Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Forum İslam > İslami Genel Konular

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
evliyalarımız

Eski 03-11-2007   #76
[KAPLAN]
Varsayılan


ABDURRAHMÂN NESÎB EFENDİ

Rufâî tarîkatinin Gülşenî koluna mensup evliyâ Son devir Osmanlı şeyhülislâmlarından 1842 (H1258) senesinde Üsküp'te doğdu 1914 (H1332) senesinde istanbul'da vefât etti

Üsküp Nâibi Halil Fevzi Efendinin oğlu, Tırhala kâdısı Ahmed Sâdık Efendinin torunudur Babası, oğlunun doğumundan birkaç ay önce vefât etti Vasiyetinde eğer çocuğu erkek olursa, Azîz Mahmûd Hüdâyî Efendi Dergâhı postnişîni ve kendisinin de şeyhi olan Abdurrahmân Nesîb Dede'nin adının verilmesini istedi Nitekim doğan çocuğa Abdurrahmân Nesîb ismi verildi

Âilenin Liphova'ya taşınması üzerine ilk tahsîlini orada yaptı Yanyalı Şeyh Ömer ve Abdüllatif efendilerden ders aldı Ergiri'de medreseye devâm etti Liphovalı Süleymân Efendiden hat dersleri aldı Dînî ilimlerde ilerledi Bu arada Rufâî tarîkati şeyhlerinden Liphovalı Şeyh Mehmed Resmî hazretlerinin derslerine devâm etti Yine aynı tarîkatin Gülşeniye koluna mensup meşhur velîlerden Edirneli Şerefüddîn Şuayb Efendiye

diye bağlanarak sohbetlerine devâm etti Tasavvuf makamlarında ilerledi ve icâzet, diploma aldı

1863'te İstanbul'a giderek Fâtih dersiâmlarından Mustafa Şevket Efendinin derslerini tâkib eden Abdurrahmân Nesîb Efendi, daha sonraRumeli sadâreti Dâiresinde zabıt kâtipliğinde bulundu 1868'deNevrokop nâibliğine, 1871'de Bosna vilâyeti merkez nâibliğine tâyin edildi 1876-1909 yılları arasında Rodos, Diyarbakır, Erzurum, Yanya, Selânik, Şam ve Haleb nâiblikleriyle Rodos, Yanya, Edirne veİstanbul vilâyetleri mahkeme reisliği, temyiz âzâlığı ve Mısır kâdılığı görevlerinde bulundu Bu vazîfeleri sırasında hareket-i altmışlı (Süleymâniye Medresesinde 12 olan okutma yolu silsilesinin sekizinci mertebedeki müderrislerine verilen ünvan), mûsile-i Süleymâniye, İzmir, Bursa, Haremeyn ve İstanbul pâyelerini elde etti 31 Aralık 1911'de şeyhülislâmlığa getirildi Bu görevde yedi ay kadar kaldıktan sonra 20 Temmuz 1912'de İttihât ve Terakkî Partisinin baskısı sonucu Saîd Paşa kabînesinin istifâsı ile o da görevinden ayrıldı 11 Mart 1914'te 72 yaşında vefât eden Abdurrahmân Nesîb Efendinin kabri Bakırköy mezarlığındadır

Abdurrahmân Nesîb Efendi, altmış seneye yaklaşan memuriyet hayâtında bulunduğu yerlerde dürüstlüğü ve çalışkanlığı ile iyi bir intibâ bıraktı Her hareketi İslâmiyet'e, Resûlullah efendimizin yaşayış ve sözlerine uygundu Kendisini görenler ve hâline vâkıf olanlar; "İşte Müslüman böyle olur" derlerdi O yaşayışı ile İslâmiyeti yayan, insanlara doğru yolu gösteren bir zâttı Şam, Haleb, Mısır âlim ve şâirleri tarafından hakkında yazılan pekçok kasîde ve makâlelerle övülmüştür Muhyiddîn-i Arabî'yi çok seven Abdurrahmân Nesîb Efendi onun eserlerinden yaptığı bâzı tercümeleri Müntehebât adıyla Tercümân-ı Hakîkat'ta yayımlamıştır

1) İlmiye Sâlnâmesi; s628
2) Son Devir Osmanlı Ulemâsı; c1, s46

Alıntı Yaparak Cevapla

Eski 03-11-2007   #77
[KAPLAN]
Varsayılan


ABDURRAHMÂN SÂMİ NİYÂZİ

Anadolu'da yetişen mutasavvıflardan Manisa'nın Saruhanlı kazâsında 5 Mart 1878 (H1296)'de doğdu Babası Haremeyn vâlilerinden Âsım Efendidir İlk tahsîline doğduğu yer olan Saruhan'da başladı Sonra İstanbul'a giderek, tahsîline devâm etti Bu arada bâzı velîlerin yanına gidip onların sohbetlerinde bulundu ve tasavvuf yolunda insanlara doğru yolu göstermek için icâzet, izin aldı

Bir Ramazân gecesi rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü Resûlullah efendimiz yanında bulunan zâtı göstererek; "Yâ Sâmi! Bu senin mürşidin, hocandır Sen vapura bin ve denize açıl Vapur hangi iskelede durursa orada in Hocanı orada bulacaksın" buyurdu Uykusundan uyandıktan sonra sabah namazını edâ etti Bulunduğu yerden iskeleye gidip bir bilet aldı Gemi hareket edip, Çanakkale'ye yaklaştığı sırada kaptan; "Gemide bir ârıza var, tâmiri birkaç gün sürer, arzu eden inebilir" deyince, Sâmi Efendi gemiden indi İskelede nûr yüzlü bir zât; "Sâmi Efendi, hoş geldin" diyerek onu karşıladı Sâmi Efendi şaşırarak; "Bu zât benim ismimi nereden biliyor?" diye aklından geçirdi O zat; "Geçen gece rüyânda Peygamber efendimiz sana ne emir buyurdular?" dedi SâmiEfendi hemen o zâtın elini öperek, ona bağlandı Bu zât Ahmed Şücâ'eddîn Uşşâkî idi Aynı zamanda Câmilerde vâz veren Sâmi Efendi, kısa zamanda yetişerek, hocasından Uşşâkî tarîkatında icâzetnâme, diploma aldı ve hocası tarafından insanları yetiştirmek üzere İstanbul'a gönderildi

Sâmi Efendi, İstanbul'a geldikten sonra Kasımpaşa'daki Yahyâ Efendi dergâhına şeyh tâyin edildi Bir gün bir talebesiyle vâz vermek için Fâtih Câmiine gitti Namazdan sonra vâz vermeye başladı Bu sırada küçük bir çocuk gelerek; "Sâmi Efendi, biraz gelir misin, seninle görüşelim" dedi Sâmi Efendi de kalkıp, o çocuk ile câminin bir kenarında bir müddet konuştuktan sonra tekrar kürsüde vâzına devâm etti O sırada talebesi; "Hocam âlim bir zât olmasına rağmen, ufacık bir çocuğa tâbi oldu" diye düşündü Sâmi Efendi, ona dönerek; "Oğlum, o görüp de çocuk zannettiğin Hızır aleyhisselâm idi Aramızda bâzı özel konuşmalar oldu" buyurdu

Abdurrahmân SâmiEfendi, bir gün evinde yumurta gibi bâzı şeyleri önüne almış, onlarla meşgûl idi Hanımı kendi kendine; "Efendi vaktini bu gibi şeylerle meşgûl ediyor!" diye düşündü Ertesi gün bir grup talebe ziyâret için geldiler Hanımı onlara çay demliyordu Bir ara ayağı takılınca, kaynar su ayağına döküldü Hanımı can acısı ile "Allah" diye bağırdı Sesi duyan Abdurrahmân Efendi, hemen hanımının yanına giderek, bir gün önce hazırladığı merhemi hanımının ayağının yanan yerine sürdü ve; "Hanım, dün benim bu merhem ile meşgûl olduğumu görünce; "Efendi vaktini bu gibi lüzumsuz şeylerle geçiriyor!" diye düşünmüştün Gördün ya bu merhemi biz ne için hazırlamışız" dedi

Abdurrahmân Sâmi Efendi 1935(H 1354) senesinde 57 yaşında iken İstanbul'da vefât etti

Sâmi Efendi tasavvuf yoluna dâir çeşitli eserler yazmıştır Bâzıları şunlardır: 1) Mi'yâr-ı Evliyâ, 2) Binâ-yı İslâm, 3) Esrâr-ı Esmâ-ül-hüsnâ, 4) Mir'ât-ı Eyyâm, 5) Tuhfet-ül-Uşşâkiye, 6) Mevlîd-i Şerîf, 7) Hediyet-ül-Âşikîn

1) En Yakın Yol (Sıddık Nâci Eren); s142

Alıntı Yaparak Cevapla

Eski 03-11-2007   #78
[KAPLAN]
Varsayılan


ABDURRAHMÂN SULTAN

Horasan'da yetişip Anadolu'da yaşayan velîlerden Doğum yeri ve târihi bilinmiyor Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin sohbetleriyle kemâle geldi Anadolu'nun fethinden sonra hicret ederek Afyon'un Başmakçı kazâsına yerleşti İnsanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi, onların dünyâ ve ahiret seâdetine kavuşmaları için çalıştı Kabri Başmakçı'da olup ziyâret mahallidir Hanımı Sultan Hâtun da aynı türbededir Türbenin kenarından bağ ve bahçelere giden yol geçmektedir Abdurrahmân Sultan vefât ettikten sonra bu yoldan geçen bir çok kimse, onu abdest alırken ve namaz kılarken görmüşlerdir

Alıntı Yaparak Cevapla

Eski 03-11-2007   #79
[KAPLAN]
Varsayılan


ABDURRAHMÂN TAFSÛNCÎ

Meşhûr velîlerden Künyesi Ebû Muhammed'dir Tafsûnc veya Tagsûnc denilen yerde yerleştiği için Tafsuncî nisbesi ile meşhur oldu Tafsûnc Bağdâd'a bağlı ve Dicle kıyısında bir beldenin adıdır Doğumu ve nesebi hakkında kaynaklarda bilgi yoktur Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin talebesidir 1115 (H550) senesinden önce hocası Abdülkâdir Geylânî'nin sağlığında vefât etti KabriTafsûnc'da olup ziyâret yeridir

Abdurrahmân Tafsûncî, evliyânın büyüklerinden olup, âriflerin gözbebeği, evliyânın baştâcı, yüksek ve kıymetli hâllerin sâhibi, kerâmetleri açık ve tasarrufu kuvvetli bir zâttı Yüksekçe bir kürsînin üzerine çıkıp, din ve hakîkat ilimlerini anlatırdı İslâmiyetin emir ve yasaklarını bildirir, evliyâlığın yüksek hâllerini haber verirdi Onun meclisi, âlim ve velîler ile dolup taşardı Kendisi, âlimlere hâs bir elbise giyerdi Katıra binip belde, belde dolaşırdı Tafsûnc'da bâzı sâlih kimseler, Resûlullah efendimizi rüyâlarında görüp, onun hâlinden suâl ettiklerinde; "O, mukaddes âlem hakkında haber verenlerdendir" buyurdu Allahü teâlânın katındaki derecesi çok yüksek olan Abdurrahmân Tafsûncî, himmet ve yardımı ile tasarrufu kuvvetli olup, duâ ve murâdı çabuk hâsıl olanlardandı Gâipten haber verdikleri mutlaka ortaya çıkardı Gâibi, ileride olacakları ancak Allahü teâlâ bilir Fakat Allahü teâlânın Peygamberlere mûcize, evliyâya da kerâmet olarak gâipten bildirdikleri aynen zuhûr etmiştir Abdurrahmân Tafsûncî, böyle kerâmet sâhibi bir velîydi

Bir gün bir adam ona gelip; "Ey efendi! Benim, on bir seneden beri meyve vermeyen hurmalarım ve üç seneden beri yavrulamayan ineklerim var Bana duâ edin Bunlardan başka hiç malım yok" dedi

Ona duâ etti O seneden sonra hurmalar meyve verdi İnekler yavruladı Hattâ o şahıs, insanlar içinde, hayvan sürüsü ve parası, incisi çok biri olarak tanındı Hayvanları, dillere destân olacak şekilde çoğaldı

Abdurrahmân Tafsûncî'nin talebelerinden biri anlatır:

Hocam Irak sahralarının birinde bulunuyordu O esnâda; "Ey çöldeki vahşî hayvanların, inlerinde tesbîh ettiği Allah'ım! Seni, bütün noksan sıfatlardan tenzîh edip, uzak tutar, kemâl sıfatlarla tesbîh ederim!" buyurdu ve hemen ne kadar vahşî hayvan varsa, yanına geldi, birlikte kendi dilleriyle tesbîh etmeye başladılar Hattâ öyle oldu ki, aslanlar, tavşanlarla ve ceylanlarla bir araya gelip karıştı İçlerinden bâzısı, sürünerek onun ayaklarının dibine kadar geldi

Sonra; "Ey yüce Allahım! Kuşların yuvalarında, seni tesbîh ettiği gibi, ben de seni tesbîh ediyor, bütün noksanlıklardan tenzîh ediyorum!" dedi Başını yukarıya kaldırınca, her cinsten binlerce kuşun gelip başının üstünde gökyüzünü doldurduğunu gördüm Her biri, kendince ötüşüyor, seslerini alçaltıp yükseltiyorlardı Ona yaklaştılar ve sonunda başı üzerinde toplandılar

Sonra; "Ey fırtınaların kendisini tesbîh ettiği Allahım! Ben de seni tesbîh ediyorum!" der demez, hemen dört bir taraftan, rüzgârlar esmeğe başladı Ondan daha latîf esen bir rüzgâr görülmedi

Sonra yine; "Ey Allahım! Şu kocaman ve yüksek dağların, seni tesbîh ettiği gibi, ben de seni tesbîh ediyorum!" dediğinde, o anda, üzerinde bulunduğu dağ sallandı ve ondan büyük kayalar, Allah'ı zikrederek düşmeye başladılar

Oğlu, Şeyh Ebû Hafs Ömer anlatıyor:

Bir defasında, babam sefer niyeti ile evden dışarı çıktı Ayağını bineğine koyduğunda bu isteğinden vazgeçip, eve girdi Kendisine vazgeçmesinin sebebi sorulunca, buyurdu ki: "Ey oğlum! Yeryüzünde ayağımın sığacağı, yâni kalabileceğim daha hayırlı bir yer göremedim Onun için böyle yapmaya mecbur kaldım" diye cevap verdi Sonra, ölünceye kadar bir daha Tafsûnc'dan dışarı çıkmadı

Bir gün adamın birisinin, ezân okunurken şiir söylediğini işitti Hemen ona, bundan vazgeçmesini bildirdi Fakat o kişi, söz tutmadı Ona; "Sus, ancak benim emrimle konuşacaksın Üç gün hiç konuşma! Sonra, bu yaptığına tövbe edip istigfâr et, yâni bunun günâhından bağışlanmanı Rabbinden iste!" dedi O da hiç konuşamaz oldu Üç gün sonra ona; "Abdest al!" deyince, o da abdest aldı, tövbe etti ve konuşmaya başladı

Evliyânın büyüklerinden olan Abdurrahmân Tafsûncî; "Ben, evliyânın arasında turna kuşu gibiyim O, kuşlar arasında boynu en uzun olanıdır Hangi talebemin bir sıkıntısı olursa, yardımına uzanırım" buyururdu Yüksek hâl sâhibi Şeyh Ebü'l-Hasan Ali el-Hînî, onun böyle söylediğini işittiğinde, bu sözünden pek hoşlanmadı Elbisesini çıkarıp bâzı şeyler söyledi Şeyh Abdurrahmân bir müddet sustu Sonra talebelerine dönüp; "Bu kimse, Allahü teâlânın inâyetine kavuşmuştur Bedenindeki kılları gibi, vücûdunun her zerresi, inâyet-i Rabbaniyeye erişmiş bir kuldur" dedi ve ona elbisesini giymesini söyledi O da; "Ben, üzerimden çıkardığım şeyi bir daha giymem" dedi Şeyh Abdurrahmân da bahçeye döndü ve hanımına hitâb ederek; "Ey Fâtıma! Bana giydiğim elbiseyi getir" diye seslendi Hanımı, bu sesi işitti ve elbise getirirken yolda karşılaştılar Hanımının getirdiği elbiseyi alıp ona verdi ve; "Senin şeyhin kimdir?" diye sordu O da; "Benim şeyhim Abdülkâdir-i Geylânî'dir" diye cevap verdi O ise; "Ben, onun ismini, ancak bu yerde işitiyorum Halbuki ben, kırk seneden beri Hak kapısının eşiğini aşındırıyorum Onu ne girerken, ne de çıkarken aslâ görmedim" dedi ve yanındaki talebelerinden bir grubuna dönüp buyurdu ki:

Bağdâd'a gidip, Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî'ye varınız ve kendisine selâmımı söyleyiniz! Ayrıca ona; "Şeyh Abdurrahmân, kırk senedir Hak kapısında imiş Sizi girerken ve çıkarken orada görmemiş!" deyiniz

Şeyh Abdurrahmân, bu sözleri söyleyip talebesini yola çıkarırken, Bağdâd'da Abdülkâdir-i Geylânî de, yanında bulunan Muzaffer-ül-Cemâl, Abdülhak el-Harîmî ve Osman es-Sarifînî'ye buyurdu ki:

Sizler, hemen yola çıkınız! Yolda Şeyh Abdurrahmân-ı Tafsûncî'nin talebelerine rastlayacaksınız Karşılaştığınızda, onları geri çevirin ve berâberce, doğru Şeyh Abdurrahmân-ı Tafsûncî'ye varıp, ona şöyle deyiniz: "Şeyh Abdülkâdir'in size selâmı var Hak kapısının derekelerinde, eşiklerinde olan kişi, Abdülkâdir'de olanı göremez deyin Ben oraya sır kapısından girip çıktığım için, beni kimse görememektedir Ben oraya, bâzı işâretlerle girip çıkarım Filanca zamanda, filan elbiseyi giymiştin Sana onu giydiren bendim O elbise, Rızâ elbisesidir Filanca gece de, bir işâretle teşrif çıkışı yapmıştın İşte, fetih teşrifi olan o da benim elimden geçmiştir Hak kapısının derekelerinde, on ikibin velînin huzûrunda İhlâs sûresi tarzında olan yeşil velâyet elbisesini sana giydirirlerken, söyle bakalım bu da benim elimden geçmemiş miydi?"

Onlar, bu emri alıp, yarı yolda karşılaştıkları talebeleri ile Şeyh Abdurrahmân'ın huzûruna gelerek, Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin sözlerini tam tamına anlattılar O da;

Şeyh Abdülkâdir, doğru söylemiştir Evliyâlıkta vaktin sultânı ve tasarruf sâhibi, şüphesiz odur! demek sûretiyle onun büyüklüğünü tasdîk etti ve ona bağlandı

Bir gün Cumâ namazını kılmak için evinden çıkmıştı Katırına binmek için ayağını üzengiye koydu Sonra tekrar vazgeçti Bir müddet bekleyip, bindi Niçin böyle yaptığı kendisine sorulduğunda; "O anda, Bağdâd'da, Şeyh Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî de katırına binmek istiyordu Ben, önce binerek onun önüne geçmek istemedim" cevâbını verdi

Abdurrahmân Tafsûncî'nin vefâtı yaklaştığı zaman, oğlu, kendisine vasiyette bulunmasını istedi O da; "Ey oğlum! Sana şöyle vasiyet ederim ki, Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî'ye her zaman saygı ve hürmetini muhafaza edip, emirleri üzere hareket et Hizmetinden ayrılma!"

Babası vefât edince, oğlu, Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yanına geldi Şeyh hazretleri, ona ikrâmda bulunarak hırkasını giydirdi Sonra da öz kızı ile onu evlendirdi Artık o, hep âlimlere mahsus bu elbiseyi giyerdi

Abdurrahmân Tafsûncî'nin (raleyh) her sözü hikmetlerle doludur Okuyup dinleyene feyz ve ilâhî bolluk verir Buyurdu ki:

"Nefsinin ayıplarını, kusurlarını görmeyen kimse, azıp doğru yoldan ayrılır"

"Dünyâda haram, günah olan işlerle meşgûl olan kimseler, herkesin yanında zelîl olur, aşağılanır"

"İlimlerin en faydalısı, kulluk vazîfesi ile ilgili hükümleri öğrenmektir Ve yine ilimlerin en yükseği tevhîd ilmi olup, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit bilgileri öğrenmektir"

"Dinde farz ve vâcib olan emirler yerine getirilince, tevâzu sâhibi olmakla berâber, kahramanlık göstermenin bir zararı olmaz Sünnet, nâfile olan bir amel ve taleb edilen bir ilim, kibir ile berâber hiçbir fayda vermez"

DAĞLARIN TESBİHİ

Abdurrahmân Tafsuncî, evliyâdan, büyük zât,
Hazret-i Abdülkâdir Geylânî ders verdi ona bizzat

Bir gün o havâlîde, bir sahrâya gitmişti,
Allahü teâlâyı, şöyle tesbîh etmişti:

"Ey vahşîlerin bile, tesbih ettiği Rabbim,
Bütün noksanlıklardan, seni tenzîh ederim"

O anda, her taraftan, cümle vahşî hayvanlar,
Grup grup gelerek, yanında toplandılar

Arslan ile ceylânlar, geliyordu, yan yana
Hiç zarar vermiyordu, bir arslan, bir ceylâna,

Hepsi kendi diliyle, Hakk'ı zikrediyordu,
Öyle ki, âvâzları, göğe yükseliyordu

Daha sonra dedi ki: "Yâ İlâhî, yâ Rabbî,
Seni, bütün kuşların, tesbîh ettiği gibi,

Ben dahi tesbîh eder ve seni zikrederim,
Bütün noksanlıklardan, seni tenzîh ederim"

Ve mübârek başını, kaldırınca yukarı,
Gördü kendine doğru, akın eden kuşları

O civarda ne kadar kuş cinsi varsa eğer,
Gelip, başı üstünde, toplandı birer birer

Hem de kısa zamanda, öyle çok toplandı ki,
Gökyüzünü tamâmen, örttüler bulut gibi

Allah Alah dediler, hepsi kendi diliyle,
Öyle ki, o gün yer gök, inledi kuş sesiyle

Sonra dedi:"Yâ Rabbî, rüzgârların tesbîhi,
Nasılsa, onlar gibi, zikrederim ben dahi"

O anda, dört bir yandan, serin, latîf rüzgârlar,
Tatlı nağmeler ile, esmeğe başladılar

Önceden o beldede, rastlanmazken rüzgâra,
O gün esti ve sonra, esmez oldu bir daha

Sonra dedi:"Yâ Rabbî, şu dağlar, şu tepeler,
Muhakkak ki onlar da, seni tesbîh ederler,

Nasıl zikrede ise, onlar senin ismini,
Öyle tesbîh ederim, ben dahi şimdi seni"

O böyle söyleyince, etrafta olan dağlar,
Sallanıp, yüksek sesle, tesbîhe başladılar

Bu zâtın hürmetine, affeyle yâ Rab bizi,
Onun sevgisi ile, tenvîr et kalbimizi

1) Kalâid-ül-Cevâhir; s104
2) Tabakât-ül-Kübrâ; c1, s146
3) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c2, s56
4) Nefehât-ül-Üns; s460
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c5, s375
6) Nesâim-ül-Mehabbe; s347

Alıntı Yaparak Cevapla

Eski 03-11-2007   #80
[KAPLAN]
Varsayılan


ABDURRAHMÂN TÂGÎ (Tâhî)

On dokuzuncu yüzyılın büyük velîlerinden İsmi Abdurrahmân olup Tâgî, Tâhî ve Nurşînî nisbeleriyle bilinir Üstâd-ı A'zam ve Seydâ lakaplarıyla meşhûr olmuştur Babası, Molla Mahmûd Efendi, annesi Seyyid Molla Muhammed Efendinin kızı Meyâsin Hanımdır 1831 (H1247) senesinde Şirvân'da doğdu 1886 (H1304) senesinde Bitlis vilâyetine bağlı Güroymak (Nurşîn) ilçesinde vefât etti Kabri Nurşîn'dedir

Asîl ve temiz bir âileden gelen Abdurrahmân Tâgî'nin bulunduğu ev, halk arasında Sûfî evi olarak şöhret buldu Çünkü, babası Molla Mahmûd Efendi kemâlât, olgunluklar sâhibi, ilmiyle amel eden, Peygamber efendimizin yüce sünnetine uymakta titizlik gösteren sâlih biri idi Önceleri Kâdiriyye yoluna girmişti Sonra Nakşibendiyye yoluna da bağlandı Aslen hazret-i Hüseyin efendimizin soyundan gelen ve seyyide olan annesi Meyâsin Hanım da sâliha bir kadındı Babası Molla Mahmûd Efendinin erkek kardeşleri yoktu Kâdiriyye yoluna mensûb kerâmeti ile meşhûr bir kız kardeşi vardı

Küçük yaşta tavrı ve hareketleri ile dikkat çeken Abdurrahmân Tâgî hakkında anne ve babası; "Cenâb-ı Allah'ın bize lutfettiği bu çocuk başka çocuklara benzemez Bunun maddî bakımdan ziyâde mânevî yönden yetişmesine ihtimâm göstermeliyiz!" diyerek îtinâ gösterdiler Dedesi Molla Muhammed'in de en büyük arzûsu onun ilimde ve mâneviyatta yetişmesiydi Hattâ dedesi çocuğun omuzuna elini koyarak; "Bizim âilemizin ilmi, irsî olarak dededen oğula devâm eder Halbuki benim oğullarımdan hiçbirisi bendeki ilmi taleb etmedi İlmime vâris, mirasçı olacak sen varsın" derdi

Âilesinin de teşvik ve desteğiyle küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan Abdurrahmân Tâgî, Kur'ân-ı kerîm okumayı öğrendi Anne terbiyesi ve yaratılışındaki temizlik sebebiyle akranları arasında farkedilir oldu Oyunla ve boş işlerle meşgûl olmuyor, hep faydalı işlerle ve ilim öğrenmekle vakit geçiriyordu Abdurrahmân Tâgî, çocukluğuyla ilgili olarak şöyle derdi:

"Annemin güzel terbiyesi yüzünden rûhlar âlemiyle ilişkim kesilmezdi Allah'tan gâfil olmazdım Çocukların arasında kendimi devamlı kusurlu görürdüm"

Abdurrahmân Tâgî on yaşına basınca, annesi vefât etti Annesinin vefâtından sonra babası onun terbiyesine ve okutulmasına önem verdi Şâfiî fıkıh kitaplarından İmâm-ı Râfiî'nin Muharrer adlı eserini okudu Arapça gramer ilmini öğrenip Hadâik-ud-Dekâik kitâbına kadar babasının yanında okudu Daha sonra memleketinin meşhûr âlimlerinden Molla Abdüssamed'in yanına gitti O vefât edince büyük âlim Molla Ziyâüddîn Arvâsî'nin yanına giderek ilim öğrendi Ondan, Molla Câmî'ye kadar okudu MollaZiyâüddîn'in sevgisine kavuşup ondan hiç ayrılmadı Molla Ziyâüddîn Arvâsî muhabbet ve yakınlıkla ona yöneldi Bir defâsında; "Muhabbete denk olacak hiçbir şey yoktur" buyurdu ve muhabbetin özelliklerini açıkladı, muhabbetin üstün olduğunu anlattı Bu arada çevredeki diğer âlimlerden fıkıh, tefsîr, hadîs gibi dînî ilimleri tahsil etti Bu ilimlerde yüksek ilim ve derece sâhibi oldu Okuduğu hocalardan icâzet, diploma aldı Sonra babasına vakfedilen Ispahart'taki medresede ders vermeye ve talebe yetiştirmeye başladı Gerek ilim öğrendiği, gerekse ilim öğrettiği medreselerde en fazla yakınlık duyduğu kimseler, dünyâya gönül vermeyenlerdi Bu sebeple kendisi, dünyâya meyl etmeyen, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmayı asıl maksad kabûl eden bir zât idi Medresede ders verdiği sırada, bâzan talebelerini akan suların kıyılarına, çiçekli bahçelere ve güzel manzaralı tepelere götürerek orada ders verirdi Dersleri esnasında Allahü teâlânın varlığını ve birliğini gösteren tabîat hâdiselerini anlatırdı Bâzan ders verdiği kitapta çözümü zor meselelerle karşılaşınca kitabı kapatır, talebelerinden ilâhî aşka dâir bir kasîde söylemelerini ister, sonra bu müşkillerin cevâbını Allahü teâlâdan kendisine bildirmesini dilerdi

Asıl gâyesi, cenâb-ı Hakk'ın rızâsını kazanmaktı Sevenlerinden birisine bu hususu şöyle anlattı:

"Bana yol gösteren bir mürşid-i kâmil, yol gösterici rehbere bağlı olduğum bir tarîkat, yol olmadığı hâlde cenâb-ı Allah beni günahlardan koruyordu Bir gece kötü bir yere gitmeye niyet ettim Giderken çamurlu bir yerde ayağım kaydı ve yere düştüm Eve dönüp elbisemi yıkamaya başladım Temizliğimi sabah olduğunda bitirebildim

Kanâat sâhibi, gönlü tok bir kimse olan Abdurrahmân Tâgî dünyâ mal ve rütbelerine gönül vermezdi Bu yüzden kendisine bulunduğu nâhiyenin müdürlüğü, kâdılığı ve müderrisliği verildiği hâlde bunlara iltifât etmedi Çünkü o kendisini tasavvufta yükseltecek bir mânevî rehber arıyordu Hacı Emin Şirvânî'ye başvurarak Rufâîlik tarîkatına girdi ve ona talebe oldu Arkasından günlük zikir ve nâfile ibâdetlere yöneldi Fakat bir müddet sonra Hacı Emin Şirvânî, Şeyh Abdurrahmân Talebânî tarafından reddedilince gidip Şeyh HamzaTelvî'ye talebe oldu Bir müddet sonra Kâdiriyye tarîkatı mensûblarından Şeyh Abdülbârî Çarçâhî'ye talebe oldu Şeyhi ona, oruç tutmak, az yemek, az uyumak ve sık sık mezarlıkları ziyâret etmek gibi vazîfeler verdi Bâzı geceler bir iki saat kabristânda kaldığı zamanlar oldu Hattâ Tâhî köyünün mezarlığında açık bir mezâr vardı Bâzı geceler bu mezara girerek orada sabahlardı Bu arada insanlardan, dünyâ zevklerinden uzaklaşıp soğudu Hocası ona bir gün ve bir gece boyunca yüz yetmiş bin kere "Lâ ilâhe illallah" demesini emretti ve; "Kalbini ateşten bir taş ve Lâ ilâhe illallah kelimesini de ateşli bir demir parçası say Kalbini bu yüce cümle ile muhabbet ve cezbe (Hakka tutulmaklık) içinde döv Böylece demir darbeleri altında kalan taşlarda görüldüğü gibi kalbinden kıvılcımlar çıksın" dedi Bu tavsiyelere uyan Abdurrahmân Tâgî mânevî hallere kavuştu

Bu sırada büyük evliyâ Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretleri Külat'da oturuyor, insanların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmaları için çalışıyordu Onun talebelerinden Süleymân Erbûsî arasıra Külat köyüne gidip geliyordu Bir defâsında Külat köyünden döndüğü bir zamanda Abdurrahmân Tâgî, alaylı bir şekilde; "Külat'taki sûfîler nasıldırlar? Ne yapıyorlar?" diye sordu Süleymân Erbûsî Abdurrahmân Tâgî'ye; "Eğer falan dereyi geçsen öyle demezdin" diye cevap verdi Süleymân Erbûsî'nin bu sözü Abdurrahmân Tâgî'ye çok tesir etti O sırada şeyhi tarafından halîfe olarak vazîfelendirilen ve birkaç talebesi de olan Abdurrahmân Tâgî talebelerinden birine; "Vallahi falanca kişinin sözleri beni çok etkilediKülat'a gidiyorum" dedi Mürîdlerinin bütün ısrarları onu kararından döndürmedi O gece boyunca içindeki arzu ve iştiyâkla uyuyamadı Seher vakti gelir gelmez Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretlerinin talebesi Süleymân Erbûsî'nin evine gitti Onu uyandırarak; "Benimle birlikte Külat'a gelir misin?" dedi Süleymân Erbûsî; "Gelirim" deyince ikisi birlikte seher vakti yola koyuldular Süleymân Erbûsî'nin; "Eğer falan dereyi geçsen öyle demezdin" diye bahs ettiği yere geldiler Fakat Abdurrahmân Tâgî o dereyi geçerken kalbinde acâib bir hâl hissetti Nihâyet Külat'a ulaştılar Kendisini Cennet bahçelerinden bir bahçede hissediyordu Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretleri onu talebeliğe kabûl ederek himâye ve tasarrufu altına alıp kısa bir müddet içinde yetiştirdi Tasavvuf yolunda yükselen Abdurrahmân Tâgî, dillerin ifâde edemeyeceği, ancak ehlinin anlayacağı hâllere kavuştu O zaman, önceden elde ettiği ve kavuştuğu hâllerin gafletten ve boşu boşuna ömür harcamaktan başka bir şey olmadığını anladı

Kısa bir müddet içinde yüksek evliyâlık derecesine ulaşan Abdurrahmân Tâgî bir gün sabah vakti hocasının huzûruna giderek; "Efendim! Ben her şeyde Lafza-i Celâl'in (Allahü teâlânın isminin) zikrini duyuyorum Hattâ önümde yürüyen köpekten bile o zikri duydum" diyerek hâlini anlattı Talebesinin, olgunluğa erdiğini gören Seyyid Sıbgatullah Arvâsî ona Ispahart nâhiyesinde kâdılık yapmasını emretti

Hocasının emri üzerine iki yıl müddetle Ispahart kâdılığı vazifesini yürüttü Bu vazîfesi esnasında insanlara güzel ahlâkı ve hoş görüsüyle hizmet etti Zaman zaman hocasının yanına gidip gelerek sohbetiyle şereflendi ve hasretini gidermeye çalıştı

İki sene sonra kâdılık vazîfesinden ayrılarak dünyâdan tamamıyla uzaklaşıp, Sıbgatullah Arvâsî hazretlerinin hizmet ve sohbetlerine döndü Çoğu geceler uyumaz, hocasının odasının penceresine bakan bir taşın üzerinde oturur, yaz-kış, kar-yağmur demez sabaha kadar o taşın üzerinde beklerdi Dokuz sene müddetle şeyhinin sohbetinde ve hizmetinde bulunduktan sonra evliyâlıktaki en olgun ve en yüksek dereceye ulaştı Sıbgatullah Arvâsî hazretleri ona icâzet vererek irşâdla, yâni İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazîfelendirdi

Tasavvufta insanları yetiştirmeye başlamadan önce bütün arâzisini satarak Allahü teâlânın rızâsı için harcadı Bu hususta; "İnsanlardan dünyâyı terk etmelerini isterken nefsimin dünyâ malı karşısındaki durumunu öğrenmek istedim Gasv'ın yâni Sıbgatullah Arvâsî hazretlerinin himmetiyle Allah'a tevekkülümün tamam olduğunu gördüm" dedi

İrşâd için vazîfelendirildikten sonra talebesi Şeyh Fethullah-ı Verkânîsî'nin dedesi Şeyh Muhammed'in Verkânîs köyündeki türbesini ziyâret etti Bu ziyâret esnâsında kendine; "Seydâ" adıyla anılması işâret edildi Bundan sonra Seydâ ismiyle meşhûr oldu Gittiği yerlerde insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatmak sûretiyle, onların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmaları için çalıştı

Bir ara hac ibâdetini îfâ etmek için Mekke-i mükerremeye gittti Bu vazîfesini yaptıktan sonra sevgili Peygamberimizin kabr-i şerîfini ziyâret etmekle şereflendi Medîne-i münevverede İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunlarından Şeyh Muhammed Mazhar Efendiyle buluşup sohbette bulundu Hacdan dönünce, hocasının emriyle, Bitlis vilâyetine bağlı Nurşîn nâhiyesinde yerleşerek irşâd vazîfesine devâm etti

Hocasının vefâtından sonra insanlara Allahü teâlânın dîninin emir ve yasaklarını anlatmaya devâm etti Gönül alıcı sohbetleriyle insanların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmaları için çırpındı

Zikirle ilgili olarak talebelerinin sorduğu bir suâl üzerine şöyle buyurdu:

"Bu Hâlidiye büyükleri sesli zikir yapmazlar, talebe kıbleye karşı edeple oturmalıdır Hâzır bir kalb ile zikirde bulunmalıdır Çünkü zikir esnâsında kalbin hâzır olması muhakkak lâzımdır Zikirden maksad tevhid olup, Allahü teâlânın birliğini hatırlamak, dile getirmektir Hattâ tesbih tanelerini bir eksik mi, fazla mı çektim diye takılmamak gerekir Çünkü tesbihleri söylemekten maksad hâldir Bir eksik veya fazla olmuş ne çıkar"

Abdurrahmân Tâgî hazretleri halka açık olan sohbetlerinin birisinde buyurdu ki:

"Bir defâ keşif yoluyla elimde bir böcek gördüm Baktım ki akreptir Hemen yere attım Yere düştükten sonra baktığımda ayıya benzer bir hayvan onunla oynuyordu Tekrar dikkatli baktım o hayvan domuz idi"

Talebelerinden biri ona;

"Efendim bu hayvan neye işârettir?" diye sorunca;

"O domuz kılığına sokulmuş bir insandır Önceleri hocasına ihlâsla bağlı iken, sonraları onun büyüklüğünü inkâr eden kişidir Böyle kişilerin âhirete îmânsız gideceğinde bütün evliyâ ittifak etmişlerdir Sıbgatullah-i Arvâsî'nin zamânında zannederim ki münkirlerden yâni onu inkâr edenlerden îmânsız gidenler oldu İnkâr edenler ya câhillikten veya ilimden dolayı inkâr ederler Câhillikten olan inkâr; zarar bakımından, ilimden dolayı olan inkârdan daha azdır İnkârın en zararlısı velî bir zâtı hased etmekten dolayı olanıdır"

Talebelerinden biri o akrebin ne olduğunu sordu

"Aynı domuz olan kimsedir Düşmanlığını açıktan yaptığı için o şekilde göründü" buyurdu

Olgun bir mürşidin, yol gösterici rehberin durumuyla ilgili olarak sorulan bir soruya da şöyle cevap verdi:

Alıntı Yaparak Cevapla

Eski 03-11-2007   #81
[KAPLAN]
Varsayılan


Mürşid-i kâmil talebesinin her türlü hastalığını tedâvi eder Yalnız ihlâs ve muhabbet eksikliği ile bid'atlerin sebeb olduğu hastalıklar hâriç Çünkü bu hastalıklar talebenin istikâmetini yolunu değiştirir Talebe Sırat-ı müstakîmden yâni doğru yoldan ayrılır Fakat bunların tedâvîsi mümkündür Zinâ yapan zinânın büyük günah olduğunu bilir sonra pişmanlık duyar İhlâs ve muhabbet eksikliği ve bid'at işleme durumu olursa günah işlediğini bilmez, pişman olmazlar Demek ki ilacın aslı, pişman olmak, nefsinin kusûrunu görmek ve hocasına yalvarıp sığınmaya bağlıdır İnsan sûretini kaybedip hayvan sûretine girenlerin alâmeti, vâz ve nasîhatlerden istifâde etmeyip, işlediği günahlara devâm etmesidir Bu fakir (yâni Abdurrahmân Tâgî) velîyi inkâr etmenin îmânı tehlikeye soktuğunu bildiğim için, velî olduğunu söyleyen kişiyi inkâr etmedim Yalnız hocamı inkâr edenlere karşı cephe alırım Münkirlik yapmadım fakat karşı çıkarım

Kendisine dînini öğreten hocasına "neden" ve "niçin" diyen talebe iflâh olmaz Hocasına îtirâz eden talebenin üzerine feyz kapıları kapanır Talebe hocasını kontrol edip ona îtirâz edemez

Sâdık bir talebe hocasının bütün fiillerini teslimiyet ile karşılar Bâzı kitaplarda şöyle nakledildi: Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri zamânında yağmur yüklü bulutlara hükmeden bir ebdâl, büyük velî vardı Bu zât Allahü teâlâya duâ ederek bulutlardan çok ihtiyaç duyulan beldelere yağmur yağdırmasını diledi Lâkin yağmur yağmadı Bulutlar yağmuru sarp bir beldeye sürükledi ve oraya çok yağmur yağdı Bu hâdise üzerine Ebdâl olan zât; "Yâ Rabbî! Neden ihtiyaç duyulan yere yağmur vermedin de, başka yere yağdırdın?" gibi îtiraz yollu söylendi Bunun üzerine cenâb-ı Hak tarafından ebdâlliği alındı Köpek kılığında ve baygın hâlde yere düştü Bu hâli fark eden talebelerden birisi Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine gelip duâ istedi Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri duâ etti Duâsı kabûl oldu Sonra bu zâta eski makâm ve mevkii Allahü teâlâ tarafından, yeniden verildi"

Abdurrahmân Tâgî hazretleri güzel amelleri teşvik etmek için bir sohbetinde şöyle buyurdu:

"Farz namazlarınızı vaktinde ve cemâatle kılınız Sünnetleri terk etmeyiniz Akşam namazından sonra kalbinizi hocanıza bağlayınız Bu esnâda gaflette olursanız, bağı kuramazsınız Bilhassa sabah namazlarından sonraki güzel amellerinizi terk etmeyin

Bu Sıddîkiyye yâni Hâlidiyye yolunda halvete girmek yoktur Halvette şöhret vardır Şöhret ise âfettir Bu yolun gâye ve maksadı tâlebeye nefsi terk ettirmektir Halvette yapılan zikirde, kişide benlik duygusu galebe çalabilir Yatsıdan sonra lambaları söndürün ve konuşmayın veya amellerinizle meşgul olun Sıddîkiye yolundaki kişiler dünyâ zengini olanlara karşı muhtâc olmadıklarını göstermek için, vakarlı davranarak, muhtâc olmadıklarını göstermelidirler Buna karşılık, kendilerine muhtâc olan ihtiyaç sâhiplerine karşı mütevâzî davranıp kendisini onlardan aşağı göstermelidir"

Abdurrahmân Tâgî, birçok talebe yetiştirdi Halîfelerinin en meşhûrları şunlardır: Fethullah Verkânîsî, Abdurrahmân Nurşînî, Molla Reşid Nurşînî, Allâme Molla Halil Siirdî'nin torunu Abdülkahhâr, Abdülkâdir Hizânî, Seyyid İbrâhim Es'irdî, Abdülhakîm Fersâfî, İbrâhim Ninkî, Tâhir Âbirî, Abdülhâdî, Abdullah Hurûsî, İbrâhim Çuhrûşî (Çukrûşî), Halil Çuhrûşî, Ahmed Taşkesânî, Muhammed Sâmî Erzincânî, Abdullah Subaşı, Halife Mustafa Bitlisî, Hacı Süleymân Bitlisî, Hacı Yûsuf Bitlisî, Hacı Yûsuf Köşkî'dir

Bunlardan Fethullah Verkânîsî'nin halîfesi Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî, Abdurrahmân Tâgî'nin oğludur Abdurrahmân Tâgî'nin sözlerini halîfelerinden İbrâhim Çukrûşî toplayarak İşârât ismini vermiştir Bu kitap çok kıymetlidir Abdurrahmân Tâgî'nin oğlu Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî Adıyamanlı Abdülhakîm Hüseynî Efendinin hocasıdır

Yüksek hâl ve kerâmetler sâhibi olan Abdurrahmân Tâgî vefâtına yakın buyurdu ki:

"Bana Hac mevsiminde Mina'da olduğum gösterildi Hacca gelenler bütün velîlerin rûhlarıymış Bu rûhlar benim için Allahü teâlâdan af ve mağfiret dilediler Allahü teâlânın beni affettiğini ümid ediyorum

Anadolu'da yetişen evliyânın büyüklerinden olan Abdurrahmân Tâgî hazretleri bir gün talebelerinden birine bir hizmeti yapmasını emretti Fakat talebesinde bu işe karşı bir isteksizlik meydana geldi "Bu hizmeti başka bir sûfî yapsa onun için daha iyi olur Bu iş bana ağır geliyor" diye kendi kendine söylendi Bu durumun farkına varan Abdurrahmân Tâgî talebesine şöyle buyurdu:

"İnsanoğlu daraldığı zaman bir işi yapması, yapmamasından daha zor olur Ama kendisine zor gelen bir işi başkasına teklif etmesi kolay gelir Halbuki insan, o işten gelen hayrın başkası için değil kendisi için olduğunu bilmez Buna karşılık zevkli bir iş olunca insan o işi yapmayı, yapmamaya göre daha kolay bulur Fakat bu defâ kendine değil de arkadaşına o işi yapmamayı tavsiye etmek kolayına gelir Oysa o işi yapmamanın zararı arkadaşının değil kendisinindir, bunu bilmez"

İnsanlara Allah rızâsı için iyiliği emr ederek ve kötülüklerden sakındırarak tasavvuf yolunda ilerlemelerine çalışan Abdurrahmân Tâgî, on sekiz yıl kaldığı ve irşâd vazîfesinde bulunduğu Nurşîn beldesinin insanlarını dâvet etmekten bir an geri kalmadı Vefât etmeden önce ağır bir hastalığa yakalandı Buna rağmen hiç bir sünnet namazını dahi ihmâl etmeyip, hepsini ayakta kıldı Gece ibâdetini aslâ bırakmadı Halbuki bu sırada ancak dört yanına yastık dayayarak oturabiliyor, oturamayınca sırtını duvara dayıyordu Bu durumu kendisine hatırlatılarak; "Siz hastasınız bu şekilde ibâdet yapamazsınız" diyenlere aldırış etmiyor, hattâ bu şekilde konuşmalarını istemiyordu

Hastalığı sırasında kendisini ziyâret için gelen talebelerine şu edeplere uymalarını tavsiye etti: "Ziyâretime gelenler, tam bir edep ve huzûr içinde yanıma girsinler Çünkü evliyânın rûhları devamlı olarak odamda bulunuyor Edebe aykırı yapılan bir davranış, yapan kimseyi zarara uğratacağı gibi, kendimin de o davranıştan zarar göreceğinden çekiniyorum Yanıma girdiğinizde kalbleriniz bir, niyetleriniz aynı olsun Çünkü hastalığım sırasında değişik arzularınızın bana yansımasından rahatsız oluyorum"

Abdurrahmân Tâgî hazretleri vefât etmeden önceki son gecenin seher vaktinde Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) açıkça kendisine görünerek bal yemeyi ve şerbet içmeyi emrettiğini söyledi

Bu sözlerinden sonra kendisine; "Aklınızdan yolculuk geçiyor mu?" diye sorulunca; "Evet geçiyor Eğer aklımdan yolculuk geçmeseydi, Peygamber efendimiz açık bir şekilde bana görünmezdi" buyurdu

O günün ikindi vakti sıralarında yanına gelen zevcesi Seyyide Kadriye Hanımın eteğinden tutarak şu beyti okudu:

Kâbe hareminin harîmine vâsıl olamazsın
Eğer evlâd-ı Alî'nin eteğine yapışmazsan

Bu beyti şefâat dilemesi gâyesiyle okuduğu mübârek yüzündeki ifâdeden açıkça anlaşılıyordu

Abdurrahmân Tâgî hazretleri son hastalığı sırasında, ağır hastalığına rağmen âilesine ve yakınlarına:

"Allahü teâlâyı ve O'nun Resûlünü sevmeyi, İslâmiyetin emirlerine sıkıca bağlanmayı, yasaklarından şiddetle kaçınmayı ve şeyh Fethullah Verkânîsî'ye itâat etmeyi ve ona tâbi olmayı ihmâl etmeyin" buyurarak, yerine Şeyh Fethullah Verkânîsî'yi halîfe bıraktığını bildirdi

Son zamanlarında çevresindekilere ve bağlılarına şefkatle muâmele etti Onlara rahmet nazarıyla baktı Evlatlarına ise fazla iltifât göstermedi Oğlu Molla Muhammed Ziyâüddîn'e şöyle buyurdu: "Oğlum, Şeyh Fethullah senin hakkında benden daha hayırlıdır Çünkü ben seni başkalarından ayırmam, ama o seni diğerlerinden üstün tutar"

Bir ara kendisinden geçti Kendine geldikten sonra; "İki meleğin rûhumu almaya geldiklerini gördüm Onlara;"Sizin rûhumu almanıza râzı değilim Ben çok sayıda âlime hizmet ettiğim için rûhumu âlimlere mahsûs meleklerin almasını istiyorum" dedim Bir müddet sonra benim rûhumu almaya gelen meleklere Allahü teâlânın; "Onun rûhunu benim dostlarımın rûhunu alan alsın" buyurduğunu duydum Bu emri duyunca; "O çabuk gelsin" dedim" buyurdu

Daha sonra talebelerinden Molla Abdülkahhâr'a dönerek; "Güzel sesinle üzerime Kur'ân-ı kerîm oku" buyurdu Talebeleri başından ayrılmayıp Kur'ân-ı kerîm okudular

Gece yarısına doğru çok sevdiği bir âile ferdini çağırdı Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem vefât etmek üzere iken hazret-i Âişe'ye çok yakınlık gösterdiğini, hattâ başını onun göğsü ve çenesi arasına dayanarak öyle vefât ettiğini bildiği için son anlarını aynı şekilde geçirmek istedi Vücûdunu âilesinin koluna dayadı, elini eline koydu Bir süre sonra elini çekerek sağ göğsünün altına gelecek şekilde tuttu 1886 (H1304) senesi Aralık ayının yirmisine rastlayan Perşembe günü kuşluk vaktine doğru saat dokuz civârında vefât etti Talebeleri ve sevenlerinden meydana gelen kalabalık bir cemâat tarafından cenâze namazı kılındıktan sonra Nurşîn'de defnedildi Kabri Bitlis vilâyetine bağlı Nurşîn nâhiyesinde olup ziyâret edilmektedir

HAYATTAKİ GİBİ!

Abdurrahmân bin Yûsuf Rûmî'nin vefâtından sonra, sevdiklerinden birisi şöyle anlatmıştır:

Bir gece, rüyâmda Abdurrahmân Rûmî'yi gördüm Bana; "Bursa'da Seyyid Neccârî'nin evinde misâfir var Beni ziyâret etmek istiyor Gidip onu al ve kabrime getir" dedi Sabah olunca derhâl oraya gidip misâfiri buldum Bir arzusunun olup olmadığını sordum "Abdurrahmân Rûmî'nin kabrini ziyâret etmek istiyorum" dedi Onu alıp Abdurrahmân Rûmî'nin kabrine götürdüm Biraz sonra onun yalnız kalmak istediğini sezip, oradaki bir mescide girdim ve bekledim Çok geçmeden, o ziyâretçi ile Abdurrahmân Rûmî'nin konuşmaları kulağıma geldi Aynen hayattaki gibi konuşuyordu Konuşması bitince mescidden çıktım Kabrin yanına geldiğimde kimseyi bulamadım

YOLUMUZ SOHBET YOLUDUR

Abdurrahmân Tâgî hazretleri bir sohbetinde, sohbetin fazîleti ile ilgili olarak, buyurdu ki:

Yolumuz sohbet yoludur İnsanlara hayret ediyorum niçin sohbeti istemezler, niçin sohbet meclisine katılmazlar, niçin Allah adamlarının yanında bulunmazlar? Halbuki sohbet ehlinin ev sâhibi Allahü teâlâ, teşrîfâtçısı hazret-i Ali, sâkîsi yâni su dağıtanı Hızır aleyhisselâmdır Şâyet sohbet etmek için yedi kişi bir araya gelse, yüksek makamlara erişirler ki, Aralarında bir Allah dostunun varlığı umulur

Cehrî, açıktan Kur'ân-ı kerîm okumak ve sohbet evlerden zulmeti giderir Onun için sohbet olunan evin sâhibi bildiği sûreleri açık olarak okusun

Sohbet peşinde koşmayı severim Nerede sohbet ehli varsa oraya gitmek isterim Mümkün mertebe hiç bir dervişin sohbetini kaçırmak istemem"

1) İşâretler (İbrâhim Çukruşî)
2) El-Minah (Halid Ölehî)
3) Eshâb-ı Kirâm

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Evliyalarımız

Eski 03-31-2008   #82
eness
Varsayılan

Cevap : Evliyalarımız



çokk güsell teşerkkr edrsssssssss
Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Evliyalarımız

Eski 04-07-2008   #83
merve16
Varsayılan

Cevap : Evliyalarımız



paylaşım için teşekkürler çok faydalı bir şey oldu tekrar tekrar teşekkürler
__________________
İMAN İNSANI İNSAN EDER,BELKİ DE İNSANI SULTAN EDER BSN
Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Evliyalarımız

Eski 04-11-2008   #84
KallaviOrhan
Varsayılan

Cevap : Evliyalarımız



Eline sağlık
Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Evliyalarımız

Eski 04-11-2008   #85
su perisi
Varsayılan

Cevap : Evliyalarımız



Sevgili Kaplan Umarım devamı gelirBiliyorsunuz evliyalarımız çokDevamını bekliyoruz
__________________

Alıntı Yaparak Cevapla

AHMET YESEVİ

Eski 07-30-2009   #86
fatmanur
Varsayılan

AHMET YESEVİ



Büyük Türk Mutasavvıfı Ahmet Yesevî, Kazakistan'ın YESİ şehrinde, yaygın görüşe göre 1093 yılında doğmuş ve 1166 yılında ölmüştür İlk mürşidi Arslan Baba olmuş, sonra Yusuf-i Hemadanî'ye intisap etmiştir
Yesevî, Arapça ve Farsça'yı çok iyi bilmesine rağmen TÜRKÇE'yi seçmiştir
Yesevî, eski Türk inanışlarının kalıntılarını İslâmiyet ile uzlaştırmaya çalışan, İslâm'ı yeni kabul etmiş insanlara bu dinin sıcak, samimi, hoşgörülü, insan ve tanrı sevgisine dayalı gerçek yüzünü tanıtmıştır
HİKMET adını verdiği dörtlüklerinde Yesevî;
Benim hikmetlerim hadîs hazinesidir
Kişi pay görmese, bil habistir
Benim hikmetlerim süphanın fermanı
Okuyup bilsen, hepsi Kur'an'ın anlamı
demektedir
Büyük Türk mutasavvıfı Ahmet Yesevî, Türk dünyasının yetiştirdiği önemli şahsiyetlerden ve Türklüğün sembol isimlerinden biridir
Ahmet Yesevî'nin Türk tasavvuf geleneğinin kurucusu olması ve kendisinden sonraki büyük mutasavvıflar, Yunus Emre, Mevlâna, Hacı Bektaş-ı Veli ve diğerleri üzerindeki etkisi, böylece Anadolu'nun bir Türk Yurdu haline gelmesindeki manevi rolü, İslamiyet'i dosdoğru anlayan ve anlatan, sade ve temiz üslubu, güzel Türkçe'mizin mimarlarından oluşu, insanlığın ihtiyacı olan yüksek değerleri daha o zamanlar dile getirdiği kardeşliğe, dostluğa, sevgi ve hoşgörüye dayalı düşünceleri bilinmektedir
Türk'lerin İslâmiyeti anlama ve algılama noktasında YESEVÎ bir ekoldür Bu açıdan bakıldığında Yesevî, tüm Türk dünyası için çok önemli bir konuma sahiptir Kendini tanıma umdesi, kültürünü, dilini, tarihini ve dinini tanımak Yesevî düşüncesinin özüdür
Karahan'lı Hükümdarı Saltuk Buğra Kara Han'ın 950 yılında İslâmiyet'i resmî devlet dini olarak kabul etmesi, TÜRK dünyasının önemli bir dönüm noktasıdır İslâmiyet'i benimseyen Türk'ler, Türk - İslâm sentezine dayanan yeni bir kültür sahibi olmuşlar, sosyal nizamları ile devlet ve dünya görüşlerine bu kültür ile yeni bir şekil vermişlerdir
"Pir-i Türkistan" Ahmet Yesevî, Güney Kazakistan'da, Çimkent şehrine 7 km uzaklıktaki, bugün Türkistan adı ile tanınan YESİ şehrine 157 km uzaklıktaki Sayram kasabasında doğmuştur Doğum yılı bilinmemektedir Ancak 73 yaşında ve 1166 yılında vefat ettiği şeklindeki yaygın görüşe göre 1093 yılında doğduğu tahmin edilmektedir Doğum yeri olarak YESİ şehri de belirtilmekte ise de anne ve babasının Türbe'lerinin SAYRAM'da olması, O'nun da Sayram'da doğduğunu düşündürmektedir Babası, Hazret-i Ali soyundan Şeyh İbrahim isimli bir zatdır Annesi ise Şeyh İbrahim'in halifesi Musa Şeyh'in kızı Ayşe Hatun'dur Rivayetlere göre önce annesini, sonra babasını kaybeden 7 yaşındaki Ahmet, ablasının himayesinde büyümüştür Yesi'ye gelen Arslan Baba adlı bir mürşit, O'nun tahsil, terbiyesini üstlenir Bir süre sonra Arslan Baba ölür, Yesevî de o zamanın önemli kültür ve ilim merkezlerinden olan Buhara'ya gider Burada Hâce Yusuf-i Hemedani'ye intisap eder ve onun irşadı altına girer
Yesevî, mürşidi Hemedanî'nin ölümünden sonra bir süre Buhara'da irşad postuna oturursa da, şeyhinin vaktiyle işaret ettiği şekilde YESÎ'ye döner Ölene kadar da orada aydınlatmaya devam eder
Menkıbeye göre tekkesinin bahçesinde bir çilehane kazdırır ve ömrünü burada tamamlar Daha önce de belirttiğim gibi 1166 yılında vefat ettiği sanılmaktadır
Ahmet Yesevî'nin türbesini Sultan Timur'un yaptırdığı bilinmektedir Rivayete göre, Hoca, Timur'un rüyasına girip zafer müjdeler Timur da Türkistan zaferinden sonra Yesi'ye gelir ve Hoca'nın kabrinin üstüne, bir şükran ifadesi olarak, türbe yaptırır Zamanla harap olan türbe, Şibanî Han tarafından onartılır Birçok defa tamir gören türbe, Sovyetler Birliği zamanında korumaya alınıp 1978 de ziyarete açılmış, 1989 yılında türbenin bulunduğu bölge "Tarihi Kültür Koruma Mıntıkası" olarak ilân edilmiştir
Kazakistan bağımsızlığını kazandıktan sonra, Türkistan şehrindeki bu türbenin restorasyon çalışmaları Türkiye tarafından 1992 yılında başlatılmış ve 2 senede bitirilmesi ön görülmüşse de çalışmalar Temmuz 2000 e kadar sürmüş ve türbenin açılışı Ekim 2000 de Türkistan şehrinin 1500 kuruluş yıldönümünde yapılmıştır
Ahmet Yesevî, Anadolu'ya hiç gelmemiş olmasına rağmen Anadolu'da tanınmış ve sevilmiştir Bektaşî'lik, Mevlevi 'lik, Yunus Emre ekolü Yesevi'den çok etkilenmiştir
Anadolu'ya gitmediği bilinmesine rağmen Pülümür'ün Kangallı Köyü'nde Ahmet Yesevî’ye atfedilen bir türbe vardır Pülümür'deki bu mezar, Yesevî’nin makamı olarak, halkın muhayyilesinde gelişmiş ve türbe O'na atfedilmiştir
Bundan başka, Baskil ilçesinin Tabanbükü Köyü'nde Ahmet Yesevî kolundan gelen Hasan Dede'nin mezarının bulunduğu biliniyor Bu köyün doğusundaki bir mezarın da Ahmet Yesevî'ye ait olduğu rivayet edilmektedir
Şimdi, Yesevî ve Türk diline etkisinden söz etmek istiyorum
Selçuklular, tarihimizin çok uzun bir dönemini doldurmuş, büyük bir devlettir Sınırları, Orta Asya ve Anadolu'nun büyük bölümünü kapsamıştır Devlete adını veren Selçuk Bey ve beraberindekilerin Türkçe adlar taşımalarına rağmen, son hükümdarların isimleri Keykavus , Keykubat gibi Farsça adlardır En önemlisi, Devletin resmî dili Türkçe değil Farsça'dır Selçuklu'nun önemli bir şahsiyeti, Alpaslan'ın veziri, Nizam -ül Mülk bir Fars'dır Adına kurduğu Nizamiye Medreseleri Farsça vermekte idiler Bütün bu sebeplerle Selçuklu'da Türkçe avam dili, Farsça ise aydın ve bilgin dili olmuştur Edebiyat ve yazı dili Türkçe değil Farsça alarak kullanılmıştır
Bütün bu olumsuzluklar arasında Yesi'de bilinçli bir Türk ortaya çıkmış, Arapça ve Farsça'yı çok iyi bilmesine rağmen Türkçe'yi seçmiştir
Yesevî, İslâm tasavvufunu esas alan, bilim, edebiyat ve san'ata önem veren bir medrese kurdu Bu medresenin, konuşma dili, yazışma dili, şiir ve edebiyat dili, eğitim ve öğretim dili Türkçe idi Buradan yetişen binlerce insan Türk Dünyası'nın her tarafına dağıldılar Bu yetişenler, gittikleri her yerde Yesevî'nin Türkçe şiirlerini, yani HİKMET'lerini tekrar tekrar seslendirdiler Bu şekilde yeni bir Türk edebiyatı doğdu Bu arada, Farsça'yı kullananlar, Yesevî'yi, Türkçe yazdığı için eleştirmişlerdir Yesevî ise bir hikmetinde şöyle demektedir
Sevmiyorlar bilginler sizin Türkçe dilini
Erenlerden işitsen açar gönül dilini
Ayet - hadis anlamı Türkçe olsa duyarlar
Anlamına erenler başı eğip uyarlar
Miskin hafız Hoca Ahmet yedi atana rahmet
Fars dilini bilir de sevip söyler Türkçe'yi
Daha sonra, Cengiz'ler, Osmanlı'lar dönemlerinde Türkçe egemen olmuştur Bu konuda büyük şair Yahya Kemal "Ahmet Yesevî kim? bir araştırın, göreceksiniz, bizim milliyetimizi asıl onda bulacaksınız " demektedir
Burada, Ahmet Yesevî'nin ilme ve bilgiye verdiği önemi bir, iki Hikmet'i ile dile getirmek istiyorum:
Ey dostlar, cahil ile yakın olup
Bağrım yanıp, candan doyup öldüm ben işte
Bir başka hikmetinde ise:
Cahil ile geçen ömrüm nar sakar
Cahil olsan cehennem ondan çekinir
Cahil ile cehenneme doğru kılmayın sefer
Cahiller içinde yaprak gibi soldum ben işte
demektedir
Şimdi de Yesevî'nin din anlayışını irdelemek istiyorum
Tarih devirlerinde milletimiz bir çok dini kabul etmiştir Bunların içinde Şamanizm en önemli yeri kaplasa da Budizm, Musevilik ve Hristiyanlık da Türkler arasında yaygınlık kazanmış dinlerdir Bin yıldan beri ise gittikçe gelişen boyutlarda İslâm dini Türk'lerin inanç birliğini oluşturan din haline gelmiştir
Şamanizm, sadece Türklerin değil, Asya'nın birçok halklarının ortak inanç sistemidir Dolayısı ile Şamanizm'i Türklerin ulusal dini olarak kabul etmek yanlıştır
Göktürk kitabelerinde, Atalarımızın, bir din anlayışı bulunduğu açıklaması vardır Bu din, yeri, göğü ve insanı yani bütün varlıkları yaratan ve yöneten "Bir Tanrı" anlayışıdır Belki de çok daha eskilerden, derinlerden gelen Şamanizm inançları "Bir Tanrı" veya "Gök Tanrı" dini ile birlikte yaşamaya devam etmiştir Oğuz Han'ın "Tanrının Birliği" sözünü temel alan bir anlayışın yayıcısı olduğu görüşü de konuya daha açıklık kazandırır
Bilinen bir gerçektir ki, bir toplumun kabul ettiği yeni bir din, eski inançları tümüyle ortadan kaldıramaz Eski inançlar çok defa yeni inancın kisvesi altında yaşamaya devam ederler Bu manada Şamanizm'in Türklere ait topluluklarda devam ettiğini görebiliyoruz Meselâ, ataların ruhlarına evliya kudreti, ağaçlara evliya adı verilerek Şamanizm, İslâmî bir kavramla yeniden ifade edilmiştir
Bugün, büyük çoğunluğu Müslüman olan Dünya Türklüğünün İslâmi anlayışında binlerce yıllık geçmişlerini görmekteyiz Bu hal, İslâm'ın ana ilkelerinden sapma anlamına gelmemektedir Söylemeliyiz ki, milletimiz, küçük bir kesim hariç, İslâm'ı doğru anlamış ve doğru uygulamıştır Bugün, Müslüman milletler içinde en samimi dinî hayatın milletimizce yaşandığı bir gerçektir
Ahmet Yesevî, eski Türk inanışlarının kalıntılarını İslâmiyet ile uzlaştırmaya çalışan ve dolayısı ile kitaplı dinin, yani İslâmın emirlerini tam yerine getiremeyen yeni Müslüman olmuş insanlara, İslâmın sıcak, samimi, hoşgörülü, insan ve Tanrı sevgisine dayalı, gerçek yüzünü tanıttı
Ahmet Yesevî, içinde yaşadığı dönemin Türk toplumunun, bozkırlarda at koşturan yarı göçebe insanlar olduklarını, kadın - erkek, genç - ihtiyar, hareketli, kendi gelenek ve göreneklerini diri tutma yolunda başarılı ve mücadele ile geçen bir hayatın içinde olduklarını çok iyi biliyordu Yesevî, bu insanlara fıkıh kuralları içinde, Arap - Acem kültür etkileri ile boğulmuş karma karışık bir İslâm yerine, samimi ve sarsılmaz bir iman anlayışını telkin eden dinî ve ahlâki kuralları, kendisi Arapça ve Farsça'yı çok iyi bildiği halde, kendi dilleri ile ve daha da önemlisi, onların seviyesinde bir söylem tarzı ile sunmanın, başarının temeli olacağını, görmüş ve uygulamıştır Onun için de Türk Boyları'nın halk edebiyatından alınmış şekillerle insanlar arasında dostluğu, sevgiyi, dayanışmayı, dünyayı Tanrı ve insan sevgisi ile kucaklamayı öğretmiştir
Nitekim, Yesevî
Benim hikmetlerim hadis hazinesidir
Kişi pay görmese, bil habistir
Benim hikmetlerim Süphan'ın fermanı
Okuyup bilsen, hepsi Kur'an'ın anlamı
demektedir
Hoca da öteki mutasavvuflar gibi, âlemi ve âlemde var olan herşeyi ilâhi aşkın eseri olarak gördüğü içindir ki, her şeyi gönülden sevmektedir Ancak bu sevgi ile Allah'a ulaşılabileceğini söylemektedir O'na göre Aşk'sız, Mevlâyı anlamak mümkün değildir
Üstelik Aşk'sız kişi gerçek insan değildir
Dertsiz insan insan değil, bunu anlayın
Aşk'sız insan hayvan cinsi, bunu dinleyin
Gönlünüzde Aşk olursa, bana ağlayın
Ağlayanlara gerçek Aşk'ımı hediye eğledim
Aşk'sızların hem canı yok, hem imânı,
Resûlullah sözün dedim mânâ hani
Diyen Yesevî 140 numaralı hikmetinde, ilâhi aşk hakkındaki görüşlerini,
insanın samimi inancı ile bağlantılıyarak anlatır
Aşk davasını bana kılma, sahte aşık,
Aşık olsan, bağrın içinde göz kanı yok,
Muhabbetin şevki ile can vermese,
Boşa geçer ömrü onun, yalanı yok
Aşk bağı sıkıntı çekip yeşertmesen,
Hor görülse nefsini öldürmesen,
"Allah" diyerek içe nuru doldurmasan,
Vallah, billah sende aşkın eseri yok
Hak zikrini can içinden çıkarmasan,
Üçyüz altmış damarlarını kımıldatmasan,
Dörtyüzkırkdört kemiklerini kul eylemesen,
Yalancıdır Hakk'a aşık olduğu yok
Rahatı bırakıp can sıkıntısını hoşlayanlar
Seherlerde canını incitip çalışanlar,
Hay-u heves, ben-benliği terk edenler,
Gerçek aşıktır, asla onun yalanı yok
Kul Hoca Ahmet, candan geçip yola gir,
Ondan sonra erenlerin yolunu sor,
Allah diyerek, Hakk'ın yolunda canını ver,
Bu yollarda can vermesen, imkânı yok
"İlâhi Aşk" Allah'dır ve bu Aşk'a düşen kişi, bencillik, gösteriş, iki yüzlülük, kişisel çıkar gibi küçük hesapları düşünmemek gerekir " diyen Yesevî, bir hikmetinde:
Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol,
Öyle mazlum yolda kalsa, yoldaşı ol,
Mahşer günü dergâhına yakın ol,
Ben - benlik güden kişilerden kaçtım ben işte
Demektedir Bütün hikmetlerinde yer alan bir gerçek vardır ki o da insana verilen büyük değerdir İslâm tasavvufunda insan, kâinatın özü alarak kabul edilir Herşey insan içindir O halde insana düşen, "Kamil İnsan" olmaya çalışmaktır Ahlakın kemaline ulaşmıya gayret etmektir Bunun da bir yolu yaratılmışları sevmek, incitmemek ve incinmemektir Alçak gönüllü olan insanlar, her hususta samimi olan kişilerdir
Yesevî, asıl kavgasını, sahte şeyhler ve mollalara karşı yapar Bunlara karşı da
"Talibim" deyip söylerler vallah, billah insafsız
Namahreme bakarlar, gözlerinde yok insaf;
Kişi malını yiyerler, çünkü gönülleri değil saf
Arslan Baba'nın sözlerini işittiniz teberrük
Zâkirim deyip ağlar, Çıkmaz gözünden yaşı;
Gönüllerinde gamı yok, her an ağrıya başı;
Oyun-hile kılarlar, malûm Hüda'ya işi,
Arslan Baba'nın sözlerini işittiniz teberrük
Gibi bir çok Hikmet söylemiştir
Yesevî, ilim üzerinde çok durmuş, inananların aydın kişiler olduğunu, bunların bilgisizlikten ve bilgisizlerden kısaca cahillikten uzak durduklarını anlatmıştır Ayrıca bir başka Hikmet'inde: " Bilgisizlik her kötülüğün kaynağıdır " demiştir Bir başka Hikmet'inde ise
İlim, iki inci, beden ve cana rehberdir
Can âlimi Hazret'ine yakındır
Muhabbetin şarabından içer
Öyle âlim, gerçek âlim olur dostlarım,
demiştir

Özetle, Yesevî okulunun ana ilkelerini:
Allahın varlığına ve tekliğine inanmak,
Kur'ana uymak,
İslâm'a dayalı yolda yürümek,
İnsanın kendisini disipline etmesi,
Belli zamanlarda benlik muhasebesi yapmak
olarak özetliyebiliriz

Ayrıca, Yesevî'liği kabul eden kişinin de :
>Hakk'ı bilmek,
Kalbinde Allah ve İnsan sevgisi taşımak,
">Cömert olmak,
Gerçekleri kabul etmek,
Geçer ve doğru bilgili olmak,
Kanaatkar olmak,
Nefsine hakim olmak,
Kendini bilmek,
Gönül gözü ile görmek,
Felsefeye yatkın olmak gibi hasletleri kendisinde toplaması gerekiyordu
Dikkat edilirse, 1000 yıl önce yaşamış bir Türk düşünür, kendini bilmeyi, hurafelerden uzak durmayı, Tanrı'ya inanmayı, kendini geliştirmeye çalışmayı, özellikle hoşgörülü olmayı büyük bir açıklıkla ifade etmiştir
Yazımı Ahmet Yesevî'nin büyük takipçisi YUNUS EMRE'nin Pirinden öğrendiğini veciz bir şekilde anlattığı dörtlükle bitirmek istiyorum
Çalış, kazan, ye, yedir,
Bir gönül ele getir
Bin kâbe'den iyrektir,
Bir gönül ziyareti

__________________
Ya Rahman!
Sen öyle rahmet edersin ki rahmetinin bir cilvesi cennetim olur
Rahmetinden bir parıltı sonsuz mutluluğumdur
Rahmetinin bir damlası herkesin rızkına kefil olur
Su çorak gönlüme merhametini indir
Su fani ömrümü sonsuzluğa eriştir
Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.