Soylu Türk Kadınları |
04-07-2009 | #1 |
[KAPLAN]
|
Soylu Türk KadınlarıKara Fatma lâkabıyla tanınan Fatma Seher Hanım, 1888 yılında Erzurum’da doğmuştur Babasının adı Yusuf Ağa, kocasının adı ise Derviş Bey’dir Kocası da asker (Binbaşı) olan Fatma Seher Hanım, Edirne’de görev yapan eşiyle birlikte Balkan Harbi’nde yer almıştır Daha sonra ise kendi ailesinden 10’a yakın kadını örgütleyerek 1Dünya Savaşı’na katılmıştır Mondros Mütarekesi’nden sonra ise eşi Derviş Bey’in vefat haberini almış ve Erzurum’a dönmüştür Erzurum’da bir süre kalan Fatma Seher Hanım, Sivas Kongresi’nde bulunan Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek için Sivas’a gitmiş, kendisinden Milli Mücadele’ye katılmak için görev istemiştir (Fatma Seher Hanım, bu dönemle ilgili anılarını 1944 yılında yapılan bir röportajda şu şekilde anlatmaktadır: “Atatürk’ün Sivas’ta faaliyete geçtiğini haber aldığım dakikadan itibaren duyduğun sevinci tariften acizim ve ilk işim kısa bir hazırlıktan sonra Sivas’a müteveccihen hareket etmeyi kararlaştırdım; hemen yola çıktım ve Gülcemal Vapuru’yla Samsun’a, oradan da Sivas’a vardım Mustafa Kemal’in huzuruna çıkabilmek için muhtelif kıyafete girerek üç günlük bir mücadeleden sonra, devamlı bir takibin neticesi olarak, Sivas’ta öğle yemeğine davetli bulunduğu bir yere giderken yolda yakaladım Üzerimde çarşaf vardı, yüzümde peçe ile kapalı idi Kendisiyle bir mesele hakkında görüşmek istediğimi söyleyince, ilk defa sert bir lisan kullanarak, “Ne görüşeceksin?” mukabelesinde bulundular Kalbimdeki vatan aşkı bu sert muameleye galip gelerek derhal peçemi kaldırdım ve İstanbul’dan buraya kadar sizinle görüşmek için geldiğimi, maruzatımın bir dakika için dinlenmesini rica ettim Bunun üzerine pek yakında bulunan bir lokantaya beni kabul ettiler Mustafa kemal bu görüşme sırasında ona adını, silah kullanmayı, ata binmeyi bilip-bilmediğini, savaştan korkup-korkmadığını sormuştur Kara Fatma’nın verdiği cevaplar Mustafa Kemal’i memnun etmiş, “Kara Fatma, bütün kadınlar keşke senin gibi olsaydı” demiştir Bu olaydan sonra Fatma Seher Hanım’ın adı “Kara Fatma” olarak kalmıştır Daha sonra ise Mustafa Kemal eline aldığı kâğıda bazı notlar yazarak Kara Fatma’ya vermiş “Haydi göreyim seni, verdiğim talimatı unutma, bir an evvel İstanbul’a git, hazırlan ve işe başla” demiştir (Tansel, 2001, s41) Fatma Seher Hanım, Mustafa Kemal’in bu isteği üzerine Sivas’tan hemen İstanbul’a geçmiştir Bir süre sonra İzmit’in işgal edildiğini duyan Kara Fatma, Topkapılı Pire Mehmet, Laz Tahsin, kardeşi Süleyman ve oğlu Seffeddin’nle birlikte bir çete kurarak, trenle gizlice İzmit’e geçmiştir Bahçecik ve Servetiye yoluyla Paşaköyü’ne geçen Kara Fatma ve adamları burada karargah kurmuşlardır Bu bölgede kısa sürede teşkilatlanmalarını tamamlayan Kara Fatma çetesi, çevredeki Türk köylüleriyle birlikte Yunanlılara karşı uzun süre mücadele etmişlerdir (Özellikle, Bahçecik, Yeniköy, Değirmendere, Servetiye, Kaynarca ve Fındık Tepe civarında faaliyet gösteren Rum ve Ermeni çetecilere karşı, büyük bir başarı göstermişlerdir) İzmit, Kara Fatma gibi cesur yürekli insanlarımızın üstün gayretleriyle, 28 Haziran 1921 tarihinde düşman işgalinden kurtarılmıştır Kara Fatma ve ailesi, İzmit’in kurtarılmasından sonra bir süre daha bu bölgede kalmışlardır Balkan, Sakarya, Başkomutanlık Muharebeleri’ne de katılarak Üsteğmenlik rütbesine kadar yükselmiş olan Kara Fatma, 1955 yılında Erzurum’da vefat etmiştir (Şenel, 2006, s24) Kara Fatma’nın İşgal Döneminde İzmit’te 30 Ekim 1919’da yürürlüğe giren Mondros Mütarekesi’nden sonra, 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul işgal edildi İngilizlerden oluşan emperyalist güçler, İstanbul’un işgalinden sonra İzmit Körfezi’ne yönelerek, bu bölgeyi de kontrol altına aldılar Bu durum sonucu İzmit yöresindeki ortam iyice gerginleşti Bölgede yaşayan bazı gurupların, Türkler aleyhine çeşitli faaliyetlere giriştiği görülmeye başlandı Özellikle Rum ve Ermeni nüfusun yoğun olduğu bazı bölgelerde, İşgal güçlerinden güç alınarak çeşitli çeteler oluşturuldu( Oluşturulan çetelerden bazıları: Yeniköylü Deli Yani ve Çetesi, Kocabaş Hıristo, Barbar Yani, Deli Hıristo, Çakır Yorgi, İzmit Mihaliç Köyü’nde Kostantin Çetesi, Deli Petro Çetesi, Köse Dimitri Çetesi, Pandeli Çetesi, Yuvacıktan Vahan Çetesi, Donik Çetesi, Karamürsel’de Artrınik Çetesi, Darıca’da İstel Çetesi ) Ermeni ve Rumların kurduğu bu çeteler bir süre sonra, askeri güçlere saldırmaya, çevredeki Türk köylerini basarak evleri yakmaya, burada yaşayan insanlara zulmetmeye başladılar İzmit’te bu üzücü olayların yaşandığı dönemde, Kara Fatma İstanbul’da bulunuyordu Durumun her geçen gün daha kötüye gittiğini gören Kara Fatma, kardeşi Süleyman’ı, kızı Fatma’yı ve arkadaşlarını alarak İzmit’e geçmeyi planladı Muhacir kılığına giren Kara Fatma ve arkadaşları tirenle İzmit’e geldi Buradan Bahçecik-Servetiye yoluyla Paşaköy’e geçerek karargâhını kurdu Bölgedeki teşkilatlanma çalışmalarını hızlandıran Kara Fatma ve arkadaşları, bir yandan da çevredeki çetelerle mücadele etti İşgal dönemin de yayınlanmış olan bazı gazeteler, Kara Fatma’nın İzmit’teki faaliyetleriyle ilgili önemli bilgiler vermektedir Özellikle İstikbal ve Tevhid-i Efkar gazetelerinde Kara Fatma ile ilgili çeşitli haberlere rastlanılmaktadır Mesela İstikbal Gazetesi muhabiri, Kara Fatma ile 1922 yılında görüşmüş, bu görüşme sırasında edindiği izlenimlere köşesinde şu şekilde yer verilmiştir: “…Bir gün İzmit civarında Davulcular Ormanı’ndan Arpalık Köyü’ne doğru yorgun argın beş kişi iniyordu Bunlardan üçü erkek, biri küçük bir kızdı Köye indikleri zaman, köylüler bu garipleri biraz tuhaf karşıladılar Garipler Karamürsel Muhacirlerinden olduklarını söylüyorlar, iş arıyorlardı Uzun pazarlıklardan sonra dört çoban, Kasım’a kadar yirmi liraya çalışmaya razı oldular Ertesi gün, yamaçlara doğru sığırları süren dört çoban gayet neşeli idiler Üç-dört gün sonra, dört çoban sığırları Gülbahçe Deresi’nin etrafındaki yamaçlara salmışlar, oturuyorlardı Bu sırada uzaktan iki silahlı belirdi Az sonra yanlarına geldiler Bunlar Gülbahçe, Orhaniye, Arpalık, Mecidiye köylerindeki Ermeni Jandarmalarındandı Dört fakir çobana şüphe ile baktılar;onlara kim olduklarını sundular ‘Arpalık’ın çobanlarıyız’ cevabı şüphelerini izale edemedi O akşam Arpalık Ormanı’na doğru dört çoban ellerinde iki tüfekle dönüyorlardı Bunlar Kara Fatma ile oğlu Seyfeddin ve iki kardeşi idi Ertesi gün, kaç zamandır Davulcular Ormanı’nda gizlenmiş olan yüzeli kişilik çetesinin başına geçen Kara Fatma, Gülbahçe, Orhaniye, Arpalık, Mecidiye köylerinin imam ve muhtarlarını orman celbetttirdi, onlara; “Ben Kara Fatma’yım, Ermeni jandarmalarının sizden her ay aldıkları iki yüzer lirayı bundan sonra vermeyeceksiniz Sizin ırzınızı, namusunuzu ben bekleyeceğim” dedi Köylüler memnun döndüler Kara Fatma artık kendini meydana vurmuştu Bir taraftan Sapanca havalisindeki (…) Bey vasıtasıyla silah satın alıyor, bir taraftan civar köylerden gelen delikanlıları çetesine yazıyordu Az zamanda mevcudu 480 kişiyi bulmuştu” (Tansel, 2001, s43) Basında Kara Fatma Tevhid-i Efkar Gazetesi muhabiri de Kara Fatma ile görüşmüş (1922), yapılan bu görüşme sonrasında şu bilgileri aktarmıştır: “Fatma Seher Hanım, çeşitli muharebelerde erkeklerden daha büyük hizmetler ifa etmiş, düşman karşısında bir dişi arsan gibi çarpışmıştır Onu geçen kış İzmit’te gördüm Ne olursa olsun böyle pür silah omuzdan aşağı fişeklere sarılı, belinde uzun kaması ve tabancasıyla bir Anadolulu kadın İlk defa görünce insana önce derin bir hayret hissi geliyor, sonra bu hayret yavaş yavaş bir kahraman karşısında duyulan hürmet ve tazim hislerine karışıyor ve insan ne büyük bir milletin evladı olduğunu o zaman anlıyor, gurur ve iftihar duyuyor” Kara Fatma ve Çocukları: Kızı Fatma, Oğlu Seyfeddin Kara Fatma İzmit’te savaşmaya başladığı zaman kızı Fatma, oğlu Seyfeddin ve iki kardeşi yanında idi Özellikle kızı Fatma ve oğlu Seyfeddin’in İzmit’te Rum çetecilere karşı verilen mücadelede önemli gayretleri vardır Hatta kızı Fatma, bir mücadele sırasında koluna isabet eden şarapnel nedeniyle sağ elini kaybetmiştir Fatma Seher Hanım çocuklarıyla ilgili şu bilgileri vermektedir “- Bu kız da deli midir, nedir bilmem şimdiye kadar yanımdan hiç ayrılmadı Onu ekseriya İzmit’te bırakıyordum, fakat durmuyor, neferlerin peşine takılarak tâ siperlere kadar geliyordu Kaç defa harb ederken bana ve askerlerime mataralarla su taşımıştır Bu çarpışmada zavallı kız sağ elini kaybetti Şimdi İzmit’tedir” diyor Fatma Hanım bu defa izinli olarak Ankara’ya geldiğinde kızı bir mektup yazdırarak ona göndermiş, mektubunda kendisinden küçük bir tabanca isteyerek, “Sağ elim yok ama, sol elle pek güzel atıyorum anne!” diye yazmış İzmit’te, Yakın Şark Yardım Heyeti Reisi bir gün kendisinden bir fotoğrafını çıkarmaları için müsaâde talep etmiş Fatma Hanım tabiî müsaâde etmiş Fotoğrafı alındıktan sonra Amerikalı kendisinden bu hediyesine mukabil ne hediye edilirse memnun olacağını sormuş Fatma Hanım, “–Hani onbeşli İngiliz filintaları vardır” demiş “Onlardan bulamadım, hediye edersiniz, nihayetsiz derecede makbule geçer”Amerikalı; yüzük, bilezik, küpe yerine silaha, bombaya meyli olan bu kadının karşısında cidden hayrette kalmış Ancak, o silahtan bulamamış da, iki tâne saplı Ingiliz bombası hediye etmiş Kara Fatma İzmit’te Dinleniyor, Buradan Asker Topluyor İzmit ve havalisinde katıldığı savaşlarda yorgun düşen Fatma Seher Hanım, bu bölgede bir süre dinlenmek amacıyla -ayrıca gönüllü askerler toplayabilmek için- Kocaeli Gurubu Kumandanı Halid Bey’e (Nam-ı Diğer Deli Halid Paşa) 24 Ekim 1921 tarihli bir telgraf çekerek bu isteğini bildirmiştir Kocaeli Gurubu Kumandanlığı’na İzmit’ten 24/10/1337 “12 Teşrinievvel tarihinde Müfrezeler Kumandanı Reşat Bey’den aldığım emir üzerine 9 kişilik maiyetimle eşnan harici efraddan gönüllü toplamak ve cepheye avdet eylemek üzere hareket eylemiştim Teşkilatı tevsi ile topladığım 25 kişilik maiyetimle emr-i ‘alinize muntazırım Büyük Milletimin ‘uhdeme verdiği Çavuşluk rütbesinden dolayı ‘arz-ı şükran eyler ve iki seneden beri çok yorgun bulunduğumu da arz ederek İzmid civarında veya cephe gerilerinde az bir müddet istirahat içün istihdam olunmaklığımı istirham eylerim efendim” Mücahide Fatma Seher Bu istek karşısında, Kocaeli Gurubu Kumandanı Halid Bey’de Fatma Seher Hanım’a şu telgrafı çekmiştir Tegraf Geyve İstasyonu 170 24/10/1337 30 İzmit’te Mücahide Fatma Seher Hanım’a Emr-i ahire kadar maiyetinizle birlikte İzmit’te istirahat etmeniz muvafıktır Kocaeli Gurubu Komutanı Halid Unutulan Kahraman: Kara Fatma Hayatı cepheden cepheye koşmakla geçmiş, birçok bölgenin düşmandan kurtarılmasında önemli gayretler sarf etmiş olan Fatma Seher Hanım, hayatının son zamanlarında -ne yazık ki diğer birçok kahraman gibi- büyük sıkıntılar çekmiştir Kara Fatma, 1930’lu yıllarda büyük bir perişanlık içerisindeydi Bu yıllarda kendisiyle röportaj yapan gazeteci Mekki Sait Bey’e acı ve üzüntü içerinde şunları anlatmıştır “İşten bahsediliyor… İş bulamıyorum ki… Kapıcılık, kolculuk bulsam çöpçülüğe de razıyım Kızımla torunlarıma bakayım —Kaç Yaşındasın? —55 yaşındayım Askere 24 yaşında girdim Seferberlikte Kars, Kağızman, Bayazıt taraflarında çalıştım 275 kişilik bir çetenin reisi idim İstiklal Harbi’nde Garp Cephesi’nin hemen her tarafında bulundum Bereket Alakaya taarruzunda, sonra Düzce’de eşkıya ile müsademede Sivrihisar’da, birde Değirmendere’de yaralandım Bunlardan başkan ufak tefek sıyrıklar, çizikler onları saymıyorum Kızımın parmaklarını da şarapnel kesti Zavallı yarı deli vaziyettedir Yetimleri bana kaldı Çalıştığım sürece amirlerimin takdirlerini kazandım Bütün sefaletimi unutturan, beni yaşatan bu İstiklal madalyasıdır Açım ama şerefliyim! Kadıncağız ağlamaya başladı — Bazen çocukların elinden tutuyor ”Şu yetimler aç kalmış ölecekler…” diye torunlarım olduğunu sezdirmeden, onlar için yardım toplamaya çıkıyorum Ne yapayım siz söyleyin!(Yedigün,9 Ağustos 1933, s10) (Kaynakça:AOral, VŞenel, Yedigün Arşivlerinden ) |
Nene Hatun |
04-07-2009 | #2 |
[KAPLAN]
|
Nene HatunŞimdi mümkünse hafızalarınızı geri sarın, gidin taa 1877 Kasımı'na… Yer Erzurum… Mevki: Aziziye Tabyaları… Vakit sabaha karşı… Tarihe "93 Harbi" olarak geçen Osmanlı-Rus savaşı Doğu Cephesi'nde bütün şiddetiyle devam ediyordu… Gazi Ahmed Muhtar Paşa komutasındaki kuvvetlerimiz, bir süre önce Erzurum'a saldıran Moskof'u tepelemek üzereyken, hiç hesapta olmayan bir "arıza" çıkmıştı… Türk ekmeğiyle yüzyıllar boyu beslenen yerli Ermeniler, çeteler kurup Erzurum'a saldırmış ve uyuyan askerlerimizi keserek tabyayı ele geçirmişlerdi Arkadan gelen Rus askerleri kolayca tabyaya girmişti Haber Erzurumlulara ulaşınca kıyamet koptu Sabah ezanından önce minareye fırlayan imam ve müezzinler haberi tüm Erzurum'a duyurdular Minarelerden yapılan çağrıyı Hatun Gelin de duymuştu… Henüz 28 yaşındaydı Üç yıl kadar önce evlenmiş, üç ay önce Nazım adını verdiği bir oğlu dünyaya getirmişti Köyü, Aziziye Tabyası baskınından sadece onbeş gün kadar önce Ruslar tarafından işgal edildiği için, ailesiyle birlikte Erzurum'a göçmüş, iki küçük odadan ibaret kerpiç bir eve sığınmıştı Ağabeyi birkaç gün önce ağır yaralı olarak cepheden eve dönmüş, o gece kollarında şehit olmuştu Hatun Gelin, o gece, iki odalı kerpiç evin bir odasında hem bebeğini sallıyor, hem de ağabeyinin ruhuna Kur'an okuyarak sabah namazını bekliyordu Ezan öncesi minarelerden gelen çağrıyla irkildi Aziziye Tabyası düşman tarafından basılmış, tüm askerlerimiz şehit edilmişti… Allahını seven yardıma çağrılıyordu… Herkes silah namına ne varsa almalı, Aziziye Tabyası'nın imdadına koşmalıydı Hatun Gelin dikkat kesildi… Sokak tarafından gürültü, Aziziye tarafından yoğun silah sesleri geliyordu Beşikte her şeyden habersiz, masum mazlum uyuyan bebeğine baktı Son kez emzirdi… Sonra sabah namazını kıldı Bebeğini öptü, kokladı: "Nâzım'ım seni bana Allah verdi, ben de seni O'na emanet ediyorum" dedi… Beline bir satır soktu Eline şehit ağabeyinin tüfeğini aldı ve hızla tabyalara doğru koşmaya başladı Tabyalarda mevzilenmiş çeteler ve düşman askerleri, kendilerine doğru akmakta olan iman selinin karşısında fazla tutunamadılar Modern silahları vardı, ama hiçbir silah bu kararlı ve imanlı insan selinin karşısında etkili olamıyordu Dadaşlar tabyaların demir kapılarını bir kâğıt gibi ezerek düşmanın üzerine atıldılar Çarpışma çok kanlı oldu Bin şehit verdik Ama Aziziye Tabyası ve Erzurum kurtuldu Hatun Gelin bakındı Ermeni çetecilerden birinin yerinden söküp yere attığı bayrağı kaptığı gibi yerine dikti Sonra yaralılarla meşgul olmaya başladı Oysa kendisi de omzundan yaralıydı ve kan kaybediyordu Doktorlardan biri bunu söyleyince, "Ben kadınım, önemi yok" dedi "Kadınlara nasılsa değer vermiyorsunuz" mu demek istedi, yoksa "Kadınım, dayanıklıyım" mı demeye getirdi, kimse bilmiyor "Ben kadınım" dedi yalnızca, "önemi yok" Sahi, önemi yok mu? ("Nene Hatun" adıyla tarihe geçen bu kahraman Türk kadını, 22 Mayıs 1955'de, 98 yaşında vefat etti Kurtarılmasına emek verdiği Aziziye Tabyası'na gömüldü Şükranla, minnetle, rahmetle anıyoruz) Yavuz Bahadıroğlu, Vakit Şimdi mümkünse hafızalarınızı geri sarın, gidin taa 1877 Kasımı'na… Yer Erzurum… Mevki: Aziziye Tabyaları… Vakit sabaha karşı… Tarihe "93 Harbi" olarak geçen Osmanlı-Rus savaşı Doğu Cephesi'nde bütün şiddetiyle devam ediyordu… Gazi Ahmed Muhtar Paşa komutasındaki kuvvetlerimiz, bir süre önce Erzurum'a saldıran Moskof'u tepelemek üzereyken, hiç hesapta olmayan bir "arıza" çıkmıştı… Türk ekmeğiyle yüzyıllar boyu beslenen yerli Ermeniler, çeteler kurup Erzurum'a saldırmış ve uyuyan askerlerimizi keserek tabyayı ele geçirmişlerdi Arkadan gelen Rus askerleri kolayca tabyaya girmişti Haber Erzurumlulara ulaşınca kıyamet koptu Sabah ezanından önce minareye fırlayan imam ve müezzinler haberi tüm Erzurum'a duyurdular Minarelerden yapılan çağrıyı Hatun Gelin de duymuştu… Henüz 28 yaşındaydı Üç yıl kadar önce evlenmiş, üç ay önce Nazım adını verdiği bir oğlu dünyaya getirmişti Köyü, Aziziye Tabyası baskınından sadece onbeş gün kadar önce Ruslar tarafından işgal edildiği için, ailesiyle birlikte Erzurum'a göçmüş, iki küçük odadan ibaret kerpiç bir eve sığınmıştı Ağabeyi birkaç gün önce ağır yaralı olarak cepheden eve dönmüş, o gece kollarında şehit olmuştu Hatun Gelin, o gece, iki odalı kerpiç evin bir odasında hem bebeğini sallıyor, hem de ağabeyinin ruhuna Kur'an okuyarak sabah namazını bekliyordu Ezan öncesi minarelerden gelen çağrıyla irkildi Aziziye Tabyası düşman tarafından basılmış, tüm askerlerimiz şehit edilmişti… Allahını seven yardıma çağrılıyordu… Herkes silah namına ne varsa almalı, Aziziye Tabyası'nın imdadına koşmalıydı Hatun Gelin dikkat kesildi… Sokak tarafından gürültü, Aziziye tarafından yoğun silah sesleri geliyordu Beşikte her şeyden habersiz, masum mazlum uyuyan bebeğine baktı Son kez emzirdi… Sonra sabah namazını kıldı Bebeğini öptü, kokladı: "Nâzım'ım seni bana Allah verdi, ben de seni O'na emanet ediyorum" dedi… Beline bir satır soktu Eline şehit ağabeyinin tüfeğini aldı ve hızla tabyalara doğru koşmaya başladı Tabyalarda mevzilenmiş çeteler ve düşman askerleri, kendilerine doğru akmakta olan iman selinin karşısında fazla tutunamadılar Modern silahları vardı, ama hiçbir silah bu kararlı ve imanlı insan selinin karşısında etkili olamıyordu Dadaşlar tabyaların demir kapılarını bir kâğıt gibi ezerek düşmanın üzerine atıldılar Çarpışma çok kanlı oldu Bin şehit verdik Ama Aziziye Tabyası ve Erzurum kurtuldu Hatun Gelin bakındı Ermeni çetecilerden birinin yerinden söküp yere attığı bayrağı kaptığı gibi yerine dikti Sonra yaralılarla meşgul olmaya başladı Oysa kendisi de omzundan yaralıydı ve kan kaybediyordu Doktorlardan biri bunu söyleyince, "Ben kadınım, önemi yok" dedi "Ben kadınım" dedi yalnızca, "önemi yok" Sahi, önemi yok mu? ("Nene Hatun" adıyla tarihe geçen bu kahraman Türk kadını, 22 Mayıs 1955'de, 98 yaşında vefat etti Kurtarılmasına emek verdiği Aziziye Tabyası'na gömüldü Şükranla, minnetle, rahmetle anıyoruz) Yavuz Bahadıroğlu, Vakit |
Dilşad Hatun ( İpar Hanım ) |
04-07-2009 | #3 |
[KAPLAN]
|
Dilşad Hatun ( İpar Hanım )DİLŞAD HATUN (İPAR HANIM) (Ayrıca, Çinlilerin adlandırdığı “ŞİANG - FEİ” Güzel kokulu Prenses) Yıl 1756…Türkistan, iç savaşın eşiğinde, felakete doğru adım adım yaklaşmaktadır Ülke beylerinden Kuçar Beyi Hocası bey ile Hoten Beyi Hoşköpek saltanat sevdası ile (ülke yönetiminde bulunan Davaçiye karşı savaş açmış, alabildiğine kavgasını sürdürmektedir, hatta bu durum, öyle bir boyuta ulaşmıştır ki zamanın Çin İmparatoru olan Chi-En-Lung’dan hasımlarına karşı yardım bile istemişlerdir Böylece, hiç farkına varmadan ülkelerinin nasıl bir çalkantı içinde olduğunu düşmanlarına adeta açıklamış olurlar Durumu değerlendiren İmparator hemen, hiç zaman yitirmeden büyük bir ordu ile Türkistan üzerine yürür Zira, nicedir, Türkistan’ı kendi topraklarına katma hayali içindedir Bu nedenle kendisine güzel bir fırsat doğmuştur Ordusunun başına güçlü bir komutan olan Şao-Hui’yi getirir… güçlü olduğu kadar da haşin… Ordu, Türkistan sınırlarında görüldüğü zaman, tüm Türkistan, bu beklenmedik saldırı karşısında şaşırıp kalır, hele yardım isteği ile kapılarını çaldıkları bu kimselerin, kılıçla karşılık vermesi, beyleri yıkar, perişan eder Halkın şaşkınlığı, beylerin ise hayal kırıklığı devam ederken, Şao-Hui, saldırıya geçer Türkistan ordusu da ister istemez saldırıya yanıt verir Halk, yediden yetmişe cepheye dökülür Nedenini bile bilmediği bu savaş karşısında kendini kahramanca savunur çetin bir savaş olur Ancak, düşmanın çokluk olması ve hele Şao-Hui’nin kıyıcı tutumu karşısında öyle bir an gelir, en sağlam imamları bile yıkar Öyle ki bir çok yerde, halk dövüşmeden teslim olma durumunda kalır Fakat beylerin bazıları, Hoca Burhanettin’in kardeşi Hoca Cihaneşi Dilşad Hatun, Davaçi ve yakınları düşmana teslim olmayı kesinlikle kabul etmez, iki yıl canhıraş bir halde savaşırlar Bu arada, bir çok yakınlarını yitirirler Ama, Şao-Hui’nin kıyıcı tutumu karşısında, daha fazla direnmenin mümkün olamayacağını görerek İran’ın Bedehşan Emirliğine sığınmaya karar verirler Büyük bir kafile ile Künlün dağını aşarak Bedehşan’a gelirler Ancak, Bedehşan Emiri AIİ Şah gelenleri kabul etmekte pek İstekli davranmaz Çünkü, geçmiş yıllarda, zaman zaman Türkistan beyleri ile sorunlar yaşamıştır Sınırda yığılmalar olur Durumu haber alan Şao-Hui, hemen ordusu ile gidenlerin ardına düşer ve orada bulunanların yarısını biçerDurumdan dehşet duyan Şah AH kalanlara kapılarının ardına kadar açarBöylece, Dilşad Hatun eşi Cihan ve Davaçi ile birlikte bir çok Türkistanlı Bedehşan’a sığınmış olur Geride ise, kanlı bir arenayı andıran korkunç savaş sahneleri kalır Şao-Hui, katliamı basan olarak görerek bunu tescil etmek ve İmparatoruna sunmak için, şah Ali’den Cihan’ı ve Davaçi’yi vermesini ister Hem de diri olarak… Şah Aliböyle bir şeyin mümkün olamayacağını söyleyerek onu reddeder Ama, Şao-Hui, baskıya yeltenince Emir, sonunda çaresiz kalarak beylerin, sadece başlarını verebileceğini, çünkü, İslam dininin buna cevaz vermediğini söyler Başlar, Çin’e götürülür ve orada birer kılıcın ucuna takılarak halka teşhir edilir Geride kalan Dilşad Hatun ve Davaçi’nin eşi, tüm bunlardan habersiz, merak içinde eşlerini beklemektedir Aylar sonra, Komutan Şao-Hui, yeniden emirliğinde belirir Bu kez imparatorun buyruğu üzerine Dilşad Hatun’u götürmek ister Zira, Dilşad Hatun’un güzelliği ve kahramanlığı, kendisine öyle anlatılmıştır ki İmparator, görmeden ona aşık olmuştur Şao-Hui, ayağının tozu ile Şah Ali’nin huzuruna varır ve Dilşad Hatun’u Çin’e götürmek istediğini söyler Şah Ali vermemek için direnir Ama komutan ne yapıp yapıp imparatorun buyruğu yerine getirmek azmindedir Çareler arar Bir takım dolambaçlı ve hileli yollar dener Sonunda, birkaç ünlü Türkistanlı ulemayı Bedehşan’a gönderir Bunlardan Molla Said adındaki zat, Şah Ali’nin huzuruna vararak, Türkistan’dan geldiğini ve Dilşad Hatun’u halkının istediğini… ona ihtiyaçları olduğunu söyleyerek Emir’i kandırır Türkistan halkının zulüm ve baskıdan kıvrandığını ve eğer Dilşad Hatun İmparatora ricacı olarak giderse halkın rahatlayabileceğini söyler Bu nedenle, kendisinin Kaşgar halkının sözcüsü olarak geldiğini sözlerine ekler Halkı için canını bile esirgemeyen Dilşad, kendisi için ölümle denk olan bu teklifi çaresiz olarak kabul ederek, oradan gözyaşları ile ayrılır Yolda kendisine İki yüz Türk askeri ve Çinli bir alay eşlik eder Geçtiği her yerde saygı görür, fakat ne bu ilgi ne de içindeki umut ışığı onu ıstırap çekmekten alıkoymaz Çünkü ülkesini hallaç pamuğu gibi atan bir İmparatorun ayağına gitmek ve ondan şefkat dilemek kadar korkunç bir şey olamazdı onun için… Acısını damla damla içine akıtır Dilşad’ın bu üzgün halini gören Komutan, onun canına kıyabileceğini düşünerek yeniden bir takım yalanlarla onu avutmaya çalışır Üzüntüsünün yersiz olduğunu ve eğer İmparatordan ricada bulunursa, onun Cihan’ı da serbest bırakabileceğini ve birlikte ülkelerine gidebileceklerini söyler Kafile, üç ay gibi bir zamanda, çöller, dağlar aşarak Çin’e varır Saray o gün, olağanüstü anlar yaşar Herkes merak ve heyecan içindedir Hele İmparatorun heyecanı doruktadır Bazı kimseler de bu savaşçı ve mağrur kadının nasıl dize geleceğini görmek için adeta seyre gelmiştir Fakat, Dilşad bir Prensese özgü vakar ve davranışla saraya gider Hatta saray kurallarına bile meydan okuyarak, savaşta giydiği zırhı ile at üstünde görünür İmparatorun huzuruna vardığında yine aynı vakar, aynı davranış İçindedir Sarayın görkemi onun ruhuna en küçük bir eziklik vermemiştir Kendinden emin adımlarla tahta doğru yürür İmparator, ayağa kalkarak, Asya’nın bu eşi benzeri görülmemiş kahraman ve güzel kadınını selamlar orada bulunanlar huşu içinde İmparatora secde ederek onu selamlarken, Dilşad davranışını hiç bozmaz Hatta valinin uyarısını bile dinlemeyip ona şöyle bir yanıt verir “Müslüman olduğumu unutuyorsunuz Bizde, yalnızca Tanrı’ya secde edilir O anda, ana İmparatoriçenin sesi yükselir “O da tanrı’nın oğlu’, herkesin ona secde etmesi gerekir Onun huzurunda bulunan herkesin…’” Aslında Dilşad’ın bu davranışı yüzlerce yıllık saray kurallarına göre büyük bir suçtur Cezası da ölümdür Bunu bilen saraylılar, İmparatorun nasıl bir tepkide bulunacağını merak ve korku içinde beklerken Tanrı’nın oğlu, karşılaştığı bu olağan üstü varlığın büyüsü ile bambaşka bir kimliğe bürünür ve nazik bir sesle “Hoş geldiniz” der Dilşad hatun vakur bir halde kılıcını kınından çıkararak İmparator’a uzatır ve ekler “Bu teslim olma anlamına gelmesin Bunu sadece, Çinli askerlerin yurdumdan çekilmesi koşulu ile veriyorum” İmparator, kılıcı alır ve müstehzi bir davranışla geri verir Dilşad, bu kez ikinci dileği olan, Cihan’ın serbest bırakılması isteğinde bulunur İmparator buna da olumlu bir yanıt bulur Fakat, bu haller ana İmparatoriçeyi daha da sinirlendirir İmparator, bir yandan annesini nasıl yatıştıracağını düşünürken, bir yandan da bu güzel kadını nasıl kazanacağını ve kendisine bağlayacağını düşünür Ona sarayında güzel bir daire ayırtır Buyruğuna nedimeler verir Oysa, genç kadının gözünde hiçbir şey yoktur O sadece, Cihan’ın serbest bırakılacağı ve birlikte Kaşgar’a gidecekleri günün hayalini kurar, durur Kendisini ülkesindeymiş gibi düşler İşte, yine böyle umut dolu bir günde, Cihan’ın öldürüldüğünü ve başının da kılıca takılarak halka teşhir edildiğini işitir Çılgına döner Ve hemen oracıkta, İmparator’dan öcünü alacağına dair ant içer Bunu defalarca yineler Hatta imparatorun huzuruna çıkarak aynı sözleri onun yüzüne haykırır İmparator ise, böyle bir olaydan haberi olmadığını söyleyerek Dilşad Hatun’u yatıştırmaya çalışır Ama Dilşad, sürekli olarak ondan öcünü alacağını yineler Bu haber, Saray da yankılanır durur Ana İmparatoriçe ve yakınları dehşete düşer Böylesine pervasız bir kadının kendileri için tehlike olacağını düşünerek onu ortadan kaldırmak için çareler ararlar Ama İmparator güçlü kanatlarını germiş, bu acılı, masum kadını korumak için var gücü ile çalışır Şimdi artık ona duyduğu hayranlığı yanında, daha başka duygular belirmiştir yüreğinde, vicdan azabı, merhamet, en müthişi de sevgi…aşk, hele son duygular, giderek tüm benliğini sarar ve adeta kara sevdaya dönüşür Dilşad’ın tek düşüncesi vardır… ondan öcünü almak… İmparator kıvranır her şey için defalarca Özür diler Ancak, genç kadın yatışmak bilmez İmparator türlü yollar dener Ona değerli taşlarla bezeli takılar sunar… armağanlar verir Ama, hiçbir şey ona yüreğindeki isyanı bastıramaz Acı içindedir Kendisinin böyle bir oyuna getirilmesi, onu çileden çıkarır Onun bu halini gören İmparator, yeni çareler arar Tek amacı, sevdiği bu kadının acısını biraz olsun dindirmek, bu arada, kendini affettirebilmek… sık sık ziyaretine gider, fakat, her gittiğinde Dilşad’ın güzelliğini görerek daha bir efsunlanır Hele genç kadının kullandığı koku adeta başını döndürür Bu nedenle kendisine “ŞİANG-FEİ’ diye hitap eder Yani, güzel kokulu prenses… Ancak, güzel kokulu Prensesin böyle bir iltifata hiç ihtiyacı yoktur Onun ruhu, tıpkı ülkesi gibi yıkık ve virandır Durup durup o korkunç olayı düşünür ve ülkesinde olup bitenleri… Tüm dünyasını hüzün kaplamıştır Şimdi artık, Kaşgar’daki o hayat dolu kadından en küçük bir eser kalmamıştır Şölenlerde yakınları ile Birlikte dans eden, dans ederken de eteklerindeki minik çanların ahenkle çaldığı… O koskoca bir uygarlığın, minik bir simgesiydi Adı üstünde… “UYGUR KADINI” Onun ülkesinde hanımlar birer zarafet öğesiydi Yakalar açık, saçları uzun, tırnaklan boyalı ve hele dimdik yürüyüşleri ile adeta bir manken edasındaydı İmparator tüm bunları biliyordu Bu yüzden de böyle bir kadını hüzünden kurtarmak İçin akıl almaz özverilerde bulunmaktaydı Tez elden, yasak kent’in içine camisi, çarşısı, hamam ile bir Müslüman mahallesi kurar… salt, Dilşad Hatun sevdiği İğde ağaçlarını bile kökünden söktürüp saray bahçesine diktirir Bu arada, Doğu Türkistan’daki asayişi sağlayıp oradaki beylerden bazılarına, düklük, prenslik ve daha başka unvanlar verir Saraylar yaptırıp onlara tahsis eder dendi yurtlarına izin verilmeyen bazı kimseler, Cang-An kapısının batı yanına iskan edilir Onlara, Çinli halka tanınan, memuriyet ticaret ve seyahat hakkı tanınır Ayrıca, hazineden bir miktar para ayrılarak, onların bulunduğu yere bir Cami yapılmasını buyurur Süslü yüksek kemerli geniş sahanlı olarak inşa edilen bu cami, 1765 te tamamlanmıştır Caminin içinde dört dilde yazılmış bir kitabe vardır Kitabenin Çince metnini bizzat İmparator kendisi yazarak mührünü basmıştır Zaten, bir çok bilgi de bu kitabeden öğrenilmiştir İmparator tüm bunların yanında, Çin’de bulunan Türk askerlerini teşkilatlandırarak muafız alayı olarak Dilşad’ın buyruğuna verir ve üç Çin gümüşü ile onları maaşa bağlar Ve artık, Chi-En_Lung Dilşad tarafından reddedilmeyeceğini düşünerek ona evlenme telif eder Dilşad, aradan geçen bu sekiz yıl içinde, kin ve öfkesinden oldukça sıyrılmış başına gelenleri kadere bağlamışsa da yine de İmparator’un teklifine olumlu yanıt vermez ‘Müslüman bir kadının, kendi dininden olmayan bir kimse ile evlenmesinin caiz olmadığını söyler’Şimdi artık tek isteği vardır, yurduna dönmek…doğup büyüdüğü o yerler, bir serap gibi gözlerinin önünde belirir durur, ve bu özlemi doruğa ulaşarak onu hasta eder Vatan hastası… Ne yer, ne içer Onun bu halini gören İmparator ne yapacağım bilemez Onsuz yaşamayacağına kesinlikle inanmıştır Bu nedenle, Dilşad’ın kalması için defalarca ricada bulunur Fakat Dilşad da ülkesinden uzak yaşamayacağını vurgular durur İmparator, çıkmaza girerne is, ne güçDevlet işlerine bile bakmaz Öteden beri durumu öfke ile izleyen Ana İmparatoriçe’nin sabrı kesilmiştir artık Oğluna çıkışta bulunur’Nedir, senin bu yaptığın? Bir düşmana bu ne sevgi ve ihtimam? der’İmparator ise, ben düşman diye bir şey tanımıyorum artık Değil Türkistanlılar Dünyanın Öbür yanında yaşayan George Washington bile benim kardeşimdir diyerek yanıt verir O yaşadığı bu büyük acı ile ihtirasından arınmış hem bir Türk dostu, hem de dünya insanıdır artık, Ancak, kötülük bir yerde iyiliği yener Ana imparatoriçe, oğlunun ıstırabına dayanamayıp, onun, canı kadar sevdiği Şiang-fei’sine kıyar Kimi ipek iplikle boğdurulduğunu, Kimi de zehirle yaşamına son verildiğini söyler Ancak imparatorun tepkisi çok büyük olur Mabede kapanarak günlerce yas tutarİşte Dilşad Hatun’un hayatı böylesine hazinbir o kadar ilginçtirO her zaman îçinonurunu her şeyden üstün tutarak milletİ için gurur kaynağı olmuştur Şimdi, bu şehit’imiz iki yüz elli yıldır geçmişin karanlığında gömülü yatmaktadır Tüm Gözlerden ve gönüllerden ırak… durup düşünüyorum Bir ona bakıyorum, bir de Jan Dark’a-içim burkuluyor Jan Dark, bugün dünya edebiyatının baş yapıtlarındaonun için oyunlar yazılmış ne hikayeler, ne filmler çevrilmiş Yani şanı tüm dünyaya duyurulmuş Batı insanının vefası sayesinde Ama, biz kendi Dilşad’ımız için ne yapmışız… bu büyük kadın için ne? Onu yüreğimiz sızlamadan geçmişin karanlığına terk edip bırakmışızOysa,o bize tarih boyunca gururla anacağımız nice onurlu anılar bırakmış Kısaca, tarihimize şan katarak, bizleri hiçbir milletin tarihinde olmayan bir onura gark etmiştir Ben, bir tiyatro yazarı olarak, Dilşat Hatun’un hayatını okuduğumda iliklerime kadar huşu duydum Ama, bunun yanı sıra, büyük bir üzüntü ve mahcubiyet… Bir kalem işçisi olarak Bir nebze olsun kendimizi affettirmek ve onu, o karanlık dehlizlerden kurtarıp gün ışığına çıkarmak için hemen kaleme sarıldım Gerçi onu anlatmaya kimin gücü yetebilir? O, yalnızca kendi soydaşlarının değil dünya Kadınlarının gururudur Onu tanımak ve tanıtmak ne güzel… hepimiz biliriz ki milletleri, büyük millet yapan onların tarihlerinde yer alan şanlarıdır Böyle bir tarihe sahip olan bir milletinde ecdadını tanıması ve onunla gurur duyması, en doğal hakkıdır RUHUN ŞAD OLSUN; BÜYÜK KADIN DİLŞAD HATUN Fatma Muzaffer Kaya |
Cevap : Soylu Türk Kadınları |
04-07-2009 | #4 |
[KAPLAN]
|
Cevap : Soylu Türk KadınlarıGÖRDESLİ MAKBULE Yunanlılar Sakarya Meydan Muharebesi’ni kaybetmiş, Afyon mevzilerine çekilmişlerdi Hummalı bir faaliyetle yeni mevzilerini kuvvetlendirmeye çalışıyorlardı Fakat Yunan Başkumandanlığı’nın canını sıkan en mühim neden; en emniyetli olması lazım gelen cephe gerisi hareketlerinin, bilakis büyük bir huzursuzluğa maruz kalmasıydı Cephe gerilerinde gerilla harbi vardı İşgal altında kalan Türkler mücadeleden vaz geçmemişlerdi Küçük küçük gruplar halinde çalışan Türk çeteleri fırsat buldukça, Yunan geri hizmet ve ikmal birliklerine baskınlar yapmaktaydılar Cephe gerilerinin emniyetini sağlamak için buralarda kullanılan muharip birliklerin bütün dikkati Akıncılar müfrezesindeydi Zira en büyük zararı bu müfrezeden görmekteydiler Gördes–Sındırgı–Akhisar üçgeni içindeki sahada, bir Türk, (Gördesli Halil Efe) Akıncılar çetesi kendilerinden çok üstün bir kuvvetle çarpışmaktaydı Nâmüsaid şartlar içinde meydana gelen bu karşılaşmada Akıncılar müfrezesinin tek avantajı araziyi iyi tanıması ve bu sûretle manevra yapabilmesiydi Buna rağmen, muharebeyi kesip sıyrılmaya imkân yoktu ve çetenin cephanesi gitgide tükenmekteydi Saatlerce süren bu gayrî müsait çarpışma, muhariplerin moralini bozmaktaydı Fakat, çetenin içinde bulunan bir kadın kahramanın, zaman zaman kükremesi onlara, yeni bir mücadele ruhu ve cesaret aşılamaktaydı Kükremiş bir aslan 16 Mart 1922’de Kocayayla’da cereyan eden bu çarpışmada durum gittikçe çetenin aleyhine dönmekteydi Birçok muhariplerin gözü düşmandan çok, çekilecek bir istikâmet aramakla meşguldü Her zaman olduğu gibi bir ara Makbûle’ Hanım’a yeni bir heyecan ihdas etme fırsatı çıktı Düşman ateşinin durakladığı bir sırada Makbûle’yi kükremiş bir arslan gibi düşmana saldırırken görüyoruz Bu hareketin ruhlarda yarattığı ateşin parlaması ile sönmesi bir oldu Çünkü bu genç ve cesur kadın, alnından aldığı bir mermi yarası ile yere yıkıldı Başta Halil Efe olmak üzere, bu acı kayıp bütün erkekleri sarstı Cesaret kaynaklarını kaybeden çete için muharebeye devam etmek, artık mümkün değildi O kadar değildi ki, bu mukaddes ve muazzez şehidenin mubârek naşını bile kaçırmaya imkân yoktu Onu gömmediler bile Mevcut siperlerden birine olduğu gibi yatırılan Makbûle’nin cesedi, birkaç avuç toprakla ancak örtülebildi Gördesli Makbûle, Halil Efe ile 1921 senesinde evlenmişti Fakat bir çokları gibi bu bedbaht çiftin de balaylarını düşman karşısında geçirmeleri mukaddermiş Silaha sarılan genç karı–koca; kurdukları çete ile dağlara çıkarak; aylarca düşmanla çarpışmıştı Çok zaman baskın yapan, bazen da baskına uğrayan Akıncı müfrezesi bir uğur ve kahramanlık sembolü gibi yanlarından ayrılmayan bu kadın kahramandan örnekler aldı |
Binbaşı Ayşe |
04-07-2009 | #5 |
[KAPLAN]
|
Binbaşı AyşeBİNBAŞI AYŞE İstikbal Harbi hakkında yazılmış eserlerde göğüs göğüse çarpışmış pekçok Müslüman Türk kadınlarından bahsedilir Nene Hatun, Kara Fatma, Ayşe Çavuş isimleri pek sık zikredilen şahsiyetlerdir Binbaşı Ayşe de, adını hep minnet duygularıyla anmamız gereken kahramanlar arasındadır Binbaşı Ayşe, bizzat kendi macerasını şöyle anlatmaktadır: “…Büyük harpte Kafkas Cephesi’nde yaralanarak ölen kocamın ve tüm vatan evlatlarının intikamını almaya and içmiştim Allah, bu fırsatı 15 Mayıs (1)335–(1919)’da bana verdi İzmir’i Yunanlılar işgal ettiği sırada ilk mukâvemetimiz sona erip şehre Yunanlılar hâkim olunca Aydın’a gittim Orada faaliyete geçerek bir Kuva–yı Milliye birliği teşkil edip, bilâhare Nuri Çetesi’ne katıldım Aydın muharebelerini yaptıktan sonra Koçarlı’ya çekildik Bu sûretle, bilfiil atıldığım İstiklal Mücadelesi’ne başından sonuna kadar iştirak ettim İlk defa Sakarya’da sol kasığımdan piyâde mermisi ile yaralandım Seyyar hastanede tedaviden sonra tekrar müfrezeme iltihak ettim Büyük Taarruz’da Mürsel Paşa Fırkası’na iltihak ettik Ve Ahır Dağları’ndan düşman gerilerine akmağa memur edildik İzmir’e ilk giden birlikler arasında ben de vardım Ancak, bu arada misketle sol bacağım kırıldı”… Binbaşı Ayşe, kocasının en kıymetli birer yâdigârı olarak sakladığı ziynetlerini satarak at, mavzer, elbise ve çizme tedarik etmiş ve bu mücadelede, derece derece terfi ederek Binbaşılığa kadar yükselmiştir |
Tayyar Rahmiye |
04-07-2009 | #6 |
[KAPLAN]
|
Tayyar RahmiyeTAYYAR RAHMİYE Adana’nın kadın kahramanlarından Rahmiye Hanım da, 9 Tümen’in 1920 yılının Şubat ayında Hasanbeyli civarında Fransızlar ile yaptığı muharebeye müfrezesiyle katılır Muharebe sırasında ateş hattında kalan iki arkadaşını korumak için ileri doğru atıldığından dolayı kendisine “Tayyar Rahmiye” lakabı verilir
Temmuz 1920’de Osmaniye’deki Fransız karargahına yapılan hücumda arkadaşlarının tereddüdünü görünce, “Ben kadın olduğum halde ayakta duruyorum da, siz erkek olduğunuz halde yerde sürünmekten utanmıyor musunuz?” diyerek hücuma geçilmesini sağladığı tarihi kaynaklarda yer almaktadır |
Cevap : Soylu Türk Kadınları |
04-07-2009 | #7 |
[KAPLAN]
|
Cevap : Soylu Türk KadınlarıKILAVUZ HATİCE FRANSIZLARA YANLIŞ YOL GÖSTEREN KADINAdana Fransızlar’a karşı verilen mücadelede yer alan ve milis kuvvetlerine katılan Kılavuz Hatice, 8 Mayıs 1920’de milli kuvvetler Pozantı’ya taarruzu başladığında, kritik bir duruma düşen Fransızları kandırarak kılavuzluk eder Hatice, kılavuzluk yaptığı Fransızlar’a yanlış yol göstererek Karboğazı’na sokar Boğazda sıkışan Fransızlar, Türk askerine esir düşer |
Rahime Hatun Kimdir ? |
04-08-2009 | #8 |
[KAPLAN]
|
Rahime Hatun Kimdir ?Rahime Hatun Kimdir ? Rahime Hatun Osmaniye ilçesine bağlı Raziyeler (Kayalı) köyünün kanlı geçit mahallesinde 1890 yılında doğdu Babası Köse Abdullah, anası Haticedir Eşe ve elif adında iki ablası vardı Kendisinden küçük, Meryem adındaki kız kardeşi, Osmaniye'de evlenmiş, erkek kardeşi Mustafa ise Raziyeler köyünde kalmıştır Rahime Hatun, önce Demiralioğlu İbrahim ile evlenmiştir Bu evlilikten iki kızı vardır İbrahim'den ayrılan Rahime, ikinci evliliğini Vız Ali adında birisi ile yapmış bu kocadan olan iki oğlu ölmüşlerdir Rahime Hatunu tanıyanlar onu şöyle anlıtırlar : Orta boylu, normal yapıda, esmer tenli, ela gözlüdür Başına , agil veya sırmalı pusu sarardı Sırtında Maraş abası vardı Kara şalvar giyer, göğsüne fişeklik takardı Omuzunda Alman filintası denen tüfeğini taşırdı Ayağına ipli çarık veya yemeni giyerdi Kıyafeti ile bir erkekten farksızdı Genellikle atlı gezerdi Beden yapısı bakımından güçlü, kuvvetli idi Onun bu durumunu bilenler, "taşı sıksa suyunu çıkarır" demişlerdir Kendisini vatana ve millete adamıştı Şu sözlerini kendisini tanıyanlar unutamamıştır: "Allah bana nusret verse yalnız başıma düşmanı kırarım Ölürsem şehit, kalırsam gaziyim" Osmaniye *çete savaşalırna damgasını vuran Rahime Hatun, davranışlarıyla erkek arkadaşlarına örnek olurdu Çarpışmalara girmekten kaçınan silah arkadaşalarına cesaret verici sözler söylerdi, Şimdi, o günkü çete savaşlarından önceki olaylara bir göz atalım : 1918 yılının Aralık ayında Osmaniye, İngilizler tarafından işgal edildi Üç ay sonra İngilizler *yerlerini Fransızlara bıraktılar İşgalci Fransızlar yerli Ermenilerle iş birliği yaparak adam öldürme ve yağamcılık eylemleriyle halka zulmetmeye başladılar Bu duruma fazla dayanamayan Osmaniyeliler 1919 yılı Mayıs ayından itibaren örgütlenerek silahlı mücadeleye koyuldular Yer yer kurulan çeteler, düşmanı tedirgin etmeye başlamıştı Bu arada çete örgütlenmesini yaygınlaştırmak için köyleri dolaşan ele basıları bir gün Rahime Hatun'un baba yurdu olan Kanlı geçide geldiler Çete reisi Hüseyin Ağa ev ev dolaşırken Rahime Hatunun bulunduğu evede uğradı Bu evden çete olarak kimi alalım, diye sordu Rahime Hatun, "Köse Abdullah ailesinden beni yazın" diye cevap verdi Hüseyin Ağa, "Sen kadınsın, geri hizmette çalışman uygun olur" dediyse de Rahime bunu kabul etmedi İster istemez Hatun'u çete listesine alan reis ona, "Sen de Rahime on başı olarak bize katıl" demiştir Böylece, Yanıkkışla ve Karayigit köylülerinden oluşan Kırmızı Müfrezeye Rahime Hatun da girmiş oldu O günden sonra on başı rütbesiyle çete savaşlarına katılmıştır Rahime Hatun, çete savaşlarında yararlılık gösteren ve büyük hizmetleri geçen Yarpuzlu Divlimoğlu Hacı Efendi ve Kadir Çavuş gibi kahramanlarla birlikte düşmanlarla çarpışmıştır Günlerden beş Ağustos 1920 Osmaniye'nin * Alibeyli mahallesinden Hacı Ökkeş Ağa'nın damında Fransız bayrağı dalgalanıyordu Çünkü burasını düşman güçleri Karargah olarak kullanmakta idi içlerinde Rahime Hatun'un da bulunduğu müfrezeye, bu karagahın düşman elinden kurtarılması görevi verilmişti Müfreze 70-80 kişiden oluşuyordu Bu kişilerden adları bilinenler şunlardır : Hayta Hüseyin ve arkadaşları, Yaveriye çetesi mensupları, Yastı Kelle, Ali Kılıç, Mamık Hüseyin, Kadir Çavuş, Muhammed Hoca, Nacar Ökkeş, Borazan Mehmed, Hacı Ali Ağa oğulları Ali ve Ahmed, Ali Bekir oğlu Ahmed Kurtarma hareketi başlamadan önce Rahime on başı erkek arkadaşlarına şöyle seslenmiştir: "Arkadaşlar, düşman karargahını mutlaka alacağız Allah bizimle beraberdir Yalnız sizden bir isteğim var Eğer ben şehit olursam cesedimi sakın düşmana bırakmayın" Bunun üzerine saldırı başladı Çeteler Allah Allah sesleriyle ileri atıldılar Düşman da karşı ateşe başlamıştır Kadir Çavuş ile Rahime Hatun'un sıktığı kurşunlar hiç boşa gitmiyor, her atışta bir düşmanı yere seriyorlardı Düşmanın savunması daha da şiddetlenince bizimkilerde duraklama başladı Bu duruma göre Rahime onbaşı, yeniden cesaret vermek için şöyle haykırdı: "Haydi durmayın, Allahını seven, vatanını seven yürüsün" Bunun üzerine kıyasıya çarpışma yeniden başladı Düşman karargahına iyice yaklaşkmışlardı Ne yazık ki bu sırada Rahime Hatun göğsünden vuruldu ve yere yıkıldı " La ilahe illallah" diyerek ruhunu tanrıya teslim etti Bunun üzerine iyice köpürüp coşan arkadaşları ise karagahı geri almayı başardılar Böylece amaca ulaşılmış oldu Rahime Hatun cephe gerisinde ve göz yaşları arasında toprağa verildi A Neşet Dinçer'in "Rahime on başı" adlı kitabında (Osmaniye, 1983) şehitlik olayı yukarıdaki gibi anlatılmıştır (SF 26) Ancak Reşat Gürel'in 1972 de basılan "Rahime Hatun" adlı kitabındaki ayrıntılar biraz değişiktir Buna göre Hacı Ökkeş'in konağı sarılıp baskın yapılınca Fransızların mitralyoz ateşi başladı Bir Fransız uçağı savunmayı gök yüzünden destekledi Bu arada Rahime onbaşı şimşek gibi ileri atıldı Kurşunlar arasınada gölge gibi süzülerek konağı çevreleyen yüksek duvardan içeri atladı Az sonra konağın ana kapısı sonuna kadar açıldı Herşey o kadar ani olmuştu ki kapıyı Rahime'nin açtığını geç fark ettiler Tam o sırada bir Fransız kurşunu onbaşının omuzunu parça parça etti Şehit Rahime Hatun, şimdiki Endüstre Meslek Lisesinin bulunduğu yerdeki mezarlığa gömüldü Daha sonra Enver'ül-Hamid denen Ulu camii çevresindeki şehitliğe taşınmıştır Mezar taşında şunlar yazıladır: Şehit Rahime Hatun (d 1890- ölüm-Şehit 58 1920) Yarınların sahibi ey gençlik, İyi tanı, ebedi sükûnetle bu mezarda yatan Hak için, bayrak için canın feda edip Armağan etti bize bu mukaddes vatanı Halil Gelendost'un "Kurtuluş Savaşamızda Cephelerde Türk Kadını" adlı altı daktilo sayfası tutarında, yayınlanmamış bir araştırması vardır Bu araştırmayı 27 Ocak 1990 gününde Türk-Amerikan Kültür Derneği salonunda" eski dostlar" toplantısında bir konuşma konusu yapmıştır Bu yazının 4 sayfasında Rahime Hatun hakkında 4 satırlık bir bilgi verilmiştir Bu bilgiyi olduğu gibi aktarıyorum: "Tayyar Rahmiye: Adana Osmaniye kazasının kaypak bucağı Raziyeler köyündendir 9 Tümen kuruluşunun bir müfrezesinde komutanlık yapmış, 1 Temmuz 1920 tarihinde aldığı emir üzerine, Fransız karargahına müfrezesi basanda ilerlerken şehit düşmüştür" Bu notlarada geçen 1 Temmuz 1920, adı geçenin şeh oluş günü değil , bağlı bulunduğu komutanlıktan verilen emrin tarihidirBurada yazılı ad üzerinde biraz duracağım Şehidimizin adı Rahime olduğu halde bir okunuş veye yazış hatası olarak Rahmiye biçiminde belirtilmektedir Doğrusu Rahimedir Ancak adının basana getirilen "Tayyar" sıfatına başka kaynaklarda rastlıyamadım Bu nedenle sayın Halil Gelen dost'un yazısındaki ek bilgi bence önemli bir katkı niteliğindedir Arapça olan Tayyar sözcüğünün anlamı uçan demektir Atı üzerinde uçar gibi düşmana saldırdığından kendisine bu takma adı verilmiş olabileceğini düşünebiliriz Rahime Hatun ile bilgilere burada son verirken adı geçen kahraman onbaşıyı konu alan şiirlerden bir iki örnek vermek istiyorum: Rahime'nin Ağıdı Temmuzun sarı sıcağı Yaktı köşeyi bucağı Zalim düşman talan etti, Söndürdü nice ocağı Rahime otuz yaşında Yan giyer fesi başında Arkadaşı çetelerle Gezer düşmanın peşinde Çeteler düşmana hücum, Anam, babam, kardeş, bacım Ben bu uğurda ölürsem Kalmasın düşmanda öcüm Öğlen, ikindi arası Düşman üstüne varası Rahime'yi şehit ettik Alnında kurşun yarası Çeteler içinde şanlı Yüzü nokta nokta benli Yurdu için şehit düştü Yerde yatar ala kanlı (Emekli Öğ Mehmet Yavuz) A Neşet Dincer: Rahime Onbaşı, SF 43 Şimdi okuyacağımız koçaklamayı (yiğitleme), çetebaşlanın bir toplantısında Rahime Hatun'un "Yeni öğrendim" diye, okuduğu bildirilmektedir: Çamlıbel'den Gürcistan'a Seferim var, beyler yürü Kötü, gelmesin meydana, Serden, candan geçen gelsin Çamlıbel'den indim düze Koçyiğitler gelsin bize Kefenini kendözüne Eliyinen biçen gelsin Yediğimiz aslan eti, İçtiğimiz aslan sütü Kılıç kabzasından kanı Şarap edip içen gelsin |
Cevap : Soylu Türk Kadınları |
04-08-2009 | #9 |
[KAPLAN]
|
Cevap : Soylu Türk KadınlarıKastamonulu Şerife Bacı Millî Mücadele yıllarına bir göz atacak olur isek; bu yılların milletin varlığı ile yokluğu noktasında var olmak için geçen her alandaki mücadelelere sahne olduğu görülür Basın yayından eğitime, ticaretten tarıma kadar ya her şeyi ile kendi tercihleri doğrultusunda hareket edecek bağımsız bir millet olacak veya birilerinin diktesine girecek ve dümen suları doğrultusunda hareket edecektik Bu bakış açısında görülen bir kısım mütareke basını, misyoner okulları, mandacılar ile diğer yanda “Ya istiklâl ya ölüm!” diyen “İstiklâl-i Tam” diyen millî duruşa sahip bir kesim de mevcuttu Öncelikli kavga bu kesimelr arasında oldu Daha sonra milletin kendi menfaatlerini görmesi ile kavga asıl mecrasına yani sömürgeciler ile savaşmaya gelmişti Bu noktada da görev bütün millete düşüyorduBütün Anadolu geçmişinden bugüne millî duyguları yoğun yaşayan insanların yerleştiği memleketlerden birisi olmuştur Anadolu’da erkeği kadını aynı duygularla ve aynı inançla yüklenmiştir Cephede vatanı, milleti, namusu, dini için erkeği süngü süngüye çarpışırken Anadolu’da analarımız, ninelerimizin boş durması, olaylara tepkisiz kalması düşünülemez Nitekim Anadolu’nun hemen her yerinde Millî Mücadele bayraklarını taşıyanlar veya en büyük destek Anadolu kadınından gelmiştir Kastamonu’da Şehit ŞerifeBacı, Halime Çavuş, ve diğerleri Bu kervanın birer yolcusudurlar Şerife adı Kastamonu yöresinde dillere destan olmuş bir addır Bizim ailemizde de bu adla halam vardır Adı yaşatmak kadar fikri yaşatmak da önemlidir Şerife bacıyı bu derece önemli kılan ve gönüllere yerleştiren fikir ise Mehmet Akif Ersoy’un “İstiklâl uğruna ya Rab ne güneşler batıyor” dizesinde geçtiği gibi seve seve batmasını adadığı bir davadır İstiklâl uğrunda İnebolu’ya üstün gayret ve özveri ile gelen cephaneyi kağnılar ile Ankara’ya oradan da cephelere, oğluna, kocasına, kardeşine Anadolu kadını taşımış, elinden gelen gayreti göstermiş, gerektiğinde de şehitlik şerbetini içmiştir ŞerifeBacı da en güzel bir ifade ile vazifeşinaslığın ender örneklerinden birini göstererek soğuk kış günü donarak şehit olmuştur İnebolu’ya gelen cephaneyi ve naklini Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün cephede “Gözüm Sakarya’da, Dumlupınar’da, kulağım İnebolu’da” sözleri gayet güzel açıklamaktadır İnebolu-Ankara yolunun adının İstiklâl Yolu olarak adlandırılması için imza kampanyaları da yapılmıştır Bu önemine baktığımızda Kastamonu’nun erkeği cephede süngü süngüye ölüm kalım savaşı verir iken arkasında bıraktığı eşi, bacısı, anası da imece usulü ile İnebolu’dan cephaneyi Ankara’ya taşıyordu ŞerifeBacı bu analardan sadece birisidir Tarih 1921 Aralık ayı mevsim kışın en çetin hüküm sürdüğü günlerdir Şerife Bacı İnebolu’dan aldığı cephaneyi Kastamonu’ya taşımaktadır Kağnıda cephaneler sırtında çocuğu vardır Hava yağışlıdır Cephanelerin ıslanmaması gerekir Fedakar birer anne olan Anadolu kadını ve burada Şehit Şerife Bacı, Millî Mücadele uğruna gelecekteki çocukların yaşaması için, çocuğunun üzerindeki battaniyeyi alır cephane üzerine örter Kastamonu Kışlası önüne kadar gelmiştir Cephane yerine ulaşmıştır Hem cephaneyi hem çocuğunu korumak uğruna her ikisi de şehit olmuşlardır Şerife Bacının anısına Kastamonu Valiliği önünde bir heykeli yapılmış, bir heykeli de Ankara Kızılay’dadır Seydiler Belediye Başkanlığı Cumhuriyet’in 50 yılında belediye binası önüne Şehit ŞerifeBacı’nın rölyefini yaptırmış, ana caddeye de adını vererek ismini ölümsüzleştirmiştir ŞerifeBacı hem Seydiler’in ham Kastamonu halkının hem de Türk Milletinin kalbindeki yerini almıştır Böyle analarımız oldukça istikbâlimiz de istiklâlimiz de açık olacaktır |
Cevap : Soylu Türk Kadınları |
05-03-2009 | #10 |
siLveRghoSt
|
Cevap : Soylu Türk Kadınları(Osmanlı Kadını) bu tabir dünyada bir sürü manaya geliyor fakat gerçek anlamı bu konuda çok güzel özetlenmiş benim düşünceme göre bu mert yiğit annelerimiz tam bir osmanlı kadını elinize sağlık |
|