimler gürûhu ile beraber bulundurma" derler

(Yine) A'râf yaranı (kâfirlerden) simalarıyla tanıdıkları (elebaşı) bir takım adamlara şöyle nidâ ederek derler: "Ne çokluğunuz (yahut topladığınız mallar), ne de (hakka karşı) yeltenmekte devam ettiğiniz o kibr (ve azamet) size hiç bir fayda vermedi " (el-A'râf, 7/46-48)

Müfessirlere göre bu ayetlerdeki A'râfdan maksad, Cennetle Cehennem arasındaki sur benzeri bir perdenin yüksek tepeleridir

İbn Cerîr'in rivayetine göre Huzeyfe (ra)'e A'râf'ın ne olduğu sorulduğunda şöyle demiştir: "A'râf; iyilikleri ile kötülükleri eşit gelen insanlardır Kötülükleri Cennet'e girmelerine, iyilikleri de Cehennem'e girmelerine mani olmuştur Bunlar, Cenâb-ı Hak onların hakkında hüküm verinceye kadar bu sur üzerinde kalacaklardır"

Kimler A'râf'ta bulunacaktır? Bu hususta çeşitli rivayetler varsa da konuyu şöyle özetlemek mümkündür: İyilikleriyle kötülükleri denk gelenler A'râf'ta bekletileceklerdir Nitekim İbn Merdûye'nin Câbir b Abdullah'dan merfu olarak rivayet ettiği bir hadis'te: "Peygamberimiz (sas)'e iyilikleriyle kötülükleri denk gelenlerin durumu sorulduğu zaman, Hz Peygamber, "Onlar A'râf'ta bulunacaklardır Onlar oraya isteyerek girmemişlerdir" buyurmuştur Daha sonra bunlar Allah'ın lûtfuyla Cennet'e gireceklerdir (Muhtasaru Tefsîr, ibn Kesîr, II, 22)

Bazılarına göre de fetret devirlerinde ölenlerle müşriklerin çocukları da burada kalacaklardır

A'râf konusunda daha başka açıklamalar da yapılmıştır Ez cümle Hasan-i Basrî Hazretleri "A'râf marifetten gelir Bu da Cennetliklerle Cehennemlikleri simalarından tanıyan bazı kimseler demektir Belki de şimdi aramızda olanları vardır" şeklinde izah etmiştir

Â'RÂZ

Başka bir nesne ile varolan, kendi basına varolmayan "devamlı olmayan şey" Terim anlamı ise; "başkasına yani cevher ve cisme bağlı olarak varlığını gösterebilen ve devamlı olmayan şey"dir (Nûreddîn es-Sâbûnî, el-Bidâye, Ankara 1982, 19)

İslâm âlimleri, Allah'ın varlığını ispatta genellikle "hudus" delilinden yararlanmışlardır Hudus deliliyle, alem (Allah'tan başka her şey)in hadis (sonradan) olması prensibinden hareket ederek Allah'ın yegâne yaratıcı olmasını ispat ederler Hudus delilini ileri sürmeğe de âlemin aslını oluşturan iki unsuru zikirle başlarlar O da, âlemin cevherler ve ârâzdan meydana gelmiş olmasıdır Ârâzı anlayabilmek için önce cevherin tarifini yapmak lâzımdır Cevher, "kendi başına boşlukta yer tutan ve başkasına bağlı olmadan kendini gösterebilen şey"e denir Esasen cevherin tarifi şöyledir: "Bölünmeyen en küçük parçaya cevher denir" Cevherlerin birleşmesiyle meydana gelene cisim denir Demek ki boşlukta yer kaplayan bir varlığa cevher, bunun çeşitli sıfatlarına ve özelliklerine de ârâz denir Meselâ, taş cevher; katılığı ise arazdır

İslâm alimlerinin ârâz konusundaki açıklamalarında belirgin bir fark yoktur Eş'ariyye ve Mutezile ârâz'ın izahı konusunda ayrı görüşler ortaya koymaktadırlar Eş'ariye'ye göre ârâz, sonradan meydana gelen ve yer işgal eden bir nesne ile var olan şeydir Buna göre, menfi sıfatlar ve yokluklar, yer kaplayan bir cisme hâl, yahut sıfat olamazlar Allah ise, zaman ve mekan sınırları içinde bulunması söz konusu olmadığından, O'nun sıfatları ârâz olamaz

Mutezile'ye göre ise araz yoklukta varlığını sürdürür Eğer varlığa çıkacak olsa, yer kaplayan bir cisim ile ayakta durabilir Böylece Mutezile, bu görüşü ile "yokluk"u bir varlık alanı olarak kabul etmektedir Mutezile ekolünden Ebu Huzeyl Allaf ve onu izleyenler, Mutezile'nin bu görüşünü benimsememişlerdir

Ârâzlar, ancak cevher ve cisimlerde varlıklarını gösterebilirler Çünkü bunlar madde değildirler Maddenin çeşitli vasıflan ve özellikleridirler Önce madde olmalı ki ondan sonra bir sıfat, bir özellik sözkonusu olabilsin

Ârâzlar otuzdan fazladır Renkler, tatlar, kokular, hareket-durma gibi oluşlar, sesler bunlardandır

Ârâzların belli başlı özellikleri şunlardır: Ârâzlar, bir yerden başka bir yere taşınmazlar Ârâzlar, ârâzlarla bulunmazlar Ârâzlar, devamlı olmazlar Bir ârâz, iki yerde bulunmaz (el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, İstanbul 1286 h, 190 vd)

Ârâzlar hadistir Ârâzların hadis oluşunu biz tecrübeyle, müşahedeyle ve delille biliyoruz Sükûndan sonra hareketin; karanlıktan sonra ışığın; beyazlıktan sonra siyahlığın gelmesi gibi Sükûn gelince, hareket yok olmakta, hareket gelince de sükûn yok olmaktadır

Cevher ve cisimler de mutlaka ârâzlarla bulunurlar, ârâzsız olamazlar Ârâzlar hadis olduğuna göre hadis olan ârâzsız bulunamayan cevher ve cisimler de zorunlu olarak hadis olacaktır Böylece âlemin (Allah'tan başka her şeyin) hadis (sonradan) olduğu ortaya çıkınca, hadis olmayan bir yaratıcının bunları yaratması zarurî oluyor Böylece Allah'ın varlığı ispat edilmiş oluyor (Sâdeddîn er-Taftâzânî, Şerhû'l-Akâid, İstanbul 1970, 46 vd)
ÂBÂ

Baba kelimesinin çoğulu Bu kelime, aynı zamanda bir nesilden gelen kimselerin aralarındaki bağlantıyı da göstermektedir Baba, oğul ve torun arasındaki ilişki gibi Bunlar ortak bir asıldan gelmiş oldukları gibi, birbirinden husûle gelen kimseler arasındaki birleşme olarak bilinen 'neseb'i de teşkil etmiş olmaktadırlar

Kur'ân-ı Kerim'de müşriklerin babalarının dinlerine bağlılıklarını kınayan hükümler belirtilirken "âbâ" tabiri kullanılmaktadır Bu husustaki hükümler İslâm'ın getirdiği akîde açısından büyük bir önemi hâizdir Mekkeli müşriklerin, babalarının ve neseblerinin üstünlükleri ve dinlerine bağlılıklarını dile getirmeleri büyük bir câhilî ve ilkel anlayış olarak kabul edilmiştir İslâm'ın, babaların din ve yaşayış tarzlarının yanlış olduğunu, Allah'ın din ve nizamına uyulması gerektiğini belirtmesi ve bu husustaki mesajını bildirmesi üzerine müşrikler bu konudaki âbâ anlayışlarını ortaya koymuş ve bu anlayışlarından dolayı Kur'ân-ı Kerim tarafından kınanmışlardır İslâm, babaya ve ecdâda saygıyı kabul etmesine rağmen babaların ve ecdâdın Allah'ın din ve emirleri dışında yaşaması hâlinde Allah'a itaatin dışına çıkacaklarını ve dolayısıyla bu isyanları karşısında onlara itaatin haram olduğunu da yine İslâm bildirmektedir Müşriklerin babalarına itaat etmeyi ileri sürmeleri Hz Peygamber'in getirdiği Allah'a iman, âhiret ve risâlet inancını inkâr etmek için babalarına itaat etmeyi ileri sürüyorlardı Aslında bu, kendilerinin sahip oldukları şirk nizâmını korumak, kendi dünyevî saltanat ve yönetimlerine zarar gelmesini istemediklerinden kaynaklanıyordu

İslâm, atalara bağlanmayı, onların yolunu körü körüne taklit etmeyi reddederek vahye dayalı yeni bir akîde ve medeniyet getirmiş; bu akîde ve nizam ile bütün câhilî anlayışları kökünden yıkmıştır Miras ile ilgili olarak Kur'ân-ı Kerim'de ifâde edilen âbâ tabiri için bk miras mad

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (A)

Eski 11-04-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (A)



ABÂ'

Yünden imal edilen kaba bir kumaş Bu kumaştan dikilen elbise, hırka cinsinden olan giyim eşyalarına da bu ad verilmiştir Buna "abâye" veyahut "abâe" de denmektedir Oldukça uzun, geniş ve önü açık bir giyecektir Bu daha çok dervişler ve ilmiye ve dolayısıyla medrese mensuplarının giydikleri, paltoya benzer bir elbise idi Bu elbisenin özelliği oldukça ucuz ve gösterişsiz olmasıydı Bu tür elbisenin giyilişinin Hz Peygamber (sas) dönemine kadar uzandığından bahsedilir Aynı zamanda zarûret içinde bulunanların bu tip bir giyimi tercih ettikleri görülmektedir Zamanla tasavvuf mesleğinin gelişmesi ile aza kanaat edip, sâde bir hayatı yaşamaya gayret göstererek Allah'ın rızasına nâil olmak arzusu ile bu tür eski ve sâde elbise giyimi, sofîler arasında da yayılmıştır Hz Peygamber'in de çeşitli hadislerde sâde yaşantıyı uygun gördüğü bilinmektedir (Tirmizî, Zühd, 13) Aynı şekilde Rasûlullah'ın keçeden elbise giydiği ve 'abâ' cinsinden olan uzun ve geniş bir ihrama büründüğü de nakledilmektedir

Bütün bunlardan dolayı İslâm toplumlarında gösterişsiz giyim, belirli kesimler arasında itibar edilen bir fazilet gibi kabul edilmiştir Hatta zaman zaman bu durumu kendi menfaatleri için kullanıp; çevrenin gözünü boyamak isteyen riyakâr ve açıkgözler türemiştir Fakat bu davranış, herkes tarafından itibar görmemiş ve güzel kıyâfetler içinde yaşayan nice ilim ve gönül adamı, faydalı ve hayırlı çalışmaların yürütücüsü olmuşlardır
Abadile

Adları Abdullah olan fakîh ve muhaddis dört sahâbî Abâdile, Abdullah kelimesinin çoğulu olup "Abdullahlar" anlamına gelmektedir Ashâb içinde iki yüz kadar Abdullah adında sahâbî bulunduğu halde Abâdile denilince fıkıh ve hadîs'te Abdullah adını taşıyan üç veya dört sahâbî kasdedilmiş ve bunlar bu isimle şöhret bulmuşlardır Bunlar; Abdullah İbn Abbâs (ö 65/687-688), Abdullah İbn Ömer (ö 74/693), Abdullah İbn Amr (ö 65/687-688) ve Abdullah İbn Zübeyr (ö 73/692)'dir (ranhum) İslâm âlimlerinden bazıları Abdullah İbn Zübeyr yerine Abdullah İbn Mes'ud (ö 32/652-653)'u Abâdile'den kabul etmektedirler Fakat İbn Mes'ud'un Abâdile'den olmadığı kanaati daha yaygındır (Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, I, 27)

Bu büyük sahabîler İslâm fıkhına olan vukûfiyetleri ve verdikleri fetvalarla meşhurdurlar Bu sahâbîler Hz Peygamber (sas) devrinin genç, dinamik, gayretli, ilim ve ibâdete son derece düşkün kimseleriydi Bu Abdullahlar, Cenâb-ı Allah'ın bir lûtfu olarak Rasûlullah'tan sonra uzun müddet yaşamış ve diğer büyük sahâbilerden de öğrendiklerini kendilerinden sonra gelen nesillere öğretmişlerdir Abâdile herhangi bir İslâmî problemin çözümünde aynı görüşü belirtmiş ve aynı paralelde ictihâd etmişlerse onların bu görüşüne "Abâdile'nin görüşü" denir Bu tabir fıkıh usûlünde yerleşmiş bir tabirdir
Abd

Kul, köle, mahlûk, insan İtaat etmek, boyun eğmek, tevâzu göstermek, daha açık bir ifade ile kişinin bir kimseye, ona isyan etmeden ve ondan yüz çevirmeksizin itaat etmesidir Abd kelimesinin masdarı olan ubudiyyet (kulluk etmek) insanın sıfatıdır Sâmî menşeli olduğu için; İbrânîce'de ve diğer akraba dillerde de görülen Abd kelimesi, Arapça'da bazı hususiyetler ifade etmektedir insanın yaratılış hikmetinin Allah'u Teâlâ (cc)'ya kulluğa dayandığı kat'i nasslarla sabittir

"Bana karşı imtihan ettiğin -başıma kaktığın- ganimet, İsrailoğullarını kendine kul -köle- edindiğin için " ifâdesindeki meâl, Musa (as)'ın Firavuna cevabında olduğu gibi "kul", "köle" edindin demektir (eş-Şuarâ, 26/22)

Abd kelimesinin masdarı olan ubûdiyet ve kulluk, insanın; rubûbiyet ise Allah'ın sıfatıdır Zaman zaman müstekbir ve mütekebbir insanlar, ilâhlık taslayarak Allah'a ait vasıfların kendilerinde de bulunduğunu iddia ederler Bilhassa hüküm vermede ve kanun yapmada bu durum kendini açıkça belli eder Cenâb-ı Hak ise bu durum karşısında bütün insanların kul olduğunu, hüküm koymanın yalnız Allah'a ait bulunduğunu, bir insanın Allah'ın hükümlerine bağlı kalarak mükemmel bir kul ve insan olacağı üzerinde Kur'ân'da ısrarla durmuştur

Kur'ân-ı Kerim'de: "Cinleri ve insanları, bana ibadet etmeleri için yarattım" (ez-Zâriyât, 51/56) hükmü beyan buyurulmuştur Bütün peygamberler abd olduklarını övünerek söylemişlerdir Hristiyanlar tarafından ilâh olduğu ileri sürülen Hz İsa (as) bu iddiayı kesinlikle reddederek Kur'ân-ı Kerim'in tabiriyle şöyle der: "Ben Allah'ın bir kuluyum" (Meryem, 19/30) Hz Davud (as) için "O ne güzel bir kuldu" (Sâd, 38/30) diye buyrulurken Hz Eyyüb (as) hakkında da sabrından dolayı şöyle ifade edilmektedir: "Gerçekten biz onu sabırlı bulmuştuk O ne güzel kuldu" (Sâd, 38/44) Kur'ân-ı Kerim'de birçok isim ve sıfatla anılan Hz Peygamber (sas) için en şerefli isim olarak "abd" tabiri kullanılmaktadır Cenâb-ı Allah'a en yakın bulunduğu Mîrac gecesinde kendisinden "abd" diye sözedilmektedir (el-İsra, 17/1; en-Necm, 53/10)

Rasûlullah (sas)'in "abd" yönü ve özelliği rasûl sıfatından daha üstündür Zira kul olma yönüyle Hakk'a ubûdiyet özelliğini yansıtır; rasûl yönüyle ise insanlara tebliğ özelliğini ifade eder Allah'a yönelik kul olma özelliği, halka yönelik rasûl özelliğinden daha önemli ve daha üstündür Bundan dolayı da Kelime-i Şehâdet ve Kelime-i Tevhid'de önce abd (kul) sıfatı sonra rasûl sıfatı zikredilmektedir Aynı şekilde Cenâb-ı Hakk Kur'ân-ı Kerim'de "Allah Kur'ân'ı kuluna indirdi" (el-Kehf, 18/1) âyetiyle peygarnberlik görevinden söz ederken Rasûlullah'tan "kul" diye söz etmektedir

Hz Âdem (as)'den itibaren bütün peygamberler insanları, Allah'u Teâlâ (cc)'ya ibadet etmeye davet etmişlerdir Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de "Andolsun ki biz her kavme: -Allah'a ibadet edin, tâğuta kulluk etmekten kaçının diye- (tebligat yapması için) bir peygamber göndermişizdir" (en-Nahl, 16/36) buyurulmaktadır Bilindiği gibi tâğut; Allah'u Teâlâ (cc)'nın indirdiği hükümlere karşı ayaklanan (tuğyan eden) her güce verilen bir isimdir Bunun insan olması, şeytan olması, put olması veya bir ideoloji olması, mahiyetini değiştirmez Nitekim: "İman edenler, Allah yolunda cihad ederler; küfredenler de (kâfirler) tâğut yolunda savaşırlar" (en-Nisâ, 4/76) âyet-i kerimesi insanların, ya Allah'a iman edip O'nun dini için cihad edeceklerini, ya da küfredip (kâfir olup) tâğut yolunda savaşacağını sarih olarak ortaya koymuştur Bu iki hâlin dışında, üçüncü bir hâlden söz etmek mümkün değildir Bu mücadelenin ortaya çıkardığı hukûkî bir durum "abd" kavramı ile alâkalıdır Şöyle ki; abd kelimesi, köle mânâsına da kullanılmıştır (el-Bakara, 2/221) Şimdi bu mâhiyet üzerinde kısaca duralım

Ruhlar âleminde iken Allah'u Teâlâ (cc) bütün insanlardan "mîsak" almıştır Bu bir anlamda Allah'u Teâlâ (cc) ile insanlar arasında tahakkuk eden mânevî bir mukaveledir Her mü'min "Ne zamandan beri müslümansın?" suâline; "Kâlû Belâ'dan beri" diyerek, bu manevî mukâveleyi ikrar eder Kur'ân-ı Kerim'de; Allah (cc)'ın "emâneti" göklere, dağlara ve yeryüzüne teklif ettiğini, onların bu emanetin ağırlığı karşısında endişeye düştükleri, insanın ise kendi iradesiyle yüklendiği bildirilmiştir (el-Ahzab, 33/72) Emânet; Allah'u Teâlâ (cc)'nın tekliflerinin tamamına verilen isimdir Ruhlar âleminde gerçekleşen mîsak ve yüklenilen emânet sebebiyle; insan, yeryüzünde Allah (cc)'ın halîfesi hükmündedir Rasûl-i Ekrem (sas)'in: "Her doğan çocuk, İslâm fıtratı üzerine doğar" müjdesi sarihtir insan; dünyaya geldikten sonra mîsakı unutur, emânete ihanet eder ve İslâm'a karşı savaşırsa "kölelik" (abd, rakik, memlûk, cariye vs) gündeme girer Nitekim Molla Hüsrev: "Kölelik; tevhid akîdesinden yüz çevirmenin cezası olarak, Allah'u Teâlâ (cc)'nın takdir ettiği bir hakirliktir" (Molla Hüsrev, ed-Dürer, İstanbul 1307, II, 6) diyerek, meselenin içeriğine işaret etmiştir İbn Âbidîn'de bu konuyla ilgili olarak şu hükümlere yer verilmiştir: "Bulunan çocuk (lâkit) bütün hükümlerde hürdür Hattâ kazf (zina isnadı iftirası) edene, had vurulur Çünkü âdemoğlu için asıl olan hürriyettir Zira insanlar müslümanların en hayırlıları olan, Hz Adem ile Hz Havva'nın çocuklarıdırlar Bazı insanlardaki kölelik hâli ise, daha sonra ortaya çıkan küfür sebebiyle meydana gelmiştir" Dikkat edilirse köleliğin tahakkuku, ruhlar âleminde gerçekleşen mîsakı reddetmek ve emânete ihanet ederek İslâm'a karşı savaşmakla ilgilidir Müsteşriklerin (veya onları taklid eden kimselerin) iddia ettikleri gibi kaba kuvvetle alâkası yoktur Rasûlullah (sas)'ın hür bir insanı, kuvvet kullanarak kendisine hizmetçi yapanın namazının asla kabul edilmeyeceğini ve kıyâmet gününde onun karşısında olacağını ifade ettiği bilinmektedir (Buhârî, İcare, 10) Dolayısıyla bir İslâm beldesi kâfirlerin istilâsına uğrarsa, o beldedeki müslümanlar "esir" olabilirler, ancak kat'iyyen "köle" olamazlar

Râgıp el-İsfahânî; "abd" kavramının Kur'ân-ı Kerim'de dört ayrı mahiyeti ifade için kullanıldığını kaydeder Bunlar: 1) Hukûkî açıdan köle mânâsına: el-Bakara Sûresi'nin 221 âyetinde olduğu gibi 2) Yaratılması bakımından abd: Bu mâhiyette, sadece Allah'u Teâlâ (cc)ya nisbet edilerek kullanılır Nitekim Rasûl-ü Ekrem (sas): "Hiç biriniz (elinizin) emrinizin altında bulunanlara kulum demesin Çünkü hepiniz Allah'u Teâlâ (cc) 'nın kullarısınız" diyerek bu mahiyete işaret etmiştir 3) Allah'a kulluk yapması açısından abd: İster hür, ister köle olsun şer'î hududlara riâyet eden kimse 4) Dünyaya ve dünya servetine kul haline gelen abd: Rasûl-i Ekrem (sas)'in: "Kahrolsun altına, gümüşe ve lükse kul olan insan" (Tirmizî, Zühd, 42) diye zemmettiği kimseler

Kelime-i Şehâdet getirirken; bütün ilâhları reddettiğimizi, sadece Allah'u Teâlâ (cc)'ya iman ettiğimizi, Peygamber Efendimizin (sas) önce "abd" (kul), sonra "rasûl" olduğunu ikrar ve tasdik ediyoruz Dikkat edilirse, kelime-i şehâdette geçen kavramlardan birisi de "abd" kavramıdır İnsanın sıfatı; Allah'u Teâlâ (cc)'ya kul olmasıdır: Eğer bu sıfat kaybedilirse, tâğut'un esiri haline gelme tehlikesi mevcuttur Allah'u Teâlâ (cc)'ya kulluk eden kimseye "hür insan", tâğuta kulluk edene de "köle" denilir Bu mahiyet asla unutulmamalıdır Hz Âdem (as)'den beri devam eden mücadelenin mahiyeti "abd" kavramı ile izah edilebilir Zira bütün peygamberler insanları "Allah'a kulluk (ibadet) edin, tâğût'a kulluk etmekten kaçının" diyerek uyarmışlardır Günümüzde "Hâkimiyet kayıtsız ve şartsız insanındır" sloganının arkasına gizlenen tâğûtî güçler kuvvet kullanarak, müslümanları esir etmek arzusundadırlar Bu büyük tehlike karşısında; ihlâsla Allah'u Teâlâ (cc)'ya kulluk eden mü'minlerin, cihâd ibadetini ihya etmeleri zarûrîdir Gerçek mânâda ubûdiyyet (kulluk); İslâm'ın temel hedeflerini gerçekleştirmek için ihlâsla ve sabırla gayret sarfetmektir
Abdâl

Halk içinde dolaşan ve ermiş diye bilinen kişilere verilmiş bir lâkap Aynı şekilde, ilim ve gönül erbabının bütününe bu ismin verilmiş olduğunu görmekteyiz Abdâl telâkkisi ilk defa ortaya çıktığı sıralarda, âbid ve zâhidlerle birlikte muhaddis ve fâkihler için de kullanılmıştır İbn Hanbel'in Müsnedi'nde Hz Peygamber (sas)'den nakledilen bir rivâyete göre kırk, diğer bir rivâyette ise otuz abdâlın ümmet içerisinde bulunduğundan bahsettiği görülmektedir (Ahmed b Hanbel, I , 112) Nitekim itimada yakın bilinen abdâl hadîslerini nakleden Ahmed b Hanbel'in, yeryüzünde muhaddislerden başka abdâl tanımadığını söylediği belirtilmektedir

İmam Gazâlî de abdâl konusunda buna benzer bir izahı Ebu'd-Derdâ' dan nakletmektedir (Gazâlî, İhya, 111, 357) Abdâlların ahlâkî ve mânevî kişilikleri hakkında söylenenler, her müslümanda bulunması gerekli vasıflardır Buna göre abdâllar bütün insanlara karşı iyi, kendilerine kötü muamele edenleri bağışlayan kaza ve kadere gönül hoşnutluğuyla boyun eğen, haramlardan kaçan, ibâdetlerini ihlâs ve samimiyetle yerine getiren, sevgi, şefkat ve ahlâkî vasıflarla donanmış kişilerdir

Abdâl kelimesinin Arapça 'ebdal'den kısmen değişerek Türkçe'ye girmiş olduğu anlaşılmaktadır Arapça'da halkın iyiliği için tasarrufa izinli evliya zümresinden olan bir cemaate verilen bir isim olarak geçer Fakat, bu tür bir kitlenin Allah tarafından gönderildiğine dair sahih İslâmî kaynaklarda herhangi bir kayıt bulunmamaktadır Dolayısıyla bu durumun, halkın kendi muhayyilesi içerisinde ortaya çıkmış bir kanaatten başka birşey olmadığı söylenebilir

Tasavvufta dervişler arasında kendini kaybeden ve coşku haline girenler için abdâl kelimesinin kullanıldığı anlaşılmaktadır Hatta bu kelime giderek "hafif meşrep", "meczup", olanlara verilen bir isim haline sokulmuştur

Abdâl kelimesi, ilk dönemlerden beri gizli güçlere sahip ve sırlara vâkıf olduklarına inanılan kimseler ve; Hızır, İlyas, Mehdi gibi gizli şahsiyetlere de atfedildiği görülmüştür Melâmet ehlinin gizli veliler inancı, abdalları daha da esrarengiz hâle getirmiş hattâ, bizzat abdâlların dahi birbirlerini tanımadıkları veya ancak üst tabakada olanların alttakileri tanıyabildikleri söylenmiştir XII yüzyıldan sonra, bilhassa Melâmî* ve Kalenderîler arasında cezbe ve istiğrak (kendinden geçme) hâli fazla olduğundan abdâl kelimesi özellikle bunlar hakkında kullanılmıştır

XIV ve XV yüzyıllarda abdâl adı altında bozuk inançlı birtakım derviş zümreleri türedi Bunlar Rum abdâlları ünvanı ile anıldılar XVI yüzyılda yaşayan Vâhidî, abdâlları şu şekilde tasvir etmektedir "Başları, kaşları, sakal ve bıyıkları traş edilmiş, başlarında kıldan örülmüş külâh, sırtlarında bal renkli veya siyah şal, ellerinde tabl ve âlem bulunmaktadır"

Yine bu yüzyıllarda bazı dervişler tek başlarına abdâl ismini kullanmışlardır Abdâl Musa, Kaygusuz Abdâl, Pir Sultan Abdâl gibi

Abdâl hadislerinin sıhhat derecesine kavuşmamış olması, bu anlayışın kaynağının Ehl-i Sünnet dışında aranmasına yol açmıştır Nitekim Hz Peygamber (sas) ve "ashab"tan gavs, kutb, evtâd, nücebâ vb ricâlü'l gay-b'a ilişkin hiçbir söz nakledilmediğini, seleften bazılarının Hz Peygamber'den rivâyet ettikleri abdâla dair sözün ise zayıf bir hadis olduğunu belirten İbni Teymiyye, ricalü'l-gayb olduğu söylenen bazı insanlara, -onları Allah'a ortak gösterir gibi- olağanüstü yetkiler ve güçler nisbet etmenin İslâm akidesiyle bağdaştırılamayacağını, bu tür bir anlayışın daha çok Hristiyanların ve aşırı Şiî fırkaların akidelerini yansıttığını belirtmektedir (Minhacü's-Sünne, I, 21-22)

Bu arada, İbni Teymiyye ve İbni Haldun dışında kalan âlimlerin büyük bir ekseriyeti ve mutasavvıfların abdâl anlayışını benimsemiş veya en azından tenkit etmemiş olmaları, bu görüşün esas itibariyle Şia'dan veya Ehl-i Sünnet dışı başka bir kaynaktan geldiği görüşünü şüphe ile karşılamak için yeterli sebeplerdi Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, ilk devirler Ehl-i Sünnet âlim ve mutasavvıflarının abdâl anlayışları İbnü'l-Arabî'nin anlayışından ve özellikle XIV yüzyıldan itibaren başgösteren ve XX yüzyıl başına kadar devam eden Râfizî abdâlların hayat tarzlarından tamamen farklıdır Nitekim Abdâl kelimesinin ilk defa ortaya çıktığı sıralarda, âbid ve zahidlerle birlikte muhaddis ve fâkihler için de kullanıldığı görülmüştü

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (A)

Eski 11-04-2012   #3
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (A)



Abdest

İslâm'da bazı ibâdetlerin yerine getirilmesi için yapılan ve bizzat kendisi ibâdet olan temizlenme Abdest kelimesi Farsça'da su anlamına gelen "âb" ile el anlamına gelen "dest" kelimelerinden oluşmuş birleşik bir isimdir Arapça karşılığı olan "vudû" kelimesi hadislerde kullanılmıştır Kur'ân-ı Kerim'de ise temizlik anlamında "tahâret" ve "zekâ" kelimeleri geçmektedir Vudû' kelimesi güzellik ve temizlik anlamına gelmektedir Dolayısıyla ibâdete başlanmadan önce insanın iç dünyasını güzelleştirmesi ve dışını da iyice temizlemesi gerekir

İslâm'da abdestin farziyetine "Ey iman edenler, namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklerinizle birlikte ellerinizi yıkayın Başınıza meshedin Her iki topuğunuzla birlikte ayaklarınızı da (yıkayın)" (el-Mâide, 5/6), âyeti delâlet etmektedir Hz Peygamber (sas)'in abdest almadan hiç bir iş yapmadığını görüyoruz (Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, II, 1583) Ancak abdest her amel ve ibâdet için değil başta namaz olmak üzere bazı ibâdetler için farz kılınmıştır Fakat müslümanın sürekli abdestli bulunması sünnettir

Abdest her şeyden önce her türlü pislik ve kirlilikten kurtulmak, yani maddî ve manevî bütün pislik ve mikroplardan uzak kalmak için İslâm'ın emrettiği önemli bir ibâdettir Mikrobun en kolay ürediği yer ağızdır Ağızdan başlayarak el, yüz ve ayakların günde beş defa temizlenmesi İslâm'ın temizliğe verdiği önemi gösterir Böylelikle İslâm yüzyıllar önce temizliğin üzerinde durup insanoğlunu maddî-manevî her türlü pislik ve mikroptan korumayı hedeflemiştir Bunun yanında abdest alan bir insan, kendini manen temiz ve rahat hisseder ve bu güzel his ve temiz duyguyla Allah'a ibâdete durur Bu da ruhun temizliğini sağlamaktadır İnsanın yaratılış gayesi olan Allah'a kulluk böyle bir temizleme ameliyesi ile başlayınca insanoğluna vereceği zevk ve rahatlığın değeri sonsuzdur

İnsan abdestle bedenen ve mânen temizlendikten sonra Allah'ın huzuruna çıkar Böyle bir temizlenme ile günlük bütün yorgunlukları ve yükleri geride bırakır

Abdest almakla, dünyevî ve uhrevî birçok fazilet ve güzellikler elde edilir Hz Peygamber (sas) abdestle ilgili olarak şöyle buyururlar:

"Bir müslüman abdest alıp yüzünü yıkadığında, yüzündeki âzaların işlediği bütün günahları; el ve ayaklarını yıkadığında el ve ayaklarıyla işlediği bütün hata ve günahları, su damlalarıyla beraber akıp gider ve kendisi de tertemiz olur Hatta kirpik ve tırnak diplerindeki günahlarından eser kalmaz Âdâp ve erkânına uymak suretiyle abdest alıp kıbleye dönerek: "Eşhedü en lâ ilâhe illallahü vahdehu lâ şerike leh ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Rasûlühü" diyen bu kul için cennetin kapıları açılmıştır; o, cennet kapılarının dilediğinden içeri girer"(Müslim, Tahare, 32, 33; Tirmizî, Tahâre, 2)

Abdestin Farzları

1- Yüzü Yıkamak

Yüzün bir defa yıkanması farzdır Yüzün sınırları, saçın bittiği yerden sakal veya çene altına, kulakların köklerine kadar olan bölümdür Gözlerin içine suyun ulaştırılması gerekmez Ancak abdest alırken gözler sıkılmaz, tamamen açık bırakılmaz Normal bir şekilde yüz yıkanır Dudaklar yumulduğu zaman, dışarda kalan kısımlar yüzün sınırlarıdır Sakal, bıyık ve kaşın altına suyu ulaştırmak gereklidir

2- Kolları Yıkamak

Parmak uçlarından kol dirseklerine kadar -dirsekler de dahil- olan kısmı bir defa yıkamak farzdır Eğer iğne ucu kadar kuru bir yer kalırsa veya tırnağının altına suyu geçirmeyecek (hamur, boya, çamur vb) bir madde bulunursa, abdest alınmış sayılmaz Ancak boyacıların tırnaklarındaki boyalardan kaçınmanın mümkün olmamasından dolayı bunlar abdeste zarar vermez Tırnaklar parmak uçlarından dışarı taşacak kadar uzamış olursa o fazlalığı da yıkamak gerekir Bir kimse abdest aldıktan sonra bu uzamış tırnağı keserse abdestini yenilemesi gerekmez Parmakta yüzük var ve bu geniş ise abdest alırken bunu oynatmak sünnet, eğer yüzük dar ve altına su geçirmeyecek kadar parmağa oturmuşsa onu oynatmak farzdır

3- Başı Meshetmek

Mesh, sözlükte eli bir şeyin üzerinden geçirmek demektir İbâdet hukukunda ise suyun bir vücut organına isâbet etmesidir Başın meshedilmesindeki farz oranı alın miktarıdır Bu miktar ise başın dörtte biridir Meshederken üç veya daha fazla parmağı kullanmak gerekir İki parmakla yapılan mesh câiz değildir

Başa giyilen sarık veya takke üzerine meshetmek geçerli değildir Kadınlar da baş örtüleri üzerine meshedemezler

4- Ayakları Yıkamak

Sağlam ve çıplak ayakları topuklarıyla birlikte bir defa yıkamak farzdır Yaralı veya mestle örtülü ayakları yıkamaya gerek olmayıp sadece meshetmek yeterlidir Mâide Sûresi 6 âyette geçen topuk = ka'b, ayağın iki tarafından inak kemiğine bitişik kemiktir Rasûlullah (sas): "Vay ateşten o topukların haline " (Buhârı, İlim 30; Vudû', 27,29; Müslim, Tahâre, 25-28,30; Ebû Davud, Tahâre, 46) buyurduğu ve ayakların tamamen yıkanmasını emrettiği bilinmektedir

Bir kimsenin ayağında yarık varsa ve o yarığa su sızdırmayan bir ilaç sürülmüşse, o kimse ayağını yıkadığı zaman, su yarığın altına geçmezse bu durumda su, ayağa zarar verecekse abdest yerine getirilmiş sayılır ve bu câizdir Ancak su zarar vermiyorsa abdest tam olarak alınmış sayılmaz Dolayısıyla zarar vermediği takdirde yarıklara su ulaşacak şekilde yıkamak gereklidir

Abdestin Sünnetleri

1- Niyetle Başlamak

Niyet, bir şeyi yapmayı kalbinden geçirmektir Kalpden niyet etmeden, yalnız dil ile niyeti söylemek yeterli değildir Abdest için niyet müstehap bir sünnettir Ancak Şâfiî mezhebine göre niyet, başlı başına bir ibâdet olduğundan abdeste niyet de farzdır Bu sebeple niyetsiz abdest olamaz

2-Abdeste Besmele ile Başlamak

Abdeste başlarken Allah'u Teâlâ'nın ismiyle yani besmele ile başlamak sünnettir Rasûlullah (sas): "Allah'u Teâlâ'nın ismini zikretmeyen kimsenin abdesti yoktur" (Ebû Davud, Tahâre, 48; Tirmizî, Tahâre, 20; İbn Mâce, Tahâre, 41) buyurarak besmelenin faziletini belirtmiş olmaktadır Besmeleyi abdeste başlarken okumak esastır Çıplak bir hâlde iken veya tuvalette besmele okunmaz Bir kimse abdestin başında "Lâilâhe illallah" veya "Elhamdülillah" dese besmele yerine geçer (Fetevâyı Hinddyye, 1,7)

3-Önce Bileklere Kadar Elleri Yıkamak

Rasûl-i Ekrem (sas): "Sizden birisi uykusundan uyandığı zaman, kat'iyyen elini yıkamadıkça su kabına daldırmasın Çünkü o, eli nerede gecelemiştir bilemez" (Buhârî, Vudû', 26; Müslim, Tahâre, 87-88; Ebu Davud, Tahare, 49) buyurmuştur Ayrıca insanın eli, temizleme hususunda bir araçtır Dolayısıyla ilkin onu temizlemeye başlamak sünnettir Bilindiği üzere, elleri, dirseklere kadar yıkamak (dirsekler dahil) farzdır Fakat önce bileklere kadar yıkamak tertip olarak sünnettir

4-Misvak Kullanmak

Rasûlullah (sas): "Eğer ümmetime zorluk vereceğinden çekinmeseydim, her namazdan önce onlara misvak kullanmayı mutlaka emrederdim" (Müslim, Tahâre, 15; Ahmed İbn Hanbel, II, 250, 400) buyurmaktadır Dişleri parmakla yıkamak misvağın yerini tutmaz Ancak misvak bulunmazsa sağ elin bir parmağı ile dişleri temizlemek misvak yerine geçerli olabilir

5- Ağzı Yıkamak

Abdest alırken Rasûlullah (sas)'in ağzını üç defa yıkadığı (mazmaza yaptığı) bize ulaşan bilgiler arasındadır Bunun sınırı, suyun ağzın tamamını kaplamasıdır Ayrıca her seferinde suyu yenilemek de sünnettir

6- Burnu Yıkamak

Yine Hz Peygamber (sas)'in abdest alırken burnuna da üç defa su çektiği bilinmektedir Burna su çekerek sol eli ile suyu dışarıya verip yeniden su çekerek burnu sol el ile temizlemek sünnettir

7- Kulakların Meshedilmesi

Baş meshedilirken kulakların da aynı şekilde sayılarak meshedilmesi sünnettir Ayrı bir su ile meshedilmesini sünnet olarak kabul edenler de vardır

8- Yıkanması Gereken Uzuvları Üçer Defa Yıkamak

Yıkanması farz olan yüz, eller ve ayaklar gibi organlarımızı üçer kere yıkamak sünnettir Bu organlarımızdan her birini yıkamaya başlayınca ilk yıkama farzdır En sağlam ve geçerli görüşe göre ikinci yıkama ise sünnettir Abdest alırken, yıkanmakta olan organa su ulaşır ve ondan damla damla dökülüp akarsa, yıkamanın tamam olduğu tam anlamıyla anlaşılır

9- Parmakların Arasını Yıkamak

"Parmaklarınızın arasını hilâlleyiniz ki onların arasına Cehennem ateşi girmesin ve onları hilâllemesin" (Ebu Davud, Tahâre 56, 59; Tirmizî, Tahâre, 30; Savm 68; Nesâî, Tahâre 91) buyuran Hz Peygamber (sas)'in bu buyruklarıyla belirtilen işi yapmak sünnet olmaktadır Bu aynı zamanda, farz olan yıkamanın da kâmil anlamda gerçekleşmesini sağlar

10- Sakalı Ovmak

Abdest alırken sakalı bulunanların sakallarını, parmaklarını sakalın içine sokarak alt taraftan üst tarafa doğru hareket ettirmesi hilâllemek olarak tanımlanmaktadır Rasûlullah (sas): "Müşriklere muhâlefet edin, bıyıkları kısaltın, sakalı uzatın" (Müslim, Tahâre, 56; Ebû Davud, Tahâre, 29; Tirmîzî, Edeb, 14; Nesâi, Zinet, 1, 56) buyurarak mü'minler için sakalın gerekçe ve önemini belirtmiş olmaktadır Dolayısıyla mü'minler sakallarını sünnete göre uzatmak ve sakal bırakmak konusunda duyarlı olmak zorundadırlar

11- Abdest Almaya Sağ Taraftan Başlamak

"Şüphesiz ki Allah'u Teâlâ, her şeye sağdan başlanmasını sever Hattâ ayakkabılar giyilirken ve çıkarılırken dahi" (Buhârî, Vudû', 31) buyuran Hz Peygamber (sas)'in bu uyarısına göre de abdeste sağdan başlamak sünnettir

12-Tertibe Uymak

Abdest alırken, Mâide Sûresinde beyan buyurulan sıraya uymak ve bu sıraya göre abdest almak da sünnettir Yani önce elleri ve akabinde yüzü yıkamak, ardından da başı meshetmek ve en son olarak da ayakları yıkamaktır İmam Şâfiî (rha) bu sıraya uymanın farz olduğu kanaatindedir Şâfiî'nin bu içtihadı ile âlimler abdestin farzının altı olduğunu tesbit etmişlerdir ki bunlar şöylece sıralanmaktadır: Niyet, ellerin yıkanması, yüzün yıkanması, başa meshedilmesi, ayakların yıkanması ve tertibe uymaktır

13-Başın Tamamını Bir Defada Meshetmek

Abdest alan bir kimse, iki avucunu ve parmaklarını başının ön kısmından başlayarak arka kısmına kadar, başın tamamını kaplayacak bir şekilde arkaya doğru çekerek mesheder Bu sünnettir Başın tamamını devamlı olarak meshetmek ve özürsüz bir şekilde terk etmek günah olur

Muvalât ise, organları ara vermeden birbiri ardında yıkamak demektir Öyle ki ılıman bir havada ilk yıkanan organ, abdest tamamlanmadan kurumamalıdır

Abdestin Çeşitleri

1- Farz Olan Abdest

Namaz kılmak, Kur'ân-ı Kerim'e el sürmek ve tilâvet secdesi yapmak için abdest almak farzdır Cünüp veya abdestsiz olan kimsenin Kur'ân-ı Kerim'i eline almasının helâl olamayacağı hususunda İslâm bilginleri arasında ittifak vardır

2-Vâcip Olan Abdest

Kâbe-i Muazzama'yı tavaf* etmek için abdest almak vaciptir Bir kimsenin Kâbe'yi abdestsiz tavaf etmesi vacibi terk ettiğinden dolayı sorumlu olmakla beraber yaptığı bu tavaf câiz ve geçerlidir Ancak bu hususta Hz Peygamber (sas) şöyle buyurmaktadır:

"Tavaf, namaz gibidir Fakat tavaf sırasında konuşmak câizdir Tavafta konuşan kimse hayırlı söz söylesin" (Tirmîzî, Hacc, 112; Nesâî, Mena**** 126)

Farz olan tavaf abdestsiz olarak yapıldığı takdirde bir küçükbaş hayvan kurban etmek gerekir Cünüb olan kimsenin ise böyle bir farz tavafı yapması hâlinde bir büyükbaş hayvan kurban etmesi lâzımdır Ancak bu farz tavaf, abdest alınarak yeniden yapılırsa böyle bir kurbana gerek kalmaz Fakat farz günler dışında tekrar yapılması hâlinde geciktirilmiş olduğundan dolayı kurban kesmek gerekmektedir

Yapılması vacip olan vedâ tavafını abdestsiz olarak yapan kimse bir miktar sadaka vermelidir Fakat vacip olan tavafı cünüb olarak yapanın bir küçükbaş hayvan kurban etmesi lâzımdır

3- Mendup Olan Abdest

Uykudan önce veya uykudan kalktıktan sonra, cenâze yıkamak, cenâze taşımak, cenâzeyi yıkadıktan sonra, cinsel temastan önce, ezberden Kur'ân okumak, hadîs okumak, Cenâb-ı Allah'ı ta'zim veya tesbih etmek için veya kızgınlık sırasında kızgınlığını gidermek gayesiyle abdest almak ve sürekli abdestli olmak niyetiyle abdest almak menduptur

Abdestin Mekruhları

1- Abdest alırken gereğinden fazla suyu boş yere tüketmek

2- Gereği yokken suyu âdetâ âzaları mesheder gibi çok az kullanmak

3- Suyu abdest âzalarına hızlı çarpmak, etrafa su sıçratmak

4- Abdest alırken gereksiz yere konuşmak

5- İhtiyacı olmadığı halde abdest almak için başkasından yardım ve su dökmesini istemek

6- Temiz olmayan pis ve kirli bir yerde abdest almak

7- Abdestin sünnetlerini bilerek terk etmek

Abdestsiz Olarak Yapılması Yasak Olan Hususlar

1- Namaz kılmak

2- Kur'ân-ı Kerim'e el sürmek

3- Tilâvet secdesi yapmak

4- Cenâze namazı kılmak

5- Kâbe'yi tavaf etmektir

Abdestin Edepleri (Âdâbı)

Edeb; nezâket, zarâfet, insanlara sözle ve davranışla yardımda bulunmak, gönüllerini okşamak demektir Abdestin edepleri ise yapılması halinde sahibine sevap kazandıran hususlardır Yapılmamaları halinde ise kişiye günah yazılmaz Abdestin edepleri şunlardır:

1- Abdest alırken başkasından yardım istememek

2- Abdest alırken suyun sıçramaması için dikkatli davranmak

3- Kıbleye doğru yönelmek

4- Gereksiz yere konuşmamak

5- Niyet ederken dil ile niyet etmek

6- Her uzvu iyice ovmak

7- Abdest dualarını okumak

8- Kullanılmış bir su ile abdest almamaya dikkat etmek

9- Her uzvu yıkarken niyeti korumakla birlikte "Bismillâh" demek

10- Kulağını meshederken serçe parmaklarının uçlarıyla kulak deliklerini meshetmek

11- Burna ve ağıza suyu alırken sağ eli kullanmak

12- Sol el ile sümkürmek

13- Özür sahibi olmayan kimsenin namaz vaktinden önce abdest alması

14- Abdest bittikten sonra kıbleye karşı ayakta kelime-i şehâdet getirmek ve dua yapmak, biraz su içmek

15- Durgun veya akarak yer değiştiren sular ile birikinti hâlindeki sulara ve Kıble'ye karşı abdest bozulmaz

Abdest Namazı

Abdest namazı abdest aldıktan sonra abdest âzaları henüz yaş iken iki rek'at nafile namaz kılmaktan ibarettir

Abdesti Bozan Durumlar

1- İdrar veya dışkı yollarından yani ön ve arkadan herhangi bir şeyin çıkması Mâide sûresi 6 âyetinde "sizden birisi abdest bozmaktan geri dönmüşse" ve Hz Peygamber (sas)'e "Hades nedir?" diye sorulduğunda; "Her iki yoldan çıkandır" cevabını vermeleri, ön ve arka yollardan birinden çıkan idrar, dışkı, yel, vedi, mezi, meni, kurt ve diğer hususların abdesti bozduğunu ifâde eder

2- Aklın idrak gücünü gideren hususlar; uyumak, bayılmak, delirmek, sarhoş olmak vs'dir Ancak oturduğu yerde kıpırdamadan uyuyan kimsenin abdesti bozulmaz (Müslim, Vudû', 2; Ahmed b Hanbel, 1, 256)

3- Vücudun herhangi bir yerinden kan, irin veya sarı su çıkması ve etrafına yayılması Ağızdan akan kana bakılır, şâyet bu kan tükrük kadar veya tükrükten fazla ise abdesti bozulur

4- Ağız dolusu kusmak Zira Hz Peygamber (sas) "Kusuntu abdesti bozar" (Tirmizî, Tahâre, 64) buyurmaktadır Kusma ağız dolusu değilse abdest bozulmaz

5- Cinsî münasebette bulunmak

6- Tam olarak cinsî ilişki olmasa bile kadın ve erkeğin çıplak veya ince bir elbise ile vücutlarının veya tenâsül uzuvlarının birbirine değmesi

7- Teyemmüm yapan kimsenin su bulması

8- Namazda sesli olarak gülmek Zira Hz Peygamber (sas) şöyle buyurmaktadır: "Sizden biriniz namazdayken kahkaha ile gülerse abdesti ve namazı birlikte iade etsin " Kahkaha namazın dışında olursa abdesti bozmaz

Bir kimse abdest alırken bazı organlarını yıkayıp yıkamadığı konusunda endişe ederse, şayet bu ilk defa karşılaştığı bir şüphe ise o organını yeniden yıkar, yok eğer sürekli şüpheye düşüp duruyorsa bu şüphesinin önemi yoktur Abdestini tam almış sayılır Abdestinin bozulup bozulmadığını tam hatırlayamayan kişi kesin olarak abdest aldığını hatırlıyorsa abdestli demektir Çünkü kesin olarak bilinen bir husus şüphelerle yok olmaz

Ayrıca namaz haricinde abdestinden şüpheye düşenin abdest almasının takvaya daha yakın olduğu; fakat namaz içinde bulunan kimsenin ise abdestinden şüpheye düşmesi hâlinde namazını bozup abdest alması gerekmediği âlimler tarafından ifâde edilmiştir

Abdesti Bozmayan Durumlar

1- Kişinin ön veya arka yollarından başka vücudunun herhangi bir yerinden kan çıkıp, bir damla halinde kalması

2- Kabuk bağlamış bir yaranın kan çıkmadan kabuğunun düşmesi

3- Yaradan, burundan yahut kulaktan bir vücud kurdunun düşmesi

4- Tenâsül uzvuna (cinsî organına) el sürmek

5- Kadın vücudunun herhangi bir yerine dokunmak

6- Ağız dolusu olmayan kusuntu

7- Ağızdan çıkan balgam

8- Oturduğu yerde veya namazda uyumak

9- Ağlamak

Abdest Nasıl Alınır?

Farz, sünnet ve edeplerini yukarıdaki maddelerde verdiğimiz abdesti tertip ve usûlüne göre ancak şöylece alabiliriz:

Abdeste başlarken şu dua yapılmalıdır:

"Bismillâhilazîm ve'l hamdülillâhi alâ dini'l İslâm"

"Yüce Allah'ın ismini anarak başlarım Beni İslâm dini ve akidesi üzere yarattığı için hamd ederim"

Abdest almaya niyetlendikten sonra, eûzü besmele çekilerek eller bileklere kadar yıkanır Parmakta yüzük varsa, kımıldatılır Altına suyun geçmesi sağlanır

Uzuvların yıkanması sırasında bizden öncekilerden nakledilen şu duaları okumak abdestin edeplerindendir

A- Mazmaza=Ağıza su verme sırasında: "Allâhümme einnî alâ tilâveti'l Kur'ân ve zikrike ve şükrike ve hüsn-i ibâdetike"

"Allah'ım, Kur'ân-ı Kerimi okumada, seni zikretme, sana şükretme ve sana güzel şekilde kulluk etmede yardımını istirham ederim"

B- İstinşak = Buruna su verme sırasında: "Allâhümme, erihnî râyihate'l Cenneti verzuknî min neîmihâ"

"Allah'ım, bana Cennetin kokusunu koklat Cennet nimetlerinden beni rızıklandır"

C- Yüzü Yıkama Sırasında

"Allâhümme, beyyid vechî binûrike yevme tebyaddu vücûhun ve tesveddü vücûh"

"Allah'ım, bir kısım yüzlerin ağarıp nurlandığı, bir kısım yüzlerin ise karardığı gün, benim yüzümü nurlandır, ağart"

D- Sağ Eli Yıkama Sırasında

"Allâhümme, a'tınî kitâbî biyemînî ve hâsibnî hisâben yesîrâ"

"Allah'ım, kitabımı -amel defterimi- sağ elime ver ve hesabımı kolaylaştır"

E- Sol Eli Dirseklere Kadar Yıkama Sırasında

"Allâhümme, lâ tu'tinî kitâbî bişimâlî velâ min verâi zahfi"

"Allah'ım, kitabımı -amel defterimi- sol elimden ve arkamdan verme"

Sonra sıra başı meshetmeye gelir

Kaplama mesh için, eller ıslatılır, küçük parmakla üç parmak uc uca getirilir Önden başlayarak başın üstü sıvazlanıp arka ve yan taraflarda böylece meshedilir

F- Kulakları Yıkarken

"Allâhümmec'alnî minellezîne yestemîune'l-kavle feyettebiûne ahseneh"

"Allah'ım, beni hak sözü dinleyenlerden ve onun en güzeline uyanlardan eyle" denilir ve kulaklar yıkanır

G- Boyuna Mesh Etme Sırasında

"Allâhümme a'tik unuki (veya rakabeti) mine'n-nâri"

"Allah'ım, boynumu Cehennem ateşinden azad buyur"

H- Ayakları Yıkama Sırasında

"Allâhümme, sebbit kademeyye ales'sırâtı yevme tezûlü Fhi'l-akdâm"

"Allah'ım, Sırat köprüsünde ayakların kaydığı günde ayaklarımı kaydırma, sabit eyle"

Abdest alıp bittikten sonra Rasûlullah (sas)'e salavât getirilmeli ve şu dua okunmalıdır:

"Allâhümmec'alnî minettevvâbîne vec'alnî mine'l-mütetahhirîn"

"Allah'ım, beni, tevbe eden ve günahlarından temizlenen kullarından eyle "

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (A)

Eski 11-04-2012   #4
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (A)



âb-ı Hayât

İçene ölümsüz bir hayat verdiğine inanılan su Âb, Farsça'da "su", hayat ise Arapça'da "yaşam" demektir Buna, âb-ı hayat, âb-ı Hızır, aynü'l-hayat, nehru'l-hayat da denilir Anlamları; hayat suyu, Hızır suyu, hayat pınarı ve hayat ırmağı demektir

Kur'an-ı Kerîm'de Hz Musa ve Hızır kıssası anlatılırken âb-ı hayata dolaylı olarak temas edilir (el-Kehf, 18/60-82) Ayetlerde anlatılanlar şöyle özetlenebilir: Hz Musa bir gün genç arkadaşıyla birlikte, kendisine Allah tarafından "rahmet ve gizli ilim" verilen Hızır (as)'la buluşmak üzere yola çıkar Buluşma yeri "iki denizin birleştiği yer" (Mecmau'l-Bahreyn)'dir Yanlarına azık olarak aldıkları tuzlu balığın canlanıp denize atlaması buluşma yerini belirleyen bir işaret olacaktır Deniz sahilinde rastladıkları bir kayanın yanındaki pınarın suyu tuzlu balığa temas edince balık canlanır ve denize atlar Genç arkadaşının elinde gerçekleşen bu olağanüstü olayı daha sonra öğrenen Musa Peygamber geri döner ve hayat pınarının başında Hızır (as)'la buluşarak, ibretli olayların geçeceği yolculuğa çıkarlar (bkz Kehf Suresi mad) Buhârî'deki bir rivayette, buluşma yeri olan Mecmau'l-Bahreyn'den maksadın hayat pınarı olduğu ifade edilir Bu hadîse göre; "Hızır'la buluşacakları kayanın dibinde bir kaynak 'ayn' vardı ki buna hayat kaynağı (aynü'l-hayât, ab-ı hayât) deniyordu Bu suyun temas edip de diriltmediği hiçbir şey yoktu İşte balığa bu sudan sıçramış" (Buhârî Tefsîr, Suretü'l-Kehf, 4)

Halk arasındaki mitolojik anlayış ve inanışa göre yeri bilinmeyen bu pınardan içen kimse, uzun ömre veya sonsuz yaşayışa kavuşmuş olur Hızır (as)'ın uzun yaşayışı da bununla açıklanmak istenir

Wensinck, L Massignon ve Friendlaender gibi müsteşrikler, İskender efsanesi ile Hz Musa ve Hızır kıssası arasında ilgi kurmaya çalışmışlardır Çünkü âb-ı hayât unsuru bu hikâyelerde ağırlık noktasını teşkil eder Müfessirlerin bu bilgilere yer vermesi, muhaddis ve tarihçilerin yaptıkları aktarmalar, Kehf Suresindeki (18/83-98) Zülkarneyn kıssası onların başlıca delilleri olmuştur Müfessirler IX yüzyıldan itibaren, İskender efsanesini Kur'an-ı Kerîm'deki Zülkarneyn kıssasını açıklarken geniş ölçüde kullanmışlardır Buna göre, İskender-i Zülkarneyn, içene sonsuz hayat veren ve insanüstü güçler kazandıran âb-ı hayattan söz edildiğini duyar ve bunu aramaya karar verir Halasının oğlu olan ve Hızır diye anılan Elyesa ile ordusunun refakatinde yolculuğa çıkar Âb-ı hayât, "karanlıklar ülkesi"ndedir Yolda fırtına yüzünden ordudan ayrı düşerler Karanlıklar ülkesine gelince Zülkarneyn sağa, Hızır sola giderek yollarını tayine çalışırlar Günlerce yol aldıktan sonra, Hızır ilâhî bir ses duyar ve bir nur görür Orada âb-ı hayâtı bulur Bu sudan içer ve yıkanır Böylece hem sonsuz bir hayata kavuşur ve hem de olağanüstü güçler kazanır Sonra Zülkarneyn'le karşılaşır O da, âb-ı hayâtı ararsa da bulamaz ve bir süre sonra ölür (Buhârî, Tefsir, 18/4; Zemahşerî, el-Keşşaf, Kahire 1307, I, 575; Taberî, Câmiu'l-Beyân, Bulak 1323-29, Beyrut 1398/, XV, 163-167; Beyzâvî, Envâru't-Tenzîl, Kahire 1285, II, 19-20; A Yaşar Ocak, İslâm-Türk İnançlarında Hızır Yahut Hızır-İlyas Kültü, Ankara 1985, s 43-58; İ Hakkı İzmirli, "Âb-ı Hayât ", İTA, 1, 48-49; A J Wensinck, "Hızır", İA, V/I, s457-462)

Âb-ı hayât tasavvufta Cenâb-ı Hakk'ın "el-Hayy" isminin gerçeğinden ibarettir Bu ismin sırrına erenler âb-ı hayâttan içmiş olurlar Dinî, tasavvufi edebiyat türlerinde bu anlamı bulmak mümkündür Mevlânâ'nın şu mısraları örnek verilebilir: "Hızır, Tanrı keremiyle âb-ı hayâta kavuştu", "Sen ya baştan başa cansın, yahut zamanın Hızır'ı, yahut âb-ı hayât; onun için halktan gizlenmektesin", "Sana nasıl Hızır demeyeyim ki âb-ı hayat içtin, sen âb-ı hayatsın; sula, kandır bizi" (Dîvân-ı Kebîr, trc Abdülbâkî Gölpınarlı, İstanbul 1957, I, 92, 166, 352, II, 62, 355-434)
Abık

Kaçak köle anlamına gelen bir fıkıh terimi Mastarı ibâk olup, hür olsun köle olsun firar eden insan için kullanılır Bir İslâm hukuku terimi olarak ise; bir kölenin, elinde bulunduğu kimsenin yanından bir korku veya işinde bir zorlama olmaksızın isyan ederek kaçmasıdır (İbnü'l-Manzûr, Lisanü'l-Arab, Âbık maddesi)

İslâm'da kölenin efendisinin yanından kaçması yasaklanmış ve bunu alışkanlık hâline getirme hukukî bir ayıp sayılmıştır Köle firarını yasaklayan çeşitli hadisler vardır Cerîr b Abdullah el-Becelî'nin naklettiği bir hadis şöyledir: "Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur: "Herhangi bir köle efendisinden kaçarsa, dönünceye kadar küfre düşmüş olur" Başka bir rivayette, "Bir köle firar ederse, ondan zimmet kalkmış olur" (Müslim, Sahih, Nst M Fuad Abdulbaki, I, 83), Kölenin kaçak sayılması için âkıl ve bâliğ olması gerekir Çocuk veya akıl hastası olursa yitik veya yolunu kaybetmiş sayılır (el-Fetâvâ'l Ankaraviyye, el-Emîriyye, I, 204)

Hanefî ve Mâlikîlere göre, kaçak bir köleyi gören kimse, yakalamadığı takdirde zâyi veya telef olacağından korkarsa ve gücü de yetiyorsa bunu yakalaması gerekir Ancak böyle bir köleyi kendisi için tutması haramdır Şâfiîlere göre ise, efendisinin izni olmaksızın kaçak köleyi yakalamak câiz değildir (İbnü'l-Hümâm, Fethu'lKadîr, IV, 434; İbn Âbidîn, Reddü'lMuhtâr, III, 325) Köle, yakalayanın elinde, sahibine geri verinceye kadar emânet hükümlerine tâbi bulunur Sahibi bulunmazsa ilgili resmî makama teslim edilir (el-Fetâvâ'l-Ankaraviyye, I, 203)

İslâm VI M yüzyılın gereği köleliği kaldırmamış, ancak köle ve câriyelere birtakım insanî haklar bahşetmiş, her fırsatta onları hürriyetlerine kavuşturmanın faziletinden bahsetmiş ve tedricen kalkması için gerekli düzenlemeler getirmiştir Ashâb-ı Kiramdan Ebû Zerr (ra) zenci bir köle ile tartışmış, durum Rasûlullah (sas)'a intikâl edince, o şöyle buyurmuştur: "Köleler, Allâh'ın sizin elinizin altında bulundurduğu kardeşlerinizdir Onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin Onlara üstesinden gelebilecekleri yükü yükleyiniz Eğer ağır yük yüklerseniz, onlara yardım ediniz" (Buhârî, İman, 22, Itk, 15; Müslim, Eymân, 40) Köle ve câriye gerçeği olan bir devirde bununla ilgili düzenlemelerin bulunması tabiidir (Ayrıca bk Azad etmek)
ÂBİD

İbâdete düşkün, çok ibâdet eden kimse Çoğulu ubbâd, âbidîn ve âbidûn'dir

Kur'ân'da tekil ve çoğul hâliyle, toplam oniki yerde geçer Bir âyet-i kerime şöyledir: "Ey Muhammed, Allah'a tevbe eden, ibâdete düşkün (âbidleri), ona hamdeden, onun, yolunda (dinini yaymak için seyahat eden) Müminleri müjdele!" (et-Tevbe,9/112) Âbid kelimesi hadis-i şeriflerde de "ibâdete düşkün" anlamını ifâde eder Ancak hadislerde ilimsiz ibâdet düşkünlüğü ile ahlâkî olgunluğa ulaşmamış bir âbidliğin değerinin olmadığı anlatılır: "Âlim kişinin, (âlim olmayan) âbid üzerine üstünlüğü, ayın yıldızlara olan üstünlüğü gibidir Ya da benim, sahâbilerimden en aşağı seviyede bulunana üstünlüğüm gibidir" (Ebû Dâvud, İlim, I; Tirmizî, İlim, 19; İbn Mâce, Mukaddime, 39; İbn Hanbel, V, 196) "Cömerd fakat câhil olan kişi, âbid fakat cimri olan kimseye nazaran Allah nezdinde daha makbûldur " (Tirmizi, Birr, 40)

Hz Peygamber ve hulefâ-i râşidin* devrinden sonra İslâm devletinin sınırlarının genişleyerek müslümanların büyük bir servete sahip olması, devlet idarecileriyle halkın zenginlerinden bir kısmının dünya malına fazlaca rağbet etmeleri, samimi müslümanların tepkisini doğurdu Hz Peygamber ve ashâbının sade ve gösterişsiz, yaşantısına özlem duyan bazı insanlar, dünyaya değer vermeden, halkın arasından uzaklaşarak kendilerini Hakk'a ibâdete verdiler Halkın büyük bir bölümünün lüks ve refah peşinde koştuğu bir dönemde böyle bir hayatı tercih ederek kendilerini ibâdete verenlere bir ayrıcalık olmak üzere "âbid", "zâhid" * ve "nâsik" gibi adlar verildi İlk Âbidler diyebileceğimiz bu kişilerin çoğu, ilim ve amelle meşgul kimselerdi Şu kadar var ki, âbid kelimesi tasavvuf literatüründe pek kullanılmamış ve tasavvuf lügatlerine girmemiştir Tasavvufta âbid yerine daha çok ârif ve âşık terimleri benimsenmiştir İlk mutasavvıflardan Bâyezid-i Bistâmî "Abîd hâl ile ibâdet eden, vâsıl-ârif ise içinde bulunduğu hâl ibâdet olan kimsedir" der (Sülemî, Tabakâtu's-Sûfiyye, Kahire 1986, s 69) İbnu'l-Cellâ, "Zâhid; övme ve yerme, nazarında eşit olana, âbid; farzları ilk vaktinde kılana, muvahhid; her şeyi Allah'tan bilene denir" diyerek âbid, zâhid ve muvahhid arasındaki nüansı ifâde etmektedir

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (A)

Eski 11-04-2012   #5
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (A)



ÂCİR

Kiraya veren, kira akdinde kiralananın sahibi, iş akdinde işçi anlamına gelen bir terimdir Âcir, kira veya iş akdinde akdi yapan tarafı ifâde eder İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre icâre* akdinin rükünleri; icap,* kabul*, akdin tarafları ve akdin konusu yani menfaat ve ücret olmak üzere dört tanedir Hanefilere* göre ise, yalnız icap ve kabul rükün olup, diğerleri akdi * tamamlayan şartlardır Akdi yapanlar âcir (mûcir) ile müstecir (kiracı) dan ibarettir Akdi yapan tek kişi olabileceği gibi bir topluluk da olabilir Mesela, bir köy halkı bir öğretmen veya bir imam yahut bir müezzin tutsa, bunlar hizmet yapınca ücretlerini köy halkından isterler

Kira akdinin meydana gelmesi için akdi yapanların akıllı* olması gerekir Bu yüzden akıl hastasının veya temyiz kudretine sahip olmayan küçüğün yapacağı kira akdi geçerli olmaz Hanefîlere göre, velisi izinli olan mümeyyiz* küçüğün, aldanma (gabn*) olmayan bir ücret karşılığında yapacağı kira akdi geçerlidir Şâfiîler* ise böyle bir kira akdini mutlak olarak geçersiz sayarlar Ancak böyle bir akit yapılmışsa kiraya veren kira bedeline hak kazanır Eğer mümeyyiz küçük, kiraya vermeye izinli değilse, akit velisinin icâzetine* kadar askıda kalır Çocuğun şahsı veya malı üzerinde velî olan kimsenin yapacağı kira akdi geçerlidir Çocuk, kira süresi bitmeden önce büluğ* çağına girerse, akit, süre sonuna kadar devam eder Ancak velîsi, çocuk üzerinde iş akdi yapmışsa, bu akit büluğ ile sona erer

İcâre akdi taraflarının -eğer erkekse- mürted* olmaması gerekir Çünkü mürtedin mâlî tasarrufları askıdadır İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre ise mürtedin tasarrufları geçerlidir, (el-Kâsânî, Bedâyetu's-Sanâyi, IV, 176-179; el-Fetâvâ-i Hindiyye,IV, 410-411; el-Mevsûatü'l-Fıkhıyye, Kuveyt 1980, I, 258, 259; Muhammed Ebû Zehra, Usulü'l-Fıkh, s 331-332; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, IV, 400 vd; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s 128-129 Geniş bilgi için bk İcâre)

Acz

Bir nesneye gücü yetmemek, kudreti olmama durumu, güçsüzlük, kifâyetsizlik Bu sıfatları üzerinde bulunduran kimseye de âciz denir Acz, kudretin zıddıdır Bir şeyi yapmaya gücü yetmeyen kimse ondan âcizdir

İslâm'da mükellefiyet (yükümlülük)'ler kudrete bağlıdır Bir şeyi yapmaktan âciz olan onunla mükellef* değildir Allah hiç kimseyi gücünün yetmeyeceği bir şeyle yükümlü tutmaz Allah kullarının âciz kaldığı konularda onlar için bazı kolaylıklar getirmiştir Meselâ su bulamayan ya da kullanmaktan âciz olan kimse teyemmüm eder Namazda ayakta durmaktan âciz olan kimse namazını oturarak kılar, oturmaktan da âciz ise işâretle kılar Ramazan orucunu tutamayacak kadar hasta ve âciz olan kimse yer, sonra iyileşince kaza eder Hacca gitmeye kudreti olmayana hac farz değildir

Acz, ehliyet* ârızalarındandır Bir işi yapmak için insanın ona ehil olması gerekir Buna edâ ehliyeti diyoruz ki iki kısma ayrılır:

1- Ehliyet-i Kâsıra: Kudreti noksan olanların ehliyetidir Çocukların ve delilerin akılları eksik olduğundan kudretleri de noksandır Bu gibi kimselerin fiilleri namaz ve oruç gibi Allah hukuku ile ilgili ise edâsı sahîh ve muteber olur, kul hakkıyla ilgili ise yapılan işin cinsine göre üç durum söz konusudur:

a- Hibe ve sadaka kabul etmek gibi kendileri için faydalı olan şeyler geçerlidir

b- Borç vermek ve bağışta bulunmak gibi, kendileri için zararlı olan hususlar sahih değildir, geçersizdir

c- Alışveriş gibi olan şeyler ise velisinin iznine bağlıdır

2- Ehliyet-i Kâmile: Aklı tam olanların ehliyetidir Ergenlik çağına gelmiş ve aklı yerinde olan kimselerin ehliyeti gibi (Ömer Nasuhi Bilmen Hukuki İslâmiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, I, 228)
âd Kavmi

Kur'ân'da adı geçen eski bir Arap kavmi

Hz Âdem* (as) ile başlayan tevhîd mücadelesinin mâhiyeti, Kur'an-ı Kerim'de kıssalar yoluyla insanlara tebliğ edilmiştir Esasen kıssaların nakledilmesinin sebeblerinden birisi de onlardan ibret alınmasıdır Meydana gelen olayların sebeblerini iyi tesbit etmek ve aynı hataları tekrarlamamak esastır Nitekim Kur'an-ı Kerim'de: "Andolsun onların kıssalarını açıklamada selîm akıl sahipleri için birer ibret vardır Bu (Kur'an) uydurulacak bir söz değildir Ancak kendinden evvel indirilen kitap'ların tasdîki, (Dine ait) her şeyin tafsilidir" (Yusuf, 12/111) hükmü beyan buyurulmuştur Dikkat edilirse selîm akıl sahiplerinin ibret alması ön plândadır

Âd kavminin yaşadığı beldenin ismi Ahkâf'tır Müfessirler Yemen ile Umman arasındaki geniş bir beldenin, bu isimle anıldığını kaydederler

Kur'an-ı Kerim'de: "Âd (kavmi)ne gelince: Onlar yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve "Kuvvetçe bizden daha güçlü kimmiş!" dediler Onlar kendilerini yaratan Allah'ı -ki o, bunlardan pek kuvvetlidir- hiç düşünmediler mi? Onlar bizim mu'cizelerimizi bilerek inkâr ediyorlardı" (el-Fussilet, 41/15) hükmü beyan buyurulmuştur Fizikî yapıları hakkında değişik rivâyetler vardır Fakat gerek boy, gerek fizikî güç olarak, gayet kuvvetli oldukları bilinmektedir Hz Âdem (as)'in boyunun altmış zira (arşın) olduğu, Buhârî'de kaydedilen haberlerle sabittir Kendisinden sonra gelen nesillerin giderek kısaldığını iddia edenler, Âd kavminin boyunun altmış ziradan aşağı olduğunu ifade etmişlerdir Bazı müfessirler ise, Âd kavminin, boy itibariyle Hz Âdem'den de büyük olduğu üzerinde durmuşlardır (Kurtubî, XX, 48; Buharî, Enbiyâ, I; İbn Hanbel, II, 3 1 5-325)

Hz Hûd döneminde Âd kavminin lideri Şeddâd'tır Temel hedefi, yeryüzündeki bütün insanları kendisine boyun eğdirmektir Heykeller çevresinde geliştirdiği siyâsî yorumlarla, zorbalığı ve kan dökmeyi meşrû gösterme gayretinde olmuştur (eş-Şuarâ, 26/130; Hûd, 11/59) Bu lider Hz Hûd (as)'un tebliğine muhatap olmuştur Fakat gerek kendisi, gerek kavmi, vahye karşı, heykellerine (putlarına) ön planda yer veren mevcut siyâsî yapıyı savunmuştur Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de: "İşte Âd kavmi! Onlar Allah'ın âyetlerini bilerek inkâr ettiler Peygamberlerine isyan ettiler Böylece başları (liderleri) olan her zorbanın emrine uyup gittiler Onlar bu dünyada da, kıyâmet gününde de lânet cezasına tâbi tutuldular" (Hûd, 11/59-60) hükmü beyan buyurulmuştur

İnsanlara kuvvetle ve silâhla gâlip gelen zorbalara boyun eğmek bir zillettir Nitekim Âd kavmi heykel'lere izâfe edilen siyâsî teorilere ve zorbalara boyun eğdiği için, lânetlenmiştir Esasen İslâm'ın dışındaki bütün sistemler temelde zulme* ve zorbalığa dayanırlar

Âd kavmi, gerek siyâsî, gerek ekonomik açıdan büyük bir güçtü! "Bağ-ı İrem" diye anılan; muhteşem sarayların süslediği büyük bir şehir, dillere destan olmuştu! Kur'an-ı Kerim'de: "Ey Muhammed, Rabbinin, ülkelerde benzeri yaratılmayan, sütunlara (büyük saraylara) sahip İrem şehrinde yaşayan Âd kavmine ne yaptığını görmedin mi?" (el-Fecr, 89/6-8) denilmek suretiyle, bu mahiyet meydana konulmuştur Fakat heykellere (putlara) tapan Âd kavmi, zorbalıkta ve zulümde de şöhret sahibiydi! Yeryüzünde kendilerinden daha güçlü hiçbir şeyin bulunmadığına inanmışlardı Kendi içlerinden Hz Hûd* (as)'a peygamberlik görevi verildiğinde, büyük bir mücadele başladı Akılları ve bilimsel teorileri, zorbaların safında yer almak gerektiğini esas alıyordu Şimdi bu mücadeleyi Kur'an-ı Kerim'i esas alarak özetleyelim: "Hani kardeşleri Hûd onlara: "Allah'dan korkmaz mısınız?" demişti "Şüphesiz ben size gönderilmiş, emin bir peygamberim Artık Allah'tan korkun ve bana itaat* edin Sizden buna karşılık hiçbir ücret istemiyorum Benim mükâfatım âlemlerin Rabbinden başkasına aid değildir Siz her yüksek yerde bir âlâmet (saray, kule) bina edip, eğlenir misiniz? Tutup yakaladığınız vakit,zorbalar gibi yakalar mısınız? Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin Size bilip durduğunuz şeylerden (nimetlerde) yardım eden, size davarlar, oğullar, bağlar, ırmaklar ihsan eden Allah'tan sakının Ben cidden üstünüze gelecek büyük bir günün azâbından korkuyorum" (eş-Şuarâ, 26/124-135)

Bu tebliğ karşısında Âd kavminin ileri gelenleri, ulusal çıkarlarını bahane ederek, iftira kampanyasını başlatırlar

"(Âd) kavminin ileri gelenlerinden kâfir bir cemâat de: "Biz seni muhakkak bir beyinsizlik içinde görüyoruz Seni muhakkak yalancılardan sayıyoruz" dedi (Bunun üzerine Hûd) "Ey kavmim" dedi Bende hiç beyinsizlik yoktur Fakat ben âlemlerin Rabbi tarafından (gönderilmiş) bir peygamberim Size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ediyorum Ben sizin emin bir hayırhahınızım Size o korkunç âkıbeti haber vermek için içinizden bir kimse (vasıtasıyla) Rabbinizden size bir ihtar gelmesi tuhafınıza mı gitti? Düşünün ki o, sizi Nûh kavminden sonra hükümdarlar yaptı, size yaratılışta onlardan ziyâde boy-pos (ve kuvvet) verdi O halde Allah'ın nimetlerini unutmayıp hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz" (el-A'raf, 7/66-69)

Şeddâd'ın çevresinde yer alan politik güçler, Hûd (as)'un tebliğine engel olabilmek için, değişik yöntemlere başvuruyorlardı:

"Dediler ki: "Sen bize yalnız Allah'a kulluk* etmemiz, atalarımızın ibâdet etmekte olduklarını bırakmamız için mi geldin? O halde sıddıklardan (doğru sözlülerden) isen bizi tehdit etmekte olduğun şeyi (azâbı) getir bize!" (el-A'raf, 7/70)

" Bize, bizi ilâhlarımızdan (heykellerimizden, putlarımızdan) alıkoymak için mi geldin? Doğru sözlülerden isen, bizi tehdit ettiğin şeyi başımıza getir" (el-Ahkâf, 46/22)

"Dediler ki: "Ey Hûd! Sen bize açık bir mûcize* getirmedin Biz de senin sözünle tanrılarımızı (heykellerimizi, putlarımızı) bırakmayız Senin söylediklerine inanıcılar da değiliz Biz: "Tanrılarımızdan bazıları seni fenâ çarpmış " (demekten) başka bir şey söylemeyiz" (Hûd, 11/53-54)

Hûd (as)'un tebliği* karşısında iyiden iyiye hırçınlaşan Âd kavmi, heykellerinin kendilerini koruyacaklarından oldukça emin görünüyordu Hâkimiyetin kayıtsız-şartsız kendilerine ait olduğu iddiasına iman etmişlerdi Bu hâkimiyetlerini, heykellerinin ifâde ettiği ideolojileri sayesinde sürdürdüklerini kabul ediyorlardı Sürekli olarak;

"Biz azâba uğratılacak da değiliz" (eş-Şuara, 26/138) diyerek kendi kendilerini ikna etme yoluna gidiyorlardı Hûd (as)'un tebliğini kabul eden müminlere, işkence etmekten asla çekinmeyen ve zindanlarda çürütmeyi hedef alan Âd kavmi alay ederek: "Haydi tehdit ettiğin azâbı getir" sloganına sarılmıştı! Kısa bir süre sonra azâbın belirtileri görüldü Akarsular kurumaya, yeşillikler sararmaya başladı Ünlü İrem bağları birer birer yok oluyordu Kuraklık etrafı kasıp kavuruyordu O yiğit yapılı, güçlü kuvvetli insanlar bir yudum suya, bir dilim ekmeğe muhtaç hale gelmişlerdi Bu noktada Hûd (as) yeniden tebliği denedi ve;

"Eğer şimdi yüz çevirirseniz (ne diyeyim) Ben size ne ile gönderilmişsem, işte onu tebliğ ettim Rabbim sizin yerinize diğer bir kavmi getirir de, ona (Allahü Teâlâ 'ya) hiçbir şeyle zarar veremezsiniz Şüphesiz ki benim Rabbim her şeyi koruyandır" (Hûd, 11/57) dedi

Âd kavminin Şeddâd ve çevresinin geliştirdiği ideolojiyle beyni yıkanmıştı! Heykellerinin izinden ayrılmıyorlardı Belirli bir süre sonra her zaman yağmur getiren bulutların geldiği yönde bir bulut gördüler, sevindiler Çünkü kuraklığı "tabiat kanunlarıyla" açıklama âdetleri vardı Bunun "Allahü Teâlâ (cc)'nın bir ihtarı" olduğunu kabule yanaşmıyorlardı Şimdi hadisenin cereyan ediş şeklini Kur'an-ı Kerim'den öğrenelim:

"Artık onu (azâbı) vâdilerine doğru gelen bir bulut halinde görmüşlerdi Dediler ki: "Bu bize yağmur verici bir buluttur" (Hûd) "Hayır" (dedi) bu çarçabucak gelmesini talep ettiğiniz (bu hususa beni sıkıştırdığınız) şeydir Bir rüzgârdır ki, onda elem verici bir azâb vardır O (Rüzgâr) Rabbimin emriyle her şeyi helâk edecektir" (el-Ahkâf, 46/24-28)

İnkârcı Nûh kavmi tufan sonucu helâk edilmişti! Âd kavmi ise, korkunç bir rüzgârla, şirk'in ve zulmün cezasını bu dünyada gördü:

"Âd kavmi (Peygamberleri Hûd'u) yalanladı İşte benim azâbım (ve bundan evvel) tehditlerim nice imiş (düşünün) Çünkü biz (haklarında) uğursuz ve (uğursuzluğu) sürekli bir günde onların üstüne çok gürültülü bir fırtına gönderdik (Öyle bir fırtına) ki, insanları, sanki onlar köklerinden sökülmüş hurma kütükleri imiş gibi tâ temelinden kopar(ıp, helâke) uğratıyordu" (el-Kamer, 54/18-20)

Bu azâb sırasında Hz Hûd (as) ve beraberinde bulunan müminlerin durumu ne olmuştu? Bunu da Kur'an-ı Kerim'den öğreniyoruz:

"Hûd'u ve beraberindeki iman edenleri rahmetimizle kurtardık " (el-Âraf, 7/22)

Âd kavminin durumu, bütün insanlara büyük bir ibrettir Politik ve ekonomik güçlerine güvenerek şirki ve zulmü yaymak için gayret sarfeden, bütün müstekbir'lerin zaferleri geçicidir! Elbette azâbın en şiddetlisine şahid olacaklardır Kısacık dünya hayatı için zorbalara boyun eğen ve şirkin hâkimiyetine râzı olanlar Âd kavmini asla unutmamalıdırlar
Ad Koymak

İsim vermek Yeni doğan çocuğuna güzel bir isim koymak, öncelikle babanın sonra annenin görevlerindendir Konulan ismin, güzel bir mânâsının olması, İslâm inancına ve hükümlerine uygun olması gerekir İslâm'da çocuğa genellikle doğduğu gece isim verildiği gibi, doğumunun üçüncü veya yedinci gününde ad konulmaktadır Rasûlullah (sas), oğlu İbrâhim dünyaya gelince: "Bu gece bir oğlum doğdu; ona atam İbrâhim'in adını verdim" buyurmuşlardır Bu hadis, ismin ne zaman konacağı hususunda önemli bir delildir (Ebû Dâvud, Cenâiz, 24) Ayrıca bir kimseye birden fazla isim verilebileceği de yine Rasûlullah (sas) belirtilmiştir (Buharî, Menâkıb, 17; Müslim, Fezâil, 124)

Anlamı İslâmî akîdeye uygun olmayan, dinin yasakladığı bir anlam taşıyan isimlerin çocuklara verilmesi uygun değildir Hz Peygamber (sas) yeni Müslüman olanların şirk dönemindeki isimlerini değiştirmez, genellikle aynen bırakırdı Ancak bu isimler arasında, mânâsı çirkin veya Allah'tan başkasına kulluğu ifâde edenler varsa, meselâ müşriklerin taptığı putlardan biri olan Uzzâ'nın kulu anlamındaki Abdüluzzâ, Kâ'be'nin kulu anlamındaki Abdülka'be ve benzeri isimleri genellikle, Allah'ın kulu mânâsında Abdullah veya Rahman'ın kulu mânâsında Abdurrahman gibi isimlerle değiştirirdi Kesmek anlamına gelen Sarim ismindeki bir sahâbinin ismini de, mutlu anlamına gelen Saîd; Berrâ olan bir kadının adını Zeyneb olarak değiştirmiştir (Buhârî, Edeb, 108; Ebû Dâvud, Edeb, 62; İbn Mâce, Edeb, 32) Ayrıca, Firavun ve Kârun gibi zulüm ve küfür önder ve sembolleri olan isimlerin verilmesi de İslâm'da yasaktır

"Allah katında isimlerin en güzeli Abdullah ve Abdurrahman'dır" hadisi (Buhârî, Edeb, 105-106; Müslim, Âdab, 2; İbn Mâce, Edeb, 2; Tirmizî, Edeb, 64; İbn Hanbel, II, 24, 128) isim koyma hususunda İslâm'ın genel prensibini belirlemektedir Çocuklarımıza vereceğimiz isimler, Allah'a kulluk ifâde eden, İslâmî gayelere ve insan haysiyetine uygun, çevremizdeki insanların genellikle hoşlanacakları, kulağa hoş gelen, İslâm büyüklerinden hâtıra kalan mânâsı güzel olan isimlerden herhangi biri olabilir Daha önceden pek duyulmamış diye, yapmacık ifâdeler taşıyan, İslâm toplumunda hiç kullanılmayan uydurma ve müslüman olmayanlara ait isimlerin çocuklarımıza ad olarak verilmesi doğru değildir Çünkü, Rasûlullah (sas) "Kıyâmet gününde babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız Bu bakımdan çocuklarınızın isimlerini güzel koyunuz" (Ebû Dâvud, Edeb, 61; İbn Hanbel, V, 194) buyurmuştur

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (A)

Eski 11-04-2012   #6
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (A)



ÂDÂB

Ahlâk, terbiye ve nezâket kuralları Birini ziyafete davet etme mânâsını ifade eden edep, İslâm'ın güzel saydığı söz ve davranışlardır Bu itibarla edep, insanların kendisine davet olunan bilumum hayır, zarâfet, usluluk ve güzel ahlâk demektir Seyyid Şerîf, (et-Tarifât) adlı eserinde edebi, "bütün hatâ türlerinden kendisiyle korunulan şeyi bilmekten ibarettir" diye tarif etmektedir Edeb, insanı ayıplanma ve kötülenme sebeplerinden koruyan nefsin köklü bir kuvvetidir "Nefs edebi" ve "ders edebi" olmak üzere ikiye ayrılan edeb'in birincisi acelecilik ve sinirlilik gibi doğuştan olan edeb, ikincisi ise daha sonra elde edilen ve "mekârim-i ahlâk"* (güzel ahlâk) olarak da isimlendirilen edebtir

Ayrıca münazara-mübahase ilmini içine alan bir edeb türü daha vardır ki, âlimler bunu "edeb-i bahs" diye isimlendirirler Edeb'in bu türü ilmî münazaralarda tarafların birbirlerine karşı gösterecekleri ahlâkî kaideleri ihtiva etmektedir Yakın zamanlara kadar medreselerde bir ilim dalı olarak okutulagelmiştir

Fıkıh ıstılahına göre ise edeb, "Hz Peygamber (sas)'in sünnetine uygun olarak yapılan hareketlerdir" Daha geniş ifadesiyle Allah'ın ve Peygamber'in emir ve yasaklarına uygun biçimde hareket etmektir

Âdâb fıkhî terim olarak ele alındığında 'sünnet-i gayr-i müekkede' hükmündedir Onun için bu davranışta bulunana sevap yazılır, yapmayana ise günah yoktur O yüzden âdâb bazen nafile, * bazen müstehap, bazen mendub, bazen de tatavvu' ve fazilet kavramlarıyla eş anlamda kullanılır Âdâb kaideleri Hz Peygamber (sas) tarafından tavsiye ve teşvik edildiği için yapılan bu davranışa müstehab adı verilir Yapıldığında bir sevap kazanmak söz konusu olduğundan buna mendub denir Yapılırken bir zorunluluk olmadan yapıldığı için buna tatavvu' adı verilmiştir Fıkhî bir terim olarak farz ve sünnetlerden sonra ibâdetlerin âdâbı anlamında bu anlamlarda kullanıldığı bilinmektedir Meselâ abdestin farz ve sünnetleri sayıldıktan sonra "Âdâbu'l vudû", namaz için "Âdâbu's-salât" terimleri kullanılmıştır

Edeb'in çoğulu âdâb'tır En güzel ve hiçbir zaman eskimeyecek olan edeb ve ahlâk, Kur'an'da öğretilen ve Hz Peygamber (sas)'in sünneti ile tatbik edilip yaşanan âdâbtır

Kâinatı en mükemmel bir düzen ve intizam üzere yaratan Allah, yaratıkları içinde insanı en güzel bir kıvamda yaratmıştır (et-En, 95/4) Diğer yaratıkları da onun istifadesine vermiştir Böylece insanı âlem için hâkim duruma getirerek onu muhatab ve mükellef kılmıştır Peygamberleri vasıtasıyla saadet yollarını göstermiş, iyi ve güzeli, kötü ve çirkini öğretmiştir Her şeyi mükemmel olarak yaratan Allah, insanlara da kendileri için en doğru olan yaşayış ve hareket yollarını bildirmiştir Dolayısıyla Allah'ın bize öğrettiği edeb ve ahlâk, değişmeyen en güzel ve doğru ahlâktır Bu ahlâkı en güzel şekilde yaşayan da Hz Peygamberdir (sas): "Gerçekten sen, çok büyük bir ahlâk üzeresin" (Kalem, 68/5) âyeti ile Allah'ın iltifatına mazhar olan Hz Peygamber kendi hakkında "Ben, ahlâkın güzelliklerini tamamlamak için gönderildim" (Muvattâ, Hüsnü'l-Hulk, 8) buyurmuş ve Kur'an'dan ibaret olan güzel ahlâkını hayatında yaptığı tatbikatı ve tavsiyeleri ile ümmetine tebliğ etmiştir "Onun şahsında Allah'ı ve Âhiret gününü umanlar ve Allah'ı çokça hatırlayanlar için güzel edeb ve ahlâk numuneleri vardır " (Ahzab, 33/21)

Her konuda olduğu gibi, güzel ahlâk konusunda da örneğimiz olan Hz Peygamber (sas) ahlâkça insanların en güzeli idi Peygamberimiz güzel ahlâkı tarif ederken şöyle buyurmuştur: "İyilik güzel ahlâktır; fenalık da, kalbin yatışmadığı ve halkın duymasını hoş görmediğin şeydir" buyurmuştur

"İnsanların en hayırlısı ahlâkça en güzel olanıdır" "Kıyâmet günü müminin mîzanında güzel ahlâktan daha ağır bir şey bulunmaz ve her halde Allah, çirkin ve kötü sözlü kimseyi sevmez " "İmânı en olgun kimseler, en güzel ahlâklılardır En hayırlılarınız, kadınlarına hayırlı olanlardır"

"Bir mümin güzel ahlâkıyla gece ibâdet eden, gündüz oruç tutan kimselerin derecelerine erişir", "Güzel ahlâk güler yüz hayırlı işlerde el açıklığı, bir de kimseye eziyet etmemektir " buyuran Hz Peygamber (sas), Ebû Hureyre'nin (ra) bir sorusu üzerine, Allah'tan korkmanın ve güzel ahlâklı olmanın Cennet'e girmeye sebep olacağını, güzel ahlâklı bir insana Cennet'in yukarı kısmında bir ev verileceğini, Peygamber'e en sevgili olan insanın ve Kıyâmet'te onun meclisine en yakın olacak insanın ahlâkı güzel olan kişi olacağını bildirmiştir (Riyazu's-Sâlihîn, 1/49-54)

Muhaddisler, Hz Peygamber'in bizzat yaşadığı ve ümmetine tavsiye ettiği edeb ve ahlâk kaidelerini ihtiva eden hadîsleri, tasnîf ettikleri hadîs kitaplarında "Kitâbu'l Edeb", "Bâbu'l Edeb" gibi başlıklar altında toplamışlardır (bk Buhârî Edeb; Müslim Edeb, Muvattâ Hulk) Buna ilâveten İmam Buhârî "El-Edebu'l Müfred" isimli kitabını, Hz Peygamber'in (sas) ahlâkî yaşayış ve emirleri ile ilgili hadîslerini derleyerek meydana getirmiştir

Edeb, insanlara karşı bütün davranış ve muamelelerinde terbiyeli ve ahlâklı olmaktır Selâm vermek, güler yüz göstermek, tırnak kesmek, sakal* bırakmak gibi nice İslâmî edebler vardır ki, bunlar Hz Peygamber'in birer sünneti olduğu gibi, daha önce geçen peygamberlerin de sünnetidir

Rivâyetlerle sabit olan edeb ve güzel ahlâk hakkındaki Peygamberî emirler bütün ümmeti ilgilendirdiği için edeb verme ve terbiye etme konumunda olan her kişinin bu emirleri önce şahsında tatbik etmesi, daha sonra da terbiyesi altında bulundurduğu kişileri bu güzel ahlâk ile ahlâklandırmaya çalışması gerekir "Ey inananlar, nefsinizi ve ehlinizi tutuşturucusu taşlar ve insanlar olan ve kâfirler için hazırlanmış bulunan Cehennem ateşinden koruyunuz" (Tahrim, 66/6) buyuran Cenâb-ı Allah hem nefsimizi hem de elimiz altında yetiştirmekle mükellef bulunduğumuz çoluk çocuğumuzu Allah ve Peygamberi'nin razı olduğu güzel ahlâk ile ahlâklandırarak bu suretle Cehennem'in azâbından korumamız gerektiğini ifâde etmiştir

Her insan, elinin altında bulundurduğu kimselerin her türlü hak ve hukukundan eğitim ve öğretiminden, terbiyesinden, sorumludur (Tecrîd-i Sarih trc, Hadis no: 487) Ebeveynin evlâd üzerindeki eğitiminin önemi hakkında Allah'ın Rasûlü: "Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar Bundan sonra anası, babası onu Yahudi yaparlar, Nasrânî yaparlar, Mecusî yaparlar Nitekim behîme, derli toplu bir behîme olarak doğurulur Siz kusursuz doğan bu hayvan yavrularının içinde kulağı, dudağı, burnu, ayağı, kesik olanını hiç görüyor musunuz? " buyurmuştur (Müslim, Kader, 25) Hadîsi rivâyet eden Ebû Hureyre devamla: "İsterseniz şu âyeti okuyunuz" dedi "O halde sen yüzünü bir muvahhîd* olarak dîne, Allah'ın o fıtratına çevir ki, insanları bunun üzerine yaratmıştır" (er-Rûm, 30/30) Zikredilen âyet ve hadîsi şerif, insanın fıtraten temiz ve saf olduğunu, ahlâkın en güzeli olan İslâm'ı kabule kabiliyet ve istidatlı bulunduğunu ortaya koyar Ancak, insana verilen yanlış bir eğitim onu kötü ahlâk sahibi ve inançsız bir insan durumuna getirir Bu nedenle çevrenin ve ebeveynin çocuk üzerindeki te'dib terbiyesi tartışılmayacak kadar önemlidir (Müslim, Kader, 22) Allah insanı fıtraten temiz yarattığı halde onun fıtratına uygun edebi verme işini babaya havale etmiştir Babanın evlâda en güzel ve kalıcı hediyesi, onu iyi terbiye etmesidir Terbiye edilmiş sâlih bir evlâd ölümünden sonra da baba için hayırlı amellerin yazılmasına sebep olur

Ebû Hüreyre, Allah Rasûlü'nün şöyle dediğini nakletmiştir: "Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı altıdır: Ona rastladığın zaman kendisine selâm ver, seni yemeğe davet ederse icâbet et Senden öğüt isterse öğüt ver Aksırır da Allah'a hamd ederse "yerhamükellah" (Allah sana merhamet etsin) de Hastalanırsa kendisini ziyaret et Ölürse cenazesinde hazır bulun" (Buhârî, Cenâiz, 2; Müslim, Selâm, 4-6)

Hadiste yer alan edebler:

1) Rastladığı zaman din kardeşine selâm vermek İslâm âlimlerinin çoğuna göre selâm vermek sünnet, almak ise farzdır Başka hadislerde selâmın yaygınlaştırılması ve bunun toplumda karşılıklı sevgi ve muhabbetin artmasına sebep olacağı bildirilmiştir

2) Davete icâbet etmek Bu davet düğün, sünnet cemiyeti ve benzerlerini kapsamına alır Düğün davetine "velîme" * denir ki, buna icabet vacibtir Çünkü hadiste "Her kim velîme davetine icabet etmezse Allah'a ve Resûlü'ne isyan etmiş olur" (el-Askalâni, Buluğu'l-Meram Trc A Davudoğlu, IV, 315) buyurulmaktadır Diğer davetlere icabet menduptur Çünkü onlar hakkında velîmede olduğu gibi tahdîd yoktur

3) Öğüt isteyene öğüt vermek İstemeden nasihatta bulunmak menduptur Çünkü hayra ve iyiliğe delâlettir

4) Aksırır da "elhamdülillah" derse, bunu işiten "yerhamükellah" der Hadiste: "Biriniz aksıracağı zaman hemen iki avucunu yüzüne koysun ve bunlarla sesini kıssın" (Ebû Davûd, Edeb, 90) buyurulur Aksırık tekerrür ederse, üç defaya kadar "yerhamükellah" (teşmit) da tekrarlanır Aksırık insan için bir nimettir

5) Hasta ziyareti yapmak Hasta ziyaretini farz-ı kifâye sayanlar varsa da, İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre menduptur Bunda hastayı tanımakla tanımamak ve hısım olmakla olmamak aynıdır Hz Peygamber (sas) müslüman hastalar yanında gayr-ı müslim hizmetkârını ve amcası Ebû Tâlib'i ölüm döşeğinde ziyaret etmiştir Hizmetçi, bu ziyaret bereketiyle İslâm'a girmiştir

6) Cenazede bulunmak Cenaze tanıdık olsun veya olmasın hazır bulunmaya çalışmak gerekir

Ebu Hüreyre'den rivâyet edilen başka bir hadis şöyledir:

"Kendinizden aşağı olana bakın Sizden daha üstün olana bakmayın Çünkü bu türlü hareket Allah'ın size olan nimetini küçümsememeniz için daha uygundur"

İnsanoğlu genellikle kendisinden üstün bir kimse görünce onun gibi olmak ister ve Allah'ın kendisine verdiği nimetleri küçümser Ötekine yetişmek için bu nimetlerin artmasını diler Fakat dünya işlerinde kendisinden aşağı olanların durumuna bakarsa, elindeki nimetin kadrini bilir ve şükreder Başka bir hadiste "Biriniz mal ve yaratılış (hilkât)ça kendinden üstün birini gördü mü, kendinden aşağı olana bakıversin" (Buhârî, Rikâk, 30; Müslim, Zühd, 8; Tirmizî, Libas, 38)

Nevvâs b Sem'ân (ra) Allah Rasûlü'ne birr ve ism'in anlamını sormuş, o, şu cevabı vermiştir: "Birr, ahlâk güzelliğidir İsm ise, kalbini rahatsız eden ve başkalarının bilmesini istemediğin şeylerdir"

Güzel ahlâk şu hadiste tarif edilir: "Güzel ahlâk, güler yüzlü olmak ve eziyet etmemektir" (el-Askalâni, age, IV, 321)

İbn Mes'ud (ra) Allah Rasûlü'nün şöyle dediğini nakletmiştir: "Eğer bir yerde üç kişi iseniz, kalabalığa karışmadıkça, ikiniz ötekini bırakarak gizli bir şey konuşmasın Çünkü bu, onu üzer" (Müslim, Selâm, 26, 27, 28; İbn Mâce, Edeb, 50)

İbn Ömer, Rasûlullah'ın şöyle dediğini nakleder: "Bir kimse birini yerinden kaldırarak oraya kendisi oturamaz Lâkin açılın ve genişleyin ", "Bir kimse yerinden kalkar da sonra o yere dönerse, orası için başkasından daha fazla hak sahibidir" (Müslim Edeb, 21; Ebû Dâvûd, Edeb, 28-139)

İsraftan sakınma ve nimetin kadrini bilme ile ilgili bir hadis şöyledir: "Birinizin lokması yemekte yere düşerse, üzerindeki bulaşığı gidersin ve yesin, onu şeytana bırakmasın"

Selâmlaşmada âdâb: Ebû Hüreyre'den, Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur: "Küçük büyüğe, yürüyen oturana ve sayıları az olanlar çok olanlara selâm versin " (Buhârî, İsti'zân, 4-7; Müslim, Selâm, 1, Edeb, 46; İbn Hanbel, III, 444) Hz Câbir (ra)'den: "Yaya giden iki kişi karşılaştıklarında hangisi önce selâm verirse o daha fazla ecir kazanır" hadisi rivâyet edilmektedir

Ahlâk, hulk kelimesinin çoğuludur ve Arapça bir kelimedir Huy, tabiat mânasında kullanılır İnsanın yaradılışından gelen ve cemiyet içinde yaşanarak kazanılan iyi ve güzel huylar, insanın yaradılışından gelen bu hususiyetler, Kur'an'ı Kerim ve Sünnet'te sınırları çizilen, insanların iyiliğini ve mutluluğunu hedef alan kaidelerin hayata geçirilmesiyle kazanılan iyi ve güzel davranışların bütünü Zıddı, ahlâksızlıktır

Her toplumun kendi sosyal yapısına göre ahlâk anlayışı vardır Bir topluma göre ahlâkî bir davranış kabul edilen bir fiil bir başka topluma göre ahlâksızlık olarak kabul edilebilir İslâm dışı toplumlarda flört ve zina gibi fiiller normal bir olay kabul edildiği halde, İslâmî toplumlarda bu durum, Allah'ın emri ile haram kılınmış, en büyük ahlâksızlıktır Öyleyse müslüman toplumumuza göre ahlâk ve ahlâksızlığın ölçüsünü Allah'ın yasakladığı ve yasaklamadığı fiiller olarak kabul ederiz

İA

Âyet ve Hadisler Işığında Âdâb-ı Muâşeretten Örnekler

-Herkese karşı tatlı dilli, güler yüzlü açık kalbli olmak Allah iyi huylu güler yüzlü kimseyi sever

-Herkes ile güzel görüşmek, halka eziyet vermekten sakınmak "Müslüman diğer müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kişidir"

-Kötülüğe karşı iyilikte bulunmak ve halkın eziyetlerine karşı sabırlı olmak Allah katında sıddîkların mertebelerine erişmek için zulmedeni affetmek, irtibatı kesenle irtibat kurmak esirgeyene esirgemeden vermek gerekir

-Küskünlüğe, dargınlığa, düşmanlığa son vermek Müslümanın müslümanla üç günden fazla dargın durması helâl değildir

-Dargın iki müslümanın arasını bulmaya çalışmak Yalan söylemenin câiz olduğu yerlerden biri, dargınların barışmalarını sağlamak için söylenen yalandır Bu da sadaka vermek kadar hayırlı bir iştir

-İnsanların kusurlarını araştırmamak, bilakis bu kusurları örtmeye çalışmak Başkasının kusurunu arayan, önce kendi kusurunu görmelidir Başkasının kusurunu örten bir müslümanın kusurunu da Allah örter ve onu affeder

- Dostlar birbirlerini arkalarından müdafaa etmelidir, haklarındaki yanlış fikirleri düzeltmelidirler Kardeşine yardımda bulunana Allah da yardım eder

-İnsanlara karşı kötü zan ve töhmette bulunmamak, nefret uyandırmamak, dedikodu yapmamak Bu sözlerin konuşulduğu yerleri terketmek

-Her insanla, kapasite ve mevkilerine göre konuşmak Câhille ilmî konuşma yapılamayacağı gibi, âlimle de câhille konuşulduğu gibi konuşulmaz İnsanlara akıllarına göre hitap edilmelidir

-Büyüklere hürmet ve saygı; küçüklere, düşkünlere şefkat ve merhamet; özellikle aile arasındaki fertlere iyi muamele etmek İslâm'ın esaslarındandır Allah ana babaya saygısızlık bir tarafa "öf " demeyi dahi yasaklamıştır Başkasına merhamet etmeyene merhamet olunmaz

-Herkes hakkında hayır dilemek ve, yardımda bulunmak müslüman kardeşliğinin bir özelliğidir Ancak bu yardımlaşma kötülükte değil, iyilikte olmalıdır Mümin kendisi için arzu ettiği güzel şeyleri Müslüman kardeşi için de arzu etmelidir Kendini kötülüklerden koruduğu gibi etrafındakileri de korumaya çalışmalıdır

-Selâm, müslümanlar arasında sevgi bağlarının kurulmasında önemli bir araçtır Selâm vermek sünnet, almak ise farzdır Peygamberimiz (sas) selâmı yaymamızı, tanısak da tanımasak da her müslümana selâm vermemiz gerektiğini bununla da imanımız olgunluğa erdiği için Cennet'e gireceğimizi müjdelemiştir Bu nedenle gençler ihtiyarlara, binek üzerinde olanlar yürüyenlere, yürüyenler oturanlara, arkadan gelenler önden gidenlere, bir kişi çok kişiye selâm vermelidir Selâma daha güzel bir şekil de karşılık vermek gerekir "es-Selâmu aleykum" diyene "ve aleykumu'sselâm ve rahmetullâhi ve berekatuhu" denmelidir Verilen selâmı alma durumunda olmayana selâm vermek mekruhtur Yemek yiyene, namaz kılana, Kur'an okuyana, hutbe dinleyene selâm verilmemelidir Kâfirlere selâm verilmez Açıktan açığa Allah'ın emrini çiğneyen ve bu hâlinde ısrarlı olana da selâm verilmez Topluma verilen selâma bir kişi karşılık verirse, diğerlerinin selâm alma sorumluluğu kalkar Selâm getiren birinden selâmı almak, mektupta yazılı selâma ya mektupla ya da o anda sözle karşılık vermek gerekir Eve girerken ev halkına selâm verildiği gibi ayrılırken de selâm vererek ayrılmak faziletli bir iştir Boş bir yere girilirken de "es selâmu aleyna ve alâ ibâdillahi's-Sâlihîn" diyerek selâm verilir Selâm, müminin mümine yaptığı hayırlı bir duadır "Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun " Mânasına gelen selâmlaşmanın yerini basit kelimeler tutmaz

-Karşılaşan iki müslüman birbirlerinin ellerini tutarak müsafaha* eder, Peygamber'e (sas) salavât okur, hal hatır sorarlar Bu durumda olan kişiler henüz birbirlerinden ayrılmadan Allah onlara mağfiret eder

-Aksırana karşı hayır dua etmek Aksıran kişi "elhamdülillah"der, yanındaki müslüman "yerhamükellah" yani "Allah sana merhamet etsin " diye dua eder, aksıran kişi de "yehdîna ve yehdîkumullah " yani Allah bizi de sizleri de hidâyete dâim kılsın" diye karşı duada bulunur Buna "teşmît" denir

Müddessir sûresi 4 âyetinde "Giydiklerini temizle Kötü şeylerden sakın" şeklinde temizlik emredilmektedir Giydiklerini temizlemek kalbi, ahlâkı ve ameli temizlemeden kinâye olarak kullanılmaktadır Elbiseyi giyen şahsın ve onun dokunduğu her şeyin temizliği Kur'an ahlâkına uymanın gerektirdiği bir temizliktir Her türlü nefsânî arzulara, şeytânî hileler ve alışkanlıklara mârûz kalan bir ortamda Kur'an'ın öngördüğü temizliğe dikkat etmek ve onu gerçekleştirmek insana büyük bir izzet kazandıracağından maddî ve manevî yönden temiz olmayan kimselerin kirlerine bulaşmadan ayrılmak mümin için önemli bir davranıştır Bâtıl inanışları, kötü âdet ve alışkanlıkları câhiliyyet halkının daldığı ve insanı lekeleyen ve âhirette sorumlu tutacak her türlü bâtılı terketmek Kur'an ahlâkının istediği muaşeret edeplerindendir

Gönlün temiz tutulması da Kur'an-ı Kerim'de emredilmiştir "Bilmediğin şeyin ardına düşme; doğrusu, kulak göz ve kalb bunların hepsi o şeyden sorumludur"(el-İsrâ, 17/36) buyrulması bunun açık delillerindendir

-Müslüman gittiği meclise temiz elbiseyle gitmelidir Yaşlı ve bilgili kimselerden üstte oturmamalı, kendine söz düşmedikçe konuşmamalı, söylenilen faydalı şeyleri dinlemelidir Sonradan gelenlere yer vermeli, birbirlerine karşı güler yüzlü, tatlı sözlü olmalıdır Meclisten ayrılırken arkadaşlarından izin alarak ve selâm vererek ayrılmalıdır

"Ey inananlar, toplantılarda size 'yer açın' denince yer açın ki Allah da size genişlik versin 'Kalkın' dendiği zaman da hemen kalkın ki Allah içinizde inanmış olanları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin Allah, işlediklerinizden haberdardır" (el-Mücadele, 59/11) buyrularak bir toplum kuralı belirtilmiş olmaktadır Bu kural cemiyet ve cemaat muaşeretindendir

- Müslümanlar uygun zamanlarda mümin kardeşlerini, büyüklerini ve yakın akrabalarını ziyaret etmeli, onların gönüllerini hoş etmeye çalışmalıdır Ancak ziyâretin, çok uzun ve usandırıcı olmamasına özen göstermelidir Ziyârete gelenlere imkân nisbetinde ikram etmelidir Allah'a ve âhirete inanan, misâfirine izzet ve ikramda bulunmalıdır

- Müslüman, din kardeşinin davetine icabet eder, ziyâretinde bulunur Böylece aralarında muhabbet artmış olur Peygamber (sas), "Sizden birinizi kardeşi düğün yemeğine veya benzer bir ziyâfete davet edince icabet etsin" buyurmuştur Ancak bu tür yerlerde Allah'ın yasakladığı içki ve benzeri şeyler bulunuyorsa oraya gitmemelidir Kötülükleri engelleyeceğine kanaat getirirse, gidebilir Merâsimler külfetten ve gösterişten uzak olmalıdır

- Müslümanlar, din kardeşleri yanlarına geldiklerinde, hürmet olsun diye ayağa kalkabilirlerÂlim zatların ellerini öpmek câizdir Ancak dünyalık bir menfaat elde etmek için el öpmek, boyun bükmek, hele hele dalkavukluk yapmak asla doğru değildir Büyüklerin huzurunda yerlere kadar eğilmek ve yeri öpmek haramdır

-Müslümanlıkta komşuluğun büyük ehemmiyeti vardır Komşu haklarına son derece riayet etmeli, onlara zarar verecek her türlü hareketlerden kaçınmalıdır Kötülüklerinden, komşusu emin olmayan kimse gerçek mümin olamaz

- Hastaları ziyârette bulunmak, onların afiyetlerine dua etmek dinî bir görevdir Hz Peygamber (sas) bir hadisinde: "Beş şey vardır ki, kardeşine karşı müslümana vazife olur Bunlar da, verilen selâmı iâde, aksırana hayır dua, davete icâbet, hastayı ziyâret ve cenazeleri mezara kadar takip etmektir " buyurmuştur Müslümanlar, vefat eden din kardeşlerinin cenazelerini kabirlerine kadar üzüntülü ve düşünceli götürür kabre defnederler, haklarında rahmetle duada bulunurlar İmkân buldukça müslümanın cenaze namazını da kılmalıdır Kabirlerini ziyâret ederek haklarında hayır duada bulunmak bir vefa borcudur Ancak kabir ziyâretleri İslâmî ölçüler içerisinde olmalı, aşırı ta'zim hareketlerinden sakınmalıdır Kabir ziyâreti insana ölümü ve geleceğini hatırlatır, uyanmaya vesile olur

- Evlere ve odalara girerken usule riayet etmek gerekir Cahiliye devrinde evlere hücum edilircesine girilirdi Ziyâretçi eve girer ve girdikten sonra da 'girdim' diye seslenirdi Çok defa, ev sahibinin ailesiyle onları başkasının görmesi doğru olmayan hâlde, kadın veya erkeğin avret yerlerinin açık olduğu olurdu Bu hâl, üzüntü verip gönülleri yaraladığı gibi evleri emniyet ve huzurdan yoksun bırakırdı Ayrıca gözler tahrik edici yerlere takıldığı zaman nefisleri bu şekilde fitneye sürüklerdi İşte bu sebepten dolayı Allah müslümanları yüksek bir âdâb-ı muaşeretle terbiye etmiştir Evlere girmeden izin isteme âdâbı ve ev halkına güven verip onlardan kuşkuyu gidermek için girmezden evvel selâm verme âdâbını getirmiştir

"Ey inananlar, kendi evlerinizden başka evlere, izin alıp halkına selâm vermeden girmeyiniz Herhalde bunun, sizin için daha iyi olduğunu düşünüp anlarsınız" "Eğer orda kimseyi bulamazsanız size izin verilinceye kadar içeri girmeyin Bu sizin için daha iyidir" (en-Nur, 24/27-28) Aynı şekilde erginlik çağına erişmemiş çocuklarla hizmetçilerin başkalarının odalarına girerken izin almaları yolunda eğitilmeleriyle bunların girmesinin ancak hangi vakitlerde olabileceği de belirtilmiştir:

"Sizden henüz erginlik çağına erişmemiş çocuklar üç vakitte sizden izin istesinler Sabah namazından önce, öğlenden sonra elbisenizi çıkarıp yatacağınız vakit ve yatsı namazından sonra Bunlar, sizin üstünüzün açılabileceği üç vakittir Bunun dışında ne size ne de onlara bir günah yoktur " (en-Nur, 24/58)

İşte böylece İslâm, gerek başkaları için gerek ev halkı için çiğnenmesi asla doğru olmayan özel bir dokunulmazlık koymuştur İslâm'da devletin temeli aile olduğundan, insanlar evlerinde yabancı kimselerin anî baskınlarına maruz bırakılmaz Ancak ev sahiplerinden izin isteyip, onların müsâadesi alındıktan sonra girilebilir

-Müslümanın davranışları yumuşak ve yavaş olmalıdır Bu muaşeret kuralı için Kur'an-ı Kerim'de tavsiye ve emir buyrulan açık ve anlaşılır şu âyet ne güzeldir:

"İnsanları küçümseyip yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme Zira Allah, kendini beğenip övünen kimseyi sevmez Yürüyüşünde mutedil ol, sesini de kıs Çünkü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir" (Lokman, 31/18-19)

-Müslüman doğru sözlü olmalıdır Kur'an-ı Kerim, Müminlerin doğru ve dikkatli konuşmasını, söyleyecekleri sözü ölçülü ve bu sözün nereye varacağını düşünerek söylemelerini emretmekte ve onları sâlih amele yol açan güzel söz söylemeye yönlendirmektedir Çünkü Allah, doğruların, doğru sözlülerin yardımcısıdır Doğru sözlülerin hareketlerini hatadan korumayı, işlerini düzeltip yoluna koymayı kendilerine bir mükâfat olarak vâdetmiştir Bu güzel davranışı yerine getiren müminin hatalarını Allah'u Teâlâ'nın bağışlaması ne engin bir rahmettir İnsanoğlunu da ancak Allah'ın bu bağış ve rahmeti kurtarabilir:

"Ey inananlar, Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin ki Allah işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse büyük bir başarıya erişmiş olur " (elAhzab, 33/71)

- Müslüman israf etmemelidir İsrâf, herhangi bir şeyi gereğinden fazla kullanmak demektir "Yeyin, için fakat israf etmeyin, Allah israf edenleri sevmez" (el-A'raf, 7/31) buyurulmaktadır Yine "Allah, israfçı ve yalancı kişiyi hidâyete erdirmez " (el-Mü'min, 40/28) düsturu yer almaktadır En'am Sûresi 141 âyeti de yine bu hükmü beyan etmektedir: "İsraf etmeyin, çünkü Allah israf edenleri sevmez"

İnsan iyilik yaparken de isrâf yapmamalıdır "onlar infak ettikleri zaman bile israf etmezler" (el-Furkan, 25/67)

Ayrıca kusurları bağışlamak her işi güzel bir niyetle ve saf bir kalb ile yapmak, işlerinde doğruluktan ayrılmayıp dirayet ve akıl dairesi içinde yürütmek, büyüklerin dine uygun emirlerine itaat etmek, halkın itimadını ve güvenini kazanmak, her işte aşırı gitmemek, münasip kişilerle güzel bir sûrette görüşüp konuşmak, kendisine emânet edilen sırlara ve eşyaya hainlik etmemek, zulümden uzaklaşarak insafla hareket etmek, insanlara karşı mütevâzî olmak, sözünde durarak ahdine vefa göstermek, ihtiyaç sahiplerine karşı cömertçe davranmak, insanlar hakkında daima iyi zan beslemek, lüzumsuz ve kalb kırıcı sözlerden sakınmak, her yaptığı işi hakkâniyet ölçüleri içinde yapmak, kızgınlık ve şiddetten sakınarak yumuşak huylu olmak, namusu, haysiyeti ve mukaddes değerleri korumak, daima hayır ve iyilik yolunu tutmak, dostluğa önem vermek, hakkına razı olmak, vaktini boşa geçirmeden çalışmak, korkaklığı terkederek yiğit ve cesur olmak, yapılan iyiliklere karşı teşekkür etmek, şehevî duygularına hakim olmak her türlü belâ ve musîbetlere sabretmek, bir işte azim ve sebat sahibi olmak, günahlardan kaçınmak, herkesin mertebesini bilip hakkında ona göre muamele etmek, kanaat sahibi olmak, şaka ve nüktelerinde bile ahlâk dışı olmamak, başkalarını kötülemekten kaçınmak, kendini yüksek görmemek, içi başka dışı başka olmamak, insanlığa ve inançlarına uygun olan her şeyi yapmak, bu işi yapmadan evvel o işin ehli ile istişâre'de bulunmak, yaptığı iyilikleri başa kakmamak, ağır başlı ve vakur olmak, koğuculuk yapmamak gibi güzel meziyetler insanlar arasında saygınlık ve muhabbet doğurur Bunlara riayet etmek İslâm'ın ortaya koyduğu muaşeret âdâbındandır

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (A)

Eski 11-04-2012   #7
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (A)



ADAK (Nezir)

Allah'u Teâlâ'ya ibâdet maksadıyla mükellef olmadığı halde mübah olan bir işi yapmayı kararlaştırmak, kişinin öyle bir ameli kendisine vâcip kılması ve bunu yapacağına dair Allah'a söz vermesi

Allah rızası için yapılan adaklar Allah katında geçerlidir Yalnız Allah'ın rızası gözetilirse böyle bir ibâdetten sevap elde edilir Sırf Allah rızası için oruç tutmak, sadaka vermek, Kur'an okumak namaz kılmak gibi Ancak sırf dünyevî bir maksat uğruna yapılan adaklar geçerli değildir "Falan bir işim olursa şu kadar oruç tutacağım", veya şu kadar sadaka vereceğim demek gibi Buna benzer dünyaya yönelik isteklerin olması halinde yapılan adaklarda sırf dünyevî bir arzu taşıdığından ibâdetlerde aranan ihlâs* ve Allah rızası özelliği kaybolmuş oluyor Aslında böyle bir adak Allah'ın takdirini değiştirmez Mukadder ne ise o olur Fakat her ne olursa olsun "falan işim olsun, şöyle böyle oruç tutacağım, sadaka vereceğim" gibi adakları yaptıktan sonra mutlaka yerine getirmek vâcip olur

Allah'ın rızasını ve yardımını istemek maksadıyla yapılan bu ibâdet genellikle bütün semâvî dinlerde vardır Kur'an-ı Kerim'de Hz Meryem ile ilgili olarak anlatılan kıssada annesinin şöyle dediği ve adakta bulunduğu ifade edilmektedir: "Hani İmran'ın karısı şöyle demişti: 'Rabbim' karnımda taşıdığım çocuğu sadece sana hizmet etmek üzere adadım Bunu benden kabul buyur Allah'ım sen her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilensin " (Âl-i İmrân, 3/35) Ve yine Hz Meryem'e şöyle hitab edilmişti: "İnsanlardan birini görürsen "Rahman olan Allah'a konuşmama orucu adadım bugün kimseyle konuşmayacağım" de" (Meryem, 19/26) Yalnız Semâvî dinlerde değil, kısmen semâvî din özelliği ve kalıntıları taşıyan bazı toplum ve dinlerde de adak inancına rastlanmaktadır Yahudi ve Hristiyanların yanısıra eski Çin, Türk ve Arap toplumlarında adakların yapıldığı bilinmektedir

Kur'an-ı Kerim'de adak ile ilgili olarak bazı hususlar zikredilmişse de bu konuda herhangi bir emir veya nehiy mevcut değildir Fakat ileride de ele alınacağı gibi adaklar yapıldıktan sonra mutlaka yerine getirilmesi gerekmektedir

Bazı hadislerde Rasûlullah (sas), yapıldıktan sonra Allah'a itaat kabilinden olan adakların yerine getirilmesi gerektiğini ifade etmiştir (Tecrid-i Sarih Tercüme ve Şerhi, XII, 226 vd) Adağın Hz Peygamber tarafından yasaklandığını ileri sürenler olmuşsa da, bu adaklar insanı kaderden müstağni kılmaya sürükleyen anlayışlara dayalı olan adaklardır Çünkü yapıldıktan sonra mutlaka yerine getirilmesi kesin olarak emredildiğine ve bu konuda gayet açık hükümler bulunduğuna göre, yasaklanmış bir hususun yapıldıktan sonra yerine getirilmesi isteniyorsa bu yasak ne ile izah edilebilir?

Adak, yemin keffâreti*nde olduğu gibi yerine getirilmesi kişinin İslâmî hükümlere olan sadakatine bağlıdır Böyle bir adağı yaptıktan sonra onu yapmaması halinde İslâm devleti yetkilileri ibâdeti ihmal ettiğinden dolayı onu bu konuda zorlayamazlar Ancak Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Kerim'de "Nezirlerini edâ etsinler" (el-Hacc, 22/29) buyurmaktadır

Adağın Şartları

Adağın İslâmî hükümlere göre geçerli olabilmesinin çeşitli şartları vardır:

1- Adanan ibâdetin cinsinden mutlaka bir farz veya vâcibin olması gerekir Örneğin "üç gün oruç tutacağım", "Şu kadar namaz kılacağım", "Kurban keseceğim", diye adamak câizdir ve böyle bir adak sahihtir Fakat "Filan hastayı ziyâret edeceğim", "Aldığım malları sermayesine satacağım", demek adak olmuyor Dolayısıyla Allah rızası için adanan ibâdetin cinsinden farz ve vâcip olmayan hattâ İslâm dininde yapılması uygun olmayan, İslâm'ın emretmediği kötü geleneklerden ibaret olan türbelere, yatırlara mum yakmak, bu yatırların uğruna bir şeyler yapmak, yatırlara bazı eşyalar adamak câiz değildir Hattâ bu gibi adaklar kesinlikle haramdır

2- Adayanın akıllı, bülûğa ermiş yani ergin olması gerekir Adağı yapan kimsenin aklından hasta olmaması, çocuk yaşta bulunmaması gerekir Erginlik çağına ulaşmamış olanlarla delilerin* yaptığı adakların yerine getirilmesi zorunlu değildir

3- Adanan ibâdet o anda veya gelecekte yapılması farz olan bir ibâdet olmamalıdır Meselâ 'şu işim olursa öğle namazını veya yatsı namazını kılacağım', yahut 'Ramazan'da oruç tutacağım', veya zengin olduğu halde 'Kurban bayramında kurban keseceğim' gibi adaklar sahih değildir Çünkü bu gibi ibâdetler zaten farz veya vâcip ibâdetler olup yerine getirilmesi gereken ibâdetlerdir Buna göre bu tür adaklar geçerli değildir

4- Adanan ibâdet ayrıca bir farz veya vâcip bir ibâdete sebep ve zemin türünden olmamalıdır Örneğin abdest almayı veya tilâvet secdesi yapmayı adamak da sahih bir adak değildir Zira bu gibi ibâdetler farz olan ibâdetlere vesiledir, onun için adanmaz

5- Adanan şey Allah'ın razı olmayacağı, günah özelliği taşıyan türden de olmamalıdır Meselâ "Şu işim olursa kendimi Allah rızası için kurban edeceğim" diye bir adak yapmak geçerli olmadığı gibi haramdır Fakat aslında İslâm'ın emrettiği bir ibâdet iken yine İslâm'ın başka bir sebepten dolayı yasakladığı bir ibâdet türü ise geçerli olur Meselâ bir kimsenin Ramazan Bayramı'nın birinci gününde veya Kurban Bayramı'nın ilk üç gününde oruç tutmayı adaması sahih bir adaktır Ancak bu günlerde oruç tutmak haram olduğu için, başka bir zamanda bu adağını kaza eder

6- Adanan şeyin yerine getirilmesi mümkün olmalıdır Meselâ geçen falan günde yahut falanın geleceği günde oruç tutmak gibi Geçen bir gün geri gelmeyeceği gibi, falan kimsenin gece veya gündüz zeval vaktinden sonra gelmesi halinde artık oruç tutulamayacağı bellidir Çünkü oruç gündüz tutulduğu gibi fecirden başlanması gerekir Dolayısıyla böyle bir adak olmaz

7- Adanan şey bir malın sadaka* olarak verilmesi ise, adanan mal adağı yapanın malından ve servetinden fazla olmamalıdır Çünkü adağı yapan kimse ancak mal varlığı kadar bir tasaddukta bulunabilecektir Ayrıca başkasının malını tasadduk etmeyi adamak da câiz değildir

Adağın Kısımları

Nezir'in şarta bağlı olan ve olmayan şeklinde ikiye ayrıldığı gibi bu türler de ayrıca kendi aralarında çeşitli kısımlara ayrılmaktadırlar

A- Şarta bağlı olan adaklar

Bunlara ıstılâhî olarak "Muallak Adaklar" denir Muallak adaklar ikiye ayrılır:

1- Bazı hususların gerçekleşmesine ve yapılmasına bağlanan adaklar Meselâ 'Hastalığım geçer ve iyileşirsem şu kadar oruç tutacağım' veya 'Şu kadar kurban keseceğim' şeklinde yapılan adak gibi Bu hastalığı geçerse bu ibâdeti derhal yerine getirmek gerekir Böyle bir adağı daha sonra yapmak her ne kadar câiz ise de hemen yerine getirilmesi daha sevaptır

2- Bazı iyi ve güzel hususların gerçekleşmemesi ve yapılmaması için adanan adaklar Örneğin, 'Falan kimse ile konuşursam şu ibâdeti yapmak üzerime vâcip olsun' şeklindeki adaklar gibi Burada koşulan şart falan kimse ile konuşmamadır Bu şarta rağmen o kimse ile konuşulursa adağı yerine getirmek yahut bunun yerine yemin keffâreti ödemek gerekir

Genel olarak belli bir şarta bağlanan adaklar belirtilen şartın gerçekleşmesinden önce yapılmazlar Örneğin 'Falan işim olursa şu kadar oruç tutacağım' diye adak yapılıp o işi gerçekleşmeden adadığı orucu tutarsa adağını yerine getirmiş olmaz Adı geçen işi gerçekleşince yeniden o orucu tutması gerekir

Aynı şekilde bu tür bir adak belirli bir zaman, yer ve kişilere yahut belli bir şekle bağlanırsa mutlaka bu belirlenen şekilde yapılması şart değildir Meselâ 'Falan işim olursa falan gün veya falan ay oruç tutacağım, şu parayı falan adama vereceğim', yahut şu kadar namazı falan camide kılacağım' dese belirtilen işi gerçekleşince belirttiği gün veya ayda oruç tutması şart değildir Zikrettiği kişiye belirlediği parayı vermesi yahut söylediği camide namaz kılması şartı aranmamaktadır Orucunu istediği bir zamanda tutması, sadakasını istediği kimseye vermesi, namazını istediği herhangi bir camide kılması mümkündür

B- Şarta bağlı olmayan adaklar

Bunlara da "Mutlak Adaklar" adı verilmektedir Bu tür adaklar da ikiye ayrılmaktadır

1- Belirli olan yani muayyen adaklar: Şarta bağlı olmadan yapılan adaklardır Meselâ 'önümüzdeki perşembe günü oruç tutmayı adamak' gibi

Belirli olmayan adaklar Bunlara da 'Gayr-i Muayyen Adaklar' denir Bu tür adaklar da hiçbir şart ve zamana bağlı olmayan adak türleridir Meselâ "Şu kadar gün oruç tutacağım" diyerek hiçbir şart ve zamana bağlamadan bir müddet oruç tutmayı adamak gibi

Bütün bu hükümlere göre Mutlak * yani bir şarta bağlı olmadan adanan oruçların kesin olarak yerine getirilmeleri gerekir Belirli bir zamanda yapılması adanan adak başka bir günde kaza edilmelidir Aynı şekilde bu tür mutlak adaklarda belirli bir yer ve kişi ile belirli bir miktar da önemli değildir Mühim olan bu adakların yerine getirilmesidir Belirlenen yer, kişi ve miktarlar değiştirilebilir

Adak Kurbanı:

Adanılan şey bazen kurban* olabilir Bu durumda şu iki hususa dikkat edilmelidir:

1- Kurban davar, sığır ve deve gibi dört ayaklı hayvanlardan olur Tavuk, kaz ve hindi gibi iki ayaklı hayvanlardan kurban olmaz

2- Kurbanın etinden onu adayan kimse ile usûl ve füru* yiyemezler Kurbanın eti fakirlere tasadduk edilir Şayet yerlerse yedikleri miktarın değerini fakirlere vermeleri gerekirAdâlet

Düzenli ve dengeli davranma, her şeyin ve herkesin hakkını verme, haksızlıklardan uzaklaşarak orta yolu tutma, bir şeyi yerli yerine koyma, insaf ve eşitlik anlamında bir terimdir Geniş kapsamlı bir kavram olan adâletin zıttı zulüm,* gadr* ve insafsızlıktır

İslâm'da adâlet, hukuk önünde herkese eşit davranmak, kültür, bilgi ve mevkî farklılıklarından dolayı insanlara başka başka davranmamak demektir İslâm bu anlamda her ferdin ve her toplumun karşılıklı olarak işlerinde değişmez bir ölçü şeklinde yerini almış, istek ve heveslere yer vermemiş, sevgi ve nefretlere uymamış, akrabalık ve yakınlık bağlarına göre ayarlanmamış, zengin-fakir ayırımı gözetmemiş, kuvvetli ve zayıf farkını göz önüne almış bir adalet anlayışı getirmiştir Bunun için İslâm, toplum içinde yaşayan bütün kesimlerin birliğini sağlayan prensipler koymuş, ümmetin güvenliğini garanti altına alan bir düzen kurmuştur

"Ey iman edenler adaleti ayakta tutarak Allah için şahitlik* edenler olun Kendinizin, ana ve babanızın aleyhinde bile olsa (şahitlik ettiğiniz kimseler) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın) Çünkü Allah ikisine de daha yakındır Adaleti yerine getirebilmek için hevâ ve hevesinize uymayın Eğer eğri davranır veya yüz çevirirseniz, Allah yaptıklarınızdan haberdardır" (en-Nisa, 4/135)

Yeryüzündeki beşerî sistemlerin hiçbirisinin düşmanlara ve nefret edilen insanlara karşı, İslâm'ın kefil olduğu mutlak adaleti tekeffül edebilmesine imkân yoktur İslâm, kendisine inananları bu konuda sadece Allah için hareket etmelerini, aralarındaki münasebetlerini Allah'ın rızasına uygun bir şekilde ayarlamalarını ve yine Allah için doğru şahitler olmasını emretmektedir Bu esaslar bu dînin bütün insanlık için son din ve mükemmel bir nizam olduğunu, adaletinden, inanan ve inanmayan bütün insanların yararlanmasını tekeffül eden üstün bir hukuk ve yönetim biçimi olduğunu ifadeye yeterlidir Bu adaleti gerçekleştirme görevi müslümanlara yüklenmiş bir görevdir İslâm ümmeti bu ilahî emri yerine getirdiği dönemlerde yeryüzü adaletle dolup taşmıştır

"Allah insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman, adaletle hükmetmenizi emreder" (en-Nisâ, 4/58) İlâhî emrin hikmeti gayet açıktır

"Ey iman edenler, Allah için şahitlik eden kimseler olunuz Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin sizi adaletten saptırmasın Adil davranın, takvaya* yakışan budur Allah'tan korkun, Allah yaptıklarınızdan haberdardır" (el-Mâide, 5/8)

İslâm'ın emrettiği adalet doğrultusunda kâinatın düzeninin ayakta durması tabiî bir hadisedir Adalet mülk'ün temelidir Adaletin olmadığı yerde zulüm hâkimdir Allah ve onun koyduğu bütün hükümler zulmün her çeşidinden uzaktır Allah'ın emirlerinin uygulandığı bir ortamda hiçbir kimseye zerre kadar zulüm yapılmaz (bk en-Nisa, 4/40) Bu Kur'an-ı Kerim'de sık sık tekrarlanan ayetlerle dile getirilmektedir:

"Allah, adaleti ve ihsanı* emreder " (en-Nahl, 16/90)

"Allah size emanetleri* ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman, adaletle hükmetmenizi emreder" (en-Nisa, 4/58)

"Hükmettiğin zaman onlar arasında adaletle hükmet Şüphesiz Allah adil davrananları sever" (el-Mâide, 5/42; ayrıca bk el-Hucurât, 49/9)

Hz Peygamber (sas) de adalet ve adaletle hükmedenler hakkında birçok hadîs buyurmuşlardır:

"Hükmünde, yönetimi ve velâyeti altındakiler hakkında adîl davrananlar, Allah katında nurdan minberler üzerinde olacaklardır" (Müslim, İmâre, 18)

"Adil devlet başkanı ve idareciler mahşer yerinde Allah'ın yüce lûtfuna ve himâyesine mazhar olacakların öncüleridir" (Buhârî, Edep, 36)

Bu ayet ve hadîslerde yer alan adalet kavramı geniş anlamıyla ele alınıp hukuki, sosyal ve ahlâkî adaleti kapsamaktadır

Adaletin İslâm toplumunda, yönetimde, muhakemelerde ve insanlar arası ilişkilerde tam anlamıyla uygulanması önemli bir hedeftir İslâm devletinde uygulanan ekonomik prensiplere göre mülk Allah'ındır Bu ölçü içinde sosyal adaletin sağlanması önemli bir denge unsurunun kurulması demektir Müminlerin kardeş ilân edildiği, yığılan kişisel servetlerde fakir ve muhtaçların hak sahibi oldukları, İslâm'da adalet anlayışının tezâhürleridir

Ayrıca kaza* işlerinde, muhakemelerde ve yönetimde Allah'ın indirdikleri ile hüküm vermek adaletin ta kendisidir Bundan uzaklaşıldığı takdirde adaletin gerçekleşmeyeceği ifade edilmiş ve bunu uygulamayanların kâfir *, zalim * ve fâsık * oldukları ilân edilmiştir (el-Mâide, 5/44, 45, 47) Bundan dolayı da Hz Peygamber (sas):

"Kıyâmet gününde insanların Allah'u Teâlâ'ya en sevgili olanı ve Allah'a en yakın bulunanı adil devlet başkanıdır " (Tirmizî, Ahkâm, 4) buyurmuşlardır

Hz Peygamber'in İslâm'ı tebliğ etmekle görevlendirildiği dönemin arefesinde Câhiliye devri Arapları boğaz boğaza, bıçak bıçağa gelmiş durumdaydılar Adaletsizliğin, zulmün kol gezdiği bir dönemde İslâm gelmiş ve yepyeni bir toplum ortaya çıkmıştı Zengin-fakir, efendi-köle ayırımının yapılmadığı, haktan asla ayrılmanın söz konusu olmadığı bir toplum oluşmuştu

Bir gün Mahzumoğulları kabîlesine mensup eşraftan Fâtıma adında bir kadının hırsızlık yaptığı söylenerek Peygamberimiz (sas)'in huzuruna getirilmişti Kadının 'elinin kesilmesi'ne hükmedildi Fakat daha önceki gelenek ve alışkanlıklara göre Kureyş'ten olan asil bir kadın hakkında suç işlemiş olsa dahî böyle bir hüküm verilemezdi Hükmün infâzının durdurulması için Kureyş'in ileri gelenleri Hz Peygamber'in çok sevdiği Üsâme b Zeyd'i araya koyarak bu kadının affedilmesini istediler Üsâme'nin böyle bir şefaatte bulunması Hz Peygamber (sas)'e çok ağır geldi Hemen ashâbını 'mescid'*de toplayıp bu konuda onlara şöyle hitap etti:

"Ey insanlar! Sizden evvel yaşamış toplumların neden dolayı yollarını şaşırıp saptıklarını biliyor musunuz? Asilzâdeleri bir hırsızlık* yaptığı zaman onu affeder, zayıf ve kimsesizleri bir şey çalarsa onları cezalandırırlardı Allah'a yemin ederim ki, böylesine kötü bir hırsızlığı Mahzum kabilesine mensup Fatıma değil, kendi kızım Fatıma yapmış olsaydı, kesinlikle onun elini kestirirdim " (Müslim, Hudûd, 2)

Bugünkü beşerî sistemlerde hâkim zümre ve belirli sınıflar için dokunulmazlıklar söz konusu olduğu halde İslâm hukuku önünde hiç kimsenin bir ayrıcalığı ve imtiyaz hakkı yoktur

Adil Halife Hz Ömer, hilâfeti döneminde ashâbtan Übey b Ka'b ile aralarında bir konuda anlaşmazlık meydana gelmiş ve bu anlaşmazlığı çözmek üzere o dönemin Medine kadısı olan Zeyd b Sâbit*'e gitmişlerdi Kadı olan Zeyd hemen devlet başkanı olan Hz Ömer'e karşı saygılı davranıp ona oturması için yere bir minder sermişti Fakat adil insan Hz Ömer bu davranış karşısında şöyle demişti:

"İşte bu davranışın, şimdi vereceğin hükümde yaptığın ilk adaletsizliktir Ben davacımla beraber aynı yerde oturacağım"

Sonra davacı Übey b Ka'b davasını ileri sürünce Hz Ömer bu iddiayı kabul etmedi Bu durum karşısında Hz Ömer'in yemin etmesi gerekiyordu Kadı Zeyd İbn Sâbit, Übey'e şöyle dedi:

"Gel Halife'yi yemin ettirme, onu bundan muaf tut Davacı olduğun kişi bir başkası olsaydı sana böyle bir feragatten söz etmezdim" Bu teklifi duyan Hz Ömer son derece kızarak böyle bir ayrıcalığı kabul etmeyip derhal yemin etti Sonra da Zeyd b Sâbit hakkında şöyle dedi:

"Halife ile herhangi bir müslüman hakkında eşit davranmasını öğrenmedikçe ona dava götürülmemelidir"

Ayrıca mahkemelerde şahitlik yapacakların da adalet sahibi olarak tanınan kimseler olması şart koşulmuştur

İslâm'da adaleti gerçekleştirmek için çeşitli müesseseler kurulmuştur Resulullah davalara bizzat kendisi bakmıştır Bu durum ikinci halife Ebu Bekir (rha) zamanında da böyle devam etmiş, Hz Ömer zamanında ise İslâm toprakları oldukça genişlediğinden bazı sahâbiler kaza işleriyle görevlendirilmiş ve birer kadı olarak vazife görmüşlerdi

Divânü'l-Mezâlim, Şurta ve Hisbe* gibi teşkilâtlarla haksızlıklar önlenmeye ve adalet dağıtılmaya çalışılmıştı Eyyubiler Mısır'da "Dârü'lAdl"* adıyla bir adalet dairesi meydana getirmişler ve yanlarına bazı müşavirler de alarak bu mahkemeye bizzat başkanlık etmişlerdir Osmanlılar zamanında 'adliye teşkilatı' ise düzenli bir şekilde kurulup yaygınlaştırılmıştır
Adam öldürmek

Başkasının hayatına kıymak, katl Cinayet, bir terim olarak insanın hayatına ve vucut tamlığına karşı işlenmesi yasaklanmış fiillerdir Cinayet, öldürme ve yaralama olmak üzere iki kısma ayrılır Öldürme, dünya ve ahirette cezayı gerektiren bir fiildir Dünyadaki cezası kısas*, ahiretteki ise cehennem azâbıdır Çünkü o, dünyada Allah'ın yaratmasına tecavüz, toplumun ve toplum hayatının emniyetini tehdid eden bir fiildir

Kur'an-ı Kerim'de adam öldürmenin haram olduğunu bildiren birçok ayet vardır Bu ayetlerin birinde şöyle buyurulur:

"Allah'ın haram kıldığı cana, haklı bir sebep olmadıkça kıymayın Kim mazlum olarak öldürülürse biz onun velisine (mirasçısına hakkını isteme konusunda) bir yetki vermişizdir O da öldürmede aşırı gitmesin Çünkü o, zaten yardıma mazhar kılınmıştır" (el-İsrâ, 17/33)

Âdem (as)'ın oğlu Kâbil*in Hâbil'i öldürme suçu, öldürmenin insanlığa tecavüz anlamına gelen bir suç olduğunu gösterir Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Bu yüzden İsrâiloğulları'na şu gerçeği hükmettik: Kim bir canı, bir can karşılığında veya yeryüzünde bir fesat çıkarmaktan dolayı olmaksızın, öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur" (el-Mâide, 5/32)

Katil için kısas cezası şu ayetle sabittir:

"Ey iman edenler, öldürenler hakkında size kısas (misilleme) yazıldı Hür hür ile; köle köle ile; dişi dişi ile kısas edilir Fakat öldürenin lehinde, öldürülenin kardeşi (velisi) tarafından cüz'î bir şey af * olunursa kısas düşer Artık örfe uyarak, maktulün velisine güzellikle ödemede bulunmak gerekir Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve esirgemedir O halde kim bu aftan ve diyetin edâsından sonra, katile veya yakınlarına karşı tecavüzde bulunursa, onun için pek acıklı bir azap vardır Ey akıl sahipleri kısasta sizin için bir hayat vardır Umulur ki sakınırsınız " (el-Bakara, 2/178-179)

Kısas hükmü, geçmiş semâvî dinlerde de yer almıştır: "Biz onda (Tevrat*ta) onların üzerine şunu da yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş karşılıktır Sonuç olarak yaralar birbirine kısastır Fakat kim bu hakkını bağışlarsa, o kendisine keffârettir Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse onlar zalimlerin ta kendileridir" (el-Mâide, 5/45)

Kur'an-ı Kerim, başkasını kasden öldüren katil için bir ceza daha bildirir:

"Kim bir mümini kasden öldürürse, cezası içinde ebedî kalıcı olmak üzere cehennemdir Allah ona gazabetmiş ve lânet etmiştir Ve ona büyük bir azap hazırlamıştır " (en-Nisâ, 4/93)

Hadiste, kişinin ancak üç durumda ve hâkim kararıyla öldürülebileceği bildirilmiştir Hz Peygamber (sas) şöyle buyurmaktadır:

"Müslümanın kanı ancak üç şeyden birisi ile helâl olur Zina eden evli, cana karşılık can, dinini terkeden ve İslâm toplumundan ayrılan kimse" (Buhârî, Diyet, 6; Müslim, Kasâme 25; Ebû Davud, Hudud, I; Tirmîzî, Hudud, 15) Bu hadisi İbn Mes'ud (ra) rivâyet etmiştir

Başka bir rivâyet şöyledir: "Kişinin kanı üç durumda helâl olur: İmandan sonra kâfir olan yahut evlilikten sonra zina eden yahut da haksız yere bir cana kıyan kimse"

Katlin ve intiharın haramlığı konusunda çeşitli hadisler nakledilmiştir: "Bir müminin öldürülmesi, Allah katında, dünyanın sona ermesinden daha büyük bir olaydır"

"Şüphesiz, sizin kanlarınız ve mallarınız; bu gününüzün, bu ayınızın ve bu beldenizin haram olduğu gibi birbirinize haramdır" (Buhâri ilim, 37; Hacc, 132; Hudûd, 9; Müslim, Hacc, 147; Tirmîzî, Fiten, 6)

"Yedi helâk edici şeyden sakınınız Bir tanesi de haklı durumlar müstesna Allah'ın haram kıldığı cana kıymaktır " (Buhârî, Müslim, Ebû Davud ve Nesâi)

Kasden öldürmenin cezasını hadis tesbit etmiştir Hz Peygamber (sas) şöyle buyurdu: "Kasden öldürmede kısas vardır Ancak, maktulün velisinin affetmesi halinde durum değişmektedir"

Yani başkasını kasden öldüren, maktulün akrabaları tarafından affedilmedikçe ona kısas uygulanması gerekir

Kasden adam öldüren kimse asî ve fâsık olur Onun işi Allah'a kalmıştır Dilerse ona azap eder, dilerse bağışlar İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre katilin tevbesi makbûldür Böyle diyenlerin delilleri şu ayetlerdir:

"Şüphesiz Allah, kendisine şirk (ortak) koşulmasını bağışlamaz Bunun dışındaki günahları dilediği kimseler için bağışlar " (en-Nisâ, 4/48-116)

"Şüphesiz Allah bütün günahları mağfiret eder" (ez-Zümer, 39/53) İbn Abbâs (ra) katilin bağışlanabileceği konusunda aksi görüştedir Çünkü birisini kasten öldürenin cehenneme gireceği, Nisâ sûresi 93 ayetle sabittir

Diğer yandan yüz kişi öldüren kimsenin tevbesinin bile kabule şayan olduğunu bildiren hadis-i şerif malûm ve meşhurdur (Buhâri, Enbiya, 54; Müslim, Tevbe, 46-47) Kâtilin, sürekli cehennem ateşine gireceğini bildiren ayetin, tevbe etmeden ölmesi haliyle ilgili olduğu yahut durumunun Cenâb-ı Hakk'ın dilemesine bağlı bulunduğu öne sürülmüştür

Şâfiî mezhebi, öldürmenin hükümlerini beş kısma ayırır: Farz, haram, mekruh, mendub ve mubah

1- Farz: Mürted (dinden çıkan)'ın tevbe etmediği ve düşman savaşçısının İslâm'a girmediği yahut cizyeyi vermediği zaman öldürülmesi farzdır

2- Haram: Kanının dökülmesi caiz olmayan masum kimsenin öldürülmesi haramdır

3- Mekruh: Bir kimsenin, kâfir olan hasmını Allah'a ve Resulüne sövdüğü zaman onu öldürmesi mekruhtur

4- Mübah: Kısas tatbik edilecek kimseyi veya devlet başkanının savaş esirini öldürmesi mubahtır Çünkü o maslahata göre öldürüp öldürmemekte serbesttir Nefis müdafaası için saldırganı öldürmek de mubahtır

Dört büyük mezheb imamı, öldürmenin mübah olduğu halleri şu şekilde sıralarlar: Bir kimse yabancı birisinin evine girdiğini; yabancı bir erkeği karısı veya yakın akrabası ile zina ederken görse onu öldürmesi helâldir Katile kısas gerekmez Zina, erkekle kadının rızası sonucu oluşmuşsa Hanefi ve Hanbelîlere göre kadının kocası onları suçüstü yakalaması halinde her ikisini de öldürebilir Eğer erkek, kadını zinaya zorlamışsa kadının bu erkeği öldürmesi mübah görülmüştür

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (A)

Eski 11-04-2012   #8
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (A)



Adem

Yokluk, hiçlik, fena, bulunmama İki çeşit adem bulunduğu belirtilmiştir Bunlardan biri mutlak, diğeri ise mukayyed yokluktur Meselâ "Evde ekmek yoktur" cümlesinde ekmek; eve nisbetle yoktur Yani bu durum, ekmeğin mutlak olarak değil, belirli bir anda bulunmamasını gösterir Bu şekilde, "var fakat mevcut değil" manasındadır Mutlak yoklukta, böyle bir şartlı yokluk söz konusu değildir Kesin bir yokluk durumu vardır

Tasavvufta mutlak ve gerçek vücud Allah'ın varlığıdır Bu yüzden tasavvufta eşya ve madde bir "yokluk" olarak kabul edilmiştir Çünkü madde ve eşya yokluktan hâsıl olmuştur Aynada görülen şeylerin gerçek varlığı bulunmadığı gibi, madde aynasında görünen ve akseden şeylerin de kendi başlarına bir varlıkları bulunmamaktadır

İbnü'l-Arabî'ye göre: "Kâinattaki her şey bir vehim ve hayalden ibarettir " Bunların gerçek ve belli başlı bir varlıkları yoktur Bu konuda da İbnü'l-Arabî'nin özellikle Eflatun'da görülen "gerçek ve onun yansıması olan ideler âlemi" görüşüne bir yaklaşma vardır Dolayısıyla eski Yunan'dan bir etkilenme söz konusudur Bu konudaki tartışmalar, nassların çizdiği hudutların dışına bile çıkacak noktaya maalesef gelebilmiştir Batı'da olduğu gibi akıl, bu hususları tahlil etmek için bayağı zorlanmıştır
âdetullah

Allah'ın kanunu, sünneti Âdet, geri dönmek manasına olan Avd'dan isimdir Aslı avdettir Aynı zamanda âdet; İsti'mâlin eş anlamlısıdır

Âdet, Kur'an-ı Kerim'de "Sünnet" lâfzı ile teblîğ buyurulmuş ve müfessirler tarafından düstûr, kanun diye izah edilmiştir Kur'an-ı Kerim'in Ahzâb, Fâtır, Fetih gibi birçok surelerinde âdet, hep sünnet lâfzıyla tabir buyurulup, bütün bunlarda Allah'ın âdetlerinden, kanunlarından sözedilmiş ve Âdetullah'ın değişmesinin mümkün olmadığı bildirilmiştir Âdetullah ile ilgili ayetlerin çoğunda, bilhassa geçmiş ümmetlerin müşriklerine, dünyevî ve uhrevî ceza tayininde carî bulunan ilâhî kanun tebliğ edilmiştir (bk el-Enfâl, 8/38; el-İsrâ, 17/76-77; el-Fâtır, 35/42-43)

Âdet; selim tabiatlarda makbul olup, devamlı yapılan işlerde insanların içinde istikrar bulmuş hususlardan ibârettir Âdet üç çeşittir: Genel örf âdetleri (ayak basma gibi) Özel örf; (her grubun terimleri Nahiv'de ref' kelimesi gibi) (Şer'î örf, salât, zekât ve hac gibi Bunlarda lügat manasının yerine şer'i manalar kullanılır) (et-Tehânevî, Keşşâf-u Istılâhâti'l-Fünûn, İstanbul 1984, II, 958)

İlâhî âdetler, kevnî ve ilâhî sünnetlerdir Tabiat kanunları Âdetullahtır Kevnî sünnetler, Allah'ın genel hikmeti gereği değişmez (el-Fetih, 48/23) Şu kadar ki bazı kere özel tercih hikmeti gereği Cenâb-ı Allah sebebi veya tesiri yok eder Sebepsiz veya alışılmamış sebeplerle müsebbibâtı yaratır; böylece âdât-ı İlahiyye haricinde harikulâde olaylar yaratır

Kevnî sünnetlerin veya tabiat kanunlarının koyucusu olan mutlak yaratıcı, harikulâdeye has olan birtakım kanunlar koymaktadır İşte o kanunlara göre, bazen insanlar aracılığıyla birtakım harikulâde olaylar meydana gelebilir

Cenâb-ı Hakk, Kur'an-ı Kerim'de Âdetullah'ı ve hikmetlerini zikrederek Müslümanlara, daha önce bilmedikleri her şeyin varlığını bildirdi ve kendisinin yaratıklar üzerinde kanunları olduğunu haber verdi Bu gerçekten hareketle, bu sünnetleri bir ibret ve nasihat olmak üzere en güzel bir şekilde "Allah'ın Sünnetleri İlmi" diye bir ilim dalında toplayıp incelemek mümkündür Bilindiği üzere Allahü Teâlâ, bazı ayetlerde kanunlarını açıkça göstermiştir Bazan sebebi bir ayette, onun sonucunu da diğer bir ayette zikretmiştir O, geçmiş milletlerin haberlerini zikrederken genellikle âdetini zımnen göstermiştir Adetullah'ı izah eden ayetlerden bazısı şunlardır:

"Biz bir Resul göndermedikçe, hiçbir kimseye azap edecek değiliz" (el-İsrâ, 17/15)

"Allah, bir topluma verdiği nimeti, onlar kendilerinin (iyi) hâlini (fenalığa) çevirmedikçe bozmaz" (er-Ra'd, 13/11)

Bunlardan başka, Allah'ın, peygamberlerini fertlere değil toplumlara gönderdiğini (Hûd, l l/25), cihada icabet etmeyen bir kavmin yerine başka bir kavmi getireceğini (et-Tevbe, 9/38-39), servetin sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir şey olmaması için zekât ve sadakaların yanı sıra, ganimetlerden fakirlere daha fazla pay verilmesini (el-Haşr, 59/7) belirten ayetler Âdetullah'ı ifade eden hükümlerdirâdile

Doğru olmak, düzeltmek, eşitlemek anlamlarına gelen bir İslâm miras* hukuku terimi Belirli hisse sahiplerinin (ashâbü'l-ferâiz) mirastan alacakları payların toplamının ortak paydaya (mahrec) eşit olması halini ifade eder

Paylar toplamının ortak paydadan fazla olması durumunda "avl*" daha az olması durumunda da "red" söz konusudur Ancak, paylar toplamının ortak paydadan küçük olması halinde mirasçılar arasında asâbe*den birisi bulunursa geri kalanı o alacağından yine denklik sağlanarak red söz konusu olmaz Bu duruma da "âdile' denir Örnek: Ölenin anne, baba ve iki kızı mirasçı olarak kalsa, anne altıda bir, baba altıda bir ve iki kız üçte iki pay alırlar Paylar toplamı altı ve ortak payda (mahrec) da altı olduğundan, mesele "âdile' kabilindendir (es-Serahsî, el-Mebsût, Beyrut, (ty) XXIX, 160, 161; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, Bulak 1310, VI, 468; Ömer Nasuhi Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, İstanbul 1969, V, 211)
âdil Yönetici

Adalet sahibi, adaletin hükmünü yerine getiren, yönetimin hangi kademesinde olursa olsun, yönetimindekileri adalet sınırları içinde sevk ve idare eden, her türlü hak ve ödevlerini insaf ölçülerine uygun bir tarzda tatbik eden, kısacası; adalet sıfatı ile nitelenmeyi hak eden yönetici

Âdil yönetici; Kur'an ve hadîslerde ifade edildiği gibi, kanun karşısında bütün vatandaşların eşit muamele görmesini sağlar Vatandaşlara farklı muamele etmez Cenâb-ı Allah, Hz Dâvud (as)'a şöyle hitab eder:

"Ey Dâvud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık O halde insanlar arasında hak ve adaletle hükmet Hevâ ve hevesine uyma, yoksa bu seni, Allah'ın yolundan saptırır Doğrusu, Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır" (Sâd, 38/28)

Cenâb-ı Allah'ın Resulü Muhammed (sas)'e hitâbı da şöyledir:

"Emr olunduğun gibi dosdoğru ol; onların heveslerine uyma ve şöyle de: Allah'ın indirdiği Kitâb'a* inandım ve aranızda adaletle hükmetmekle emr olundum" (eş-Şûra, 42/15)

Mevdûdî der ki: "Ben, tarafsız bir şekilde, adalet müessesesini yeryüzüne yerleştirmeye memur oldum Benim işim, bir kimse hakkında, herhangi bir meselede taraf tutmak, yahut herhangi bir sebeple başka bir şahsın aleyhinde hüküm vermek değildir Benim nazarımda bütün insanlar eşittir Adalet ve insafın gereği de budur Haklı olan, ne olursa olsun haklıdır Haksız olan da, kim olursa olsun mutlaka haksızdır Benim dinimde, hak ve adalet hususunda kimsenin imtiyazı olamaz Bizden olsa da olmasa da" (Mevdûdî, Hilafet ve Saltanat, Terc Prof Ali Genceli, İstanbul 1980, 68)

Çünkü Rabbimiz biz inananlara:

"Ey inananlar! Allah için adaleti ayakta tutup gözeten şahidler olun Bir topluluğa olan öfkeniz, sizi adaletsizliğe sürüklemesin, adil olun; bu, Allah'a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır Allah'tan sakının, doğrusu Allah, işlediklerinizden haberdardır " (el-Mâide, 5/8) buyurur

Âdil yönetici nazarında, bütün vatandaşlar; renk, soy-sop, dil, memleket ve ülke farkı olmaksızın, hukuk bakımından birbirine eşittir Herhangi bir ferdin, bir zümrenin, bir sınıfın; herhangi bir soyun veya hanedanın, her ne suretle olursa olsun, hiçbir şekilde imtiyazı, farklı durumu yoktur Kişisel özellikleri ve nitelikleri bakımından da bir kimse, hukuk karşısında, başkasından alt veya üst durumunda olamaz Allah:

"Ey iman edenler! Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kabilelere ve oymaklara ayırdık Şüphesiz ki sizin Allah'a göre en makbul olanınız, Allah'tan en çok sakınanızdır Allah bilendir, haberdardır" buyurur (el-Hucurât, 49/13)

Âdil bir yönetici olarak Resulullah (sas) da hayatı boyunca bu prensipten taviz vermemiştir Nitekim günün birinde, Mahzumoğulları kabilesinden, hırsızlık eden kadına ceza verilmemesi için, Kureyşliler Peygamber (sas)'e Üsâme b Zeyd'i aracı olarak gönderirler Üsâme, ricasını dile getirince, Resulullah (sas):

"Allah'ın hadleri*nden (ceza) birisinin terkedilmesine aracı mı oluyorsun" dedi Ve ayağa kalkarak şöyle hitab etti:

"Sizden öncekilerin helâk olmalarının sebebi, aralarından soylu, kuvvetli kimseler çaldıklarında, onlara ceza uygulamamaları, zayıf biri çaldığında ise ona hemen haddi uygulamalarıydı Allah'a yemin ederim ki, Muhammed'in kızı Fâtıma çalmış olsaydı elini keserdim " (Buhârî, Hudûd 12: Müslim, Hudûd, 8-9)

Yine hayatının sonlarına doğru Resulullah (sas) bir toplantıda:

"Ey insanlar! Sizlerin benim üzerimde hakları*nız olabilir Eğer ben bir kimsenin sırtına kırbaçla vurdumsa, o da gelsin benim sırtımda kısas* yapsın Eğer ben bir kimsenin itibarını kıracak bir harekette bulundumsa işte benim itibarım, intikamını alsın Eğer ben bir kimsenin malını aldımsa, işte benim malım, gelsin alsın ve onun üzerinde sıkı pazarlık etmekten korkmasın Çünkü pazarlık âdetim değildir Belki benim için en aziz olan, bende hakkı olup da hakkını alan yahut beni affeden kimsedir Bu suretle ben Rabbimin huzuruna müsterih olarak çıkarım" Bir adam kalktı Peygamber'in kendisinden bir miktar ödünç para aldığını söyledi Derhal bu para kendisine verildi (İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, II, 241)

İslâm dininde âdil yönetici; Allah'a inanır, yaptıklarından veya yapmakla mükellef olduklarından, öncelikle Allah'a karşı sorumlu olduğunun bilincindedir Rabbi ile karşılaşacağına ve dünyada iken yaptıklarından sorguya çekileceğine iman eder, kötü akibetten sakınır Resulullah'ın:

"Her biriniz birer çobansınız ve yönetiminizde bulunanlardan sorumlusunuz İmam (devlet reisi) çobandır ve yönettiği kimselerden sorumludur Erkek evinin çobanıdır ve eli altındakilerden sorumludur Kadın, kocasının evinin çobanı (muhafızı)dır ve ondan sorumludur Hizmetçi, efendisine ait malın çobanıdır ve ondan sorumludur " (Buhârî, Cuma, 44; Ahmed b Hanbel, II, 108) sözünü aklından çıkarmaz

O halde; Müslümanların, Allah'a imanı olmayan, kalbinde Allah korkusu duymayan bir kimseyi devlet başkanlığı gibi bir mevkiye getirmeleri emanet*e ihanet olur Kur'an-ı Mübîn'de şöyle buyrulmaktadır:

"Hiç şüphesiz ki Allah size, emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder" (en-Nisa, 4/58)

Burada Müslümanlar, İsrailoğullarının * düştüğü hatalara düşmemeleri için uyarılıyorlar Onların düştükleri en büyük hata, dejenere oluşları sürecinde yetkiyi hep beceriksiz, ehil olmayanlara vermeleriydi Sorumluluk isteyen dinî ve siyasî liderlikleri, ehil olmayan, ahlâksız, şerefsiz ve adaletsiz kişilere vermeye başlamaları sonucu, tüm toplum yapısı çöktü Müslümanlara bu konuda dikkatli olmaları ve sorumluluk isteyen yetkileri ehil, sorumluluğunun idrakinde ve ahlâklı kişilere vermeleri emrediliyor (Mevdûdî, "Tefhîm", I, 329)

Âdil yöneticinin Allah katında üstün bir derecesi, kullar arasında da saygıdeğer bir makamı vardır Rasûlullah (sas):

"Kıyamet günü, insanların Allah'a en sevgilisi ve meclis bakımından en yakını adil imam (devlet reisi), Allah'ın en sevmediği ve meclis bakımından en uzağı zalim imamdır" buyurur (Tirmizî, Ahkâm, 4)

Başka bir hadiste "Üç sınıf insan vardır ki, duası Allah katında reddolunmaz: Âdil devlet reisi, iftar edinceye kadar oruçlu ve mazlumun duasıdır" der (İbn Mâce, Oruç, 48)

Diğer bir rivayette, Allah elçisi; adil yöneticiye itaati şöyle dile getirir:

"Her kim bana itaat ederse, şüphesiz Allah'a itaat etmiş olur ve her kim bana isyan ederse, Allah'a isyan etmiş olur Her kim imama (devlet reisi) itaat ederse şüphesiz bana itaat etmiş olur ve her kim imama isyan ederse bana isyan etmiş olur " (Buhârî, Ahkâm I; İbn Mâce, Cihad, 39)

Bu hadisten, devlet reisine ne kadar önem verildiği, âdetâ ona itaatın Allah'a itaat, ona isyanın da Allah'a isyan demek olduğu anlaşılmaktadır Rabbimiz, ezelî Kelâm'ında; kendisine ve Resulüne itaattan sonra mümin yöneticiye itaatı emrediyor:

"Ey inananlar! Allah'a itaat edin, Peygamber'e ve sizden olan buyruk sahiplerine (yöneticilere) itaat edin Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız- onun çözümünü Allah'a ve Peygamber'e bırakın Bu, hayırlı ve netice itibariyle daha güzeldir" (en-Nisa, 4/59)

Ancak bir Müslüman, her şeyden önce Allah'ın kuludur, diğer bütün özellikleri bu niteliğinden sonra gelir Bu nedenle bir fert veya toplum olarak bütün müslümanlar, öncelikle Allah'a bağlıdırlar, diğer tüm bağlar, bu bağa boyun eğmek zorundadır Çünkü tüm insanlar Allah'a verdikleri söze sadık kalmak zorundadırlar Başka birine bağlılık ve itaat ancak Allah'a itaatı engellemeyecekse kabul edilir (Mevdûdî, Tefhim, I, 329)

Yukarda geçen ayetten de anlaşılacağı gibi, inananları yönetecek kimsenin adil sayılabilmesi için, onun müminlerden olması şarttır Aksi halde müminlerin isteyerek ona itaat etmeleri söz konusu değildir

Meselâ:

Hasan-ı Basrî, Ömer ibn Abdülaziz'e yazdığı mektubunda, adil yöneticinin niteliklerini şöyle sıralar:

"Ey müminlerin emîri! Bil ki Allah, adil imamı; haktan her sapanı düzeltici, her zalimi doğrultucu, her bozuğu islâh edici, her zayıfa güç, her mazluma hakkını veren ve her şaşkına sığınak kılmıştır

Ey müminlerin emîri! Âdil imam; develerine karşı şefkatli bir çoban ve onlara en iyi otlağı arayan bir dost gibidir Onları tehlikeli otlaklardan uzaklaştırır, yırtıcı hayvanlardan korur, sıcak ve soğuğun eziyetinden muhafaza eder

Ey müminlerin emîri! Âdil imam; çocuklarına karşı şefkatli bir baba gibidir Küçükken onlar için didinir, büyüdüklerinde eğitimleriyle uğraşır, hayatta iken onlar için kazanır, ölümünden sonrasına da onlar için mal biriktirir

Ey müminlerin emîri! Ädil imam; çocuğuna karşı merhametli, yufka yürekli bir ana gibidir Onu meşakkatle taşır, meşakkatle doğurur Çocukken terbiye eder Uyandığında o da uyanır, huzuru ile huzur bulur Emzirir sonra sütten keser Sağlığına sevinir, şikâyetinden kederlenir

Ey müminlerin emîri! Âdil imam; yetimlerin vâsisidir, miskinlerin koruyucusudur Küçükleri terbiye eder, büyüklerinin geçimini sağlar

Ey müminlerin emîri! Âdil imam; organlar içinde kalp gibidir Onun sağlıklı olmasıyla diğer organlar sıhhat bulur, bozulmasıyla da bozulur

Ey müminlerin emîri! Âdil imam; kullarla Allah arasında köprüdür Allah kelâmını işitir ve onlara dinletir, Allah'ın emirlerini gözetler ve onlara gösterir, Allah'a boyun eğer onlara da boyun eğdirir Ey müminlerin emîri! Allah'ın sana emanet ettiği mülkte; efendisi kendisine güvenip muhafaza etsin diye emanet ettiği malını heba eden, ev halkını dağıtıp perişan eden, onları fakirleştiren köle gibi olma!

Ey müminlerin emîri! Bil ki, Allah, yasakları; insanları ahlâksızlıklardan, kötülüklerden sakındırmak için indirmiştir Onları, uygulamakla görevli olan çiğnerse durum nasıl olur?

Şüphesiz Allah, "kısas"ı, kulları için bir hayat olarak indirmiştir Onlara kısası uygulayacak olan, onları öldürürse nice olur?

Ey müminlerin emîri! Ölümü ve ölümden sonraki hayatı, ölüm anında taraftarlarının ve ona karşı yardımcılarının azlığını düşün Onun için ve ondan sonraki büyük korku günü için azık edin

Bil ki ey müminlerin emîri! Şu anda bulunduğun meskeninden başka bir meskenin var, orada ikametin çok uzun sürecektir Sevdiklerin senden ayrılacaklar ve seni onun dibinde yapayalnız bırakacaklar O halde, kişinin; kardeşinden, ana-babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacağı o gün için sana yarayacak azık edin

Ey müminlerin emîri! Düşün, kabirdekilerin, diriltilip dışarı atıldığı, kalblerde ve gönüllerde olanların ortaya konduğu günü, ki o gün tüm sırlar açığa çıkarılmış ve kitap "küçükbüyük" hiçbir şeyi bırakmadan kapsamıştır

Bugünkü kudretine değil yarınki kudretine bak! O gün sen ölüm kemendiyle esir edilmiş olarak, yüzlerin "Hayy ve Kayyûm " olan Allah'a boyun eğdiği bir sırada, melekler, nebîler ve resullerden müteşekkil bir topluluğun arasında bulundurulacaksın

Ey müminlerin emîri! Bu öğüdümle her ne kadar benden önceki akıl sahiplerinin ulaştığı dereceye ulaşamazsam da hiçbir nasihati esirgemedim Bu mektubumu; sevdiği kimseyi sağlığına kavuşturmak istediği için ona acı ilâçlar içiren bir doktor telâkki et Allah'ın selâmı, rahmet ve bereketi üzerine olsun ey müminlerin emîri!" (Muhammed İbn Abdü Rabbihi, el Ikdü'l-Ferîd, I-, 25)âdil-i Mutlak

Mutlak ve hakiki adâlet sahibi Yegâne mutlak adalet sahibi Allah'tır Allah herkese yaptığının karşılığını verir Hiç kimseye zulmetmez "Şüphesiz Allah zerre kadar haksızlık yapmaz " (en-Nisa, 4/40) insanların kendileri âciz ve noksan oldukları için adaletleri de tam değildir Ne kadar adaletli olmaya çalışsalar, hakkıyla adalet yapamazlar Allah ise her türlü âcizlik ve noksanlıktan yücedir O nedenle O'nun adaleti tam ve kâmildir O, mutlak adalet sahibidir

Allah kullarına ve bütün mahlûkâta asla zulmetmez O şöyle buyurur: "Bu azab sizin yaptıklarınızdan dolayıdır Yoksa Allah kullara asla zulmedici değildir " (Âlu İmrân, 3/182) (Ayrıca bk el-Enfal, 8/51; el-Hacc, 22/10; Fussilet, 41/46; Kaf, 50/29)

İnsanlar ve toplumlar ancak Allah'ın emir ve yasaklarının egemen ve hükümlerinin yürürlükte olduğu ortamlarda tam bir adalete kavuşur ve tam mutlu bir hayat sürebilirler

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (A)

Eski 11-04-2012   #9
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (A)



Adl

Denklik, adâlet, dengeli davranma, doğruluk, hakkâniyet

Adl, "A-De-Le" fiilinden masdardır Bazen "Idl" şeklinde de kullanılmaktadır "Adl", denkliği basîretle idrak olunan; "Idl' ise duyularla idrak olunanı ifade eder "A-De-Le" doğru olmak, doğru davranmak, aynı düzeyde yapmak anlamlarına geldiği gibi, "meyletmek, sapmak" anlamlarına da gelir; yalnız bu anlamda masdarı adı değil "udül"dür

Allah insanı adı üzere; yani düzgün, eli, ayağı, gözü, kulağı, kısaca bütün organları birbirine denk gelecek ve dünya hayatını sürdürmesini sağlayacak bir özellikte yaratmıştır; yani onu tam bir denge üzerinde var etmiştir: "O seni yarattı, tesviye etti ve ölçülü bir biçime koydu (adele)" (el-İnfitâr, 82/7)

Allah, nasıl insanı adı üzere yarattıysa, onun da yeryüzünde adı üzere davranmasını, yani her zaman koyduğu mizan*a uygun hareket etmesini ister: "Allah "adl'le emreder" (en-Nahl, 16/90); "İnsanlar arasında "adl'le hükmolunmasını emreder" (en-Nisa, 4/58) İslâm'da adâlet mülkün, yönetimin temelidir, âlemin nizamı, "amel ve itaatta kaçınılmaz ahlâki bir fazilet"tir Adl, tevhîd ile özdeştir; birbirinden ayırmak mümkün değildir Çünkü, ancak Tevhîd* üzere olunduğu zaman adâleti gerçekleştirmek mümkün olabilir; madem ki kâinattaki düzeni belirleyen ve insanın hayatı için bir mizan ve sistem koyan Allah'tır, o halde insan, Tevhîd üzere yaşayıp Allah'ın mizanına uyarak adl'de bulunabilir Allah'ın ahkâmına tam anlamıyla iman etmemiş bir kimse adı üzere olamaz

Allah mutlak adildir; fakat kullar Allah'a karşı adâlette bulunamaz; yani O'nu bir başka şeyle denk sayamaz; O'nu bir tartının bir kefesine, bir başka şeyi de öbür kefeye koyamaz Böyle bir hareket ve inanç, kesinlikle şirktir Allah'a ortak koşmak demektir; zira Allah hiçbir şeyle tartılamaz, ölçülemez Kur'an'da "Sonra kâfir olanlar Rablerine adı ediyorlar" (el-En'âm, 6/1) buyurulur; yani, kâfirlerin Allah'tan başka Rabler ve ilâhlar kabul edip, bunları Allah'la birlikte aynı kefeye koyup tarttıkları ifade olunur; bu ise Allah'a ortak koşmak, O'na başka varlıkları eşit görmektir

Şu halde, kulun, Allah'ın mutlak adil olduğunu kabul edip, O'nun koyduğu mizanın iki kefesini de denk tutmaya çalışması, yani adı üzere olması, Allah'ı bir başka şeyle tartmaya kalkışmaması İslâmî akîdenin, yani Tevhîd'in gereğidir

Kur'an-ı Kerim'de Cenâb-ı Allah Hayrü'l-Hâkimîn yani adâletle hükmedenlerin en hayırlısı (el-A'râf, 7/87) olarak ifade edilirken, en büyük adâlet sıfatına sahip olan varlık anlamında kullanılmıştır

Adl, Cenâb-ı Allah'ın doksandokuz güzel isminden biri olarak sayılmıştır (Tirmizî, Da'avât, 83) Allah'ın asla zulmetmediği, hak ile hükmedip çok adil olduğu anlamında kullanılan adı sıfatı onun mahlûklarına büyük nimetler vermede âdil olduğunu ifade eder Allah'ın mutlak adil olduğunda bütün İslâm âlimleri arasında tam bir ittifak olmakla birlikte adâlet sıfatının izahında Mutezile* fırkası ayrı bir izah getirmiştir
Adliye

İnsanlar arasındaki anlaşmazlıklara ve ihtilâflara bakıp, yargı fonksiyonunu yerine getiren devlet organı Eskiden bu göreve kazâ* denirdi

Adâlet konusu son derece hassas bir meseledir Cenâb-ı Hakk Kur'an-ı Kerim'de bu hususu şöyle beyan etmektedir: "Allah size emanetleri (kamu görevlerini) ehil (ve erbab)ına vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder Allah bununla (emaneti ehline vermeyi ve adâletle hükmetmeyi emretmekle) size gerçekten ne güzel öğüt veriyor! Şüphe yok ki Allah(u azimü'ş-şan, sözlerinizi ve hükümlerinizi) hakkıyla işiticidir, (bütün yaptıklarınızı) hakkıyla görücüdür" (en-Nisa, 4/58) Görüldüğü gibi adâlet konusu oldukça geniştir Fakat dikkati çekecek nokta, ayet-i kerîmede Allah adil olmanın şartının emaneti (yani toplumdaki görevleri) ehil insanlara vermekle gerçekleşeceğine işaret etmektedir Bundan da anlaşılıyor ki, adâlet müessesesi olan adliye, ancak adâlet kavramını tam olarak gerçekleştirebildiği takdirde toplumda gerçek rolünü oynayabilir

İslâm, Arap yarımadasında ortaya çıkmadan evvel, gerçek adâletin temsilcisi olabilecek bir devlet olmadığı gibi, adâleti gerçekleştirecek bir yargı organı da mevcut değildi Kabîleler arasından seçilen hakemler, kendi usûllerine göre hüküm verirlerdi Ellerinde, hangi konulara ne tür hükümler verileceğine dair yazılı bir kaynak yoktu Aynı zamanda, verilen hükmün tatbiki için herhangi bir icra* kuvveti mevcut değildi Hüküm, kabilenin güç ve nüfûzuna göre ya tatbik ediliyor veya güçlü taraf haksız da olsa kendisini haklı çıkarıyordu

Hz Peygamber'in İslâm devletini kurmasından sonra ortaya koyduğu yazılı anayasa*, birçok meselede olduğu gibi adâletin sağlanması noktasında da o zamana kadar gerçekleştirilemeyen bir hâkimiyet tesis etmekteydi O döneme kadar, kendi haklarını güçleri nisbetinde almaya çalışan kabileler; Medine anayasasından sonra kendi haklarını belirlenmiş bir otoriteden isteme durumunda kalıyorlardı Bu otorite İslâm devlet başkanı olan Halife* idi Kur'an ve Hadis, en büyük hukuki ve adli otorite kabul edildi Bu iki ana kaynaktan çıkacak hükümlere itiraz söz konusu değildi

Kur'an'ı Kerim'de kazâ fonksiyonunu hâkimlerin ifa edeceği belirtilmişti Kadı bu görevlerini yerine getirirken, bazı memurlar çalıştırırdı Bunların görevleri, statüleri ve maaş durumları açıkça belirtilirdi

İslâm adliye teşkilâtında hâkimlerin tek başlarına bir hüküm verme durumu var ise de heyet* usulüyle de hükümler verilmesi hakkında müsbet görüşler öne sürülmüştür Osmanlı devletinde Hâkim'in yanı sıra, bir heyetin varlığı ve bu kimselerin çeşitli sahâlarda uzman insanlardan teşekkül eden ve kararlarda etkili olan bir yargı görevlileri vardı

Hz Peygamber kendi döneminde yargı görevini bazı sahâbilere bırakmaktaydı Bu dönemde yeni fethedilen topraklara vali tayin ediliyordu Bu valiler idarî işlerle birlikte, adlî ve kazâi işlerden de sorumlu bulunuyorlardı Bu kimselerin İslâm fıkhını çok iyi bilen kimseler olması dikkati çekiyordu Hz Peygamber tayin edilen valilere, idare ve diğer kanunlar hakkında bilgi veriyordu Kendisi ise son karar mercii olarak mühim rolünü ifa etmekteydi Hz Peygamber'in adlî müesseseyi ahiret ve dünya ile alâkalı hükümlerle etkin bir duruma getirmiş olduğunu biliyoruz Bu durum dört büyük halife döneminde de aynı şekilde devam ediyordu Halîfeler hem hâkim ve hem de idareci olarak görevlerini ifa ederlerdi Hz Ömer'in Ebu Musa el-Eş'arî'ye göndermiş olduğu kazâi talimatnâmenin İslâm adliye tarihi açısından büyük bir önem taşıdığı kaynaklarda belirtilmektedir Halife Ömer İbn Abdülaziz, idarî ve mahkeme işlerinde yenilik getiren halifelerden biriydi Abbâsi halifelerinin bugünkü Adâlet Bakanlığı tarzında "Kadı'l- Kudât"*lık ihdas ettiğini ve Harun Reşid döneminde buraya meşhur âlim ve Hanefî mezhebinin önde gelen fâkihi Ebû Yusuf*'un tayin edildiği görülür

Daha sonra Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde de aynı tür müesseselerin biraz geliştirilerek devam ettirildiğini görmekteyiz Osmanlı devletinde daha beylik döneminden itibaren başlayan kadılık müessesesi, âlimlerin tayin edildiği bir mevkî idi Sultan I Murad zamanında Kadıaskerliğin (kazasker) tesis edildiği görülür Daha sonra Kadıaskerlik * ülke sınırlarının genişlemesi ile Anadolu ve Rumeli Kadıaskerliği olmak üzere ikiye ayrıldı

Devletin idari bölümlenmesi olarak eyâlet, sancak ve daha alt birimler olan kaza ve nahiyelerde kadılıklar kurulmuştu Kadılar aynı zamanda siyasî idarenin de başkanı durumundaydılar Böylece hem idarî ve hem de hukukî otoriteyi temsil ediyorlardı Büyük şehirlerde meselelerin biraz daha fazla oluşu sebebiyle birden fazla mahkeme bulunur; ayrıca kadılara yardımcı olarak "Naibler" * görev yaparlardı

Bunun dışında adlî meselelerden sayılan ve devletin en büyük organı olan Divân-ı Hümâyun'da halkın bazı şikâyetleri dinlenir, hal yoluna koyulurdu Bu arada özellikle devlet bünyesindeki hukukî problemlerin Divân*da tartışılıp hâl yoluna koyulduğu bilinmektedir Divân-ı Hümâyun, aynı zamanda bir yüksek mahkeme vazifesini de görürdü Buna, daha önceki dönemlerde devlet başkanlarının başkanlık ettiği "Divânü'lMezalim" adı verilmekteydi Ülkenin çeşitli yerlerinde verilen mahkeme kararlarına itiraz durumu burada yeniden gözden geçirilirdi Divânü'l Mezalim'de veya Osmanlılar dönemindeki Divân-ı Hümâyun'da alınan kararlar hemen infaz edilirdi Zamanla Divân'ın önemi azaldı Özellikle padişahların Divân toplantılarına katılmaması, bu müessesenin ciddiyetine gölge düşürdü

Osmanlı Devleti'nde, merkezî otoritenin zayıflamasından sonra bilhassa taşrada çeşitli yolsuzluk, hırsızlık ve isyanlar çıkmıştı Padişahlar bunların ortadan kalkması ve adâletin tesis edilmesi için kadılara "adâletname" denilen fermanlar göndererek, halka iyi davranılmasını istemişlerdir Bu tür teşebbüsler, adâletin gerçekleşmesi ve zulmün hafiflemesi noktasında önemli etki sağlamıştır

Sultan Mahmud devrinde başlayan Batıcı hukuk çalışmalarından sonra "hukuk'ta Batı tarzında düzenlemeler görüldü Adlî teşkilât da bu doğrultuda İslâmî esas ve şekilden uzaklaşarak Batı'nın bir kopyası haline geldi

Yalnız, Batı'dan en önemli farkı; toplumdaki problemleri çözemeyen iğreti bir müessese olarak varlığını sürdürmesiydi
Adn Cenneti

Cennet'in en güzel yerlerinden biri

"Adn" sözlükte yerleşmek, bir yerde iskân etmek anlamına gelir

Adn Cenneti, peygamberlere, sıddîklara, şehidlere mahsus, içinde gözlerin hiç görmediği, insanın hatırından geçmeyen muazzam güzelliklerin bulunduğu muhteşem Cennet'in adıdır Bu tarif Hz Peygamber'den rivayet edilen bir hadîse dayanılarak yapılmıştır Allahü Teâlâ buraya giren kimseleri överek "Sana girecek olanlara ne mutlu!" buyurmuştur

Ayrıca Adn Cenneti'ne Cennet'teki bir şehir veya nehir ismi diyenler de vardır (ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Beyrut (ty) II, 207; el-Beydâvî, En vâru't- Tenzîl, Mecmefu't- Tefâsir III, 157; en-Nesefî, Medarikü'l-Tenzîl; III, 157-8; el-Hâzin, Lubâbü'tTevîl, III, 157) Bunlardan başka Cennet'in en üst makamı, Cennet'in ortası, birçok kapılı burçları olan Cennet'teki bir köşk diyenler de vardır (el-Hazin, age, III, 158) Ancak bu görüşlere pek itibar edilmeyip Adn Cenneti'nin ayrı bir makam ve hatta "Cennetler"den ibaret olduğu ifade edilmektedir

Adn Cenneti Kur'an-ı Kerim'de ondan fazla yerde geçmektedir Dünyada yaptıkları işe göre buraya girebilecek olan müminler ve Adn Cenneti'nin güzelliği bu ayetlerde açıklanmıştır: "Allah mümin erkeklere ve mümin kadınlara, kendileri içinde ebedî kalıcılar olarak, altından ırmaklar akan Adn Cenneti'ni ve çok güzel meskenler va'd etti Allah'ın rıdvânı (rızası) hepsinden daha büyüktür İşte bu, büyük kurtuluştur" (et-Tevbe, 9/72) "Sana Rabbinden indirilen şeyin gerçekten hak olduğunu bilen kimse, (onu bilmeyen) kör gibimidir?Ancak sağduyu sahipleri iyice düşünürler O sağ duyu sahipleri ki, Allah'a verdikleri ahdi yerine getirirler, anlaşma ve sözleşmelerini bozmazlar Yine onlar ki, Allah'ın ulaştırılmasını (yerine getirilmesini) istediği şeyi ulaştırırlar Rablerinden korkarlar ve kötü hesabtan da endişe ederler Onlar ki, Rablerinin rızasını dileyerek sabrederler, namazlarını dosdoğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açıktan Allah yolunda harcarlar, kötülüğü iyilikle savarlar; işte bunlara dünya yurdunun güzel sonucu, girecekleri Adn Cennetleri vardır Bunlardan, eşlerinden, çocuklarından, kendilerini düzeltip, iyiler sınıfına girenler de onlarla beraber oraya gireceklerdir Melekler de her kapıdan onların üzerlerine girerler de, "sabretmenize karşılık selâm size, burası dünya yurdunun ne güzel sonucudur!' derler" (er Ra'd, 13/19-24; Ayrıca bk en-Nahl, 16/31) Diğer bir ayette de (el-Kehf, 18/30-31) söz konusu cennetlere gireceklerin özellikleri olarak şunlar sayılmaktadır: Allah'a iman etmeleri ve güzel, yararlı işler (salih amel) yapmaları Öbür bazı ayetlerde de (Meryem, 19/60-61; Tâhâ, 20/75-76) tevbe edip, iman eden ve yararlı işler yapanların da Adn Cenneti'ne girecekleri haber verilmektedir Kur'an-ı Kerim'de hayatlarında iman ederek kendilerine zulmetmeden, orta (muktesid) bir yol tutanlar, hayırda ileri gidenler de aynı şekilde bu Cennet'e girecekleri ve burada altın bileziklerle ve incilerle süslenecekleri, elbiseleri ipekten olacağı açıklanarak, Adn Cenneti'ne girdikten sonra Allah'a hamdederek, kendilerinin sonsuz olarak kalacakları bir konağa yerleştirilecekleri ve artık orada kendilerine ne bir yorgunluk, ne bir usanma, ne de bir bıkkınlık gelmeyeceği (Fâtır, 35/32-) anlatılmaktadır

Adn Cennetlerine girenlerin her an Cemalullah'ı görebilecekleri bizzat Hz Peygamber (sas) tarafından bildirilmektedir (Buhârî, Tefsir 55; Müslîm, İman 296)

Müfessirler Adn Cenneti hakkında iki görüş olduğunu ifade ederler Birincisi el-Kesşâf'da da geçtiği gibi, Adn Cenneti belirli bir yerin özel ismidir Nitekim çesitli rivayetler bu görüşü desteklemektedir Meselâ, Hz Peygamber de bir gece kendisini iki meleğin uyandırarak, çok güzel bir şehre götürdüklerini, Cennet-i Adn'ı ve buradaki kendi menzilini (konağını) gösterdiklerini anlatmışlardır(Tecrid-i Sarih Tercemesi, XI, 111)

İkinci görüşe göre ise, Adn Cenneti, Cennet'in bir sıfatıdır Bazı âlimler bunun için, bütün Cennetler Adn Cennetidir demişlerdir (el-Hazin, age, III 158) Meâllerini verdiğimiz ayetler de, daha çok bu görüşü destekler mahiyettedirÂFÂK

Ufuklar, gök ile yerin birleşmiş gibi göründüğü yer, kenar, sınır, etraf, dış dünya Ayrıca Âfâk, objektif kelimesi karşılığında kullanılan bir terimdir

Kur'an-ı Kerim'de bir yerde geçen âfâk tâbiri "dış dünya" anlamında kullanılmaktadır: "Biz onlara (kudretimize dalâlet eden) ayetlerimizi hem âfâk'ta (dış dünya) hem de enfüslerinde (iç dünyalarında) göstereceğiz Tâ ki onun hakkın ta kendisi olduğu açıkça belli olsun Rabbinin her şeyi görüp gözetici olması sana yetmez mi? " (Fussilet, 41/53)

Bu ayetin tefsiri çeşitli şekillerde yapılmıştır Âfâk'ın İslâm devletinin ilerde büyük fetihler yapacağına, İslâm'ın dünyanın dört bir yanına ulaşacağına işaret olduğu ifade edilmektedir Ayrıca Süddî ve Mücâhid ile Hasan-ı Basrî gibi müfessirler, âfâk'ın Bedir* zaferi veya Mekke'nin fethi olduğunu kaydederler Bu iki fetih ve başarıyla Cenâb-ı Hakk'ın Hz Peygamber ve onun ümmetine yardım ettiği, küfrü ve yandaşlarını yalnız bıraktığı görülmekte olup âfâk'ın yani dış dünya gözüyle görünen ayet ve mu'cizelerin, bu ve bunlara benzer hususlar olduğu belirtilmektedir

Atâ İbn Ebi Rebâh'tan gelen tefsire göre, âfak tabiri ile dış dünyada var olan bütün canlı ve cansız varlıkların hepsi ve madde âlemi kastedilmektedir

Allah'ın bu ayetteki va'di gerçekleşmiş, kâfirlerin Mu'cize isteklerinin karşısında gerek Resulullah (sas) döneminde gerek daha sonraki dönemlerde ve ondört asırdan beri gerçekleşen İslâmî başarılara her gün biri daha eklendiği gibi Cenâb-ı Hakk iç ve dış dünyadaki ayetlerini sürekli olarak açıklamaya devam etmektedir İnsanoğlu âfâk'ı ve enfüsü* dış dünyada tezahür eden olaylarla ve varılan bilgilerle biraz daha yakından anlamaktadır Ayrıca insanlar dış dünyalarında, yeryüzünde gördüklerinin dışında ve bütün kâinâtta milyarlarca varlığın mahiyetini, her yönüyle öğrendiler, her gün daha da yeni bilgiler elde etmektedirler "onun hakkın ta kendisi olduğunu anlayıncaya kadar ayetlerimizi onlara Âfak'ta ve Enfüs'te göstermeye devam edeceğiz " ilâhî buyruğu insanoğlunun bugün sahip olduğu âfâki bilgileri açıklamaktadır Bu dış dünyadaki madde plânını oluşturan bilgilerin yanı sıra çıplak gözle insanlara İslâm'ın başarısı ve kâinata hâkimiyeti de gösterilmektedir Bu hâkimiyet âfâk'ın bir tecellisi ve tezahürüdür

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (A)

Eski 11-04-2012   #10
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (A)



el-AFÜV

Allah'ın isimleri olan doksandokuz Esma-i Hüsna*sından biri Çok affeden, günahları silen, tevbe edeni bağışlayan, suç işleyene ceza uygulamayan anlamındadır

Allah'ın kullarını bağışlaması suçlarını affetmek şeklinde olduğu gibi mükellefiyetlerini hafifletmek ve kolaylaştırmakla da ortaya çıkar

Allah'ın affetmesi, inanan ve işlediği suçtan dolayı pişmanlık duyarak tevbe eden hakkındadır İşlediği suçta ısrar edip ona devam eden için af değil, öç almak söz konusudur: "Allah geçmişi affetmiştir Kim düşmanlık ederse Allah ondan öç alır Allah daima galiptir, öç alandır" (el-Mâide, 5/95) "Odur ki kullarından tevbeyi kabul eder, kötülüklerden geçer ve yaptıklarınızı bilir" (eş-Şûrâ, 42/25) Yüce Allah, bağışlanacak muttakilerin vasıflarını sıralarken şöyle buyurmaktadır: "Ve onlar bir kötülük yaptıkları, ya da nefeslerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler Günahları da Allah'tan başka kim bağışlayabilir? Ve onlar, yaptıklarında bile bile ısrar etmezler" (Âlû İmrân, 3/135)

Af mağfiretten daha şumullüdür Cezadan önce de sonra da olabilir Mağfiret ise cezadan önce olur Af günahların izlerini de silip büsbütün yok etmektir Mağfiret ise günahların üstüne bir perde çekmektir Af intikamın zıddıdır Yüce Allah bazı suçluları intikamıyla sorguya çeker, bazılarını da affiyle sevindirir Allah günahkâr kullarına af ve lütfûyle muamele etmeyi onları cezalandırmaktan daha çok sever ve onları hemen cezalandırmaz Tevbe etmeleri için mühlet verir Bağışlanabilmelerinin yollarını gösterir

Ancak Cenâb-ı Hakk şirk ve küfür suçu ile huzuruna gelen kullarını affetmez Zira şirk, af kapsamına girmez (en-Nisa, 4/48) Allah tevbe eden kullarını bağışlar

O hâlde Allah, affı çok olmakla birlikte, kulun affedilmesi için birtakım kayıtlar da koymuştur Kulun, affedilmeğe yaraşır davranışlar içerisine girmesi gerekir Bir ayette, toplumlarına kötüler ve kötülükler hakim olduğu halde bunlara karşı gelmeyenler arasında sadece güçsüzlerin, yani karşı gelme gücü bulunmayanların affedileceği bildirilerek şöyle buyurulmaktadır: "Nefislerine* yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler: "Ne işte idiniz?' dediler (Bunlar): "Biz yeryüzünde aciz düşürülmüştük' diye cevap verdiler Melekler dediler ki: "Peki, Allah'ın yeri geniş değil miydi ki onda göç edip gönlünüzce yaşayabileceğiniz bir yere gideydiniz?' işte onların durağı Cehennem'dir, ne kötü bir gidiş yeridir orası! Yalnız hiçbir çareye gücü yetmeyen ve göç için yol bulmayan, gerçekten zayıf erkekler, kadınlar ve çocuklar hariç Çünkü Allah'ın bunları affetmesi umulur Allah çok affeden çok bağışlayandır " (en-Nisâ, 4/97-99)

Allahü Teâlâ, kendisi affedici olduğu gibi inanan kullarının da affedici olmalarını teşvik etmektedir Muttakîlerin vasıfları anlatılırken şöyle buyurulmaktadır: "Onlar bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, Öfke*lerini yutkunurlar, insanları affederler Allah da güzel davrananları sever" (Âlû İmrân, 3/134)

Hz Peygamber (sas) de bir hadîslerinde şöyle buyurmaktadır: "Sadaka hiçbir zaman malı eksiltmez Allah, kişinin affetmesi sebebiyle ancak şerefini arttırır Allah için alçak gönüllü davranan kimseyi Allah mutlaka yükseltir " (İmam Malik Muvatta Sadaka, 12; Tirmizî, Birr, 81)

Cenâb-ı Hakk, adâleti gereği suçlu ve günahkârı cezalandırmaya kadir olduğu halde lütfu ile affettiği ve edebileceği Kur'anı ifade ile belirtilmiştir Aslında af, cezalandırmaya güç bulan kuvvetli ve nüfuzlu kimse tarafından yapılması halinde değer kazanır
Afv

Suç, kusur, kabahat, hata ve günahı bağışlamak, yapılan suçtan dolayı cezalandırmamak, suç işleyeni kınamamak Suçlu veya maznun hakkındaki infazdan, hukukî uygulamadan vazgeçilmesi anlamında bir İslâm hukuku ıstılahı

Affetmek, Cenâb-ı Allah'ın sıfatlarından biridir Allah'u Teâlâ kendisine ortak koşma (şirk) suçu dışında kalan diğer suç ve günahları hesap gününde affedebilir Bu da Cenâb-ı Hakk'ın kullarına merhametini ve büyüklüğünü göstermektedir Günahlarından tevbe eden kulları affetmesi ise daha büyük bir ihtimaldir

"Ey iman edenler, içten gelerek yapılan bir tevbe ile Allah'a tevbe ediniz Umulur ki, Rabbiniz günah ve kötülüklerinizi örter" (Tahrîm, 66/8) Cenâb-ı Allah bu ayet ile tevbeden sonra affetme ihtimalini göstermiştir Tevbe ile birlikte günahkâr bir kulun yapması gereken husus Rabb'inden af dilemesidir

Cenâb-ı Allah'ın günahkâr kullarını affettiği gibi, müminler de birbirlerini affetmesini bilmelidirler Diğer insanlara karşı kin ve nefret duygusu beslemek mümin kişinin benimseyeceği bir davranış değildir Zira Hz Peygamber (sas) Mekke'de kendisine eziyet edenleri, Bedir, Uhud ve Hendek gazvelerinde kendisine karşı savaşıp İslâm'ı yok etmek isteyenleri bile sonradan İslâm'a girince affetmiştir

Cenâb-ı Hakk: "Güzel söz söylemek ve affetmek, peşinden eziyet gelen bir sadakadan daha hayırlıdır Allah Gani'dir, (Hiçbir şeye muhtaç değildir) Halim'dir (Yarattıklarına karsı yumuşak davranandır)" (el-Bakara, 2/263) diye buyurup, affetmenin faziletinden bahsetmektedir Ayrıca şöyle buyurur:

"(Ey rasulüm) sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillere aldırış etme " (el-A'raf, 7/199) Ayrıca Kur'an-ı Kerim'de "af" tabiri fazlalık anlamında kullanılmıştır: "Sana (hayır yolunda) neyi infak (ve tasadduk) edeceklerini sorarlar De ki: "Affı (yani ihtiyacınızın dışında kalanları) veriniz" (el-Bakara, 2/219)

Hz Peygamber (sas) de bu konuda şöyle buyurmuşlardır:

"Elinizden geldiği kadar müslümanların cezalarını kaldırmaya çalışınız Onun için bir çıkış yolu varsa serbest bırakınız Devlet başkanının afta hata etmesi cezalandırmada hata etmesinden daha iyidir " (Ahmed b Hanbel, V 160)

İslâm'ın geldiği dönemde Cahiliye devri insanları herhangi bir suç işleyen kimseyi kesinlikle cezalandırma eğiliminde idiler Af ancak üst düzeydeki kabile şeyhleri ve akrabaları için uygulanırdı Bunun dışında kalanlar mutlaka cezaya uğratılmakta idiler Kur'an-ı Kerîm'in şahsi mağduriyetlerde suçluyu affetmeyi tavsiye ettiği (Ali İmrân, 3/124; Mâide, 5/13) görülmektedir

Ancak günah ve suç işleyenlerin suçları sabit olduğunda ve bunun affedilmesi halinde toplumda kötü örnek olacaksa İslâm devletinin yöneticileri bunu affedemezler Ancak kısas ve ta'zirlerde cezaların affı genel bir prensip olarak uygulana gelmiştir Fakat had*lerin tatbikinde affetmek pek câiz görülmemiştir Kısas ve ta'zirlerde af durumu daha çok mağdur ile suçlu arasında olan bir olay kabul edilmiştir Mağdur isterse affeder Bu durumda haksızlığa uğrayan taraf suçluyu affettiğinde onu mükâfatlandırmak Allah'a aittir (eş-Şûra, 42/40) Bu affı yapan mümin mağdur olmasına rağmen böyle bir affi yapmasının takvâ*ya daha yakın olduğunu Cenâb-ı Hakk'ın şu mesajlarından bilmektedir:

"Onu bağışlamanız takvâya daha yakındır " (el-Bakara, 3/237) Böylece affetmek İslâm kardeşliğinin bir gereği olduğu gibi müslümanlar arasında da minnet duygusunun gelişmesine ve müminlerin birbirlerine şükran duygularıyla yaklaşmalarına zemin hazırlayacaktır Nitekim insanı cezalandırmaya yetkili ve hak sahibi olmasına rağmen af yolunu tercih eden kişi daima toplum tarafından takdirle karşılanmıştır Bu da İslâm ahlâkının bir tezahürüdür Suçluyu affetmek asla adâletsizlik değildir Zira Cenâb-ı Hakk küfür ve şirkin dışında kalan her hata ve günahı dilediği takdirde affedebileceğini ifade buyurmaktadır:

"Allah kendisine ortak koşulmasını mağfiret etmez Ancak ondan başkasını dilediği kimseler için mağfiret eder" (en-Nisa, 4/48)

Buna karşılık Allah'a karşı isyan ve İslâmî emirlerin çiğnenmesinde uygulanacak hadlerin kadı tarafından kesin olarak karara bağlanmasıyla devletin affetme yetkisi ortadan kalkar Ancak delillerin ve suç unsurlarının tesbitinde eksiklik söz konusu olursa devletin cezayı düşürmesi mümkündür Mağdurun olmadığı ve bir mağdur tarafından açılmamış davalarda ve hadlerin uygulanmasında af kesinlikle mümkün değildir Hırsızlık ve zina iftirası gibi durumlarda mağdur doğrudan doğruya kendisi af yetkisini kullanarak suçluyu affedebilir Dava açılmadan önce böyle bir af söz konusu olursa ceza düşer Böyle durumlarda gerçekleşen af suçun işlenmiş olması halinde sadece dünyevî cezası affedilmiş olur Ahirette ise hesabı Allah'a aittir Hırsızlık gibi suçlarda mahkeme bir hüküm vermiş ise mağdur affetse bile infâzın durdurulması söz konusu değildir Böyle durumlarda ceza uygulanır

İslâm'da kul hakkının daha çok olduğu kısaslarda cezanın düşmesinin prensip olarak kabul edilmesi davada kul hakkının ağır bastığı zaman mümkündür

"Öldüren, ölünün velisi tarafından affedilirse, örfe uymak ve diyeti güzellikle ona ödemek gerekir Bu, Rabbinizden size bir kolaylık ve rahmettir" (el-Bakara, 2/178)

"Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ile kısas yapılır Yaralarda da kısas vardır Fakat kim hakkından vazgeçerse, bu onun günahlarının affına bir sebeptir Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir " (el-Mâide, 5/45) ayetleri mağdurun affetme imkânı ve yetkisinin olduğunu göstermektedir Bu gibi durumlarda af kul hakkı olduğu için suçluyu mağdur veya velisinin affetmesine ve kısasın uygulanmamasına rağmen devlet suçluyu ta'zir etme hakkına sahiptir Ancak mağdurun ölmesi halinde onun veli ve yakın akrabaları bu kısasta yetkilerini kullanma hakkına sahiptirler Mağdurun velisi veya varisleri suçluyu affedebilirler Ancak böyle bir affın yapılabilmesi için akıl ve bülûğ şart koşulmuştur Yani affedecek kimsenin âkil ve baliğ olması gerekir Bazen diyet* veya mal karşılığında suçlu affedilebilir Bu da aslında af olmaktan çok sulh* kapsamına girer

Kamu hakkının söz konusu olduğu ve kamuya karşı işlenmiş bulunan suçlarda devlet affetme yetkisine sahiptir Kul hakkının çiğnendiği durumlarda ise affetme yetkisi öncelikle mağdurundur Her iki durumda yani hem kamu hakkının hem kul hakkının birlikte ihlâl edildiği bir suçun işlenmesi halinde ise, bir tarafın affetmesiyle diğer tarafın hakkı düşmez Affetmeyen taraf cezanın uygulanmasını isteyebilir

Afyon

Haşhaş bitkisinden elde edilen ve kullanan kişinin aklını perdeleyen, keyif verici olarak kullanılması halinde İslâm'ın yasakladığı uyuşturucu ve katı bir madde

Afyon, "Papaver somniferum" adı verilen bir bitkinin "Kelle" tabiri kullanılan baş kısımlarından çizilmek suretiyle elde edilen bir "drog"tur (ilâç yapımında kullanılan bitkisel madde) Afyon kozası uyuşturucu nitelikte değildir Kozanın dış kabuğundaki lateks (süt) uyuşturucudur

Bitkideki çiçek ve çentiklerin düşüşünden yaklaşık on gün sonra kapsüller özel bıçaklarla çizilir Bu çiziklerden çıkan süt ham afyondur Değişik kokulu ve acıdır Bu süt pişirilip mayalanır ve işlenmiş afyon olur Sigara gibi içildiğinde kuvvetli bir koku çıkarır Baz morfin, eroin, kokain gibi alkaloitler de elde edilir

Kur'an-ı Kerim'de insanı sarhoş eden şarap (hamr) yasaklanmış (el-Mâide, 5/90-91), diğer sarhoş edici sıvı veya katı içkilerden söz edilmemiştir

Hz Peygamber (sas) içki yasağını ilân ederken, içkinin hangi maddeden imâl edildiğine bakmamış, kullanan kimseyi sarhoş edip etmemesi ölçü olarak alınmıştır İnsanlar arasındaki ismi ne olursa olsun ve hangi maddeden yapılırsa yapılsın, sarhoş eden her şey içkidir

Hz Peygamber'e bal, darı, arpa ve benzeri maddelerin mayalanmasından elde edilen içkinin hükmü sorulmuş, o şu cevabı vermiştir: "Her sarhoşluk veren şey içki (hamr)'dir Her içki de haramdır" (Müslim, Eşribe, 73-75; Buhâri, Edeb, 80, Ahkâm, 22, Meğâzî, 60) "Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır" (Ebû Davud, Es* be, 5; Tirmizî, Eşribe, 3; Nesâi, Eşribe, 25)

Hz Ömer, hilâfeti sırasında minberden halka, "Aklı perdeleyen herşeyin içki olduğu"nu ilân etmiştir (Yusuf el-Kardâvî, İslâm'da Helâl ve-Haram (Terc Mustafa Varlı), İstanbul 1970, s 77)

Bu delillere göre, insan aklını örten, ona temyiz gücünü kaybettiren her şey içki hükmündedir İşte afyon da bu nitelikteki bir uyuşturucudur Çünkü afyon kullanan kimse uzağı yakın, yakını uzak görür Olağan şeylerden uzaklaşıp, olmayacak şeyleri hayal eder ve rüya âleminde yüzmeye başlar Afyon ve benzeri uyuşturucu madde kullananlar, kendilerini, dinlerini, dünyalarını unutmak amacıyla uyuşturucu kullanırlar

Diğer yandan afyon gibi uyuşturucular vücudu durgunlaştırır, sinirleri uyuşturur, sağlığı bozar, ruhî çöküntü yapar, tembellik meydana getirir Ve kişiyi topluma faydasız kılar Uyuşturucu maddeler, evler-ocaklar yıkar, aile fertlerinin rızkından keserek, onları yoksulluğa iterek, kendilerini zehirler

Uyuşturucu maddelerin ortaya çıkıp yaygınlaştığı devirlerde İslâm âlimleri haram hükmü üzerinde görüş birliği etmişlerdir Bu konuda İbn Teymiyye* şöyle der: "Keskin haşhaş otu sarhoş etse de etmese de haramdır Fâcir olanlar neş'e ve zevk verdiği için onu kullanıyorlar Bu aynı zamanda içkiyi beraberinde getirir İçki düşmanlık meydana getirirken, afyon durgunluğa, zillete, karakter ve akıl bozukluğuna, şehvet kapısının açılmasına ve kıskançlığın kalkmasına yol acar Bu yüzden afyonu az veya çok kullanmanın cezası, içki içmenin cezası gibidir Bu da ****en değnektir " (İbn Teymiyye, el-Fetâvâ, IV, 262 vd) Hanefi mezhebinde hür olana ****en değnek, köleye kırk değnek vurulur (İbn Abidin Terc, VIII, 237)

Afyon kullanan kimse bunu tedavi maksadıyla kullanmışsa yaptığı hukuki işlemler geçersiz kabul edilmektedir Ancak bunu tedavi için değil de keyif vericiliğinden dolayı kullanan kimsenin yaptığı hukuki işler geçerli sayılmıştır Yukarıda ifade edildiği gibi afyon aklı gidermektedir Aklı yerinde olmayan kimse hukuki bir işlem yaptığında bu mutlaka kendi aleyhinde bir netice verecektir Bu da onu cezalandırmak maksadıyla geçerli kabul edilmiştirAĞAÇ

Dünya hayatının vazgeçilmez nimetlerinden biri de ağaçtır Her insanın, doğumundan ölümüne kadar, hayatının her safhasında ihtiyaç duyduğu, kökünden, yaprağından, kerestesinden, çiçeğinden, dalından, gölgesinden, kokusundan, güzelliğinden faydalandığı ağaçsız bir dünya tasavvur etmek çok zordur

İnsanoğlunun, yüzyıllar boyunca, zaman zaman putlaştırdığı, bazan kesip yok ettiği ağacın Allahü Teâlâ'nın diğer nimetleri gibi bir nimet olduğunu Kur'ân-ı Kerim'den öğreniyoruz Hak Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Yukarıdan size su indiren odur Ondan içersiniz; koyunlarınızı otlattığınız bitkiler de onunla biter" (en-Nahl, 16/10)

"Allah onunla size ekinler, zeytin ve hurma ağaçları, üzümler ve her türlü ürünü yetiştirir Düşünen kimseler için bunda ders vardır" (en-Nahl, 16/11)

"Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden şerbet, şıra ve güzel rızık elde edersiniz Düşünen bir kavim için bunda ibret vardır" (en-Nahl, 16/67)

"Yaş ağaçtan size ateş çıkarandır Ondan ateş yakarsınız" (Yasin, 36/80)

"Yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indirip onunla, bir ağacını bile bitirmeye gücünüzün yetmediği, güzel güzel bahçeler meydana getiren mi?" (en-Neml, 27/60)

Cenâb-ı Hak muhtelif âyetlerde ağacın çeşitli faydalarını belirterek onun bizim için ne büyük bir nimet olduğunu hatırlatır Bazı âyetlerde de ağaçların diğer varlıklar gibi Cenâb-ı Hakk'ı nasıl tesbit ettiği haber verilmektedir:

"Göklerde ve yerde olanların, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanların ve insanların bir çoğunun Allah'a secde ettiklerini görmüyor musun? " (el-Hac, 22/18)

"Bitkiler ve ağaçlar O'nun buyruğuna boyun eğerler " (el- Vâkıa 56/6)

Yine Cenâb-ı Hak ağacı iyilik ve kötülük sembolü olarak göstermiştir:

"Allah'ın, hoş bir sözü; dallan göğe doğru olan -Rabbi'nin izniyle her zaman meyve veren- hoş bir ağaca benzeterek nasıl misâl verdiğini görmüyor musun? İnsanlar ibret alsın diye Allah onlara misâl gösteriyor Çirkin bir söz de, yerden koparılmış, kökü olmayan kötü bir ağaca benzer " (İbrahim, 14/24-26)

Ayrıca Cenâb-ı Hak; "İncir ve zeytine and olsun", (et-Tin,95/1) buyurarak ağaca yemin etmek suretiyle onun değerini göstermiştir

Hz Peygamber'den de ağaç ve ağaç dikmekle ilgili pek çok hadîs-i şerif rivâyet edilmiştir Bu hadisler dikkatle incelendiğinde Rasûlullah'ın müslümanları ağaç dikmeye teşvik ettiği, Cenâb-ı Hakk'ın bir nimeti olan ağacın insanlara hattâ hayvanlara pek çok faydasının bulunduğu anlatılmaktadır Hz Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:

"Hiç bir müslüman yoktur ki, o, ağaç diksin yahut ekin eksin ve mahsûlünden insan, kuş, kurt yesin de kendisi bundan istifade etmiş olmasın Elbette o müslüman da diktiğiyle, ektiğiyle sevap alır " (Tecrid-i Sarih Trc VII, 121) Bu hadis pek çok sahâbî tarafından değişik yol ve metinle rivâyet edilmiştir Bu durum, hem Rasûlullah'ın hem de ashabın ziraata ve ağaç dikmeye ne kadar önem verdiklerini göstermektedir Hz Peygamber'in ağaç dikmekle ilgili aşağıya aldığımız tavsiyeleri de bu durumu göstermektedir

Cenâb-ı Hak "Ağaç diken herkese ve diktiği ağaçtan çıkan meyve kadar mükâfat ve sevap takdir ve ihsan eder " (Tecrid-i Sarih Trc/VII, 122)

"İslâm câmiasında ağaç diken bir müslümana o ağaçtan yenilen mahsul onun için sadakadır Yine o ağaçtan çalınan meyve da onun için sadaka olur Vahşi hayvanların yediği de o kimse hesabına bir sadaka olur Kuşların yediği de sadakadır Her insanın ondan yiyip eksilttiği mahsûl de onu diken müslümana âit bir sadakadır " (Tecrîd-i Sarîh Trc VII, 122)

Başka bir hadis-i şerifte sahâbeden Câbir (ra) şöyle demiştir:

"Ümm-i Mabed yahud Ümm-i Mübeşşir el-Ensâri'ye kendisine âit hurmalıkta iken Rasûlullah (sas) yanına gelip şöyle buyurdu:

- Bu hurmalığı kim tesis etti? Müslim mi, kâfir mi? diye sordu Kadın:

- Müslim, diye cevap verdi Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem:

-Bir müslümanın diktiği ağacın meyvesinden, ektiği ekinin mahsûlünden herhangi bir insan, veya herhangi bir canlı yerse, o meyve, ağacı diken müslüman için sadaka olur, buyurdu (Tecrîd-i Sarîh Trc,VI I, 123)

Bir gün meşhur sahâbilerden Ebü'd-Derdâ Şam'da ağaç dikerken kendisine biri uğramış ve bu durumu garipseyerek:

-Vay, sen Rasûlullah'ın (sas) yâri ve hemdemi olduğun halde ağaç mı dikiyorsun! demişti Ebü'd-Derdâ da:

-Dur, acele etme! Ben Rasûlullah'ın: "Bir kimse bir ağaç diker o ağaçtan bir insan yahut Allah'ın mahlûklarından herhangi bir mahlûk meyva yerse, bu meyva ağacı diken kimse için sadaka olur," buyurduğunu işittim, demiştir (Tecrid-i Sarîh Trc VII, 123)

Bu ve benzeri hadislerden, gayet açık bir şekilde, ziraatın, ağaç dikmenin İslâm dininde büyük bir fazilet sayıldığı, bu işlere büyük bir kıymet verildiği anlaşılmaktadır

Ormanların (genel olarak ağacın), bir ülke için ne kadar önemli olduğu bu gün daha iyi anlaşılmıştır Bir memlekette yaşayan insanların sağlığı, iklim ve su rejiminin düzenli olması, on binlerce yılda teşekkül eden toprağın korunabilmesi hep ağaç ve bitki örtüsü ile yakından ilgilidir Diğer taraftan ormanlar servet ve saadet, refah ve medeniyet kaynağı olmakta, yokluğunun ortaya çıkardığı telâfi edilemez kötü sonuçlar insanları acı acı düşündürmektedir İşte bu sebepledir ki, Peygamberimiz (sas) refâhın bu ana kaynağına müslümanların dikkatini çekmiş ve ziraatla uğraşmalarını, her tarafa ağaç dikmelerini kendilerine tavsiye buyurmuştur Hz Peygamber'in ağaç ve ağaç dikme konusuna ne kadar önem verdiğini göstermesi bakımından, aşağıdaki hadîs-i şerif son derece önemlidir:

"Kıyâmet koparken sizden birinizin elinde bir hurma dalı bulunur da bunu Kıyâmet kopmadan dikmeye gücü yeterse, mutlaka onu diksin, bırakmasın"(Tecrid-i Sarîh Trc,VII, 124)

Cenâb-ı Hak muhtelif Kur'ân âyetlerinde Kıyâmet gününün dehşetini haber vermiştir İnsanların, sığınacakları yer arayacakları böyle korkunç bir günde dahi müslümanlara ağaç dikmelerinin tavsiye edilmiş olması, konunun önemini, başka söze ihtiyaç duyurmayacak kadar açık ve kesinlikle, anlatmış olmaktadır

İslâm Hukukunda Ağaç

İslâm hukukunda toprağın ve ağacın durumlarına göre karşılaşılan problemler incelenmiş ve bu hususta çeşitli ictihâd*lar ortaya çıkmıştır

Kendiliğinden biten ağaçlar veya insanlar tarafından bir gayret neticesi yetiştirilen ağaçlara göre hükümler değişmektedir

Bu ağaçlar, dağlık kesimlerde ise, kimsenin mülkiyet*inde olamaz Herkes yararlanabilir Fakat el konulan arazideki ağaçlar da o kişilerin mülkiyetine girer Yalnız İslâm devleti böyle durumlarda çeşitli hüküm ve sınırlamalar koyabilir

Terkedilmiş arazilerden ve ormanlardan, civarındaki bölge halkı devletin müsaadesi oranında faydalanabilir

Özel mülkiyet altında olan arazîlerde kendiliğinden biten ağaçlar o toprak sahibinindir Sahibinin izni ve rızası olmadan bu ağaçlardan hiç kimse yararlanamaz Çünkü bir bütüne sahip ve malik olan o bütünün parçalarına da sahip ve mâlik sayılır

Bir kimsenin özel mülkiyetinde olan topraklarda başkası tarafından dikilen ağaçlar çeşitli usullerle bu ağaçları dikenlerin olabilir:

a- Yer sahibinin izni ve rızasıyla olabilir Bu arazi ya kiralama yoluyla ya da iâre edilmek suretiyle alınmış ise, burada dikilen ağaçlar dikene aittir Kira müddetinin bitimi halinde mülk sahibi dilerse arazisini tekrar kiraya verir, dilemezse vermez İare* suretiyle verilmiş ise mülk sahibi istediği zaman bu iâresinden vazgeçip dilediği takdirde ağaçları söktürebilir Ancak geçici iâre durumunda ağaçları sökme tarihiyle âriyet* müddetinin sona ereceği zamana kadar ki müddet için tazminat öder

b- Mülk sahibinin izni olmadan bir araziye ağaç dikilmişse bunları diken kişinin ağaçlarını söküp araziyi sahibine teslim etmesi gerekir Ancak ağaçların değeri arazinin değerinden fazla ise ağaçlar sökülmez arazinin bedeli sahibine ödenir

Vakıf* topraklarda ise dikilen ağaçlarda şu durumlar ortaya çıkar:

a- Mütevelli'nin vakfın parasıyla diktiği ağaçlar vakfındır

b- Mütevelli'nin kendi imkân ve parasıyla vakfın arazisinde ağaç dikip bu ağaçların vakfın olduğunu söylemişse vakfın mülkiyetinde olur, yoksa bunları kendi parasıyla dikip kendisinin ağaçları olduğunu söylerse o zaman bu gasp hükmündedir Yani başkasının arazisinde gasben ağaç dikmiş oluyor

c- Mütevelli'nin emriyle vakfın arazisine dikilen ağaçlar vakfındır Ağaç diken kimseye işçilik ücreti ve diğer masrafları ödenir

d- Mütevelli dışında başka birisi vakfın arazisine ağaç dikerse bu da gasb durumunda olup, ağaçlar diken şahsa aittir

Ağaç aşılama hükümleri ve bu husustaki fıkhî ictihadlar genellikle ağaç dikme ile aynıdır Ayrıca ağaç vakfedilebildiği gibi toprağında olduğu yerde alınıp satılabilir Rehin verilip hibe edilebilir Sahibinin bilgisi dışında ağaçları kesen veya tahrip eden kimse bunları tazmin etmek zorundadır

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (A)

Eski 11-04-2012   #11
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (A)



Ağıt

Ölü ardından söylenen, ölüyü yücelten ve belli bir makam ile terennüm edilen şiir Ayrıca ölen kişinin fazilet ve kahramanlığından söz edilerek ağlamak anlamına kullanılmaktadır Ağıt yakmak insanın acı ve elemini dile getiren bir duygunun ifadesi olduğu için hemen hemen bütün toplumlarda görülen bir alışkanlıktır Eski Yunan, Çin, Sümer, Mısır, Arap ve Türk toplumlarında ağıt yakma adetine rastlanmaktadır Bazen ölenin başucunda toplanan kadınlar tek tek saç-baş, yaka-paça yırtıp ağıt söyleyip ağlarlar bazan de cenaze* kalktıktan sonra ölenin eşya ve elbisesi ortaya konup, kadınlar etrafında toplanıp, şiddetle ağlayarak üst ve başlarını yırtar, saçlarını yolar ve durmadan dövünür, elleriyle yüz ve vücutlarına vururlar Bu davranışlar ölü mezara götürülürken de yapılırdı

Eski din ve toplum anlayışlarına yeni bir bakış açısı getiren İslâm, her hususta olduğu gibi cenazenin kaldırılması, defni ve definden sonraki durumlarına kendine has usûl ve çözümler getirmiş ve ölüm ile karşılaşıldığında, insanın ızdırabını nasıl ve hangi ölçü ve prensiplerde ifâde edebileceğini belirlemiştir

Öncelikle insanı yaratan ve onu sevdiklerine veren Cenâb-ı Allah'tır Ölümle de insanın ruhunu kabzeden yine Allah olduğuna göre, Allah'a inanan bir mü'min böyle bir musibet karşısında cahili bir takım duygu ve alışkanlıklarını yok etmesini bilmelidir Hz Peygamber (sas) her hususta olduğu gibi ölüm karşısında da müminlere sabırlı olmalarını tavsiye etmiştir

Rivayete göre Resulullah'ın kızı Hz Zeyneb'in can çekişen çocuğunun ölmek üzere olduğunu babasına bildirince Hz Peygamber kızına şu haberi göndermişti:

"Allah'ın aldığı da verdiği de kendinindir Onun katında her şey belli bir ecele bağlıdır Sabret ve sevabını Allah'tan bekle"

Enes b Mâlik'ten şöyle rivayet edilmiştir: Resulullah ile birlikte oğlu İbrahim'in süt annesi olan Ebû Seyf Berra' b Evs'in zevcesinin evine gittik Resulullah, oğlu İbrahim'i kucağına aldı, öptü, kokladı İkinci kez o eve gittiğimizde İbrahim can çekişiyordu Nihâyet ruhunu teslim etti Resulullah'ın iki gözü yaş dökmeye başladı Bunun üzerine Abdurrahman b Avf:

"Ya Resulullah! Halk musibet anında sabretmeyebilir, fakat sen de mi?" diye hayretini ifade etti Bunun üzerine Hz Peygamber (sas):

"Ey Avf'ın oğlu! Bu durum, bir babanın çocuğuna karşı beslediği rikkat ve şefkat*tir Yoksa sabır* ve tevekkülü* zedeleyen bir haykırış ve ağıt yakma değildir " buyurdu Sonra Resulullah'ın bu göz yaşlarını diğer damlaların izlediği görüldü Bunun üzerine de Resulullah (sas) şöyle buyurdu:

"Göz ağlar ve kalb mahzûn olur Biz, Rabbimiz'in razı olacağı sözden başka bir kelime ile kederimizi ifade etmeyiz Ey İbrahim, senin ayrılığınla çok mahzun ve kederliyiz" (Buhârî, Cenâiz, 44; Ebû Davud, Cenâiz, 24; İbn Mâce, Cenâiz, 53, 60; Ahmed b Hanbel, III, 193)

"Nihaya"; nevh kökünden alınmış olup, "ağlarken sesi yükseltmek" demektir Hadîsler bağırıp çağırmanın haram olduğunu açıklamışlardır Ebû Mâlik el-Eş'ari (ra)'den rivayete göre Resulullah (sas) şöyle buyurmuştur:

"Ümmetimde, cahiliyet işlerinden olup, terketmedikleri dört şey vardır: Geçmişleriyle övünmek, kişilerin neseplerine ta'n etmek, yıldızlardan yağmur beklemek ve ölünün ardından bağırıp çağırmak" Yine şöyle buyurdu: "Bağırıp çağıran, ölmeden önce tövbe etmezse kıyamet günü üzerinde katrandan bir gömlek ve yırtık bir deri olduğu halde kalkar"

Ümmü Atıyye (ra) şöyle demiştir: "Resulullah, ölüye bağırıp çağırmayacağımıza dair bizden söz aldı" Bezzâr'ın, râvileri sika'dan olan bir senetle rivayet ettiğine göre; Resulullah (sas) şöyle buyurdu:

"İki ses dünya ve ahirette lânetlenmiştir Nimet zamanı çalgı çalmak, musibet zamanı inlemek " Buhârî ve Müslim'de, Ebû Musa el-Eş'arî (ra)'den rivayet ettiğine göre; o demiştir ki; Resulullah'ın uzak olduğu şeyden ben de uzağım Resulullah bağırıp çağırmaktan, musibet zamanı başını yolmaktan ve yaka yırtmaktan nehyetmiştir" İmam Ahmed b Hanbel'in Enes (ra)'den rivayet ettiğine göre, Enes (ra) demiştir ki: "Resulullah (sas) kadınlarla bey'atleştiği zaman, bağırıp çağırmamaları hakkında onlardan söz aldı" Kadınlar: "Ya Resulullah, cahiliyet döneminde bazıları bizimle beraber ölülerimize ağlaştılar Şimdi biz de onların ölülerine ağlamayalım mı?", Resulullah (sas): "İslâm'da ölünün arkasından bağırarak ağlaşmak haramdır" buyurdu

Resulullah'ın: "Ölüye akrabalarının ağlaması onun azabını arttırır" (Buhârî, Cenâiz, 32; Meğâzi, 8; Müslim, Cenâiz, 16, 17 vd; Ebu Davud, Cenâiz 54) buyurduğu bilinmektedir Ancak Hz Âişe (ra)'ya bu hadis hakkında görüşü sorulunca, Hz Peygamber'in bununla, kâfir kimse için akrabaları ağlarken kendisinin de azap edildiğini kasdettiğini söylemiştir Hadisin manası: "Ölü acı duyar, ehlinin ölü için bağırıp çağırması onu üzer Çünkü o ağlamalarını işitir Yaptıkları işler ona arz olunur" demektir Yoksa "âilesinin ağlamasından dolayı azap ve ceza görür" anlamında değildirÇünkü hiçbir kimse diğerinin günahını yüklenemez İbn Cerir'in Ebû Hureyre (ra)'den rivayet ettiğine göre, o şöyle demiştir: "Yaptığınız işler yakınlarınızdan ölenlere arz olunur Eğer bir hayır görülürse, buna sevinirler; kötülük görürlerse hoşlanmazlar"

Ölü arkasından yas tutma durumuna gelince; kadının, ölen yakınları için, kocası izin verdiği müddetçe üç gün yas tutması caizdir Üç günden fazla yas tutması ise haramdır Ancak ölen, kendi kocası ise iddet boyunca yas tutması gerekir İddet müddeti ise, dört ay on gündür Ümmü Atiyye (ra)'den rivayete göre, Hz Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur "Kadın üç günden fazla ölüye yas tutamaz Ancak ölen kendi kocası ise, dört ay on gün yas tutar Yas elbisesi hariç boyalı (nakışlı elbise giymez, sürme çekmez, koku sürünmez, kına yakmaz, yıkanma dışında taranmaz Hayızdan temizlenip yıkandığında ise güzel koku sürülü bir bez parçasını kullanması caizdir" Yas tutmak; kadının, süsleneceği süslerden sürme, ipek koku ve kına gibi şeylerden vazgeçmesidir Yas tutmak yalnız kocanın hakkına vefâ etmek ve hakkını gözetmek için iddet boyunca kadına aittir

İslâm âlimlerinin bu hadislerden hareketle vardıkları sonuç şudur: Bir kimse ölüm musibetiyle karşılaşınca mutlaka kederlenir Fakat sadece sessiz ağlayarak bağırıp çağırmadan, yüzüne gözüne vurmadan, elbisesini yırtmadan ah ve feryad etmeden kederini açığa vurmasında bir sakınca yoktur Fakat böyle bir anda müslümanın kendinden geçip âdeta Allah'ın verdiği bu canı almakla ona isyan* edercesine ah ve figan ederek, üstünü başını yırtıp yüzünü gözünü tırmalaması asla caiz* değildir

İbn Mâce, Ebû Ümâme'den rivayet edilen bir hadisi şöyle kaydetmektedir: "Ölüm karşısında ölü için yüzünü tırmalayan, yakasını yırtan ve mahv ve helâkini isteyen kadına Allah gazab eder " (İbn Mâce, Cenâiz 52) Bu duruma göre ölüye ah ve figan ederek, elbisesini yırtıp, bağırıp çağırarak ağlamak haramdır
Ağlama

Mahzun olup Allah korkusundan yahut herhangi bir dert, tasa, acı, ümitsizlik ve bazen sevinçten dolayı gözyaşı dökmek İncinip, azarlanıp, dövülünce müteessir olarak ağlamak Yas, matem, yalvarma

Allah'u Teâlâ, "Kur'an'ın müslümanlara okunduğu zaman onların ağlayarak secde ettiklerini ve Kur'an dinlemenin onların derin saygısını artırdığını, kalplerinin titrediğini" ifade buyurmaktadır (el-İsrâ, 17/107, el-Hacc, 22/35, Meryem, 19/58) Kâfir ve münâfıklar için de "artık kazandıkları işlere karşılık az gülsünler, çok ağlasınlar" buyurur (et-Tevb 9/8 -82)

Kur'an ve Sünnet'e göre, güldüren de ağlatan da Àllah'tır (en-Necm 53/43) Kur'an'ın icâzı karşısında onu dinleyenlerin derileri ürpermektedir Müslümanlar, Allah korkusundan ağlayarak secde ederler "Eğer Kur'an bir dağa indirilseydi dağ Allah'ın korkusundan o baş eğmiş parça parça olmuş olacaktı " (el-Haşr, 59/21) Kur'an daha önce kendilerine bilgi verilenlere okunduğu zaman onlar ağlayarak secde ederler Allah anıldığında müslümanların kalpleri titrer, Kur'an dinlemek onların derin saygısını artırır (el-İsra, 17/107-109, el-Hacc, 22/35) Ona inanmayanlar kazandıkları işlere karşılık az gülüp, çok ağlayacaklardır

Resulullah (sas) "Eğer benim bildiğimi bilseydiniz çok ağlar, az gülerdiniz" buyurmaktadır (Buhârî, Küsûf, 2; Müslim, Küsûf, 1)

Resulullah (sas) hiçbir zaman kahkaha atmamış, ama yüzünden de gülümsemeyi eksik etmemiştir O, Kur'an okurken, dinlerken ağlamıştır Resulullah müslümanları çok acıklı durumlarda, cenaze arkasında yaka bağır yırtarak, çığlık atarak, söylenerek ağlamaktan alıkoymuştur (bk Ağıt) O, sessizce ağlar, yanaklarından yaşlar süzülürdü Kızı Zeynep'in çocuğu hastayken kucağına almış, ağlamış ve şöyle demiştir: "Bu Allah'ın merhametli kullarının gönüllerine koyduğu rahmettir Cenâb-ı Hak bu rahmeti kullarından şefkatli olanlara ihsan eder" (Buhârî, Cenâiz 23, Müslîm, Cenâiz 11, Ebu Davud, Cenâiz, 24) Resulullah, acı ve ıstırap karşısında müslümanlara sabırlı olmalarını tavsiye etmiş, ancak insanların katı, taş yürekli olamayacaklarını, merhamet ve şefkat gözyaşlarının rahmet olduğunu, ağlamanın fıtrattan olduğunu söylemişlerdir

Hz Fâtıma, ablası Rukiyye'nin kabri başında sessizce ağlar, Resulullah (sas) da mübarek elbisesinin ucuyla onun gözyaşlarını silerdi Kâfirler Hz Câbir İbn Abdullah'ın babasını Uhud'da zalimce işkence ile şehid etmişler, Câbir ile bacısı şehide sarılıp ağlamışlar ve Resulullah onları alıkoymamıştır Hicret'in ikinci senesinde ölen Osman İbn Maz'un'un cenazesi üzerine eğilen Resulullah, onu öpmüş, sürekli ağlamıştır İbn Maz'un dışında ölen veya şehid edilen bütün sahâbelerin cenazelerinde, onlardan bahsederken de Hz Peygamber duygulanır, ağlardı Ancak o, yukarda belirttiğimiz gibi, sessiz sedasız ağlar, gözyaşları yanaklarından süzülürdü Resulullah, sesli ağlamayı yasaklamış; böyle bir hali, şeytan anırması olarak nitelemiştir

İslâm'a göre, sadece insanlar ağlamaz; yer, gök, müminin gökyüzünde bulunan rızık ve amel kapıları, melekler, hayvanlar, diğer canlılar dahi ağlamaktadır Fir'avn ve âl-i Fir'avn'ın (denizde boğulup) helâkine gök ve yer ağlamamış ve onların azapları ihmal edilmemiştir (ed-Duhan, 44/29) Resulullah bir gün hutbe okurken, üzerinde bulunduğu hurma kütüğü inlemiş, o, mübarek elini kütüğün üzerine koyduğunda susmuş; Resulullah, o kütüğün, işittiği zikrullah için ağladığını söylemiştir

İslâm'da geniş kütlelerin ağlama dövünme olayı yoktur Ancak, Kerbelâ yası müstesnadır İslâm tarihinde en çok gözyaşı, Hz Peygamber'den sonra Hz Hüseyin'in şehid edilmesinden dolayı dökülmüştür İbn-i Şîrin, "Kadınlar, Yahya (as)'dan sonra, Hz Hüseyin'e ağladıkları kadar hiç kimseye ağlamamıştır" demiştir (Zehebî-A'lâm, III, 210) Onun şahâdeti üzerine koparılan feryatlardan, Medine'de yer yerinden oynamıştır Hz Ümmü Seleme, Resulullah'ın da ona rüyasında ağladığını söylemiştir Şiîlerde Kerbelâ faciasından sonra Muharrem ayında törenle ağlaşmak bir gelenek haline gelmiştir

İslâm'dan önce cahiliye devrinde ve diğer dinlerde âyinler ve cenaze merasimleri sırasında ağlama; saçını başını yolma, vücudunu yaralama, kanatma, yüksek sesle bağıra bağıra yana yakıla hıçkırma, yaygara ve şamata kopararak ölünün özelliklerini sayıp dökme şeklindeydi Hatta ağlayıcılık eski çağlarda geçerli bir meslekti Resulullah (sas) bu tür çirkinlikleri lânetle anmıştır

İslâm tarihinde "ağlayanlar" (bekkâun) denilen yedi zat vardır Bunlar, Tebük seferberliği öncesinde Resulullah'a gelerek gazaya gitmek istediklerini, fakat binecek develeri, yiyecek azıkları olmadığını söylediklerinde Resulullah onlara "Size verecek hayvan kalmadı" demiştir Bu cevap üzerine onlar ağlayarak geri dönmüşlerdir Bu mücâhidler hakkında şu ayet nâzil olmuştur: "Şu kimselere de günah yoktur ki, onlar her ne zaman kendilerini bindirip cihada sevkedesiniz diye sana geldilerse sen onlara "Size binek bulamıyorum " dediğin için bu uğurda harcayacakları bir şey bulamadıklarından dolayı mahzun olup gözleri yaş dökerek dönmüşlerdi" (et-Tevbe, 9/92) Bu zatlar, Sâlim İbn Umeyr, Uleyye İbn Zeyd, Ebu Leyla el-Mâzinî, Seleme ibn Sahr, Irbad İbn Sariye, bazı rivayette Abdullah ibn Mufaddal, Ma'kıl İbn Yesâr veya Amr İbn Gunme oldukları kaydedilmektedir (Tecrid-i Sarih Tercümesi X, 413)

Münâfıklar hakkında da Allah'u Teâlâ şu ayeti indirmiştir: "Allah'ın Resulü'nün arkasından oturmakla sevindiler, mallarıyla canlarıyla cihad etmekten hoşlanmadılar "Sıcakta sefere çıkmayın " dediler De ki; "Cehennem'in ateşi daha sıcaktır " Keşke anlasalardı Artık yaptıklarına karşılık az gülsünler, çok ağlasınlar" (et-Tevbe, 9/81-82) Allah'u Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de kâfirlerin katı kalpliliğine işaret etmiş, Allah korkusundan ağlayan yumuşak kalpli, merhametli müminleri cennetle müjdelerken, kâfirlerin cehenneme gideceğini haber vermiştir İnkâr edenlere dünya hayatı süslü gösterilmiştir Böylelikle onlar eğlenmeyi ve gülmeyi iş edinerek, inananlarla alay etmektedirler Yani "dünya müminin zindanı, kâfirin cennetidir" Ancak son tahlilde, "görülmeyeni ve görüleni bilen Allah'a döndürülecek olan insanlara Allah yaptıklarını bir bir haber verecek"tir

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (A)

Eski 11-04-2012   #12
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (A)



âhâd Haber

Râvî sayısı bakımından mütevâtir* derecesine ulaşmamış hadîsler için kullanılan bir usûl-i hadîs ıstılahı

Âhâd, lügatta, "bir" manasına gelen "ehad" ve "vâhid" kelimelerinin çoğuludur Matematikte birler hanesini ifade eder Haber, herhangi bir şey veya mesele ile ilgili olarak nakledilen bilgi anlamındadır Hadîs ilminde ise Hz Peygamber'in kavlî, fiilî ve takrîrî sünnetlerinin sözle ifadesi demek olan "hadîs" kelimesinin müterâdifi olarak kullanılır Bazı âlimler, Hz Peygamber hakkındaki rivayetler için "hadîs", Sahâbe ve Tâbiûn sözleri için de "haber" tabirini kullanmayı tercih etmişlerdir Bu itibarla "âhâd hadîs" yerine "âhâd haber" deyimi yaygınlaşmıştır

Hz Peygamber'den, Sahâbe'den ve Tâbiûn'dan nakledilen haberler, onları rivayet edenlerin sayıları bakımından değişik isimler almışlardır Bir haber, ilk kaynağından itibaren her nesilde yalan üzere birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir kalabalık tarafından rivayet edilmişse buna "mütevâtir haber" denir Eğer herhangi bir nesilde haberin râvî sayısı en az üçe düşerse "meşhûr" veya "müstefiz"; ikiye düşerse "azîz"; bire düşerse "garîb" veya "ferd" adını alır Mütevâtir dışında kalan haber çeşitlerinin hepsine birden "âhâd haber" denir (Talât Koçyiğit, Hadîs Istılahları, 118)

İlk asırlarda yalnız bir kişinin rivayet ettiği hadisler hakkında "haber-i vâhid" tabiri kullanılıyordu Nitekim İmâm Şafiî, haber-i vâhidi, "Hz Peygamber'e veya ondan sonraki bir şahsa ulaşıncaya kadar bir kişinin bir kişiden rivayet ettiği haber" şeklinde tarif etmiştir (eş-Şâfiî, er-Risâle, 160) Ancak daha sonraki devirlerde bu tabir, iki, üç ve hatta daha çok kimsenin birbirinden naklettikleri fakat mütevâtirin şartlarına hâiz olmayan bütün haberler hakkında kullanılmıştır (Koçyiğit, age s, 22)

Haber-i vâhidin kesin bilgi ifade edip-etmediği ve buna bağlı olarak da onunla amel edilip-edilemeyeceği konusundaki görüşlere gelince, şöyle özetlenebilir İslâm âlimlerinin bir kısmı, râvileri âdil (güvenilir) ve senedi Hz Peygambere kadar muttasıl (kesiksiz) olan âhâd haberin ilim yani kesin bilgi ifade ettiğini ve ameli gerektirdiğini kabul etmişlerdir Bazıları ise "zan* ifade eder" demişlerdir Zan ifade etmesi, râvilerinde yanılma ihtimalinin bulunması dolayısıyladır (Talât Koçyiğit, Hadis Târihi, 183-189)

Âhâd haberler kesin bilgi vermezler Gerekli bilgilerin bulunması halinde bile sadece zan ve galip zan ifade ederler Âhâd haberler küfür ve iman konusunda delil olamazlar Zira akîdeyi ilgilendiren bir konudaki deliller zan ifade etmemelidirler Akâid'te zan geçerli değildir Âhâd haberler fıkhi ve ahlâkî konularda amel edilen haberlerdir

Âhâd haberlerin delil olamayacağını savunan âlimler genellikle şu ayetleri delil göstermişlerdir:

"Bilmediğin şeyin peşine düşme " (el-İsrâ, 17/36) ve "Zan, hakdan hiçbir şey ifade etmez" (en-Necm, 53/28) Ayrıca bu görüşü savunanlar ashâbın tek kişi tarafından rivâyet edilen bir haber için genellikle şahid* istediklerini ve bazı sahâbelerin tek yoldan gelen haberle amel etmeyişlerini de ileri sürerler Ama genellikle âhâd yolla gelen haberler kabul edilmiş ve akîde dışındaki konularda amelde delil sayılmışlardır

Aralarında Ahmed b Hanbel'in (241/855) de bulunduğu bir grup, haber-i vâhidin kat'iyyet ifade ettiği görüşündedirler (Âmid, el-İhkâm, I,108) İbn Hazm der ki: "Resulullah'a (sas) varıncaya kadar hep adil kimselerin rivayet ettiği haber-i vâhid hem ilim* hem de amel* ifade eder" (İbn Hazm, el-İhkâm, I, 119)

İslâm âlimlerinin çoğuna göre âhâd haberler zan ifade ettiğinden itikadî meselelerde tek başına huccet * sayılmazlar Zira itikatta zannî olmayan kesin delîle itibar edilir Mâmafih bu görüşte olmayan ve akâîd meselelerinde de, sahîh olmak şartıyla mütevâtirâhâd farkı gözetmeksizin bütün hadîsleri delîl olarak kabul eden âlimlerde mevcuttur Ahmed b Hanbel, İbn Teymiyye,* İbn Kayyim (Ali Osman Koçkuzu, İslâm Dininde Haber-i Vâhidin İtikâdî ve Teşriî Yönlerden Yeri ve Değeri, 63) ve İmâm Eş'arî* (Ebû Zehrâ, Târîhu'l-Mezâhibi'l İslâmiyye, I, 185) bu kanaattedirler

Amelî konulara gelince; İslâm âlimlerinin genel kanaatı bu çeşit haberlerin amelî ve ahlâkî konularda delil olması şeklindedir Ancak burada en önemli şart, haberin Hz Peygamberden sudûr etmiş olduğunun ve doğru nakledildiğinin tespitidir Bunun için de, râvisi gereken şartlara haiz olmalı, hadîs her türlü illet ve kusurdan uzak ve hadîs tenkidinin gerektirdiği şartları kendinde toplamış bulunmalıdır (Koçkuzu, age, 132) İmâm Şâfiî* ve Ahmed b Hanbel başta olmak üzere fakihlerin çoğunluğu haber-i vâhidin sıhhati hakkında, Hz Peygamber'den itibaren güvenilir (sika) râvîler tarafından rivayet edilmesinden başka bir şart aramamışlardır (Ebû Zehv, el-Hadîs ve'l-Muhaddisûn, 282) İmam Mâlik* ayrıca, Cumhûr'un ve Medînelilerin büyük ekseriyetinin haber-i vâhid hilâfına hareket etmemiş olmalarını şart koşar (Ebu Zehv, age, 281) İmâm Ebû Hanîfe'nin haber-i vâhidleri kabulü için ileri sürdüğü şartların en mühimleri şunlardır:

1 Mütevâtir ve meşhûr sünnete aykırı olmaması

2 Kur'an-ı Kerim'in genel hükümlerine ve manası açık ayetlere aykırı olmaması

3 Herkesin bilmesi ve nakletmesi gereken konularda olmaması

4 Güvenilir râvîlere muhalefet edilmemiş olması (Ebû Zehv, age, 281-282)

Ebû Hanîfe zamanında hadis uydurma hareketi korkunç bir şekilde yayıldığı için o, haber-i vâhidlerle amel etme konusunda ağır şartlar ileri sürmüş, pek titiz davranmış, haber-i vâhidlerin çoğunu reddetmiş, kıyası birtakım hadîslere tercih etmiştir O bunda mâzûrdur (Subhi es-Sâlih, Hadîs İlimleri ve Hadîs Istılahları, 266)

Haber-i vâhidin dinde delil olarak kullanılıp kullanılamayacağı hususundaki münakaşaların, Mu'tezilenin zuhuru ile ortaya çıktığı göz önünde bulundurulursa, bu münakaşalarda söz konusu edilen haber çeşidinin sadece bir kişinin haberi olduğunu, aziz ve meşhur denilen haber çeşitlerini bu münakaşaların şümûlü içinde mütalâa etmemek gerektiğini kabul etmek icap eder (Talât Koçyiğit, Hadis Istılahları, 24)

Hz Peygamber'den yapılan her rivayetin tevâtür derecesine ulaşması elbette mümkün değildir Ona nisbet edilen her haberi tenkid süzgecinden geçirmeden kabul etmek ne kadar yanlış ise, râvîlerin hatası veya yanılma ihtimali var diye hadîsleri reddetmek de o derece yanlıştır Bu gerekçe ile hadîsleri bütünüyle reddedenler sapıklığa hatta küfre düşerler Sahîh hadîsin şartlarını taşıyan âhâd haberler, sadece amelî ve ahlâkî konularda değil, itikâdî konuların açıklanmasında da birer dînî delil sayılırlar
Ahbâr

Yahudi âlimleri ve din adamları hakkında kullanılan Kur'anî bir tabir Hahamlar

Yahudiler, Ahbâr kelimesini belli bir grup âlim ve yahudiliği insanlara öğreten, yahudi şerîatını ve dinî hükümleri bilen kimseler için kullanmışlardır Bunlar yahudiler arasında çıkan anlaşmazlıklara ve problemlere çözümler getirmekte idiler

Kur'an-ı Kerim'de geçen Ahbâr kelimesi muhtemelen İbrânice'den Arapça'ya girmiş bir tabir olup, ayetlerde hristiyanların papazları ile birlikte zikredilerek her iki din mensuplarının din adamlarını ilâh edindikleri ve onların tavsiye ve direktiflerine uydukları bildirilmektedir

"Onlar, Ahbâr'ını (hahamlarını) ve ruhbanlarını (papazlarını) ve Meryem oğlu İsa Mesih'i Allah'tan başka Rab'ler edindiler Halbuki onlar, ancak "bir" olan ve kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı Allah onların ortak koştuklarından münezzehtir" (et-Tevbe, 9/31)

Ahbâr ve Ruhban tabirleri aynı sûrede birkaç ayet sonra tekrar zikredilirken onların insanlara yaptıkları haksızlıklar dile getirilmektedir:

"Ey iman edenler, Hahamlar ve papazlardan pek çoğu haksız yere insanların mallarını yerler, onları Allah'ın yolundan alıkoyarlar" (et-Tevbe, 9/34)

Yahudiler arasında büyük bir itibar ve nüfûza sahip olan Ahbâr, dinî hükümleri arzu ettikleri gibi evirip çevirerek insanları kendilerine bağlamış ve Tevrat'ı istedikleri gibi yorumlayarak dini tahrif etmişlerdir

Hz Peygamber'in Medine'ye hicretinden sonra bu yahudi Ahbâr'ından ve ileri gelenlerinden olan Abdullah b Selâm müslüman olmuş ve bunların dinde yaptıkları tahribatı müslümanlara anlatmıştır

Tevrat'ın hükümlerini uygulamaları gerekirken hep bundan uzak kalan Ahbâr, Kur'an-ı Kerim'de "Allah'ın hükümleriyle hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir Zalimlerin ta kendileridir Fâsıkların ta kendileridir" şeklinde anlatılmışlardır Bu ayetler Ahbârı ve onların yolunu izleyerek Allah'ın hükümlerinden uzak kalıp bunları uygulamayanların durumunu açıklamaktadır
Ahd

Yemîn, mîsâk, söz verme, ittifak, bir şeyi korumak, halden hâle onu muhafaza etmek, tavsiye etmek anlamlarında kullanılan bir terim Ahd kelimesi İslâmî bir kavram olarak "Ahd-ü Mîsâk' şeklinde kullanılmıştır Allah'u Teâlâ ile beşer arasında geçen birçok ahidleşmeyi insan aklına getirmektedir Kur'an-ı Kerîm'de geçen ahidleşmelerden birisi insanoğlunun yaratıcısını bilmesi ve ona yönelip ibadet etmesidir Bu tür bir ahid fıtrî bir ahiddir Allah'ın varlığına inanmak ihtiyacı, insan yaradılışında sürekli ve kalıcıdır Yalnız bazen insan şaşırıp yolunu sapıtır O zaman Allah'a ortak aramaya koyulur Oysa insan, Allah'ın resulleri aracılığıyla gönderdiği emir ve yasaklara uyarsa ahde uymuş olur Ahidleşme Kur'anî bir metottur Allah resulleri ile onlara uyan, onların ashâbı olan insanlar arasında gerek Allah'ın hükümlerini yaşama, gerek bunları muhafaza etme konusunda ahidleşmeler olmuştur

Ahd hem Allah'ın insanlara teklif etmiş olduğu hükümler ve hem de insanların Allah'a karşı veya Allah namına diğerlerine karşı yerine getirmeyi taahhüd etmiş oldukları hususlardır Kur'an-ı Kerim'de "Allah'ın ahdini yerine getiriniz" (el-En'am, 6/152) buyurulur Âlimler buradaki ahdi şöyle izah etmişlerdir: "Allah'ın ahidlerini îfa ediniz Gerek Allah'ın size teklif etmiş olduğu ahidleri, emirleri, nehiyleri ve gerek sizin Allah'a veya Allah nâmına diğerlerine verdiğiniz ahidleri, adakları, yeminleri, akitleri, doğru olan her tür taahhütleri yerine getiriniz İslâm'da ahdi bozmak haramdır"

Gerek Allah'a ve gerekse insanlara karşı verilen ahdin yerine getirilmesi gerekir Kur'an'da kurtuluşa eren müminlerin sıfatları sayılırken: "Onlar emanetlerini ve ahidlerini yerine getirirler " (Mü'minûn, 23/8) buyurulur

Allah ile insanlar arasında birçok ahidler vardır Allah'ın insanlardan aldığı ilk ahid, onların zürriyetlerini Hz Adem'in sulbünden alıp kendi ulûhiyetini tasdik ettirmesidir (bk el-A'raf, 7/172)

Ahidle yemin arasında fark vardır Yemin bozulursa keffâret gerekir Fakat ahidte bu yoktur Ahdi bozmanın günahı keffâretle ortadan kalkmaz (İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'an, III, 1174)

"Ey İsrailoğulları, sizi nasıl bir nimet ile nimetlendirdiğimi hatırlayın Ve bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de size verdiğim sözü yerine getireyim Siz, Benden korkun " (el-Bakara, 2/40) ayeti bu ahidlerden biridir

Ayet-i Celîleden anladığımıza göre, Cenâb-ı Hakk'a söz vermiş bulunan bir kavme karşı Cenâb-ı Hakk da onlara bir vaatte bulunmuştur Bu bir ahidleşmedir Allah'u Teâlâ ahdinden asla caymayacağına göre, insanlar da ahidlerinden caymamalıydılar Ancak insanlar ahidlerinden caymaya başlamışlar ve Allah'a ibadet etmemek, Onun yasaklarına uymamak ve O'na ortak koşmak gibi sapıklıklara düşmüşlerdir Ahidlerine uygun olarak yalnız Allah'a ibadet etmeleri, hayatlarında Allah'ın hükümlerini hakim kılmaları gerekmektedir Ancak fâsıklar ahitlerini bozarak Allah'la sözleşmelerini iptal etmişlerdir Allah ile olan ahdine vefa göstermeyen, bu ahdi bozan ve bozmaya çalışan kimseden hiçbir ahde saygı göstermesi beklenemez Oysa ki Allah kendisi ile yapılan ahde bağlılık gösterenlere büyük bir mükâfat vereceğini va'd etmektedir

"Doğrusu sana sadakat yemini edenler (ey Muhammed) bizatihi o yemin ile Allah'a bağlılık yemini etmektedirler Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir Bu yüzden her kim (o yeminden sonra) yeminini bozarsa, ancak kendi zararına bozmuş olur ve her kim Allah ile ahdini yerine getirirse Allah ona büyük bir mükâfat nasip edecektir" (el-Feth, 48/10)

İnsanlar, Allah'ın emir ve yasakları ile hududunu aşarlarsa şeytana ibadet etmiş, onun çemberine girmiş olmaktadırlar Oysa Allah (cc) bütün insanlardan ahd-ü misâk aldığını ifade buyurmaktadır

"Ey Âdemoğulları, ben sizinle ahidleşmedim mi? Şeytana tapmayın, o sizin düşmanınızdır " diye (Yâsin, 36/60)

"Rabb'in Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini alıp devam ettirmiş ve onları kendilerine şahit tutarak: "Ben Rabb'iniz değil miyim? (demiştir)" "Evet (buna) şâhidiz!" dediler Kıyâmet günü! Biz bundan habersizdik demeyesiniz" (el-A'raf, 7/172)

Ahde vefa konusunda İslâm son derece titiz davranır İnsanlar arası ilişkilerde güven unsurunun hâkim olması için yeğâne garanti vasıtası ahde vefâdır Bu güven olmadan veya sağlanmadan sıhhatli bir toplum hayatı mümkün olamaz Allah öyle bir topluma rahmet nazarıyla bakmaz

"Ama Allah'a verdikleri sözü iyice pekiştirdikten sonra bozanlar ve Allah'ın bitiştirilmesini istediği şeyi kesenler ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlar İşte lânet onlara (dünya) yurdunun kötü sonucu onlaradır" (er-Ra'd, 13/25)

Cenâbı Hakk kullarından ilk ahdin yanı sıra daha sonraları peygamberleri aracılığı ile başka ahidler de almıştır Mesela İsrailoğullarından namaz kılacaklarına, zekât vereceklerine, peygamberlerine itaat edeceklerine dair ahid almış ve bu ahde riayet etmeleri halinde de onlara dünya ve âhirette mükâfaat vereceğini bildirmiştir (el-Mâide, 5/12) Bundan başka anaya, babaya, akrabalara ve yoksul kimselere yardım edeceklerine birbirlerinin kanlarını akıtmayacaklarına birbirlerini yurtlarından çıkarmayacaklarına (el-Bakara, 2/83-84) dair söz almıştır Fakat ne yazık ki İsrailoğulları bu ahde vefâ göstermeyerek sözlerini bozmuşlardır (el-Bakara, 2/100)

İslâm hukuku açısından "ahd" ise; fıkıh sahasına giren bütün sözleşme ve akidlerdir "Ahd" ve "akd" kelimeleri asr-ı saadette devletler arasındaki sözleşmeler anlamında kullanılmıştır Bilhassa Hudeybiye andlaşmasında kullanılan ahd ve akd kelimeleri bu anlamı yansıtmaktadır

Ahdi Bozmak

Kur'an-ı Kerim, ahde vefâyı emreder Ahdi bozmayı, vefâsızlığı yasaklar Hatta bazı örnekler vererek ahdi bozmayı kötüler Bazı kimselerin ahidlerini bozarken kendilerince gösterecekleri sebepleri de reddeder

"İpliğini iyice eğirip katladıktan sonra söküp bozan kadın gibi olmayın Bir ümmetin sayıca daha çok olmasından ötürü yeminlerinizi aldatma vasıtası yapıyorsunuz Allah, onunla sizi imtihan eder Kıyamet günü, ihtilâf ettiğiniz şeyleri elbette beyan edecektir " (en-Nahl, 16/92)

Ahdini bozan kimseler azimetten yoksun ve ileri görüşten mahrumdurlar Sanki bir kadın ipliğini iyice eğirip katladıktan sonra onu tekrar tekrar söküp dağıtmaktadır Bu benzetmedeki bütün ayrıntılar hakaret, hayret ve garipliklerle dolu bir anlam taşımaktadır Bütünüyle ahidleri bozmayı kötülemekte ve çirkin bir iş olarak ruhlara yerleştirmeye çalışmaktadır

Şahsiyetli ve akıllı bir insanın kalkıp da bu kadına benzemesi ve onun gibi zayıf iradeli olmayı kabullenmesi düşünülemez

Ayette, ahdi bozma durumunda olan devletler de kınanmaktadır Bir devlet bir veya birkaç devletle andlaşmalar imzalar, sonra da güçlü ve nüfuzlu devletlerin diğer saflarda yer aldığını ileri sürerek andlaşmalarını bozar ve bunda devletin çıkarının söz konusu olduğunu iddia ederse, islâm bu sebepleri kabul etmez ve mutlak şekilde ahde vefâ gösterilmesini emreder Verilen sözlerin ve andlaşmaların hile ve oyun vasıtası kılınmasına göz yummaz Ancak şunu da unutmamak gerekir ki; islâm, iyilik ve Allah korkusu esasları dışında yapılan hiçbir andlaşmaya itibar etmez Günah, isyan ve kötülük esasları üzerine yapılmış andlaşmaları reddeder Gerek islâm toplumunun gerek islâm devletinin yapısı bu esaslara göre kurulur

Müslümanların verdikleri sözü tutmalarından dolayı tarihte birçok kavimlerin İslam'a girdiği görülmüştür Müslümanlardaki doğruluk ve sadakat, inançlarındaki samimiyet ve ihlâs, işlerindeki temizlik ve dürüstlük onları hayran bırakarak İslam'la tanışmalarına ve hidayet bulmalarına sebep olmuştur Böylece müslümanlar ahidlerini bozmamakla, kaybettikleri basit ve küçük çıkarlar yerine pek büyük kazançlar elde etmişlerdir

Bir müslümanın sözü gerçekten Allah'a verilmiş bir sözdür Müslüman, Allah korkusu taşıdığından ahdini bozmayı düşündüğü an Allah'ın kendisini hesaba çekeceğini düşünerek bundan vazgeçer Çünkü ahdine sadık kaldığında Allah katında kendisi için hayırlar hazırlandığının şuurundadır

"Allah'ın ahdini az bir pahaya satıp değişmeyin Eğer bilirseniz Allah katında olan sizin için daha hayırlıdır" (en-Nahl, 16/95)

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (A)

Eski 11-04-2012   #13
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (A)



Ahd-i Atik

Eski ahid, eski sözleşme Ehl-i kitap yani yahudî ve Hristiyanlarca kutsal sayılan kitaplardan bir kısmı Ahdi atik'in Rab Yahve (Yahova) ile İsrailoğulları arasındaki bir sözleşme olduğuna inanılır Yahudi inancına göre Rab, Hz İbrahim (as) ile bir sözleşme yapmış, aynı sözleşme daha sonraki peygamberler ile de tekrarlanmıştır Bu sözleşme ile Rab Yahova İsrailoğullarını kendi kavmi ilân etmiş ve onları diğer insanlardan üstün kılacağını, onları Arz-ı Mev'ud* (Vadedilmiş Topraklar)'a götüreceğini söylemiştir Yahudiler de bu vaade karşılık Rablerine verdikleri sözü tutup onun emirlerinden çıkmayacaklardı Ahd-i Atik'in ilk otuzdokuz bölümünün kutsallığı konusunda görüş birliği olup, bunlar Kitab-ı Mukaddes'in ilk kısmını oluştururlar Dokuz tanesi ise sadece Katolikler tarafından kutsal sayılmaktadır

Ahd-i Atik üç büyük bölümden oluşmaktadır Bunlardan Nebiim ve Kütübim kısımları Hz Davud'a indirilen Zebur'dur Ahd-i Atik'in en önemli bölümü ise Tora (Tevrat) olup Hz Musa'ya indirilen kısımlardır Bunlara Esfâr-ı Hamse (Beş Sifr) adı verilmektedir ki bunlar: Tekvin, Huruç, Levitik, Âdât ve Tesniye'dir Bizim Tevrat dediğimiz bunlardan ibarettir

Tevrat kelime olarak İbranî'ce olup "şeriat ve hak sözler" anlamını taşımaktadır Kur'an-ı Kerim'de de Tevrat kelimesi için "İnsanlar için bir hidayet" olarak indirildiği (Âli İmrân, 3/3-4) ifade buyurulmaktadır Hz Musa hayattayken okuma yazma bilenlerin azlığı ve bu ilâhî kitabı ezberleyenlerin hemen hemen yok oluşu Tevrat'ın elde çok az nüshasının bulunmasına sebep olmuştu Zamanla az olan bu nüshalar çeşitli sebeplerden dolayı korunamamıştı Bilhassa Babil İmparatoru Buhtunnasır'ın Kudüs'ü zapt ve tahrip ederek İsrailoğulları âlimlerini öldürmesi ve şehri tahrip sırasında elde mevcut olan Tevrat nüshalarının yanması Tevrat'ın aslının kaybolmasına yol açmıştı Bunun için de İsrailoğullarının elinde ilâhî bir emirler manzumesi kalmamış, dini hüküm ve itikad esaslarını düzenleyen kutsal kitap kaybolmuştu

İsrailoğulları peygamberlerinden Hz Süleyman (as)'dan sonra gelen yirmidört yahudi hükümdarı, Hz Musa (as) ve ondan sonraki peygamberlerin getirdiği tevhîd akidesini terkederek irtidat etmiş, hatta çoğu putperestliğe geri dönmüştü Bu dönemde İsrailoğulları arasında son derece yaygın hale gelen putperestliğin etkisiyle Mescid-i Aksa'nın içi putlarla dolmuştu

Bize gelen bilgilere göre MÖ 622 yılında İsrailoğulları'nı yöneten Buşia adında bir hükümdar tekrar Hz Musa'nın getirdiği dine dönmüştü Bu hükümdar döneminde yaşayan Azra adında bir kâhin, kaybolmuş olan Tevrat'ın asıl nüshasını Kudüs'te bulup çıkardığını ileri sürmüş ve İsrailoğulları'na kendi uydurduğu bir kitabı Tevrat diye kabul ettirmişti Eldeki Tora (Tevrat)'yı Azra yazmış ve bunun için Hz Musa (as)'ya indirilen Esfâr-ı Hamse (Beş Sifr) dışında birçok ilâve yapılmıştı Zira bu ilâvelerde Hz Musa'nın ölümünden ve ondan sonra meydana gelen olaylardan da söz edilmektedir Hz Musa'nın vefatıyla ilâhî vahiy kesildiğine göre, bu bilgilerin Azra'nın ilâveleri olduğu gayet açıktır Böylece tek kişinin bilgi ve rivayetine dayalı olan bu kitap Tevrat olarak kabul görmüş, nüshaları çoğaltılarak yahudiler arasında yayılmıştı Asırlarca sonra ve kaybolduğu kesinlikle bilindiği halde bu yolla ortaya çıkarılışı, bu kitabın sıhhati hakkında bize belli bir fikir ve kanaat vermektedir Kur'an-ı Kerim'de de Tevrat'ın tahrif edildiği hususunda şöyle buyurulmaktadır:

"Halbuki onlardan (Hahamlık görevi yapan) bir grup, Allah'ın Kelâmını dinleyip iyice anladıktan sonra bunu bile bile tahrif ediyorlar" (el- Bakara, 2/75)

Bu duruma göre bugünkü Yahudilerin elinde olan Tevrat Cenâb-ı Allah tarafından Hz Musa (as)'ya indirilen ve Kur'an-ı Kerim'de zikredilen kitap değildir

Tevrat'ın bugün elde mevcut olan nüshalarına gelince, üç adet olup, şunlardır:

1- Başta Yahudiler ve Hristiyanlardan yalnız Protestan mezhebince kabul edilen ve İbrânice olan nüsha

2- Roma ve Doğu kiliseleri tarafından kabul gören Yunanca nüsha

3- Sâmirî dilinde yazılmış ve yalnız Sâmirîlerin mûteber saydıkları nüsha

Bu nüshalar Tevrat'ın en mûteber nüshaları olduğu halde aralarında birçok tezatlar, birbirine benzemeyen bilgiler, birbiriyle uyum sağlamayan bölümler vardır Meselâ Hz Âdem (as)'in yaratılışından Hz Nuh (as) tufanına kadar geçen zaman Yunanca nüshada 2260, Sâmirî dilinde yazılan nüshada 1307 ve İbrânice nüshada 1650 yıl olarak kaydedilmektedir Azra'nın bulduğunu söylediği nüsha bir dilden diğer dile aktarılırken, bir çok kısım, fıkra ve olay çıkarılmış; yer yer birçok tahrifata uğramıştır Nüshalar arasında çok açık bir üslûp farkı göze çarpmaktadır Bu nüshalarda bazı peygamberler hakkında verilen bilgilerde peygamberlerin "İsmet"* sıfatı ile çelişen hususlar bulunmaktadır Ayrıca birçok hurafe* ve masal özelliği taşıyan kısımlar vardır Bu bilgilerin Allah tarafından bir peygambere vahyedilmesinin mümkün olmadığı gayet açıktır Bu nüshalara sahip çıkan grupların her birinin diğer nüshaların uydurma olduğunu ileri sürüp yalnız kendi nüshalarını kabul etmeleri de ayrı bir durumdur Fakat bütün bunlara rağmen elde bulunan bu kutsal kitapta ilahî bazı bilgileri çağrıştıracak özellikler vardır
Ahd-i Cedid

Yeni ahid, yeni sözleşme Hristiyanlara göre, putperestliğe sapan yahudîlerin bu durumlarına acıyan Cenâb-ı Allah, İsrâiloğulları ile yeni bir sözleşme yapmıştır Bu sözleşme Hristiyan inancına göre, Allah'ın kendi oğlunu insan şeklinde dünyaya göndermesi, Mesih'in çarmıha gerilmesi ve öldürülüp tekrar diriltilmesi gibi sapık bilgilerle yoğrulmuş bir akîdeyi yansıtan muharref kitap İncil'den ibarettir Buna göre Ahd-i Cedîd yalnız hristiyanlara ait olan kutsal kitaba yani İncil'e verilen isimdir Yahudiler ve hristiyanların müşterek olarak inandıkları Ahd-i Atik'in otuz dokuz bölümü ile Ahd-i Cedîd biraraya getirilerek bunlara "Kitâb-ı Mukaddes" adı verilmiştir

İncil'in Hz İsa'ya Cenâb-ı Allah tarafından indirildiği hususunda Kur'an-ı Kerim'in Mâide Suresi, 5/46 âyeti ile şöyle buyrulmaktadır:

"Ardından da (bu peygamberlerin) izlerince Meryem oğlu İsa'yı kendinden önce gelen Tevrat'ın bir tasdikçisi olarak gönderdik Ona da içinde bir hidâyet, bir nur bulunan İncil'i verdik Bu ondan önceki Tevrat'ın bir doğrulayıcısı ve takva sahipleri için bir hidayet ve öğüt vericidir"

"Göz nuru" anlamına gelen İncil, Hz İsâ (as)'ın kendi konuştuğu İbrânî dilinin bir lehçesi olan Süryanice ile nâzil olmuştur Fakat bugün Hz İsâ'nın konuştuğu lehçe ile tam olarak uyuşan bir nüshası yoktur Bu da bugün hristiyanların elinde bulunan İncil nüshalarının tamamen değiştirilmiş olup aslının bulunmadığını göstermektedir Zira İncil'in Hz İsâ'nın dünyadan ayrılışından en az elli yıl sonra ve başkaları tarafından yazıldığı bilinen bir husustur Ahd-i Cedîd'in içinde dört adet İncil mevcut olup bunların hepsi Hz İsâ (as)'ın hayatını anlatmaktadır

Bugün elde olup Hristiyanlar tarafından kabul gören dört İncil, ilk dönemlerde birçok Hıristiyan tarafından reddedilen ve asla kabul görmeyen kitaplardı Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde din adamları ve kiliselerin elinde çok sayıda ayrı ayrı İnciller vardı Bunun için Hıristiyan dünyasında büyük ayrılık ve kargaşalıklar görülüyordu Nihayet hristiyanlığı Bizans'ın resmi dini olarak kabul eden imparator Konstantinos'un buna müdahale etmesiyle Miladî 325 yılında hristiyanlığın inançlarını ve kutsal kitabını tesbit etmek üzere İznik'te bir konsil (Ruhanî Meclis) toplandı Bu konsile hıristiyan dünyasından ve çeşitli mezhep ve ekolden bin civarında din adamı ve hıristiyan bilgini katılmıştı

Bunların içinden Hz İsâ'nın ilâh olduğuna inanan üç yüz on sekiz kişinin kararıyla bugünkü dört İncil kabul edilerek diğer kitaplarla birlikte hepsine "Ahd-i Cedîd" adı verildi Bu konsilde günlerce süren tartışmalar neticesinde Hz İsâ'nın ilâh olduğu hususu kararlaştırılmış fakat bu karara çok az kimse katılmıştı Matta, Luka, Yuhanna ve Markos adını alan bu dört adet İncil'in Hz İsâ'ya indirilen ve Kur'an-ı Kerim'de zikredilen Semâvî kitapla ilgisi olmadığı, içindeki birçok basit, birbiriyle çelişen bilgi ve hikâyelerden anlaşılmaktadır

Her şeyden önce bu İncillerdeki uslüp aslâ ilâhi bir özellik taşımamaktadır Hz İsâ'nın dünyadan ref'i esnasında üç gün zindanda kaldığı Petros risalesinde yazıldığı halde diğerlerinde mevcut değildir Eldeki İncillerin hiç biri sahih bir rivâyetle adını taşıdıkları müelliflerine ulaştırılamamaktadırlar Bu dört İncil ele alındığında gerek kısım gerekse âyet sayısı itibariyle ve konuyu ele alış şeklinden aralarında çok büyük ve derin farkların ortaya çıkması, bunların ayrı ayrı kimseler tarafından yazıldığını göstermektedir

Bugün hristiyanların elinde bulunan bu dört İncil'den Matta 28 kısım, Luka 24 kısım, Yuhanna 21 kısım ve Markos da 16 kısımdan ibarettir

Bütün bu bilgilere göre bugün bir müslüman olarak Tevrat, Zebur ve İncil'in ilâhi birer münzel kitap olduklarına iman ediyor isek, şu mevcut değiştirilmiş halleriyle değil, Cenâb-ı Allah'ın Hz Musâ, Hz Dâvud ve Hz İsâ'ya indirdiği şekillerine ve sahih metinlerine iman ediyoruz Ancak bununla beraber Kur'an'ı Kerim'in gelişiyle bunların bütün hükümleri mensuh olmuştur Tek hüküm ve şeriat olarak Allah'ın son-mesajı Kur'an-ı Kerim'in hükümleri geçerlidir
Ahfâd

Torunlar "Hafîd" kelimesinin çoğulu olup, bir kimsenin sonuna kadar olacak çocuklarını ihtiva eder Şöyle ki, oğul ve kızların çocukları ve bu torunların çocukları Sonuna kadar hepsi ahfâddır

İslâm hukukunda ahfâd'a dair muhtelif meselelerde bazı hükümler vardır Meselâ vakıf konusunda, ahfâda dair hükümlerden bazıları şöyle sıralanabilir Birisi yaptığı vakfın gelirini "evlâdıma şart ettim" dese, bu vakıf sadece o kişinin çocuklarını kapsar, torunlarına şâmil olmaz Başka bir görüşe göre bu şart ahfâda da şâmildir

Vakfedenin sözünde evlâd tabirinin, ahfâda da şâmil olduğuna dalâlet eden bir delil, bir karine bulunursa bu vakıfa ahfâd da dahil olur Bu konuda da âlimler arasında ihtilaf yoktur Meselâ vakıf yapan kişi, "vakfımın gelirini, nesiller boyunca evlâdıma şart ettim" dese, bu vakfın içine ahfâd da dahil olur (Ömer Nasuhî Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, I, 360)

Nikâh konusunda ahfâdın hükmü ise, kişinin kesinlikle, erkek olsun kadın olsun, bunlarla evlenememesidir Böyle bir evlilik dinen haram ve yapılan akid de bâtıldır Ahfâd kişinin furû'una girdiğinden nesebî yakınlığı dolayısıyla evlenmesi yasak olan zümreler içinde sayılmıştır

Aynı şekilde ahfâd furû' içinde yer aldığından, kişi kendi ahfâdına zekât veremez

Miras konusunda ise, evlâd var iken ahfâd hacb*edilir Yani ölen kişinin mirasına önce evlâtları, şayet bunlar öldüyse, bunların çocukları, yani torunlar, belli esaslar ve usûller dahilinde mirasçı olurlar

Öbür taraftan muhtaç olan baba, dede ve annelerin nafakaları da evlâd veya ahfâd üzerinedir Fakat muhtaç olan bir kişinin oğlu veya kızı varsa, bu durumda ahfâdının bu kişiye nafaka vermesi gerekmez (Bilmen, age II, 500 vd)

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (A)

Eski 11-04-2012   #14
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (A)



Ahi, Ahilik

Selçuklular ve Osmanlılar döneminde Anadolu'da kurulan üretici, esnaf ve çiftçi yardımlaşma teşkilâtı, Ahî Arapça'da "Kardeşim", Türkçe'de "Cömert" olan akı anlamında kullanılmaktadır İslâm ortaçağında ortya çıkmış bulunan ve daha çok bir esnaf teşkilâtı olan Ahîlik (veya fütüvvet) yiğitlik ve cömertlik esasları üzerinde kurulmuştur Öncelikle esnafın mensup olduğu bu teşkilât daha sonraları ve özellikle sınır boylarında fetihlerin Batı'ya doğru götürülmek istendiği noktalarda bütün sınır boyu sâkinlerinin katıldığı bir kuruluş haline gelmişti Arapça'da genç, yiğit, delikanlı ve cömert kişi anlamında olan "Fetâ" kelimesinden türetilerek adına "Fütüvvet" denilen bu teşkilâtın mensupları birbirlerine kardeşim anlamında olan "Ahî" kelimesiyle hitap ettikleri için bu kelimeden alınarak teşkilât mensuplarına da "Ahîler" denilmekteydi Ahîlik teşkilâtı özellikle Anadolu'nun yurt edinilmesinde ve bilhassa halk ve esnaf arasında İslâmî prensip ve emirlerin uygulanmasında büyük bir rol oynamıştır

Gerek Selçuklu ve gerek Osmanlı Sultanlarından bazılarının ve özellikle ilk Osmanlı sultanlarının da bu teşkilâta vezirleriyle birlikte üye olduklarını görüyoruz Anadolu'nun birçok şehrinde tekkeleri olan Ahîler Osmanlı devletinin kuruluşu dönemlerinde fetih hareketlerinde büyük rol oynamış ve aynı zamanda gazî ünvanı ile cihad hareketine katılmışlardı

Bundan anlaşıldığına göre Ahîler yalnız kendi üyeleri ve mensuplarının haklarını korumak gayesiyle aralarında oluşturdukları bir örgüt olmaktan çok; inanç birliği için biraraya gelmiş, İslâm'ın menfaatlerini koruyan bir kuruluş idiler Toplum içinde bir dayanışma sağladıkları gibi, halkı ve devlet adamlarını cihâda ve fetihlere teşvik ediyorlardı

Ahîlik, aslında, ilk kuruluşu ve gelişmesinde, asla bir tarikat değildi Fakat tarikatların prensip ve teşkilatından yararlandığı muhakkaktır Daha sonraları bu teşkilatın mensupları Mevlevî ve Bektaşî tarikatlarına girmişlerdi Mevlevîlerin ileri gelenlerinden Mevlânâ Hüsâmeddin'in babası olan "Ahî Türk" Konya'daki Fütüvvet* teşkilâtının başı idi Aynı şekilde Kırşehir'deki bir Bektâşî zaviyesi şeyhinin Ahîlik teşkilatına bağlı olduğunu görüyoruz Fakat bütün bunlara rağmen Ahîlik teşkilatı Sünnîlik ve ılımlı Şiilik çizgisini korumuştur Anadolu'daki Ahîlerin en ileri gelen reislerinden olan Ahi Evren'in Sünnî ve Şâfî olduğu bilinmektedir

Ahîlerin Fütüvvet teşkilatına tam üye ve lâyık olabilmeleri için, ilim ve san'atla uğraşmış veya uğraşmakta olan kimseler olması gerekir Özellikle üyenin cuma akşamları yapılan toplantılarda okunan Kur'an-ı Kerim, hadîs, menâkıb, tasavvuf edebiyatı ve hikmet gibi derslere ve ilim meclislerine katılması gerekir

Ahî teşkilâtının prensip ve özelliklerini en iyi anlatan ve yansıtan onların "Fütüvvetnâme"* adıyla yazdıkları belgelerdir On üçüncü yüzyılda yazıldığı bilinen bir fütüvvetnâme'de ahîlik prensipleri ve ilkeleri şöyle tesbit ediliyor:

"Bir ahînin ancak on sekiz dirhem gümüşe eşit bir sermayesi bulunabilir Ahî mutlaka helâlinden kazanmalıdır Bütün ahîlerin bir sanatı olmalıdır Ahîler yoksullara yardım etmelidir Ahî en iyi şekilde cömert olmalıdır Âlimleri sevmeli onlara saygı duymalıdır Ahîlerin iyi, anlayışlı ve temiz giyimli kimselerle sohbet etmesi lâzımdır Ahîler fakirleri sevmelidir Hakkı kaybolanların hakkını aramak teşkilâtın görevidir Ya bu hak alınır yahut helâl edilir Ahî alçak gönüllü olup, namazını asla kazaya bırakmamalıdır Utanma duygusuna sahip ve nefsine hâkim olmalı, beylerin ve zenginlerin kapısına gitmemelidir Aksine sultanlar onun kapısına gelmelidir "

Ahilik teşkilâtında mertebe sistemi şöyle idi En başta bir "Şeyhu'lMeşâyih" adıyla bir lider bulunur Buna Ahî-Baba denirdi Bunun altında bir önceki lider olarak "Şeyh" ünvanını taşıyan sâbık şeyh yer alır

Üçüncü mertebede "Halife", ondan sonra "Nakipler" gelirdi Daha sonra altı bölükten oluşan ve ilk üç bölüğüne "Ashâb-ı Tarîk" (Yol arkadaşları) adı verilen "Ahîler" yer alıyordu Teşkilâtın en son mertebesinde "Yiğitler" vardı ki bunlar teşkilâta yeni katılan kimseler idiler

Ahîlerin kendilerine özgü kıyafetleri vardı Başlarına beyaz keçe külâh giyer, üstüne sarık sararlardı Ayaklarında şalvar, bellerinde yünden örülmüş bir kuşak bulunurdu Ayaklarına mest giyer, bellerinde uzun kamalar taşırlardı

Ahîler gündüz çalışır, akşam "tekke'ye* gelip yemeği birlikte yerlerdi Bu tekkelerinde misâfir ve yolcu eksik olmazdı Çünkü misâfir ve yolculara karşı çok iyi ve misafirperver davranırlardı Ahîler zalim ve haksızlara karşı amansız bir mücadele verdikleri gibi, kendi aralarında da herhangi bir üye Ahîlik prensiplerine aykırı davranıp müşterisini aldatırsa, yalan söylerse derhal Ahî-Baba tarafından yargılanır ve mutlaka cezalandırılırdı İşte bundan dolayı Ahîlik teşkilâtı İslâmî ticaret anlayışını koruyan, bir iman, yiğitlik, cihad ve ahlâk ocağı idi

Moğolların Anadolu'yu istilâları sırasında Ahîler tam bir cihad* anlayışıyla bu amansız düşmana karşı koyarken, aynı dönemde yaşayan Mevlevîler* ise Moğollarla işbirliğine gitmişlerdi Ama bütün bu güzelliklere rağmen bu teşkilât da her teşkilât için mukadder olan akıbete uğramış ve zamanla bozulmuştur İlk dönemlerde teşkilatta tam bir Sünni akîde hakim iken daha sonraları bu çizginin dışına çıkılmış; devlete karşı isyan eden ahlâksızlığa meyilli, kimliği belirsiz kimseler bu teşkilât içinde görülmeye başlayınca eski özelliklerini kaybetmiştir Fatih devrinden sonra ahîlik teşkilâtı eski itibarını kaybedip, gücünü koruyamamıştırel ÂHİR

Allah'ın isimlerinden biri Zıt anlamıyla kullanılan el-Âhir, "varlıkların geçmişinden sonra bâki olan" demektir (Âlusî, Ruhu'l-Meânî Fî Tefsî'l-Kur'ani'l-Azîm ve's-Seb'i'lMesânî, Beyrut (ty) XXIV, 100-101; et-Taberi, Câmiü'I-Beyân an Te'vili Âyâti'l-Kur'an, nşr, AM Şâkir, Mısır 1374/1955, XXVII, 215)

Nitekim Hz Peygamber (sas): "Allah'ım! Sen evvelsin ki, senden önce bir şey yoktur; Âhirsin ki, senden sonra bir şey olmaz " diyerek, bu anlamda tefsir etmiştir (Müslim, Zikr, 61; Tirmizî, Daavâd, 19; İbn Mâce, Dua 2; Ahmed b Hanbel, II, 381)

El-Âhir ismi, Kur'an'da, Allah'tan başkası hakkında her zaman mevsufla kayıtlı olarak gelir: el-Yevmü'l-âhir, el-Âhîrin, el-Hayâtü'l-âhire (sonraki hayat) takdirindedirler Elif lâmlı ve mutlak olarak, yalnız bir ayette Allah'ı tavsif eder: "O'dur Evvel, Âhir, Zâhir ve Bâtın " (el-Hadîd, 57/3) Bu sıfat, yalnız bu ayette görünmekle beraber Allah'ın bâkî olduğu, başka ifadelerde de yer almaktadır "Ondan başka ilâh yoktur, onun dışındaki her şey yok olacaktır Hüküm onundur ve ancak ona döndürüleceksiniz" (el-Kasas, 28/88) "Allah daha Bâkidir" (Tâhâ, 20/75) Allah Âhir olduğu içindir ki, istisnasız olarak bütün insanlar, dünya hayatının sona ermesinden sonra kendisine döndürüleceklerdir O mutlak anlamda Evvel ve Âhirdir Zira onun dışında ne ilk ne de son sebep vardır Kâmil varlığı içinde, kendisine yeten, müstağni varlıktır (Prof Dr Suat Yıldırım, Kur'an'da Ulûhiyyet, İstanbul 1987, 264)

Kur'an'da, ulûhiyyetin zaman üstü bir özelliğe sahip olduğu terimlerden çok, birtakım sade kavramlarla ve müşahhas ifadelerle bildirilir

Vahiy metafizik tefekkürden başka bir özellik taşıdığından, genellikle metafizikte rastlanan tecrîd terimlerini ihtiva etmez Ancak Ulûhiyyetin mahluk plânını aştığı daha canlı, daha geniş kitlelerce anlaşılır, dolayısıyla daha etkin ifadelerle gösterilir Meselâ Kur'an'da "Rabbinin katında bir gün, saydıklarınızdan bin yıl gibidir " (el-Hac, 22/47) buyrulur

El-Âhir vasfı, Allah'ın zâtî sıfatlarından olan Bekâ sıfatının esasıdır Öbür zıt vasıflar gibi, bu da ancak mukabiliyle birlikte anılmalıdır Nitekim Kur'an da, "Evvel ve Âhirdir" diye iki zıt vasfı bir arada zikretmektedir

Kur'an-ı Kerim'de: "O, Evveldir, Âhirdir, Zâhirdir, Bâtındır" (Hadîd, 57/3) derken şunu kast ediyor denilebilir: Hiçbir şey yok iken Allah vardı ve her şey yok olduktan sonra Allah yine var olacaktır O, evveldir, âhirdir ve aynı zamanda zâhirdir Çünkü her şey ondan zuhur eder, onun sıfatlarından, fiillerinden ve nûrundan meydana gelir Demek ki her şeyin ilk yaratıcısı ve ilk bilinen zat olmasından dolayı evvel; her şeyi yok eden ve sonu belirleyen zat olmasından dolayı da âhirdir Cennet ve Cehennem ehline ebedi hayat verileceğine göre, Allah'ın âhir olması (yani her şey yok olduktan sonra sadece Allah'ın kalması) nasıl izah edilebilir? diye sorulacak olursa cevabını Kur'an'ın kendisi şöyle cevap veriyor "Allah'tan başka her şey yok olacaktır" (el-Kasas, 28/88) Diğer bir ifâde ile, hiçbir mahlûk kendiliğinden bir ebediliğe sahip değildir Şayet herhangi bir varlık hayatına devam ederse, bu Allah'ın emriyle olur Çünkü her mahlûk fânidir Cennet ve Cehennem'de ebedî kalmalarına gelince, onlar bizzat zâtî sıfatları nedeniyle değil, Allah'ın emriyle orada hayatlarını sürdüreceklerdir Tıpkı meleklerin zâtî sıfatlarıyla ebedî olmayıp, Allah'ın emriyle hayat bulabilmeleri ve verilen süre kadar hayatiyetlerini devam ettirebilmeleri gibi Yani kâinatı yaratan ve idare eden Allah'tır Bundan dolayı da o hem evvel hem âhirdir (Mevdûdî, Tefhimü'l-Kur'an, Terc, VI, 112-113)
âhir Zaman

Hz Peygamber (sas)'in İslâm'ı tebliğinden başlayıp kıyametin kopmasına kadar geçecek olan müddet hakkında kullanılan bir terim

Bu tarif çerçevesinde Resulullah'a "Âhir zaman Peygamberi" denilmektedir Bunun anlamı da "Son Peygamber" demektir

Bizden önce yaşamış ümmetlerin geçirdikleri zamanın tümü bir gün içinde sabahtan ikindiye kadar geçen zamana; bu ümmetin yaşadığı zaman ise ikindiden akşama kadar geçen vakte benzetilmiştir Kıyametin yaklaştığı zamana da aynı şekilde "Âhir zaman" denilmektedir Bu zamanın kesin olarak ne zaman başlayacağı da belli olmadığı için sadece bu döneme yakın bazı belirgin alâmetlerin görüleceği ifade edilmiştir (geniş bilgi için bk Kıyamet ve Kıyamet Alâmetleri)

İslâm'da âhir zaman denince dünya hayatının son dilimi ve son dönemi hatıra gelmektedir Zira akidemize göre başlangıcı olan bu âlemin mutlak sonu da vardır Fakat bu sonun kesin olarak zamanı bildirilmemiştir Bu bilgi yalnız Allah'a mahsustur Ancak İslâm akidesini bozmak isteyen bazı batıl inanç sahipleri bu konuda tarihler vererek belirlenmemiş ve belirlenmediği nasslarla sabit olan bir hususta (el-A'raf, 7/187; Lokman, 81/34; Cibril Hadisi)* doğru olmayan ve tahminlerden öteye gitmeyen rakamlar vermektedirler Ancak, Hz Peygamber'in gelişi ile kıyamete yakın olan son dilimin başladığı hususunda İslâm bilginleri de görüş belirtmişlerdir Âhir zamana İslâm'ın MVII yüzyılın başlarında yani 610 yılında vahyin başlamasıyla girildiği hususunda bazı hadislerde işaretler vardır (Müslim, Fiten, 132 vd) Başlangıcı hakkında işaretler verilmişse de sonu ile ilgili bilgi yalnız yaratana has kılınmıştır Bunu kimsenin bilmesine imkân yoktur
âhirete Iman

"Son" ve "Sonra Olan" anlamında Arapça bir kelime olan "Âhiret", "Âhir" kelimesinin müennes (dişi) şeklidir Lügatte "Evvel" kelimesinin zıddı olarak kullanılır İslâm literatüründe bu kelime "Öbür Dünya" manasında kullanılmıştır Dünya,canlıların yaşadığı evvelki âlem, ahiret ise son âlemdir Bu kelimeler bazen "dâr=yurt" kelimesiyle birlikte kullanılır (el-Ankebût, 29/64), Dâr-ı Dünya ve Dâr-ı Ahiret gibi Bazen de tek başına kullanılır (el-Bakara, 2/220) Dünya, yakın ikamet yeri; Ahiret, son ikamet mahallidir

Allah'u Teâlâ, içinde yaşadığımız bu Dünya'yı ve üzerindeki bütün varlıkları geçici bir zaman için yaratmıştır Bir gün dünya ve dünyadaki bütün insanlar, canlı ve cansız varlıklar yok olacaktır Dağlar, taşlar, yerler, gökler parçalanacak (el-Karia, 101/4-5), Allah'tan başka tüm âlem son bulacaktır (er-Rahman, 55/27) Bu hâdiselerin meydana geldiği günü Kur'an, "zelzele saati" (el-Hacc, 22/2) ve "Kıyamet Günü"* (el-Kıyâme, 75/-1) diye adlandırır Kıyamet Günü'nden sonra Allah'ın takdir ettiği bir zamanda insanlar yeniden hayat bularak kabirlerinden kaldırılacak ve "Mahşer"* denilen düz bir sahada (el-Hicr, 15/25), hesabı süratle gören Allah'ın (Âli İmrân, 3/19) huzurunda, dünyada yaptıklarının hesabını (el-Hakka, 69/19, 37) vermek üzere toplanacaklardır (el-Casiye, 45/26) Hesapların görülmesinden sonra bir kısım insanlar iyilikleri nedeniyle Cennet'e, diğerleri ise, inkâr ve kötülükleri nedeniyle Cehennem'e gideceklerdir

İşte bu yeni hayatın başlayacağı günden itibaren, bitmez tükenmez bir halde devam edecek olan âleme "Ahiret Alemi" denir

Bütün semâvi dinlerde olduğu gibi en son ve en mükemmel din (el-Mâide, 5/3) olan İslâm'a göre, meydana geleceği ayet (el-Bakara, 2/4) ve hadisle (Tecrîd-i Sarih, 47 nolu hadis) ve bütün ümmetin fikir birliği ile kesin olan ahiret gününe inanmak, imanın şartı olarak farzdır

Ahiret Günü denilince;

1- Bu âlemin hepsinin yok olması ve hayatın tamamıyla sona ermesi

2- Ahiret hayatının başlaması

Ahiret hâdiseleri denilince de;

a) Canlılar için ahiret hayatının mukaddimesi olan ölüm, berzah âlemi *, kabir hayatı

b) Sûra üfürülmesi ve herkesin tekrar dirilerek kabirlerden kalkıp mahşer* meydanında toplanması

c) Dünya'da iyilik veya kötülük cinsinden yapılan işlerin kaydedildiği amel defterinin sahiplerine okutulması

d) İyilik ve kötülüklerin tartıldığı mizan* (terazi)'nin kurulup amellerin tartılması

e) Bütün insanların üzerinden geçmeleri mecburî olan Sırat* köprüsünden geçiş

f) İmanlı ve ameli iyi olanların gideceği Cennet*

g) İmansız ve ameli kötü olanların gideceği Cehennem*

i) Peygamberimizin, seçkin müminlerle başında bulunduğu Kevser Havzı*

h) Peygamberimizin müminlere şefaati, gibi hadiseler hatıra gelir İşte bütün bunlar, Ahirete iman konusu içinde ele alınması gereken konulardır Kesin nasslarla sabit olan bu hususlara inanmak, imanın şartlarındandır Bunlardan birini inkâr ise, ahireti inkâr demektir

Kur'an, Ahiret âlemini ayrıca "Din Günü " (el-Fatiha, I/3) ve "Gayb Âlemi" (el-Bakara, 2/3) olarak isimlendirir

Gözden kaybolan şeye gayb dendiği gibi, duyularla idrak edilemeyen, insan bilgisi dışında kalan şeye de gayb denir Bir şeyin gayb olması Allah'a göre değil, insanlara göredir Çünkü Allah'tan gizli kalan hiçbir şey olamaz O, gayb ve şehâdet âlemini bilir (el-Haşr, 59/22) Kur'an'a göre varlıklar iki kısımdır: Gayb âlemini meydana getiren; görülmeyen ve idrak edilemeyen varlıklar ve şehâdet âlemini meydana getiren; görülüp, idrak edilen varlıklar Gayb âlemine ait varlıklar da iki kısımdır:

1- Bir kısmının delili yoktur Varlığını ancak Allah bilir, duyularla idraki mümkün değildir "Gaybın anahtarları Onun yanındadır, onları Ondan başkası bilemez" (el-En'âm, 6/59)

2- Bir kısım varlıklar da idrak edilemez ancak varlıkları delillerle anlaşılabilir Allah'ın sıfatları, Ahiret, Cennet, Cehennem ve Melekler gibi Bu tür gayb haberleri peygamberlere vahiy yoluyla bildirilir Onlar da ümmetlerine bildirirler Müminler, kendilerine vahiy yoluyla bildirilen 'gayb'a ait haberlere inanmak mecburiyetindedirler Mümin zaten inanan insan demektir Bu haberlere inanmamak ise küfürdür Ahiret de gayb haberlerinden olup inanılması zaruri olan vahye dayalı bir haberdir

Hayatının başlangıç ve sonu olmayan ancak Allah'tır Bu âlemin de bir gün yok olacağı muhakkaktır Sonradan meydana geldiği bilinen bu âlem üzerindeki değişiklikler, zamanla insan, hayvan, bitkiler ve bütün varlıkların ölmesi ve yok olması, depremler vs bu âlemin tamamının bir gün yok olacağının delilleridir Bu tür hâdiseler insan iradesinin ve gücünün dışında olan hâdiselerdir

Başlangıcı itibariyle yoktan var olduğunu kabul ettiğimiz bu âlemin, yok olduktan sonra tekrar yaratılması akla aykırı değildir Çünkü onu yoktan yaratan Allah, onu helâk ettikten sonra tekrar yaratmaya elbette kadirdir İnsan da öldükten sonra tekrar, Allah'ın izniyle dirilecektir

Kur'an'da tekrar dirilmeye dair pek çok ayet vardır:

"Mahlûkatı ilkin yaratıp, sonra (kıyamette) onu diriltecek olan O'dur, ki bu (öldükten sonra diriltme, ilk yaratıştan) O'na daha kolaydır" (er-Rûm, 30/27) "Ey Resulüm, de ki: Onları ilk defa yaratan diriltir ve O, her yaratılanı hakkıyla bilir " (Yâsin, 36/79) Bu ayetler, mahlûkâtı ilk yaratanın, onları tekrar dirilteceğini ifade etmektedir

İnsanların, hayvanların ve diğer canlıların uyumaları ve tekrar uyanmaları, öldükten sonra dirilmeye bir benzetmedir: "Odur ki geceleyin sizi öldürür (gibi uyutur), gündüzün ne işlediğinizi bilir; sonra belirlenmiş süre geçirilip tamamlansın diye gündüzün sizi diriltir Sonra dönüşünüz O'na dır; sonra (O, dünyada) yaptıklarınızı size haber verecektir" (el-En'âm, 6/60)

Kur'an-ı Kerim , kuraklık ve mevsim nedeniyle ölü hale gelen ve hayatı tamamen sönen toprağın, yağmurla veya sulanarak eski haline dönüşünü ve bereketlenmesini de, öldükten sonra dirilmeye delil göstererek şöyle buyuruyor: "O'nun ayetlerinden biri de (şudur): Sen, toprağı, boynu bükük (kupkuru) görürsün Onun üzerine suyu döktüğümüz zaman titretir ve kabarır Onu dirilten (Allah), elbette ölüleri de diriltir O, her şeye kadirdir" (Fussilet, 41/39)

El-Hacc, 22/5-6 ayetinde öldükten sonra dirilme konusunda şüphede olanların dikkatlerini, yaratılışlarının safhalarına çekerek, bu ifâdelerin altında tekrar diriltilmenin imkânını ortaya koymaktadır

Âlemlerin yaratılışı, insanların yeniden dirilmelerine delil gösterilir:

"Elbette gökleri ve yeri yaratmak, insanları (öldükten sonra) yaratmaktan daha büyüktür Fakat insanların çoğu bilmezler "(el-Mümin, 40/57; en-Naziât, 79/27, 33; Yâsin, 36/79, 81)

İnsanın boşuna yaratılmadığını (el-Müminûn, 23/115); başıboş terkedilmediğini, (el-Kıyâme, 75/36) her nefsin ölümü tadacağını, inanan ve iyi amellerde bulunan kişilerin mükâfatlandırılması ve kâfirlerin de cezalandırılması için tekrar diriltileceklerini bildiren (Âli İmrân, 3/185; Yunus, 10/4; el-Leyl, 92/4, 11) ayetler de, ahiret hayatının birer delilidirler

Mahlûkâtın, ölüp yok olduktan sonra tekrar dirilmelerindeki hikmet, mükelleflerin bu dünyada iradeleriyle kazandıklarının karşılığını görmeleridir Çünkü bu dünya kazanç ve amel dünyasıdır Öbür dünya ise, yapılanların karşılığının görüleceği yerdir (Âli İmrân, 3/185)

İnsanlar bu dünyada rızıklarında, işlerinde, ecellerinde, mutluluk ve mutsuzluklarında çok farklı bir yaşayış içindedirler Kimi zalim, kimi mazlum, kimi iyi, kimi hasta, bir kısmı zengin, bir kısmı fakir, bir kısmı üstün, bir kısmı zelildir Kimisi iyilik yapar, kimisi kötülük Şayet ölüp de tekrar dirilmeyecek olsalardı, iyilik yapanlar mükâfat, kötülük yapanlar da ceza görmemiş olurlardı Bu ise Allah'ın adâletine aykırı olurdu Bundan dolayı Allah tekrar dirilmeyi ve cezayı yaratmıştır; "İnkâr edenler, kat'iyyen diriltilmeyeceklerini sandılar De ki: "Hayır, Rabbim hakkı için mutlaka diriltileceksiniz, sonra yaptıklarınız size haber verilecektir Bu, Allah'a göre kolaydır" (et-Teğabun, 64/7, ayrıca en-Nahl, 16/30-40)

Ahirete iman, kâinatta meydana gelecek olan korkunç inkılâbın kesin olduğunu kabul etmektir Bu dünya hayatı tamamıyla son bulup, başka bir hayat başlayacaktır Bu âleme iman, İslâm inancını meydana getiren altı esastan birisidir Mümin, imanı ve Kur'an ahlâkı ile ahlâklanmasının neticesini ahirette göreceğine, Allah'ın lûtfuna nâil olacağına yakînen inandığı için ölüm ve âhiret hayatı, onu tedirgin etmezken; hayatını küfür ve isyanla, zulüm ve haksızlıkla geçiren kâfir, asî ve zalim ise ölümü ve ölümden sonraki ahiret hayatını istemez (el-Bakara, 2/95; Âli İmrân, 3/56; el-İsrâ, 17/10; ez-Zümer, 39/26, 45)

Hz Ali ahireti inkâr eden birisine şöyle demişti: "Benim dediğim olursa sonunda sen zararlı çıkarsın Fakat senin dediğin olursa, ben zararlı çıkmam "

Ahiret inancı, insana ilerleme ve gelişme yolunda büyük bir güç kazandıran mükemmel bir inanç türüdür Cenâb-ı Hakk şöyle buyurur: "Her kim inanarak ahireti ister ve onun için gerektiği şekilde çalışırsa, onun emeği mükâfatla karşılanır" (el-İsrâ, 17/19) İnsan hayatı ile dünyanın varlığı, ancak sonunda bütün yapılanların sorgulanacağı bir ahiret hayatının olmasıyla bir anlam kazanır Aksi takdirde hayatın ve dünyanın hiçbir anlamı olmadan insanın hayatına tam bir nihilizm hakim olacaktır Bu da insanların büyük bir bunalıma ve ümitsizliğe sürüklenmesine yol açar Ahirete iman insana sonsuzluğun yolunu açarken ölümü de en ince teferruatına kadar açıklayarak bir son olmadığını bildirmektedir Ölüm yeni bir hayatın başlangıcı demektir Ahiret inancıyla insanın bu dünyadaki hayatına bir anlam veriliyor Ayrıca insanın yaşayışı da büyük bir disiplin altına alınmış oluyor Zira ahirete iman insana büyük bir sorumluluk duygusu vermekte ve ilerde çekileceği büyük hesap gününe göre hayatını ve diğer insanlarla ilişkilerini sağlam bir karakter ve temele dayandırıyor İnsan dünya hayatında yaptığı bütün amellerinin karşılığını o gün görecektir "Kim zerre miktarı iyilik yaparsa onu görecek ve kim zerre miktarı kötülük yaparsa karşılığını görecektir " (Zilzâl, 99/7-8) Böylece ahirete iman insana büyük bir ümid kaynağı olduğu gibi onu adâlete ve sonsuzluğa inandırır Bu da adil, dürüst ve sağlam bir toplumun oluşmasını sağlar

Kur'an, inanan ve inanmayanların ahiret hayatını özetle şöyle izah eder: "Sûr'a birinci üfleme üflendiği, arz ve dağlar yerlerinden kaldırılıp bir çarpışla birbirine çarpıldığı (ve hepsi darmadağın) olduğu zaman, işte o gün o vak'a olmuştur Gök yarılmıştır, o gün o, zayıflamış, sarkmıştır Melekler de onun kenarlarındadır O gün Rabb'ının tahtını (arşını), bunların da üstünde sekiz (melek) taşımaktadır O gün (hesap için Allah'a) arz olunursunuz Sizden hiçbir sır gizli kalmaz Kitabı sağından verilen: "Alın kitabımı okuyun " der, "Ben hesabımla karşılaşacağımı sezmiştim zaten " Artık o, memnun edici bir hayat içindedir Yüksek bir bahçede, devşirmesi kolay (meyveleri yakın) ' 'Geçmiş günlerde yaptığınız işlerden ötürü (bugün) afiyetle yiyin, için "

Kitabı sol tarafından verilen ise der ki: "Keşke bana kitabım verilmeseydi Şu hesabımı hiç görmemiş olsaydım Keşke (ölüm işimi) bitirmiş olsaydı Malım bana hiçbir fayda vermedi Gücüm (saltanatım) benden yok olup gitti (hiçbir şeyim kalmadı) (Yüce Allah, Cehhenem'in muhafızlarına emreder): "Tutun onu, bağlayın onu, sonra Cehennem'e sallayın onu Sonra uzunluğu yetmiş arşın olan zincire vurun onu Çünkü o, yüce Allah'a inanmıyordu, yoksulu doyurmaya ön ayak olmuyordu Bugün onun için candan bir dost yoktur İrinden başka yiyecek yoktur Onu (bile bile) hata işleyenden başkası yemez" (el-Hakka 69/13-37)

Yukarda çizilen manzara inanan ve inanmayan kişinin ahiret hayatını veciz bir şekilde ortaya koymaktadır İnanan için müjde, inanmayan için korku kaynağı olan bu âlem, onu idrak eden her akıl sahibinin kendi dünyasını, fikir ve yaşayış biçimini, Allah'ın arzu ettiği biçimde intizama koymasına en büyük etkendir Herkesin toplandığı ve kazandığı kendisine tastamam verildiği (Âli İmrân, 3/25-30; el-Câsiye, 45/28; Kâf, 50/44; et-Teğâbûn, 64/9), kimsenin kimseden cezasına karşılık bir şey ödeyemediği (el-Bakara, 2/48, 123) ana, baba, evlâd, dost herkesin kendi başlarının derdine düşerek ve hak talep edilmesi endişesiyle birbirinden kaçtığı (Abese, 80/34-37), dünyada iken inanç ve amelleri nisbetinde bazı yüzlerin ak, bazı yüzlerin de kara olduğu (Abese, 80/38-42; Âli İmrân, 3/106-107) o ceza gününde insanların makam, mevki, zenginlik, tahsil gibi insanlarca meziyet kabul edilen hiçbir özelliklerine aldırış edilmeksizin, kulların yaptıklarına göre hak tecelli eder "Ey inananlar, Allah'tan korkun ve kişi, yarın için ne (yapıp) gönderdiğine baksın Allah'tan korkun; ve Allah, yaptıklarınızı haber almaktadır" (el-Haşr, 59/18)

Kabir Hayatı

Dünya hayatından sonra, ahiret hayatından da önce fakat ahiret hayatı içinde ele alınması gereken bir başka hayat daha vardır ki o da kabir hayatı veya "Âlem-i Berzah"denilen hayattır Berzah,* asıl manasında iki şey arasında bulunan engel, ayırıcı sınır demektir Bu kelime Kur'an'ın "el-Mü'minûn, 23/100; er-Rahmân, 55/20; el-Furkan, 25/53" ayetlerinde "iki şey arasındaki engel" manasında kullanılmıştır

Râgıp, el-Müfredât adlı eserinde şöyle der: "Berzah; ahirette insan ile yüksek menzillere ulaşması arasındaki engeldir Bu kelime, el-Beled, 90/11 ayetindeki "el-Akabe" kelimesine işarettir Ayetin meâli şöyledir: "Fakat o, (hedefe varmak, yapılan iyiliklere teşekkür etmek için) sarp yokuşu geçemedi" Ayette bildirilen engeli ise ancak sâlihler asabilir Berzah'ın ölüm ile kıyâmet arasındaki engel olduğu da söylenir

İnsan için üç hayat vardır:

Dünya hayatı: Ruhun cesetle birlikte yaşadığı içinde bulunduğumuz hayat

Berzah hayatı: Ruh, dünyada iken içinde bulunduğu cesetten ayrılmış, azab yahutta nimet içinde müstakil hale gelmiştir

Ahiret hayatı: Ruhların dünyada iken içinde oldukları cesetlere dönmeleri ile meydana gelen son hayat Görüldüğü gibi Berzah hayatı, birinci hayat ile ikinci hayat arasındadır Dünya hayatı çalışma, Ahiret hayatı ise çalışmanın karşılığını görme hayatıdır Bu ikisi arasındaki hayat da, beklemekten ibaret olan Berzah hayatıdır (Âli İmrân, 3/185)

Ölüm anında, ruhlar cesetten ayrılırken rahmet veya azab melekleri vasıtasıyla onlara, hallerine uygun durumlar gösterilir:

"Melekler, o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura: "Tadın Cehennem azabını " diyerek canlarını alırken bir görmeliydin" (el-Enfâl, 8/50, el-En'âm, 6/93-94) Ayetlerde bildirilen azab, ölüm anında kâfir ve günahkârlara yapılan azabtır

Ahmed İbn Hanbel'in Müsned'inde (IV/288, 397) yer alan rivayetlere göre Hz Peygamber şöyle buyurmuştur: "Mümin kul, dünyadan ayrılmak üzere ve ahirete yöneldiği anda ona semadan beyaz yüzlü melekler iner Yüzleri sanki güneş gibidir Yanlarında Cennet kefenlerinden ve kokularından vardır Onun görebileceği yere otururlar Ölüm meleği gelir, baş tarafına oturur ve şöyle der: "Ey güzel ruh, çık ve Rabbi'nin rızasına ve mağfiretine gel " O da, ağızdan damlayan bir damla gibi çıkar Kâfir kul dünyadan ayrılmak ve ahirete yönelmek üzere olunca, yanında kaba bir elbise olan siyah yüzlü bir melek gelir, onun görebileceği bir yerde oturur, şöyle der:

"Ey çirkin ruh, haydi çık, Rabb'inin öfkesine ve gazabına gel Ruh cesedden korkarak ve güçlükle ayrılır"

Ölümden sonra berzah âleminin ikinci makamı olan kabir hayatı başlar Kabirde ilk zamanlarda ruh cesetle birlikte bulunurlar, beraber azab ve mükâfat görürler Daha sonra ruh cesetten ayrılır ve müstakil olur Peygamberimiz (sas)'in ifadesine göre; "Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçe, yahut Cehennem çukurlarından bir çukurdur " (Tirmîzî, Kıyâme, 26) Ruhun cesetle birlikte kabirde azap ve mükâfat görmesinin bir benzeri, hepimizin zaman zaman gördüğümüz acı veya tatlı rüyalardır ki kişi kendisini sonsuz nimetler veya azap içinde görür de bunlar ancak uyanmakla sona erer

Kabir hayatı hakkında Peygamberimiz (sas) şöyle buyuruyor: "Ölüm meleği Mümin kulun ruhunu aldığı zaman melekler onu, göz açıp kapayacak kadar ölüm meleğinin elinde bırakmazlar Onu alır, bu kefene koyarlar Ondan, yeryüzünde bulunan mis kokusu gibi bir koku çıkar Onu melekler arasından geçirirken: "Bu güzel ruh nedir?" derler Dünyada iken söylenen en güzel ismini söyleyerek: "Falan oğlu falandır" derler Dünya semasına ulaşıncaya kadar çıkarırlar Nihâyet Cenâb-ı Allah: "Kulumu 'İlliyyine' yazınız " buyurur Bu, Cennet'in en yüksek derecesidir "Ben onu yeryüzündeki cesedine iade edeceğim" İki melek yanına gelir ve: "Rabbin kimdir?" derler Ruh:

"Rabbim Allah'tır " der Onlar:

"Dinin nedir?" derler Mümin ruh:

"Dinim İslâm 'dır " der Onlar:

"Bunları sana bildiren nedir?" derler O da:

"Allah'ın kitabını okudum, ona inandım ve tasdik ettim" der

Bunun üzerine semadan bir ses gelir:

"Kulum doğru söyledi Cennet'te makamını hazırlayınız Onun için Cennet'ten bir kapı açınız der " (et-Terğîb ve't-Terhîb,III 369)'teki bir hadiste kâfir kulun ruhunun berzah hayatı hakkında Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmaktadır: "Ölüm meleği kâfir kulun ruhunu aldığı zaman, melekler bu ruhu onun elinde göz açıp kapayıncaya kadar bırakmazlar Onu hemen kalın bir elbiseye koyarlar Ondan yer yüzünde bulunan leş kokusu gibi bir koku çıkar Onu semaya yükseltirler Meleklerin yanından geçerken: "Bu kötü ruh kimindir?" derler Melekler, en kötü ismini söyleyerek: "Falan oğlu falandır" derler Onun için semanın kapısını açmasını isterler, fakat açmazlar" Bu esnada Peygamberimiz (sas) şu ayeti okudu: "Onlara gök kapıları açılmaz (ruhları göğe yükselmez) ve deve iğnenin deliğinden geçinceye kadar (hiçbir zaman) Cennet'e giremezler" (el-A'raf, 7/40) Allah: "Onun kitabını en aşağı makama yazınız" der Sonra onun ruhu uzaklaştırılır Peygamberimiz (sas) sonra şu ayeti okudu: "Kim Allah'a ortak koşarsa o, sanki gökten düşmüş de kendisini kuş kapıyor veya rüzgâr onu uzak bir yere sürüklüyor gibidir " (el-Hacc, 22/31) Ruhu cesede iade olunur da iki melek (Münker ve Nekir*) gelir, yanına oturur ve:

"Rabbin kimdir?" derler O da:

"Şey şey, bilmiyorum,"der Onlar:

"Dinin nedir?" derler, o da:

"Şey şey, bilmiyorum,"der Onlar:

"Size kim peygamber olarak gönderildi? Peygamberiniz kimdir?" derler:

"Şey şey, bilmiyorum,"der Bunun üzerine semadan bir ses

"Yalan söyledi, Cehennem'deki yerini hazırlayınız" der Onun için Cehennem'e bir kapı açarlar Cehennem'in harareti ve kokusu gelir, kabri daralır ve onu sıkıştırır Çirkin yüzlü ve kötü elbiseli bir adam gelir ve ona şöyle der:

"Sana yazıklar olsun, va'd olunduğun gün işte bu gündür " Kâfir ruh ona:

"Sen kimsin? Çirkin yüz kötülük getirdi," der O da:

"Ben senin çirkin amelinim" der Bunun üzerine:

"Rabbim, kıyameti koparma" der Sonra kör, sağır, dilsiz ve elinde balyoz olan birisi gelir Elindeki bu balyozu bir dağa vursa toprak olur, ona bir vurur, toprak oluverir Sonra onu Allah eski haline getirir, tekrar bir daha vurur Öyle bir çığlık atar ki insanlar ve cinlerden başka her şey duyar "

Ruh, kabirde sorulan suallere verdiği cevaplara göre ya İlliyyîne* ya da Siccîn'e* gönderilir Burada, yeniden diriltilecekleri güne kadar emaneten dururlar Yeniden dirilme gününde ise Allah'ın emri ile tekrar cesetlere girerler İyi, kötü, bütün ruhların kendi kabirleriyle alâkaları vardır Bu alâka ile ziyaretçilerini tanırlar Nimetlerin lezzetlerini, yahutta cehennem'in acısını yanlarında hissederler Şehidlerin ruhları ise yeşil kuşlar gibi Cennet'lerde otlar ve Arş'ın altında asılı bulunan kandillere sığınırlar,(en-Nisâ, 4/169) Ayette Allah yolunda öldürülen şehidlerin, gerçekte, ölü olmadıkları, Allah katında Cennet nimetleriyle rızıklandırıldıkları bildirilmektedir Ayrıca şehid ruhlarının, Cennet'te kendilerine yapılan ikramlar nedeniyle, bir daha Allah yolunda öldürülebilmek için ruhlarının cesetlerine iade edilmesini istedikleri bildirilmektedir {Salih-i Müslim, VI, 38; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dili Kur'an Dili, II, 1229)

Kıyametin Kopması

Ahiret hayatı, insanın ölümü ile başlarsa da, genel manada Kıyamet hadisesi ile başlar Kıyametin ne zaman kopacağını Allah'tan başka, peygamberler de dahil hiç kimse bilmez, (el-Mülk, 67/26) Bilgisi Allah'a ait olmakla birlikte, Kıyametin kopmasına yakın zamanlarda bir takım alâmetler meydana gelir İnanmayanlar için ihtar mahiyetinde Allah şöyle buyurur:

"(İnanmayanlar, Kıyamet) saat(in)in, ansızın kendilerine gelip çatmasından başka neyi bekliyorlar? İşte onun alâmetler(inden sayılan âhir zaman Peygamber)'i gelmiştir" (Muhammed, 47/18) Kıyametin en büyük alâmeti Hz Muhammed'in peygamber olarak gönderilmesidir Ondan sonra artık başka peygamber gönderilmeyecektir O, peygamberlerin sonuncusudur (el-Ahzâb, 33/40) İşte bu, dünya hayatının sonunun yaklaştığına en büyük alâmettir Hz Peygamber de: "Ben gönderildiğimde Kıyamet şu iki parmağımın birbirine yaklaştığı gibi yaklaşmıştır " (Buhârî, Vl, 206; Müslim, Terc Davudoğlu, VlIl, 208) buyurmuştur

Kur'an ayın ikiye bölünmesini de Kıyamet alâmetlerinden saymıştır:

"Kıyamet yaklaştı, ay ikiye bölündü" (el-Kamer, 54/1-3) Bu hadise, Peygamber zamanında ondan mûcize isteyen müşriklerin isteği üzerine, Peygamber'in elinin işaretiyle ayın ikiye bölünmesi şeklinde meydana gelmiştir Bu hâdise üzerine de meâlini verdiğimiz ayet nâzil olmuştur İslâm bilginlerinden bir kısmı da "Kıyamet yaklaştı, ay bölünecek" şeklinde gelecek zaman kipiyle mana vermişlerdir Her iki manada da özellikle Kıyamet'in yaklaştığı vurgulanmaktadır

İsrâiloğulları'na peygamber olarak gönderilen Hz İsa tebliğ görevindeki tüm gayretlerine rağmen, sayılabilecek kadar az bir cemaat ona iman etmiş, buna mukabil düşmanlarının kendisini öldürme tuzaklarıyla karşılaşmıştır Ne var ki Allah, düşmanların kurduğu tuzaklarını başlarına geçirmiş, peygamberini de zatına yükseltmiştir (Âli İmrân, 3/54-55; en-Nisâ, 4/157-158) Şu anda hayatta olarak bulunduğu mevkii Allah'ın ilminde olan Hz İsa, Kıyamet'e yakın zamanda tekrar dünyaya gelecek ve yaşadığı sürece Hz Muhammed'in getirdiği şerîat üzere yaşayacaktır Hz İsa'nın tekrar dünyaya dönüşü, Kıyamet alâmetlerindendir "O (İsa'nın gelmesi), Kıyametin kopacağını gösterir bir ilimdir" (ez-Zuhruf, 43/61)

Kıyamete yakın zamanda, şu anda gördüklerimize benzemeyen şekilde, Kur'an'ın "dâbbe" diye ifade ettiği bir hayvan ortaya çıkacaktır: "O söz (Kıyamet ve azap günü), başlarına geldiği zaman (kıyamet alâmetlerinin vukûu başladığı zaman) onlara yerden bir dâbbe (canlı) çıkarırız; onlara insanların, ayetlerimize içtenlikle inanmadıklarını söyler" (en-Neml, 27/82) (Dâbbe hakkında geniş malûmat için bk Elmalılı Hamdi Yazır, age, V, 370) "Dâbbetü'l-Arz"* diye isimlendirilen bu hâdisenin meydana gelişi, Kıyamet vaktinin yaklaştığına dair bir alâmettir

Ye'cüc ve Me'cüc* seddinin açılması ve yeryüzünde fesâdın yayılması da Kur'an'da zikredilen Kıyamet alâmetlerindendir: "Nihâyet Ye'cüc ve Me'cüc (sedleri) açıldığı zaman onlar her tepeden (dünyaya) saldırırlar Artık gerçek va'd (Kıyamet) yaklaşmıştır İnkâr edenlerin gözleri birden donup kalır " (el-Enbiya, 21/96-97)

Bu alâmetler, Kur'an'da bildirilenlerdir Hadisle bildirilenlere gelince, onlar da Allah'ın vahyine dayanır Müslim'in Huzeyfe ibn Useyd el-Gifârî'den rivayet ettiği bir hadiste Huzeyfe şöyle buyurmuştur: "Biz aramızda müzakerelerde bulunduğumuz bir esnada Hz Peygamber (sas) yanımıza geldi ve: "Neyi müzakere ediyorsunuz?" dedi 'Kıyamet'i dediler Şöyle cevap verdi: "On türlü alâmeti görmediğiniz sürece Kıyamet kopmaz Bunlar, Duman, Deccâl, Dâbbetü'l Arz, Güneşin batıdan doğması, Meryem oğlu İsa'nın inmesi, Ye'cüc ve Me'cüc ile doğudan, batıdan ve Arap yarımadasından bir yerin batması, son olarak da Yemen 'de bir ateşin çıkmasıdır " (Müslim, Terc VIII, 179; Buhârî, Cihad, 94 vd; Müslim, iman, 248, Zekât 60, Fiten, 17- 18;Ebû Dâvud, Melâhim, 12, Fiten, 1; Tirmîzî, Zühd, 24)

Kıyamet'in büyük alâmetlerinden öyleleri vardır ki, onlar görüldükten sonra artık tövbeler kabul olunmayacaktır

"(İnanmak için) illâ meleklerin gelmesini yahut Rabb'ının gelmesini ya da Rabb'ının bazı ayetlerinin gelmesini mi bekliyorlar? Ama Rabb'ının bazı (Kıyamet) işaretleri geldiği gün, daha önce inanmamış, ya da imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye, artık inanması, bir fayda sağlamaz De ki: "Bekleyin, biz de beklemekteyiz" (el-En'âm, 6/158)

Ebû Hüreyre'den rivayet olunan bir hadiste Peygamberimiz (sas) şöyle buyuruyor: "Üç alâmet vardır ki, bunlar çıktığı zaman, daha önce iman etmiş yahut ta imanında hayır kazanmış olmadıkça hiçbir kimseye imanı fayda vermez: Güneşin batıdan doğması, Deccâl'ın görülmesi ve Dâbbetü'l-Arz'ın zuhuru " (Buhârî, II, 132; Müslim Terc, I, 95-96)

Kıyametin bu büyük alâmetlerinin dışında Hz Peygamber'in hadisleriyle sabit olan birçok hâdiseler de Kıyamet'in küçük alâmetleri olarak kabul edilmiştir: Davaları bir olan iki Müslüman topluluğun birbirleriyle harp yapması (Müslim, Terc, V III, 170), 'herc', öldürme olaylarının çoğalması (Müslim, Terc, VIII, 171) Karanlık geceler gibi olan fitnelerin çoğalması, müslümanlarla yahudilerin savaşıp, müslümanların onları öldürünceye kadar mücadele etmeleri ve yahudilerin de taşların ve ağaçların arkasına saklanması, 'Gargat ağacından' başka bütün taş ve ağaçların:

"Ey müslüman, Ey Allah'ın kulu, yahudi arkamdadır, gel onu öldür" demesi, Hicaz topraklarında bir ateşin çıkıp, Basra'daki develerin boyunlarını aydınlatması, Kahtan'dan bir adamın çıkıp insanları asâsı ile sevketmesi, Fırat nehri altından bir dağ haline gelip, ondan alabilmek için insanların birbirleriyle harp etmesi, cariyenin efendisini doğurması; ayağı yalın, çıplak fakir koyun çobanlarının bina yapmada birbiriyle yarış yapmaları vs gibi olaylar Kıyamet'in küçük alâmetleri olarak sayılmıştır (Buhârî, Tecrid, IX, 73; Tirmizî, Birr, 25; Fiten, 2; el-Lü'lüü ve'l-Mercân, III, 305, 306-307; et-Tâc, I, 25)

Allah, bu kâinatın yıkılıp, birinci hayatın sona ermesini istediği zaman İsrâfil adındaki meleğe 'sûr'a bir kere üfürmesini emredecek, o da bir kere üfürecektir Kâinatın hepsi bu derin gürültü ile sarsılıp, birbirine bağlı olan varlıkların düzeni bozulur, irtibat çözülür, korkunç bir zelzele meydana gelir, dağlar atılır, pamuk gibi dağılır, gökyüzündeki yıldızlar, gezeğenler ve güneş arasındaki ahenk yok olur, şimdi mevcut olan çekim kanunu iptal olur Güneşin ayın ve yıldızların ziyası gider, gökyüzündeki bütün gezeğenler yörüngelerinden çıkar ve âlemin tamamı Allah'ın yaratmasından önceki hale döner Bütün bu olaylar, Allah'ın indirdiği vahiy ile bilinmektedir (bk el-Hacc, 22/1-2; el-Karia, 101/1-5; el-Mearic, 70/8-15; Zilzal, 99/1-3; İnfitar, 82/1-5; Tekvir, 81/1-6; Vâkıa, 56/1-6)

İkinci hayatın tanınması ve anlaşılması, insan aklının kavrayacağı bir şey değildir İnsan aklı ancak bu hayatta olanları ve bu kâinatta bulunanları kavrar Bunun içindir ki, ikinci hayatın tanınması, Allah'ın kitabında bildirdiği haberler ve Resulü'nün anlatmalarına dayanır Ayet ve hadislerden elde edilen bilgilere göre, İkinci hayat, İsrâfil'in 'sûr'a üflemesiyle bu âlemin yok olmasından kırk yıl geçtikten sonra başlayacaktır

O hayatın günleri ve ayları bu hayatın günleri ve aylari gibi midir, yoksa başka bir ay ve gün müdür? Bunu bilemiyoruz Bu, zaman geçtikten sonra gökten yağmur inecek, cesetler bitki gibi toprağın altından bitecektir Bu iş, yağmur suyu ile her insanın kuyruk sokumunda bulunan küçük kemik vasıtasıyla meydana gelecektir İkinci yaratılış tamamlanıp gelişme ikmâl olduğu, cesetlerin heykelleri toprağın altında tamamlanarak hiçbir eksiği kalmadığı zaman onlara ruh verilir Bu cesetlere hayat girer, hareket etmeye başlarlar Ölüm meleğinin bu dünyada almış olduğu ruhları Allah her insana iade eder Bu ruhlardan bazıları, sahibinin iman ehli ve amel-i sâlih sahibi oldukları için güzel ve temiz ruhlardır Bunlar ulvi âlemde muhafaza edilmişlerdir Bazıları ise, küfür sahibi ve günahkâr kişilerin ruhlarıdır, bunlar çirkin ruhlardır, süflî âlemde kalmışlardır Bu ruhlar, bulundukları yerden cesetlerine gelirler, sonra Allah'ın görevlendirdiği bir melek: "Yerinizden kalkınız, Rabb'ınıza dönünüz" diye seslenir Onlar bu sesi işitirler ve icabet ederler Yer açılır, kabirlerinden mahşere gitmek için canlı olarak kalkarlar (el-Hakka, 69/13-18; Kâf, 50/41-44, el-Kamer, 54/6-8; el-Meâric, 70/41-44; elÂdiyat, 100/9-10)

İkinci defa dirildikten sonra bütün mahlûkâtın bir sahada toplanmasına "Haşr"* denir Bu toplanma, dünyada yaptıklarından dolayı aralarında hüküm verilmesi içindir İnsanlar kabirlerinden canlı olarak kalktıktan sonra ilk defa yaratıldıkları gibi tekrar hayata döndürüleceklerdir: "Mahkukatı ilk yaratmağa başladığımız gibi, yine onu öldükten sonra iade edeceğiz" (el-Enbiya, 21/104) Hz Peygamber (sas): "Kıyamet gününde insanlar çıplak, sünnet olmamış ve yalın ayak olarak (mahşer meydanına) geleceklerdir " der Hz Âişe: "Ey Allah'ın Resulü, kadın ve erkeklerin hepsi bir arada olunca birbirlerine bakmazlar mı?" diye sorunca Peygamberimiz(sas): "Ey Âişe, o gün, insanların birbirlerine bakamayacakları kadar durum şiddetlidir " buyurarak "haşr" için toplanan insanların düştükleri sıkıntıyı dile getirmektedir (Müslim, Cennet, 56) Muttakî, mücrim ve kâfirlerin haşrolunmaları hakkında Kur'an şöyle der:

"Takva sahiplerini heyet halinde Rahman(ın huzuruna) topladığımız gün, suçluları da susuz olarak Cehennem'e sürdüğümüz (gün) " (Meryem, 19/85-86)

"O gün 'sûr'a üflenir ve o gün suçluları (yüzleri kapkara, gözleri) gömgök (kör bir durumda) toplarız " (Tâhâ, 20/103)

"Kıyamet günü onları (kâfirleri), yüzü koyun, kör, dilsiz ve sağır bir halde süreriz Varacakları yer Cehennem'dir " (el-İsrâ, 17/97; Tâhâ, 20/124)

İnsanların, hesap vermek üzere toplandıkları Mahşer günü güneş, insanların başları üzerine iyice yaklaşır, sıcaklık çok şiddetlenir Ve insanlar, günahları nisbetinde tere batarlar Bir kısmı topuklarına kadar, bir kısmı diz kapağına, bir kısmı göbeğine ve bir kısmı da ağzına kadar tere batar (Müslim, 8/135; Buhârî, 6/137) Hararetin en şiddetli olduğu bu günde, adil devlet reisi, gönlü mescidlere bağlı genç, sadakayı gizli veren cömert, güzel bir kadının zina davetini Allah'tan korkusu nedeniyle kabul etmeyen muttakî, sevgileri Allah için olan iki dost, Allah'a ibadetle büyüyen genç ve tenha yerde Allah'ı zikrederek gözleri yaşla dolup taşan insanı Allah, lûtfuyla Arş'ının gölgesinde gölgelendirecektir (Buhârî, Ezân, 36; Hudud, 19)

İnsanlar, Rabb'larının huzurunda haşrolunup toplandıklarında ve beklemenin zorluğu, korkunun şiddeti nedeniyle yorgunluk son haddine ulaştığında insanlar, ruhlarının temizliği ve kirliliğine göre Yüce Allah'ın kendilerine hükmetmesini beklemeye başlarlar:

"Peygamberler (şahidlik edecekleri) vakit için getirildiği zaman: Ertelenmiş oldukları güne, yani hüküm gününe Hüküm gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin? Yalanlayanların vay haline o gün" (el-Mürselât, 77/11-15) Bugün haklı ile haksızın, iyi ile kötünün, zalim ile mazlumun, inanan ile inanmayanın ayrıldığı fasıl günüdür Özür ve kurtuluş fidyelerinin kabul edilmediği (Hadid, 57/15; el-Bakara, 2/254) dillerin konuşmadığı bu günde (el-Bakara, 2/255) ancak kendilerine, insanlar için şefâat etme izni verilenler konuşabilir İnsanlar Âdem, Nuh, İbrâhim, Mûsa, İsâ peygamberlere, kendilerine şefâat etmeleri için giderler Onlar bu konuda özür beyan edince bu defa Hz Muhammed'e gelirler Peygamberimiz (sas) Rabb'ının huzurunda secdeye kapanarak ona hamdeder, ümmeti için şefâat diler Rabb'i kendisine: "Başını kaldır ve iste, ne istersen verilecektir, şefâat et, şefâatin kabul edilecektir" deyinceye kadar secdede kalır Ümmetine şefâat diler Ümmetinden hesabı olmayanlar Cennet'e girerlerAhkâf Sûresi

Kur'an-ı Kerim'in kırkaltıncı suresi Surenin on, onbeş ve otuzbeşinci ayetleri hariç geri kalanı Mekke'de nazil olmuştur Sure, yirmiyedinci ayetinde söz konusu edilen Âd kavminin bulunduğu bölge olan Ahkâf'tan adını almıştır Sure Ha-Mim şeklinde huruf-u mukattaa ile başlayan yedi surenin sonuncusudur Otuzbeş ayetten ibaret olan Ahkâf suresi üçyüzkırkdört kelime ve ikibinüçyüz harften meydana gelmiş olup fasılaları nûn ve mim harfleridir

Bu sure Mekke'de nazil olduğu için daha çok imanî ve akîde konularını ele almıştır Allah'ın birliğine, onun kâinatta var olan her şeyin mutlak Rabbi olduğuna iman konusunu işlemektedir Vahye, risâlete, peygamberlerin getirdiği mesajlara, bir çok peygamberin gelip geçtiğine iman etme hususlarını konu edinen Ahkâf suresi, Kur'an ve Kur'an'dan evvel indirilmiş bulunan semavî kitaplara, Kıyamet gününe, dirilişe, insanların hesaba çekilecekleri ve yaptıklarının karşılıklarını iyi veya kötü alacakları hususlarına iman etmenin gereklerini anlatmaktadır

Sure yukarıda söz konusu ettiğimiz hususlara imanı her yönüyle gönüllere kadar indirmekte, kalbin her teline dokunarak değişik alanlarda olayı dile getirmektedir Sure bu iman konusunun belli bir insan kitlesini değil, bütün kâinâttaki varlıkları ilgilendirdiğini belirtir İsrailoğullarından bir grubun İslâm'a karşı tutumunu söz konusu ederek olayı ele almakta ve ayrıca cinlerden bir grubun Kur'an-ı Kerim'e karşı tavırlarını anlatmaktadır Yahudilerden bazı kimselerin son derece yanlış ve sapık bir anlayışa kapıldıklarını, diğer bazı kimselerin ise, olumlu davranışlarını ve sağlam fıtratlarını dile getirip bunlardan örnekler sunar Suredeki anlatım tarzı insanın kalbini kâinatın ufuklarında, göklerde ve yerde gezindirerek ona Kıyamet ve ahiretten tablolar çizmektedir Hz Lut (as) kavminin iman etmemelerinden dolayı başlarına gelen felâketleri ve içinde yaşadıkları şehirlerinin kötü sonunu anlatmaktadır

Surenin anlatım ve akışına göz attığımızda dört ayrı bölüm içinde olayların değerlendirildiğini görüyoruz

Birinci bölüm, surenin başlangıcı olup Kur'an'ın Allah katından vahiy yoluyla indirildiği ilk ayette ifade edildikten sonra, kâinat içindeki ahenk ve mükemmel nizamın Allah tarafından yönetildiği belirtilmekte ve buna insanların dikkati çekilmektedir Bu güçlü ifadelerden sonra iman ve akîde konusu ele alınmakta Allah'a şirk koşmanın son derece basit ve dayanaksız bir tutum olduğu belirtilerek reddedilmektedir

"(Ey Muhammed) Kâfirlere de ki, "Söyleyin bana Allah'ı bırakıp ondan başka şu tapındıklarınız yeryüzünde ne yaratmışlardır? Yoksa onların ortaklıkları göklerde mi? Eğer şu inancınızda doğru yolda iseniz o halde size indirilmiş bir kitap veya sizden öncekilerden size intikal etmiş bir bilgi kalıntısı varsa bana getirin" (4)

Böylece Allah'ı bırakıp karşılık vermeyen, duyup işitmeyen, konuşmayan, cansız putlara veya ölüp gitmiş insanlara tapınmanın sapıklığı ve basitliği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır Bununla da kalmamakta; o tapındıkları put ve tâğûtların kıyamet gününde insanlarla çekişerek o sıkıntı dolu hesap gününde kendilerine tapanlardan uzak olduklarını ifade edecekleri bu sûrede anlatılmaktadır

Surede ayrıca müşriklerin Resulullah'a karşı tutumları anlatılıp, Kur'an'ı kendisinin uydurduğunu ve bunun bir büyü olduğunu belirtmeleri üzerine onlara verilen Kur'anî cevaplar ve meydan okumalar sergilenmektedir Ayrıca İsrailoğullarının bazı yanlış tutumları dile getirilerek onların iman ettiği Hz Musa ve kitapları Tevrât'ın Kur'an tarafından tasdik edildiği bildirilerek onlardan iman edenlerin doğru davranışları takdir edilmektedir Nihayet bölümün sonunda zulmedenlerin yanlışlıkları ahlatılıp uyarıldıklarını ve salih amel işleyenlerin müjdelendiklerini görüyoruz

"Muhakkak Rabbimiz Allah 'tır deyip de sonra dosdoğru gidenlere korku yoktur Ve onlar üzülecek de değillerdir İşte onlar Cennet ehlidirler İşlediklerine karşılık olarak orada ebediyyen kalacak ve (mükâfatlandırılacak)lardır" (13)

İkinci bölümde de doğru ve sapık iki insan fıtratının akîde karşısındaki tutumları örnek olarak anlatılmaktadır Doğumlarından erginlik çağına varıp sorumluluk yüklenerek tecrübelerle karşı karşıya kaldıkları zaman takındıkları tavır ve giriştikleri hareketleri izlenmektedir Bu iki örnekten biri Rabbine şükredip anne ve babasına karşı iyi davranmakta, ahde vefa gösterip Allah'a yalvararak günahlarından tevbe etmektedir Diğeri ise, Allah'a karşı isyankâr davranarak anne ve babasını üzmekte, onlara itaât etmeyerek âhireti inkâr etmektedir Bunun için de büyük bir sıkıntı içine gömülüp bitkin bir duruma düşmektedir

"Onlar öyle kişilerdir ki yaptıklarının en iyisini onlardan kabul ederiz ve onların kötülüklerinden vazgeçeriz Onlar Cennet halkıdırlar Bu dünyada kendilerine va'dedilen doğru vaad'in gerçekleşmesidir" (16)

"İşte bunlar da kendilerine azap sözü gerekli olmuş kimselerdir Kendilerinden önce geçen cin ve insan toplulukları arasında azabın içinde bulunacaklardır Gerçekten onlar ziyana (hüsrana) uğrayanlardır" (18)

Bu kısım bir Kıyamet tablosuyla sona erip bu tablonun acı sonu gözler önüne serilmektedir

"O kâfirler ateşe sunuldukları gün: (Kendilerine) denir ki: Dünya hayatınızda sizin için temiz olan her şeyi harcadınız, onların zevkini sürdünüz Bugün ise yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve doğru yolu terketmenizden dolayı bugün alçaltıcı bir azap ile cezalandırılacaksınız " (20)

Üçüncü bölümde ise, kendilerine gelen peygamberi ve ilâhi emir ve mesajları reddettikleri için Âd kavminin başlarına gelen son derece acı ve elîm âkıbeti dile getirmektedir Kendileri hayat ve mutluluk bekledikleri rüzgârdan, öldürücü ve yok edici bir azap görünce nasıl perişan oldukları anlatılmaktadır

"Onu vadilerine doğru yayılan bir bulut şeklinde görünce dediler ki: "Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur " Hayır o, acele beklediğiniz şeydir Acıklı azabı getiren rüzgârdır Rabbinin emriyle her şeyi yıkar, mahveder Derken onlar öyle bir hale geldiler ki evlerinden başka bir şey görünmez oldu (her şey yok oldu) İşte biz suç işleyen toplumu böyle cezalandırırız " (24-25)

Bu ayetlerle Kur'an'ın muhatabı olan o günün Mekkeli müşrikleri ile Kıyamet'e kadar gelip geçecek bütün inkârcı ve Allah'ın emirlerini reddeden kimselere Âd kavminin durumu anlatılarak acı sonlarının nasıl olduğu hatırlatılmaktadır

"Bilin ki onları sizi yerleştirmediğimiz sağlam yerlere yerleştirmiştik Ve kendilerine kulaklar, gözler ve kalpler vermiştik Ne var ki bu kulakları, gözleri ve kalpleri onlara bir fayda sağlamadı Çünkü Allah'ın ayetlerini (emir ve hükümlerini) bile bile inkâr ediyorlardı Alay ettikleri şey onları mahvetti" (26)

Bu kısmın sonunda Mekkelilerin çevresinde bulunan kavimlerin başına gelenler hatırlatılarak, tapındıkları put ve tağûtların kendilerine yardım etmekten aciz oldukları, yalanlarının ortaya çıktığı ifade edilmektedir Böylece onların bu örneklerden etkilenip imâna gelmeleri için ikazda bulunulmaktadır

Dördüncü bölümde de cinlerden ve onların Kur'an'a karşı olan tavrından söz edilmektedir Nihayet sure:

"Görmezler mi ki gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan Allah, ölüleri de diriltmeye kadirdir Evet o her şeye kadirdir" (33) mesajıyla sona ermektedir

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (A)

Eski 11-04-2012   #15
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (A)



Ahkâm

Hükümler, yargılar, kanunlar, kararlar

Ahkâm hüküm kelimesinin çoğulu olup "hükümler" demektir Hüküm, sözlükte men etmek, önlemek anlamlarına gelir Hâkimin davayı neticeye bağlamasına hüküm denmesi, taraflar arasındaki düşmanlığı önlediği içindir Hüküm, bir şeyi diğerine dayandırma, emir ve irade manasında da kullanılmıştır (M Salahî, Kamûs-i Osmânî, III, 297; H Karaman, Fıkıh Usûlü, İstanbul 1963, 170)

Terim olarak 'hüküm'ü fıkıh usulü bilginleri şöyle tarif etmişlerdir: "Mükellef (yükümlü) kimselerin işleriyle ilgili Allah ve Resulü'nün hitaplarıdır" Meselâ; Allah'ın "namaz kılınız", "adam öldürmeyiniz" hitapları birer hükümdür

Fâkîhlere göre ise hüküm, bu hitâbın eser ve neticesidir (Abdulvehhab Hallâf, İlmu Usûli'l-Fıkh, Kahire 1978, 100) "Namaz kılınız" hitâbının eser ve neticesi farz, "adam öldürmeyiniz" hitâbının ise haramdır Buna göre namaz kılmanın hükmü farz, adam öldürmenin hükmü ise haramdır

Fıkıh usulü bilginlerine göre dinî hükümler iki kısma ayrılır:

Birincisi teklifi hükümlerdir Bir işin yapılmasını ya da yapılmamasını gerektiren veya ikisi arasında tercih etmekte serbest bırakan hükümlerdir Bir işin yapılmasını gerektiren hükümlere farz ve mendup, yapılmamasını gerektirene haram ve mekruh, muhayyer * bırakılan hükme de mübah denir (Abdulvehhab Hallaf, age 101)

İkincisi ise vaz'î hükümlerdir Bunlar, ibadet ve muamelelerin sıhhati için gerekli olan şartları gösteren hükümlerdir Bir fiil işlenirken dinî kurallara uygun olup olmadığı bu tür hükümlerle anlaşılır Meselâ alışverişin sahîh olmasıyla ilgili hükümler bu kabildendir

İman-amel ve ahlâk açısından hükümlere gelince;

Bu açıdan İslâm'daki hükümler üç kısma ayrılır:

1- İtikâdı Hükümler: Allah'ın varlığı, birliği, sıfatları, peygamberler, melekler ve ahiret hayatı gibi inançla ilgili olan hükümlere itikâdî hükümler denir

2- Amelî Hükümler: Bu da üç kısma ayrılır:

a- Namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetlerle ilgili hükümler

b- Alışveriş, evlenme-boşanma gibi muamelelerle ilgili hükümler

c- Çeşitli suçlara dünyada verilecek cezalarla ilgili hükümler

3- Ahlâkî esaslarla ilgili hükümler: (Ö N Bilmen, Muvazzah İIm-i Kelâm, İstanbul 1979, 71-72)
Ahkâmu'ş-şer'iyye

İslâm'ın ortaya koyduğu bütün şer'i hükümler İslâmî hükümlerin bütününü içine alan hükümler manzumesi olarak kabul edilen şer'î hükümler; itikâdî, amelî ve ahlâkî olmak üzere üç kısma ayrılır: Bunlardan itikâda dair olan hükümler genellikle Allah'ın birliği ve varlığına dayalı olan aklî ve mantıkî hükümlerdir Akîdeye dair olup ayet ve hadislerle ispat edilen şer'î hükümler ise, ahiret hayatı ve meleklerin varlığı gibi gaybe dayalı hususlardır

Amelî hükümlere gelince genellikle insanın ruhunu, akıl ve nefsini eğiten emirlerdir Bu türlü emir ve hükümler insanı Cenâb-ı Hakk'a daha iyi bir kul yapma hedefini güderler Ayrıca insanlar arasındaki sosyal ekonomik, siyasî, mâlî ilişkilerin düzenlenmesinde de etkili bir rol oynayan, yine şer'î hükümlerdir

Ahlâkî hükümler ise; insanın bütün mahlûkât ile olan ilişkilerinde Allah'ın emirlerine itaat ederek, şefkât ve merhamet duygularının gelişmesinde etkili olan emir ve yasaklar manzumesidir Şer'î hükümler gerek dünya ve gerekse ahiret hayatı ile ilgili olarak çeşitli usûllerle insanı eğiten ve daha mutlu bir toplumun oluşmasını sağlayan ilâhî emirlerdir Mümin bir insan her ne olursa olsun bunlara uymak zorundadır
Ahkemü'l-hâkimin

Hâkimler hâkimi, en büyük ve en üstün hâkim En doğru hükmeden, hükümlerinde en üstün olan ve kendisinden başka hüküm koyanların hükmünü iptal eden anlamında Allah'u Teâlâ'ya özgü olarak kullanılan Kur'anî bir terimdir

Gerçekten insanlar, Allah'a ibadetten vazgeçip onun emirlerini arkalarına atıp, arzu ve hevalarına uygun hükümler koyarak yönetici olmak mevkîine gelince şirke düşmüş bulunurlar Daha sonra kendi koydukları hükümler eskimeye başlayınca, yeni hükümler koyma zorunluluğuyla başbaşa kalırlar Bu işlem de sürekli dönüp durur Bir 'batıl'dan bir batıla düştükçe Hakk'dan tamamen uzaklaşır ve 'ceza'yı hak eder hale gelirler Gerek dünyada baslarına gelen, gerek ahirette başlarına gelecek bir ceza, Allah'ın onlar hakkındaki hükmüdür Bu hüküm onların bütün hükümlerini iptal etmiştir

"Nuh seslendi: "Rabb'im dedi, oğlum benim ailemdendir Senin sözün elbette haktır Ve, sen hâkimler hâkimisin"(Hûd, 11/45)

"Allah, Ahkemü'l-Hâkîmîn (hükmedenlerin en iyi hükmedeni) değil midir?" (et-Tin, 95/8)

Allah'ın hükümlerini reddederek kendilerinden hüküm koyanlar ve bu hükümlerle amel edenlerin durumu "putunu kendi yapıp, kendisi tapan" müşriklerin ve kâfirlerin haline benzer ki onlar için ebedî bir Cehennem hazırlanmıştır Bu Cehennem, onların, kendi hükümlerine uymalarından dolayı ve Allah'ın hükmünün neticesidir Böyleleri hakkında Allah'ın hükmü değişmeyecektir Çünkü o, Ahkemü'l-Hâkîmîndir
Ahlâk

Huylar, seciyeler, mizaçlar, anlamında bir kavram Hulk, hulûk kelimelerinin çoğul şeklidir Hulk veya hulûk insanın beden ve ruh bütünlüğü ile alâkalıdır Ahlâk bu çerçeve içinde, "insanın bir amaca yönelik olarak kendi arzusu ile iyi davranışlarda bulunup kötülüklerden uzak olmasıdır" şeklinde tanımlanabilir

İslâm ahlâkı Kur'an-ı Kerîm'e dayanır Yani her yönüyle Cenâb-ı Allah tarafından vahiy yoluyla belirlenmiş bir davranışlar manzumesidir Her şeyden önce İslâm ahlâkı bir vazife ahlâkı şeklinde ortaya çıkmıştır Zira Kuran-ı Kerîm'deki her emir, müminler için bir görev belirlemiştir İnsanın bir mümin olarak bu emirlere muhatap olmayı kabul etmesi, bunları birer görev olarak telâkkî etmesi anlamındadır Kur'an-ı Kerîm'de Resulullah (sas)'a hitaben: "Sen en yüce bir ahlâk üzeresin " (el-Kalem, 68/4) buyurulmuş ve Hz Peygamber'in kendisi de: "Ben ahlâkî prensipleri tamamlamak üzere gönderildim" buyurmuştur (İbn Hanbel, Müsned, II, 381) Aynı şeklide Resulullah'ın bütün hadisleri insanların birbirlerine karşı daha iyi davranmaları konusunda birer emir mahiyetinde olup, Müslümanlara görev yüklemektedir Dolayısıyla İslâm'ın getirdiği ahlâk anlayışı her şeyden önce bir görev ahlâkıdır

İslâm ahlâkının diğer bir yönü de davranışlardaki niyet duygusudur Zira Hz Peygamber (sas), "Ameller niyetlere göredir" buyururken, İslâm'ın önemli bir prensibini belirlemiştir (Buhârî, İmân, 41) Müslüman için bu niyetin arkasındaki en büyük yönlendirici duygu, müminin her davranışında "Allah rızasını" gözetme duygusudur Zira mümin herhangi bir davranışta bulunurken, asla bir dünyevî çıkar yahut bir uhrevî sevap beklemeyip gönlünde sadece Allah rızasını ve onun sevgisini kazanma arzusunu taşımaktadır

"Yoksula, yetime ve esire onun rızası için yemek yedirirler ve "biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz Sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz" (derler)" (el-İnsan, 76/8-9)

Niyet ve Allah rızası duygularının yanı sıra, Allah'u Teâlâ'ya karşı bir sorumluluk duygusu taşımak Müslüman ahlâkının temel prensiplerindendir İslâm'a göre Müslümanın bu sorumluluk duygusu Allah'u Teâlâ'dan korkmak, onun emirlerine saygı göstermek ve bu emirleri asla aksatmaksızın yerine getirmek yasakladığı her şeyden kaçınmak İslâm ahlâkının temel ve ilk prensipleridir Diğer bir temel prensip de müslümanın diğer mahlûkâta karşı son derece merhamet, adalet ve şefkâtle davranması, zayıf ve muhtaç olanlarına yardım etmesi, ana ve babaya saygılı olması ve onların gönüllerini kazanmaya çalışması vs hususlarıdır

Bütün bunların yanı sıra insanın kendi duygularına hakim olması, mütevazî, sabırlı, edepli, hayâlı ve insaflı olması gibi prensipler de Müslümanın başkasına karşı sorumlu olduğu hususlardır

İnsanın, dolayısıyla Müslüman'ın, toplum içinde güzel ve hoş karşılanmayan her türlü kötü davranış ve alışkanlıklarını zamanla değiştirebilmesi gerekir Bu kötü huy ve davranışlardan kurtulmanın tek yolu, iradesini kontrol altında tutup ona tam olarak sahip olmasıdır Bu kötü davranış biçimlerinden de ancak Allah'ın bize emrettiği ibadetlere* sımsıkı sarılmak suretiyle kurtulmak mümkündür Ama iradesine hakim olamayan bir kimsenin bu gibi kötü huy ve alışkanlıklardan uzaklaşması kolay değildir İbadetlere sıkı sıkıya bağlanmak, Allah'ı daima bizi görüyor gibi hissedip onu hatırda tutmak, sürekli olarak iyi insanlarla oturup kötülerden uzak kalmak, asî insanların bulunduğu yerlere gitmemek, Allah'ın emirlerine sarılıp yasaklarından kaçınmak suretiyle İslâmî anlamda bir ahlâka sahip olunabilir

Bütün bu çizilen prensiplere göz attığımızda İslâm ahlâkının saf ve sağlam bir iyi niyete dayandığı; Allah'ın rızasına önem vermesi müntesibinden dünyevî hiçbir çıkar beklemeyip uhrevî bir fayda peşinde de olmaksızın sırf Allah rızası ve sevgisini göz önünde bulundurmasını talep etmesi gibi özellikleri ile her türlü şekilci ve pragmatist ahlâk anlayışından uzak olduğu görülmektedir

İslâm'da Emr-i Bi'l-Ma'ruf ve Nehy-i Ani'l-Münker* prensibi insanların ahlâkını daima iyiye doğru yönlendirmek içindir Hz Peygamber'in "Ahlâkınızı güzelleştiriniz", "Allah'ın ve Resulü'nün ahlâkı ile ahlâklanınız" diye tavsiyelerde bulunması Müslümanın daima ahlâkını güzelleştirmesi gerektiğini dile getirmektedir Bunun yanı sıra, Kur'an-ı Kerîm'in birçok yerinde İslâm toplumunun daha mükemmel bir ahlâkî yapıya kavuşması için bir hayli emir ve nehiylerin sıralandığını ve Müslüman için Allah'ın razı olacağı bir hayat tarzının belirlendiğini biliyoruz Bu gibi ahlâkî emir ve yasaklamaların bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

"Rabbin yalnız kendisine ibâdet etmenizi, anneye ve babaya iyilik etmenizi emretti İkisinden birisi yahut her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşır, yaşlanır, yanında kalırlarsa sakın onlara "öf" bile deme, onları azarlama, onlara güzel söz söyle Onlara acımadan dolayı, tevazu kanatlarını indir (onlara karşı alçak gönüllü ol) ve "ey (her varlığı terbiye edip yetiştiren) Rabbim! Bunlar beni küçükken nasıl (acıyıp) yetiştirdilerse sen de bunlara acı " de Seninle akrabalığı olana, yoksula ve yolcuya hakkını ver (Malını gereksiz yere) saçıp savurma Çünkü (gereksiz yere mallarını) saçıp savuranlar Şeytan'ın kardeşleri olmuşlardır Şeytan ise Rabbi'ne karşı çok nankördür Eğer (elin dar olduğu için) Rabb'inden umduğun bir rahmeti bekleyerek onlardan yüz çevirecek (onlara bir şey vermeyecek) olursan, bari onlara yumuşak söz söyle, gönüllerini al, bolluğa kavuşmaları için Allah'a dua et Ellerini boynuna bağlanmış kılma, tamamen de açma, sonra kınanır, hasret içinde kalırsın (Ellerin boyna bağlanması cimriliği temsil eder Ellerin açılması da israfi ifade eder Yani cimrilik de israf da İslâm nazarında kötü bir alışkanlık olup her iki durumda da insanın pişmanlık duymasına yol açar) Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz Onları da sizi de biz besliyoruz Onları öldürmek büyük günahtır

Zinaya yaklaşmayınız Çünkü o, açık bir kötülüktür, çok kötü bir yoldur

Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyiniz Kim zulmen birini öldürürse, onun velisi (olan mirasçısı)'na yetki vermişizdir (Öldürülenin hakkını arar Ancak o da) öldürmede aşın gitmesin (Katil yerine katilin akrabasını veya katille beraber bir başkasını öldürmesin) Çünkü kendisine yardım edilmiş (yetki verilmiş) tir Katilin akrabası kendisine verilen bu yetkiyi kötüye kullanmasın

Yetimin malına yaklaşmayın, ancak erginlik çağına (yaşına) erişinceye kadar en güzel tarzda (onun malını kullanıp geliştirebilirsiniz) Ahdi de yerine getirin Çünkü insana ahdi sorulacaktır

Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam yapın, doğru terazi ile tartın Bu daha iyidir Sonu da daha güzeldir

Bilmediğin bir şeyin ardına düşme Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan (o yaptığın kötü şeyden) sorumludur

Yeryüzünde kabara kabara (böbürlenerek) yürüme Çünkü sen yeri yırtamazsın Boyca da dağlara erişemezsin

Bütün bunlar hepsi kötü olan ve Rabbi'nin katında hoş görülmeyen şeylerdir " (el-İsrâ, 17/23-38)

İslâm'da ahlâkı iman'dan ayırmak mümkün değildir Zira bütün Kur'anî emirlere boyun eğmek imanın gereğidir Bu emirlere uymakla da en üstün ahlâkî değerler elde edilir Resulullah (sas):

"Müminlerin iman* açısından en mükemmel olanı, ahlâkı en iyi olanıdır" (Buhârî, Edeb, 39) buyurmuştur Bu duruma göre ahlâkî açıdan mükemmel bir anlayış ve davranışa sahip olmayan kişi iman açısından da kemâle ermiş olamaz Diğer bir hadiste de şöyle buyurur:

"İman yetmiş türdür En üstünü 'Lâ ilâhe illâllah'tır en aşağısı da yol üzerinde insanlara eziyet verecek bir şeyi kaldırmaktır Hayâ da imanın bir bölümüdür" (Ebû Dâvud, Sünnet, 14)

"Allah'a yemin olsun ki, hiç bir kul, kendi nefsi için istediği güzelliği kardeşi için de istemedikçe tam iman etmiş olmaz " (Buhârî, İman, 7; Müslim, İman, 71-72)

"Haklı olduğu halde bile çekişmeyi bırakan kimseye Cennet'in avlusunda bir köşk verileceğine, yalan söylemekten kaçınan kimseye Cennet'in ortasında bir köşk takdim edileceğine, ahlâkı güzel olan kimseye de Cennet'in en güzel yerinde bir köşk sunulacağına ben kefilim " (Ebû Dâvud, Edeb, 7)

"Mîzana konan ameller arasında güzel ahlâktan daha ağır gelecek hiç bir pey yoktur İnsan güzel ahlâkı sayesinde, oruç tutup namaz kılan kimseler derecesine yükselir (Tirmizî, Birr, 62 )

Bu ve buna benzer hadislerde Hz Peygamber güzel ahlâkın üstünlüğünü dile getirmiştir

Ayrıca: "Müslüman, müslümanların onun elinden ve dilinden emin oldukları kimsedir" (Müslim, İman, 14) "İnsanların en hayırlısı ömrü uzun olup amelleri de güzel olandır " buyurmakla iyi müslümanı tarif etmiştir

Sahâbilerden biri Resulullah'a şöyle sorar:

-İslâm'da en hayırlı iş nedir? Peygamber Efendimiz şöyle cevap verir: "Yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığına selâm vermendir" Ashâbın ileri gelenlerinden Abdullah İbn Mes'ud da buna benzer bir soru sorunca Resulullah şöyle buyurmuşlardır:

"Vaktinde kılınan namaz,* ana babaya itaat*, Allah yolunda cihad*" İslâm ahlâkının temel prensipleri olarak sadece bunlarla amel eden ve bu prensipler çerçevesinde hareket eden bir toplum her zaman dimdik olarak ayakta durabilir

İnsanlara karşı daima yumuşak davranmak, hatalarına rastladığında, bu hatalarını son derece yumuşak bir ifadeyle ve onları üzmeyecek bir tarz ve uslüpla söylemek gerekir İnsanları ikaz ederken de aynı üslûbu uygulamak müslümanın prensibi olmalıdır İslâm'ın insanların hayatlarında görülen pratik ahlâkı insanın kendisine, hemcinslerine, çevresinde ve Allah'a karşı olan bütün görevlerini içine alır Bütün bunlara baktığımızda İslâm ahlâkı hürmet, hizmet, merhamet, edep, hayâ, nefse hâkimiyet, tevazu, adalet, ve benzeri hususlar üzerinde yükselmiştir

Ayrıca İslâm yalan, küfür, lânet okuma, alay etme, kibirlenme, koğuculuk yapma, gıybet etme, riyâ, cimrilik, kıskançlık, vs gibi duygu ve davranışların kesinlikle yasaklandığını bildirerek, müslümanın bütün bunlardan da uzak kalması gerektiğini açıklamıştır
Ahmed

Hz Muhammed (sas)'in diğer adı Bu isim İncil'de zikredilmiştir Kur'an-ı Kerîm'de, İsa (as)'ın bu ismi İsrâiloğulları'na müjdelediği ifade edilmektedir

"Meryem oğlu İsa da: Ey İsrâiloğulları, ben size Allah'ın elçisiyim Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir resulü müjdeleyiciyim" demişti Fakat (Resulullah) onlara apaçık delillerle gelince, "Bu apaçık bir büyüdür" dediler " (es-Sâf, 61/6)

Mevcut İncil'lerde bu isme buğun rastlamamaktayız Çünkü mevcut İncil* nüshalarından hiçbiri İsa (as) zamanında yazılmamıştır Bunlar, tahrif edilmiş ve yüzlerce yıl sonra hristiyanların elindeki yüzlerce nüshadan ve kilisenin isteği doğrultusunda yazılmış birbirinden ayrı dört İncil'dir Bunların yukarıdaki müjdeyi ihtiva etmemesi Müslümanlar açısından durumu değiştirmez Ancak kitab-ı Mukaddes'de; "Paraklit" şeklinde bir isim bulunmakta, bu isim kelime anlamı olarak Ahmed ve Muhammed isimlerindeki anlamı vermektedir Gerek Ahmed, gerek Muhammed isimleri "hamd" kökünden türemiş isimlerdir

Ahmed isminin iki anlamı vardır Birincisi, "Allah'ın en çok methini yapan kişi" ikincisi, "en çok methedilen kişi" anlamıdır Muhammed ismi ise "en çok methedilmiş kişi" anlamındadır "Paraklit" ismi de bu iki anlamı vermektedir Yunanca olan "pericletus" kelimesi Yohanna İncil'inde geçmekte ve müjdelenen bir peygamberden söz etmektedir
Ahmed B Hanbel

164-241 /780-855)

Ebu Abdullah Ahmed b Muhammed b Hanbel b eş-Şeybâni el-Mervezî, Hanbelî mezhebinin imamı, muhaddis, mutlak müctehid

164/780 yılında Bağdat'ta doğan Ahmed'in babası Muhammed b Hanbel otuz yaşında ölmüş, onu annesi Sâfiyye binti Meymune büyütmüştür Kendisi Arap olup, Şeybân kabilesine mensuptur ve soyu, Nizar kabilesinde Hz Peygamber (sas)'in soyu ile birleşmektedir Ahmed'in dedesi Hanbel, Emeviler döneminde Serahs valiliği yapmıştır

İlk eğitimini bir ilim ve kültür merkezi ve aynı zamanda Abbâsîlere başkent olan Bağdat'ta aldıktan sonra dini ilimlere yönelen Ahmed, İslâm'ı bütün yönleriyle yaşamak istedi Bu arzu onu Peygamber (sas)'in hadisleriyle uğraşmaya götürdü Daha çocukken Kur'an-ı Kerîm'i ezberlemişti Diğer dini ilimleri okuduktan; Arapça'yı ve dil bilgisini geliştirdikten sonra bütün mesaisini hadislere ayırmıştı O, ayrıca Farsça da bilmekteydi Hadis toplama, ezberleme ve yazma onda bir tutku haline gelince, Basra, Hicaz, Kûfe ve Yemen gibi ilim merkezlerine birçok seyahatler yaparak buralarda bulunan ulema ve muhaddislerle görüşmüş, râvileri bulmuş ve onlardan hadis almıştır (İbnü'l Cevzî, Menakıbu'l İmam Ahmed b Hanbel, s 183 vd) Üçünde parasızlıktan ötürü yaya olmak üzere beş defa hacca gittiği, İmam Şâfiî ile ilk defa Hicaz'da tanıştığı, yolculuklarında fakir olduğundan büyük sıkıntılarla karşılaştığı, Yemen'deki muhaddis Abdurrezzak b Hemmam (ö 211)'dan hadis almak için Yemen'e giderken yolda parası bitince hamallık yaptığı kaydedilmektedir (İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, X, 329) Ravilerden hadislerle birlikte sahâbe ve tabiine dair ulaşan butun rivayetleri almıştır Fıkhi bilgisini ve usûl-i fıkhı Ebu Yusuf* ve imam Şafii'*den aldığı derslerle kuvvetlendirmiş, toplayıp tedvin ettiği hadis ve sahâbe fetvalarını fıkhının dayanağı yapmıştır Kırk yaşından sonra, topladığı beş bine yakın talebeye ders vermiştir

Tarihte büyük müctehidlerin birçoğuna zulmedildiği görülmektedir imam Ahmed de bu gruptandır Abbasîler zamanında "Halku'l-Kur'an Kur'an mahluktur" ideolojisi yayılıp, halife Me'mun'un (813-833) bunu zorla ulemaya kabul ettirmek istemesi, hristiyan âlimi Yuhanna el-Dimaşkî'nin fitnesi ve Mutezile'nin ortalığı karıştırmasıyla başlayan zulüm, devlet desteği ve despotluğuyla ilim çevrelerine dayatılmak istenince ulemanın çoğu bu görüşü kabul ettiğini söylerken, (h 218) Ahmed b Hanbel, el-Kavârîrî, Muhammed b Nuh, Sücâde gibi bir grup âlim "Kur'an mahluktur" görüşüne katılmadıklarından dolayı zincirlere vurularak hapse atılmışlar, işkence görmüşlerdir Bu arada Kavârîrî ve Sücâde de resmi görüşü kabul ettiklerini söyleyerek serbest bırakılmışlardır Halife Me'mun ortada kalan Hanbel ve Muhammed b Nuh'la görüşmek istemiştir Ancak, halife vefat edip, Muhammed b Nuh da yolda ölünce Ahmed b Hanbel Bağdat'ta tekrar hapsedilmiş, Mu'tasım (833-842) zamanında kadı İbn Ebu Duâd'ın teşvik ve etkisiyle işkence edilmiştir Yirmi sekiz ay hapiste kalan Ahmed b Hanbel, serbest bırakıldıktan sonra iktidara gelen el-Vâsık (ö 232/847) devrinde de aynı muhalifliğini sürdürdüğünden gözetim altında tutulmuş, beş yıl hadis dersi verememiştir Nihayet el-Mütevekkil (ö 247/861) devrinde Me'mun'un "Kur'an mahluk değildir diyen kimse kalmasın" vasiyetine ve bu katı siyasete son verildikten sonra yeniden hadis çalışmalarına dönmüştür Onun bu zorluklarla dolu günleri ondört yıl sürmüştür Halife el-Mütevekkil'in gönlünü almak amacıyla hediye ve maaş vermek istemesini de reddetmiş, hatta halifenin yardımını kabul eden oğullarına kırılmış, kendisi hiçbir zaman kimseden bir karşılık almamıştır

İmam Ahmed b Hanbel, 241/855 yılında Bağdat'ta vefat ettiğinde cenazesine on binlerce kişi katılmış, namazı Cuma günü kılınmıştır Türbesi VII asırda Dicle nehrinin taşmasında sulara kapılıp kaybolmuştur

İmam Ahmed'in hayatı -babasından kalan bir kira geliri dışında- fakirlik ile geçmiş iki evliliğinden, oğulları Salih ile Abdullah, cariyesinden de üç oğlu, bir kızı olmuştur imam ibn Hanbel halk arasında mihne olaylarındaki tavrı dolayısıyla sevilmiş, takvası ve sünnete her yönden bağlılığıyla meşhur olmuştur Yoksul olmasına rağmen, devlet bünyesinde görev almamış, hiç kimseye muhtaç kalmadan sünnete uygun bir şekilde yaşamıştır Onun hakkında "Yahudiler arasında çıksaydı peygamber olurdu" gibi övgüler nakledilmiş, kimseden onun aleyhinde söylenen bir söz işitilmemiştir

İtikadı, ilmi "Halku'l Kur'an" olayında Mutezile* mezhebi, "yalnız Allah kadimdir"diye Kur'an'ın hâdis olduğunu ortaya attığında ve bu görüş zorla herkese kabul ettirilmek için devletin baskı ve zulmü imamlara dayatıldığında Ahmed b Hanbel bunu bir bid'at* olarak gördü Konuyu asr-ı saadette kimse tartışmamıştı Üstelik sünnette "Kur'an Allah kelâmıdır" bilgisi ile nasıl tavır alınmışsa öyle tavır takınılmalıydı Ahmed b Hanbel, Kur'ân'ın mahlûk olduğunu söyleyenin Cehmî, mahluk olmadığını söyleyenin ise bid'atçı olduğuna hükmeder Kendisi bu meselenin sünnette var olmayan, aklen ortaya konulan bir iddia olduğunu savunur Çünkü sünnette bu tür bir tartışma yoktur ve Kur'an "Allah'ın kelâmı" ve indirdiği hükümler olarak nitelenmiştir Zaten sünnet* usûlünde böyle konularda tartışma olmaz; tartışma ihtilafa, ihtilaf kavga ve fitneye götürür

Ahmed b Hanbel itikatta, amelde, ahlâkta sünnetten başka bir yol izlemez Cedelden, münakaşadan, salt rey ile hüküm vermekten kaçınır; sahâbe ve tabiinin yolunu izler Sabırlı, mütevazî, ciddi, yumuşak, kanaatkâr, takva sahibi, ihlâslı bir müctehiddir Onun itikadı, fıkhî nasslardan doğar Daha doğru bir deyimle o, Kitap ve Sünnet olan şeriatın asli delillerini delil olarak alıp birtakım hükümlere varmada, onları kullanmadan çok nassları oldukları gibi alıp, sünnetin açıklamasını aynen uygular iman, kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve uzuvlarla amel olup, artar ve eksilebilir Büyük günah işleyen dinden çıkmış olmaz Allah'ın sıfatları nasslardaki gibidir, tevil edilmez Müteşabihleri yorumlamaktansa susmak evladır Bir halife adil veya zalim olsa da ona itaat edilir, isyan çıkar yol olmayıp, bağiy'dir Ahmed b Hanbel'in yanında yetiştiği Huşeym b Beşir b Ebu Hazim (104/722-183/799) adında bir üstadı vardır Ayrıca Umeyr b Abdullah b Halid Abdurrahman b Mehdi, Ebu Uyeyne, imam Şâfiî, Ebu Yusuf, Abdurrezzak b Hümâm, İsmail b Aliyye, -gıyaben- Ebubekir b Ayaş, Yahya b Saîd'den faydalanmıştır Ahmed b Hanbel'den hadîs rivayet edenler arasında da Buhârî, Müslim, Ebû Davud, Ali b el-Medîni en önemli muhaddislerdir

Eserleri

Ahmed b Hanbel'in bizzat yazdığı tek eseri "el-Müsned"dir Ona atfedilen eserler, Hanbelî imamlarınca yazılmıştır es-Sünne, Zühd, Salat, Ver'a ve'l-İman; Reddi ale'l Cehmiyye ve'z-Zenadıka; Eşribe; Mesail; Cüz fi Usûlu's-Sünne; Fedailu's-Sahabe; Er-Reddü ala men iddea't-Tenâkuza fi'l-Kur'ân; et-Tefsir; en-Nasih ve'l Mensuh; Tarih; el-Mukaddem ve'l Muahhar fi'l Kur'an; Vücubâtü'l Kur'an; Menâsikü'l Kebir ve's Sağir; el-Cerhu ve't Ta'dil; el-İlel ve Marifetu'r-Rical bunlardandır

Müsned

Ahmed b Hanbel, bir hadis ve bir fıkıh imamıdır Her fâkîhin ilimde ağır basan bir yönü vardır ve hiç kimse bütün ilimlerde aynı dirayette yetişemez Başka bir deyişle imamların fıkha intisabında önceki ilimlerinin bir kısmının etkisi görülür Ebu Hanife*nin fıkhı, nasıl rey ağırlıklı ise; Ahmed b Hanbel'in fıkhı da hadis ağırlıklıdır Bu yönüyle İbn Cerir et-Tâberî, İbn Kuteybe, onun sadece hadis âlimi olduğunu söylemişlerdir Başlangıçta Ahmed b Hanbel, talebelerine kendisinden yalnız hadis yazmalarını söylemişti Çünkü o, geniş anlamıyla hukukî metinlerle uğraşmanın hadisi unutturacağını, hukukçuların çekişmeleri ve ihtilaflarıyla uğraşmanın insanları şaşırtacağını biliyordu Fer'î meselelerle uğraşmak sebebiyle Kur'an ve Sünnet'in ikinci plânda kalacağından endişe ediyordu Buna rağmen talebeleri onun fetvalarını, görüşlerini yazdılar Sonraları kendisi de bu tedvîn işini olumlu karşıladı Kendisi "Müsned"i yazdı Bu kitap onun yüz elli bin hadis içinden seçtiği otuzbin civarında hadisten oluşmuştur İmam, insanlar hadislerde ihtilaf edince Müsned'e başvurabilsinler diye bu kitabı yazmıştır Müsned'i dağınık kâğıtlara yazıp, temize çekemeden vefat edince, oğlu Abdullah (213-290) kendi rivayetlerini de ekleyerek Müsned'i tedvin ve rivayet etmiştir Müsned, bâblara göre değil, senetlere göre düzenlenmiş olup, hasen ve garib hadislerin çoğunu ihtiva etmektedir İslâm tarihçisi, "Şam'ın hâfızı" İmâdeddin Ebu'l-Fidâ İsmail b Ömer b Kesir; sahabe isimlerine göre tertib edilmiş Müsned'e Kütübü Sitte'yi, Taberanî'nin Mu'cem'ini, Bezzâr'ın Ebu Ya'la'nın Müsnedlerini birleştirmiş, ancak tamamlayamadan ölmüştür (M Ebu Zehra, Ahmed b Hanbel, Çev: Keskioğlu, Ankara 1984, s 195) Müsned, terkibi itibariyle, akademik bir kitaptır ve kullanımı zordur Ancak hadis ehli olanlar bu tertibi, yani aşere-i mübeşşere hadisleriyle başlayıp ashaba, tabiine geçen senedlere ve ravi tarihine göre düzenlenmiş hadislere başvurmada zorlanmazlar Ahmed b Hanbel, Müsned'i yazarken hadisleri devamlı tashih etmiş, uygun bulmadığını çıkarmıştır Dolayısıyla kitabı, mevsuk (sağlam, güvenilir) bir kitap olmuştur Meşhur sünneti, zayıf hadisleri elemekte kullanmış; sahih, hasen ve garib hadisleri kitabına almıştır Hatta zayıf hadisleri de toplamıştır Müsned'de mevzu hadisler de vardır ve bunlar büyük ihtimalle İmam Ahmed'ten sonra ilâve edilmiştir Müsned'de hadisler şu râvî sıralamasıyla tertip edilmiştir: Aşere-i Mübeşşere, Ehl-i Beyt, Abbâs, Fazl b Abbas, Abdullah b Abbas, İbn Mes'ud, Abdullah b Ömer, Abdullah b Amr b el-Âs, Ebu Rimse Rıfaa b Yesribî, Ebu Hureyre, Enes b Mâlik, Ebu Saîd el-Hudrî, Câbir b Abdullah el-Ensarî, Mekkelîler, Medineliler, Kûfelîler, Basralılar, Şamlılar, Ensar, Hz Âişe ve diğer kadın sahabîler

Fıkhı

Ahmed b Hanbel'in usûlü kendine hastır İctihad eden fakih bir ictihadını bırakıp, başka bir şekilde ictihad edebilir İmam Ahmed b Hanbel bu yüzden fıkha dair eser yazmamıştır Kendisinin bağımsız bir müctehid oluşu, talebelerinin onun ictihadlarını, fetvalarını rivayet etmelerine sebep olmuş, vefatından sonra ona nisbet edilen kitapları talebeleri ortaya çıkarmıştır Ahmed b Hanbel kendisine bir mesele sorulduğunda Kur'ân ve Sünnet'e göre cevaplar, çoğu yerde "bilmem" diye susardı Nitekim Hanbelî kitaplarında ona atfedilen çelişkili rivâyetlerin bulunması ictihadlarındaki farklılıkların yazılmasını yasaklama hususunda onu haklı çıkarır O, zaruret halinde kıyas yaptığı için fetva veriş usulünde sahabe ve tabiînin fetvalarını naklederek hüküm verirdi İşte onun özel fıkıh usulü buydu O'nun şöhreti "Halku'l-Kur'ân" olaylarında işkence görmesi, hapsedilmesiyle oldu ve çağının en önemli âlimi ve müctehidi olarak tanınmasına sebep oldu Onun fıkhını nakledenler arasında; Salih b Hanbel (209/824-896) Abdullah b Hanbel, (213-290/828-903) Abdullah b Muhammed b Hâni Ebu Bekr Esrem, (273/886) Abdülmelik b Abdülhamid Mihran Meymunî, (ö 274/887-888) Harb b İsmail Hanzalî Kirmanî, (280/893) Ahmed b Muhammed b Hacca Ebu Bekr (ö 275/890-891) İbrahim b İshak Harbi (ö 311/923-), Ahmed b Muhammed b Hasan Ebu Bekr Hallal (ö 285-898) bulunmaktadır Ebu Bekr Hallâl, İmam Ahmed'in fetvalarını Câmiu'l-Kebîr adlı eserinde toplamıştır Ömer b Hüseyin Harakı (334/945-946) "el-Muhtasar"ı yazdı ve bu kitap Hanbelî mezhebinin elden ele dolaşan kitabı oldu

Ahmed b Hanbel'in farklı görüş ve rivayetlerinin senedi kuvvetli olanı tercih edilmektedir İki ayrı görüşü birleştirmek mümkünse birleştirilir, yoksa tarihi bakımdan son görüşe uyulur İbn Hanbel'in dilinde "kerih" sözü "haram" demektir "Beğenmem" sözü "mekruh" anlamındadır; bundan maksadı da haramdır Başka bir görüşünde ise,onun daha önce haram olduğunu söylemediği böyle sözlerinde nedb ve kerâhet kasdı vardır Öğrencileri İbn Hanbel'in sözleriyle fiilleri arasında ayırım yapmaz; fiilleri mezhebine delalet eder Hadisin delalet ettiği anlam onun mezhebi demektir Bu bakımdan "Müsned " Hanbelîlerin en önemli kaynağıdır İmam Ahmed reyiyle hüküm çıkarmaktan çok, sünnetin aktarıcısı olmuştur Sahabenin ihtilâflı rivayetlerinde bunları olduğu gibi nakleder, tercihte bulunmaz Çünkü onların hepsini "udûl" olarak görür Olmamış, gelecekte olması muhtemel, hayal mahsulü fıkhi görüşleri yoktur Bu yüzden takdîrî fıkha meyletmemiştir Fıkhın tarihinde görüldüğü gibi, müctehid imamlardan sonra gelen mukallidlerin binlerce olmuş olmamış fer'i meseleyi İslâm'ı fıkha sokup bunları dinî fıkıh kaideleri haline dönüştürdükleri göz önünde bulundurulursa, İmam Ahmed'in kendine has düşünüşünde farazî fıkha yer vermeyişinin sebebi anlaşılabilir Hatta bir kısım fıkhi kaideleri bid'at kabul etmiş ve bunların İslâmî fıkıh* içinde barınabildiklerini söylemiştir Öte yandan, İbn Hanbel, "eşyada asıl olan ibâhadır" görüşüyle ilginç bir şekilde mezhebini mübah* konularda serbest bırakmaktadır Bu, rahmet olan ihtilâftır ve insanlara geniş bir hürriyet alanı açmaktır Aynı zamanda kolaylık, ruhsat ve azimet, değişen zamanlara çok açıdan bakabilmek hürriyeti demektir Ahmed b Hanbel kıyasa zayıf bir delil gözüyle bakan ilk müctehiddir O, Kur'an ve Sünnet'in dinde hüküm koyucu iki yegane kaynak olduğunu belirtir ve nassın işaret etmediği konularda "akıl yürütme" ile fiilleri dînî alana bağlamaz Kıyas* ve rey'in şer'î bir delil ve bağlayıcı birer hüküm kaynağı olduğu gözönünde bulundurulursa, Ahmed b Hanbel'in fıkhının tam anlamıyla Kur'an ve Sünnet bağlamında kalarak fıkhı "cihad" bakımından da yüksekte tutmuş olduğu görülmektedir Bu bakımdan onun fâkîh olmadığını öne süren, öncelikle onu muhaddis kategorisine indirgeyen mantığın tutarsız olduğu açıktır İnsanların fâkîh deyince, fıkıh'a dair kitap yazan müctehidi anlamaları söz konusuysa, bunu Ebu Hanife yapmamıştır Ebu Hanife'nin de fıkhî bir kitabı yoktur, ona nisbet edilen risaleleri ölümünden sonra talebeleri meydana getirmiştir Kaldı ki, İbn Hanbel, Kur'an ve Sünnet'i temel aldığı gibi, sedd-i zerâyi', mesâlihi mürsele, istishâb delillerini de kullanmıştır Onun fıkıh usûlü, nass varsa nassı, sonra sahabe fetvalarını ve mürsel, zayıf hadisleri kullanarak hükme ulaşmaktır Onun "icma" hakkındaki görüşü de anlamlıdır O, sahabelerin icmaını kabul eder, sonraki devirlerde icma* için, "Bunlara muhalif olan bir şey bilmiyoruz" der (Ebu Zehra, İslam'da Fıkhi Mezhepler Tarihi, III, 246) İmam Ahmed sahabîlerin icmaının hüccet olduğunu söylerken, onlardan sonra gelenlerin icmaîna bir muhalif görüş olduğu takdirde icmaın geçersiz olduğuna hükmeder Sözkonusu icmaın, dinin kesin kaideleri ve Allah'ın kesin uyulması gereken emirlerinden olmadığını belirtir Zaten farzlara kimsenin muhalif olamayacağını söylemek gereksizdir Demek ki, Ahmed b Hanbel, icma hakkındaki bu görüşüyle fer'î meselelerde yukarda değinilen şekilde geniş bir görüş alanı bırakmaktadır O, ümmetin delâlet üzerinde birleşmeyeceğini kabul ederek, İslâm ulemâsının bir hüküm üzerindeki ittifakına kimsenin karşı duramayacağı doğrudur, der Ama ona göre, birçok meselede icma var sananlar yanılabilirler Buna rağmen hükmünde isabet etmeyen de sevap almaktadır, ihtilafın böylesi rahmet ve kolaylıktır Bir muhalif olup olmadığı bilinmeden icma vardır diye hüküm vermek doğru değildir (İbn Teymiyye, Fetava, I, 406) Hakkında icma vardır denilen bir hüküm, sadece bir kelime olabilir İmam Şafiî de, her asırda her memlekette ihtilâf olduğunu söylemiştir Dinin temel rükünlerinde icma kaçınılmazdır diye tâlî hükümlerde de icmaa zorlanılamaz İmam Ahmed, icma iddiasının yalan olabileceğini, araştırmadan kaçınıp kestirmecilikle icma vardır saplantısına düşülebileceğini, belki insanların ihtilâf ettiklerini ve bunun bilinmediğini, muhalifi bilinmeyen bir icmaın nassların önüne geçtiği takdirde nassların tatil edilmiş olacağını savunmuştur Her icma' icma olmayabilir Her âlimin karşısına karşıt görüsü olduğunu bilmediği meseleler çıkabilir ve âlim o meseleyi geçmiştekilerden aynen iktibas edebilir, fakat onların görüsüne ters bir hadis bulunduğu takdirde hadise uyulması ve hakkında icma vardır denilen meselenin reddi vacip olur; çünkü hadis temel bağlayıcıdır Müctehid, ihtiyatlı olarak "aksini bilmiyorum" demelidir Görülüyor ki İbn Hanbel, mutlak olarak icmaı reddetmez; "bilgi" problemi acısından ihtiyatlı davranır

İmam Ahmed, kölenin şahidliğini kabul ederken, sahabe fetvasına dayanır Çünkü onların fetvası üstündür ve karşısında bir görüş yoktur İhtilâflı sahabe kavillerinden, Kur'an ve Sünnet'e en yakın olanı seçer, veya tercihsiz hepsini naklederek, değişik görüşlerini uygulanma imkânını açık bırakır Kıyastan önce mürsel ve zayıf hadislerle amel eder İmam Malik, Ebu Hanîfe, Süfyân-ı Sevri, Evzaî de mürsel* hadisle amel etmiştir Şâfi bunu zayıf saymış ve bazı sanlarla sahih kabul etmiştir Mürsel hadisler bütün hadislerin yarısı kadar yekün tuttuğundan delil olarak önemli yer tutarlar Burada, muhaddislerin, mürsel hadisi zayıf olarak değerlendirdiklerini, İmam Ahmed'in ise onu sahabe fetvasından sonraki aşamada delil olarak aldığını görmekteyiz İmam Ahmed şöyle der: "Resulullah (sas)'ın hadisini reddedenin helâk olmasına ramak kalmıştır" (İbnu'l Cevzi, Menâkibu'l İmam Ahmed, s 182) Yine, her zaman için geçerli bir görüşü bulunmaktadır: "insanların bu zamanki kadar hadîs talebine muhtaç oldukları bir devir bilmiyorum Birçok bid'at ortaya çıktı Her kim hadisi bilmiyorsa bid'ate düşer"' (İbnü'l Cevzi, age, s 183) Zayıf hadisle amel etmesine gelince hadisin çok zayıf ve ondan başka bir hadis'in olmaması halini şan koşmaktadır Zayıf da denilse, adı hadis olan şeyin, reyden üstün olduğunu söyler Ebu Hanife, Mâlik, Ebû Dâvûd, en-Nesâi, İbn Ebi Hâtim de zayıf hadisi delîl kabul ederler (İbn Hazm, el-Muhallâ, I, 68) Onun, her hadis bulanın o hadisle hemen amel etmesini savunduğu söylenemez Böyle birinin bulduğu hadisi öncelikle ilim ehline sorması gerektiğini belirtir Çünkü fâkîhlere tabi' olmak dinin selâmetidir (Süfyan b Uyeyne'nin bu sözü için bk el-Kuraşi, el-Cevâhiru'l-Mudîe, I, s 64, 166) Müctehidlerin hükümleri şeriattan ayrı değildir ve avam olanların delillerini bilmek zorunda değildir Burada avam, bilgili ve araştırmacı olup da müctehid seviyesine ulaşamamış mânâsınadır Ahmed b Hanbel'e bir kimse, bir mesele görüşürken: "Ey Abdullah! bu konuda sahih bir hadis yoktur" demiş; İmam Ahmed: "Eğer bu konuda sahih bir hadis yoksa Şafiî'nin bir görüsü var Onun delili bu konudaki en sağlam delilidir" demiştir (es Subki Ma'na Kavli'l İmâmi'l Muttalibî, s 99) Bir hadisin zayıf olması, ona istinad eden hükmün zayıf olması anlamına gelmez, çoğunlukla başka deliller de hadisi desteklemektedir

Ahmed b Hanbel, fıkhını temellendirirken nassları selef gibi almış, onlar gibi anlamaya çalışmıştır Sünnet onda, usul bakımından "ikinci" bir delil gözükse de, fıkhının hayata geçirilmesinde Kur'an ile özdeştir Sünnetin Kur'an'ın zâhiri ile çelişmesi mümkün değildir Sünnet, Kur'an'ı tefsir eder, açıklar, mana ve dalâletini belirler Hüküm koyar Beyan yönüyle Kur'an'a hakimdir Rey mektebi, haber-i vâhidin nassa aykırı olmasında onu kabul etmezken İmam Ahmed, Kur'an'ın zâhirine aykırıdır mantığıyla hadisi reddetmenin sünnetlerin birçoğunu atıl bırakmak demek olduğunu savunmaktadır İmam Ahmed'in çağında hadisler sened, metin, ravi açılarından tasnif ve değerlendirmeye alınmıyordu Ona göre, bir hadis ya sahihtir ya değildir Hasen hadis ayrımı da İbn Hanbel'den sonra yapılmıştır Yalancı denilen bir ravinin bu vasfını kuvvetle ispatlayan çıkmamışsa zayıf* hadis kabul edilmelidir Hadisin ihtiyatla kabulü reddinden hayırlıdır çünkü söz konusu olan nihayetinde bir hadistir Zira kesinlikle mevzu* olmadığı gibi, sahih olma ihtimali de vardır, kıyas yapmaktan evladır Bir örnek olarak "Müsned"inde şu zayıf hadis yer almaktadır: Hz Ömer bölümünde, Ebu Davud Tayalîsi'den nakledilen hadiste, Ebu Avane Davud Evedi'den, Abdurrahman Miseli'den, Eş'as b Kays'tan dinleyerek dedi ki: "Hz Ömer'i ziyarete gitmiştim Ömer karısını dövdü ve bana şöyle dedi: 'Ey Eş'as! Benden üç şeyi belle Ben onları Hz Peygamber (sas)'den işitmiştim: -Adama karısını neden dövdüğünü sorma Okun yanında uyu Üçüncüsünü unuttum"

Muhaddislere göre bu hadis Davud b Yezid'in sağlam olmamasından dolayı zayıf sayılmıştır İbn Hanbel ise bu hadisi nassa aykırı bulunmaması, çokça zayıf ve itikada aykırı olmaması nedeniyle kitabına almıştır İmam Ahmed ashabın görüşlerinde tercihini Resulullah'a yakınlık ölçüsü ile kullanır İhtilâflı görüşlerde tercihi, Hz Ebu Bekir'den itibaren sırasıyla diğerlerine yayılır Nassa aykırı olma durumunda öteki sahabinin kavlini alır Meselâ Hz Ömer'in ayet umumuna bakarak boşanan kadınlar hakkında nafaka vermesine karşılık, Fatıma binti Kays'ın rivayet ettiği hadisin beyanına uyarak bu konuda nafakayı caiz görmez Fatıma'nın kavli, sünnetin beyanına daha uygundur Yani onun "umulur ki Allah bundan sonra bu hal meydana getirir" şeklindeki beyanın anlamının sünnetin beyanına daha uygun düştüğü tercihinde bulunur

Kıyas deliline gelince, İmam Ahmed, hiç kimsenin kıyastan kaçınamayacağını söylemektedir Ancak o, kıyası, şer'î delil olarak zayıf bulur Kıyasa, zorunlu kaldığı durumlarda başvurur Kıyasın dinde bağlayıcı bir delil olmasını ihtiyatla karşılar, buna karşılık maslahatı gözetir Zararı defedici bir düzene dayalı adil bir toplum için en güzel kuralların ortaya konulmasından yanadır Meselâ akidlerde bütün mezhepler içinde en geniş görüşlere sahiptir Şartlarda asıl olan ibahadır, çünkü şer'î bir delil olmadan ihtiyaçlara engel olunamaz, din kolaylığı vaz'etmiştir, bu Resulullah'ın ve selefin yoludur

Mezhebi

Ahmed b Hanbel takva sahibi bir âlim, bir müctehiddir Ondan sonra gelen öğrenci ve izleyicileri onun mezhebini tedvin etmişler, bazıları ise mezhebin yanlış anlaşılmasına sebep olmuşlardır Halk arasında Hanbelîlik denilince sert, katı, kaba, şiddete eğilimli, dar görüşlü bir mezhep olarak yaygın bir kanaatin bulunması, Hicrî 323, M 934 yılında Bağdat'ta Hanbelîlerin içkileri döküp, umumhaneleri basmaları çalgıları kırıp, sanatçıları dövmeleri, Şâfiî ve Şia'ya saldırmaları gibi eylemlerle halkı kendilerinden soğuttukları tarihî bir olaya dayanmaktadır

Halbuki İmam Ahmed hiçbir zaman şiddet, isyan taraftarı olmamış, isyancıları baği olarak nitelemiştir

İmam Ahmed'in necaset ve taharet konularındaki görüşleri asın Hanbelilerce başkalarına karşı yanlış olarak kullanılmıştır Onlar, İbn Hanbel'in haklı olarak tercih ettiği görüşleri taassub derecesine çıkarmışlardır, bu eğitim başka mezheplerde de görülmektedir Uykudan kalkınca ellerin yıkanmasının farz olarak algılanması gibi Cumhur* bunu müstehab şeklinde teklif ederken, bazıları bunu zorunlu fiil saymışlardır İmam Ahmed dört mezhep içinde en az taraftan olan müctehiddir ancak bunun sebebi örneğin ictihada en uzak mezhep olarak iddia edilen görüşün yanlışlığına (İbn Haldun, Mukaddime, s 44) aykırı olarak, birtakım tarih*, siyasî, sosyal sebeplerdendir İnsanlar taklid edecekleri mezhebi, imamı seçerken delillerine, istinbatına bakmazlar (M Ebu Zehra, Ahmed b Hanbel, 357) Sözgelimi Mısır halkının Şâfiî oluşu veya Türkler'in Hanefî oluşu o imamları tanıdıklarından, bildiklerinden değil, tarihî sebeplerdendir İctihadlar azlık-çokluğa, zaman bakımından önceliğe veya sonralığa göre değerlendirilmez Üstelik akitlerdeki serbestiliği en fazla ortaya koyan mezhebin Hanbelilik olduğu görülmektedir Bu konuda, genellikle kendi mezhebini doğru dürüst bilmeyen ülkelerin insanlarının başka mezhepler hakkında yanlış görüşlere meyilli olmaları, ülke ve insanların siyasî, sosyal etkilenmelerinden kaynaklanmaktadır İnsanlar ferd olarak yaşadıkları ortamlarda tarihten gelen hangi mezhebi buldularsa ona uymuşlardır

Öte yandan Hanbelilik, "hile-i şeriyye"* meselesine hiç bulaşmamış olmasıyla dikkati çeken bir Sünnî mezheptir Mezheplerin toplumsal-ekonomik sistemlerle eklemlenmede nasıl etkilendikleri ayrıca araştırılması gereken bir husustur İmam Ahmed diğer üç mezhep imamından tarihi acıdan en son gelmiş, ortada tedvin edilmiş bir fıkıh bulmuştu O kendi fıkhını tedvin ederken İslam memleketlerinde ilk üç mezhep yayılmıştır "Mihnetü'l Kur'an" olaylarında ondört yıl çektiği zulüm dolayısıyla adı her yerde rahmetle anılmış ve mezhebinin adı da yayılmıştır Ayrıca ictihad* kapısını "kapatanların" Hanefi ve Şafıî mukallitlerinin; (Ebu Zehra, age, 362) ve ictihad kapısını aralayan fıkhı genişletenlerin ise Hanbelîlerin oldukları görülmektedir Hanbelî mezhebi bir bakıma mezhep imamını taklidde taassubun en az görüldüğü bir mezhepti; (Ebu Zehra, age, 383) Hanbeli imamları, siyasal iktidarlarla uzlaşmamış, kadılık görevi almamışlardır Ahmed b Hanbel bizzat kadılık görevi alan oğluna kırılmıştır Fitne çağında, dördüncü yüzyılda hemen her kesim, fitneden müstağnî olmamıştır (İbn Kuteybe, İhtilâf fi'l Lafız, s 60 vd) Fanatiklerin taşkınlıkları yüzünden halk Hanbelilikten uzak durmuş, devletin de mezhebi kovuşturması yüzünden mezhep geç intisaf etmiştir Hanbelilik tarihte devlet desteğine sahip olmamıştır Devlet desteğine sahip mezheplerin yaygın olduğu, diğer mezheplere karşı dışlama eğilimi bulunduğu, -her ne kadar ulema arasında hepsi geçerli olmuşsa da, bu sosyal acıdan böyledir- bu sebeple de, Hanbeliliğin daha ziyade ulema arasında yayıldığı görülür Zengin fıkıh, kaynakları, mezhebin Evzaî'nin mezhebi gibi tümden unutulup gitmesini önlemiş; IV ve V yüzyıllarda Bağdat'ta yaygınlaşmış, VI yüzyılda Mısır'da ortaya çıkmış, Şam'da uleması yaşamıştır Günümüzde ise Hicaz halkı arasında Necid ve Filistin'de yaygındır

Mezhebin belli başlı fıkıh kitapları şöyledir: Necmeddin Tûfi, Kavâidi Kübra i ibn Receb, Kavâid, Alaeddin Ali b Abbâs el-Ba'li, Kavâid; Abdülkadir el-Cîlî, el-Günya li-talibi't-Tariki'l-Hak; Muciru'd-Din, Kitabu'l ins el-Celîl; Abdülaziz b Cafer, el-Mukni'; ibnu'l Kayyım el-Cevziyye, İ'lâmu'l Muvakkiin, İbn Teymiyye, Fetevâ, Minhâcu's-Sünne; Abdülkadir b Ömer el Dımaşkî, Naylu'l Ma'arib; Ebu'l Ferce Abdurrahman b Receb, Tabakatu'l Hanâbila

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.