Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Forum İslam > İslami Genel Konular

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
kerim, kurani, tefsiri

Kur'an-İ Kerim Tefsiri

Eski 11-04-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Kur'an-İ Kerim Tefsiri



Günümüzde ilahiyat ve diğer ilimleri tahsil edenler, bir branşın tüm ilimlerim bir arada okumaktansa, bunları bölümlere ayırma ihtiyacını duymuşlardır, İlahiyat gurubunda bulunan Tefsir, Hadis, Fıkıh, Arap dili, Felsefe vb bir arada değil de ayrı ayrı bilim dalları altında ele alınmaktadır Bu branşlaşma olgusu, her bir bilim dalında tekrar kendisini göstermektedir Örneğin her hangi bir ana bilim dalı altında çalışma yapan akademisyenlerden her birinin kendine göre tekrar ayrı bir sahada yoğunlaştığını görmekteyiz
Günümüzde pek yaygın bir hale gelen branşlaşmanın, eleştirildiğini de görmekteyiz Bu eleştirilerde temel nokta, kişilerin branş olarak seçtikleri bilim dalıyla uğraşırken bütün olan ilim dalındaki bilgiden yoksun kalmaları iddiasıdır Günümüzde bu olay, akademisyenleri zaman zaman fikir tembelliğine itmiştir Kişi kendi branşının dışında bir kitap okumuyor, konferanslara katılmıyor ve bu ilgisizliğinin nedenini de "branşı olmamasına" bağlıyor Ortaya çıkan branş haricine ilgisizlik, onu genel kültürden yoksun bırakarak branşında, hatta konusunda bir kıskaç arasına alıp kısır kalmasına neden oluyor Ancak günümüz çalışmalarında dünya bilim otoriteleri tarafından revaç bulan ve tatbik edilen branşlaşma çalışmaları, bu gibi eleştirilere çözüm getirmekte ve ihtisasın meyvelerini insanlara sunmaktadır Zira gelişmiş ülkelerde eğitim, başlangıcından itibaren hem genel çerçevede hem de branşlaşmaya yönelik bir arada verilmektedir Eğitim seviyesinin yüksek olması, genel kültür alanında da doyurucu bilgiye sahip olmasını sağlamaktadır Her şeyin ötesinde yeterli derecede eğitim imkanlarının bulunması, fikir ve bilim adamının revaçta olması, bilime yönelmeyi yaygınlaştırmakta ve genel bilgi sahasında derinlemesine yapılan çalışmalarla insanlık tarihine çok bakir, el uzanmamış bilgiler sunmaktadır Bu tip çalışmaların bir yaran da, geçmiş bilim adamlarının emek sarf ederek yazmış oldukları bilgilerin topluma sunulması, elde edilmesi anlamına gelmektedir
Konulu tesfir çalışmalarının faydaları ve buna duyulan ihtiyaç
Tefsir çalışmaları içinde çok özel bir konuma sahip olan " Konulu tefsir " araştırmaları günümüz insaninin ihtiyacına paralel olarak ortaya çıkmıştır
Konulu Tefsir gurubunun içinde yer alan "Süre Tefsiri" çalışmaları, geçtiğimiz asırlarda günümüz anlamında bir hedef taşımadığı için, o zamanın ihtiyaçlarına göre düzenleniyordu Aslında o zamanın ihtiyaçları, tüm kitapların da yazılımı için gerekli olan klasik unsurlardı Süre tefsiri veya başka bir kitap yazan kişi, tevazu göstererek kitabın basında giriş yapmadan besmele ve hamdeleden sonra hemen kitaba başlıyor, veya talebeler kendisinden o konuda yazmasını istiyor, yazar da o ısrarlara binaen kitabı yazıyordu Bazen de yazılan süre tefsirlerinde, sürenin fazileti hakkındaki rivayetler teşvik edici bir sebep oluyordu Ayrıca sohbet ve vaaz hazırlamak da nedenlerden biri olarak sayılabilir
Günümüze gelindiğinde yönlendirici nedenler ve ihtiyaç araçları değişmiştir Bir konuda yoğunlaşmanın çok yaygın olduğu günümüzde konulu tefsire ve buna bağlı olarak süre tefsirine duyulan ihtiyaç ve faydalar, artmaktadır
Bu ihtiyaç ve faydaları maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz:
1- Bilim dünyasına yeni araştırma metotlarının girmesi, en büyük etken olmaktadır Zira, günümüz kitap te'lifinde bir konu etrafında, bölüm, bab, alt başlıklar vb ayrımlar hakim durumdadır Bu tip çalışmalarda hedefe ulaşmak kolay olacak, aynı zamanda okuyucu tatminkar bilgiye sahip olacaktır
2- Bir konu etrafında çalışılmakla elde edilen sonuçlar, Kuranın bir kavramı nasıl enine boyuna incelediği ve insanlığa eksiksiz olarak nasıl sunduğu gerçeğini ortaya çıkarmaktadır
3- Kuranda değişik yerlerde zikredilen, aynı konu ve aynı kavram etrafında dönen ayetlerin birbiriyle irtibatı sağlanarak konu bütünlüğünün ortaya çıkması sağlanmaktadır
4- Özellikle müsteşrikler tarafından ortaya atılan "Kur'an 'da çok sayıda ayet tekrarı vardır" iddiası, bu tip çalışmalarla çürütülmektedir
5- Ele alınan konunun tafsilatıyla incelenmesi sonucunda, Nasih- Mensüh, Esbab-ı Nüzul ve benzeri konuların ele alınması ile Kur'an kültürünün zenginliği ortaya çıkmaktadır
6- Kavramsal konulu tefsir çalışmalarıyla İslam kültürünün dayanak noktaları daha iyi anlaşılmaktadır
7- Kuranda geçen herhangi bir kavramın işlenmesi sonucunda bu konuda değişik yorumlar- ihtilaflar çözüme ulaşmakta ve ortak bir tanım etrafında fikir birliği sağlanabilmektedir
8- Kur'an merkezli bir kavram, yine Kur'an ayetleri desteğiyle geniş bir yelpazede insanlara sunma imkanı olacaktır
9- İslam araştırmacılarının çağın şartlarına uygun bir metot geliştirmesi ile insanlığa daha kolay ulaşmanın avantajı yakalanacaktır
Sahasında yeni yeni olgunlaşmaya başlayan konulu tefsir çalışmaları özellikle bu sahada çalışma yapan akademisyenlerin gayretleriyle yeni ufuklar açmaya devam edecektir

Alıntı Yaparak Cevapla

Kur'an-İ Kerim Tefsiri

Eski 11-04-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Kur'an-İ Kerim Tefsiri



A- Hazırlanma ve yoğunlaşma dönemi
Hazırlanma ve yoğunlaşma dönemine ait şartları şöyle sıralamak mümkündür:
a- Akîde ve Ahlak, Yönünden Hazırlanma ve Yoğunlaşma:
Bu konumda kişi, sahih bir itikat üzerine yetişip İslamî emir ve yasaklara uygun bir yaşantı seçmeli ve öğrendiklerini amel sahasında değerlendirmelidir Nitekim Sahabei Kiram ezberledikleri 10 ayetle amel etmedikçe diğer ayetlere geçmezlerdi Bu yaşantı biçiminin gerçekleşmesi şöyle olmalıdır
1- Müfessir bid'atlardan kesinlikle kaçınmalı, ancak bu titizliği, onu yeni yorumlara açılmaya engel teşkil etmemelidir
2- Arzu ve heveslerine uygun bir yaşantıya sahip, ayetleri kendi fikirleri doğrultusunda yorumlayan ve gerisini yok sayan inkarcı bir tip olmamalıdır
Müfessir, maksadın doğruluğuna olan samimiyeti elde etmek için dünyayı, gaye olmaktan çıkarıp iyi amellere ve ahirete hazırlığa vesile olarak kullanmalıdır Bu takdirde kendisine Vehbi ilmin verilmesi ümit edilir
Suyüti el- İtkan'da müfessirin " İlmi Mevhübe" ye (yani Ledunnî ilmine) de sahip olmasının gerektiğini söyler ve şöyle devam eder:
"Belki de sen îlmi Mevhübe yi zor zannediyor, böyle bir şeyi elde etmek insan kapasitesinin üstünde olduğunu tasarlıyorsun Durum senin düşündüğün gibi değildir Zira onu elde etmek, züht ve iyi ameller işlemekledir Kalbinde bidat, kibir, boş arzular, dünya sevgisi olanlara vahyin manaları verilmez"
Sonra iddiasına delil olarak; "Yeryüzünde haksız yere büyüklenenleri ayetlerimden uzaklaştıracağım" ayetini getirir ve Süfyan b'Uyeyne'nin "Ayetlerimden uzaklaştıracağım" ayeti için yaptığı “Onlardan Kuranı Kerîmi anlama melekesini soyup alacağım" yorumunu kaydeder"
b- Öğrenim ve Kültür Yönünden Hazırlanma ve Yoğunlaşma:
Müfessir adayı olan kimse, öğrenim ve kültür sahibi olmak için elinden gelen gayreti göstermek zorundadır Bu birikime ulaşmakta iki merhalede mümkündür
1- Hazırlık dönemi: Bu dönem daha ziyade küçük yaşlarda başlatılan eğitimle mümkündür Bu ilk eğitiminde;
a- Kuranın tümünü, -gerek kıraat gerekse tecvîd yönünden kusursuz bir okuyuşla öğrenecek ve ehliyetli öğreticiler tarafından ezberletilecektir Zira bu ilim ileride gerek tefsir açısından gerekse önüne gelen değişik okunuşlardan seçim yapmada kendisine yardımcı olacaktır
b- Hadis koleksiyonundan, özellikle Kur'an ayetlerinin tefsiriyle bağlantılı olan sahih hadisleri tanımalıdır
c- Değişik bilim dallarından özet bilgileri elde etmelidir
2- Akademik yoğunlaşma dönemi: Bu dönemde özelde, Kuranla bağlantılı olan ilimlerin tümünü, genelde yaşadığı dönemde revaç bulan ilimleri zeka ve kapasite durumuna göre elde etmeli ve bu ilimlerde yoğunlaşmaya çalışmalarıdır Müfessir, çok değişik bilim dallarında ve kültürlerde yaygın bir bilgi sahibi olmak zorundadır Zira Kuranın evrenselliği ve tebliğin geniş kitlelere yayılmasının gerekliliği, bu tür yoğun öğrenimi gerekli kılmaktadır
Müfessir adayının özellikle yoğunlaşacağı ilimleri şöyle sıralayabiliriz
a- Arap Dili ve Edebiyatı, (iştikak, lügat, sarf, nahv, meanî, beyan, bedi')
b- Dîni ilimler, bunlar; tevhîd, fıkıh, fıkıh usulü, rivayet ve dirayeti içeren
hadis ilmi Kur'an kültürüyle bağlantılı tüm ilimler ; kıssalar, dahîl, nüzul sebepleri, muhkem ve müteşabih, nesh, i'cazu'l- Kur'an, müşkilü'l-Kur'an, Peygamber (sav)'in ve ashabının hayatım anlatan siyer ilmi
c- Tefsir kaynaklarını ve yazarlarının tefsir metotlarını, yaşadığı zamanın müfessirlerini ve metotlarını, dünya çapında şöhret bulmuş müsteşriklerin tefsirle bağlantılı eserlerim, metotlarım ve gayelerim, mümkünse orijinal dilinden, değilse sağlam tercüme eserlerden yararlanarak bu konuyla ilgili tüm dünyada yapılan çalışmaları ve literatürü takip etmeye gayret etmelidir
d- Felsefe, mantık, sosyoloji, tarih, jeoloji, tıp, astroloji, matematik ilimleri yeteri kadar tahsil edilmelidir
Yukarıda bahsedilen ilimleri tüm tafsilatıyla elde etmek ilk etapta dıştan bakan bir kimseye, ulaşılması çok güç gibi gelebilir Ne var ki, bu sayılan ilimler bir anda elde edilmesi gereken ilimler değildir Şayet bu konuda bir eğitim programı çizelgesi düzenlenme imkanı olsa bunları elde etmemizin çok da zor bir şey olmadığı ortaya çıkacaktır Kaldı ki adı geçen ilimlerin hepsi aynı seviyede elde edilmesi gerekmemektedir Bunların içinden Kuranla doğrudan bağlantılı ilimler çok ciddi biçimde öğrenilecek, yoğunlaşılacak, diğer ilimler için ise daha alt seviyede bir eğitim ve öğrenim uygulanacaktır
Burada akla şöyle bir soru gelmektedir:

B- Pratiğe dökme ve aktarma dönemi
Bu dönem, müfessir adayının daha önce almış olduğu yeterli eğitimini pratiğe dökme dönemidir Bu dönemde müfessir aşağıda sıralanacak sahalarda veya daha değişik alanlarda çalışmalar yaparak tefsir alanında yüklendiği misyonu yerine getirmelidir
Bilgilerin pratiğe aktarma alanlarını kısaca şöyle özetleyebiliriz
1- Tefsir sahasında akademik makaleler yazarak, bunların değişik dergilerde yayınlanmasını sağlamak
2- İlmî birikimlerim, gerek yazılı gerek görsel medya iletişim aracılığıyla halka ulaştırılmasını sağlamak
3- Gerek fakültelerde, gerek ibadethanelerde dersler ve konferanslar tertipleyerek birikimin aktarılmasını sağlamak
4- Uluslararası platformdaki yanlışlar araştırılarak bunlara kendi dillerinde cevap verilmesini sağlamak Özellikle bu sahada Bilgi işlem ve İnternet göz önünde bulundurularak en yeni gelişmeleri sonuna kadar kullanmak
5- Tefsir ve buna bağlı ilim dallarında akademik çalışmalara danışman olarak katılmak, bu sahada yeni yetişenlerin önünü açarak yönlendirmeler yapmak
Yukarıda bir kısmını özetle zikrettiğimiz pratik dönem çalışmalarında müfessir, genel davetçi kurallarına göre hareket etmeli, bu yolda kendine Kuranı Kerîmin "Hikmetle, güzel öğütle, Rabb'inin yoluna çağır, ve onlarla en güzel şekilde mücadele et” ayetini düstur edinmelidir

Alıntı Yaparak Cevapla

Kur'an-İ Kerim Tefsiri

Eski 11-04-2012   #3
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Kur'an-İ Kerim Tefsiri



1-FATİHA - I

Rahmân ve Rahîm Allah'ın adıyla
1- Mushaf-ı şeriflerde iki türlü besmele vardır Birisi sûre başlarında yazılan ve sûreden bağımsız olan besmele, diğeri Neml Sûresinin (Neml, 27/30) âyetindeki besmeledir Bu besmelenin, Neml sûresinin bu âyetinin bir parçası olduğu açıkça bilinmektedir Bundan dolayı besmelenin Kur'ân âyeti olduğunda şüphe yoktur ve bu durum, açık tevatür ile ve âlimlerin ittifakıyla kesin olarak bilinmektedir Fakat sûre başlarında yazılan ve her sûreyi birbirinden ayıran ve kırâetin başında okunan besmeleye gelince: Bunun o sûrelerden birinden veya her birinden bir âyet veya âyetin bir kısmı veyahut başlıbaşına Kur'ân'dan tam bir parça olup olmadığı, Neml sûresindeki besmele gibi besbelli olmadığından bu besmelenin Kur'ân'dan olup olmadığı hususu, tefsirde ve usul ilminde bilimsel açıdan tartışmalı bir meseleyi meydana getirmiştir ki bilhassa iman, namaz ve kırâet konularıyla ilgilidir
Said b Cübeyr Zührî, Atâ ve İbnü Mübarek hazretleri besmelenin başında bulunduğu her sûreden birer âyet olduğunu söylemişlerdir ki, Kur'ân'da yüz onüç âyet eder İmam Şâfiî hazretleri ve talebeleri bu görüş üzerindedirler O halde Fâtiha'nın yedi âyetinden birincisi besmeledir Ve "en'amte aleyhim" bir âyet başı değildir Bunun için Şâfiîler namazda besmeleyi yüksek sesle okurlar Çünkü Şâfiîler diyorlar ki; selef (ilk dönem alimleri) bu besmeleleri Mushaflarda yazmışlar, bunun yanında Kur'ân'ın âyet olmayan şeylerden tecrid etmesini tavsiye etmişlerdir Ve hatta Fâtiha'nın sonunda "âmîn" bile yazmamışlardır Eğer sûrelerin başındaki besmeleler Kur'ân olmasaydı onları da yazmazlardı Kısacası Mushaf'ın iki kapağı arasında Kur'ân'dan başka birşey bulunmadığında İslâm alimlerinin ittifakı vardır Ve bunu destekleyen özel hadisler de rivayet edilmiştir O hadislerden birisi İbn Abbas (ra)'dan: "Besmeleyi terk eden Allah'ın kitabından yüz ondört âyet terketmiş olur" Ebu Hüreyre (ra)'den: "Resulullah efendimiz 'Fâtihatü'l-Kitab (Fâtiha sûresi) yedi âyettir, bunların başı "Bismillahirrahmanirrahim"dir buyurdu Ümmü Seleme (ra)'den: "Resulullah (sav) Fâtiha'yı okudu ve "Bismillahirrahmanirrahim elhamdülillahi rabbil âlemîn"i bir âyet saydı O halde Fâtiha'dan bir âyet değilse, âyetin bir kısmıdır Bundan dolayı namazda okunması farzdır ve yüksek sesle okunur İmam Şâfiî gibi Ahmed b Hanbel hazretlerinden de bu iki hadis arasında tereddütlü iki rivayet vardır
Diğer taraftan İmam Mâlik hazretleri Kur'ân'ın her yerinde dahi Kur'ân'dan olduğu açıkça ve tevatür yoluyla belli olacağı, halbuki hakkında değişik görüşler bulunan bir sözün Kur'ân'dan olduğuna hükmedilemiyeceğinden dolayı ve Medine halkının geleneğine dayanarak sûre başlarındaki besmelelerin ne Fâtiha ne de diğer sûrelerden, ne de bütün Kur'ân'dan özel bir parça olmadığına ve Neml Sûresi'ndeki âyetten başkasında besmelenin Kur'ân olmayıp sûreleri birbirinden ayırmak ve teberrük (mübarek sayıldığı) için yazıldığı görüşünü ileri sürmüş ve bundan dolayı namazda ne yüksek sesle ne de gizli okunması uygun olmaz demiştir Bunun için Mâlikîler namazda besmeleyi okumazlar
Hanefîlere gelince, bu mezhebin en sıhhatli görüşü şudur: Sûrelerin başındaki besmele başlı başına bir âyet olarak Kur'ân'dandır Ve sûrelerin hiç birinin bir parçası olmayarak sûreleri birbirinden ayırmak ve sûre başında teberrük olunması için inmiştir Gerçekten yukarıda zikredilen karşıt iki değişik görüş ve delil içinde ortaya çıkan kat'î olarak bilinen nokta budur Madem ki, yukarıda açıklanan şartlar gereğince mushafın her iki kabı arasında Kur'ân'dan başka birşey yazılmadığına dair ittifak vardır; o halde sûre başlarındaki besmeleler de Kur'ân'dandır Şâfiî'nin ileri sürdüğü delilin kesin iddiası budur Madem ki besmelenin, başında bulunduğu sûrelerden bir parça olduğunu bildiren açık mütevatir bir delil de yoktur, o halde hiç birinden bir parça da değildir İşte Mâlikî delilinin kesin iddiası da budur Bundan dolayı iki delilin birbirine yakın bu noktalarının birlikte ifade ettiği mânâ da; söylediğimiz gibi besmelenin bütün sûrelerden ayrı başlıbaşına bir âyet olmasıdır ki, bu konuyla ilgili değişik "ahad haber"lerden çıkan ortak hüküm de bu olur O halde Fâtiha gibi, besmelenin her namazda okunması vacip değildir Fakat gerek namazda ve gerek namaz dışında her Kur'ân okunuşunun ve her önemli işin başında okunması sünnettir Bunun için namazın her rekatında, kırâetin başında okuruz, ortasında okumayız Ancak Fâtiha'nın bir parçası olduğu anlaşılmasın diye kırâeti yüksek sesle okunan namazlarda da onu gizli okuruz ve böyle okunmasında bütün hanefîler görüşbirliği içindedirler İşte böyle seçkin bir âyettir
TAHLİL
Dış görünüşe göre besmele dört kelimedir Gerçekten ve itibari olarak yedi kelimedir Çünkü gerçekte nin " "si ile 'in tarif edatları da birer kelimedirler Hükmen de böyledir Çünkü Arap dilinde tarif edatlarına hiçbir zaman başlı başına bir kelime hükmü verilmemiş olduğu halde "bâ" hem kendisi bir kelimedir, hem de hazf olunmuş (silinmiş) taalluk ettiği bir fiil ile failini de bildiren üç kelime hükmündedir Bundan dolayı ile den bileşik bir kelimedir Bunda kural gibi vasl hemzesi (kelimenin ortasında düşen elif) ile yazılmaktı, fakat besmeleye özgü olarak bu hemze düşürülmüş olup söylendiği gibi yazılır Ve onun yerine "bi"nin başı uzatılır Ta ilk asırlardan beri besmelenin başını bir elif uzun yazmak bir hat kuralı olmuştur ki, bu kural kûfî gibi sülüs ve nesih hatlarında da hat üstadlarının bildiği bir husustur Bunun nüktesi çok kullanılmasından dolayı hafifletmedir diyorlar Fakat bunda özellikle taalluk-ı visâl kuvvetini ifade etmek gibi manevi nükteler de vardır Bazı hadislerde rastlanan gibi imalar bundan açık olarak anlaşılıyor
Bilindiği gibi, hakiki her ilmin bir tek konusu vardır, Kur'ân'ın hikmet ilminin konusu ise Allah ile kâinat ve özellikle insanlar ve insanların işleri arasındaki ilişki ve bağlantıdır
İşte bir ilahlık sıfatı ve kulluk ilişkisi ile özetlenen ve önce Fâtiha'da, sonra bütün Kur'ân'da tedrici olarak açıklanan bu ilişki tamamen besmeledeki nın mânâsıdır daima bir fiile veya fiile benzeyen bir kelimeye taalluk eden ve onu bir isme bağlayan bir edat, bir cer edatıdır ki, asıl mânâsı yapıştırmaktır Fakat bu yapıştırmanın; karıştırma ve beraberlik, yardım dileme, pekiştirme için kullanma ve yemin gibi birçok çeşitleri vardır ki, besmelede tefsirciler yalnız beraberlik veya yardım dileme mânâlarından birini gösterirler Bu bâ'nın bağlacı hazf olunmuştur ki, o anda besmeleyle başlanacak olan fiil olacaktır Başla, oku, başlıyorum, okuyorum gibi
"İsim" aslında sözlük anlamıyla bir şeyin zihinde doğmasını sağlayan işaret ve alâmet demektir Örfte tek başına anlaşılır bir mânâya delalet eden kelime diye tarif edilir ki, o mânâya veya onun dışta veya zihinde gerçekleşen asıl şekline müsemmâ denilir Yaygın görüşe göre, ismin aslı "sümüv = yücelik" maddesidir "Vesm = damgalama"den olması da mümkündür Fakat çoğulu "esma" veya "esâmî" gelir ve bunlar tamamen dilimize mal olmuş kelimelerdir Sıfatlar da aslında ismin kısımlarındandır Bunun için isimler özel isim veya cins ismi veya umuma delalet eden isim diye kısımlara ayrıldığı gibi zat ismi veya sıfat ismi diye de birbirinden ayrılır Yüce Allah'ın Esmâ-i Hüsnâ'sında bu farkın önemi vardır İsim, aslında "ad" ve "nam" ile eşanlamlı olmakla beraber dilimizde biz bunları ince farklarla kullanırız "Ben bu işi falan kimse namına yapıyorum" yerinde "falancanın adına veya ismine yapıyorum" diyemiyoruz Aynı şekilde "insan bir isimdir" deriz de "bir addır, bir namdır" demeyiz Öyle zaman olur ki "o adamın adı" yerine "o zatın ismi" demeyi tercih ederiz
"Allah" gerçek ilâhın özel ismidir Daha doğrusu zat ismi ve özel ismidir Yani Kur'ân bize bu en yüce ve en büyük zatı, eksiksiz sıfatları ve güzel isimleriyle tanıtacak, bizim ve bütün kâinatın ona olan ilgi ve alâkamızı bildirecektir Bundan dolayı Allah diye adlandırılan en büyük ve en yüce zat kâinatın meydana gelmesinde, devamında ve olgunlaşmasında bir ilk sebep olduğu gibi "Allah" yüce ismi de ilim ve irfan dilimizde öyle özel ve yüce bir başlangıçtır Yüce Allah'ın varlığı ve birliği kabul ve tasdik edilmeden kâinat ve kâinattaki düzeni hissetmek ve anlamak bir hayalden, bir seraptan ve aynı zamanda telafisi imkansız olan bir acıdan ibaret kalacağı gibi "Allah" özel ismi üzerinde birleştirilmeyen ve düzene konmayan ilimlerimiz, sanatlarımız, bütün bilgiler ve eğitimimiz de iki ucu bir araya gelmeyen ve varlığımızı silip süpüren, dağınık fikirlerden, anlamsız bir toz ve dumandan ibaret kalır Bunun içindir ki, bütün ilimler ve sanatlar küçük küçük birer konu etrafında bilgilerimizi düzenleye düzenleye nihayet son düzenlemede bir yüksek ilim ile bizi bir birlik, huzuruna yükseltmek için çalışır durur Cisim konusunda madde ve kuvvet ile hareket ve durgunluk oranında, birleştirilemeyen bir tabiat ilmi; uzaklık, yer ve zamana göre, nicelik kavramında toplanmayan bir matematik ilmi; bilim mefhumunda cisim ve ruh oranında toplanmayan bir psikoloji ilmi; dış dünya ve zihine göre doğruluk mefhumunda toplanmayan bir mantık ilmi; iyilik ve kötülüğe oranla güzellik ve çirkinlik mefhumunda toplanmayan bir ahlâk; nihayet nedensellik oranında ve varlık mefhumunda toplanmayan bir hikmet ve felsefe bulamayız Varlık mânâsını düşündürtmeden, nedensellik oranının gerçek olduğunu kabul ettirmeden bize en küçük bir gerçek bildirebilen hiçbir sanat yoktur Şu, şunun için vardır İşte bütün ilimlerin çalıştığı gaye budur Varlık, gerçeklik, nedensellik ilişkileri, bütün ilim ve sanatlara hakim olan düşünme ve doğru olduğunu kabul etmek prensipleridir Nedensellik, sebebin müsebbebi ile bağlantısı, orantısı ve kalıcılığı kanunu, asrımızda bütün ilimlere hakim olan en büyük kanundur Bunun için nedensellik alanında birleştirilemeyen hiçbir ilim bulamayız Bu oran ise, sebep denilen bir başlangıç ile müsebbeb denilen bir sonuç arasındaki ilişkileri anlatır ve bütün kâinatın düzeni dediğimiz şey de işte bu yegâne ilişkidir Bundan dolayı biz sebep ve sonuç açısından varlığı düşünüp doğrulamadan bu bağlantının tam olduğunu düşünemeyiz ve doğrulayamayız Sonra bu tasdikimiz de doğrudur diye zihnimiz ile gerçeğin uyum ve ilişkisini, üzerine kurduğumuz hakkın hakikatına dayandırmazsak, bütün emek ve çabalamalarımızın, bütün anlayışlarımızın, yalan, asılsız ve kuruntudan ibaret bir seraba dönüşeceğine hükmederiz Halbuki o zaman böyle hükmedebilmek de bir gerçeği itiraf etmektir Bundan dolayı insan doğruyu inkar ederken bile onun doğru olduğunu kabul mecburiyetinden kurtulamaz Mümkün olan gerçekler üstünde varlığı zaruri olan Hakk, gerek ilmimizin, gerek varlığımızın ilk başlangıç noktası ve ilk sebebidir Ve "Allah" onun ismidir İnsan üzerinde etkili olan ve insanı kendine çeken hiçbir şey düşünülemez ki, arkasında Allah bulunmasın
Yüce Allah varlığı zaruri olan öyle bir zattır ki, gerek nesnel ve gerek öznel varlığımızın bütün gidişatında varlığının zaruretini gösterir ve bizim ruhumuzun derinliklerinde herşeyden önce Hakk'ın zatına ait kesin bir tasdikin var olduğu inkâr kabul etmez bir gerçektir Hatta bizim varlığımızda bu yüce gerçeğe basit ve öz ve sınırsız bir ilişkimiz, bir manevi duygumuz vardır Ve bütün ilimlerimizin temeli olan bu gizli duygu; sınırlı duygularımızın, anlayışlarımızın, akıllarımızın, fikirlerimizin hepsinden daha doğru, hepsinden daha kuvvetlidir Çünkü onların hepsini kuşatıyor Ve onları kuşattığı halde O'nun zatı sınırlandırılamaz ve bu âlem O'nun kudret ve kuvvetinin bir parıltısıdır Durum böyle iken biz birçok zaman olur ki, dalgınlıkla kendimizi ve varlığımızın geçirdiği zamanları unuturuz Ve çoğunlukla yaptığımız hataların, sapıklıkların kaynağı bu gaflet ve dalgınlıktır Böyle kendimizden ve anlayışımızın inceliklerinden dalgınlığa düştüğümüz zamanlardır ki, biz bu gizli duygudan, bu ilk anlayıştan gaflete düşeriz ve o zaman bunu bize aklımız yolu ile hatırlatacak ve bizi uyaracak vasıtalara ve delillere ihtiyaç duyarız Kâinat bize bu hatırlatmayı yapacak Allah'ın âyetleri (işaretleri) ile doludur Kur'ân, bize bu âyetleri, kısa ve özlü sözlerle hatırlattığı ve bizi uyardığı için bir ismi de "ez-Zikr"dir Allah'ın hikmeti de bize buradan birçok mantıkî, akla uygun ve ruhî delilleri özetleyiverir Diğer taraftan biz o gizli duygunun diğer sınırlı ve belirgin duygularımız gibi içimizde ve dışımızda ortaya çıkma ve kesintiye uğrama anlarıyla sınırlı bir şekil kazanmasını ve bu şekilde varlıkların parçalarının gözle görülen şeyler gibi anlayışımızın sınırına girecek bir şekilde açıklanmasını arzu ederiz Bu arzunun hikmeti, O'nun tecellisindeki süreklilikte duyulan bir görme lezzetidir Fakat bunda bilgisi ve kuvvetiyle herşeyi kuşatan Allah'ı, yaratılmış varlıklara çevirmeye çalışmak gibi imkansız bir nokta vardır ki, nefsin gururunu kıracak olan bu imkansız nokta birçok insanı olumsuz sonuçlara ulaştırabilir O zavallı gururlu nefis düşünemez ki, bütün kâinatın o ilk başlangıç noktasına açık, anlaşılabilir, başı ve sonu belli olan bir sınır çizmek, görünen eşyada olduğu gibi bir kesinti anına bağlıdır Mümkün olmayan böyle bir kesinti anında ve noktasında ise bütün his ve bütün varlık kökünden kesilir ve yok olur Öyle bir tükenme ise apaçık bir his ve anlayışa varmak değil, yokluğa karışmaktır Aklî delillere böyle bir gaye ile bakanlar ve Allah'ın görünmeyen ve görünen bütün varlıkları kuşatan sonsuz tecellisi karşısında nefislerinin gururunu kırmayarak şuhûd zevkinden mahrum kalanlar "Allah'ı aradım da bulamadım" derken, sanat ve felsefe adına zarara uğradıklarını ilan etmiş olurlar Allah'ı sezmek için kalp ile doğru ve yanlışı birbirinden ayıran gözü ve ikisi arasındaki farkı ve ilişkiyi belli bir oranda idrak edebilmelidir
İşte "Allah" yüce ismi, bütün duygularımızın, düşüncelerimizin ilk şartı olan öyle derin ve bir tek gizli duygunun, görünen ve görünmeyen varlıkların birleştikleri nokta olan bir parıltı halinde, hiçbir engel olmaksızın doğrudan doğruya gösterdiği yüce Allah'ın zatına delalet eden, yalnızca O'na ait olan özel bir isimdir Yani bu isim önce zihindeki bir mânâ ve ikinci olarak o vasıta ile Allah'ın zatının ismi ise özel bir isimdir Zihindeki bir mânâ olmayarak yalnızca ve bizzat belli zatın ismi ise bir özel isimdir Birincisinde kelimeden anlaşılan mânâya, mânâdan gerçeğe geçeriz ve ismi bu mânâ ile tanımlarız Mesela Allah, bütün sıfat-ı kemâliyyeye (eksiksizlik ve olgunluk vasıflarına) sahip bulunan, varlığı zaruri olan zatın ismidir Yahut hakkiyle tapılacak olan yüce zatın ismidir, deriz İkincide bizzat bulunan gerçeğe intikal ederiz Bu şekilde o gerçekten kendimizde hiçbir pay yoksa Allah isminden gerçekte yine kendisinden başka birşey anlayamayız Bize göre isim ile, isimlendirilen varlık aynıdır Fakat o gerçekten kendimizde herhangi bir tarz (üslub) ile bir pay bulabilirsek isim ile kendisine isim verileni birbirinden ayırırız ve bu iki şekilde de Allah'ı isbat etmeye ihtiyaç duymayacağız Fakat bu isimden bir mânâ anladığımız ve o mânâyı gerçekte bir mahiyete delalet için vasıta olarak kabul ettiğimiz zaman o gerçekten bizzat bir payımız olmasa bile bu isimden birşey anlarız Fakat o şeyin varlığını isbat etmeye ihtiyaç duyarız Bundan dolayı isim, isbat etmeden önce konulmuş bulunursa o gerçeğin özel ismi olursa da alem ismi olamaz Fakat isbat edildikten sonra konmuş ise bizzat alem ismi olur Mesela anadan doğma körler için "ülker" ismi ancak bir özel isim olabilir, görenler için ise bir alem ismidir Normal dilde özel isim ile alem isminin farkı aranmazsa da ilim dilinde bunlar arasında fark vardır İşte bu sebeplerden dolayı yüce Allah için zat ismi ve alem ismi mümkün müdür, değil midir? diye bilginler arasında derin bir tartışma vardır Fazla uzatmamak için şu kadar söyleyelim ki, üç tecelli algılanır Zatın tecellisi, sıfatın tecellisi, eserlerinin tecellisi İsimlerinin tecellisi de bunlardan biri ile ilgilidir Zat isminin, zatın tecellisini ifade eden bir isim olması gerekir, çünkü sıfat tecellisini ifade eden isimlere sıfat isimleri, eserlerin tecellisini ifade eden isimlere fiil isimleri denilir Zat, sıfat ve eserleri ile de vasıta ile tecelli ettiği gibi bizzat tecelli etmesi de bizce mümkündür En azından kendine tecellisi mümkündür ve alem olan zat ismine bu da yeterlidir Ve biz bunu bütün isimlerde esas olarak bildiğimiz için Allah'ın isimleri tevkîfîdir yani Cenâb-ı Hakk'ın vahiy yoluyla bize bildirmiş olduklarından ibarettir, diyoruz Bundan dolayı zat isminin mefhumu olan bir özel isim veya mefhumu olmayan bir şahıs ismi olması aslında mümkündür ve bizim için yeterlidir
Şu kadar var ki; biz kendimize zatın tecellisi meydana gelmeden alem ismini koyamayız Nitekim, yeni doğan çocuğa, onu görmeden koyduğumuz isim, henüz bir özel isimdir ve bu durumda duyduğumuz alem isminden de yalnız bir ismin tecellisini anlarız ve o zaman isim ile kendisine isim konulan varlık birleşir Fakat bunu sıfat isimleri ve fiil isimleri ile yorumlaya yorumlaya nihayet eserlerin tecellisine ve ondan sıfatın tecellisine ve ondan zatın tecellisine ereriz Her söz başlangıçta bir ismin tecellisini anlatır, Kur'ân da bize yüce Allah'ı önce isminin tecellisi ile anlatıyor: vd Bundan dolayı Kur'ân'a başlarken doğrusu hiçbir düşünce ile meşgul olmayarak önce Allah'ın ismini bir zat ismi (özel isim) olarak alacağız Râhman ve Rahim vasıflarını da bu ismi kısaca yorumlayarak bu iki vasıfla ona bir genişlik kazandırıp mânâsını zikredeceğiz ki, bu mânânın kısacası, en mükemmel ve katmerli bir rahmetin alanı ve yayılma noktasının başlangıcı olacaktır Sonra yavaş yavaş bu isimler ile bu mânâyı açıklayarak ortaya çıkaracağız ve o zaman yerlere, göklere sığmayan Allah'ın zat isminin kalbimizde yaratılıştan saklı olan tecellilerini görmeye başlayacağız İsimlerin tecellisinden eserlerin tecellisine geçeceğiz, kâinatı dolaşacağız, eserlerin tecellisinden sıfatların tecellisine ereceğiz, görünmeyenden görünene geçeceğiz Görünen alemle ilgili zevkimiz arttıkça artacak, o vakit zatın tecellisi için sevgi ve neşe ile çırpınacağız, bütün zevkler, lezzetler, bütün ümitler, bir noktada toplanacak; bazen gözyaşlarını döküp yüreklerimizi ezen günah yükünü yıkacağız, bazen vuslat rüzgarı esecek, mutluluk ve hoşnutluk ile kendimizden geçeceğiz Nihayet "Ey huzura eren nefis! Razı olmuş ve kendisinden razı olunmuş olarak Rabbine dön! (Benim sevgili kullarım arasına sen de gir ve cennetime gir!)" (Fecr, 89/27-30) daveti gelecek, yüce Allah'ın ziyafetinde sonsuza dek O'nun cemalini seyretmeye dalıp kalacağız "O gün bazı yüzler ışıl ışıl parlar, Rabbine bakar" (Kıyamet, 75/22-23)
"Allah" zat ismini, özel isim olarak düşünebilmek için, Allah'ın selbî ve subutî bütün zat sıfatları ile fiilî sıfatlarını bir arada tasavvur etmek, sonra da hepsini bir bütün olarak topluca ele almak ve öyle ifade etmek gerekir Bundan dolayı bu da şu şekilde ifade edilmiştir: "O zat-ı vâcibü'l-vücûd ki, bütün kemâl sıfatlarını kendisine toplamıştır" Sadece "zat-ı vacibu'l-vücûd" demek de yeterlidir Çünkü bütün kemal sıfatlarını kendisinde toplamış olmak, varlığı zaruri demek olan "vacibu'l-vücûd"un bir açıklamasından, niteliğinin belirlenmesinden ibarettir
Bunun bir özeti de "Hakkıyla mabud = Hakiki ilâh, gerçek Tanrı" mânâsıdır Arapça'da bu mânâ belli ve bilinen tanrı demek olan "el-İlâh" özel ismi ile özetlenmiştir "Hâlik-ı âlem = Kâinatın yaratıcısı" veya "Hâlik-ı Küll = Herşeyin yaratıcısı" mânâsı ile de yetinilebilir Bunları yüce Allah'ın isim ile veya sözle tanımlanması olarak alabiliriz Biz her durumda şunu itiraf ederiz ki, bizim "Allah" yüce isminden duyduğumuz (anladığımız) bir mânâ, bu mânâların hepsinden daha açık ve daha mükemmeldir Bundan dolayı bu özel ismin, bir alem isim olması kalbimize daha yakındır Gerek özel ismi, gerek şahıs ismi olan "Allah" yüce ismi ile Allah'tan başka hiçbir ilâh anılmamıştır "Sen O'nun bir adaşı olduğunu biliyor musun?" (Meryem, 19/65) âyetinde de görüldüğü gibi, onun adaşı yoktur Bundan dolayı Allah isminin ikili ve çoğulu da yoktur O halde ancak isimlerinin birden çok olması caizdir Hatta özel ismi bile birden çok olabilir ve değişik dillerde yüce Allah'ın ayrı ayrı özel isminin bulunması mümkündür Ve İslam'a göre caizdir Bununla beraber, meşhur dillerde buna eşanlamlı bir isim bilmiyoruz Mesela Tanrı, Hudâ (Farsça) isimleri "Allah" gibi birer özel isim değildir İlâh, Rab, Mabud gibi genel anlam ifade eden isimlerdir Hudâ, Rab demek olmayıp da "Hud'ay" kelimesinin kısaltılmışı ve "vâcibu'l-vücûd = mutlak var olan" demek olsa yine özel isim değildir Arapça'da "ilâh"ın çoğulunda (âlihe); "rabb"in çoğulunda (erbâb) denildiği gibi Farsça'da "hudâ"nın çoğulunda "hudâyân" ve dilimizde tanrılar, ma'bûdlar, ilâhlar, rablar denilir Çünkü bunlar hem gerçek, hem de gerçek olmayan ilâhlar için kullanılır Halbuki "Allahlar" denilmemiştir ve denemez Böyle bir kelime işitirsek, söyleyenin cahil olduğuna veya gafil olduğuna yorarız Son yıllarda edebiyatımızda saygı maksadıyla özel isimlerden çoğul yapıldığı ve örneğin "Ebussuudlar, İbni Kemaller" denildiği bir gerçek ise de; Allah'ın birliğine delalet eden "Allah" yüce isminde böyle bir ifade saygı maksadına aykırı olduğundan dolayı hem gerçeğe, hem de edebe aykırı sayılır Bu yüceliği ancak yüce Allah, (biz) diye gösterir Halbuki Tanrı adı böyle değildir, mabud ve ilâh gibidir Hak olmayan mabudlara da "Tanrı" denilir Fakat bu bir cins ismidir Allah'a şirk koşanlar birçok tanrılara taparlardı Falancaların tanrıları şöyle, falancalarınki şöyledir denilir Demek ki "Tanrı" cins ismi "Allah" özel isminin eş anlamlısı değildir, daha genel anlamlıdır Bundan dolayı "Allah ismi" "Tanrı adı" ile terceme olunamaz Bunun içindir ki, Süleyman Çelebi Mevlidine "Allah" adıyla başlamış, "Tanrı adı" dememiştir ve o bahrin sonunda "Birdir Allah, andan artık tanrı yok" diyerek tanrı kelimesini ilâh karşılığında kullanmıştır Bu açıklamanın tamamlanması için bir kelime daha söylemeye ihtiyaç duyuyoruz Fransızca "diyö" kelimesi de ilâh, tanrı kelimeleri gibi bir cins ismidir, onun da çoğulu yapılır, onu özel isim gibi büyük harf ile göstererek kullanmak gerçeği değiştirmez Bunun için Fransızlar tevhid kelimesini terceme edememişler, monoton tercemesinde "Diyöden başka diyö yok" diyorlar ki "İlâhtan başka ilâh yok" demiş oluyorlar; meâlen tercemesinde de "Yalnız diyö, diyödür" yani "yalnız ilâh ilâhtır" diyorlar Görülüyor ki, hem ilâh, hem Allah yerinde "diyö" demişler ve Allah ismi ile ilâh ismini birbirinden ayıramamışlardır; ve ikisini de özel isim gibi yazmalarına rağmen "diyö" ancak "ilâh" kelimesinin tercemesi olmuştur Bu ise ilk bakışta laf kalabalığı ve anlamsız bir söz gibi görünmekte, aynı kelimeleri önce olumsuz yapmak sonra olumlu kılmak, görünürde bir çelişki örneği arzetmektedir "Diyöden başka diyö yok, yalnız diyö diyödür" demek görünürde ya bir haşiv (boş söz) veya çelişkidir Halbuki diyen öyle demiyor; "Allah'tan başka Tanrı yoktur" diyor ve asla içinde çelişki ve tutarsızlık olmayan açık bir tevhid (birleme) söylüyor Bundan başka Fransızca'da "diyö"nun özel isim olabilmesi Allah'ın, Hz İsa'nın şahsında cesed ve şahıs şekline girme düşüncesine dayanır Bu noktalardan gafil olanlar "diyö" kelimesini Allah diye terceme ediyor ve hatta "Allah" dediği zaman bu terceme diliyle "diyö"yu söylüyor

Alıntı Yaparak Cevapla

Kur'an-İ Kerim Tefsiri

Eski 11-04-2012   #4
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Kur'an-İ Kerim Tefsiri



Tefsirciler, " " özel isminin dil tarihi açısından incelemesine çalışmışlar ve dinler tarihi meraklıları da bununla uğraşmışlardır Bu araştırmada başlıca gayeler şunlardır: Bu kelime aslında Arapça mı? Değil mi? Başka bir dilden mi alınmıştır? Üzerinde düşünülmeden söylenmiş bir söz mü? Türemiş mi, türememiş bir kelime mi? Tarihi nedir? Bunlara kısaca işaret edelim:
İşin başında şunu itiraf etmek gerekir ki bilgimiz, gerçekten ibadete layık olan Allah'ın zatını kuşatmadığı gibi özel ismine karşı da aynı şekilde eksiktir Ve Arapça'da kullanma açısından " " (Allah) yüce ismine benzeyen hiçbir kelime yoktur ve bunun aslını göstermek imkansızdır Dil açısından buna delalet eden bazı hususları da biliyoruz
Önce Hz Muhammed (sav)'in peygamberliği asrında bütün Araplar'ın bu özel ismi tanıdığı bilinmektedir Kur'ân-ı Kerim de bize bunu anlatıyor: "Andolsun onlara: 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, elbette 'Allah' derler" (Zümer, 39/38), Bundan dolayı şimdi bizde olduğu gibi o zamanda bu ismin, Arap dilinin tam bir malı olduğundan şüphe yoktur Sonra bunun Hz İsmail zamanından beri geçerli olduğu da bilinmektedir Bu itibarla da Arapça olduğu şüphesizdir Halbuki Kur'ân'dan, bu yüce ismin daha önce varolduğu da anlaşılıyor Bundan dolayı Hz İbrahim'den itibaren İbrânice veya Süryânice gibi diğer bir dilden Arapça'ya geçmiş olduğu üzerinde düşünülüyor ve bu dillerden Arapça'ya geçtiği görüşünü ileri sürenler oluyor Fakat Âd ve Semud hikayelerinde ve daha önce yaşamış olan peygamberlerin dillerinde de yalnız anlamının değil, bizzat bu özel ismin de dönüp dolaştığını anlıyoruz ve İbrânî veya Süryanî dillerinin de mutlak surette Arapça'dan önce olduğunu da bilmiyoruz Bunun için kelimenin Arapça'da daha önce kökten ve katıksız Arap olan ilk devir Araplarına kadar varan bir tarihi bulunduğu açıktır Bundan dolayı "İsrail, Cebrail, Mikail" kelimeleri gibi İbrânice'den Arapça'ya geçmiş yabancı bir kelime olduğunu zannetmek için bir delil yoktur
İkincisi; Arap dilinin aslında, Arapça olmayan bazı yabancı kelimeler hakkında dikkatli olmayı gerektiren birtakım özel incelikler vardır ki, bunlarla bir kelimenin aslını incelemek mümkün olur
Bu açıdan bakılınca " " (Allah) yüce isminin, o dilde benzeri olmayan bir kullanılış şeklinin bulunduğunu görürüz Bir görüşe göre, başındaki "el" en-Necm, el-ayyuk vs gibi kelimeden ayrılması caiz olmayacak şekilde kelimeden ayrılmayan bir belirleme edatı gibidir Hemzesi, sözün başında bulunduğu durumda üstündü, sözün ortasında başka bir kelime ile birleştiği zaman "Vallah, Billah, İsmüllah, Kâlellah" vs gibi yerlerde söylenişte veya hem telaffuzda hem yazıda hazf olunur (düşürülür) Diğer bir görüşe göre de "el" belirleme edatı değildir Çünkü birine çağırma halinde "" diye hemze sabit kalabiliyor ve bir de "Yâ eyyühe'l-kerim" gibi çağırma edatı ile çağırılan isim arasında gibi ayıran bir kelime eklemeye gerek kalmıyor Halbuki "el" belirleme edatı olsaydı böyle olmayacaktı
Eğer "el" belirleme edatı ise kelime herhalde başka birşeyden nakledilmiştir ve yüce Allah'a isim olarak verilmesi ikinci bir kök sayesinde mümkündür Fakat bunun başlangıçta Arap dilinde diğer bir isimden veya sıfattan alınmış olması mümkündür ve aslolan budur Belirleme edatı "el" kalkınca da "lâh" kalır Gerçekten Arapça'da "lâh" ismi vardır Ve Basralı alimlerin büyük bir kısmı bundan nakledildiğini söylemişler "Lâh" gizlenme ve yükselme mânâsına fiilinin masdarı olduğu gibi bundan "ilâh" anlamına da bir isimdir ve bundan "lâhüm", "lâhümme" denilir Bir Arap şairi: "Ebu Rebâh'ın bir yemini gibi, Allah'ım onu büyükler işitir" demiş Aynı şekilde Peygamber Efendimiz'in dedesi Abdülmuttalib Fil vak'asında Kâbe kapısının halkasına yapışarak; "Ey Allah'ım! Kul kendi evini korur, Sen de evini koru! onların haçı ve hilesi düşman olarak senin tedbirine galip gelmesin!" diye Allah'a yalvarmıştı (Bkz Fîl Sûresi Tefsiri)
Şu halde "lâh" isminin başına "el" getirilerek "Allah" denilmiş ve özel isim yapılmış demektir Bazıları ise daha ileri giderek Arapça "lâh" isminin Süryânice olduğu söylenen "lâha" isminden Arapça'laştırılmış olduğunu zannetmişlerdir Çünkü Belhli Ebu Yezid "lâh" Arapça olmayan bir kelimedir demiştir Çünkü, Yahudiler ve Hristiyanlar "lâha" derler Araplar bu sözcüğü alıp değiştirerek "Allah" demişler, bunun gibi "lâhüm" ile ilgili olarak İbrânice'de "elûhim" vardır Fakat tarih açısından Arapça'daki "lâh" mı öncedir, yoksa Süryanice'deki "lâha" mı öncedir? Bunu tesbit etmek mümkün olmadığı gibi iki dil arasında böyle bir kelimede ilişkinin bulunması, birinin diğerinden nakledildiğine mutlak surette delil olamaz Eğer arka arkaya gelme yoksa her ikisinin daha önce bulunan bir ana dilden yayıldığını kabul etmek daha uygun olur Ve bunu destekleyen delil de vardır Çünkü Allah kelimesinin Arapça'daki kullanılışında hiçbir yabancı dil kokusu yoktur Sonra "lâh, lâhüm" her ne kadar Arapça dışındaki bir dilden nakledilmiş olsalar bile "Allah" "el" takısı "lâh" ile birleştirilerek ondan alınmış olsaydı onun hemzesinin nida (çağırma) halinde yerinde kalmasına dilin kuralı müsaade etmezdi Bunun içindir ki, birçok dil bilgini ve bunların içinde Kufeliler, Allah kelimesinin "lâh"dan değil, "ilâh" cins ismi ile eş anlamlı olan "el-ilâh"dan nakledilmiş olduğunu söylemişlerdir Bu şekilde ilâhın hemzesi hazf edilmiş ve "el" belirleme edatının hemzesi onun yerine konmuş ve belirleme lâmı da "en-Necmü, Es-Sa'ku" gibi kelimenin ayrılmaz bir parçası olmuştur Bundan dolayı, aslına göre başındaki hemze, cümle içinde hazf ve başka bir harf yerinde kullanıldığına işaret edilerek de nida (çağırma) halinde düşmemiştir "İlâh" kelimesi de aslında ilâhet, ulûhet, ulûhiyet gibi ibadet mânâsı ile veyahut serbest olma mânâsı ile veyahut kalbin huzura ermesi ve rahat olması mânâsı ile veyahut korku mânâsı ile ilgili olarak "me'luh" yani kendisine ibadet edilen, yahut akılların hayret ettiği, yahut kalplere rahatlık ve iç huzuru veren yahut sıkıntıdan, korkudan kurtaran demek olur ki, "mabud" (kendisine tapılan)'da bu mânâların hepsi var gibidir "Allah" da ise gerçekten bu mânâların hepsi vardır Zemahşerî, Kâdı Beydâvî gibi birçok büyük araştırmacı bu incelemeyi kabul etmişlerdir Buna göre "lâh" kelimesinin de aslı "ilâh"dır (nâs) ve (ünâs) kelimeleri gibi Gerçekten çoğulunda hep "âlihe" deniliyor ki, Arap dilinde masdar ve küçültme ismi gibi, çoğullar da kelimenin aslını gösteren delillerdendir
Özetle dilde bu iki incelemeye göre Allah'ın ismi büyük türeme ile türeyen bir Arapça isimden nakledilmiş ve onun asıl mânâsını ihtiva etmiştir Hem de aslı ve kendisi Arapça'dır Bu arada bazılarının zannına göre aslı Arapça değil, fakat Arapça'ya nakledildikten sonra sırf Arapça'dır
Nahiv âlimi tefsirci Endülüslü Ebu Hayyan diyor ki: Bilginlerin çoğuna göre; " " yüce ismi hemen söylenmiş bir sözdür ve türememiştir Yani ilk kullanıldığında yüce Allah'ın özel ismidir İmam Fahreddin Râzî de "Bizim seçtiğimiz görüş şudur: Allah kelimesi yüce Allah'ın özel ismidir ve aslında başka bir kelimeden türememiştir İmam Halil b Ahmed ve Sibeveyh, usul alimleri ve İslam hukukçularının hepsi bu görüştedirler" diyor Gerçekten çağırma kipinde Allah kelimesinin başındaki hemzenin düşmeyişi ve araya bir şey girmeden çağırma edatı ile birleşmesi bu hemzenin, kelimenin aslından olduğunun bir delilidir Bundan dolayı "el" belirleme edatı değildir Ancak kullanmayı kolaylaştırmak için çoğunlukla bu edat gibi kullanılmıştır ve Allah kelimesinin sonuna tenvin getirilmemiştir Gerçi hemzenin hazf edilmesi, kelimede kalmasından daha çoktur ve daha fazladır Fakat " = yâ" ile " = el" belirleme edatları bir araya gelmedikleri ve bundan dolayı "yennecmü" vs denilemeyip (Yâ eyyühennecmü), yâ hâze'l-Harisü, yâ eyyühennâsü gibi araya veya gibi kelimeler konduğu halde (yâ Allah) diye hemzenin yerinde kalması ile yetinilmesi ve sonra bu kelimenin Allah'tan başka hiç kimse için asla kullanılmamış bulunmasından dolayı "en-Necmü, en-nâsü ve'l-ünâsü" cinsinden olmadığını gösterdiğinden kelime ve mânâ itibariyle bu özelliğin tercih edilmesi gerekmiştir
Özetle " " ismi türemiş veya başka bir dilden Arapça'ya nakledilmiş değildir Başlangıçtan itibaren özel bir isim olarak kullanılmıştır Ve yüce Allah'ın zatı bütün isimler ve vasıflardan önce bulunduğu gibi " " ismi de öyledir Allah ismi ulûhiyyet (ilâhlık) vasfından değil, ilâhlık ve mabudiyet (tapılmaya layık olma) vasfı ondan alınmıştır Allah, ibadet edilen zat olduğu için Allah değil, Allah olduğu için kendisine ibadet edilir Onun "Allah"lığı tapılmaya ve kulluk edilmeye layık olması kendiliğindendir İnsan puta tapar, ateşe tapar, güneşe tapar, kahramanlara, zorbalara veya bazı sevdiği şeylere tapar, taptığı zaman onlar ilâh, mabud (kendisine tapılan) olurlar, daha sonra bunlardan cayar, tanımaz olur, o zaman onlar da iğreti alınmış mabudiyet ve tanrılık özelliklerini kaybederler Halbuki insanlar, ister Allah'ı mabud tanısın, ister mabud tanımasınlar, O bizzat mabuddur O'na herşey ibadet ve kulluk borçludur Hatta O'nu inkar edenler bile bilmeyerek olsa dahi ona kulluk etmek zorundadırlar Araştırma mantığına göre iddia edilebilir ki, özel isimler kısmen olsun cins isimlerinden önce konulur Daha sonra bir veya birkaç niteliğin ifade ettiği benzeme yönü ile cins isimleri oluşur Bundan dolayı her özel ismin bir cins isminden veya nitelikten alınmış olduğu iddiası geçersiz sayılır
Üçüncüsü: Denilebilir ki, yukarıda açıklanan kullanma tarzından, " " yüce isminin Arap dilindeki özelliği ve bundan dolayı bir özel isim olduğu anlaşılıyor Fakat böyle olması diğer bir dilden alınmış olmasına neden engel sayılsın? Allah'ın isimlerinin birden çok olmasının caiz olduğu da önce geçmişti Gerçekten deniliyor ki İbranice'de "iyl" Allah demektir Çünkü Kâdı Beydâvî ve diğer tefsircilerde bile "İsrail" Allah'ın seçkin kulu veya Abdullah mânâsına tefsir edilmiştir ki, hemzenin hazf edilmesi ile "isrâl" ve yâ'ya çevirilmesi ile "İsrayil" şeklinde de okunur Diğer taraftan Süryanice'de "lâha", Arapça'da "lâh" da varmış Bundan dolayı Arapça'da bu iki ismin birleştirilmesi ile "illah" terkibinden "Allah" özel ismi vazedilmiş olduğu hatıra gelir ki; "Allah" ilâh meâlini hatırlatır ve "ilâhü'l-âlihe" (ilâhların) mabudların Allah'ı mânâsını ifade eder
Fakat böyle bir mantık ilişkisi, gerçeğin böyle olduğuna delalet etmez Böyle olsaydı mutlaka dil bunu bize bildirirdi Çünkü her şeyden önce kelimenin ucme ve özel isim olmasından dolayı gayri munsarif ve belki mebni olarak kullanılması gerekirdi Çünkü Ba'lebek, İsrail, Cebrail, İbrahim, İsmail ve benzeri özel isimlerin hepsi gayri munsarifdirler Halbuki " " ismi mureb ve munsariftir İkincisi, hemzenin hazf edilmesi durumuna uygun ise de hemzenin sabit kalması durumuna uygun değildir Çünkü Arapça'da "il" hemzenin kesri ile okuna geldiği halde "Allah"da hemze üstün ile okunur Ve doğrusu "îl" "ilah" mânâsınadır Çünkü " = ili" diye müzaf (tamlanan) oluyor Sonra îl, Allah demek ise ve ondan alınmış olsaydı "il lâh" diye bir terkip düşünmeğe ne ihtiyaç kalırdı? Kısacası, Allah isminin diğer bir dilden alınmış veya türemiş olduğunu bu şartlar altında belirlemek mümkün değildir Ve bu yüce isim, lisan açısından da adının sahibi gibi, bir ezeliyet perdesi içindedir Ve bütün bunlardan en basit bir mânâ edinmek için söylenecek söz, hayret ve büyüklüktür Allahu ekber!
: "er-Rahmân"; Bu da yüce Allah'a mahsus bir isimdir Bunun özel bir mânâsı vardır Fakat zat ismi değil, sıfat ismidir Hem vasıflanarak hem vasıflanmadan kullanılır Bundan dolayı katıksız isim ile katıksız sıfat arasında bir kelimedir Bunun için cer edatı ile geçişli olmaz, fiil gibi amel yapmaz "Buna rahmandır" denilmez Fakat izafetle (tamlama ile) "Dünya Rahmânı" gibi amel eder Böyle olması bu kelimenin fiil sıfatı değil, zat sıfatı olduğunu gösterir Ve böyle sıfatlara sıfat-ı galibe (üstün sıfat) ismi verilir Aslında içerdiği niteliğe sahip olan her şahsı nitelemek uygun olduğu halde o sıfatla seçkin olan özel bir kişi için kullanılması çokça görüldüğünden yalnız onun sıfatı olarak kullanılmış demektir Üstünlük bir derece daha kuvvet bulunca isim olarak da kullanılır ki, Rahmân böyledir Ve bu üstün gelme ya gerçekten veya varsayım şeklinde olur Eğer önce genel olarak kullanılmışsa ve daha sonra bir şeye tahsis edilmesi gerekmişse "gerçek anlamıyla"; eğer önce genel olarak kullanılması bizzat meydana gelmemiş de dil ile ilgili bir kural gereğince ise "varsayım anlamıyla" denilir
er-Rahmân) ismi de varsayım tarafı ağır basan ve yalnızca Allah için kullanılan bir özel isimdir Çünkü dil açısından (rahm) ve (rahmet)ten türemiş ve sürekli ve pek fazla acıma mânâsına gelen bir sıfat-ı müşebbehe kipidir ki çok merhametli, çok rahmet sahibi mânâsına bir sıfattır Böyle olunca da bu sıfat kimde bulunursa ona (er-Rahmân) demenin kıyas yoluyla mümkün olması lazım gelir Halbuki hiç böyle kullanılmamış, rahmeti sonsuz, ezelî ve gerçek anlamda nimet veren bir mânâya tahsis edilmiş olduğundan dolayı başlangıçtan itibaren yüce Allah'tan başkasına Rahmân denilmemiştir Ancak yalancı peygamber Müseylimetü'l-Kezzâb'a bir defa haddini aşan yağcı bir şair lâmsız olarak "Sen rahmân olmaya devam ediyorsun" tabirini kullanmış ve buna rağmen (er-Rahmân) dememiştir Böyle olduğu halde İslâm dini açısından değil, dil açısından bile bu şairin hata ettiği belirtilmiştir Din açısından ise şairin yanlış bir ifade kullandığı haydi haydi sabittir Öyle ise mutlak surette "Rahmân" yüce Allah'a ait bir sıfat ismidir Bundan dolayı aslında sıfat olması itibariyle çok rahmet sahibi, pek merhametli, çok merhametli, gayet merhametli veya sonsuz rahmet sahibi diye tefsir edilebilse de özelliğinden, isim olmasından dolayı tercemesi mümkün olmaz Çünkü özel isim terceme edilmez Özel isimlerin terceme edilmesi onların değiştirilmesi demektir ve dilimizde böyle bir isim yoktur Bazılarının Rahmân'ı "esirgeyici" diye terceme ettiklerini görüyoruz Halbuki "esirgemek" aslında kıskanmak, yazık etmek mânâsınadır "Benden onu esirgedin" denilir Sonra kıskanılanın korunması, saklanması tabiî olduğundan esirgemek, onun gereği olan korumak mânâsına da kullanılır "Beni esirgemiyorsun" deriz ki, "Beni korumuyorsun" demektir Fakat "Bana merhamet etmiyorsun" gibi, "bana esirgemiyorsun" denilmez Bundan dolayı esirgeyici aslında "kıskanç" demek olacağından Rahmân'ın gelişigüzel bir tefsiri de olmamış olur Elemlenmek, acı duymak demek olan acımaktan "acıyıcı" da tatsız ve kusurludur, kuru bir acımak merhamet değildir Merhamet, acı felaketini ortadan kaldırmak ve onun yerine sevinç ve iyiliği koymaya yönelik olan bir iyilik duygusudur ki dilimizde tamamen bilinen bir kelimedir Biz merhametli sıfatından anladığımız tatlı mânâyı öbürlerinden tam olarak anlayamayız ve hele pek merhametli yerinde "acıyıcı, esirgeyici" demeyiz Bunun için eskilerimiz burada "yarlığamak" fiilinden "yarlığayıcı" sıfatını kullanırlardı "Rabbim rahmeti ile yarlığasın", "rahmetinle yarlığa ya Rabbi!", "Rahmetinle yarlığa kıl ya gani (zengin)" gibi ki, bu kelimeyi hafifleterek "yarlamak" ve "yarlayıcı" denildiği de olmuştur Ve aslında "yar (dost) muamelesi yapmak" demektir ki, merhametin sonucudur Fakat "yarlığayıcı" da isim değil sıfattır Özetle Rahmân "pek merhametli" diye noksan bir şekilde tefsir olunabilirse de terceme olunamaz Çünkü "pek merhametli", ne yalnız Allah için kullanılan bir sıfattır, ne özel isimdir, "Rahim" demek de olabilir Sonra yüce Allah'ın rahmeti, merhameti; bir kalb duygusu, psikolojik bir meyil mânâsına gelen bir iyilik duygusu değildir Fâtiha sûresi tefsirinde açıklanacağı üzere iyiliği kasdetmek veya sonsuz nimet verme mânâsınadır Dilimizde de rahmet bu mânâ ile bilinir, fakat bu ilgiden dolayı "Rahmân" ismini "Vehhâb = çok bağışlayan" ismi ile karıştırmak da uygun olmaz Vehhâb, Rahmân gibi özel isim değildir Bundan dolayı Rahmân, Vehhâb veya Afüvv (çok affeden) mânâlarına gelen "bağışlayıcı" sıfatı ile de terceme edilemez Bu ismi ezberleriz ve tercemesi ile değil, tefsiri ile rahmet mânâsından anlamağa çalışırız
: "er-Rahîm" de sıfat-ı müşebbehe veya mübalağa ile ism-i fâil olarak ikinci bir sıfattır İki sıfatın farkının daha açık olması için burada ikincisi daha uygundur ki "çok merhamet edici" demek olur Bu da yüce Allah'ın sıfatlarından biridir Fakat yalnız sıfat olarak kullanılır, mevsufsuz (nitelenen olmadan) tek başına kullanılmaz Bundan dolayı Rahmân gibi sıfât-ı gâlibe (genellikle sıfat olarak kullanılan kelime) ve özel isim olmayıp Allah'dan başkası için de kullanılabilir ve fiil amelini yapar Başındaki belirleme edatı da bilinen zat içindir Şu halde sıfat terkibindeki kelimelerin ilki yalnız isimdir, ikincisi hem isim, hem sıfat, üçüncüsü yalnız sıfattır Üç kelimeden oluşan sıfat, özel isimden umumî mânâya doğru açılmıştır Ve bu iki sıfat, "Allah" zat ismine kalbimizde anlam kazandırmıştır Bunlar, Allah'ı görmenin ilk cemâl tecellileridir
Görüyoruz ki; (Rahmân, Rahîm) ikisi de rahmet masdarından mübalağa (pek çokluk) ifade eden birer sıfat olmakla beraber aralarında önemli farklar vardır Bu farkları göstermek için müfessirler epeyce açıklamada bulunmuşlardır Biz şu kadarıyla yetineceğiz: Yüce Allah'ın Rahmân oluşu, ezele (başlangıcı olmayışa), Rahim oluşu ise lâ yezale (ölümsüzlüğe) göredir Bundan dolayı yaratıklar, yüce Allah'ın Rahmân olmasıyla başlangıçtaki rahmetinden, Rahim olmasıyla da sonuçta meydana gelecek merhametinden doğan nimetler içinde büyürler ve ondan faydalanırlar Bu noktaya işaret etmek için dünyanın Rahmân'ı, ahiretin Rahîm'i denilmiştir Aslında yüce Allah, dünyanın da, ahiretin de hem Rahmân'ı, hem de Rahîm'idir Ve bu tabir de eski âlimlerden nakledilmiştir Fakat her ikisinde öncelik itibariyle Rahman, sonralık itibariyle Rahim olduğuna işaret etmek için dünya Rahmân'ı ve ahiret Rahîmi denilmiştir ki, "hem müminlerin, hem kâfirlerin Rahmân'ı, fakat yalnız müminlerin Rahîm'i" denilmesi de bundan ileri gelmektedir "Allah müminlere karşı çok bağışlayıcı, çok merhametlidir" (Ahzâb, 33/43)
Bu hususu biraz açıklayalım: Rahmân, yüce Allah'ın bir özel ismi olduğundan dolayı ezeli ve ölümsüzlüğü içine alır Bundan dolayı, bu cins rahmet, merhamet ve nimet vermenin kullardan ortaya çıkması düşünülemez Rahim ise yalnız Allah'a ait olmadığından sonsuzluğu gerektirmez Ve bundan dolayı böyle bir merhametin ve nimet vermenin kullar tarafından da yapılması düşünülebilir Demek Rahmân'ın rahmeti bir şarta bağlı değil iken, Rahîm'in rahmeti şarta bağlıdır, şarta bağlı olarak gerçekleşir
İşte dünya ve ahiretin Rahmân'ı ve ahiretin Rahîm'i, yahut mümin ve kâfirin Rahmân'ı, müminin Rahîm'i denilmesinin sebebi budur Rahmetli Şeyh (Muhammed) Abduh'un lügatta bu mânâlara işaret yoktur zannetmesiyle eski alimlerin bu terimlerle gösterdikleri farkları ihmal etmesi doğru değildir Çünkü "Rahmân" lügatte de Allah'a ait olan sıfatlardandır ve bir fiille bağlantısı yoktur Ezelîlik (başlangıcı olmama) bildirir ve başlangıç noktasına bakar Rahim'de ise bu özellik yoktur ve bir fiille bağlantısı vardır Demek ki, zevalsizlikte geçerlidir Rahmân'ın rahmeti, başlangıçta iyiliği dilemeye yönelik Allah'ın zatına ait bir sıfattır Rahîm'in rahmetinin de sonunda iyilik yapmaya yönelik bir fiilî sıfat olarak kabul edilmesi en güzel görüştür Şu halde Rahmân ile Rahim, rahmetin değişik birer mânâsını ihtiva etmekle birbirlerinden birer yön ile üstün olmuş oluyorlar Demek ki Rahmân, Rahim sıfatları yalnız bir pekiştirme (te'kid) için tekrar edilmiş değildirler Ve her birinin kendine mahsus özel bir mânâsı ve bir mübalağa yönü vardır Bir taraftan Rahmân'ın rahmeti en üstündür Çünkü her yaratılmışa izafe olur, diğer taraftan Rahîm'in rahmeti en üstündür Çünkü öbüründen (Rahmân'dan) daha fazla fiilî bir feyiz ve bereketi içine almakta ve Allah'a vekaleten kullarında da bulunur Bazı tefsirlerde de buna işaret edilerek Rahmân'ın rahmeti yüce nimetler, Rahim'in rahmeti ise nimetlerin incelikleri ile ilgilidir derler Rahmân'ın kullanılışı özel, ilgi alanı ise geneldir Rahîm'in kullanılış alanı genel, ilgi alanı ise özeldir ve işte yüce Allah böyle katmerlenmiş bir rahmet sıfatı ile vasıflanmıştır ve bunlar, insanlardan ümitsizlik duygusunu silmek ve onun yerine sonsuz bir iyimserlik duygusunu kurmak için yeterlidir Genel bir şekilde istenen iman ve güven duygusunun ruhu da budur Rahmân, Rahîm olan Allah'ı inkâr eden kâfir istediği kadar ümitsiz olsun, fakat müminin ümitsiz olması için hiçbir sebep yoktur "Sonuç günahlardan sakınan müttakilerin olacaktır" (Kasas, 28/83) Ve besmeleden alınacak ilk ilâhî feyz bu sevinçtir

Alıntı Yaparak Cevapla

Kur'an-İ Kerim Tefsiri

Eski 11-04-2012   #5
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Kur'an-İ Kerim Tefsiri



BESMELE'NİN TERKİBİ
Besmele görünüşte bir izafet tamlaması ile iki sıfat tamlaması ve başında bir ilgi edatı ilişkisinden birleşmiş, bağımsız bir tam cümledir Gerçekte ise bu bağlantının ifade ettiği hazfedilmiş ve (mukadder) sözün gelişinden anlaşılan tam bir bağlantı ile gayet kısa, öz ve açık anlamlı tam bir sözdür " " bir izafet tamlaması, "" bir sıfat tamlaması, " " diğer bir sıfat tamlamasıdır İsmin Allah'a izafeti, "lâm" veya "min" edatının gizli bulunduğu izafet olabilir ki, birincisinde "Allah'ın ismi", ikincide ise "Allah ismi" demek olur Birincisinde sıfatlar izafetten önce; Rahmân ve Rahim sıfatları ile vasıflanan "yüce Allah'ın ismi ile" gibi veya izafetten (tamlamadan) sonra; "Yüce Allah'ın ismi ile ki o hem Rahmân hem Rahim sıfatları ile nitelenmiştir" gibi bir mânâ düşünülebilir Fakat ikincide ( açıklama tamlamasında) "Allah" ismi tamlamadan önce sıfatlarıyla birlikte düşünülüp topluca bir isim gibi zikredildikten sonra isim kelimesini açıklamak için ona müzâfün ileyh (tamlayan) kılınmış olur Ve bu şekilde zikretme durumunda sıfatlar yalnız lafzın sıfatı olarak zikredilmezler Ancak irâbı anlatmaktan vazgeçerek ve zat isminin önemini iyice araştırmak için bir izafetin irâbı üç kelimeye dağıtılmış bulunur ki, buna zaruri irâb ismi verilir (lâm)'ın gizli olduğu izafette "" başlangıç kabul edilir ve mânâ açısından mutlak (kayıtsız) kalır (min) açıklama ifade eden izafette ise "" kendisinden sonra Rahmân ve Rahîm sıfatları, gelen "Allah" ismi ile açıklanmış olur Tefsircilerin çoğu birincisini (lâm'ın gizli bulunduğu tamlamayı) tercih ediyorlar Çünkü onda hem irâb açıktır hem de isimler ve sıfatların mânâsı bizzat kasdedilir İsim kelimesinin mânâ açısından mutlak (kayıtsız) kalması da işaret yoluyla özel isim ile bağlanmış olur Bazıları ise Lebid'in " Gelecek yıla kadar, sonra selam ismi üzerinize olsun" mısraındaki "ismü's-selam" gibi açıklama ifade eden izafeti tercih etmişlerdir Çünkü mevlid sahibi (Süleyman Çelebi) "Allah adı" derken bunu göz önünde bulundurmuştur Bundan anlaşılır ki, besmelede " " izafet tamlamasını söyleyenin maksadına göre "Allah'ın ismi" veya "Allah ismi" mânâlarından her birine uygun düşecek şekilde bunlardan biri ile terceme edildiği zaman bu çok mânâlı olması ortadan kalkmaz Allah özel ismi ve "Rahmân" özel sıfatının da tercemelerinin -değiştirmek ve bozmak olacağından mümkün olmadığını göstermiş idik
İşte iki sıfat ilgisi ile bir tamlama ilgisinden oluşan terkibi başındaki " = b" edatı ile dolaylı bir nesne veya bir hal meydana getirip gizli bir fiil cümlesinin failine bağlanarak tam ve tafsilatlı bir sözün beliğ (düzgün ve sanatlı söz) ve kısaltılmışı olmuştur Burada hazf edilmiş (gizlenmiş) olan fiil besmele çeken kimsenin teşebbüs edeceği okurum, yazarım, yerim, içerim, kalkarım, otururum, başlarım vs gibi bir fiildir Herhangi bir kimse başlamak üzere olduğu maksadını kalbinde gizleyerek besmeleyi çeker ve Allah'ın ismini işinin başına ara vermeden yapıştırabilir İşte bu genel faydayı temin etmek için cümlenin iki unsuru olan fiil ve fâil hazf edilmişlerdir Bu hazf etmeye delâlet eden ipucu " = bi"dir Konuşan şahsın, durumuna ve yerine göre hazf edilen fiil ve faili belirlemek için ipucu olur Böyle hazifler Arapça'da çok olduğu gibi dilimizde de vardır Mesela misafiri uğurlarken "devletle, selametle"; "devlet ve selametle", "şerefle" gibi ve iyi bir gelecek dileyen sözlerle yahut "uğurlar olsun" deriz ki, "gidiniz" fiilini kalbimizde gizleyerek bir kelimeden bile tam ve düzgün bir cümle yaparız ve kendisine hitab ettiğimiz kimse de bunu açıkça anlar Bunların diğer fiillerde de benzerleri çoktur: "Falan adına", "falan şerefine" ki "yapıyorum", "yiyorum" demek olduğu gibi, aynı şekilde "sıhhat ve afiyetle yiyiniz" demektir vs İşte besmele de bunlara benzer Fakat burada hazf edilmiş fiil, besmelenin sonunda var sayılmalıdır Yani " = bi" bağlı bulunduğu fiilden önce gelmiştir Gerçi Arapça'da Türkçe'nin tam tersine sözü tamlayan kelimelerin sonradan gelmesi gerekir "Rabbinin adıyla oku" (Alâk, 96/1) gibi Fakat cümlenin son kısmında gelmesi gereken tamamlayıcı unsurları cümlenin baş tarafına getirmek bir önem ve özellik ifade eder Gerçekten 'deki emir aslında okumaya yönelik olduğu için, cümledeki en önemli unsur okumak iken 'de en önemli olan husus, Allah'ın ismini okumak vs gibi hususları, girişilecek işten önce zikretmektir Ve işte bu öne alma, yardımın yalnızca Allah'tan dileneceğini belirtmek ve mânâyı yalnızca ona ait kılmak içindir Çünkü bilindiği gibi her millet en önemli işine, büyüklüğüne inandığı bir isim ile başlar Arap müşrikleri de sözlerine veya işlerine "Lât'ın ismi ile", "Uzzâ'nın ismi ile" gibi putlarından birinin ismi ile başlarlardı İnsanlar arasındaki alış veriş ve diğer işlerde, özellikle açılış törenlerinde ve özel programlarda "falancanın adına, falanın şerefine" gibi bunun değişik örneklerini görürüz İşte besmelede fiilin cümlenin sonuna bırakılmasıyla Allah'ın isminin öne alınması bütün bunları red etmekle, başlamayı yalnız Allah'ın ismine tahsis etmek içindir ki, "Ne kendim ve ne başkası yani akla gelebilen hiçbir isim ile değil ancak yüce Allah'ın ismi ile şu işime başlarım, başlıyorum" demektir Bundan dolayı besmele bu şekilde bir de tevhid mânâsını içermiştir Türkçe açısından ise cümlenin tali unsurlarının fiilden önce ve fiilin tabiî olarak cümle sonunda gelmesi gerekli olduğundan tahsisi anlatma şekli değişir ve "başlarım Allah'ın ismi ile" demek gerekir Bu anlatım tarzında ise anlatma fiilinin gerçek fiil ile beraber olması temin edilmemiş olur O halde "Allah'ın ismi iledir ki, başlarım, okurum, kalkarım, giderim" gibi bir anlatım tarzı takdir edilebilirse cümleden bu beraberlik anlaşılır Fakat hazf edilen fiilin "der ki başlarım" şeklinde olduğuna dilimizce ipucu bulmak zordur Zikir halinde kısaltmadan anlaşılan bütün faydalar ortadan kaldırılmış ve bayağı bir söz söylenmiş olur
Bu açıklamadan sonra da besmelenin dilimize göre mümkün farz edilebilecek tercemesi şu şekillerden biri olması gerekir:
1- Çok merhamet edici bir Rahmân olan Allah'ın ismi ile, (lâm mânâsına olan tamlama)
2- Rahmân, Rahim olan Allah'ın ismi ile (lâm mânâsına olan tamlama)
3- Rahmân-ı Rahîm olan Allah ismi ile (yahut adı ile açıklama tamlaması )
4- Rahmân Rahim olan Allah adına
Fakat ilk bakışta bu dört şeklin her birindeki "olan" sıfat bağlacı, yanlış bir anlamaya yol açıyor Çünkü "olmak" fiili dilimizde hem var olma, hem de durumun değişmesi mânâlarında ortak olarak kullanıldığından dolayı; önceden değil imiş de sonradan Rahmân-ı Rahim olmuş, sonradan meydana gelmiş gibi bir mânâyı ifade edebilir Olan yerine bulunan kelimesini de bağlaç olarak kullanmak iyi olmuyor Bundan dolayı bu bağlacın düşürülmesi ile;
5- "Rahmân, Rahim, Allah'ın ismi ile, veya;
6- Rahmân, Rahim Allah ismi ile" demek daha doğru olacaktır Bunda da Allah zat isminin en önemli olan öne alınmasına riayet edilmemiş ve neticede araya giren fiil ile rahmetin arası açılmış olur Bundan dolayı Allah ismini sıfatları ile beraber bir isim gibi anlatarak;
7- Allah-i rahmân-i rahim ismi ile, veya;
8- Allah-i rahmân-i rahîm'in ismi ile, denilirse doğrudan Allah ismi başlangıç yapılmış olacak ve bununla beraber rahmet bağlantısı yine temin edilemeyecektir Bunu "Allah, rahmân, rahim ismi ile" şeklinde söylemek dilimize göre hepsinden akıcı olacak ise de; bunda da bir teslis şüphesi akla gelebilir Gerçi ismi ile denilip, isimleri ile denilmemesi bu şüpheyi ortadan kaldırmak için yeterlidir Ve aynı zamanda isimlerin ve sıfatların birden çok olması zatın birliğine engel değil ise de böyle teker teker saymak şeklinde üç ismin birer zat ismi gibi düşünülmesi hemen akla geleceğinden bunları sıfat "i"si ile birbirine bağlayarak bir kelime gibi okumak daha güvenli olacaktır Fakat bunda da terkiplerin birbiri ardında gelmeleri kuşkusundan kurtulamayacağız
O halde ne tek tek kelimelerini ve ne de terkiplerini tam olarak terceme etme mümkün olmayan ve hele belağat yönlerini, beyan ahengini nakletmek hiçbir şekilde mümkün olmayan, dudaktan başlayıp bütün karnı dolaştıktan sonra yine dudakta sona eren harflerinin tatlı düzeni bile başlı başına mükemmel ve eşsiz olan ve bununla beraber her müslümanın ve her Türk'ün çok iyi bildiği ve az çok anladığı bir vecize anlamı bulunan besmeleyi bir "ile" veya "adıyla" ifade tarzı hatırı için terceme etmeye kalkışmayıp, her zaman aslına göre söylemek ve bu gibi açıklamalar ve tefsirlerle de mânâsını düşünmeye çalışmak kaçınılmaz bir iştir Bundan dolayı her şeyin anahtarı ve bir tevhid (Allah'ın birliğinin) âyeti olan " " kıymetli ve ahenkli sözünü, Allah'ın birliğine inanan kimseyi müşrik durumuna düşürecek olan mânâsını andıran "esirgeyici bağışlayıcı tanrı adıyla" gibi beğenilmeyen tercemelerle bozmaya özenmekten sakınmaya mecburuz

BESMELE'NİN YÜCE TEFSİRİ
Anladık ki besmeledeki kelimelerin sıralanışında en fazla etkili olan nokta baştaki " = bâ" harfidir "Ba" harfi sayesinde biz Allah'ın ismine ulaşırız Bütün varlıkların ve varlıkların gelişmesinin ilk başlangıç noktası ve tek isteği olan "Allah-i rahmân-ı rahîm"in ismini; kalbimizde niyet ettiğimiz ve henüz meydana gelmesini görmediğimiz, yapmayı kasdettiğimiz işimize bağlayarak kelimeleri kısa, mânâsı dünyayı kaplayan bir özlü söz söyleyebilmemize vesile olan ancak bu " = bâ"dır İşimizde istediğimizi yapmakta ne kadar serbest olursak olalım, yaptığımız şeylerin tam sebebi olmadığımız bir gerçektir Çünkü bizim isteklerimiz, varlık zincirinin kesin bir ilk sınırı değildir, onun akışı içinde bir değişme anıdır Ve bunun için biz bütün iradelerimizin istek ve dileklerimizin aksamadan ve sıkıntısız meydana geldiğini görmüyoruz Demek ki başarılarımız, herşeyin ilk sebebi ile isteklerimiz arasındaki münasebetin bereketine bağlıdır ki, bu bereket başlangıçta Rahmân'a ait, sonunda Rahim'e aittir Biz ister bilelim, ister bilmeyelim kâinatta bu oran, bu ciddiyet, bu ilişki, bu bağlantı bütünlük arzeden genel bir kanundur ve eşyanın varolması, bu kanunun meydana çıkmasıdır İşte besmele " =bâ"sı ile bizde bu kanunu anlaşılır hale getiren bir sözlü etkendir Bu hiss parıltısından kastedilen en son hedef bu varoluş noktasıdır Bu açıdan besmelenin tefsirinde odak noktası " = bâ"dır ve bundan dolayı besmelenin mânâsı " = bâ"dadır Bâ'nın sırrı da noktasındadır denilir Bu hikmete ve bu kanuna işaret etmek içindir ki, Türk şairlerinin övünç kaynağı olan Hâkânî Hilyesi'nde:
"Eğer besmele yazılışında uzatılmasaydı hiç eşya cinsi meydana gelir miydi?" demiştir
En büyük müfessirler diyorlar ki: " = bâ"nın buradaki bitiştirme mânâsı ya sığınma ve beraberlik veya yardım dilemektir Yani hafızamızda meydana gelen ilişki "Allah-i rahmân-i rahim" ismine bir sığınma ve beraberlik hissi veyahut isminin ve (Rahman, Rahim) sıfatları ile isimlendirilen ve delalet ettikleri mânâya göre Allah'ın rahmetinden medet ve yardım isteme hissidir ki, birincisinde besmele ibaresi gramer açısından "hal" , diğerinde dolaylı tümleç olur
Merhum Şeyh Muhammed Abduh Fâtiha sûresinin tefsirinde zikretmeye değer bir mânâ daha yazmış ve şöyle demiştir: "Bütün milletlerde ve bu cümleden Arap milletinde de bilindiği gibi birisi bir reis veya büyük bir zat hesabına -ve kendi şahsından bahsetmeden- yalnız onun için bir iş yapmak istediği zaman "falanın adına" der Ve o zatın ismini söyler ki "O ve onun emri olmasaydı ben bu işi yapmazdım ve yapamazdım" demek olur Bunun en açık örneğini devlet mahkemelerinde görürüz Hakimler gerek sözlü hükümlerinin ve gerek ilâmlarının başında "falan hükümdar adına veya falan reis adına" başlığını söylerler İşte bunlar gibi bir müslüman da "şu işe başlıyorum" derken "Ben bu işi kendim için değil, Allah adına, onun emri ile ve ancak onun için yapıyorum" demiş olur
Bu yoruma göre besmelenin meâli "Rahman Rahim Allah adına" demek oluyor ki, bunun da " = bâ"daki sığınma mânâsıyla ilgisi bulunur Fakat bunun kısacası başkası adına yapmayı itiraf etmektir Bir işe başlarken "falan adına" demek "Ben bunu ona isnad ederek, onun yerine, onu temsil ederek, onun bir aleti olarak yapıyorum, bu iş gerçekten benim veya başkasının değil, ancak onundur" demek olur Bu da vahdet-i vücud düşüncesi ile ilgili bir (fenâ Fillah) durumudur ki, ancak peygamberlik, velilik, hakîm olma ve tasarruf sahibi olma gibi özel manevi makamlarla ilgilidir Ve bundan dolayı yalnız sûre başlarında bulunmasından dolayı besmelenin bir mânâsı olarak gösterilebilirse de İslâm hukukunun genel olan ve kişinin şahsiyet payını yok etmeye değil, canlandırmaya yönelik bulunan faydalanma ve istifade etme makamlarına tatbik olunamaz Mesela yemeğe başlarken besmele çekmek sünnettir Halbuki "Allah adına yemek yiyorum" demek pek hoş değildir Bunda yalnız "Allah'ın ihsan ettiği yemeği yiyorum" mânâsı anlaşılabilseydi doğru ve uygun olurdu Fakat yedirmekte değil, yemekte Allah'a vekillik yapmak anlamsız ve edebe aykırı bir söz olur Hatta "Allah adına ibadet ediyorum" demek de doğru değildir Çünkü ibadet Allah'a yapılırsa da Allah adına, O'nun yerine değil, kulun kendi vekilliğini kuvvetlendirmek için kendi adına bizzat kendisi tarafından yapılır Halbuki "Falancanın adına istiyorum" diyen bir vekilin, bir elçinin veya "Falancanın adına hükmediyorum" diyen bir hakimin makamı böyle değildir Orada kendi şahsiyetinden tecerrüd ederek istekte bulunmasında veya karar vermesinde bir tek vücud gibi olduğunu meydana çıkarır Mesela o hâkim, bağlı olduğu hükümet başkanının şahsiyeti içinde kendi şahsiyetini eritmekle yetki aldığı kaynağın asıl olduğunu ve onunla bir vücud gibi olduğunu ilan etmiş olur Bu da peygamberlik, velilik, hikmet sahibi olmak ve manevi güce sahip olmak gibi özel manevi makamlardan birinde bulunan müslümanın çekeceği besmeleye uygun olabilirse de besmele çekilmesi uygun ve müstehab olan her yerde uygulanması mümkün değildir ve bundan dolayı, besmelenin genel bir mânâsı olamaz
FAYDALI BİR NOT: Besmele çekerken üzerinde durmak noksan ve çirkin, deyip durmak yeterli ve doğru yine yeterli ve doğru, tam bir vakıftır

BESMELE'DEN ÇIKAN HÜKÜMLER
Kur'ân yazarken "Tevbe" sûresinden başka sûre başlarında yazmak farzdır Hayvan keserken veya ava silahla ateş ederken sadece demek de farzdır Kasıtlı olarak besmele terk edilirse o hayvanın eti yenmez Fakat besmele unutulursa bir sakıncası yoktur "(Kesilirken) üzerine Allah'ın adı anılmayan hayvanlardan yemeyin" (En'âm, 6/121) Bunda ve bu gibi bazı yerlerde denilmemesi sünnettir Namaz dışında Kur'ân okumaya başlarken sûre başlarında ise demek, (Eûzü-besmele) âlimlerin çoğuna göre sünnettir Bu cümleden olarak Atâ gibi bazı imamlara göre vacibdir Yalnız "Tevbe" sûresinde besmele okunmaz İki sûre arasında ise iki kırâet vardır Bizim Âsım kırâetinde besmele okumak mendubdur Kur'ân okumaya başlamak, sûre başından değil de ortasından veya sonundan ise "Eûzü-besmele" okumak mendubdur Yukarıda açıklandığı üzere namazda biz Hanefilere göre Fâtiha'dan önce gizlice "Eûzü-besmele" okumak sünnet, Şâfiîlere göre gizli veya sesli besmele çekmek farz; Mâlikîlere göre okunmaması mendubdur İki sûre arasında ise biz Hanefilerce de böyledir (mendubdur)
Kırâetten başka diğer önemli ve İslâm'a uygun işlerde veya ile başlamak işin önem derecesine göre ya mendub veya sünnet veya vacibdir Bu konuyla ilgili uzun uzadıya açıklama kırâet ve fıkıh kitaplarına aittir İleride konuyla ilgili âyetlerin tefsirlerinde de gerekli açıklamalar yapılacaktır İstiâze (Eûzü billahi mine'ş-şeytânirracîm demek) konusu, "Kur'ân okumak istediğin zaman kovulmuş şeytandan Allah'a sığın" (Nahl, 16/98) âyetinde; besmeleden daha genel olan tesmiye konusu "Yaratan Rabbinin adıyla oku" (Alâk, 96/1) âyetinde; hayvan keserken besmele okuma konusu da En'âm sûresinde (6/121) inşaallah açıklanacaktır Neml sûresinde de (27/30) yine besmele ile ilgili açıklama yapılacaktır

ÖZETLE
Lütuf ve ihsanı herkesi ve herşeyi kuşatan Allah (cc), büyük dostu şanlı peygamberi Hz Muhammed (sav) Efendimiz'i "Ve Sen büyük bir ahlâk üzerindesin" (Kalem, 68/4) ve "(Ey Muhammed), Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik" (Enbiya, 21/107) şereflendirmesiyle bahtiyar kılmak için "Ruh-i emini=Hz Cebrail'i" ile "hakk-ı mübinini=her şeyi apaçık açıklayan Kur'ân-ı Kerim'i" indirirken herşeyden önce onun seçimine, ıslahına ve terbiyesine önem vermiş İlâhî yardıma mazhar kılmış ayrıca kendisine bağlılığını göstermek ve ilâhî ismini öne almak sureti ile başlamanın kutsal edebini öğrettiği gibi bunu tatbik etmek için de bütün gönülleri ümidin başlangıcı ve emellerin en son noktası Rahmân olan Allah'ın yardımı ve Rahim olan Allah'ın rahmetini varlık âleminin bütün görüntülerinin en büyük kanunu bulunan ilâhlık ve kulluk ilişkileri altında, apaçık bir dil ile Allah'ın birliğini ifade etme, gayet kısa ve kısa olması ile birlikte son derece derli toplu ve olağanüstü akıcı ve açık bir beyan üslubu içinde özetleyen düsturunu, her şeyin bir anahtarı gibi ihsan etmiş ve sonra bu kanunu ve bu edeb ve terbiyeyi bütün İslâm ümmetinin kitapları, yazıtları, Kur'ân okumaları, nutukları ve diğer önemli işleri ve ihtiyaçlarının başında iktibas edecekleri ve uyacakları kıymetli bir gelenek kılmıştır Gerçekten Resûl-i Ekrem Efendimiz'in hadis-i şeriflerinde de şöyle buyurulmuştur: "Besmele her kitabın anahtarıdır" Bundan başka "Besmele ile başlanmayan her mühim iş sonuçsuz kalır" Mutlaka Allah Teâlâ'nın ismi ile başlanmayan herhangi bir iş, onun yüce huzuruna sunulamaz, sunulamayınca da sonuçsuz, tamamlanmamış kalır
Demek ki, bize ile Allah kitabının öyle bir anahtarı verilmiştir ki, biz bunda Kur'ân ilminin kısaca konusunu, gayesini bulacağız ve önce Fâtiha'da, ikinci olarak birbirinin ardı sıra Kur'ân'ın bütün sûrelerinde bunun Sidre-i müntehâ'yı geçen manevî sırlarının ortaya çıkmasını etraflıca göreceğiz Bu manevi sırların görünmesinde Kur'ân'ın sûreleri ve âyetleri arasındaki tertip ve ilişkiler, sade ince ve nazik edebiyatla ilgili bir zevki değil, derin ve geniş bir hikmet ilminin bile hesaba sığmaz tertip ve düzen şekillerini içine almaktadır O bazı yabancıların zannettikleri gibi, yalnızca gözle görüldüğü şekilde uzun, orta ve kısa yazılma gibi maddi anlamda ve matematiksel niceliklerin ifadesi değildir Onun içinde sonsuz boyutlarıyla gelişen bir hayatın parçaları ve unsurları arasındaki tabii ve güzel nicelik ve nitelik ilişkilerinden başka, duyarlı bir kulağın güzel ahenklerine, kalblerde uyanan duyguların, sezişlerin çeşitli niceliklerine, akıl ve mantıkla ilgili anlayışların sağlam hikmetlerine uygun düşen, sayılamayacak kadar manevi ilişkiler parlıyor ki, gökteki Ülker yıldızı ile dünyamız arasında genel çekim kanununun özel ilişkisi tamamen ölçülüp ilmî olarak hesaplandığı zaman bile Kur'ân âyetleri arasındaki ilgi ve uyum yine sonsuzluğunu koruyacaktır "De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için deniz mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden önce deniz tükenir Yardım için bir o kadarını daha getirsek (yine yetmez)" (Kehf, 18/109)
Kur'ân'ın sûreleri, âyetleri rastgele bir tesadüfün veya sadece şairane bir duygunun gücü ile ortaya çıkıvermiş karışık bir divan değil, o baştan başa gibi geniş anlamlı tek bir cümle ve belki fasih bir kelime düzeninde sağlam bir uyum ve çok hikmetli bir beyan ve üslup ile inmiş ilahî bir sözdür Başında sonunda bulunur İşte Kur'ân'ın bütün beyan dizisi bu başlangıç ve sonuç arasındaki bağlantıların anlatılması gibi, yüce Allah'tan, görünen ve görünmeyen bütün yaratıklarına ve özellikle insanlara gelen ve insanlardan yüce Allah'a giden varlık ve hayat ilişkilerinin sonsuzluk zevkiyle tadlandırılmış sağlam bir anlatım tarzıdır Bakınız ve ve hep birer fasih sözdür ki, Hz Ali'den rivayet edilen bir hadise göre, her hatimde böyle okuruz ve buna (halli mürtehil=dünyadan göçen kimsenin göçü) denilir ki bu bize, ölen kimsenin varlık âleminden ilişkisinin büsbütün kesilmediğini anlatır Buna bilimsel bir örnek olarak astronomi ilmini gösterebiliriz Bugün biliyoruz ki; astronomi ilminin bütün konusu, çekim kanununu anlatmaktır İlim dilinde biz buna ve daha doğrusu bu itibarla "gök cisimleri"ne astronomi ilminin konusudur deriz Yalnız gök cisimleri ve parçacık yığınları arasındaki karşılıklı ilişkileri anlatan ve genel çekim kanunu adıyla birleştikleri bu yönle biz, kâinatın otomatik hareketlerini, cisimleriyle gezegenlerin birbirini çekmelerini ve itmelerini ve bu arada gökcisimlerinin hareket etmesinden ve durmasından; inme ve yükselmesinden; birbirine yaklaşma ve uzaklaşmasından; çarpışma ve patlamasından meydana geldiğini kabul ettiğimiz kâinatın şekli üzerinde düşünürüz ve gezegenlerimizin durumlarını bir dereceye kadar hesap ederiz Fakat bununla varlık âlemiyle ilgili bütün kanun ve düzenlerin tamamını kavrayan bir bilgi seviyesine erdiğimizi iddia etmeyiz Astronomi ilminin konusu dışında kalan daha nice ilim ve fen konuları vardır ki; doğru bir sınıflandırmada astronomi ilmi onların tali bir dalı halinde kalır O, önce sayısal matematiğin ve araştırma teknikleriyle mantık kurallarına bağlı ilkelerin etkisi altındadır Bundan dolayı, onun çekimi tam anlamıyla herşeyi kapsayan genel bir çekim değildir Gerçekten astronomide ne gök cisimlerinin zerreleri veya tek tek parçaları arasındaki atomların çekimi veya tek tek parçaların birbirine tutunmaları ve bütünleşmeleri gibi kimyasal ilişkileri, ne canlılığın gelişmesini anlatan beslenme ve üremesindeki organik çekimi; ne nefsin iyilik ve kötülük arasındaki sevgi ve nefret, şehvet ve öfke gibi meyillerini ve heyecanını anlatan vicdanla ilgili ilişkileri; ne duygusal izlenimleri ve hayal gücüyle elde edilebilen tasavvur ve tasarımları dile getiren ve onları belli sentezlere kavuşturup anlaşılabilir misaller halinde sunan bir özellik görürüz Madde aleminin kendisinde insan zihninin tasavvur gücü ve düşünce kalıpları ile realiteyi özünden kavrama ve ondaki gerçeklik payını anlama ve anlatma özelliği demek olan bilgi edinme kabiliyetine benzer bir kabiliyet de yoktur Kısacası mekan içinde mekan, zaman içinde zaman varmış gibi, subjektif ve objektif anlamda mekana ve zamana bağlı olarak meydana gelen bütün olay ve oluşları bir tek anlayış çizgisinde birleştirip bir çırpıda bize sunan, görüleni ve görülmeyeni, duyu alanı içine gireni ve duyular ötesinde kalanı kendi bütünlüğü içinde toplayıp bize ezel ve ebedi bile haber verip bildiren ve sonra varlık ile yokluk, zaruret ile hür seçim arasındaki farkı göstermek için yaratıcı kudretin varlığına açıkça delalet eden mücerred bir irade gücü ile görülmeyen âlemlerdeki varlıkları, görülen âlemdeki varlıklara çeviren ruhun gerek kendi kendisini idrak, gerek dış dünyada olup bitenleri anlayıp sezebilmesinde kendini belli eden manevî çekim kuvvetini, nihayet insanlık âleminde ve toplum hayatında bunların hepsini bir araya getiren toplumsal çekim kuvvetini bir bütün olarak ele alan bir başka kitap bulamayız Halbuki Kur'ân ilmi, bütün bu değişik çekim kuvvetlerini birer yönüyle içine alıp birleştiren öylesine uyumlu, öylesine bütünleştirici evrensel bir çekim kanunu haline getiren bir anlatım demetidir ki, biz bunda ister küllî, ister cüz'î, ister maddi, ister ruhani bütün varlığın, varoluşuyla ilgili özellikleri kayıtsız şartsız ortaya koyan ve mutlak çekim kuvveti demek olan yaratıcı gücün kanununu, Allah ile varlık ilişkisini, özellikle insanlar arasındaki çok yönlü ilişkilerde O'nun ledünnî tecellilerini bütün incelikleriyle düşüneceğiz Çok eksik bir düşünce ile ve haksız yere "Evrensel Çekim Kanunu" dediğimiz gök cisimlerinin birbirini çekmesi O'nun âyetlerinden sadece küçük bir örnektir Gerçekte işin böyle olduğunu göreceğiz Bu öylesine bütünlük arzeden bir konudur ki, ilimleri sistemleştirmeye çalışan filozoflar ile en büyük edebiyatçıların tarih boyunca ortaya koyabildikleri ortak değerlerin toplamından bile üstündür En büyük filozofların ve felsefî ekollerin düşünce sistematiği bundaki hikmet düzeninin zamana yansıması, en yüksek edebiyatın renkli parıltıları, bundaki estetik güzelliklerin bir anlık parıltısıdır Kur'ân'ın nazm-ı celîli, bilimsel düzen ile estetik düzenin kucaklaşıp bütünleştiği bir alandır Bundan dolayı Kur'ân'ın ortaya koyduğu mantık düzeni, ilim ve sanatın ortaya koyduğu düşünce bütünlüğünden daha sağlam ve daha tutarlıdır Edebiyatın ortaya çıkardığı değişik renkteki güzelliklerden daha renkli, daha çeşitlidir Muhkemat ile müteşabihatın böylesine uyum sağlaması ve estetik bir düzen meydana getirmesi ancak yaratılışta görülebilir "Kur'ân üzerinde derinden derine düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah tarafından değil de bir başkası tarafından indirilmiş olsaydı, onda pek çok çelişki bulurlardı" (Nisâ, 4/82)
Mesela, astronomide genel çekim kanununun, yalnızca ay, güneş ve dünya üçlüsü arasındaki düzen ve orantısını dahi tam anlamıyla ölçüp aydınlığa kavuşturamamış olan teknolojimiz, elde ettiği verilere dayanarak, ne güneş sisteminde, ne de galaksiler sisteminde ve bunların düzen ve işleyişinde ilme, mantığa ve estetiğe ters düşen hiçbir nokta bulunmadığını bütün gücüyle savunmaktadır Yaratılışın bu düzeni, bizim gözümüzde nasıl böyle hem zâhir, hem de bâtın ise Kur'ân'ın sûreleri ve âyetleri arasındaki bilimsel, mantıkî ve estetik düzen dahi onun gibi, hatta ondan daha ziyade zahir ve ondan daha ziyade bâtındır Zahir olması kemalinden, batın olması da sonsuzluğundandır İşte bundan dolayıdır ki, bir şairimiz:
Bikr-i fikri kâinatın çâk çâk oldu, fakat Perde-i ismette kaldı mânii Kur'ân henüz
Kâinatın bâkir fikirleri parça parça oldu Fakat Kur'an'ın mânâları hâlâ koruma perdesi içinde kaldı
demiştir
Biz mantıkî düşünürken estetiğin ölçülerini, edebî düşünürken de mantığın kural ve ilkelerini feda etmek alışkanlığında olduğumuz için, Kur'ân'daki uyum ve ahengi bütün yönleriyle bir cetvel çizer gibi düşünce yoluyla ölçemiyor isek de o fıtratı yaşarken onun yüce zevkini vecd ile duyabiliriz Kur'ân da, bu zevki, okuyanlardan ziyade yaşayanlarına ihsan etmek için "Bu, takva ehline hidayettir" (Bakara, 2/1) diye hitap edecektir Bundan dolayı herşeyden önce gafletimizden, vesvesemizden, şeytanlıklardan arınmak için bütün bilinç gücümüzle Allah'a sığınarak "Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım" diyelim ve o her şeyi çeken kuvveti yaşamak için; "Rahmân ve Rahim Allah'ın adıyla" demek olan besmele anahtarına yapışalım ve bir teşekkür duygusu ile Fâtiha'sından başlayalım

Alıntı Yaparak Cevapla

Kur'an-İ Kerim Tefsiri

Eski 11-04-2012   #6
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Kur'an-İ Kerim Tefsiri



ÂYETLER ARASINDAKİ İLİŞKİLER
2- Kur'ân'da sûreler, sûrelerin çoğunda kıssalar, kıssalarda âyetler, âyetlerde kelimeler, kelimelerde harfler ve bütün bunlar arasında açık veya kapalı, sözle veya mânâ ile birçok yönden tam bir uyum ve belli bir düzen vardır ki, bunların tek tek araştırılması ve ayrıntılarının açığa çıkarılması sayısız denilebilecek kadar çoktur ve hemen hemen bütün ilimleri ve sanatları da yakından ilgilendirir Bu ilimlerin en başta geleni de Nahiv (Dilbilgisi) ve Belağat (sözü yerinde söyleme sanatı) ilimleridir Kur'ân'ın nazmında cümlenin yapısı, sözün öncesiyle ilişkisi, sözün gelişi ve akışı, anlam ve kavram, söz ile mânâ arasındaki uyum (mutabakat), sözün içeriği ile gereği, ibare, işaret, delalet, iktiza, açıklık ve gizlilik, hakikat, temsil, sarahat, kinaye, îmâ, telmih, mantık, hikmet, maksada uygunluk gibi beyan ilmini ilgilendiren yönleriyle sözün öncelikle kulağa hoş gelmesi ve kolay anlaşılması gözetilmiştir Ondan sonra da sözün kalbe dolmasını ve etki yapmasını sağlayan fesahat (açık ve anlaşılırlık), tatlılık, düzgünlük, akıcılık, incelik, ölçülülük, çarpıcılık, kolaylık, sanatlılık, yenilik, çok yönlülük, tutarlılık, uyum ve ahenk, dile hakimiyet, üslup, söz ile anlam arasındaki denge, sözü uzatma, az ve öz sözle çok anlam ifade etme ve nihayet kimseyi taklit ve tekrar etmemek demek olan ibdâ ve harikuladelik gibi özellikler açısından, hem söz güzelliğini, hem de anlam derinliğini ve zenginliğini birlikte içine alan pekçok güzellik ve estetik incelik bulunmaktadır Kısacası, Kur'ân'da kelimelerin asıl dil ve sözlük mânâları açısından delalet ettikleri anlam, akıl ve mantık açısından delalet ettikleri anlam, tabiî zevk ve sezgi açısından delalet ettikleri anlam olmak üzere üç çeşit delaletin bileşkesi olan ve sonludan sonsuza doğru yol alan uyum ve ahengin hissedilebilen ilişkilerini özetle dile getiren inceliklerdir bunlar İşte bunlar tefsirin ruhunu teşkil eder Genelde avam için dil açısından sözün mânâya delaleti, alimler için akıl ve mantık açısından delaleti, edebiyatçılar ve estetikçiler ve hikmet ehli olanlar için zevk, sezgi ve fıtrata uygunluk açısından delaleti önem taşır Terceme ile dil değiştiği için birinci ve üçüncü hususlarda kendiliğinden büyük kayıplar olur Ayrıca bundan akıl ve mantık açısından söz konusu olan delalet de etkilenir Bunun için biz bazı yerlerde bu ilişkileri kısaca göstermeye çalışacağız Çünkü etraflıca anlatmaya insanın gücü yetmiyor Bundan dolayı da Fâtiha sûresi üzerinde diğer sûrelerden daha fazla duracağız Fâtiha'da ilk önce iki açıdan kelimeler arasındaki uygunluğu ele alalım Siyâk, sibâk yani sözün gelişi ve akışı ki, birincisi (sibak) sözün kendinden önceki kelimelerle, ikincisi (siyak) de sözün kendi parçaları ile kendisine ve kendinden sonrasına göre olan uyum ilişkileridir Besmele, Fâtiha'nın bir kısmı sayıldığına göre, birincisi (sibak) burada söz konusu olamaz, bu olsa olsa âyetin nüzulü (inişi) açısından "Rabbinin adıyla oku" (Alâk, 96/1) âyetiyle ilişkili olur ki, bu da Kur'ân tertibine göre kendisinden sonraki âyetlere ait bir siyak ilişkisidir Fakat besmele başlı başına bir âyet olduğu için önce onu inceleyelim

SİBAK (Sözün gelişi)
Besmelenin bir fiile bağlı olması ilişkisinden başka burada hiç bir şey düşünülemiyeceğinden dolayı genel olarak Fâtiha'nın da besmele ile ilişkisi olduğu bellidir Besmele ile Fâtiha okuyorum, Fâtiha yazıyorum, hamd ediyorum, Kur'ân'a başlıyorum, vs gibi Fakat bundan başka özel şekilde de kuvvetli ilişkileri vardır O kadar ilişki vardır ki, besmeleyi Fâtiha'dan bir âyet sayabilirsiniz İlk önce, nazım ve fâsıla (âyet sonu) ilişkisi, ikinci olarak kelimeler arasındaki ilişkiler, üçüncü olarak özetle onun açıklaması şeklinde çeşitli mânâ ilişkileri vardır Bir kere besmeledeki rahmetin çekiciliğine karşılık Fâtiha'nın bir teşekkür etme demek olduğu ilk bakışta görülüyor Bu ise besmele ve Fâtiha arasında gizli ve tam bir bağlantının bulunmasıdır Sonra Fâtiha besmelenin bir açıklaması, ve mânâlarının açığa çıkmasıdır
Şöyle ki: Besmele, gerçekten ve itibari olarak yedi kelimeden oluşmuştur Bunlardan dört tanesi başlıbaşına birer kelime olup üçü Allah'ın ismidir Bu terkibin tamamı ise bir kısmı zikredilen, bir kısmı da sözün gelişinden anlaşılan ve gizli bulunan iki taraf ile bir bağlaçdan " = bâ" edatı, yani müteallik (ilişiği olan), müteallak (kendisine bağlanan) ve ilişki vasıtası olan üç kısımdan birleşen tam bir söz idi Buna karşılık Fâtiha, yedi âyet, başlı başına dört söz, üç tam vakf (durak)dan birleşen tam bir söz düzeninde güzel bir sûredir ki; bu üç tam vakfdan birincisi üç âyetle bir cümle olarak birinci tarafı, ikincisi iki cümle ile bir tevhid âyeti olarak ortadaki bağlama ilişkisi, üçüncüsü yine üç âyetli bir cümle olarak, son kısmını meydana getirmiştir Ve bu şekilde Fâtiha, besmele gibi ve onunla bir cinsten olan bir söz şeklindedir
Mânâya gelince: Besmele bize bir tamlama bağı, iki sıfat bağı ve başında bir bağlantı harfi ile sonunda gizli olan tevhidi içeren tam bir bağlantı veriyordu Orada özel (isim)den genel mânâya doğru yayılan (genişleyen) isim ve sıfatı zikredilmiş iken biz ezelde (başlangıcı olmayan bir zamanda) olduğumuz gibi fiillerimiz ile beraber saklı ve gizli idik Daha doğrusu Allah var, biz yoktuk "Allah vardı, onunla birlikte hiçbir şey yoktu" Çünkü ondan önce bu ilişki ile Allah'a ait olmaya sarılmamıştık dediğimiz zamandır ki, bu bağlantı meydana gelmiş ve Fâtiha'da Allah'a teşekkür etmekle birlikte varlık aleminde ortaya çıkmamıza sebep olmuştur
Gerçekten Fâtiha bir teşekkür (cümlesi) ile başlıyor ve bizi gizli, ilahî bir ilişki ile başlangıçta kâinatın içinde varlık sahasına atıyor ve o sırada Rahmân ve Rahim bir daha tecelli ediyor ve gerçekleri tebliğ etmekle bir iki ıslah döneminden sonra ilahî bir mükellefiyetin gereğini sezecek kadar idrakimizi terbiye ederek ve konuşmayı öğretmek sureti ile iyilikte bulunarak Allah'ı ve kendimizi tanımak için bizi yoktan var ediyor ve işte o zaman Allah'ın birliğine "Yalnız sana ibadet ediyoruz ve sadece senden yardım diliyoruz" diye bir bey'at anlaşması yaptırmak üzere bize konuşma hakkı veriyor Ve biz de bütün sosyal vicdanımızla konuşarak söze başlayıp bu anlaşmayı yapıyor ve o bağlantı ilişkisini böyle ezelî bir rahmet ile zevalsiz bir sosyal ve hukukî sözleşmeyi yapıyoruz ve o vakit bizim de "neste'în" (yardım diliyoruz) derken biz de bir irademizin, bir şeyi istemeye hak ve yetkimizin olduğunu anlıyoruz ve derhal duası ile Allah'ın huzurunda yer alarak sonuna kadar söylüyoruz Bu şekilde ezeldeki (başlangıcı olmayan zaman) ve besmeledeki gizli (mânâ), Fâtiha'da ve şimdiki zamanda konuşan biri olarak ortaya çıkıyor da ezelî zâhir olan görünmüyor ve sonunda bizim idrakimizde ve konuşmamızda hazır olması ile merkezimizde ve çevremizde bir muhatab olarak hazır bulunuyor işte ezeli ve sonsuz bütün hayat dengeleri bunun içindedir Basit birkaç cümle gibi görünen Fâtiha, yaratılışın, yaratanın, yaratıkların bütün sırlarını toplayan bir kanun-i küldür, (genel ve temel ilkedir) Baş tarafındaki üç âyet ile sonundaki üç âyetin bağlantısı gibi olan bu bir âyetle Fâtiha böyle sonsuz üstü bir varlıklar denklemini kayda geçirmiştir
Fâtiha'daki bu ruhu, bu manevî inceliği ve bu denklemi, şu kudsî hadis ne güzel açıklamıştır: "Ben namaz sûresi olan Fâtiha'yı kendim ile kulum arasında yarı yarıya taksim ettim; yarısı benim ve yarısı kulumundur Kuluma istediğini veririm" Hz Peygamber (sav) Efendimiz de bu hadisi şöyle açıklıyor: Kul der; Allah da; "kulum bana hamdetti" der; kul der Allah da "kulum beni övdü" der; kul der, Allah da der ki; "kulum beni ululadı" Ve buraya kadar benimdir kulumla benim aramda, sûrenin sonu ise yalnız kuluma aittir ve kulumun istediği kendi hakkıdır, diyor
Fâtiha, işte yüce Allah'ın böyle bir lütfunu tecelli ettiren bir varlık dengesidir Bu dengede de kâinat nizamının temeli olan adalet ve denge kanununun en açık ve en güzel bir gerçeğini görürüz, görürken (doğru yol) yüce nazmında açıkça okuruz Bu dengeye tasavvufî bir zevk ile bakacak olursak bu kulluk ve yardım dileme andlaşmasını taşıyan (İslâm) ümmetinin bütününe "Sizi yeryüzünde halifeler (yöneticiler, yeryüzünün tasarruf ve hakimiyetini elinde bulunduran insanlar) yapan O'dur" (Fâtır, 35/39) "Yeryüzüne mutlaka iyi kullarım mirasçı olacak, bu yeryüzü onların eline geçecek" (Enbiyâ, 21/105) gibi âyetlerde açıkça belirtildiği üzere Allah'ın vekili (halifesi) olan insanın onun bir gölgesi şeklinde aksetmiş olduğunu ve insanlara da yeryüzünü inşa ve imar etme payı bahşedilmiş bulunduğunu duyarız ve o zaman böyle kulluk ve yardım istemeyi yalnız Allah'a ait kılan toplumsal duygu taşıyan bir ümmetin herhangi bir konuda birleşmesinde de şer'î bir delalet bulunabileceğini, yani ümmetin bir konudaki fikir birliğinin olumlu bir şer'î delil olduğunu anlarız Bundan dolayı Besmele ile Fâtiha arasındaki sözün gelişinden (siyak) anlaşılan uyum, ezelî ruh ile sonsuz olan arasındaki bu denge ilişkisinin meydana çıkmasıdır Bu âyetler, işte bütün yaratılışta var olan bu ilişkiyi bizim bilincimize nakşeden ilahî âyetlerdir Bunların geniş açıklamasını da Kur'ân'da göreceğiz

SİYAK
Fâtiha'nın bizzat kendisindeki sözün akışı ve bu tabii akıştan doğan bir öğretim şeklidir Nitekim Fâtiha'nın bir ismi de "ta'lim-i mes'ele" yani "konuyu öğretme"dir Bunun en büyük ipucunu okumanın gelişinden ve özellikle "Rabbinin adıyla oku!" (Alak, 96/1) yüce emrinde buluruz Bundan başka nüzul sebeblerinde rivayet ettiğimiz hadiste de emri vardı Bunun için bazı müfessirler başta "böyle söyle" meâlinde emrinin gizli olduğunu söylemişler ise de büyük tefsir âlimleri böyle bir kelimenin gizli olduğuna ihtiyaç kalmaksızın, yalnızca üslubun gelişinden böyle bir şeyi öğretmeyi işaret etmeye yeterli olduğunda ısrar ediyorlar Yani Allah Teâlâ bize bu sözü ile ilim ve iman telkin etmiş (anlatmış) ve bu anlatışı bir emir ile yapmayıp şimdiki zaman kipi ile mevcut olmayanı anlatmıştır Çünkü ilim ve imandan önce onun huzuruna çıkma hakkımız yoktu ki, bize açıkça hitap etsin Çünkü Besmele'de biz görünürde yoktuk Bununla beraber Allah'ın zatının değil, isminin huzurunda idik
Bundan dolayı Fâtiha'nın başında Allah'ı tanımakla ilgili olan üç âyet tamamen görmeyerek anlatmak tarzındadır Kendisiyle konuşulan görünmüyor Bunda "âlemîn = âlemler" kipi ile akıllı varlıklara apaçık bir uyarı vardır ki; bu üç âyetin mânâsını düşünüp anlayan bir kimse akıllı ise, âlemlerin ne olduğunu ve kendi ruhunda onun nasıl tecelli ettiğini iyice düşünerek ve başlangıcı ve sonucuyla onu gözden geçirerek aklını ve seziş kabiliyetini topladığı zaman ve ancak o vakit; "Hamd o âlemlerin Rabbi, o Rahmân ve Rahim, o, din gününün maliki Allah'ın" görünmeyen Allah'la ilgili anlatımın doğru bir söz olduğunu anlar ve derhal Allah'ı görünen ve görünmeyen alemde hazır ve gözeten olarak bulur Böyle bulunca da "Ancak sana ederiz kulluğu, ibadeti, senden dileriz yardımı, inayeti (Yâ Rab)" diye ona hitap ederek, ihtiyaçlarını ona arzeder ve onların karşılanması yolunda istekte bulunabilir Bunun için Fâtiha, Arap edebiyatında gaibden (üçüncü şahıstan) muhataba geçen ve iltifat denilen bu belağat üslubunu gerçekleştirmek için Allah tarafından açık bir "ben ve biz" emri gibi birinci şahıs kipi ile doğrudan yapılan bir hitabı kapsamayarak "Allah bir insanla (karşılıklı) konuşmaz Ancak vahiyle ya da perde arkasından konuşur" (Şûrâ, 42/51) âyetinin mânâsını öğretmiş ve tebliğ etmiştir Bundan dolayı Fâtiha'nın kendisindeki söyleniş metodu, bir öğretim metodu ve üslubu, bir telkin üslubu olmuştur
Bütün Arap edebiyatçılarının ve hatta Türk şairlerinin kasidelerinde ve nutuklarında bilip kullandığı bir iltifat sanatının böyle tam yerinde ve birçok cümlelere muhtaç olan mânâları bu kadar kısa, öz ve bu kadar açık ve anlaşılır bir şekilde toplayan son derece derin bir nükteyi ortaya koymuş olması, bütün Arap şairlerinin meydan okuma niyetlerini ve cesaretlerini kıran ve onlara Kur'ân'ın i'câzı önünde baş eğdiren hususlardan birisi olmuştur Fâtiha'nın kelimeleri ve cümleleri arasındaki ilişkilerin ise bir kısmı yukarda geçti ve ihtiyaç görüldükçe ileride de tahlil ve tefsir sırasında gelecektir Burada şu kadarını söyliyelim ki, elhamdü'nün en mükemmel bir şekilde tefsiridir da istiânenin (yardım dilemenin) aynı şekildeki bir açıklamasıdır Ve bu zincirleme sırların ortaya çıkması ile Fâtiha sûresi bütünüyle baştaki, en baştaki veciz cümlesinin açıklanmasından ibaret eşsiz bir kelâmdır
Diğer Kur'ân sûreleri ile ilişkisine gelince, Fâtiha'nın Ümmü'l-Kur'ân (Kur'ân'-ın anası), Ümmü'l-Kitab (Kitabın anası), esas isimlerinin delalet ettiği şekli ile Kur'ân'daki sûrelerin hepsinin ana kökü ve genel temsilcisi olmasıdır ki, bu hususun bir kısmını yukarda anladık ve gelecek bütün açıklamalarda da inşaallah anlayacağız

Özetle
Sanki besmele bir taç, Kur'ân en mükemmel bir vücut, Fâtiha onun başı, bu baştaki çehre, (Fâtiha'da geçen) rahmet ve hidayet (doğru yolu bulma) bu çehrenin göz bebekleri, dünya ve ahiret dış yüzüyle içyüzü, kulluk ve yardım dileme dili, Allah'ın birliğine inanma ise ruhudur O şekildedir ki vücudun bütün gizli tarafları onun açık seçik konuşan dudağından çıkarken o taçdan, o çehreden, o süzgün bakışlardan da onun ruhu okunur O çehre, Hz Muhammed (sav)'in çehresi, o vücud Allah'ın tecellisidir Söz Allah'ın sözü, tebliğ eden Allah'ın elçisidir "Allah'tan başka ilâh olmadığına Hz Muhammed'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim"

TAHLİL VE TE'VİL (Analiz ve Yorum)
Hamd, isteğe bağlı yapılan bir iyiliğe veya onun başlangıç noktası olan bir iyiliğe karşı gönül açıklığı ile o iyiliğin sahibine saygı ifade eden bir övgü sözüdür Kısmen medih, kısmen teşekkür ile birleşen bir övgü, bir çeşit övmek veya övülmek, iyi bir övüş veya övülüş, güzel bir övücü veya övülen olmak, ciddi bir övücülük veya övülücülük hülasa bu anlamları kapsayan güzel ve ciddi bir sözdür Arapça'dan hamd kelimesi bu mânâların hepsi için kullanılır Fakat Türkçe'de çoğunlukla masdar ismi olarak kullanılır Diğer kiplerde hamd etmek veya edilmek, hamdediş veya ediliş, hamd eden veya kendisine hamdedilen, hâmidiyet (hamd etmek niteliği), mahmûdiyet (övülmeye değer olmak) denilir ve bugünkü dilimizde bunun öz Türkçe olan bir eşanlamlısı yoktur Şükür de böyledir Türkçe'de bir övme var ki, o da methetme ve sena (övme) ile eşanlamlıdır Hamd ise medh ile şükür arasında bir nevi övme ve özel bir medihtir Çünkü medih, canlılığı ve istediği gibi hareket etme yeteneği olana da olmayana da yapılır Mesela güzel bir inci ve güzel bir at övülmüş olabilir Fakat onlara hamdedilmez Hamd, inci ve atı bağışlayan, istediğini yapmakta serbest olan Allah'a yapılır ve hatta onun lütfuna, ilmine yapılır Fakat vücut güzelliğine yapılmaz Ayrıca medih, bağıştan önce de ondan sonra da yapılabilir Hamd ise kesinlikle bir iyilikten sonra yapılır Şu kadar var ki, onun hamd edene ulaşmış bir iyilik olması şart değildir Şükürde ise bu da şarttır Çünkü şükür, gelmiş olan bir nimete sözlü veya fiilî veya kalp ile nimeti verene saygıda bulunarak ona karşılık vermektir Yalnız fiil veya kalp ile yapılan şükür, ne medihtir, ne hamddır Fakat dil ile sözlü olarak yapıldığı vakit hem hamd, hem de medh olur ve bu hamd, minnettarlığın başıdır Bundan dolayı hamd, medihten genel olarak daha hususi (özel)dir Şükürden de bir bakımdan daha genel ve bir bakımdan daha özeldir
Her hamd, medihdir Fakat her medih hamd değildir Sonra bazı hamd, şükür (minnettarlık) ve bazı şükür hamd olmakla beraber şükür olmayan hamd, hamd olmayan şükürler de vardır Demek ki medih, gerçeğe göre boş bir ümidin itmesi ile kuru bir yalandan, mücerred bir dalkavukluktan ibaret kalabilirken hamd ve şükür daima gerçeğe uygun bir doğruyu ifade ederler Hamd, delile dayanan haklı bir ümidin sevinci ile veyahut minnettarlık gibi gerçekleşmiş bir nimet içinde bulunarak rahat etmenin mutluluk zevki ile yapılır Hamd verdi, verecektir gibi geçmiş ile gelecek arasında dönüp dolaşan bir sevinç durumundan, şükür ise işte verdi gibi gerçekleşen bir geçmiş nimete ulaşma zevkinden ileri gelen bir mutluluğu ilan etmektir Bunun için hamd ve şükür tamamen meşru ve ahlâka uygun oldukları halde medih genellikle ahlâka uygun değildir İslam'a göre yasaklanmış ve yerilmiş de olabilir Çünkü Peygamber (sav) Efendimiz: "Övmeyi meslek edinenlerin yüzlerine toprak saçınız" buyurmuş Halbuki "İnsanlara hamd etmeyen kimse Allah'a da hamd etmez" hadis-i şerifi ile mutlak surette emredilmiş olduğunu göstermiştir Mirac hadislerinde de Hz Muhammed (sav)'in ümmeti "Çok hamdedenler" ünvanı ile lakablandırılmışlardır Hamd ile şükürde esas maksat nimeti verendir Medihte ise nimeti hayal etmektir
Hamd ve şükür; ikisi de hak ve hakikat sevgisi ile gönlün sevinçle dolması ve bundan dolayı ahlâka uygun olmakla beraber hamdde sevinç ve arzu mânâsı, şükürde ise içten bağlılık ve dostluk mânâsı daha açık bir şekilde bulunur Ve bu şekilde şükür (minnettarlık), gerçekleşen bir geçmişin ululama hatırası olduğundan dolayı daha zor, yapanları daha azdır Çünkü varlığın akışı hep geçmişten geleceğe yönelik olduğu için insanlar yaratılıştan geleceğe meyillidirler Şüphesiz bu meyletmenin içine korku bulaşmış bir ahiret çekimi yerleşmiştir Gerçekten insanlar daha fazla ileriyi görsün diye gözleri ön tarafa bakacak şekilde yaratılmıştır Fakat böyle olması yolda giderken geldikleri başlangıç noktasını geçip arkada bıraktıkları kısmı unutmak için değildir Onun hatırında kalan şeylere ve hafızasının doğruluğuna güvenildiği içindir Bundan dolayıdır ki boyunlar gerektiğinde o hatıraları yenilemek için öndeki gözleri arkaya çevirip baktırabilecek şekilde hareket eden bir eksen halinde yaratılmışlardır Bir gelecek yolcusu için bu yaratılışın büyük bir uyarıcı önemi vardır Demek ki, hafızası bozuk boyunları hareket etmeyen yolcuların yalnız ileriye dikilmiş olan gözleri, şeytanın baskısından korunmak için birer kurtuluş vasıtası değildirler Halbuki gafil olan insanoğullarında bu durum ağır basmaktadır Dalkavukluk düşüncesi ile bir kuruntu halindeki ümit üzerinde (bazı kimseleri) çok metheden nice yaratıklar görülegelmiştir ki onlar, gayelerini elde ettikleri ilk andan itibaren bir nankör kesilmişlerdir Bunu farkeden bazı düşünürler -bunlardan biri de müellifin zamanında yaşayan Fransız Güstav Löbon'dur- insanlar üzerinde hayalin, gerçekten daha fazla bir egemenliği olduğu sonucuna varmışlardır Fakat bu görüş doğru değildir Çünkü hayalde görülen o egemenlik, gerçeği temsil edebilmesinden dolayıdır Yoksa hayale hayal diye sarılan kimse görülmemiştir Bundan dolayı asıl egemenlik hayalin değil yine gerçeğindir Gerçek öyle etkilidir ki yalnız yakından değil, uzaktan hayal yoluyla bile etkisini gösteriyor Fakat sevgiliye ulaşmanın öyle şaşırtıcı bir etkisi, kendisinden geçip dünyayı unutma durumu vardır ki bunda gerçek, kendisinden başka herşeyi siliverir ve bizzat gerçekçi olmayanlar ona dayanamazlar ve bunun için insanoğlu onu, kendisinden ziyade karşısında gördüğü zaman ona değer verir Güneş doğunca göz kamaşır ve izlenim süzülüp kalpdeki his cepheye dikilmeyince insan onu göremez Bundan dolayı bilinçli bir hakikat adamı olmak zordur ve tam bir müslüman olmak çok zordur Çünkü varlığını Hakk'ta kaybeden Hz Ömer el-Faruk (ra) Efendimiz "Hakk, Ömer'e dost bırakmadı" dediği zaman bu zorluğu anlatmak istemiştir Şükür ise böyle hakikat sahiplerinin alâmeti olduğundan "Kullarımdan şükreden azdır" (Sebe, 34/13) buyurulmuştur
Bununla beraber, diğer taraftan "hamd"de saygı ve değer verme mânâsı daha yüksektir Çünkü bunda, meydana gelen bağış, hamd edene ulaşmadığından dolayı bir taraftan daha fazla hakka bakan maksatsız bir saygı karakteri vardır Diğer taraftan o bağışa kavuşanların sevincine katılmayı ifade eden bir kardeşlik duygusu ve kendi hakkında henüz ulaşmayanı ulaşmış saydıran bir takdir payı vardır Bir bu, bir de şükrün kısımlarında kalb işinin, gizli bir iş ve organların fiillerinin ihtimalli olması, şükür çeşitlerinin en mükemmelinin, yine dil ile yapılan hamd olmasını gerektirir Gerçekten Resûl-i Ekrem (sav) Efendimiz, "Hamd, şükrün başıdır Allah'a hamd etmeyen O'na şükretmemiş olur" buyurmuştur
Bu şartlarla dil ile yapılan medih zikirler ile yâd etmeler, saygı ifade eden lafızlar, özel saygılar hep hamddırlar Hamd kelimesi de saygı ifade eden bu kelimelerin hepsinin mânâsına uygun olduğundan "hamd olsun" denildiği zaman bütün bu saygılara yaraşır bir iyilik veya bağışlama karşısında bir mutluluk sevinci ve bir bahtiyarlık duygusu ilan edilmiş olur ki bu, bir taraftan o iyilik ve bağışlamanın seçkin sahibini övmek, diğer taraftan da hakkıyla o mutlulukla övünmek mânâlarını ifade eder Ve her iki bakımdan da şeriata pek uygun ve ahlâka çok uygun bir iyiliktir Çünkü nimeti anlatma, böbürlenmeden ileri gelen bir gurur değil, nankörlüğü ortadan kaldıran büyük bir erdemliliktir Daha doğrusu hamd, herkesin ermek istediği fakat pek az kimsenin erebildiği en yüksek bir olgunluk gayesidir Çünkü insanlık açısından bütün mutluluklar iki kelime ile özetlenebilir Tena'üm (nimet ve bolluk içinde bulunma) ve in'am (nimet verme) Nimet ve bolluk içinde bulunanlar ancak refah içinde bulunduklarını his ve takdir ettikleri zaman hamd ederler Çünkü mutluluk, refah içinde bulunmanın kendisinde ve niceliğinde değil, niteliğinde yani refahın zevki takdir edilip hissedilmesindedir Zaten bolluk içinde bulunmanın mânâsı budur Ve ne vakit mutluluk zevki hissolunur ve coşarsa dilden hamd çıkar ki bu makam, hamd etmek makamıdır Nimet verme makamında bulunanların mutluluğu da yalnız nimet vermede değil, verilen nimetin değerini bilecek ve zevki ile mutluluk duyacak, layık olan yere ulaştırmasında ve ulaştığını açık delil ile görmesindedir Bu delil ise hamd edenin hamdidir Bundan o ulaştırma ve ulaşmayı seyretmekteki zevk de kendisine hamd edilenin mutluluğunu meydana getirir Ve biz biliriz ki, nimet verme makamı, nimete erme makamından üstündür Bundan dolayı mahmudiyet (kendisine hamd edilmeye layık olma) makamı rütbelerin en mükemmeli ve hedeflerin en sonudur O halde bu makamın mutluluğu da en büyük mutluluktur Bu mutluluğun zevkindeki coşma da haydi haydi bir hamd ile sonuçlanmayı gerektirir Hamd etmeye layık olana hamd etmek demek olan bu hamd ise nimeti artırmaya ve dolayısıyla fazla hamdetmeye ve hamdedilmeye sebep olur Bu şekilde hamd etme makamında, refah içinde bulunan kimsenin hamd etmeye devam etmesi, kendisine hamd edilme makamına yükselmesine ve mahmudiyet makamında nimet vericinin hamd etmeye devam etmesi de kendisine hamd edilmenin sınırsız katlanmasına sebep olur ki "Andolsun şükrederseniz elbette size (nimetimi) artırırım" (İbrahim, 14/7) buyurulması bundandır
Şu halde yukarıya doğru ilerlemede hamdin sırası ile en yüksek rütbeleri şunlardır:
1- Hâmidiyet (hamd etmek)
2- Mahmudiyet (övülmeye değer olmak)
3- Hâmidiyet ve mahmudiyet
4- Mahmudiyet ve hâmidiyet
Bu son derecede Allah'a ait tecellilerden (lütfuna erme) birini görürüz Burada etkilenmeyi ifade eden insana ait mânâları ortadan kaldırmakla övülmeye değer ve hamdetmeyi biraraya toplayan hamîd (çok hamdeden), mahmûd (övülmeye değer olan), hâmid (hamdeden) gibi Allah'ın güzel isimlerinin tecellisini görmemek nasıl mümkün olur? Bu olmasa idi onlar nereden gelirdi? Sonra "Şifa-i Şerif" kitabında açıklandığı üzere Hâmid ve Mahmud, Ahmed ve Muhammed gibi yüce Peygamberimiz'in mübarek isimlerindendir Gerçekten Makam-ı Mahmud (en yüksek şefaat makamı) bilhassa peygamberlerin sonuncusu olan Efendimiz'e va'd olunan ve onu hamd etme makamından hamd edilen (övülen) makamına yücelten yüksek bir makamdır ki, büyük şefaat makamıdır Bu makamda "livâü'l-hamd" (sancağı) onun sağ eline teslim olunmuştur Ahirette Makam-ı Mahmud'un bol şefaati iledir ki, Livâü'l-hamd altında toplanacak olan ümmet, Allah'a hamd etmelerinden paylarını alacak ve cennet ehlinin dualarının sonu da " Alemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun" olacaktır "Dualarının sonuncusu da alemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun" sözüdür (Yûnus, 10/10)
Böyle hamd etme ve övülme vasıflarını toplayan Allah'ın dostunun, Ahmed olması ve Muhammed olması, işte hamdin bu toplayıcı ve birleştirici derecesini dile getirir ve gerçekten lafız ve mânâ itibariyle hamdin esası Muhammed (sav)'e ait bir gerçektir Ve bu gerçeğin başlangıç ve sonuç itibariyle Allah Teâlâ'ya ait olması da gerçeklerin gerçeğidir

Alıntı Yaparak Cevapla

Kur'an-İ Kerim Tefsiri

Eski 11-04-2012   #7
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Kur'an-İ Kerim Tefsiri



Fatiha Meâl-i Şerifi (Devam)

İşte Fâtiha " " ile başlamakla bize bu mutlulukları, bu olgunluk hedefini ve bu gerçeği öğreterek söze başlamıştır Ve elhamdülillah (Allah'a hamd olsun) denildiği zaman duyulan derin gönül ferahlığı bu aşk ve şevkin dile getirilmesidir Evet, hamd gerçeğine tutkun olmayan yoktur Arapça'da " " bilinen bir şey vaya umûmîlik veya cins ve hakîkat mânâsı ifade eden bir belirleme edatıdır İlk hitap edilirken hamdin kim tarafından yapıldığı belli değildir Sonra bu mübtedânın haberi olan 'da lâm'ın, ihtisas (ait kılmak), istihkak (hakkı olma) ve mülkiyet mânâlarına geldiği açıktır Ve ilk mânâsı (ait olmak) diğerlerini de kapsar Bundan dolayı cümlenin meâli şu olur: "Hani herkesin bildiği ve en son ümidi olarak istediği hamd gerçeği yok mu? İşte hamidiyet (hamd etmek), mahmudiyet (övülmek), bütün cinsi ile ve hatta bütün dereceleri ve bütün çeşitleri ve fertleri ile o hamd, Allah'a mahsustur, Allah'ın hakkıdır, Allah'ın mülküdür Çünkü Allah'tır, çünkü çünkü" Fakat dilimizde bu genişliği uzun uzadıya açıklamayı özetleyen bir belirleme edatı olmadığı için biz sadece hamd diye genel olarak cins olarak anlatırız Bilen bilir, bilmeyen başkasının bildiğinden haberdar olmaz Bu cümle herşeyden önce bize ilim ve imanı anlatan bir haber cümlesidir Aynı zamanda ululamayı da bildirerek hamd etmeyi gerektirdiğinden dolayı, gereği ile de bir dilek cümlesi olur ve zamana delalet etmeyen bir isim cümlesi olduğu için sürekli ve devamlı hamd etme mânâsına gelir Fâtiha'da bu cümleden başka isim cümlesi yoktur Üç tanesi söz, biri ulaç olan diğer dört cümle, hep fiil cümleleridir İlk bakışta böyle olması Fâtiha'daki denge uyumuna aykırı gibi görünüyorsa da gerçek durum bunun tam aksinedir Çünkü bir isim, birçok fiille denk olabileceği gibi o dört fiil cümlesi bu isim cümlesinin açıklaması yerinde olduklarından dolayı gerçek denklik ancak bu şekilde olur Ve araştırıldığında görülür ki Fâtiha, bu tek isim cümlesinden ibaret bir sözdür
"Rabbü'l-Âlemîn", Allah'ın sıfatıdır Bu terkibin dilimizde herkes tarafından bilinmesinden dolayı terceme edilmesine gerek yoktur Bunu "âlemlerin Rabbi" şekline sokmak mümkün ise de bunda fazla bir açıklık olmamakla beraber lâm'daki umûmilik, bilinen bir fert ile Allah'ın birliğini anlatan belirli bir isme izafet (tamlama) mânâları noksan kalacaktır "Bütün âlemlerin ve parçalarından her birinin bilinen yegâne Rabbi" diye açıklamak ise kısa ve öz anlatım yerine sözü uzatmak olacaktır "Âlemlerin Rabbi" demek ise bu sakıncalarla beraber aslına da uygun olmaz Çünkü Kur'ân "Rabbi'l-avâlim" demiyor da "Rabbü'l-âlemîn" diyor ve bununla özellikle akıl sahibi varlıkları üstün tutarak onların dikkatlerini çekiyor Çünkü gibi sağlam çoğullar, akıllı varlıklara ait olduğundan dolayı bunun meâli "bütün âlemlerin ve bütün parçalarının ve özellikle hepsinden üstün olan akıllı varlık âlemlerinin yegane Rabbi" demektir Bakara Sûresi'nin başında "Müttakîler için yol göstericidir" (Bakara , 2/2) yüce âyetinde anlaşılacak olan bu öz işaret, Kur'ân'ın inmesinin hikmetini göstermek itibariyle Fâtiha'nın başında bulunması çok önemlidir Bu işaret ve Allah'ın bu uyarısıdır ki sıfatları ile takviye edilince, akıllı varlıkların hislerini görünmeyen âlemden görünen âleme getirip diye hitap etmekle Allah'ın birliğine ve onunla andlaşma yapmaya sevkedecektir Akıllı ile akılsız, eril ile dişil gibi diğerine bir açıdan üstün olabilen birçok isimlerin ikil, çoğul gibi bir anlatımla kuvvetli olanını üstün kılmak demek olan bu üstün kılma üslubu dilimizde de vardır Mesela karı ve kocaya zevceyn (eşler), baba ve anaya ebeveyn dediğimiz gibi Türk vatandaşı olan herkese Türkler demek de bir tağlibdir ve Arapça'da bunun bir çok çeşidi vardır
"Rabb" aslında terbiye mânâsına gelen bir masdar olduğu halde mübalağa maksadı ile terbiye edene isim olarak verilmiştir ve masdarına da rübûbiyet denilmiştir ki, çok adaletli yerine (adaletin kendisi) denilmesi gibidir İşte bu mübalağa mânâsından dolayı Rabb yalnız "terbiye eden" ile eşanlamlı değil, aynen "terbiye" gibi olan ve bundan dolayı zorla ele geçirme, üstün gelme, ihsan, idaresi altına alma ve tasarruf etme, öğretme ve yol gösterme, teklif, emir ve yasak, teşvik, korkutma, gönlünü alma, azarlama gibi terbiye için gerekli olan bütün şeylere sahip, kuvvetli, mükemmel ve kusursuz olan bir terbiye edici demek olur Bundan dolayı sahip ve malik mânâsına da gelir Mesela ev sahibine "Rabbü'd-dâr = ev sahibi", bir sermayenin sahibine "rabbü'l-mâl = sermaye sahibi" denilir Bu terimde de yalnızca sahip ve malik mânâlarından daha fazla mânalar vardır Rabbü'l-mâl terimi ile kâr ortaklığı ve peşin para ile veresiye mal alma gibi ticaret muameleleri açısından sermaye sahibine "rabbü'l-mâl" denilir Bundan dolayı kayıtsız Rabb denildiği zaman yalnızca sahip veya yalnızca terbiye mânâları değil, ikisine de bütün gerekli şeyler ile birlikte sahip olan, tükenmez kudret sahibi, daima var olan Allah anlaşılır Bunun için Allah Teâlâ'dan başkasına ait olduğunu belirten bir izafet tamlaması yapılmadan başkaları için tek kelime olarak Rabb denilemez ve tam tanınmışlığı ifade eden "er-Rabb" ve genel mânâ ifade eden (Âlemlerin Rabbi) gibi izafetle Allah'tan başkası için asla kullanılamaz Şu halde "rabb", rübûbiyyet denince anlayacağımız mânâ, sonsuz kuvvet ile idaresi altına alan, tedbir ve terbiye mânâlarıdır Yani bunları yapabilecek sonsuz bir güce sahip olmaktır
Terbiye bir şeyi basamak basamak, yavaş yavaş olgunluğuna ulaştırmaktır ki, bunun alâmeti, seçme ve olgunlaşma olur Âlemlerin her kısmında ise terbiye ve olgunlaşma kanunlarının hareketi her an ve her saniye görünüyor Ve bundan dolayı böyle sonsuz bir gücün Allah'a ait olduğu, dünya işlerinde şeksiz ve şüphesiz olarak okunmaktadır
İşte âlemlerin Rabbi bize bunu hatırlatıyor Âlemlerin Rabbi denince her insan kendi görebildiği kadar olsun bütün âlemlere zihninden bir geçit resmi yaptırır ve bunu yaptırınca mutlaka terbiye kanununu görür Demek biz Rabbimizi âlemlere bakmakla bileceğiz Fakat âlemleri de ancak O'nunla bağlantı kurarak tanıyabileceğiz
Birtakım filozoflar kâinatın şeklinin böyle yavaş yavaş gerçekleşen bir terbiye ve olgunlaşma kanunu takip ettiğini görememiş Bunlardan bir kısmı hepsinin bir defada sebepli veya sebepsiz olarak birdenbire meydana gelmiş olduğunu, bir kısmı da tabiat (kanunu) iddiası ile kâinatın sonradan meydana geldiğini inkâr edercesine kâinatın bugünkü şeklinin ve varlık düzeninin başlangıçsız olduğunu iddia etmeye kadar varmıştır Bunlara göre mesela insan, ancak insandan olur ve insan ezelden beri vardır Kâinatta ilerleme ve gerilemenin mânâsı yoktur Bir şeyi istemenin, çaba harcamanın ve kazanmanın faydası yoktur Bütün kâinatta eskiden beri varlıkların her çeşidi serpilmiş, uzayda hiçbir ortak düzeni takip etmeyen cansız cisimler ve cansız cisimlerde sayılamayacak kadar varlık çeşitleri kendilerine ait bütün tabiatlarıyla eskiden beri var olan bir zorunluluk ve gereklilik içinde yüzer giderler Şüphesiz bu sözler, hem deneylere ve hem de akla taban tabana aykırı birer katmerli cahillik idi Hiç olmazsa tamamen gözlerimiz altına girebilen eşya çeşitlerinin dün yok iken ufacıktan meydana gelip yavaş yavaş büyüdüğünü ve bunun tersine yine yavaş yavaş kaybolup gittiğini her gün tecrübe ile görüyoruz Gözlemlerimizin kapsamına giremeyen şeylerin de böyle olduğunu delillerle, aklımızla biliyoruz Şurada bir adacık ortaya çıkıyor, süzülmüş topraklar taşlaşıyor, taşlar eriyor, madenler filiz veriyor, kayaların, toprakların arasında tohumcuklar ve o tohumcuklardan çeşitli otlar, ağaçlar, türlü türlü hayvanlar türüyor, ürüyor, sümük gibi bir spermanın içinde yüzlerce insan tohumu fışkırıyor, tasfiye ve aşılama ile bundan yavaş yavaş canlanma aşamalarını geçirerek embriyon, embriyondan canlı kemikli cenin, ceninden ağlıyarak doğan bebek, küçük çocuk, yine aşamalı olarak yuvarlanan, yürüyen, kekeliyen yavrucuk, sonra koşup oynayan afacan çocuk, sonra dişlerini değiştirip şahlanmaya başlayan büluğ çağına ermiş iyiyi kötüden ayıran, sonra çiçeğini açıp meyvasını vermeye özenen akıllı ergin, sonra şahin gibi dünyaları tutan çalışkan bir delikanlı, sonra arslan gibi olgunluk çağına ermiş olgun, sonra fiziki yapısı maneviyatında erimeye ve görüşü, seçme kabiliyeti süzülmeye (zayıflamaya) başlayan bir yaşlı, nihayet sadece iyi veya kötü bir ruh olup uçmaya veya göçmeye hazırlanan pek yaşlı zayıf bir insan, özetle yer ve zaman içinde nefesten nefese sayılamayacak kadar şuur yükleri ile yürüyen ve her an şekilden şekle değişerek varacağı yere varan ve bütün bu değişmelerde hiç değişmemiş gibi ben ben deyip giden insanlar akıp akıp gidiyorlar Öyle ki hiçbir zaman bu günkü âlem, dünkü âlemin her açıdan aynısı olmuyor ve bütün bunların ötesinde bütün bu akıntıları ortaya koyup ve bağlayarak bize daima Allah'ın birliği şuurunu veren tükenmez kudret sahibi daimi kalan bir gerçek, her vakit her an varlığını ilan ediyor ki biz o ana, o vakte şimdiki zaman diyoruz Ve bu şimdiki zaman içinde geçmiş ve gelecek zamanı yaşıyarak o gerçeğe kavuşuyoruz Gerçek daima gerçektir Kâinat ise her an değişen ve birbirine bağlı olarak aralıksız ve düzenli değişen, bu bağlılık ve düzen ile akıl ve fikrimiz o gerçeğin yansımalarını, kalb ve idrakimiz de o durum içinde bizzat onun tecellilerini görüyor
Bundan dolayı gözle görmenin, tecrübenin, aklın ittifaklarıyla meydana gelen bu anlatım ve ısrarları karşısında; kâinattaki sonradan peyda olma, terbiye ve olgunlaşma gibi hususları inkâr etmek, körlükten, katmerli cahillikten ve ruhi bunalımdan meydana gelmiş bir sapıklıktır Kâinatta, yaratma, terbiye, seçme ve olgunlaşmanın yürürlükteki ilahî bir nizam olduğu ve Allah Teâlâ'nın da mutlak kemâl sahibi olarak bunun tam sebebi olduğu her türlü şüpheden uzaktır Bunun için son yıllarda ilim ve felsefe kâinatta, diğer bir ifade ile tabiatta olgunlaşma kanununun geçerliliğine kesinlikle hükmünü vermiştir Bugün terbiye, seçme ve olgunlaşma, akıllı ve bilgili insanlığın üzerinde yürümek istediği bir kanun olarak kabul edilmektedir Olgunluk ise basit bir birlikten bileşik bir birliğe yani o tek şey üzerinde yavaş yavaş birçok şeyin toplanması sureti ile noksandan artan ve olguna giden ve bunun aksine bileşikten basite, birçok şeyden tek şeye dönüşen olayların ve oluşların akışıdır
Fakat burada gerçeği bilen ilim ve hikmet ehli ile onların sözlerini çalarak veya anlamıyarak kötüye kullanan birçok beceriksizin fikirlerinde görürüz ki, bunlar bu olgunlaşmayı Allah Teâlâ'nın terbiyesinin bir eseri olarak kabul etmeyip tesir eden biri olmadan ve sebepsiz olarak tabiatta bizzat geçerli ve zorunluluk ve gereklilik olarak hakim olan kayıtsız bir kanunun bulunduğunu zannediyorlar Ve özetle Allah'ın terbiyesini ve Rabbliğini değil, seçme ve tabiatın olgunlaşmasını, tabiatta üstün olan gerçeğin (Allah'ın) bizzat kendisi gibi zannediyorlar ve bu şekilde insanı sadece kâinattaki varlıkların en mükemmel bir parçası değil, onu mutlaka varlıkların en mükemmeli sayıyorlar
Halbuki ilim, fen, felsefe ve hikmet bütün ciddiliği ile bu zannın aleyhinde bağırıp duruyor Çünkü ilim ve sanatın apaçık bilgiye dayalı ve tecrübe ile desteklenmiş, zorunlu bazı esas kanunları vardır ki, bunlar kabul edilmediği anda artık ilim ve sanat yoktur Nedensellik, nedensellik ilişkisi, birlik, hak vs Nedensellik, en genel anlamda şöyle ifade edilir: "Yok iken var olabilenin mutlaka bir sebebi vardır" Yani "Sonradan var olan herşeyden önce bir varlık vardır ve onun etkisi altındadır" kuralından anlaşılıyor ki, yokluk varlığın sebebi olamaz, yoktan hiçbir şey meydana gelemez (Rien ne vient du rien) yani yok iken var olan şeyler, kendilerindeki o yokluktan yine kendi kendilerine değil, mutlaka var olan bir yaratıcının yaratma etkisi ile meydana gelir Kısacası, olayların kendinden önce bir sebebi vardır Sonra sebeb ile sonucun bir ilişkisi, bir orantısı vardır Öyle ki sebeb bitince sonuç da biter Sonuçlar bilinince sebebi mutlaka veya kesin olarak biliriz ve neticeler ne kadar çok olursa olsun sebepler toplamının kuvvetini geçemezler, onunla denk olurlar Mesela bir okkalık kuvvet, iki okkayı çekemez Başka bir ifade ile noksan fazlanın tam sebebi olamaz Çünkü böyle bir durumda yokluğun varlığa sebep olması gerekir Falan şey yok iken kendi kendine yoktan var olmuş demek gerekir Bu ise sebebiyeti inkâr etmek ve dolayısıyla ilmin kendisini iptal etmektir Anlayışsız cahiller bunu söylerse de bugün ilimleri ve tabiat fenlerini okuyup anlamış olanlar bunu bilerek söyleyemezler Tabiatla ilgili bütün ilimlerde nedensellik ve nedenselliğin uyumu kanununun mutlak bir hakimiyeti vardır ki, bu büyük kanun, bazen değişim, kendini koruma oranıyla, bazen sebebin uygunluk ve ilgi oranıyla ve kalıtımı terimi ile anlatılır Olaylarda idrak, ilim, akıl gibi neticeler görülüp dururken, bunların tam ve mutlak sebeplerini, bunlarla hiçbir ilgisi olmayan kör bir kuvvet, kör bir tabiat gibi düşünmek mânâsına gelen tabiatçılığın, tabiî ilimlerde de yeri yoktur Bunun için tabiat bilginleri, tabiatta yani dünyada, tekamül kanununun varlığını kabul ederken kör, noksan bir tabiatın herşeyin başlangıç noktası ve sebebi olmasını değil, vâcibü'l-vücud (varlığı zorunlu olan) Allah Teâlâ'yı sonsuz kemali ile düşünmek ve kabul etmek şartı ile tabiatta olgunlaşmayı kabul etmişler ve açıklamışlardır Çünkü böyle olmasaydı olgunlaşma kanunu ilmin, sanatın özü olan nedensellik ve nedensellik orantıları kanununa aykırı olacağından bilimsel olamazdı
Sözü uzatmış olacak isek de, derin gibi görünmekle beraber basit olan bu noktayı anlatmalıyız Mesela; bir buğday tanesi toprağa düşer ve gerekli şartlarını bulunca biter, açılır, büyür, sünbüllenir, nihayet bir başakta yüz buğday tanesi verebilir Bunu bir defa daha, bir defa daha katlayınız, bütün dünyalar buğday ile dolar İşte bu, nicelikte olgunlaşma kanununun en basit örneklerinden biridir Görülüyor ki, bu yavaş yavaş meydana gelen olgunlaşmada tam sebep ilk buğday tanesi ise, bütün bu olgunlaşmayı ilk tek tanenin tabiatından çıkaracak isek bu olgunlaşmanın başlangıcındaki bir olgunluk, üremenin sonucunda yüz ve nihayet sonsuz olduğundan böyle bir olgunlaşma iddiası "bir çarpı bir eşittir yüz eder" demek gibi bir çelişki meydana getirir Halbuki olgunlaşma hiç olmazsa bir ile birkaç sayı arasında "1+2+3+4+5=15" gibi olumlu veya olumsuz bir oran takip eder Herşeyi yalnız kör tabiata terketmek "1=15" demek olur ki, bunu ilim ve sanat şöyle dursun en basit akıl dahi kabul edemez Çünkü bunda yokluğun varlığa sebep olduğunu varsaymak, aklın ve ilmin üzerinde kurulduğu nedensellik kanunu ile çelişkiye düşmek vardır Doğrusu bir tabiatta her gelişmenin son sınırında kendi dışından gelen bir olgunluk vardır Bu ise normal bir gelişme değil, terbiye ile elde edilen gelişmedir Bunun içindir ki, bütün ilim ve sanatlar, felsefe ve hikmet "noksandan tam çıkmaz, fakat tamdan noksan çıkabilir" temel kuralına bağlıdır Bundan dolayıdır ki, söylediğini anlıyarak söyliyen ilim ve hikmet ehli kimseler tabiatın, tekamül kanununa mahkum olduğunu söylerken bu tekamülün ve bu tabiatın bizzat kayıtsız şartsız en mükemmel olan ilk sebebin yani, Allah Teâlâ'nın kayıtsız şartsız kemalinden faydalandığını unutmayarak söylerler Tabii tekamül kanununun en son savunucusu sayılan filozof Spencer bile bunun için Allah'ın varlığının gerekli olduğunu ve tabiatın gerçekten sınırlı olan tekamülünün üstünde varlığı zorunlu olan Allah'ın sınırsız ve sonsuz kemalinin hükümran bulunduğunu ve şu kadar var ki, bizim tam ve gerçek sebep olan mutlak kemali kavramaya, sınırlı ve izafî olan bilgimiz ve idrakimiz yetmeyeceğinden, tecrübî bilimlerimiz, bunun yalnızca tabiatte, yani gözle görülebilen âlemde mevcut tekamül kanunu çerçevesinde geçerli olabileceğini anlatmış ve ortaya koymuş iken, sözde ilme bağlılık iddiasında olanlar, "tabiatte tekamül vardır" derken, Allah'ı ve O'nun yüce kemalini unutuyorlar ve sözkonusu tekamülü terbiyeden yoksun bir tekamül sanıyorlar Ve aynı zamanda bunlar pratikte kendi teorik görüşlerini böylece her gün, her an geçersiz kılıyor ve bozmuş oluyorlar Çünkü "Edokasyon, pedagoji" adı altında terbiye ve çocuk terbiyesi davasından vazgeçmiyorlar ve tam can atarcasına terbiyeci olmaya çalışıyorlar Düşünmüyorlar ki, tabiat üzerinde Cenab-ı Hakk'ın terbiyesi yoksa, bütün terbiye iddiaları yok olur gider
Kısacası ilim, her şeyden önce hiç ortağı olmayan bir Hakk tanır ve devamlı birlik ölçüsü ile hareket eder ve ulaşmak istediği her sonucun doğruluğunu temin etmek için onun o en yüce Hakk'a (Allah'a) ilgisini, bağlantısını bulmaya çalışır ve şayet tabiat ve tabii olgunlaşma kavramlarında Allah ile ve Allah'ın terbiye etmesi ile bağlantı bulamazsa onlara gerçeklik ve haklılık kazandıramaz Mutlak ilim, Allah'ın zatının, kendi kendisine tecellisi ve O'nun kadîm olan ilmidir
Cenab-ı Hakk'ın bize lütuf ve ihsanını göstermesi de bizim izafî ve sınırlı olan ve sonradan meydana gelen ilmimizdir Cenab-ı Hakk'ın ilmi olmasaydı bizim bütün ilimlerimiz ve hatta kendi varlığımıza ait kanaatlerimiz, bağlılıklarımız hep boş olurdu Hakkın tam rububiyyeti (terbiye ve tedbiri) ve onun eseri olan terbiyesi bulunmasaydı kâinatta, tabiatta ne varlıktan, ne olgunluktan, ne tekamülden ne terbiyeden hiçbir iz, hiçbir pay bulunamazdı Bu iddiaların hepsi darmadağın olmuş olurdu, hepsi boşta kalırdı Kâinat ve biz böyle değil isek varlığımızın bir payı, olgunluğumuzun bir payı, terbiyemizin bir payı, kendisine haklılık kazandıracak bir ilişki ile bize kendini gösteriyorsa, bu tecellide kâinatın Rabbi olan Allah Teâlâ'yı görmemek mümkün değildir
Kısacası "Ben varım, ben benim, başkası değilim" önermeleri bizim bütün şüphelerden uzak, en kesin, en açık ve en fazla öncelik taşıyan bilgimizdir Fakat ben, idrakim varken ve ancak onunla "Ben varım" diyebilirim Bu doğrulamada benim vicdanım açıktan ve ister istemez kendisi ile uyum sağlar Bu şekilde "Ben varım" açık önermesinin mânâsı, kendi içinde belli olduğundan açıkça anlaşılır Bu da "Bu idrakim, bu duygum, kesinlikle doğrudur, gerçektir, haktır" önermesinin kefil olması ile apaçıktır Bu da varlığı zaruri olan, mutlak hakim, mutlak bir Zat-ı Hakk'ın kesin olarak kabul edilmesi ile, şahitlik etmesi ile besbellidir Ve bu tasdik böyle kesin bir inancın, hem başlangıcı, hem en son hedefi, hem de güç kaynağıdır Gün gibi açık olan ilk gerçeğin bütün mânâ ve şartları da apaçık mıdır? Bu bir problemdir Bunun için bazıları yaratıcının varlığına apaçık aşikar, bazıları apaçık gizli, bazıları da bakış açısına göre değişir, demişlerdir ki bu herkesin kendi varlık idrakindeki kuvvetine ve zayıflığına bağlıdır İşte böyle bir anlamda teorik sayılabilecek bir algılama şekliyle, açık ve seçik olan bu varlık, kimine göre aşikâr kimine göre gizlidir Kâinat onun delili iken o da kâinatın şahidi ve nurudur "Allah, göklerin ve yerin nurudur" (Nûr, 24/35) "Muhakkak ki O, her şeye şahittir" (Fussilet, 41/53) "O, ilktir, sondur, zahirdir (aşikârdır), bâtındır" (Hadid, 57/3) man, bu nuru kavramak demektir İslâm dini de bu anlayışı, bu ilişkiyi yaşamaktır

Alıntı Yaparak Cevapla

Kur'an-İ Kerim Tefsiri

Eski 11-04-2012   #8
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Kur'an-İ Kerim Tefsiri



Fatiha Meâl-i Şerifi (Devam)

3- "O Rahmân ve Rahim" Besmelenin tefsirinde bu iki sıfatın uzun uzadıya açıklamasını gördük Burada meşhur bir konuya dikkat çekelim Merhamet ve rahmet, muhtaç ve belaya uğramış birini beladan kurtarmayı ve onun yerine ona iyilik etmeyi ve nimet vermeyi hedef edinen bir acıma duygusudur demiştik Bu duygu başlangıçta şefkat gibi acı duyma ve etkilenme cinsinden nefse ait bir arzu olarak başlar ve sonunda da güzel bir etki demek olan istiyerek nimet verme işini gerektirir ve yerine göre bu sonuç için sadece bir söz veya bir işaret bile yeterli olur Biz "Falanca merhametli adamdır" dediğimiz zaman çoğunlukla gönül yufkalığı dediğimiz psikolojik durumu, etkilenme yeteneğini kastederiz, fakat pek merhametli, çok merhametli dediğimiz zaman da yaptığı iyiliğin sonuçlanıp ortaya çıktığını anlarız Yüce Allah ise, sonradan meydana gelmenin alâmetleri olan değişme ve etkilenmeden uzak ve yüce olduğu için Allah'ın rahmetini insanlara ait merhamet gibi yukarıda zikredilen mânâ ile açıklayamayız Bunun böyle olması gerektiğini bize hem aklımız, hem de şeriatımız söyler Zira her ikisi de bize bunun ipuçlarını verir Bundan dolayı müfessirler burada ifade açısından az çok bir mecaz bulunduğunu söylerler ki, bu da iki şekilde düşünülür:
1 Yalnızca merhametin gerekli sonucu olan kurtarma ve nimet verme mânâsı
2 İnsanın, esas itibariyle iyiliğe yatkın olan yaratılışının gereği ve icabı olan iyiliği irade (dileme) mânâsıdırÇünkü irade (dileme) bir edilgi (passion) değildir, mümkün olan bir işi yapma ve bir işi terketmeden birini tercih etme demek olan Allah'ın zatına ait bir sıfattır Bundan dolayı birinciye göre rahmet, Allah'a ait fiilî sıfatlardan, ikinciye göre zâtî sıfatlardan olur
Allah'ın rahmeti en mükemmel olduğu ve Rahmân-ı Rahim diye iki sıfatla da anıldığından dolayı burada iki mânâyı da kasdetmek daha uygundur Rahman Allah'a ait bir sıfat olduğuna göre tabiat (instinet) ve devamlılık mânâsına gelen sıfat-ı müşebbehe olarak iyiliği dilemek zatına ait sıfatı, Rahim de pek fazla acıma mânâsı ile ism-i fâil olarak onun sonucu ve meydana çıkması demek olan nimeti vermek ve iyilik etmek fiilî sıfatı ile açıklanır Bunun zıddını söyleyenler de olmuştur
Fakat bazı uzman araştırmacıların yaptıkları araştırmaya dayanarak, bizim tercih ettiğimiz görüş şudur ki; Allah'ın sıfat ve isimlerinin mânâları mecaz değil hakikattirler Mesela ilim ve irade (dileme) sıfatlarının mecaz olduğunu söyleyen yoktur Halbuki bunlar Allah için kullanıldıklarında mânâları, insan için kullandıklarından ayrı olduğunda bütün bilginler fikirbirliği içindedirler Mesela ilim, bir bilgisizliği giderme demek olduğu gibi, irade de insanda bir arzu ve istekten sonra meydana gelir ve böylece sonradan meydana gelmiş olan bir şeydir Oysa Allah'ın ilmi ve iradesi bizim bu niteliklerimizin en yüksek başlangıç noktası olan ve öteden beri var olan yaratıcı sıfatlardır Bunlar olmasaydı sebeblerin ilişkisi kanununa göre bizim ilim ve irademizi sınırlandırmak mümkün olmazdı Bundan dolayı insanın hazırladığı şartlar ve imkanlar, ilim ve iradenin doğuştan şartları değil, yerlerine göre sonradan olan şeylerdir İlmin gerçek anlamı manevî bir ayırımı gerektiren nitelik, iradenin gerçek mânâsı da yapılabilecek iki şeyden birini tercih etmeyi gerektiren niteliktir Bundan dolayı Allah'ın diğer isim ve sıfatlarında da aynı şekilde düşünmek gerekir Hele Allah'ın isimleri ve sıfatları insana ait olgunlukların üstünde bir olgunluk anlatan örfe ve şeriata ait hakikatler olduğundan şüphe edilemez Bunun içindir ki, dilimizde öteden beri rahmet ile merhamet birbirinden farklı olarak kullanılmıştır İşte bundan dolayı Allah'ın rahmeti ile insanın merhametini bir mânâda kullanmamız ve "Rahmân-ı Rahim"i çok merhametli ve çok merhamet edici diye tefsir etmemiz de doğru olmaz Netice olarak başlangıçta, sonunda, ezelde, ebediyette sonsuz rahmet sahibi, sonsuz nimet ve bolluk, iyilik ve bağış saçıcı diye bir açıklama yapabiliriz ki, ikisinde de rahmetin hem (Allah'ın) zatına ait sıfatını göz önünde bulunduran iyiliği dilemesi, hem fiilî ve yaratıcı sıfatını göz önünde bulunduran belalardan kurtarma, nimetlere ve iyiliklere ulaştırma mânâlarını içine alması, hem geleneğin hem de şeriatin özüne uygun düşmektedir
Bilindiği gibi belaların mahiyeti, yokluk ve yokluğa götüren şeylerdir
İyiliklerin mahiyeti de varlık ve varlığa götüren şeylerdir Belalarla ilgili olan bütün acılarımız bizi, bir iyiliğin yok olması ile korkuttukları için derttirler Bu dertlerin başı Allah'tan ve Allah'ın rahmetinden ümitsiz olmaktır Nimetler ve iyiliklerle ilgili olan bütün lezzetlerimiz de bize bir varlık payı müjdesini verdiklerinden dolayı lezzettirler Bu lezzetlerin başı da Allah'a ve Allah'ın rahmetine inanmaktır Dünya hayatı böyle yokluk ile varlığın, ızdıraplar ile lezzetlerin, ümitsizlik ile imanın, Rahmân'ın rahmeti, kendi çabası ve yardımlaşma sayesinde verilen bir mücadele şeklidir ki, bunların bu karşılıklı kavgadan çıkıp ebedî üstünlük ile galib olmaları da ahiret hayatını meydana getirir Bundan dolayı bizim iyilik ve lezzetlerimizin başlangıcı, yokluktan varlığa getirilişimizdedir, nihayeti de sonludan sonsuza erişimizdedir
Rahmân olan Allah'a ait rahmet bütün, olabilen şeylerin yokluktan varlık âlemine çıkarılmasını anlatan var etme iradesi ve varlık nimetini verme olduğundan her olabilecek şeyin varlık sahasına çıkarılmasını gerektirir Çünkü var olmak, her iyiliğin ve her nimetin aslıdır Rahman böyle bir iyilik iradesi ile bizi beden ve ruhumuzla meydana getirerek yaratan ve bununla beraber yaşama ve hayatımızın sebepleri olan nimetleri de hazırlayan ve bize ulaştıran büyük rahmet sahibidir ki, bu rahmetin kapsamı dışında hiçbir yaratık bulunamıyacağından buna büyük nimetler ile rahmet denilir Bütün olabilecek şeylere var olma payı verilirken bu arada akıllı ve istediğini yapacak olan varlıkları yaratmak da Allah'a ait rahmetin kapsamlı olgunluğunun gereklerindendir Çünkü bunda, mümkün olan varlıkların varlığının Cenab-ı Hakk'ın varlığına yaklaşması söz konusudur O şekilde bu varlıklar kıdem (başlangıcı olmayan) ve hudus (sonradan meydana gelme), varlığı zaruri olanla mümkün olan, noksansızlık ve noksan, hemen hemen Allah'ın sıfatlarını temsil edebilirler Fakat bunda çeşitli iradelerin bulunmasından dolayı var olmada bir çeşit sonradan meydana gelen ortaklık ortaya çıkar Halbuki ortaklaşarak var olma ve var olmayı sürdürme mümkün değildir Çünkü ortağının bulunması batıl yani bizzat var olmayan, olması imkansız ve muhal olduğundan her varlık tek başına ortaya çıkar ve çeşitli varlıklar, bir birlik meydana getirmedikçe varlıklarını sürdüremezler Allah'a ortak koşmak, kendiliğinden var olan varlığı inkâr ve onu yok saymayı gerektirir Bundan dolayı, kâinatta ister tabiat ve ister ahlâk açısından ne kadar kötülük düşünülürse hepsinin kökü çokluk ve ortaklık iddiasıdır Bu da Allah'ın birliğinin mükemmelliğinin gereğidir O halde hem böyle ortaklığa sebep olan birden fazla iradeler yaratarak onlara varlık payı vermek, hem de bunların denk olmalarını koruyarak bütün görülen varlıkları bir irade ile idare etmek ve devam ettirmek, öyle ince bir nimet ve öyle sonsuz bir iyiliktir ki, bunu da Allah'ın Rabbliğinin Rahîm'lik rahmeti temin etmiştir
En mükemmel terbiye, işte bu gereklilik ile seçme arasındaki karışımın dengede tutulmasında, Rabb'in terbiye ediciliğinden kaynaklanan olgunluk ve kıvam da, filozofların yaratılış bilmecesi dedikleri rahimiyetin icabı olan denklemdedir Bunun için önceki tefsir âlimleri Rahim'e ait rahmeti ince nimetler diye ifade etmişler ve maksat itibarıyla da ahirete ait nimetlerle tefsir etmişlerdir Bu bir taraftan insanın elinde olan irade sahiplerinden her birinin iradelerine bir tercih payı vermek, bir taraftan da kazanmış oldukları haklarının maksadına göre hesaplarını görüp hak terazisindeki durumlarını tesbit ettikten sonra "Artık kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür ve kim zerre ağırlığınca şer yapmışsa onu görür" (Zilzal, 99/7-8) gereğince mükafat ve ceza ile sorumluluklarını uygulamaya koymaktır ki, bu ceza, o mükafatın garantisidir Bundan dolayı Rahim olan Allah'ın yüce rahmetinin asıl hedefi bu mükafattır Rahmân olan Allah'ın rahmeti içindeki başlangıçtaki varoluşla hiçbir varlık yolundan sapmaz Rahîm olan Allah'ın rahmeti içindeki ikinci varlık ise irade sahiplerine ait olduğundan bunlarda vazifesinden sapanlar ve doğru teraziyi kendi iddialarıyla bozmaya uğraşanlar vardır ki, Rahim olan Allah'ın rahmetinin içine aldığı adalet hikmeti bu varlıkta böyle isteğe göre hareket etmeye bağlı olan bir ödül ve ceza denklemini kurmuştur Yine bu denklemin genel terazisinde hiçbir ortağı olmayan Allah Teâlâ'nın Rahmân olan iradesi üstün gelmiştir "O Rahmân arşa hükmetmiştir" (Tâhâ, 20/4)
O Rahmân diyor ki: Ey insanlar! Siz isteseniz de istemeseniz de diğer âlemler gibi size de varlık ve varlığın devamına ait nimetlerimi, iyiliklerimi tükenmez hazinemden verdim ve veririm O Rahim de diyor ki: Ey akıl sahipleri! Ey irade sahipleri! Siz diğerleri gibi değilsiniz, onlar sadece Allah'ın Rahmân iradesinin büyüklüğüne mahkumdurlar Siz ise benim rahmetimin kemal ve inceliklerini gösteren irade ve arzumu temsil ederek bana yaklaşmak ve en büyük hoşnutluğumu elde etmek için yaratıldınız Size, onlardan fazla olarak istediğiniz ve isteyerek çalıştığınız şeyleri de istediğim kadar veririm, fakat Allah'ın birliğinin zorunluluğu (vücubu) karşısında Allah'a ortak koşmak ile varlık ve varlığın devamı imkansız olduğundan, sizin nefislerinizdeki birden fazla olma ve çoğalmanın ve maksatlarınızda benim arzumdan başka sadece kendinize ait cimrice görüşler takip eden, çeşitli ve değişik iradelerinizin sizi Allah'a ortak koşmaya ve hepinizi yok olmaya sürükleyen tarafınızı düzenlemek ve adalet ile rahmetin varlık dengesini temin etmek için en sonunda sizi sorumlu tutacağımı da hatırlatırım Haydi Allah'ı inkar etmeyiniz, ona ortak koşmayınız, Allah'a yakınlık ve hatta vekillik için Allah ve Allah'ın iradesi yolunda sevgi ile, iyilik sevgisiyle, doğrulukla, adalet ve merhametle, iman içinde çalışınız da iradeleriniz, kazanılmış amelleriniz o sonsuz mükafata, o en büyük hoşnutluğa sebep olsun Özetle benim Allah'lık özelliğim büyüklükten kaynaklanan bir yok etme, bir baskı ve öldürme şeklindeki tasarruf değil, böyle Rahmân olma ve Rahim olma ile nimeti artıran yüce ve güzel bir Rabb'lık özelliğidir "Güzel davrananlara daha güzel karşılık ve fazlası var Onların yüzlerine ne bir kara bulaşır, ne de horluk İşte onlar cennet halkıdır, orada ebedî kalacaklardır" (Yûnus, 10/26)
İşte Rahim sıfatında tam müjde içinde böyle bir uyarma mânâsı da gizlidir Fakat bu, ilk söylendiğinde bazı kimselerin irade ile gururlanmasına yol açtığı için onlara şöyle bir şeyi hatırlatmak düşünülür Acaba âlemlerin Rabbi, irade sahiplerini yarattıktan sonra geleceğin kaderini büsbütün onlara mı terketmiştir? Kendisi ululuk perdesinin arkasına çekilmiş değil midir? O halde Hak Teâlâ, varoluş bakımından bütün âlemlerin başlangıç noktası ve Rabbi olsa da şimdiki zamanda insanların işine bizzat karışmamış ve geleceğin de dolaylı bir Rabbi olmuş olmaz mı? O halde geçmişin sahibi Allah iken şimdiki zaman ile geleceğin; bu günün ve yarının fiilî maliki ve sahibi, mükafat ve ceza gününün hükümdarı, o irade sahipleri olmak gerekmez mi? Bu halde irade sahiplerinin, alacağını zorla almak ve sorumluluk korkusundan uzak kalmak için takdirini kendisi belirleyip geleceğin "yaptığından dolayı sorguya çekilmeyen" hükümdarı olmaya çalışmaları gerekmez mi? Böyle bir şeyin akla gelmesi, insanların şimdiki zamanda sahip göründükleri irade-i cüz'iyye (Allah'ın insana verdiği az ve zayıf irade)ye kayıtsız bir irade-i külliye ve her türlü kayıttan uzak bir seçme serbestliği ve bir yaratıcı kudret değeri vererek kendilerini herşeye gücü yeten ve kayıtsız şartsız serbest olan ve sonsuza hükmeden birer fail-i muhtar (istediğini yapmakta serbest olan) Tanrı gibi bir kuruntuya düşmelerinden kaynaklanan bir şirk iddiasından ileri gelir ki, insanoğluna ait bütün belaların, bütün haksızlıkların sebebini işte bu yanlış düşünce oluşturur Allah'ın adalet ve rahmeti bunun üzerindeki değişiklikleri yapmasa ve düzenlemese insanlık topluluğu üç gün içinde birbirini yer bitirir "İnsanların elleriyle kazandıkları (günahlar) yüzünden, karada ve denizde fesat çıktı" (Rûm, 30/41) Halbuki dünyada ve hele hayatta her an insan iradesi dışında yeni yaratılışlar meydana gelmekte olduğundan dolayı kuvveti kendisinin zanneden o kuvvetli pazuları, bir an içinde -Allah korusun- bir felç, ilâhî bir darbe en güçsüz acizler sırasına koyuverir Mısır'daki piramitler içinde saklanan ve bir gün gelip te açılacak olan mumyalı gövdeler ve onların kurutulmuş simalarındaki sönük, oyuk gözler, eski Mısır Firavunlarının dağlar deviren görkemli bünyelerinde ve şimşekli bakışlarındaki kuvvetlerin, artık ne efendisi, ne sahibidir Bunun gibi nice örneklerle anlaşılır ki varlığın, hayatın gerek geçmişte ve gerek gelecekte ilk ve son idaresi bütünüyle Allah Teâlâ'nın kudret elindedir ve onun mülküdür O, zannedildiği gibi yalnız herşeyin başlangıcı değil, hem başlangıcı, hem de her şeyin sonudur Oluş ve yok oluşlarla dolu olan bu fani âlemde başlangıcı ve sonu başka başka görenler, ezelde ve ebedde de durumu aynen böyle zannetmesinler Başlangıçta işi yapanla en son gaye olan gerçekte birdir Düşünülürse cansız cisimlerin yuvarlak oluşu, zamanın dönmesi merkez ve çevresinden bize bunu haber verir; doğan insan güçsüz, ölen insan yine güçsüzdür
Bu önemli noktayı hissedenlerin bir kısmı geçmiş ve gelecek şöyle dursun, şimdiki zamanda bile sade cebir (zorlama) yani insan iradesini inkâr etme görüşünü ileri sürmüşlerdir Zaten insan, kuvvet buldukça hep ben, güçsüz düştükçe hep sen veya hep o demek ister Ortada apaçık görülen gerçek ise ne öyle, ne böyledir İşin gerçeği ikisi arasındadır " "dir İnsanlık gövde ile ruhun, akıl ile kalbin, kabiliyet ile faaliyet göstermenin, çaresizlik ile istediğini seçmenin bileşkesidir O, ne kayıtsız şartsız mecburi, ne de kendi başına buyruk kimsedir Bu konuda ilk bakışla, son bakış birbirinin aynıdır Felsefî bir inceleme iddiası ile işi zorlaştıranlar ne çaresizlik yönünü inkâr edebilirler, ne de serbestlik yönünü Mecburiyete derece ayırmak, serbestliğe bir makam vermektir, serbestliğe makam ayırmak da mecburiyete makam vermektir Ne sade zorlama (fatalite) ile sade çaresiz bulunma (determinizm)'nın mecburiyet iddiaları, ne de kayıtsız ve tam hürriyet (liberalizm) davasında bulunanların herkes istediği şeyi yaratmada serbesttir iddiaları, hiçbir zaman hakikat terazisinin açık seçik ve şaşmaz ölçüsüne vurulamazlar İnsanın çaresizlik yönü Allah'ın kuvvetinin şahidi, seçim yönü de Allah'ın iradesinin şahididir O, kendi kendine kalırsa yok olmaya mahkum, yaratıcı kudretin yaratması ile de var olmaya mecbur olur ve aynı zamanda Allah'ın rahmeti ile dilediği işi yapmada serbesttir Ve bu sayede kaderinin bir kısmını kendi isteği ile yazar Kısacası bu iki şahitlikle insan bu varlıkta ve bugün, şu an, şu şimdiki zamanda Allah tarafından bağımlı ve iğreti bir geçici hayatta, bu kayıtlı mülke ve Allah'ın müsaadesine nail olmuş, onun yerine yetki sahibi olmuş yani bir memuriyeti elde etmiş olduğunu ne inkâr etmelidir, ne de bu yetki ve memurlukta kendini azl edilmez ve sorumlu tutulmayan bir esas görevli zannetmelidir İnsan, gelecekteki mükafat ve cezayı verecek değil, alacaktır Hem de şimdiki zamandaki bütün kuvvet vasıtaları, iğreti mülkü kesildiği zamanda alacaktır Almak durumunda bulunmak ise mülk sahibi olma durumu değil, ihtiyaç halinde bulunmaktır Ve tam mülkiyet, hem elde bulunma, hem de kontrol açısından bir şeye sahip olmaktır Bu ise, yerleriyle, gökleriyle, mekanlarıyla, zamanlarıyla, fertleriyle, çeşitleriyle, basitleriyle, bileşikleriyle, maddeleriyle, kuvvetleriyle, kabiliyetleriyle, faaliyetleriyle bütün alemlerin yaratanı, sahibi, icad edeni ve terbiyecisi olan Allah Teâlâ'nın mutlak mülküdür

Alıntı Yaparak Cevapla

Kur'an-İ Kerim Tefsiri

Eski 11-04-2012   #9
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Kur'an-İ Kerim Tefsiri



Fatiha Meâl-i Şerifi (Devam)

4-İşte "Rabbü'l-âlemîn" denildiği zaman, genel kapsamı ile bütün o kuruntular bir yana atılarak ve Allah Teâlâ'nın ezelde ve ebedde mutlak sahib olduğunun anlaşılması lazım gelirse de bir taraftan Allah'ın rahmetinin katmerli genişliği, diğer taraftan insanlığın gafil olması dolayısı ile şimdiki zaman içinde insanların mükafat ve ceza gününe de bir çeşit sahip olması ve hakim olmasının az çok akla gelmesi ihtimalini büsbütün ortadan kaldırmak için "O, din gününün maliki Allah'ın" buyurulmuştur Ve burada uyarma biraz açıkça belirtilmiştir Çünkü "dîn" kelimesi Arap dilinde ceza, hesap, kaza (hüküm verme), siyaset, itaat etme, âdet, durum, kahır ve nihayet bütün bunlarla ilgili ve hepsinin üzerinde kurulduğu ve hepsinin ölçüsü olan millet ve şeriat mânâlarına gelir Doğrudan doğruya kıyamet mânâsı yoktur Ve burada baştaki ceza ve sonuncu bilinen din mânâları ile iki geçerli tefsiri vardır: İlk önce ceza, gelecekte sorumluluk, sorumluluk duygusu, sorumluluğu tatbik etmek gibi mânâlara da gelir Bunun için (yevmiddîn)'in Türkçemizde bir ismi de rûz-i cezadır (ceza günüdür) Fakat şunu unutmamalıdır ki, aslında ceza kelimesi şimdiki herkesin bildiği gibi yalnız ceza ve işkence demek olmayıp iyi veya kötü yapılan bir işin tatlı veya acı karşılığını, ücretini vermek mânâsına masdardır Ve isim olarak bu karşılığa da söylenir Mesela demek, "Allah sana çok hayırlı, karşılıklar ve mükafatlar versin" demektir Ancak mükafat ve mücâzât (ceza) kelimeleri, denk ve ortaklık mânâlarına geldiklerinden hukuk dilinde yüce Allah'a nisbet olunmaz Bunun yerine sevap ve azap, ücret ve ceza gibi deyimler kullanılır Bundan dolayı "yevmi'd-dîn", ceza günü her işin karşılığı verilip bitirileceği son gün, başka bir ifade ile gelecekte mükafat ve cezanın paylaşılacağı vakit demektir ki, İslâm hukuk dilinde buna "yevm-i âhir = son gün" de denilir Ve bu kelime de kaza (davaları kanuna göre hükme bağlamak ve çözüme kavuşturmak) ve hükm etmek mânâsını da içine almaktadır Gerek Arapça'da ve gerek Türkçe'de olsun bu gibi yerlerde yevm ve gün kelimelerinin mutlak surette vakit mânâsına kullanıldığı da bilinmektedir Bugün ne bir gündüz, ne bir gece ve ne bir gündüzle gecenin toplamı olan yirmi dört saat mânâlarına olmayıp gerek gün, ay, yıl, asır, devir vs gibi bildiğimiz ve gerek bilmediğimiz zaman ölçülerinden herhangi biri olabilir (Dünyanın kendi ekseni etrafında bir defa dönme süresi bir gündür, yok olmak ise bir nefeste olur) "Bugün dünya, yarın ahiret" deriz ve bunun için dünya günlerine göre ahiret günleri "bin sene" veyahut "elli bin sene" gibi ölçülerle anlatılagelmiştir Bu açıklamadan anlaşılır ki, "yevmi'd-dîn" bütün ümitlerin veya ümitsizliklerin ileride Allah'ın terazisinden geçerek en son gerçek şeklini bulduğu ve herşeyin birbirlerinden tamamen ayrıldığı kesin olarak bilinen son andır Bundan sonrası artık ya ümidin son noktası olan sonsuz mutluluk ve en büyük memnuniyet (cennet) veya ümitsizliğin son noktası olan sonsuz, en büyük zarardır (cehenneme girmek) ve bugün kıyamet gününün son anıdır Ve bu şekilde "yevmi'd-dîn" kıyamete işarettir Fakat bunun kıyamet günü olması, dolaylı yoldan elde edilen bir mânâ sonucudur Yoksa din, kıyamet demek değildir Kıyamet gününün, kıyamet yani ölmüşlerin dirilmesi demek olan ba's (yeniden dirilme), haşr ü cem' (derleyip toplama), vakfe yani tavakkuf ve intizar (durma ve bekleme), sual (sorguya çekme), hesap ve mizan (amellerin tartılması), sırat ve nihayet bütün amellerin iyiye iyi mükafatının, kötüye kötü cezasının dağıtılması ile ceza gibi durumları ve menzilleri içermektedir ki, diğerleri bu son ceza döneminin ilk unsurları ve başlangıçları olduğundan burada "yevmi'd-dîn" nazmı ile bu maksat açıkça belirtilerek teşvik ve uyarma ile desteklenmiştir Bundan dolayı "yev'mid-dîn" yerinde "kıyamet günü", "sorgulama günü", "hesap günü" denilmesi hem terceme değildir, hem de bu kuvveti ve sözün gelişini bozar ve daha fazla korkutma ve dehşet mânâsını ifade eder
Yevmi'd-dîn, cezanın gerçekleşeceği son gün demek olduğundan bu açıklama şeklinde dinin esaslarından inançla ilgili prensiplerinden birini meydana getiren kıyamet inancı bütünüyle gözardı edilmiş, onu yalnızca bir yönü ile anlatıyor ise de din kelimesini bilinen mânâsında kullanmamış ve ona dolayısı ile işaret etmiştir Çünkü ceza yerine din gelmesinde sözlü bir işaret, mükafat ve azab mânâsında da dinin maksatlarına bir işaret bulunduğu apaçıktır
Bilinen mânâya gelince: Din, akıl sahiplerini kendi güzel arzuları ile bizzat iyilikleri yapmaya sevk eden bir ilahî nizamdır Burada biraz duralım Bu tanımlama, herşeyden önce hak dinin bir tanımlamasıdır Çünkü bizzat iyiliğe gerçekten sevk etmek ancak hak dindedir Batıl dinlerde ise bu sevk, hayalî olur Onlar, bizzat iyilik olmayan şeylere, olsa olsa iyilik adına bazı izafî iyiliklere sevk edebilir Mesela kendi görüşüne göre bir iyilik gibi yalana, yalancılığa ve hırsızlığa teşvik edebilir Çünkü hak ve hakikatı inanç esaslarının başına koymuş değildir Bundan dolayı bu tanımlama, dolayısı ile batıl dinlerin de esasını göstermiştir Yani gerçekte böyle ilâhi bir yönlendirici değil iken öyle zannedilen dinler de batıl dinlerdir İkinci olarak dinin yeri, şartları, semeresi, rükünleri, yani cinsi ve onu başka dinlerden ayıran özellikleri gösterilmiştir ve dinin şeriata uygun olan bu mânâsı, din kelimesinin lügatla ilgili bütün mânâlarını içine almaktadır
Hak dinin yeri, akıl sahipleridir Bundan dolayı cansızlar, bitkiler, hayvanlar, deliler, akılsızlar, çocuklar, bunamışlar gibi özürlüler, din açısından sorumluluk sahibi değildir Çünkü akıldan yoksun olanlar, arzu ve seçim sahibi olmadıklarından dolayı kendilerinden bir iyilik meydana gelirse istem dışı olur ki buna da zorlama denilir Bundan dolayı, hayvanlarda din vardır demek, olsa olsa mecazî bir ifadedir
Demek ki dinin şartı akıl ve istektir Bunlar dinin şartı, dindarlığın rüknüdürler Akıl bulunmayınca dinle ilgili işler ve dinî yükümlülükler bulunamayacağı gibi, seçme hürriyeti bulunmadıkça da dinin idare ve etkisi, başka bir ifade ile dindarlık bulunamaz Bundan dolayıdır ki, dinde ilim meselesinden başka bir de irade meselesi vardır Gerçekten bilgili ve akıllı olmak, dindar olmak için yeterli değildir Dindar olmak için dini hem bilmek ve hem sevmek lazımdır Bundan dolayı, ilim ve irade, akıl ve seçim hürriyeti bizzat dinin yalnız kendisinde bulunan bir rükün değilse de dindarlık ve dine bağlı olmanın rüknüdürler Bunun için isim olan din kelimesi ile, dindarlık mânâsına gelen ve masdar olan din kelimesinin mânâlarını karıştırmamalıdır Dindarlık insanın vasfı ve nefse ait bir mânâdır Din ise dindarlığın konusu ve onunla ilgili olan gerçeği ve işin özü olan bir mânâdır Aralarındaki fark, nefisle ilgili bir olay ile bu olayın ilkeleri ve kanunları arasındaki fark gibidir Diğer bir ifade ile din ilâhî bir kanun, dindarlık ise insanların emek ve çabalarının sonucudur Bunu birbirinden ayıramayanlar ilim adına hatalara düşerler
Dinin meyveleri bizzat iyi olan işlerdir Yani işleri yapan kimsenin kendi zannına ve kendi görüşüne göre değil, aslında ve hak terazisinde iyi ve faydalı olan işlerdir Bundan dolayı esas dindarlık, iyiliği Allah katında iyi olduğu için seçip yapmaktır İyilik ise gerçekte genel olsun, özel olsun diğer kimselere şimdi veya gelecekte faydalı olandır İyiliği, gerçekten iyilik olduğu için yapmak demek, onu Allah Teâlâ adına yapmak demek olduğu apaçıktır Çünkü şu iş gerçekten bir iyiliktir demek, yalnız sana bana göre değil, aslında ve Allah Teâlâ'ya göre iyidir demenin diğer bir ifade şeklidir Allah Teâlâ katında iyi olan her işin de bir ücreti, bir karşılığı, bir mükâfâtının olduğu gerçektir Bu sevabın en büyüğü O'nun rızasıdır Çünkü yüce Allah her iyiliğin, her mükâfâtın, her nimetin kaynağı ve kefilidir Allah'ın rızasının en büyük vesilesi de hakka rıza göstermektir Hakk'a razı olmayan iyiliği yalnız iyilik olduğu için sevip yapamaz, kendine ait peşin bir fayda arar Gerçi iyiliğin mutlaka karşılıksız olması şart değildir Allah katında kaybolan ve boşa giden hiçbir iyilik yoktur Fakat bir iyiliğin hemen böyle bir menfaat endişesi ile yapılması, hakka faydalı olmak için değil, haktan yararlanmak için yapılan ve bundan dolayı ücretini Allah'tan isteyen peşin bir değiş-tokuş olur Bu ise iyiliği, iyilik olduğu için yapmak ve Hakk ile bir ilişki kurmak değildir Mükâfâtını Allah'tan isteyerek yapmak ise, herhalde Hakk ile ilişkiye girmek ve hakkı ve iyiliği tanıyarak yapmaktır Bu da iyiliği gerçekten iyilik olduğu için yapmak demektir Çünkü iyilik zaten ve gerçekten böyledir Fakat bu karşılığın yalnız ahirette verileceğini düşünerek yapmak daha yüksek bir olgunluk derecesidir Demek ki, hakkı tanımayan ve Hakk'a tapmayanların, iyiliği gerçekten tanımaları ve iyiliği gerçekten iyilik olduğu için yapmaları mümkün değildir Ve iyiliği sevmenin başı, hakkı sevmektir ve samimiyet ve ihlâsın ilk şartı Hakk'a tapmaktır
İşte bunun içindir ki hak dinin, en belirgin özelliği Allah'ın koyduğu bir kanun olmasıdır Çünkü diğer konular Allah'ın zatına bağımlı değildir ve sebepleri şahsi gayelerdir Bu ise bizzat iyiliğe değil, bizzat kötülüğe ve Allah'a ortak koşma ile karşılıklı kavgaya sürükler ve hele güzel bir seçimle iyiliğe sürükleme maksadını hiç içermez Çünkü şahsi maksatlar ve art düşünceler hissedilen herhangi bir teşebbüste, insanın seçim hürriyeti derhal bulanır ve bozguna uğrar Zaten şahsi maksat iyiliğin bile iyilik olmasına engel olur Fakat Allah'ın kanunu nasıl anlaşılır? Bu nokta dinin en önemli bir meselesini meydana getirir Şüphesiz Allah'ın kanunu bizzat Allah Teâlâ'nın ilmi ve iradesi ve rızasını gösteren deliller ile anlaşılır ki, bunların en kuvvetlisi Kur'ân gibi Allah'ın (insanlığa) hitabıdır Kalb ve akıl bu hitabı zaruri olarak veya bir delil ile anlar ve kabul eder Aslında ruhun bütün varlığı ile onu Allah'ın kanunu olarak anlaması lazımdır
Bu noktada bazı filozoflar, vicdan zevkini yeterli görmüşler Fakat mutlaka vicdan zevki çok şahsi bir sebeptir Ve kâinatta her şahsın kendine mahsus özel bir vicdan zevki vardır O halde kişiler kadar da din vardır demek gerekir Halbuki hak bir olduğu gibi hak din de birdir ve hakkı bulmak için vicdanın ötesine de bir göz atmak gerekir Şu halde bütünün vicdanını veya bunu temsil eden bir bütünün ruhunu bulmak ve o bütün ruhun kalbini ölçü olarak almak zarureti vardır
Diğer bazıları yalnız akla başvurmuşlar ve aklın hak ve iyilikte biricik hükümdar olduğunu zannetmişlerdir Halbuki akıl, şahıs değildir Nitekim hak bir olduğu gibi akıl için de yol birdir, deriz Fakat akıl en iyi bir anlama vasıtası olmakla beraber kalble ilgili hallerde otorite olmadığından dolayı ruhun bütün varlığına uyum sağlayamaz ve bundan dolayı Allah'a ait nizamı anlama ve kabul etmede prensiplere muhtaç ikinci derecede bir alet olmaktan ileri geçemez
O halde Allah'ın kanunu her şeyden önce insanın ruhuna bütün varlığıyla uyan, görünür ve besbelli bir zaruri ilim ile ortaya çıkmalıdır ki, bu görünme bizzat Allah'ın nizamı ve hitabı olduğu kendi kendine anlaşılsın ve apaçık olsun da sonra akıllar tecrübe ve delile dayanarak netice çıkarma yolu ile kalbler zevk ve ferahlık ile bundan feyz (ilim-irfan) alsınlar İşte bu zaruri ilime şeriat dilinde "vahiy" ve bu nimeti elde etmeye "nübüvvet = peygamberlik" denilir
Şu bilinmelidir ki Allah'ın kanunu ile insanların koyduğu kanunun en önemli farkı o kanunun meydana gelmesine insan iradesinin sebep olup olmadığıdır Yoksa Allah'ın kanununun, mutlaka insanlık dışında meydana gelmesi şart değildir Ve gerçekten insan ruhundaki değişikliklerin önemli bir kısmı insanın ortaya koyduğu şeyler değildir Bundan dolayı hak dini meydana getiren hitap ve Allah'ın kanunu, önce yaratılışın Levh-i Mahfuz'unda kesbe bağlı olmayan ve Allah'ın iradesini gösteren bir mecburiyet ile oluşur da bizzat Allah'la ilgisi olması ile her şeyin ruhunu temsil eden bir kutsal ruhda bütün apaçık delillerin prensiplerini içeren, görünen ve gerekli olan kesin bir bilgi ve apaçık bir vahy ile kendini gösterir Sonra bu zaruri ilim ile verileri bir taraftan tecrübe ve tarihe ait doğrulayıcı belge ile diğer taraftan akla ait deliller ve kalbe ait zevkler ile çalışıp kazanma yolundan meydana çıkar ve umumîleşir gider Vahyin, devamlı vicdanda bir örneği, akılda da delili vardır Fakat vahyin gelişi bütün hisleri istila ettiğinden dolayı o anda ruh bütün varlığıyla gördüğü şeye dalmış olarak sadece kabul edici kesilir ve irade ile ilgili faaliyeti ve kuvvetlerinin özellikleri geçici olarak durur da aklın yetişemediği varlığın bilgi ve sırlarını görür ve daha sonra arzu ve iradesini ona uydurur
İşte hak din, başlangıçta peygamberlik denilen böyle ilâhî bir nizam ile gerçekleşir ve bu tecelli insanda görünür fakat kaynağı bakımından insana ait bir nizam olmaz Doğrusu insan ruhu Allah'a ait ilimde "yapan" değil "kabul edendir" Bilgi uydurulmaz, alınır ve bunun için ilimde ruh ile dış dünya arasında bir hak ilişkisi vardır ki bu ilahî bir nizamdır Ruhun kendinde arzusunu karıştırarak imal ettiği fikirlerde ise bazen ilim bulunur, bazen bulunmaz, bu da insana ait bir hareket olur Demek ki, her türlü kesin bilgi Allah'a ait bir nizamdır Hakk'ın böyle bir tasdiki de insanın arzu ve iradesinden tecerrüd edilmesiyle düşünülmeye bağlıdır Özellikle din gibi doğrudan doğruya insanın işleri ve durumları ile ilgili ve insanın seçimiyle ilgili ve ona başlangıç olan hareket kanunlarında bu gereklilik daha kesindir Kin, hırs, iştiha kalbi ve aklı sislendirir, basiret gözünü şaşı yapar Ya hiç göstermez veya çatal gösterir Bunun için din ilminde iştihâdan sakınmak ve uzak kalmak en büyük şarttır "Kim Kur'an'ı şahsi görüşüne göre tefsir ederse kâfir olur" hadis-i şerifi de bunu ifade ediyor Vahy ise söylediğimiz gibi bütün his ve duyguları kaplıyarak ve o anda irade gücünü etkisiz hale getirerek gelen ve bundan dolayı hiçbir emek ve yapmacık gayret şaibesi ve hiçbir iştihâ alâmeti olmaksızın ruhun sırf kabiliyeti üzerinde dışından ve içinden tam bir mecburi öğretme ile Allah'a ait ilkeler nizamını sunan en açık, en zorunlu bir kesin bilgi olduğundan normalde kat'i olarak bilinen bilgilerin üstünde Allah'a ait nizamın en mükemmel şahidi ve içeriğindeki aklî deliller ve sonraki çağdaş deneylerle de doğruluğu kuvvetlendirilen bir hitabın dile gelmesidir Ve bu şekilde her görülen şey gibi kalp ve aklın arzularıyla gösterdikleri faaliyetin üstünde olmakla beraber, yaratılıştan var olan kabiliyeti dışında da değildir Bunun için hak din kabul edildikten sonra özellikle usül açısından aklın tüme varım yolu ile elde ettiği kavrayışları içine girer ve yalnız delillere dayanarak netice çıkarma bu kavrayış için yeterli olmaz Ve ilimde olduğu gibi bunda da keşif (bir sırrı öğrenme, ilham) teoriden öncedir Yalnız aralarında şu fark vardır: Bunda (vahiyde) kişinin tecrübesi hepsini anlamaya yeterli değildir O ancak herşeyin aslı olan Allah'ı tek bilmede mümkün olabilir Dinî gerçeklerde ve kanun yapma ile ilgili meselelerde, tekrar tekrar görünmesi, tecrübe edilmesi asırlara bağlı nice bilinmesi gereken önemli konular vardır Ve bunun için dinî ilimlerde de akıl ve naklin önemi apaçıktır Gerçekten İslâm'da da ilâhî kanunları bildiren delil dört tanedir:
Kitap (Kur'ân), sünnet, ümmetin icmâ'ı (büyük fakihlerin, dinle ilgili bir konuda görüş birliğinde olmaları) ve kıyâs Bunlardan ilk üçü kesin isbat, dördüncüsü de açıklayıcıdır
Hak dinin ayırıcı özelliği akıl sahiplerini güzel arzuları ile bizzat iyiliğe sevketmektir Diğer bir ifade ile hak din zorla değil, seve seve iyilik yapan, istediğini yapmakta serbest olan insanlar yetiştiren bir terbiye nizamıdır ve bütün mutluluklarda iyiliğin yapıcısıdır Demek dinin iyiliğe sevk etmesi mecburiyete ve zorlamaya dayanmıyor O, önce serbest hareket etmeyi teşvik eder ve ona güzelce serbest hareket etmenin ölçüsünü verir Güzel sonuç ile kötü sonucu göstererek uyandırır ve iyiliğe yönlendirmeyi bu gönül hoşluğu ile yaptırmak ister Bunun için "Dinde zorlama yoktur" denilir (Bakara, 2/256) Çünkü iyilik yapmaya zorlanıldığı zaman, iyiliği yapan, o iyiliği yapmaya mecbur değil, onu iyiliği yapmaya zorlayan, zorlayıcı kimsedir Halbuki din, insanı, güzel ahlâk ve tabiat ve yüksek fazilet sahibi olan, hayırsever, iyilik yapan, istediğini serbestçe yapan bir insan yapmak istiyor Bu ise yalnız dinin zatında değil, insanın istediğini seçmesinde ve onunla dindar olmasında ve bunun sağladığı başarı doğrulukdadır Din ne kadar doğru olursa olsun, bilgisiz kimselerde bu şekilde etkili olamıyacağı gibi, bilginlerde bile istediğini yapma serbestisi bulunmaksızın, diğer bir ifade ile, gerçek anlamda dindarlık gerçekleşmeden etkili olmaz "Eğer siz Allah'a (dinine) yardım ederseniz, Allah da size yardım eder" (Muhammed, 47/7) Bu güzel seçime, bu dindarlığa sahip olmayanlar, ya diğerlerinin zorlaması ile iyiliğe sürüklenen ve hürriyetine sahip olmayarak başkalarının kullandığı alet gibi olan ve başkasının istediğini istemeyerek yapan bir kişi olarak kalır veya kötülük ve bozukluk yapan biri olur gider Bu vesile ile şunu birbirinden ayırmak gerekir ki; dinin insanı yönlendirmesi başka, birini dine yönlendirmek başkadır
Bilgi gibi dinin de sürüklemesi zorla değildir Çünkü aklın gereği fiilen gerekli olanın sebebi değildir Onun sebebi irade ve kuvvettir Fakat hak dine sevketmek aslında tam bir iyiliktir Bunun için özel veya genel velayet ile tam dindarlığın iyiliklere zorla sürüklediği, diğer bir ifade ile zorla iyilik yaptırdığı yerler vardır Bu cümleden olarak anne ve babanın çocukları yönlendirme ve terbiye etmeleri, iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak gibi meseleler bu cinstendir Bu farkın çıkış noktası şudur: İstediğini seçme ve irade dinin bir parçası değildir de, etkili olmasının bir şartıdır, dindar olmanın parçasıdır Demin söylediğimiz gibi sırf kanun ile dilediğini yapmakta serbest olan kimsenin etkileri arasında büyük fark vardır
Kısacası din, iman ve amel konusu olarak akla ve irade hürriyetine teklif edilecek hak ve iyilik kanunlarının toplamıdır ki buna millet ve şeriat da denilir Dindarlık da bu kanunların severek ve isteyerek tatbik edilmesidir Gerçi amelin imandan bir parça olup olmadığı tartışılmış ve doğrusu amel imanın bir parçası değil, imanın gereği ve meyveleri olduğu tesbit edilmiş ise de gerek imanın ve gerek amelin dindarlıkta; imanla ilgili hükümler ve amelle ilgili hükümlerin de bizzat dinin içinde birer rükün olduklarında asla ihtilaf edilmemiştir
Hak dinin bu ayırıcı özelliği üzerinde iyice düşündüğümüz zaman anlarız ki, tecrübe ve aklî delil açısından bir dinin hak olması (tam din olması şartı ile) herkese vaad ettiği iyiliklerin, mutlulukların gerçekleşmesi ile anlaşılacaktır Batıl dinin verdiği sözler, din olmasıyla ters orantılı iken hak dinin verdiği sözler din olmasıyla doğru orantılı olur Gerçekten İslâm tarihine baktığımız zaman da İslâm dinini böyle buluyoruz Ta Hz Peygamber'in zamanından beri müslümanlar ne zaman dinlerine tam doğru bir dindarlık ile sarılmışlarsa gerçek iyiliği anlamışlar ve yapmışlar, bereketleri, iyilikleri ve mutlulukları o oranda artmış, mutlu yaşamışlar, mutlu yaşatmışlar "Kim bir iyilik yaparsa ona o iyiliğin on katı verilecektir" (En'âm, 6/160)
Fakat zamanımızda Avrupalılardan bazıları diyorlar ki "Asrımızın insanları, mutluluğu fayda ve iyilikte değil faydalanmada görüyor Onun dışında bizatihi bir hak, bizatihi bir iyilik tanımıyorlar ve bundan dolayı Allah tarafından kurulmuş olan hak din, artık onların şevklerini ve iradelerini coşturmuyor Şimdiki insanları ancak faydalanma şehveti zabt ve idare ederse etkileyecektir Bundan dolayı onlara insan tarafından kurulmuş olan dinler tatbik etmeli ve iradeleri bununla gıcıklayarak şimdiki insanları, olgunlaşıncaya kadar bir taraftan mücadeleye sürüklemeli, diğer taraftan sırf otomatik ve mekanik, yani cansız ve duygusuz kanunlarla zor ve kuvvet içinde tutup götürmelidir Tabiatta merhamet yok, zor vardır Hürriyet değil, zorunluluk ve determinizm hakimdir" Bunlara göre şimdiki insanlar şahsi çıkar hırsı ile ister istemez böyle sonsuz bir mücadeleye atılmakta ve sevgi yerine düşmanlık çoğalmaktadır Böylece hak din doğru imiş demek, haksızlar onun mükafatına değil, cezasına layıktırlar demeye eşittir ve hak dinin Allah'a ortak koşmada gösterdiği acı sonuçları hak etmeyi itiraf etmektir "İnsanların kendi elleriyle kazandıkları günahlar yüzünden, karada ve denizde fesat çıktı Belki dönerler diye, Allah böylece onlara, yaptıklarının bir kısmını tattırıyor" (Rûm, 30/41) âyetinin mânâsını doğrulamaktadır Bu da Allah'ın birliği ile Rahmân ve Rahim'e sarılmayan insanların bizzat hakları ve bundan dolayı âlemlerin Rabbi'nin bir yücelik alâmeti, bir büyüklük terbiye ve tedbiridir Yüce Allah insanlara bu şekilde de görünür İnsanlar bu çıkarcılık ve aç gözlülüğü yenerlerse, ancak şimdiki zamandaki savaş belasını da yenmiş olacaklar ve gelecekteki din gününün mükafat ve karşılığını daha iyi anlayacaklar Çünkü Alman filozofu Kant bile yüce Allah'ın mutlak varlığını pratik aklı ile ahiretin mutlaka var olması gerektiği sonucundan çıkarmıştır Bu şekilde ahiret günü dinin ve ona iman etmek dindarlığın en önemli temelini oluşturur Ve o günün dine mahsus olan böyle bir özelliği vardır "O, din gününün maliki Allah'ın" âyetinde bu müjde ve uyarmanın açıkça ifade edilmesi bu itibarla da çok açık seçik bir söz olmuştur Dinin böyle bir günü vardır
Bundan dolayı İbnü Cerir et-Taberî tefsirinde nakledildiği üzere bazı müfessirler buradaki "din"i yalnız mükafat ve karşılık mânâsına değil, millet ve şeriat de denilen bilinen mânâsıyla ilişkili olarak tefsir etmişlerdir Bu şekilde " = yevmi'd-dîn", bilinen şer'î mânâsı ile dinin bilinen önemli günü demek olur ki, bundan da bizzat ahiret ve kıyamet günü anlaşılır Hitabın başlangıcına göre birinci mânâ açık, hitabın sonucuna göre de ikinci mânâ birdenbire akla geliyor Bunun için biz de bu iki mânâyı zayi etmemek için mealinde "din gününün sahibi" demeliyiz

KIRÂET
Burada iki kırâet (okuma tarzı) vardır On kırâet imamından yani Nafi, İbn-i Kesir, Ebu Amr, İbnü Âmir, Hamza ve Ebu Ca'-fer kırâetlerinde elifsiz olarak okunur yani Âsım, Kısâî, Yakub, Halef-i Aşir kırâetlerinde de okunur ki, bizim kırâetimiz de budur Ve Fâtiha'da mânâ ile ilgili Kur'ân-ı Kerim'in türlü türlü okunma şekilleri ancak buradadır Birincisi mimin ötresi ile "mülk" masdarından sıfat-ı müşebbehe, ikinci de mimin esresi ile "milk" masdarından ism-i fâil kipidir Bu kelimeler, kuvvet mânâsı ile ilgilidir Biri her şeyden önce ve bizzat insanların canları üzerinde tasarruf, diğeri de her şeyden önce ve bizzat malların kendisi ve faydaları üzerinde tasarruf kuvvetidir Hükümdarlık, umumun faydası için görüş ve tedbir, emir ve yasak, söz verme ve uyarma, gönül okşama ve mahrum etme gibi hukuk ve yetki ile aklı olan insanlar üzerinde tasarruf ve hüküm icra ederek bir toplumu düzene sokma ve onu bir tek kişi örneğinde temsil eden bağımsız bir genel nitelikli yönetim kudretini ifade eder
Mâlikiyet ise, her türlü mal varlıkları ve onların hisseleri üzerinde kişinin özel faydası için başlıbaşına zabt ve tasarruf hakkı ve yetkisi demek olan özel nitelikli yönetim kuvvetini ifade eder Bunlardan her birinin diğerine bir yönden ilişkisi vardır Gerek mutlak suretteki sahip olma ve gerek mutlak suretteki hükümdarlığın ikisi de bizzat âlemlerin Rabbine aittir Çünkü hayatı kendi elinde olmayan insanlığın bu sıfatlarla nitelenmesi, tabiatıyla izafî, vekâleten ve iğreti olduğu apaçıktır Bununla beraber dünyada ve şimdiki zamanda insanlığın yalnız bencilliğini, gururunu teşkil eden de bu izafî ve vekaleten olan otorite ve mülktür Çünkü bunlar, dünyada yaşama ve mutluluğun en önemli temel şartlarındandır Gerçekten hayat ve hayatın mutluluğu önce bir memlekete bağlıdır Memleket ise otorite ve mülk yeri demektir ki, buna halk dili ile vatan, İslâm hukuku dili ile daha değerli olarak dâr (yurt) denilir Bir memlekette hayat, şahsi menfaate dayalı mülkiyet hakkına bağlı olarak, yani kişisel mülkiyet ile ayakta durur Bunun gereği olan hayat ve kamu yararı da hükümdar ve mülk ile yani sosyal düzeni temin eden devlet ve devlet reisi ile sağlanır Bunların kıvamı da her ikisinin kendine ait (özel) ve kendi adına hareket eden kimse olmayıp birbirinin desteğine muhtaç olduklarını bilmek ve aralarında hak oranına uygun düşen karşılıklı destek ve düzeni bulmakla mümkündür Kişiyi ve kişisel mülkiyeti boğan katıksız ve katı sosyalizm, organlarının bütün özellikleri felce uğrayan ve yalnız gönlü basit ve fakat heyecanlı bir hatıra ile kıvranan bir vücuda benzer Toplumu, sosyal mülkiyeti boğan katı ferdiyetçilik (Liberalizm) canlılığı çözülmüş olup canı boğazına gelmiş ve gözleri hava boşluğuna dikilmiş ölüme hazır birisinin son nefesindeki can çekişme anındaki krizini yaşayan bedenini andırır Bunun için otorite ve mülkten her birinin yok olması bir felakettir Mülk ve otoritenin bir kısmının veya tamamının yokluğu, bizzat kamu yararının o oranda kesilmesidir Otorite ve mülk sahibi olmanın bir kısmının veya tamamının yok olması da kişisel faydanın veya herkesin faydasının tükenmesi demektir Ve çoğunlukla birinin sona ermesi diğerinin sona ermesini gerektirir Bunların ikisinin birden kaybedilmesi ise -Allah korusun- en büyük musibet ve en büyük felakettir Her birinin yok olmasını düşünmekte bile insanlık bu acıklı sonucun yürekler acısını duyar ve duyduğu içindir ki, bütün bu açıklık karşısında kendisinin şu anda göreceli (izafi) değil, gerçek ve kayıtsız şartsız bir melik (hükümdar) veya malik (sahip) olduğu kuruntusundan kurtulamaz Varlık ve nimet açısından hükümdarlık şüphesiz daha çekicidir Fakat yokluk ve şiddetli ceza açısından da sahip olmanın ortadan kalkması daha dehşetli ve daha korkunçtur İşte bu büyük âyet insanlığın şimdiki zamandaki bu izafî payını zorla almayarak, gelecekte özellikle ahirette bunun dahi kendisinden alınacağını ve o zaman yalnız âlemlerin Rabbi yüce Allah'ın ezelî ve ebedî olan gerçek mülk sahibi oluşu, ve mutlak hükümdarlığının kalacağını açıklıyor: "O gün, kimsenin kimseye yardım edemeyeceği bir gündür! O gün emir, yalnız Allah'a aittir " (İnfitar, 82/19) "Bugün mülk kimindir? O tek ve Kahhar olan Allah'ındır" (Ğâfir, 40/16) İlk bakışta bu uyarma ne kadar dehşetlidir Benim benim derken, memleket, hükümet kaybetmenin ne felaket olduğunu anlayanlar, isterse bir tane olsun kimseye vermem derken, malsız mülksüz kaldığını görenler bu dehşetin büyüklüğünü ne çabuk hissederler Fakat onu sonradan değil, önceden hissetmenin faydası vardır Bununla beraber bu yüce âyet ümitsizlik veren bir âyet değildir İzafî ve vekaleten sahip olma veya hükümdarlığın sona erip gerçek ve hakiki sahibine ve hükümdarına döndüğü o günde yine tam fakirlik olan tamamen yok olma yüz göstermiyor, ne katıksız otorite, ne de katıksız mülkün hiç biri olmuyor Bütün varlıklar, gerçek sahip olan âlemlerin Rabbinin, Rahmân'lığı ve Rahim'liği ile kudreti altında top lanmış bulunuyor Bundan dolayı Rabbanî memleketin vatandaşlığını taşıyanlar o gün mutluluk paylarını derecelerine göre bol bol alacaklar ve tâbi olmayanlar da sonsuz nasipsizliğe katlanıp gideceklerdir Çünkü o gün vatandaşlığı değiştirmeye artık imkan kalmayacak, başka memleket, başka hükümet bulunmayacaktır Bugün kötülük yaparken, sonunda yokluğa güvenen, yok olmayı nimet sayanlar, o gün ondan da mahrum olacaklardır Hak terazisinin gereği budur
İşte " " şeklinde okumak bu uyarma ve müjdelemeyi ferdî mülkiyet açısından; olarak okumak da sosyal mülkiyet açısından anlatmak ve bildirmektir Her iki uyarıyı bir okuma şeklinde toplamaya, Fâtiha'da Allah'ın rahmân olması müsaade etmemiş ve en büyük belağat bunların iki ayrı okuma şeklinde dağıtılmasında kendini göstermiştir

İLMÎ BİR ÖZETLEME
Fâtiha'da ilk tam vakf (durak)ın içine aldığı bu üç âyet bir istenilen şey ile beş delilinden terkib edilmiş bir önermedir Şöyle ki: Hamd Allah'a mahsustur Çünkü Allah zatı ve sıfatı ile bunu hak etmiştir Zatı ile hak etmiştir, çünkü Allah'tır, zatında hakkıyla kendisine ibadet olunandır Sıfatı ile hak etmiştir, çünkü âlemlerin Rabbidir ve çünkü Rahmân'dır ve çünkü Rahîm'dir ve çünkü din gününün sahibidir Birinci delile göre "Allah'a hamd olsun" önermesi "dört sayısı, çifttir" önermesi gibi benzetmeleri beraberinde olan önermeler veyahut doğal denilen önermelerdendir Diğerleri de enfü-sî ve âfâkî (subjektif ve objektif) bakış açısıyla kâinat düzeninden dolaylı olarak varılan bir sonuç gereğince başlangıç ve sonuç delillerinin özetidir ki, Kur'ân'da uzun uzadıya anlatılacaktır

Alıntı Yaparak Cevapla

Kur'an-İ Kerim Tefsiri

Eski 11-04-2012   #10
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Kur'an-İ Kerim Tefsiri



Fatiha Meâl-i Şerifi (Devam)

5-Saygı göstermenin bütün şekillerini ve sebeplerini içine alan bu bildiri ve ispat şeklinden sonra da aynı önerme ve deliller bir dileğe ve bir teklifin gereğini yerine getirmeye dahi işarettirler Sanki yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey insanlar! Ey akıl sahipleri siz sadece iyiliğe, kayıtsız, şartsız olgunluğa saygı gösterenlerden iseniz ben Allah'ım, her olgunluk benimdir ve eğer kudret (güç) ve iyilik etmeye saygı gösterenlerden iseniz ben âlemlerin Rabbiyim ve eğer geleceğe tama' ederek saygı gösterenlerden iseniz ben Rahmân-ı Rahîm'im ve eğer korku ve ürkme ile saygı gösterenlerden iseniz ben din gününün sahibiyim Bundan dolayı saygının bütün sebeplerini zatında toplayan ve kendisine ibadet edilen tek ilâhım" Bunu duyan akıl sahibi muhataplar da "Acaba Allah Teâlâ'ya nasıl ve ne şekilde hamd edelim?" diye elbette kendi kendilerine soracaklardır İşte buna cevap vermek üzere, sözün yönünü değiştirmek demek olan bir iltifat üslubu ile; "Ancak sana ederiz kulluğu, ibadeti ve ancak senden dileriz yardımı, inayeti (Ya Rab!)" buyurulmuş ki "böyle deyiniz" meâlini anlattığı halde, anlatımdaki belağat bunu açıkça söylemeye ihtiyaç bırakmamıştır sana mânâsına bitişik olmayan zamirdir ve ondan sonraki fiilinin düz nesnesidir Nesnenin böyle fiilden önce gelmesi, sırf sana mahsus anlamı taşıdığından "başkasına değil, ancak sana" demek olur abed, ubudet, ubudiyet (kulluk) mânâlarını da toplayan ibadet masdarından yapılmış geniş zaman fiili birinci şahıs çoğul kipidir O halde ibadet nedir?
Şeriat dilinde ibadet, niyete bağlı olarak yapılmasında sevap olan ve yüce Allah'a yaklaşmayı ifade eden özel itaattır İtaat, niyete bağlı olsun olmasın ve kimin için yapıldığı bilinsin bilinmesin, yapılması hayırlı olan ameli yapmaktır Allah'a yaklaşmak niyete bağlı olmasa bile yapılması hayırlı olan ameli, kime yapıldığını bilerek yani yaklaşmak istediği zatı tanıyarak yapmaktır Bundan dolayı her ibadet, Allah'a bir yaklaşma ve her yaklaşma bir itaattır Fakat her itaat yaklaşma sayılmaz ve her yaklaşma ibadet olmaz Mesela Allah'ı tanımak için düşünmek bir itaattır Fakat kendisine yaklaşmak istenilen yüce Allah düşünce durumunda henüz tanınmış olmadığından bu düşünce bir yaklaşma değildir Ve niyete bağlı olmadığından ibadet de değildir Kur'ân okumak, ihtiyaç sahiplerine yardım etmek, sadaka vermek, vakıf yapmak, köle azat etmek ve benzeri şeyler niyete bağlı olmayan ameller hem yakınlık, hem itaattır, ibadet değildir Fakat namaz, oruç, zekat, hac ve cihad gibi yapılmasında niyet şart olan ameller hem ibadet, hem yakınlık ve hem itaattırlar
Demek ki, şer'î ibadet, insanın ruh ve bedence, dış görünüşü ve içyüzünde bütün varlığıyla yalnız Allah'a yapılan şuurlu bir itaat ve yakınlıktır İlk önce; bunda niyet şarttır Niyet ise yapılacak işin icra edilmesinde ancak Allah'a itaat ve yaklaşmayı kasdetmek demek olan yeni bir istektir Azmetmek bir işi yapmadan önce, kasdetmek yapmakla beraber olduğu gibi niyet de niyet edilen şeyi bilmekle beraber onu yapmaya bitişik olur Hem bilgi ve hem isteği kapsayan bu tam şuur, ruh ve kalbin bir işidir İkincisi bununla beraber Allah katında itaat olan bir amel ortaya koymak gerekir ki ibadet olsun Yoksa yalnız bir şeyi yapmayı istemek ve ruhta kalan düşünme, hatıra getirme gibi iç duygularla ilgili ameller, itaat ve yakınlık olsa da ibadet olamaz Bunun içindir ki, ibadetlerin başı olan imanda, sadece kalb ile doğrulamak yetmez de bunun hiç olmazsa dil ile ikrar edilerek kalbden dışarı çıkarılması da gerekir Aynı şekilde niyet edilmeden yalnız açıkça yapılan ameller de ne olursa olsun ibadet sayılmaz Niyetsiz yatıp kalkmak namaz değil, niyetsiz aç durmak oruç değil, niyetsiz Ka'be'ye, Arafat'a seyahat edip dolaşmak hac değil, niyetsiz düşmanla savaşmak, şehit veya gazi yapan cihad değildir vs O halde kötü niyetle, yani Allah'a itaat ve yakınlık maksadından başka bir maksatla yapılan ameller hiçbir şekilde ibadet olamaz Görülüyor ki, dilimizdeki kullanılışlarına göre tapı, tapmak, tapınmak kelimeleri ibadetin değil, genel olarak itaatın mânâsı olabilecektir Hatta tapmak ve tapınmak kelimelerinde az çok ne yaptığını bilmemek gibi bir şuursuzluk mânâsı anlarız da bunları puta tapmak, haça tapmak gibi yerlerde kullanırız Bundan dolayı "sana ibadet ederiz" yerinde sadece Türkçe olsun diye "sana taparız" veya "tapınırız" demek dilimizin inceliğini kaybetmek olur Kulluk etmek şuur (bilinç) açısından tapmak kelimesinden daha iyidir Bu da ibadetten zayıf olan kulluğun mânâsıdır Bununla beraber İslam'da bütün dinî nasların genel incelenmesi sonucu yerleşmiş olan şer'î (dinî) mânâdan önce kelimenin kökünden gelen lügat mânâsı göz önünde bulundurulduğu zaman bunların arasında bir ortak mânâ vardır ki, ibadet denildiği zaman önce onu düşünmek ve Fâtiha'da da bundan başlamak gerekir Şu halde o nedir?
Bu mânâ esas maddesinin en genel olan mânâsı ne ise odur ki, bu da " = ubudet" veya " = abed" masdarlarındandır Âbid (ibadet eden) ve mabud (kendisine ibadet edilen) vasıflarının içinde de yer almıştır Yukarıda işaret ettiğimiz şekli ile ubudet, ubudiyet (kulluk) ve ibadet bir derece itaat mânâsını ifade ederler ki, en özel mânâsı ibadet, en genel mânâsı da ubudettir Ubudet Arap dilinde kendini alçak tutma mânâsını içine alır Kulluk alçalmayı açığa vurma, ibadet bunun daha kuvvetlisi olarak eğilip tevazu etmenin, alçak gönüllülüğün ve hürmetin en son derecesidir Bunun için tefsir âlimlerinin çoğu bunu (eğilip tevazu etmenin en son şekli) diye tefsir ederler Bu da sebebini sormadan tam itaat mânâsına gelir Ebu Hayyan tefsirinde İbnü Sikkit'ten ibadetin her şeyden tecrid edilip Allah'a yönelme mânâsından alınmış olduğunu da nakletmiştir Kamusu şerheden mütercim Âsım Efendi'nin açıklamasına göre de ibadet hırs ve öfke mânâlarına gelen (abed) maddesinden alınmıştır İbadet Allah'ın razı olduğu şeyi yapmak, ubudiyet (kulluk) de Allah'ın yaptığına razı olmak diye de tefsir edilmiştir Çünkü şeriat dilinde ubudiyetin ibadetten bazen pek aşağı ve bazen daha yüksek olarak kullanıldığı vardır Hz Muhammed (sav)'in ubudiyeti ibadetten daha özel bir mânâya gelir
Bu mânânın psikoloji ilmi açısından açıklanması: İnsanın hayatı, tat ile acının güzergahı (geçidi) dır İnsan ruhu; acıdan gocunur, taddan hoşlanır Acı sebepleri karşısında öfkelenir veya kızar, insan faaliyetlerini düzenleyen işte şimdiki zamandan geleceğe bu korku ile ümidin ard arda karşılaşması ve çarpışmasıdır Ümit silindiği zaman ümitsizlik kaplar, faaliyet söner Korku silindiği zaman da azgınlık kaplar, sonuç düşünülemez, faydalı faaliyet yapılmaz, üretimin yerini tüketim alır Ümidin içinde bir korku, korkunun içinde bir ümit yoksa vazife şuuru hareketsiz kalır, açları çalıştıran doymak ümidi, tokları çalıştıran açlık korkusudur
İnsan hayatı iç ve dışın karşılıklı ilişki içinde olmasıdır Nefes almadan tutunuz da en incelerine varıncaya kadar hayatın sebepleri ve lezzetlerinin bir çoğu insana dışından gelir, içinden gelenlerin çoğu da kendi isteğiyle yaptığı bir şey değildir İster istemez herkes, hayatının ümit ve korkusunun sebebi yalnız kendisi olmadığını az çok sezer Bu da kendi kendisine bırakılan insanın bir hiç olduğunu anlatır İnsanın bu acizliğini, bu duygusunu unuttuğu kendinden geçtiği zamanlar gerçi çoktur Fakat ne olursa olsun hiçbir kişi kendi kendine bu aczin sahasından çıkamaz Aklı olanlar da ümit ile korkunun bu çekicilik ve iticiliğinden ayrılamazlar
Gerçekten geleceğe göre insan ruhunda ne ümidin sonu vardır, ne de korkunun Yaratılışta ümit sebepleri sınırlı olmadığı gibi, korkunun sebepleri de öyledir İnsan ruhu, zaman zaman belli ümitler ve belli korkular karşısında birbiri ardınca üzülürken bir taraftan da bütünüyle belli olmayan, uçsuz, bucaksız ümitlerin, korkuların mutlak etkisi altında bulunur Burada bütün ümitlerle bütün korkuların karşı karşıya yer alarak bir noktada buluştuklarını görür ki bu da gerçeğin ta kendisidir Ve o zaman kendisinde öyle bir ilgi uyanır ki, bu ilgi bir taraftan bütün sevgileri, diğer taraftan bütün korkuları içine alan bir korku ve ümit heyecanı ile ortaya çıkar İşte insan ruhunun böyle bütünüyle etkilendiği kayıtsız bir korku ve ümit sebebine karşı duyduğu bu ilgi yaratılışta insan fıtratında var olan kendisine ibadet edilen ve ibadet düşüncesinin başlangıç noktasıdır ki, bütün vazife duygusu bunda toplanır Ve her şahsın ahlâkî cibilliyeti, geleceği, mutluluğu, mutsuzluğu bundaki ciddilik ile her bakımdan birbirine denktir Ve insan bu duygusunu neye bağlarsa tapınılanı odur
Bazen cahillik ve bazen terbiye ve alışkanlıktaki özellik dolayısı ile bazı vicdanlar yükselemez de belirli ve sınırlı bir ümidin baskısı altında veya bir korku tarafından yenilgiye uğramış olarak kalırlar Ve ona belirli bir zaman içinde bütün varlığıyla öyle bağlanır ve öyle güçsüz olur ki, o lezzeti feda etmeye veya o acıya göğüs germeye kendisince imkan yok gibi düşünür Artık o, bu ümidin sebebini öyle sevmiş veya o korkunun sebebinden öyle yılmıştır ki, bunlar ona bütün sevgilerin gayesi veya bütün korkuların sonu gibi görünür Sanki birisi varlığın ta kendisini, diğeri yokluğun ta kendisini temsil eyler Ve o zavallı vicdanın böyle sınırlı ve sonlu yaratılmış bir sebebe böyle bütünüyle bağlanıvermesi onun huzurunda öyle alçalmalara, öyle tapınmalara sürükler ki, bütün şuur o küçülmeye boğulur ve o andan ilerisini görebilecek akıldan iz kalmaz İnsanlara gerçek mabudu ve gerçek kulluk ilgisini unutturarak, bütün belaları meydana çıkaran şirkin esas kaynağı budur Allah'a şirk koşanların canlı, cansız, türlü türlü putları, yalan ve haksız mabutları hep bu duygu ile ortaya çıkmıştır ve insan hayatında hala böyle vicdanlar, zannedildiğinden daha çoktur Hatta kendilerini, mabud ve ibadet düşüncesi ile hiç ilgili değillermiş gibi sananlar bile her an böyle mabud değiştirir dururlar Ve bütün hayatlarını mutlak şüphe içinde geçirirler ve kendileri öldükten sonra geride kalacakları, bir an bile düşünmezler Fakat şurası bir gerçek olup kesin olarak bilinmesi gerekir ki, bütün varlığını geçici şeylere bağlayan her gönül, zarara ve tehlikeye adaydır Çünkü o geçici cazibe bir gün olup kopacaktır Hangi geçici varlık vardır ki, sana senden önce yıkılıp gitmeyeceğini ve senin bütün emellerini sana bağışlayacağının sözünü ve güvencesini verebilir? Ayağının altındaki yer, başının üstündeki güneş bile sana bu güvenceyi veremez O güvenceyi Hayy ve Kayyûm (diri ve ayakta) olan yaratıcı Allah Teâlâ'dan başka verebilecek hiçbir şey yoktur Ve gerçekten ibadet onun hakkıdır ve ancak ona ibadet edenlerdir ki, diğer ümitlere, korkulara kendini tamamen kaptırmaz ve vazifesi yolunda şaşırmaz ve onlardan herkes faydalanır
Peygamber Efendimiz (sav) buyurmuştur ki: "Mümin taze ekin gibidir, rüzgar estikçe yatar, fakat yine doğrulur kalkar Kâfir ise çam ağacına benzer, rüzgar estikçe gürler, amma bir kerre yıkılırsa bir daha kalkamaz" Çünkü kâfir ölümlüye, mü'min ise daima diri olan Allah'a bağlıdır
Hz Peygamber (sav)'in vefatı üzerine bütün ashâb-ı kiram pek çok üzülmüş ve adeta şaşırmış idiler Hz Ömerü'l-Fâruk bile; "Peygamber vefat etmedi ve etmez, her kim öyle derse vururum" demeye kadar varmıştı Fakat Sıddîk-ı Azam Hz Ebu Bekir Efendimiz derhal "Muhammed, sadece bir peygamberdir Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir Şimdi o ölür veya öldürülürse siz gerisin geri küfre mi döneceksiniz? Kim geri dönerse, Allah'a hiçbir ziyan veremez Allah, şükredenleri mükafatlandıracaktır" (Âl-i İmran, 3/144) âyetini okuyup; "Ey müminler! Eğer Muhammed'e ibadet ediyorsanız işte o vefat etti ve eğer onu gönderen yüce Allah'a ibadet ediyorsanız O ölmez diridir" meâlindeki nutkunu söyleyince ashab-ı kiram kendilerine gelmişlerdi Bu gerçek her zaman, gerçeğin ta kendisi ve bu kanun, her vakit geçerli olan bir kanundur
Gönüller ölümlü şeylere bağlandığı zaman, çok vakit ümidin başlangıç noktası ile, korkunun başlangıç noktasını başka başka görür ve o zaman bakarsınız bir tarafta güzel sevgi mabudları, bir tarafta da kahraman korku mabudları dizilmiştir İkisinin arasında kalan zavallı kalb ikisine de kendini sevdirip korkusunu gidermek, ümidine ermek için ne heyecanlarla kıvranır, akıl almaz saçmalıklar ve küçülmeler ve saygı göstermeler meydana koyarak çırpınır, tapınır ve onun düşüncesine göre bu bir ibadet olur Fakat ne fayda ki, ona göre ümidi veren başka, korkuyu veren başkadır ve bunları birleştiren, her şeye hükmeden bir başlangıç noktası yok Böyle olunca da bütün çalışmaları boşa gider ve saçma olur Ve o gönül, birbirine zıt olan bu iki kuvvetin sürekli kavgasından doğan bunalımın bir savaş meydanıdır Artık bir sükunet ve gönül rahatlığını duymak ihtimali yoktur
Ümit ve korku bir başlangıç noktasından gelen ve yine onda birleşen olumlu ve olumsuz birer etki şekli olarak duyulmalıdır ki, birinin yerine diğerini yerleştirmek imkanı doğsun da kalb bir sükunet duyabilsin ve hayatında onunla yürüsün Susuzluğumdaki içimin yanması ve suyu içtiğim zamanki sevinç eğer su kaynağının biri olumlu, biri olumsuz olan etkilerinden meydana gelmiş ise her susadığım zaman suya koşmanın bir anlamı vardır Fakat bunların biri suyun, diğeri ateşin etkileri ise ve su ile ateş arasında hükmeden bir ortak kaynak da yoksa ateşten suya, sudan ateşe koşmak sonsuz yorgunluktan başka hiçbir sonuç vermez Bundan dolayı ümit ile korkunun bir kaynakta birleştirilmesi bu itibarla da gereklidir ve bir tek Rabb, ayrı ayrı rabblerden hayırlıdır Halbuki yukarıda açıkladığımız şekilde yok olan şeylerde bu birlik er geç ayrılmaya mahkumdur Ve gerçekten bir olan Allah; benimle hissimi, hissimle dışımda kalan şeyleri birbirine bağlayan ve düzene koyan Allah Teâlâ'dır ve ben O'na ibadet, O'nun kanununa itaat etmeliyim
Kısacası beşerin fıtratında ibadet, ruhu büyüleyen en yüksek sevgi ile en yüksek korkunun biraraya gelmesinden ve tokuşmasından çıkan korku ve ümit şimşeği içinde sevgi neşesi ile ümid zevkinin galip gelmesini görmek için tam acizlikten mutlak kuvvete yükselme maksadı ile boyun eğilerek yapılan bir iştir ki, hem dışta, hem içte en son bir küçülme ile, en son bir saygı göstermeyi içine alır ve gerçeklik oranında kalbe gönül rahatlığı ve sükunet bırakır İbadet ederken dünyadan ve bütün benliğinden tecrid edilerek Allah'ına öyle tam bir edeb ve gönül alçaklığı ve öyle tam bir hürmet ile itaatı arzeder ve boyun eğer ki, tam saygıya aykırı bildiği en küçük bir hareketten bile sakınır Bunun için kibir ve riya ile birleşmez, açık ve gizliye bölünmeyi kabul etmez Hakkıyla ibadet, mutlak güçsüzlük ile tam kuvvetli olmanın, tam aşağılık ile tam yüceliğin, korkular içinde titreyen ümit ile istekleri gerçekleştiren Allah'ın karşılaşma cilvesi (görüntüsü)dir Beceriksizliğini hissetmeyen kibirliler, hiçbir korku yokmuş gibi görünen gaflet içindeki iyimserler, hiçbir ümit beslemeyen ümitsiz kötümserler bu şereften mahrumdurlar
Bu gerçekleri özetlemek için müfessirlerin en büyükleri nün meâlini şöyle anlatırlar: Ey Rab! Biz başkasına değil, yalnız senin rububiyetini ikrar ve itiraf ederek ancak sana boyun eğeriz ve yalnız sana zilletimizi arz ederiz ve ancak sana itaat etmekle iç huzuru ve rahatlığı, gönül rahatlığı buluruz Çünkü bütün korku ve ümidimizin ilk ve son dönülecek yeri yalnız sensin, sen korku vermezsen korku yok, sen ümit vermezsen ümit yok; tat duyurmadın mı herşey acı, acı duyurmadın mı her şey tatlı, ruh senin mülkün, madde senin mülkün, bütün beden senin mülkün; bize verdiğin duygular, meyiller hayale dalmalar, akıl erdirmeler ve iradeler ile vicdan duygusu da senin lütfun, senin merhametindir Bu "vicdan duygusu" ise bütün gönül rahatlığını, sana hamd ve şükretmek ile dostluğu ortaya koymak için ancak senin emrine vermekte buluyor Bütün akıllar, bütün kâinat da buna şahittir
Burada nefsin gururu şöyle bir soru sorar: Ruh ve vicdan alçalma değil yükselme ister, ibadet ise alçalma anlamını kapsadığına göre yükselecek olan ve hele yükseldiğini hissetmiş bulunan kimseler için alçalma olmaz mı? Artık o yüksek kafalar alınlarını yere nasıl koyabilirler? Böyle bir soru, içindeki cevabı görmemekten kaynaklanan bir kibri açığa vurmaktır Yükselmek istemek, yükselmek ihtiyacını kabul etmektir Bu da bir taraftan kendi acizliğini, diğer taraftan yüceliğini beğenme ile mümkün olur ki, ibadet bu mânânın en yükseğini anlamaktır İkinci olarak yükseldim demek, yükselmediğini ilan etmektir Böyle bir iddia hem yüceliği ve ilerlemeyi sınırlı görmek, hem de düşme ihtimalinin imkansız olduğunu zannetmek gibi büyük bir kabahat sayılır Halbuki yücelme mertebeleri sonsuzdur, düşme tehlikesi ise her zaman vardır İbadet de kibir ve gurur hastalığının yegâne (biricik) ilacıdır
Üçüncü olarak; Allah Teâlâ'ya ibadet etmedeki alçalma ve hürmet, insan vicdanı için mümkün olan her türlü yükselmenin üstünde bir yücelik temin eden (Allah'a) bağlanmanın bir delilidir ki, bayağı gönüller o kadar yüksekliği kendilerine layık bile göremezler de imkansız sanırlar
"Kâinatta ben Allah'tan başkasına hürriyetimi veremem ve ancak ona ve onun emrine boyun eğerim, itaat etmeyi sever, isyandan nefret ederim, iyiliğe koşar, kötülükten sakınırım, iyiliğin başını da hakta bilirim Allah'ın emrine uymayan, Allah Teâlâ hesabına yapılmayan hiçbir şeye ölürüm de baş eğmem Çünkü ben yoktum O beni var etti ve terbiye edip bana hürriyet verdi Bu can, bu vicdan ve bu hürriyet bende O'nun bir emanetidir Bunu yapan isterse sonsuz defalar daha yapabilir Bundan dolayı onun yolunda her şeyi feda ederim Dilediği zaman alacağı canımı da feda ederim İstediği zaman yıkıp, istediği zaman yapabileceği dünyaları da feda ederim Bu uğurda acılara katlanır, iyilik ve haksızlıklara göğüs gererim Katlanamaz, geremezsem ölürüm Onun emri; zaten öleceğim Ölürsem de böyle bir imanla, böyle bir dostlukla ölürüm Başlangıcım toprak, sonum toprak olur Allah'tan gelir Allah'a giderim İşte ben Allah' ın böyle bir kuluyum Kendime kalırsam bir hiçim, O'na bağlanmakla herşeyim" diyebilmek ve buna içten bağlı olmak ne kadar büyüktür Ve insan için bundan daha büyük bir kuvvet, bir yücelik nasıl düşünülebilir? Bununla beraber bu konuda Fâtiha, "ben değil, biz deyiniz" diyor
Gerçekten diyerek Livâü'l-hamd (peygamber sancağı) altında toplanan ve yirmi otuz sene içinde Allah'ın yüceliğini bütün kâinata yayan ve ispatlayan ilk müslümanlar bütün bu duygu içinde idiler Bu duyguyu kaybedenler de dünyaya boyun eğdiler Şüphesiz ki, bu antlaşma ağır bir yüktür Fakat Hakk'ın yüceliği karşısında hak edilecek yücelik de hafiflikle elde edilecek ve erilecek bir hedef değildir Ve kulun kendi güçsüzlüğü, böyle bir sözleşmeye kendi kuvveti ile girişmesine engeldir Bunun için "Ancak sana ederiz kulluğu, ibadeti" derken, aynı şekilde "Ancak senden dileriz yardımı, inayeti" diye yardım isteğinde bulunmak gereklidir
"istiâne ederiz" demektir İstiâne, avn talep etmek başka bir ifade ile maûnet istemek daha Türkçesi yardım dilemektir İstekli veya isteksiz onu vermeye de iâne (yardım) denir Muâvenet ve teâvün de karşılıklı yardım demektir Bundan dolayı istiâne (yardım dileme) ile bunları birbirinden ayırmalıyız Çünkü burada "hasr" denilen tahsis, yardım dileme hakkındadır Bu yardım dilemenin ne gibi konularda olduğu zikrolunmamıştır Böyle olan yerlerde de üç mânâ ihtimali vardır:
1- Bağlı olduğu şeyi göz önünde bulundurmaksızın bizzat yardım dileme işini kasdetmektir ki genel olsun, özel olsun yardım dilemek denilen işi "biz ancak sana yaparız" demek olur
2- Bağlı olduğu genel bir hususu takdir ederek her konuda, her işte yardım dilemeyi kasdetmek Bu iki mânâ meâlde birleşir Fakat önceki mânâ daha beliğ, bu mânâ ise açık olur
3- Özel bir karineye dayanarak yardım dilemenin bağlı olduğu özel şeyi varsayarak falan konuda yardım dilemeyi kasdetmektir Burada ise ibadet karinesiyle bu üçüncü ihtimal akla gelebilirse de sözün kısaltma ve tahsis suretiyle tevhide yönelik olması ve hepsi Allah'a has olan hamdin açıklanması yönünde söylenmiş bulunması buna engeldir Ve her halde İbnü Abbas (ra) hazretlerinden de rivayet edildiği üzere genel yardım dilemeyi gerektirir ki, bu da birinci veya ikinci şekillerden birisi ile olur O halde müfessirlerin açıkladığı gibi mânânın özeti: Ey Rab! Biz gerek sana ibadet ve itaatımızda ve gerek diğer işlerimizin hepsinde ancak senden yardım dileriz, senden başka kimseden yardım dilemeyiz, seni tanımayan kâfirler başkasından yardım dilerler Biz ise ibadetimizde katıksız ve içtenlikle bütün işlerimizde ancak senden yardım dileriz demektir
Beydavî'nin belirttiğine göre yardım iki çeşittir: Birisine gerekli yardım, diğerine gerekli olmayan yardım denilir Gerekli olan yardım, onsuz fiilin meydana gelmesi mümkün olmayandır İşi yapan kimsenin gücü, düşüncesi ve işin yapılacağı aletin ve maddenin bulunması gibi ki, bunlar toplandığı zaman insan güç ve kuvvet sahibi olur da kendisine gerçekten teklif yapmak sağlıklı olur Gerekli olmayan yardım da işin meydana gelmesini kolaylaştıran şeylerdir Bu taksim şekli usul ilminde kudret-i mümekkine ve kudret-i müyessire adı altında yapılır
Önce bu âyet bize gösteriyor ki, bütün yardımlar Allah'ındır fakat istek bizimdir Ve buna çalışıp kazanma veya cüz-i irade de denilir ki, asıl kuvvet ve güç yetirmek bu istek ile yardımın birleştiği zamandır Bu da işin meydana gelmesi ile beraber olur Bundan dolayı felsefenin rahatsız edici teorilerine boğulmaksızın 'den şunu anlıyoruz ki, bize bir istek yetkisi verilmiştir Bu şekilde bizden birisi isteğimizle, diğeri isteğimiz dışında iki iş meydana gelir ve her ikisi de bizden meydana geldiği ve bizimle ayakta bulunduğu için (özetle onun yeri biz olduğumuz için) bizim işimiz sayılır ve bize isnad edilir Mesela nefes alan biz, uyuyan, ölen biz olduğumuz gibi yiyen, içen, oturup kalkan, şunu bunu kımıldatan veya yatıştıran da biz oluruz Ve bunlardan isteğimizle olanların yakın sebebi biziz Fakat bütün sebebi ve tam sebebi biz değiliz Çünkü biz bunda gerekli yardıma muhtacız Mesela benim elim ile iradem arasındaki gerçek ilişki kurulmamış olsaydı, istediğim zaman elimi oynatamıyacaktım Nitekim bazı organlarımı öyle oynatamıyorum O halde yaratıcı biz değiliz; yaratma olayı yalnızca en yakın sebebe bağlı değil, bütün sebeplerin biraraya gelmesine ve toplamına bağlıdır Demek ki, isteğimizle yaptığımız işler, bir isteyen ve yapan kimse ile bir yaratıcı fail arasındaki bağlılığın toplamını ifade eder Bütün cisimlerin yalnız kendine ait özelliği hareketsizlik olduğu gibi ruhun özelliği de bir faaliyet ve hareket isteğidir Yaratıcıya ait faaliyet ise yaratıcı yüce Allah'ındır Araba ilerliyor, makina işliyor deriz Bunlar zorla ve mecburi olarak yapılan işler olduğu halde işin yeri onlar oldukları için ilerlemeyi ve işlemeyi onlara isnad ederiz Bizim nefes almamız, kan dolaşımımız gibi hareketlerimiz de böyledir Kurulmuş bir makina, işlemek için başlangıçta bir çalıştırmaya muhtaçtır Bunu ise cansız makina kendisi yapamaz veya isteyemez Canlı bir makinist veya şoför yapar ve ancak canındaki bir istekle yapar, canı ister ki, eli makinanın anahtarını tutsun da hareket etsin Makinistin canı bu isteği bu iradeyi yaptığı anda bir de bakarsın hareket yok iken yaratılmış olur ve makina da işlemeye başlamıştır Bu şekilde işleyen, o hareketin yeri olan o makinadır İşleten o hareketi isteyen makinisttir Yaratan o hareketi baştan sona kadar yoktan var eden Allah Teâlâ'dır Her işimizde bu üç derece apaçık görünen bir gerçektir Artık ne cebriye veya maddeciler gibi insanı ruhsuz bir makina farzettirmeğe çalışmalı, ne de onu ruh ve maddenin yaratıcısı olan Allah Teâlâ gibi farzettirmeye (saymaya) uğraşmalıdır
Gerçi yüce Allah'ın tecellilerini görmek için her türlü incelemelere, düşünmelere girişmek iyi bir şey olduğunda şüphe yok ise de bu arada girdiği yolu kaybedecek ve zahirin gerçeğini inkar edecek bir şekilde dalıp gitmek sonu gelmeyen bir sapıklık olur "Varlığı istemek" mânâsı ile "varlığın kendisi" mânâsını birbirinden ayıramamak tuhaf bir düşünce olur Acaba istemek de bir iş değil midir? Ve bu da bir isteğe muhtaç olmaz mı? Bundan ya teselsül veya cebr veya halk gerekmez mi? gibi soruları kesip atan mantığa uygun cevaplar yok değildir Teselsül gerekmez, çünkü bir şeyi istemeyi istemek de istemenin bizzat içindedir Cebr gerekmez, çünkü fiil araba sürükler gibi yapılmış değildir Yaratmak da gerekmez, çünkü istek aslında var olan bir şey değildir Varlıklar arasında bir bağdan bir ilişkiden ibarettir Varlık ilişkisi ise varlığın kendisi değildir ki, ilişkiyi kurmak varlığı yaratmak olsun Başka bir ifade ile tereddüt iki düşünce arasında bir zihin hareketidir Bu harekette zihin mekik gibi iki tarafa gidip gelirken bunda karar bulunca öbürüne bir daha gitmemek gibi ilişki kurmamaktan başka birşey yapmış değildir ki, buna varlığın yaratılışı denilsin Bundan dolayı küllî irade denilen irade gücü mahluk sayılmıştır Fakat insanın elinde olan irade, istek ve seçme ile kesb dediğimiz karar, yaratılmış değildir ve bizim bir ilişkimizdir Bunlarla istek ve iradenin varlık sınırını ve özündeki sırrı tamamen kavrayamazsak, o da Allah Teâlâ'nın gerçek mahiyetini anlayamadığımızdan ve anlayamayacağımızdandır Bundan dolayı, önceki apaçık gerçek görünüp dururken metafizik denilen bu vadide saplanıp kalmak tehlikeli bir yoldur ve işte bu dalgınlıklara meydan bırakmamak için Fâtiha'da cümlesinin içinde istek yetkisi bizim, yardım ve kuvvetin Allah Teâlâ'nın olduğu pek güzel anlatılmıştır Artık müslümanlığı ne cebriyelik (determinizm) ile, ne de onun zıddı olan ve insan kendi yaptıklarının yaratıcısıdır diyen kaderiyelik ile yani kaderin olmadığını öne süren bir görüşle itham etmeye kimsenin hakkı yoktur Yalnız irade-i cüziyemiz ve tercih hakkımız var denildiği zaman, bazıları bunu yanlış anlıyorlar da bizim cüzî irademizin her zaman iş görmekte yeterli olduğunu zannediyorlar ve isteklerinde başarılı olmadıkları zaman her konuda cebriyeliğe (determinizme) meyl ediyorlar Böyle düşünmek bir taraftan "istek"i yaratmak zannetmek, diğer taraftan bizim isteğimize ve isteğimizde isabet etmemize Allah Teâlâ'nın sonsuza kadar müdahale etmeyeceği iddiasında bulunmaktır Halbuki böyle bir düşünceye yer yoktur O'nun muvaffak kılması ile bizim isteğimize paralel sonuçlar yaratılıyorsa bu arada o paralelliği kaldırarak lehimize veya aleyhimize bizzat tasarrufu icra etmeye ve şer'î ifadesi ile yardım etmeye ve yardımcısız bırakmaya da gücü yettiğinde şüphe edilemez Allah, yolunda gidenlere, zamanı gelir tevekkül ve dayanmalarını artıracak şekilde fazlaca iyilik eder ve nimet verir Yolunda gitmeyenleri de bunun tersine zarar ve sefalete uğratmış olur Dünyada da mükafat ve ceza veya iradesini, hatırlatma ve uyarma mânâsını ifade eden bu noktalarla ilgili birçok âyetler göreceğiz Bunlardan bazıları şunlardır: "Ben işimi Allah'a bırakıyorum" (Ğâfir, 40/44) İşi Allah'a bırakmak bu nükteye aittir "Allah Teâlâ kaza ve kaderini infaz etmek isterse akıl sahiplerinin akıllarını alıverir" hadis-i şerifi de bunu açıklıyor Bunlarda cebir meselesi değil, güzeli isteme ve kötüyü istemekle ilgili ince irfanlar bulunur "Bazan hoşunuza gitmeyen birşey, hakkınızda iyi olabilir ve hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir Allah bilir, siz bilmezsiniz" (Bakara, 2/216) âyet-i celilesi de bu nüktede diğer bir mânâ ifade eyler ve artık burada bu kadar hatırlatma yeterlidir
Görülüyor ki iki haber kipi cümlesinden oluşan bir âyettir Bununla beraber örfe göre dilek kipinde kullanılan yemin, anlaşma ve sözleşme kipleri cinsinden olup zaruret yolu ile dilek mânâsını da ifade ederler ve bu şekilde bir kabul ve bir taahhüt meydana getirirler ki, bu kabulün gereği olan teklifi önceki işaretiyle içine almış oluyordu Burada Allah ile kullar arasında bir anlaşma şeklinde gayet derin ve gayet kapsamlı bir bey'at akdi, hukukî bir sözleşme, ifade edilmiş ve yazılmış oluyor ki en derin, en büyük bir yaratılış kanununun yani pratik ve sosyal bir sırrın, güzel söylemenin özlü bir açıklamasıdır Biz bu âyetteki belağat ve hikmetin zevkine doyulmak ihtimalini göremiyoruz Nerede bir hayat görürseniz orada mutlaka bu kanunun bir hükmünü görürsünüz Şu kadar var ki, kâfirler bunun ardından şuursuz olarak gövdeleriyle sürüklenir Müminler de bunu gövdelerinden başka akıl ve duygularıyla da yaşarlar
Ne güzeldir ki, Fâtiha'nın tam ortasında konuşma hakkı bizim sosyal vicdanımızla kulluk dilimize verilmiş ve sözleşme bizim kulluk dilimizden ve sosyal vicdanımızdan dile getirilmiştir Bunda kulluk duygusunun Allah'ın sözünün belirleme yeri olduğuna büyük bir uyarma vardır ki, "Allah bir insanla (karşılıklı) konuşmaz Ancak vahiyle yahut perde arkasından konuşur" (Şûrâ, 42/51) "Onu er-Rûhu'l-Emîn (Cebrail) indirdi Senin kalbine" (Şuarâ, 26/193) âyetlerinin mânâlarıyla ilgilidir Bu bize şöyle bir uyarma da yapmış oluyor: "Size görünmeyen gibi gelen Allah'ın sözü olmasa idi sizin konuşma hakkınız olamazdı Siz konuşuyorsanız şüphe etmeyiniz ki söylemek, maksadı tebliğ etmek kuvvet ve niteliğini yaratıcınızdan ve onun yardımından alıyorsunuz Anlayınız ki, sizin kendi varlığınız gibi, konuşmanızın da başlangıcı yüce Allah'tadır Siz mânâ ve maksadınızı başkalarına tebliğ ederken ve anlatırken Allah Teâlâ'yı bu kuvvetten yoksun zannetmeyiniz Bundan dolayı yüce Allah'ın indirdiği Kur'ân'ı bütün sosyal vicdanınızla dinleyip anlamaya ve tatbik etmeye çalışınız"
Burada bize Allah'ın zatı ve sıfatından sonra Allah'ın ahlâkından büyük bir örnek de telkin ediliyor Allah ile kullar arasında karşılıklı şartlara dayanan bir antlaşma şeklinde yazılı sözleşme akdi ile ne büyük bir Rahmanî ahlâk olduğunu iyi düşünmek gerekir Bizi yoktan var edip biraz terbiye ettikten sonra yine sırf rahmeti ile bize dünyada geçici olarak ihsan ettiği bağışlarını bizim gerçek mülkümüz imiş gibi ebedîleştirmek ve ebediyen nemâlandırmak için yüzyüze gelmesinde adeta denk bir rütbe ve bir onur veriyor Rab olmasından dolayı kendi haklarını bize vazife olarak yalnız emir ve teklif ediverecek yerde aslında hiçbir hukuku olmayan bizlere de mülkiyet ve haklar tanıyarak ikisini mübadele ediyor ve bizim haklarımızı da kendi rahmetinin sorumluluğuna alıyor İbadet ve kulluk onun hakları ve bizim vazifelerimiz Buna karşılık, dünyada talep ve yardım, ahirette mükafat ve cezalandırma bizim haklarımız, onun yalnız kendi gerekli görmesi ile rahmet ve hikmetinin vecibeleri oluyor Ve hatta kul haklarına Allah hakkından daha fazla dikkat ediliyor ve önem veriliyor Rahmet, kulluktan öncedir, fakat kulluk da yardım dilemekten öncedir Demek ki, vazife istemek hakdan öncedir Ve halbuki Hakk'ın rahmeti ve hakkın oluşması daha öncedir Ve bu şekilde vazife ve hak arasında tam bir ilişki (connoter) vardır Şüphe yok ki, böyle bir muamele Peygamber (sav) Efendimiz'in: "Allahın ahlâkı ile ahlâklanınız" hadis-i şerifinde işaret ettiği Allah'ın ahlâkının en şayan-ı hayret tecellilerinden biridir
İkincisi bu âyette, topluma ve sosyolojiye de büyük bir önem verilmiştir
Çünkü akit (sözleşme) "ibadet ederim, yardım dilerim" gibi birinci şahıs kipi ile yapılmıyor da diye çoğul yani birinci şahıs çoğul kipi ile yapılıyor
Müfessirler burada, cemaatla ibadetin faziletine işaret vardır diyorlar, şüphesiz öyledir Fakat cemaat faziletini iyice düşünmeliyiz Cemaatle ibadet etmek için cemaatin oluşmuş bulunması lazımdır
Halbuki cemaat kuru bir kalabalık demek değil, aynı duygularla birlik halinde hareket edebilen düzenli bir kurul demektir Bundan dolayı cemaatin oluşması bir ruha ve sosyal bir antlaşmaya bağlıdır Sosyal antlaşma ise henüz içinde bulunduğumuz akit ve sözleşme ile oluşacaktır İslâm cemaatinin oluşması da Fâtiha'nın inmesinden sonradır Bundan dolayı arada tuhaf bir zaman kusuru var zannedilir Fakat gerçek öyle değildir Sosyal ruh, önce tek kişilerde yerleşir, kişinin vicdanına ne vakit kardeşlik duygusu girer ve onu kibirden, darlıktan, bencillikten çıkararak genişletirse o vicdanın genişliği oranında bir cemaate aday olur Bu genişlik, bir arkadaşlıktan bir aileden tutunuz da dünyaya egemen olan devletlere kadar gider Vicdan darlığı, cehalet ve kibir ile beraberdir Gönül ferahlığı da denilen vicdan genişliği ise korku ve ümitte, kıvanç ve kederde yükselmiş bir anlayış ve irfana ve bundan dolayı alçak gönüllülük gösterme ve merhamet, sabır ve tahammül gibi güzel huylarla beraberdir Kibirli, dar bir vicdan yalnız kendini sever ve yalnız kendisi için korkar Ümidi kendisine, korkusu yine kendisine aittir Ona göre fayda onun faydası, zarar onun zararıdır
Bir vicdanda bu sevgi ve korku yükselip de bir diğerini dahi kendisi gibi, en azından kendisine eşit bir değerle görmeye ve onun faydasından kendisininmiş gibi memnuniyet, zararından kendisininmiş gibi üzüntü duymaya başlarsa o vicdanda sosyal ruh oluşmaya başlamış olur İnsan kelimesinin bir aslı olan üns (alışkanlık) ve müvâneset denilen karşılıklı samimiyetin başlangıcı budur Böyle bir duygu ise iki denk kuvvet arasında bir ortak toplayıcı hissini duymaktır ve işte bu toplayıcı duygu kardeşlik hissinin başlangıç noktasıdır Bu his fiilen yaşandıkça o topluluk kuvvet bulur; bu his, bu topluluk ne kadar genişlerse ve ne kadar kuvvet bulursa, kibir o oranda azalır ve sosyalleşme ve medeniyet de o oranda genişler ve kuvvetlenir Bu sosyal ruhun kurulabilmesi öncelikle fıtrî bir Allah vergisi ve ikinci derecede çevrenin bir yansımasıdır Ve her iki görüş açısı ile yaratılıştan var olan terbiye ile sonradan elde edilen terbiyeden etkilenir İşte vicdanında böyle bir sosyal ruh yerleşmiş olan kişi, vicdanının genişliği ve kuvveti oranında bir sosyal toplumun oluşmasında başlangıç noktası olur Bu vicdanın duyduğu o topluluk, taşıdığı sevgi ve korkunun temeli ne ise kardeşlik duygusunun derecesi o kadardır ve aday olduğu toplumun sınırı da odur Bu şekilde çeşitli milletleri ayıran, çeşitli ve birçok toplumlar ve onlara uygun olan ruhlar oluşur ve bir toplumda insanlar ne kadar bencilleşirse sosyal ruh da o kadar daralır ve genel olan toplumu parçalar, cemaatini ve kardeşlerini de o oranda azaltır Fakat bunda ne sevgi, ne de korku; ne fayda ne zarar bütün sınırları ile temin edilmiş olmaz Ve bunun tam aksine, bir toplum ne kadar geniş ve kapsamlı ise sosyal ruhu o kadar genişler ve dar çerçeveli küçük toplumları o oranda kendine katarak yükseltir Böylece sosyal açıdan sevgi ve korku; fayda ve zarar da son sınırına dayanmış olur Bunun için toplumu büyülten veya küçülten en önemli sebebin, sosyal ruhundaki genişlik derecesinde ve vicdan kuvvetinde aranması gerekir Toplumda genişleme var da, vicdanda kuvvet yoksa, o toplum idare edilemez Dağılmaya, parçalanmaya ve küçülmeye mahkum olur Vicdanda kuvvet var, fakat toplumda genişleme yoksa o toplum büyüyemez Sonunda büyük bir toplum tarafından yutulur
Acaba insan ruhunda sevgi ve korkunun bütün sınırlarını kuşatan en kapsamlı ve en kuvvetli sosyal etki ne olabilir? Zıddı, benzeri, ortağı bulunur farzedilebilen hiçbir şey böylesine kapsamlı bir kuvvete sahip olamaz Ortağı ve benzeri bulunmayan da ancak yüce Allah'tır Çünkü mukabili lizatihi batıl, geçersiz ve imkansız olan ancak O'dur Ve bunun için bütün şükür ve hamdler O'na aittir Bunu duyan ve kuvvetle yaşayan vicdanlar, evrensel bir toplumun üyesi olmaya aday bir sosyal ruha sahiptirler Ve ancak bu toplum ile kardeşlik duygusu en son haddini bulur ve daha yukarısı düşünülemeyecek bir sosyal kurul oluşabilir ve onunla yüce Allah'ın rızasına erişilir
İşte Fâtiha'da yüce Allah kendisini önce akıllı kişilere duyurarak vicdanlarında bu sosyal ruhu terbiye ve kuvvetlendirmek için her birinden diye söz ve misak alırken her şahsın ikrarını; bütün insanlığı ve bütün âlemleri kapsayan büyük bir sosyal kurulu temsil eden bir kardeşlik duygusu ve bir sosyal vicdan ile alıyor da "na'budü ve nesta'in = ibadet ediyoruz ve yardım diliyoruz" dedirtiyor Çünkü birinci çoğul şahıs, ikinci ve üçüncü şahıs çoğullarına benzemez Bunda gerçekten söz söyleyen yine bir tek kişidir Fakat o tek kişi kardeşlerini temsil ederek yalnız kendinden söyler de "biz" der ve ne vakit bir insan topluluğu, insan topluluğu olarak söz söylemek isterse içlerinden biz diye söyliyebilecek birinin başkanlığı altında toplanırlar da hepsi ona söyletirler, yoksa onların hepsinin birden ben, ben, ben diye bağırması bir topluluğun konuşması sayılmaz da ayrı ayrı şahısların konuşması sayılır
Bundan dolayı birinci çoğul şahıs, gerçekte birinci şahısın başkalarıyla beraber olması demektir Ve bu şekilde diyen, bir kişi olacak ve bununla beraber bunu söylerken vicdanında hissettiği kardeşlerini de temsil etmiş bulunacaktır Bu kardeşlik insanı koruyan ve amellerini yazan hafaza meleklerinden başlıyıp hazır olan veya olacağı düşünülebilen insan topluluklarına kadar gider
Her kişi, Fâtiha ile bu anlaşmayı yapar ve sağlamlaştırırken, bir insan topluluğunun imamı derecesindedir Ve bu mânâ dolayısı ile Hanefi mezhebinde imamın arkasında namaz kılan cemaat ne Fâtiha, ne başka hiçbir şeyi okumaz da hepsinin hesabına yalnızca imam okur Çünkü Kur'ân okumak Allah Teâlâ ile konuşmak anlamındadır Yalnız başına namaz kılan kişi ise henüz gerçekte oluşmamış, fakat düşünce halindeki bir cemaatin imamı yerinde olduğundan mutlaka Fâtiha ve sûreleri okur Ve bu gibi kişiler çoğalıp tanıştıkça gerçekten cemaat de kendiliğinden ve kolayca oluşur, hemen içlerinden birini imam tanıyarak ona uyarlar ve sosyal güçleri de imamları ile orantılı olur "Siz nasıl iseniz başınıza öylesi gelir" İslam dininin namaz hükümleri etraflı olarak bilinir, düşünülürse bunun inceliklerini anlamak mümkün olur Ve her namazda Fâtiha okumanın esas hikmeti de meydana çıkar
Demek ki, henüz böyle bir cemaat gerçekten yokken bu ruhun bir kişide yerleşmesinden daha sonra büyük bir sosyal kurul oluşabilir Ve bu şekilde sosyal ruh, sosyal vücuddan önce olduğundan bir kişi, bir cemaatin bütün vicdanını onun oluşmasından önce de taşıyarak onu temsil eder ve o duygu ve vicdan ile Allah Teâlâ'ya anlaşma akdini yapabilir Ve bu meselede hiçbir devir kusuru yoktur
İşte İslâm bu büyük ve benzersiz sosyal ruhun kendisidir ve onun gerçek anlamıyla barındırdığı toplum ve medeniyet kavramının üstünde hiçbir toplum düşünülemez Bunu ise pek küçük ve dar vicdanlar yaşıyamazlar, küçük küçük ilâhlar ararlar ve kardeşlik çerçeveleri ne kadar küçülürse o kadar rahatlık duyacağız zannederler, fakat duyamazlar Bir müslümanın kalbindeki güven, metanet ve sükunete bir türlü eremezler
Bu şekilde İslâm cemaatinin kuvveti, kişilerin çokluğu ve İslâmî vicdanlarının kuvveti ile doğru orantılıdır Ve toplum yapısı var olup kuvvetli iken şahsın bu sosyal ruhu duyması ve taşıması kolay olur Fakat cemaatin yapısı zayıf olduğu zaman böyle bir vicdan taşımak zor ve hele henüz gerçekten cemaat yokken böyle sonsuza eren kuvvetli bir vicdana sahip olmak, bütün dünyayı tutacak olan bir bütünün ruhuna sahip olmak demek olduğundan, bizzat bir ilâhî destekten başka şekilde göğüs gerilemeyen çok zor bir şeydir Ve bu V makam, peygamberlerin ve özellikle son peygamber Hz Muhammed (sav)'in makamıdır
Gerçekten yüce Allah da Fâtiha'da önce bu akdi büyük dostu Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz'in risaletpenah kalbine vahiy ile yaptırmış ve bu anlaşmayı onun sosyal vicdanı ile kulluk dili ile ona söyletmiştir Bundan dolayı tam anlamıyla diyebilen sadık ve tasdik edilmiş en mükemmel kul, şahsında insanlığın hepsini temsil eden, peygamberlerin sonuncusu Efendimizdir Ve esas kulluk makamı onundur Bunun için "Allah'tan başka ilâh olmadığına şahitlik ederim Ve Hz Muhammed'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim" iman ilkesini teşkil eder Onun göğsü öyle bir ferahlığa ermiş idi ki, Hira mağarasındaki yalnızlığı esnasında ibadeti ile küllî ruhu (bütün yüksek ruhları) temsil etmiş ve onun sosyal vicdanı bütün âlemlere imam olmuş ve işte İslâm cemaatı bundan doğmuştur Ve her asırda onun sünnetine uymakla gerçekten onun ümmeti olabilen İslâm cemaati de bireyleriyle değil ise de bütün sosyal heyetleriyle bu kulluk akdini hakkıyla söyleyebilmişler Ne Allah'tan başkasına boyun eğmişler, ne de O'ndan başkasından yardım isteğinde bulunmuşlardır Çünkü dünyanın örnek devletini onlar kurmuşlar Yirmi otuz sene içinde Kâbe'deki putları kıran, Kisraların dünyayı titreten saltanatlarını deviren, Kayserlere boyun eğdiren bu ruh idi Türkistan sahrasına gidip Türkler'i kendine çeken, oradan çekip İstanbullara, Viyanalara kadar götüren yine bu ruh idi
Namazda Fâtiha okurken bir kimse yerinde "Yalnız sana ibadet ediyorum ve yalnız senden yardım diliyorum" dese namazı bozulacaktır Çünkü yüce Allah kişiden yalnız kişisel vicdanı ile bir antlaşma yapmak istemiyor da sosyal vicdanı ile bir antlaşma yapmak istiyor Ve her namazında bu vicdanı terbiye etmek kuvvetlendirmek istiyor Bundan dolayı bir müslüman derken şöyle bir düşünmelidir: "Ancak sana ibadet ederiz" dediği zaman kimleri temsil ediyor? ve "ancak senden yardım dileriz" dediği zaman kimlere vekillik ediyor? Yani hangi cemaatin beraberliği ile bu sözünde durmuş olabilecekse en azından onları düşünerek bunu söylemelidir Böyle bir kulluk topluluğu şimdiki zamanda gerçekten varsa o yetebilir, değilse var olan cemaate potansiyel cemaati, Allah'ın meleklerini de ilave etmeyi her halde unutmamalıdır Bu mertebelere işaret etmek için müfessirler buradaki biz zamirleri, "Okuyan kimse ile beraberindeki, insanın yaptığı işlerini yazmakla görevli meleklere veya hazır bulunan cemaate veya bütün muvahhidlere racidir" derler
"Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım isteriz" hem Allah'ı bir kabul etmeye ve hem kulluğu birleştirmeye delalet etmektedir Allah'ı bir kabul etmek, Allah'ın zatının ve hakikatinin birliğini itiraf ve kabul, kulluğun birliği de bu sayede bir sosyal birlik meydana getirmek için bir antlaşma yapma oluyor Bundan dolayı Rabbin birliği, Fâtiha'nın başından beri gıyabî tevhidini tesbit ve telkin etmekle Allah'ın birliği demek olan hakiki vahdeti, kulların birlikte ibadet etmeleri de varlıkta mevcut olan değişik unsurların beraberliğini ve birliğini dile getirmiş oluyor Bu âyette "Allah'ım senden başka ibadete layık mabud olmadığına şehadet etmeye ve bununla amel etmeye söz veriyoruz" diye tevhid şehadetini ifade ediyor Kur'ân dilinde bu gibi sosyal hitap ve taahhütlerin iki mânâsı vardır Birisi; toplumu kişiye, kişiyi topluma katarak her kişiye eşit olarak hak ve görev dağıtmaktır ki, bunda kişisel değerler hiçe sayılmaksızın onların toplamından tam anlamıyla bir toplum gerçekleşir Buna bütünü kapsama veya üyelerin bütünü denilir Ve farz-ı ayn ifade eder Diğeri ferdî mânâyı ortadan kaldırmak ve yalnız toplum itibarını göz önünde bulundurarak bir vazifeyi topluma yöneltmektir ki, buna da genel kapsamlı veya genel düzenle ilgili, yahut toplumsal denilir ve farz-ı kifaye ifade eder Yukarıda anladığımız ve Kur'ân'ın diğer sûrelerinde de göreceğimiz tarzda kişisel mânâ hükümsüz kılınmaksızın her birimiz böyle yaparız diye farz-ı ayn mânâsı anlaşılmaktadır Bundan dolayı cemaatle birlikte tevhid-i şuhûdîsi, fertlerle "Senden başka ilah olmadığına şahitlik ederim" tevhid-i şuhudîlerinin toplamı söz konusu olacaktır Ve bu mertebe tevhid mertebelerinin en mükemmelidir Halbuki rububiyet kanununda terbiye sırrının da bulunduğunu görmüştük Bunun için Fâtiha'da olduğu gibi, İslâm dininin bütün nasslarında tümevarım ile kaynak olmuş ve iman anahtarında vicdan ile varlık, görünmeyen ile görünen arasındaki tevhidi ve belki sadece gıyabi tevhidi farz-ı ayn kılınarak tevhid şehadeti, farz-ı kifaye yapılmıştır Bu şekilde İslam'da, hem kişinin ve hem toplumun vicdanlarının bir noktada birleşmesi söz konusudur Ve bunlar, karşılıklı olarak birbirinin kefilidir Sosyal kurul, vicdansız olmak şöyle dursun tevhid mertebelerinin en mükemmeli olan tevhid-i şühûdisini meydana getirmekle en mükemmel vicdan asıl onun olacaktır İşte böyle etraflıca açıklamayı içine alan katıksız bir tevhiddir Ve bunda Allah'a ortak koşma çeşitlerinin hepsini bertaraf eden bir red cevabı vardır İmam Fahreddin Râzî burada şu özeti yapmıştır:
Mâni'lerin aydınlığı ve karanlığı maneviyetle tefsir edilirse hemen bunlara uygun olacaktır Bunun için bu iki görüş açısı türlü türlü değişmeler ve bozulmalar içinde birçoklarına bulaşmıştır Görülüyor ki, bu son noktadaki "Sinevî'lik arada bir kardeşlik düşünmeksizin iki ilk başlangıç noktası ile kâinatı idare etmenin mümkün olamıyacağını da sezmiştir Gerçekten aralarında asla bir bağlantı ve ortak nokta bulunmayacak olan iki ilk başlangıç noktasının bir düzen kuramıyacakları ve bundan dolayı kâinatta iyilik ile kötülüğün hiçbir birleşik (ortak) yönleri bulunamayacağı apaçıktır Çünkü bunun aksi çelişkidir Halbuki bir adım daha atınca bu kardeşliği görmek daha önce ikisi üzerinde hükümran olan bir ortak başlangıç noktasını görmek demek olduğu anlaşılır Ve o zaman bu iki kardeş birer ilk başlangıç noktası değil, birer ikinci derecede başlangıç noktası olması gerekir Şu halde bunlar bir baba Allah'ın emrine verilince bir üçlü Allah fikri meydana gelivermiş ve bu da şu felsefede bu felsefede dolaşırken sonunda Hristiyanlığın son şeklini almıştır İşte insanlık, basitliğinden dolayı asıl olan tek ilâh düşüncesinden fikrî ve hissî sapıklığı yüzünden sapa sapa birden fazla ilâh inancına dalarak dağılırken, diğer taraftan birden fazla ilâh inancını azalta azalta ikiye indirdiği sırada tekrar üçlü ilâh inancına sapmış ve sonunda İslâm dini ile Allah'ın gerçek birliğini tam olgunluğuyla bulmuş ve kendini toplamıştır âyeti, işte bütün bu şirk fikirlerini yıkan Rahmanî bir delil olmuştur Bunun içindir ki, insanlar İslâm'a koştukça toplanır, nihayet İslâm dininden kaçtıkça dağılır ve sonunda zelil ve perişan olurlar Bu yalnız teorik değil aynı zamanda tecrübe ile sabit olan bir gerçektir ve İslâm böyle evrensel bir dindir

Alıntı Yaparak Cevapla

Kur'an-İ Kerim Tefsiri

Eski 11-04-2012   #11
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Kur'an-İ Kerim Tefsiri



Fatiha Meâl-i Şerifi (Devam)

6-Böyle bir antlaşma ve sözleşme yapıldıktan sonra bir nefes alınıyor, alınır alınmaz hükümlerini tatbik etmeye girişilmek için de "Hidâyet eyle bizi doğru yola, o kendilerine nimet verdiğin mutlu kimselerin yoluna; ne o gazaba uğramışların, ne de sapmışların yoluna değil" duasına başlanıyor Bu istek ve dua yardım dilemenin, en mühim ve en kapsamlı bir uygulama şekliyle bir açıklamasıdır Çünkü "nesteîn = yardım diliyoruz" vakfında (durağında) nefes alırken bu isteğe nereden ve ne şekilde başlayacağımızı düşünmemiz gerekiyor İşte bu ihtiyacımıza cevap olarak bu dua, açıklama yapmak üzere bize telkin edilmiştir Bu şekilde "ihdina, nesta'în = bizi hidayete getir, yardım diliyoruz" sözünde, bu da "iyyâke na'budü = yalnız sana ibadet ediyoruz" ile beraber elhamdü'de yeralmış olduğundan bütün Fâtiha bir "elhamdülillah" tam cümlesinin açıklaması olup yalnız başı ile değil, bütünü ile bir tek söz halinde bir "elhamdü" sûresini oluşturuyor Ve bunun için önceki iki vakıf (duraklama) tam ve mutlak olmakla beraber lazım olmuyor
Hidayet masdarından emir kipidir Bu kip ile yukarıdan aşağıya, büyükten küçüğe kesinlikle meydana gelen fiili yapmayı istemeye emir, aşağıdan yukarıya yapılan isteğe dua, eşit seviyedeki kimseler arasında yapılırsa yapılmasını isteme (rica) denilir Hidayet, istenilen hedefe ulaştıracak şeye lütuf ve nezaketle kılavuzluk etmektir ki, yolu sadece gösterivermek veya yola götürüvermek ve hatta sonuna kadar götürüvermek şekillerinden biriyle gerçekleşebilir Birincisine ulaştırmayan kılavuzluk veya irşad, ikinciye ulaştırıcı kılavuzluk veya tevfik denilir Bu kılavuzlukda lütuftan maksat, sertlik ve şiddetin karşılığı olan tatlılık ve yumuşak huyluluktur Letafetten maksat da inceliktir Hidayet yalnız, iyiliği istemeye aittir Mesela hırsıza yol göstermeye, rehberlik etmeye hidayet denilmez "Onları cehennemin yoluna götürün" (Saffât, 37/23) âyetinde olduğu gibi kötü şeyde kullanılması, alay etmek ve taşlama gibi bir nükteden dolayı mecaz olur Demek ki hidayet her istenilen şeye mutlaka rehberlik etmek değil, irşad gibi maksadında iyilik, yapılış şeklinde de iyilik ve incelik bulunan bir rehberliktir Bundan dolayı "ihdinâ"nın mealinde en uygun ifade, Türkçe'de herkesçe bilindiği gibi, "bize hidayet et" demektir Göster deyince götürmek kalır, götür deyince incelik kalır ve hiçbiri tam mânâyı ifade etmez ve Türkçe'de böyle bilinen bir kelimenin yerine mutlaka bir kelime koymaya çalışmak maksadı açıklamaya aykırı, kuru bir taassup olur
Allah Teâlâ'nın hidayeti, özellikleri itibariyle sayılması ve hesaplanması mümkün olmadığı gibi çeşitleri itibariyle de öyledir Bununla beraber ilgili cinsleriyle tek başına düşünülebilir:
1- Manevi ve maddî kuvveti bereketlendirmek ki insanın işlerini düzeltmeye sebep olan dış ve iç duygularını, akıl ve irade gücünü ve hatta tabiî ve hayvanî kuvvetlerini ihsan etmek ve devam ettirmek, iradeler ile maksatlarını uygun düşürmek, başarılı olmasını sağlamak gibi
2- Hak ile batılı, iyilik ile fenalığı birbirinden ayıran delilleri ortaya koymaktır ki "Semûd'a gelince; Biz onlara doğru yolu gösterdik Fakat onlar körlüğü hidayete tercih ettiler" (Fussilet, 41/17), "Biz ona hayır ve şerri, her iki yolu da göstermedik mi?" (Beled, 90/10) âyetlerindeki hidayet bu cinstendir
3- Peygamberler göndermek ve kitaplar indirmek ki "Onları, emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık" (Enbiyâ Sûresi, 21/73) ilahî sözünde hidayetten maksat bu olduğu gibi, "Şüphesiz ki bu Kur'ân, insanları en doğru yola götürür" (İsrâ, 17/9) âyetinde de böyledir
4- Vahiy veya ilham veya doğru çıkan rüyalar gibi olağanüstü yollarla kalblere sırları keşfedivermek ve eşyayı gerçekte oldukları gibi gösterivermektir ki buna özel hidayet denilir Çünkü bilhassa peygamberler ve velilerde meydana gelir Bunun için genel olarak bunun yolları, olağanüstü yollardır Bununla beraber herkesin az da olsa bundan payları yok değildir Şu kadar ki kesin bilgi derecesine yükselemez Bunlar subjektif, objektif, tekvinî ve tenzilî olarak da özetlenebilir Kur'ân'da hidayet kelimesi kullanıldığı zaman, bunlardan hangisinin kasdolunabileceğini yerine göre anlamak gerekir
Hidayet, ikinci nesnesine bazen (ilâ) ile bazen de burada olduğu gibi bizzat kendisi geçişli olur Bunu geçişlilik edatının düşürülmesi ile hazf ve isâl (cer edatını düşürme ve fiili nesneye ulaştırma) diye ifade edilen geçişlilik şekli cinsinden sayanlar da vardır ki bu durumda aslı veya demek olur Bunun geçişsizi ve dönüşlü fiili ihtida (hidayete ermek)dır "Hüdâ" da hem hidayet ve hem ihtida (hidayete ermek) mânâlarına gelir Hidayete ermenin zıddı sapıklık, bütün kısımlarında hidayetin zıddı da hak dinden iman ve İslâmiyetten saptırmaktır Sapıklıkta bulunanların hidayet istemesi, hidayetin aslının meydana gelmesini istemek, hidayette bulunanların hidayet istemesi de sebat (kararlı olmak, sözde durmak) veya mertebenın yükselmesini istemek olur Halbuki diyenlerde hidayetin aslı vardır , lâm-ı ahid ile "senin yolun" izafet tamlamasının mânâsını ifade eder ve doğrudan doğruya "Allah'ın yolu" anlamına gelir Cins mânâsına gelen " lâm" ile de henüz özellikleri belli olmamakla beraber genel olarak belirli cinsi bulunan cadde mânâsına gelir ve istiare ile hak yola uygun olur ki, sırat lügatta cadde, ana yol yani işlek büyük yol demek olup aslı dır Ve cumhurun (çoğunluğun) lügatı budur İbn Kesir'den Kunbul ve Yakub'dan Rüveys rivayetlerinde de böyle (sin) ile "es-sirat:" ,"sirat: " okunur Fakat "râ'nın kalın okunması ve nın itbak (harf okunurken dilin üst damağa kapanma)ından dolayı "sin" harfinin "sad"a çevirilmesi ile sırat daha akıcı ve daha fasihdir ki, Kureyş'in lehçesi de budur Ve imamda yani "Hazreti Osman Mushafı"nda böyle yazılmıştır ve Aşere (On Kırâet )den diğer kırâetler de böyledir Ancak Hamza kırâetinde "sad"a "za" kokusu verilerek bir işmam yapılır ki bu da Kays lehçesidir Cadde mânâsına sırat kelimesi Türkçe'de kullanılmaz Ancak cehennem uçurumlarının üzerinden herkesin geçmeğe mecbur olacağı kıldan ince ve kılıçtan keskin, inişli, yokuşlu ve düzlü bir köprü gibi düşünülen ve zamanımızdaki ifadesi ile (elektrik vsyi) taşıyan bir havai hatla anlaşılabilen bir ahiret caddesinin dini ismi olarak bilinir Ve burada buna da bir işaret vardır
Hatta Amr b Ubeyd'den bu mânâ ile tefsir edildiği de nakledilmiştir Fakat burada asıl maksat bir istiare-i temsiliyye (benzetme yoluyla yapılan istiare) ile "hak yol" ve "İslâm milleti" olduğunu kıymetli tefsirciler öteden beri açıklayagelmişlerdir Arap dilinde genellikle yola tarik; işlek yola sebil; doğru, büyük ve açık yola vasıflarından birinin ortaya çıkmasına göre cadde, sırat, şâria ve şerîa denilir Ve bu sebeple bu sırat kelimesinin şeriat kelimesini anlatacağı unutulmamalıdır Müstakim, hiçbir yerinde meyil ve eğrilik bulunmayan, dümdüz ve dosdoğru demektir Sırat da yönünde doğru ise de inişi, yokuşu bulunabileceğinden düzlük mânâsını da anlatmak için müstakîm (dosdoğru) vasfı ile kaydolunmuştur Bu sebepledir ki bunu dümdüz ile tefsir ederler Şu halde doğru kelimesi, tamamen müstakîm kelimesinin yerini tutamıyacaktır Gerçekten Türkçe'de doğru kelimesi müstakim, hak, sadık mânâlarına da kullanılır
Kur'ân'ı anlamak isterken kelime ve terkiplerinin bütün inceliklerini gözetmek gerekir Kur'ânî belağatın özelliklerinden biri de gerçekleri en açık yönünden gösterirken ince hatlarını da çeşitli beyan noktaları içinde bütün incelikleri ile toplamasıdır Beyan yönleri, kesinlik noktasından en azından on altı yönü kapsadığı usulce (metodoloji) bellidir İşaretle ve kesin olmayan belağat yönleri ise belağat ilminin sayılması mümkün olmayan zevkleri ile anlaşılır Bu vesile ile burada kelam ilminin bir kanununu arz edelim Şöyle ki: Tesadüf, sırları görmekten gafil olan cahilin görüşüne göredir Hikmette (ilimde) tesadüf yoktur Hakîm-i Mutlak'ın her seçiminde tercihe sebep olan bir hikmeti vardır Gerçi irade aslında bir tercih sebebidir Fakat Hakîm-i Mutlak'ın iradesi, dıştan onu gerekli kılan bir etki altında olmayarak bir hikmeti de içerir Bundan dolayı, hikmet sahibi olan dilediğini yapan Allah'ın sözünün ve kelimelerinin özellikleri hep hikmete dayalı bir seçme eseri olacağından mesela tarîk (yol) demeyip de sırat demesi, müstevî (düz) demeyip de müstakim demesi, doğrudan doğruya düşünülecek ve mânâları ona göre düşünülecek birer hikmeti de ihtiva ederler Kur'ân ise bir hakîm (hikmet dolu) kitaptır "Bu kitabın indirilmesi herşeye galip hüküm ve hikmet sahibi olan Allah tarafındandır" (Zümer, 39/1) Bunun için önce kelimelerin mânâlarını iyice tesbit etmek, ikinci olarak yerlerinde lafız veya mânâ yönünün ilgili olabileceği kelimeler ve mânâları ile karşılaştırma yapmak, üçüncü olarak terkip şekillerini, siyâk ve sibâk üzerinde düşünmek, dördüncüsü bunlardan asıl kasdedilen mânâ ile süsleyici unsurları birbirinden ayırmak lazımdır Kasdedilen mânânın belirlenmesinde de iki itibar (ölçü) vardır Birisi kelimenin aslında veya yerine göre zihindeki mânâsı, diğeri de onların gerçekte ele aldıkları, delalet ettiği mânâlarıdır ki genelleştirme, tahsis (özelleştirme), mutlak, ıtlak (kayıtlamama) gibi özellikler bu ikisi arasında meydana gelir ve hükümlerin çıkarılmasında bunların önemi büyüktür
Tefsirlere baktığımız zaman den maksadın ne olduğu hakkında şu rivayetleri görürüz: Allah'ın yolu, doğru yol, uygun yol, Allah'ın kitabı, iman ve imana bağlı olan şeyler, İslâm ve İslâm şeriatı, Peygamberimizin ve ashabın büyüklerinin yolu, sünen (yollar), sünnet ve cemaat yolu, cennet yolu, cehennem köprüsü nihayet bunları özetleyen muhakkîkler (araştırıcı, kritikçiler)in doğru yol ve İslam milleti tefsiri
Şimdi senedleri ile seleflere ve sahabeye kadar giden bu çeşitli ifadeler, "lâm"ın ahid mânâsını (bir şeyi kasdetmek) veya cins mânâsını göz önünde bulundurmalarına göre bir kısmı mânâ ve çoğu mâsadak üzerinde dönüp dolaşan açıklamalardır Cehennem köprüsü bir yana bırakılırsa öbürleri gerçekte kelimenin delalet ettiği mânânın birisi ile ifade edilmesinden başka birşey olmadıkları halde mânâ ile mâsadak (mânâya uygun şey)ın farkını bilmeyenler, bunlardan ne kadar anlaşmazlıklara düşebilirler Gerçekten hakikatı araştırıp ortaya çıkaran alimlerin doğru yol ve İslâm milleti özeti de bu iki duruma uygundur Hak yol mânâ, İslâm milleti de mâsadakdır Bu iki farka bizzat Kur'ân'ın metninde dikkati çekmek için sırât iki defa zikredilmiştir (sıratallezine) "es-sırat"tan bedeldir Bedel-i küll (bizzat kendisinin karşılığı) veya bedel-i ba'z (bir kısmının karşılığı) olabilir Ve konuşma da kasd ve irade esasında bedele yöneliktir Mübdelü minh de (yerine bedel kullanılan kelime) tamamen terkedilmiş ve cümleden çıkartılmış olmayarak bu kasdolunan şeyin görünen bir değerinin hazırlığını yapar ve bu şekilde her bedelde bir miktar açıklama ve bir miktar pekiştirmeyi andıran bir mânâ kuvveti meydana gelir Bu bedelde ise "sırat-ı müstakim"in hem bizzat kendisini ve hem vasfını (niteliğini) açıklayan kayıtlar vardır ki birincisi sıratın muzafun ileyh (belirten)i olan ism-i mevsûl (ilgi zamiri) ve sılası (ilgi zamirini açıklayan cümle), ikincisi bu ism-i mevsûl (ilgi zamiri)ün sıfatı olan , üçüncüsü de buna atfedilen kayıtlarıdır
İşte 'den kasdolunan mânâ ve mâsadak bunların tamamı gözönünde bulundurulduktan sonra belli olacaktır Bunun için de önce kendindeki mânâsını tesbit etmeye ihtiyaç vardır Lügat açısından bu mânânın, doğru cadde demek olduğunu görmüştük Fakat bu mânâ bize önce gerçekten yol dediğimiz hissedilen bir şeyi gösterir Halbuki sözün gelişi yardım dilemenin ve yardımın açıklanması idi Bu ise hissedilemeyen bir mânâdır Bundan dolayı bu kesin karine ile biz anlarız ki bu yol manevi yoldur Ve hiç olmazsa manevi yolu da içine alan açık bir mecaz (benzetme yolu ile başka bir mânâda kullanılan söz)dır Ve daha açıkçası isti'âre-i temsiliyye (birçok şeyin birbirine benzetilmesi)dir Daha önce söylediğimiz gibi hissedilen şeylerden işlek, büyük, apaçık, düz, doğru bir yolu gözönüne getiriyoruz ve bunu bütünüyle zihnimizde yerleştiriyoruz
İkinci olarak meyillerimizin, fikir ve hareketlerimizin akışına bir esas teşkil ederek bizi doğruca ve selametle hayırlı maksatlarımıza götürecek ilmî, pratik, apaçık ve kapsamlı ve Allah Teâlâ'nın koyduğu bir hak kanununu göz önüne getiriyoruz, bunu da bütünüyle vicdanımıza alıyoruz
Üçüncü olarak bu manevi bütünü açıklık ve özetle anlatmak için önceki hissedilen şekle konu olan sırat-ı müstakim (doğru yol) lafzını istiâre edip zikrettiğimiz karineye dayanarak bunda (manevi yolda) kullanıyor ve "ihdinâ" ile de buna bir açıklama yapıyoruz Bu şekilde bu mânâdan anlaşılan husus Allah Teâlâ'nın koyduğu şey olup talep edilen iyiliğe hakkı ile götüren batıl olmayan manevi yol olduğundan tahkikçi alimlerin "hak yol" diye tefsir etmeleri, sırat-ı müstakimin mefhûm ile kasdedilen mânâsını açıklamak olduğu anlaşılır Şimdi de mâsadakını bulalım: Yani kendisine hak yol denmeye layık olan her yol, istenilen doğru yolun içine girer mi, girmez mi? Burası üzerinde düşünülmesi gereken bir yer olup az çok kapalıdır İlk önce "nesteîn" de ilk hedefimiz Allah'ın yardımı oluyor ve âyetin gelişi bize başlangıçta Allah'ın yardımının en önemli ve en önde olanını istememizi telkin ediyor Bundan da genellikle Allah'ın yardımını celbeden bir apaçık yola hidayet isteği, yardım dilemelerin en mühimi ve en önde olanı; ona hidayet vermenin de yardımların en mühimi ve en önde geleni olduğu anlaşılıyor Halbuki hak yolun bütün özellikleri Allah'ın bir yardımı ise de bu yardımların en önde geleni ve en mühim olanı hangisidir? Burası üzerinde etraflıca düşünülmesi gereken bir yerdir
Dördüncü olarak hidayet iyiliğe yorumlanır Acaba genel mânâsıyla hak yol içinde kötü olanlar yok mudur? Doğrusu vardır Çünkü olmasaydı kötülüğe yol bulunamaz, hiç bir kötülük yapılamazdı Gerçi her hak yol aslında sırf hayırdır Ve onun esas konumu Allah'ın rahmetinin tecellisi (meydana çıkması)ni göstermektir Fakat kâinatta yaratıkların özelliğine göre fayda ve zarar, iyilik ve kötülük hiçbir maksat zihinde şekillendirilmez ki onun bir doğru yolu bulunmasın Bunların her biri içinde Allah'ın bir sünneti (nizamı), bir kanunu vardır
O yola giren doğru gayesine gider Hatta denilebilir ki bunların hepsi de Allah Teâlâ'ya götürür Fakat birisi rızasına götürür, biri de öfkesine götürür Bundan dolayı hak yol, "Allah Teâlâ'nın rızasına götüren yol" diye tefsir edilmedikçe burada matlub olmaması gerekir Gerçekten yüce âyeti bize mutlaka hak yol kavramından daha hususî ve daha açık bir mânâ telkin ediyor İşte sözün bütün bu kapalı yönlerini gidermek için bedelin ilave edilmesi ile kavramın delalet ettiği mânâ tefsir veya tahsis olunmuş ve İslâm dininin tam bir sınırlama ile anlatılmasına uygun bir kalıba dökmek için vd buyurulmuştur
Bunun gibi insanların yaptığı işlerinden hangisi ele alınsa onun bir iyi veya kötü yönü ile uygun olacağı bir Allah kanunu vardır İyilik yönü ile uygun olan Allah kanunu din, kötü yönüyle uygun olan Allah kanunu dinin zıddıdır İki yönden de Allah'ın kanununa uygun düşmeyen iş, kötü ve batıldır

Alıntı Yaparak Cevapla

Kur'an-İ Kerim Tefsiri

Eski 11-04-2012   #12
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Kur'an-İ Kerim Tefsiri



Fatiha Meâl-i Şerifi (Devam)

7-Özetle Allah'ın her kanunu, Allah tarafından konmuş olduğundan dolayı doğrudurlar İnsan tarafından konulmuş kanunlar, ne ilim, ne din hiç biri olamazlar Bunlar, ilim açısından batıl, din açısından kötülük meydana getirirler ve doğru değildirler Bunun için insanlığın hakkı, gerek ilimde ve gerek dinde kanun koymak değil, Allah'ın kanunlarını arayıp bulmak ve bu kanunları keşfedip ortaya çıkarmaktır Arşimed hidrostatik kanununu, Nevton yerçekimi kanununu, Aristo çelişme kanununu koydular demek doğru olmadığı gibi Ebu Hanife Hazretleri de kıyası, fıkıh (İslâm hukuku) kanunlarını koydu demek doğru değildir Bunlar, onlar tarafından konmuş olsaydı eğri ve yalan olurlardı Doğru olmaları, Allah'ın kanununun keşf edilmesine nail olmalarından ileri gelir Bunun için âlimler, icat eden değil keşf eden ve ortaya çıkaran kimselerdir Çünkü Allah'ın kanunları içinde gizli olanları da vardır ise açık mânâsını da içerdiğinden dolayı bunları ortaya koymaya vesile olacak apaçık ve işlek bir esas yolu anlatıyor ve Allah'ın kanunu olmayan, Allah'ın yardımı ile hiç ilgisi bulunmayan eğri büğrü yolların hepsinden sakındırdığı gibi, hidayet de iyiliğe yorumlanacağından, doğrudan doğruya kötülüğe götürmekte hak olan kanunlardan da sakındırılmış oluyor Fakat bu son sakındırmada bir dayanak aramak gerekir Çünkü kötülükten sakındırmak için onu tanımak ve tanıtmak da bir iyiliktir Yılanı bilmeyen ondan nasıl sakınır? Bundan dolayı hidayet kelimesindeki iyilik mânâsı, doğru yol, hak yol kavramından kötülük kanunlarının mutlaka uzaklaştırma ve çıkarmasını değil, belki iyilik kanunlarını emirler olarak olumlu ve kötülük kanunlarını yasaklar olarak olumsuz bir ölçüyle kayıt ve şarta bağlamayı gerektirecektir İşte hemen ardından bedel yolu ile "O kendilerine nimet verdiğin mutlu kimselerin yoluna; ne o gazaba uğramışların, ne de sapmışların yoluna değil" âyetleri, bu olumsuz ve olumlu yönleri de ortaya çıkarıyor Demek ki "es-sırata'l-müstakîm" lâm-ı ahd (belli bir şeye işaret eden el takısı) ile hak dinin tam tarifidir Ondan sonrası da bunun açıklamasıdır İn'âm nimet vermek, nimeti ulaştırmaktır Aslında müteaddî (geçişli)dir Fakat en üstünlük mânâsına gelmekle nimet verenin yüceliğini ve nimetin yükselmesine işaret etmek için "" ile sılalanmıştır (bağlanmıştır) Nimet aslında insanın tad aldığı durum, yani güzel durumdur ki mutluluk tadı demektir Bundan alınarak bu tad almaya sebep olan şeylere ad olmuştur Aslı yumuşaklık demek olan nüûmet ile ilgilidir Arapçada ilk mânâda daha çok üstün ile (na'met) olarak kullanılır Çünkü " " denilmiştir Yani nice nimet sahibi vardır ki nimet ve bolluk içinde yaşaması yoktur Mesela ekmeği vardır yiyemez, yerse tadını bulamaz Allah'ın nimet vermesi esas tadını bulmadadır Allah Teâlâ'nın nimetleri ise sayılamaz "Eğer Allah'ın nimetini saymak isterseniz sayamazsınız" (İbrahîm, 14/34) Fakat başlıca dünya ve ahiretle ilgili olmak üzere iki kaynak da düşünülebilir Dünyaya ait nimetler iki kısımdır Vehbî (Allah vergisi) ve çalışarak elde edilenler Vehbî ya ruh ile ilgili veya cisim ile ilgilidir, başka bir ifade ile ya manevi veya maddidir Ruhla ilgili olanlar ruhun bedene üfürülmesi, akıl ve zekanın parlaması ve bunlara tabi olan anlayış, düşünce, konuşma, vicdanın (iç duygunun) sağlam olması; cisim ile ilgili olanlar vücut ve vücut organları ve bunlardaki sinirler, kaslar, hazm ve diğer maddî kuvvetler, yaratılış ve onu tamamlayan durumlar ve şekillerden oluşan şeyler gibi Çalışılarak kazanılanlar da nefsi utanılacak şeylerden temizleme, ilim ve marifet, üstün ahlâk ve cömertlik, yiğitlik, doğruluk ve namus ile süslemek, vücudu güzel şekiller ve beğenilen ahlâklar ile süslemek, câh yani mevki ve sosyal onur sahibi olmak, mal ve servet kazanmak gibi şeylerdir Ahiret nimetleri, dünyada meydana gelen ifrat (aşırı gitme) ve tefrit (tersine aşırılık)lerini bağışlayarak rızasına erdirmek ve Allah'a yakın meleklerle beraber cennetin en yüksek tabakasında sonsuza dek huzur ve sükuneti elde etmektir ki, bu da Allah tarafından verilen ve çalışma ile kazanılan ruhanî ve cismanî kısımlara ayrılır Bunların hepsi başlı başına ve hemen düşünüldükleri zaman şüphesiz birer nimettirler Fakat her biri geleceğine ve kendisinden sonrakine göre göz önünde bulundurulunca başlangıçta nimet zannedilen birçok şeylerin gerçekte şiddetli ceza ve bela çıktığı da bir gerçektir Bunun aksine de başlangıçta acı ve şiddetli ceza görünen bazı musibetlerin daha sonra büyük bir nimete ve mutluluğa vesile olduğu da bir gerçektir Ve safâdan (gönül şenliğinden) sonra sıkıntı ne kadar acı ise, sıkıntıdan sonraki gönül şenliği de o kadar tatlıdır Bu sebeple ciddi ve gerçek olan nimet ve mutluluğun sonu her halde sağlam olanlardır Bundan dolayı esas istenecek şey yalnız nimetin başlangıcı değil, sonuca selametle yetiştiren nimetler olmalıdır İslâm kelimesinin de ilham ettiği bu husus vasfı ile anlatılıyor Bu şekilde "en'amte aleyhim"de nimet ve nimet verme her şeyi kapsayan ve genel bir mânâ ifade eden bir kelime olmamakla beraber mânâsının kayıtsız ve şartsız olması ile her türlü nimet için muhtemel olup her türlü nimeti kapsayabileceğinden kapsamına giren nimetler tahsis olunmak için, öfke ve sapıklıktan sâlim olma kaydı ile şarta bağlanmış ve tam anlamıyla nimet ifade edilmiştir ki, bu da ahiretle ilgili nimetleri ve ona vesile olan vehbî (Allah vergisi), kesbî (çalışma ile elde edilen), ruhanî (ruhla ilgili), cismanî (cisimle ilgili) dünya nimetleri demektir Bunların başı da yaşama hakkı, hürriyet hakkı, iman, vicdan sağlığı, güzel ahlâk, sosyal düzelme, faydalı ilim ve iyi ameldir İslâm literatüründe hürriyet, kişi haklarına sahip olma diye tanımlanır (Keşf-i Pezdevî) Bunun tam tersi, (kişinin) haklarına başkasının sahip olması demek olan esirlik ve köleliktir Hakların aslı ise, Allah'ın koymuş olduğudur Bundan dolayı herhangi bir kişi, Allah'ın koyduğu hukuku, kendi rızası olmaksızın, başka bir insanın yaptığı diğer bir hukuk ile değiştirmeye, bozmaya veya tasarrufta bulunmaya mahkum olabiliyorsa o artık yalnız Allah'ın kulu değildir ve onda bir esirlik payı vardır Artık onun vecibeleri ve vazifeleri yalnız hakkın gereği için değil, şunun bunun heves ve isteğine tabidir Bundan dolayı Allah Teâlâ'yı tanımayan kimsede, haklarına sahip olma anlamında hürriyet hakkını farz etmek bir çelişki olduğu gibi, Allah Teâlâ'dan başkasına kul olanlarda da, hürriyet farzetmek imkansızdır Ve bunun için hürriyete kefil olma, yalnız Allah'a kulluktadır Ve doğru yolun başlangıç noktası bu kulluk ve dünya ile ilgili ilk maksadı da en büyük nimet olan bu hürriyet hakkıdır Bunun başı da Allah vergisi nimetlerden olan hayat ve kazanılan nimetlerden olan imandır İşte bu ikisi nimetlerin asıllarıdır Bunların başlangıcı da Allah'ın yardımı ve hidayetidir İstenen yol da bu yardımın doğru yoludur Ve işte İslâm nimeti bu doğru yoldur de iki yorum şekli mümkündür: Birisi yukarıda olduğu gibi hiçbir mef'ûl (nesne) gözetmeyerek mutlak şekilde onlara nimet verdin yani onları bahtiyar kıldın mânâsı, diğeri de gibi mef'ûl-i bih (nesne olan) bir zamir takdir (itibar) etmektir Keşşâf sahibi öncekini, İbnü Cerir Taberî ikinci yorumu tercih etmişlerdir Cümleden bir şeyi düşürmekten kurtulmak açısından birinci yorum daha iyi ve açık fakat bir kinaye (kapalı anlatım) mahiyetindedir Bu sebeple fiilin gereği olan ikinci yorum açıktır Ancak İbnü Cerir Taberî karinesi ile itaat ve ibadete geri çevirerek "sen onlara itaat ve ibadetini nimet olarak verdin" şeklinde göstermiştir Acizane anlayışıma göre bu durumda zamiri "sırata" çevirmek ile "sen onlara o yolu nimet olarak verdin" mânâsını vermek daha açıktır Ve en doğrusu burada zamiri takdir etmeksizin, kayıtsız nimet verme fiilini, doğru yolu nimet vermekten yani = en'amte'yi = en'amte bih'ten kinaye yapmaktır ve meânî ilminde belli olan özel nesneye ilgisi olmaktan kinaye üslûbu burada pek açıktır Bunda doğru yol nimetini vermenin kayıtsız nimet verme ve hatta her türlü nimeti verme yerinde olduğu anlaşılır Burada dikkati çeken üç nokta vardır İlk önce bizzat yol, sıratın en önemli nimetlerden olduğu, en büyük nimet olduğu anlaşılır İkinci olarak sırat (doğru yolu gösterme) nimeti, en mühim yardım olduğu anlaşılır Üçüncü olarak, onlara nisbet edilen bu sırat (yol) kendilerinin hazırladıkları bir yol olmayıp, Allah'ın hazırladığı ve nimet olarak vermiş olduğu ve onların yolu olması, nail olma ve o yola girmeleri itibariyle bulunduğu anlaşılır Ve bu vasıflar ile Allah'a nisbet edilen ve doğru nimetlere ve Allah'ın yardımına götüren doğru yola uygun gelir Gerçekten yol nimeti, en büyük nimettir Çünkü herhangi bir nimetin (elde ediliş) yolunu, kanununu elde etmek o nimeti bir defa değil daima elde etme sonucunu doğurur İlimlerin ve fenlerin önemi de bundandır Birisinden on liralık bir yardım istemekle, devamlı on lira getirecek bir yol, bir sebep (vasıta) istemek arasında ne kadar fark vardır Yüce Allah'tan; "Ey Rabbim, bana yardım et de falan nimeti ver" diye dua etmek ve yardım dileğinde bulunmak pek küçük bir istek olur Hatta "her nimeti ver" demek bile böyledir Çünkü bu dua kabul olunmakla o nimetlerin her zaman devam etmesi ve sürüp gitmesi temin edilmiş olmaz Fakat "falan nimetin (elde ediliş) yolunu ihsanda bulun ve o yolda sebat nasib eyle" diye istek ve araştırmada bulunulacak olursa, bu dua kabul olunduğu zaman o nimet bir kerre değil bin kerreler ve sonsuza kadar elde edilmiş olur Yolun en büyüğü de Allah'ın yardımının yoluna girmedir Bunun en kısası da doğru olan yoldur Bu bulununca nimet yollarının hepsi bulunur Nimet yolu bulununca nimetlerin hepsine sürekli olarak erilir ve burada başlangıçta bize nimet ver denmeyip de duası ile doğru yol istemenin öğretilmesi, bu mânâyı ne güzel destekler Fâtiha'ya (ta'lim-i mesele: istemeyi öğretme) isminin verilmesinde de bu nüktenin büyük bir payı olduğunu hatırlamalıyız Halbuki bu özel bağlantı gözönünde bulundurulmadığı takdirde cümleden bu mânâları çıkarmak zor olacak ve sıratın (yolun) onlara Allah'ın bir ihsanı olduğu gizli kalacaktır Bu yönden birinci durumdaki kayıtsız nimetin belağati (güzelliği) bile bundan aşağı derecededir demektir Gerçi onda sıratın (yolun) gayesi kayıtsız şartsız nimet olduğuna dair açık bir işaret vardır ve bu mânâ halk için çekici ve sevimlidir Fakat başlangıçta sözün gelişinde istenilen maksadın Allah'ın yardımı olduğu apaçıktır Ve bundan dolayı yolun maksadı da o ve daha doğrusu bizzat Allah Teâlâ olduğu, ilk anda akla gelir Bütün nimetler de bundan kaynaklanıyor Ve işte asıl doğru yol, hak yol bu mânâda özel isim gibidir Çünkü bir nimetin bir yolu bilinir ve o yola girilirse de yine bizzat Allah'ın yardımı, Allah'ın tevfikı bulunmazsa bir engel ortaya çıkar, istenilen şey ortaya çıkmaz da kısmet böyle imiş denilir Bundan dolayı her şeyden önce bu yardım ve başarıya ermek için bütün arzuları kucağına almış, büyük, açık, doğru, düz bir yol istemek gereklidir Bu yol anlaşmasında sebat ile yürütecek olan bir din ve millettir Her gerçeği ve isteği kucaklamış bir din ve millet, bir doğru yol istemek yalnız bir tasarlama ve hayalden ibaret bir istek de değildir Bu yola ermiş ve üzerinde yürümüş, o sayede her arzusunu elde etmiş, hem de tam selamet ve mutlulukla elde etmiş nimet ehli, insanlık tarihinde inkar olunamayacak şekilde sabit olmuş ve böyle bir arzunun izleri müşahede ve tecrübe ile gerçekten görülmüş, meydana gelmiş bir şeydir Ve işte 'den sonra buyurulması bunu da özellikle göstermektedir Şimdi bunların kimler olduğunu anlamaya çalışalım Bunların hepsi, topluca bize ahd-i haricî ile gösteriliverecek sınırlı bir topluluk değildir İnsanlığın başlangıcından bu ana kadar birbiri ardınca gelmiş ve Allah'ın terbiyesi ile zaman zaman olgunluk göstermiş, ardarda yaygın ve sınırsız zatlar ve topluluklardır Biz bunları yalnız "mün'amün aleyhim", yani Allah'ın nimetine ermiş olanlar adıyle tanır ve hakka ulaşanlar, erenler diye düşünürüz ve bu cinsin dünyada var olduğunda hiç şüphe etmeyiz Bu nokta kesin ve kat'îdir Ve mutlaka bunların yolunu istemek de bu kesin bilgi ile hareket etmektir Fakat etraflıca açıklamasına ve bu cinsin fertlerinden ve çeşitlerinden bir örnek almak için dışarda tayinlerine gelince: Bunu, nimetin mânâsını takdir etmemiz oranında bir ahd-ı zihnî (zihinde belli olan nesne) ile düşünebiliriz Bunun için de ya cinsî belirtme veya ahd-i zihnî (zihinde belli olan şeyler) mülahaza edilir Cins olduğuna göre bedel; ahd-i zihnî olduğuna göre de sıfat olması bellidir Bundan dolayı bunları başlangıçta ahd-i zihnî ile tasarlayıp bu vasıflara sahip bir mutlu topluluk arayacağız ve Allah Teâlâ'dan onların yoluna hidayet etmesini isteyeceğiz ve başarılı olduğumuz anda biz de o yolda, o cinsten âleme örnek olacak bir cemaat zümresi teşkil etmiş bulunacağız Kur'ân bize bu cinsten birçok topluluklar gösterecektir ki "Kim Allah'a ve elçisine itaat ederse işte onlar, Allah'ın nimet verdiği peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salihlerle beraberdir Onlar ne güzel arkadaştır" (Nisâ, 4/69) âyeti bu babta en kapsamlı âyetlerden biridir Yani tam anlamıyla kendilerine nimet verilmiş olan gerçek bahtiyarlar peygamberler, sıddîklar, şehidler, salihler ve bunlara arkadaş olan iman ehlidir Fakat bu açıklama İslâm'ın başlangıcına göredir Bize gelince: Bu örneğin bütün anlaşılmayan şeylerden uzak bir ahd-i hâricisi (daha önce ismi geçmiş olanı) vardır ki o da peygamberlerin sonuncusu Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz'le Ashab-ı Kiram'ıdır Az zaman içinde bunlarda tecelli eden başarı nimetinin, dünya ve ahiret mutluluğunun bir örneğini daha insanlık tarihi bugüne kadar kaydetmemiştir Umumî tarihi okuyunuz ve bugün dünyadaki milletlere bir göz atınız Bakınız bunların içinde mesela bir Hz Ömer siretinin benzeri olabilecek hiçbir örnek bulabilecek misiniz? Bir taraftan fetihler elektrik hızı ile doğu ve batıya yayılırken diğer taraftan bütün ilâhî adalet, yerleri ve gökleri dolduruyor ve bu nimetlerin içinde hakkın zevkine dalmış olan Ömer'in sırtındaki yamalı bir gömlek âlemin gözüne Kisraların, Kayserlerin haşmetli taclarından çok yüksek bir sevinç duygusu saçıyordu Fakat dünyanın bu teveccühü (yönelmesi) içinde hiç bir gün şaşırmayan, metanetini kaybetmeyen Hazreti Ömerü'l-Faruk, Peygamber'in vefat günü Faruk olması (hak ile batılı birbirinden ayırması)nı kaybeder gibi göründüğü zaman, Hazreti Ebu Bekr es-Sıddîk bütün sadakati ile varlığını ortaya koyarak onu ve herkesi irşad etmiş ve İslâm cemaatini önceden olduğu gibi Hazreti Muhammed'in yolunda yürütmüştü Daha önce hicret günü Hazreti Peygamberle arkadaşlığı ile gizlendikleri mağarada müşriklerin baskınına uğradıkları zaman Hazreti Ebu Bekir Sıddîk'a da üzüntü ve gevşeklik gelmiş iken "Üzülme, Allah bizimle beraberdir!" (Tevbe, 9/40) diye onu teselli ve tatmin eden ancak Hazreti Muhammed olmuş idi İşte o zamanlar bir ahd-i zihnî (zihinde belli olan) mahiyetinde olan o mutlu toplum bütün insanlığa en mükemmel bir misal olmak üzere belirmiş olduğundan bize göre ahd-i harici (önce geçmiş olanlar) ile bellidir Bunun için selefler ve halefler (eskiler ve yeniler)den birçok müfessir âyetini Hazreti Muhammed'in ve ashab-ı kiram'ının yolu ve sünneti ile tefsir etmişlerdir Fakat başlangıç ve sonuç beraber gözönünde bulundurulduğu zaman bu mânâda kendilerine nimet verilmiş olanlar cinsinden bir toplum diye ahd-i zihnî mahiyetinde olmuş olur "ellezine"nin sıfatıdır ve İslam'daki takva hasletinin esasını gösterir Arapçada sıfat (niteleyen) ile mevsûf (nitelenen) arasında tarif (belirlilik) veya tenkir (belirsizlik) açısından da uygunluk şarttır Halbuki = gayr kelimesi, "el-âlimü gayrü'l-câhil", "el-hareketü gayrü's-sükûn" (âlim, cahil olmayandır; hareket, durmakdan başka bir şeydir) şeklinde tam zıddı olan bir şeye müzaf (tamlama halinde) olmadıkça belirli olamayacağı gibi, (ellezine) ism-i mevsûlü (ilgi zamiri) de belirli olduğundan, ahd-i zihnî mânâsına yorumlanmadıkça belirsiz bir kelime ile nitelenemez Bundan dolayı bunun sıfat olması, mevsûlün (ilgi zamirinin) ahd-i zihnî mânâsına açık bir ipucudur Çünkü (mağdûbi aleyhim) ve (dâllîn) vasıflarının mutlaka kendilerine nimet verilmiş olanların vasfına tam zıd olması düşünülecek noktadır Kendilerine nimet verilmiş olarak görünenler içinde gerçekten öfkeye mahkum olan veya sapıtmış olan nice kimseler de bulunur Ve dünyada nimetler içinde yüzer gibi görünen birçok şahıs ve toplum buna misal gösterilebilir Bu itibarla (gayr) sıfatı, öfke ve sapıklığı olumsuz kılarak kendilerine nimet verilen kimseleri bunlardan başkasına tahsis ediyor ve o halde sağlam nimetler ile nimetten faydalananlar, bunların tam zıddı olurlarsa da mutlak surette nimetten faydalananlar böyle değildirler Bundan dolayı nimet verme, kayıtsız olarak göz önünde bulundurulur ve (ellezine) de bu sıla (ilgi zamirini açıklayan cümle) ile cins olarak veya ahd-i harici ile (önce zikredildiği için bilinen) belirli tanılır ise (gayr) ona sıfat olamaz, belki bedel olabilir Keşşâf ve ona uyarak Kadı Beydâvi ve diğerleri bu bedel olmayı caiz görmüşlerdir Fakat Ebu's-Suud, tefsirinde bunu haklı olarak reddetmiştir Çünkü bedel, cümledeki nisbette esas kasdolunan olur Mübdelü minh (kendisinden bedel getirilen) büsbütün ihmal ve terkedilmiş halde olmamakla beraber, cümlede kasdedilen hedef olarak da kalmaz O halde (gayr), bedel ise (sırat) kelimesinden esas gaye nimet değil, öfke ve sapıtmanın olmaması olacaktır Ve bu şekilde kendilerine nimet verilmiş olanlar demek, Allah'ın gazabından ve sapıtmakdan kurtulmuş olanlar demek olacağını Keşşâf sahibi açıkça belirtmiştir Gerçi def-i mazarrat (zararı ortadan kaldırma), celb-i menfaat (menfaati celbetmek)ten daha iyi ise de esas gaye yalnız zararı ortadan kaldırmak değil, o zarardan emniyette olan nimet ve menfaattir Bu ise bedelin değil, ancak sıfatın mânâsı olabilecektir Bundan dolayı sözün hedefi (en'amte aleyhim)dedir Ve gazab (öfke) ile sapıtmanın ortadan kaldırılması ona tabi olarak (uyarak) kasdolunmuş olur Ve kendilerine nimet verilmiş olanlar demek, mutlak nimet ile öfke ve sapıtmadan kurtulmayı birarada elde edenler demek olur ki İslâm da budur Ve gerçekten İslâm'daki takva budur ve Ebu's-Suûd tamamen haklıdır Bundan dolayı (gayr) kelimesinde sıfat ve kelimesinde ahd-i zihnî mânâsı açıktır Bununla beraber mutlak nimetten, sağlam nimet veya söylediğimiz gibi sırat (yol) nimeti, İslâm nimeti kasdedilirse, (gayr) bunun tam zıddına muzaf ve bundan dolayı belirli olmuş olacağından cins veya ahd-i harici şeklinde sıfat olabilecektir Gazab, nefsin bir iğrenç şey karşısında intikam isteği ile heyecanıdır ki rızanın tam tersidir Türkçe'de öfke, bir fark ile hiddet, hışım da denilir Allah'a nisbet edildiği zaman gazab nefsî etkilenmelerden tecerrüd edilmekle en son haddi ve gayesinde kullanılır da intikam iradesi veya ceza verme mânâsı kasdolunur Bu da Rububiyet-i Rahimiyenin gereğidir Yani öfke mutlak surette rahmetin zıddı değildir Mesela zalime öfkelenmek, mazluma rahmetin gereğidir teriminde bu ünvan kendilerine âdeta isim olmuş gibi bir kuvvet vardır ki, öfkeye mahkûm, öfke altında kalmış gitmiş demek olur Bundan dolayı bazan bir cezaya uğramak, kendisine öfkelenilmiş olmak değildir ve hele gerçekten birtakım gelecek nimetlerin başlangıcı ve vesilesi olan acılar hiçbir zaman ceza ve öfke değildir "Andolsun, sizi korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme gibi şeylerle deneriz; sabredenleri müjdele" (Bakara, 2/155) Çünkü her işte değer, sonuca göredir Dalal ve dalalet, doğru yoldan kasıtlı olarak veya hata ederek sapmaktır ki, hüdâ (doğru yolu gösterme)nın karşıtıdır Türkçe'de bunlara sapmak, sapıklık ve sapkınlık da denilir Dalal, bazen gafletten ve şaşkınlıktan meydana gelir Ve çoğunlukla da ondan sonra şaşkınlık gelir Sonra yitmekle ve daha sonra yok olmakla biter Bu vesilelerle dalal; gaflet, hayret, yok olma, helak olma mânâlarına da kullanılır Aslında hissedilen maddi yoldan sapmaktır Sonra maneviyatta ve akıl ile bilinen şeylerde de meşhur olmuştur Ve biz çoğunlukla dalalet ve sapkınlığı yalnız dinde; dalal ve sapıklığı da akılda ve sözde kullanıyoruz Bundan dolayı (dâllîn) tam anlamıyla sapkınlar demektir Burada gerek ve gerek deki tarif (belirlilik) edatının istiğrak (her şeyi içine alan) veya cins için olduğu açıktır Çünkü nimetin tam salim olması bundadır Birçok tefsirciler de böyle cinsi olumsuz kılma şeklinin tefsirlerini seçmişlerdir ki, bu şekilde nimet ve doğruluğun zıddı olan öfke ve sapıklık, kitaplı ve kitapsız müşrik (Allah'a şirk koşan) ve müşrik olmayan bütün küfür ehlinin yollarından açık olarak sakınılmış olur Bununla beraber, tarif edatlarının en önde olan ahd-i haricî mânâsına yorumlanmalarında da aynı mânâyı dolayısıyla elde etme mümkündür Ve bunda ayrıca bir belağat da vardır Çünkü ve vasıfları kat'î olarak bilinen en alçak ve en azlarına sarfedilmiş olursa, bunlardan sakınmak öbürlerinin hepsinden sakınmayı öncelikle gerekli kılar Bu da İslâm milleti dışındaki milletler arasında bir farklılığın bulunduğunu göstermek belağatini içerir Acaba her ikisinin en az mertebesi ile böyle bir ahd-i haricî var mıdır? Evet gerek Kur'ân'da ve gerek Peygamber'in hadislerinde ve genellikle İslâm şeriatında bununla ilgili deliller vardır Ve bunlar Kitap ehli olan yahudi ve hıristiyanlardır Gerek Allah'a şirk koşan ve gerek şirk koşmayan bütün kâfirler hakkında yüce Kur'ân'da "Fakat küfre göğüs açan (küfürle sevinç duyan) kimselere Allah'tan bir gazab iner ve onlar için büyük bir azab vardır" (Nahl, 16/106) âyetinde olduğu gibi öfkeyi ve "(Sana gelenleri) inkar edip Allah yolundan menedenler, gerçekten derin bir sapıklık içine düşmüşlerdir" (Nisâ, 4/167) âyetinde olduğu gibi sapıklığı genelleştirerek açıkça ifade etmekle beraber yahudiler hakkında çoğunlukla "Üzerlerine alçaklık ve yoksulluk damgası vuruldu Allah'ın gazabına uğradılar" (Bakara, 2/61) gibi gazabı, hıristiyanlar hakkında da "Ey Kitab ehli, dininizde haksız yere aşırılığa dalmayın ve önceden sapmış, birçoklarını da saptırmış, düz yoldan şaşmış bir milletin keyiflerine uymayın" (Mâide, 5/77) gibi sapıklığı, açıkça ifade buyurmuştur Bununla beraber yahudiler ile hıristiyanların kestiklerini yemek ve kızlarıyla evlenebilmek gibi yakın muamelelerde diğer müşriklerden farklarını da göstermiştir Bunlardan anlaşılır ki kitap ehli olan yahudi ve hıristiyanlar, gazab ve sapıklıkta diğer müşriklerden, dinsizlerden ve diğer batıl din sahiplerinden daha ehvendir Ve bunlar, İslâm'ın yakın zıddıdırlar Bundan dolayı Fâtiha'da "kendilerine gazab olunan kimselerden" maksat ahd-i harici ile yahudiler, "sapıtmışlardan" maksat da hıristiyanlardır, diye tefsir olunursa, (gayr) ve (lâ) ile ilk önce ve metin ile bunların yolu olumsuz kılınmış ve dolayısıyla öncelikle (yani dâl bi'd-delâle: delaletiyle delalet edici) olarak da bütün diğer kâfirlerden sakınılmış olur Ve bu tefsirin naklinde senedler kuvvetlidir İbnü Cerir Taberî epeyce hadis nakletmiştir "Dürrü Mensûr"un açıklamasına göre; İbnü Ebi Hâtim: " (mağdûbi aleyhim)in yahudiler ve "dâllîn"in hıristiyanlar olduğu şeklindeki tefsirde, tefsirciler arasında ihtilaf olduğunu bilmiyorum" demiştir Nasıl ki İbnü Hibbân ve Hâkim (Neysâburî), bu konuyla ilgili hadislerin sıhhatına; Tirmizî de hasen olduklarına hükmetmiş ve bunları birçok muhaddisler tahriç etmişlerdir Nassın görünürde bu genelliğini iki çeşitte toplayacak tarzda kayıt ve şarta bağlamak usûl açısından caiz olmayacağı düşüncesiyle bazı tefsirciler buna ilişmiş ve âyet metninin umumî mânâ üzere bırakılması ile yahudiler ve hıristiyanları birer örnek olarak kabul etmeyi uygun görmüştür Yahudiler ve hıristiyanlar en zararsız ve kat'i olarak bilinen en yakın kimseler olarak düşünülmeyecek olursa bu itiraz haklı olarak akla gelebilir Çünkü sakınmayı onlara tahsis etmenin mânâsı İslâm'da hem akla ve hem kesin nakillere aykırı olduğundan böyle bir ahd-i hâriciye imkan yoktur Söylediğimiz gibi bunlar kat'i olarak bilinen en yakın kimseler olarak düşünülürse diğerlerinden genel olarak sakınmak öncelikle sabit olacağından dolayı bir gruba tahsis etmek, bir tarafa atılmış ve sakıncası atlatılmıştır ve zaten de şirkleri açıkça belli olan diğer müşriklerden ve bunlara göre hafif olan Yahudiler ve Hıristiyanlardan da dolayısıyla sakınılmış olduğundan burada da; bunlardan açıkça ve diğerlerinden dolayısıyla sakınılmış olmasında da belağat vardır O halde bu konuyla ilgili hadislerden de biraz bahsedelim: Hazreti Peygamber (sav) Efendimiz'in "Yahudiler, kendilerine gazab edilmişler, Hıristiyanlar da sapıklardır" buyurduğunu Tirmizî "Sahihi" bu bölümü tefsirinde ünlü Hâtim et-Tâî'nin oğlu Hz Adî'den, senedi ile bir hasen hadis olmak üzere rivayet etmiştir ki meâli şöyledir: "Adî b Hâtim (ra) demiştir ki: Resûl-i Ekrem (sav)'e gittim, mescidinde oturuyordu Cemaat: "İşte bu Adî b Hâtim'dir" dediler Ben ise aman dilemeden ve yazışma yapmadan gelmiştim Hemen huzuruna atıldım Derhal elimi tuttu: "Başlangıçta Allah'tan ümit ederim ki onun elini benim elime koyacak" buyurmuştu Daha sonra kalktı O sırada bir kadın beraberinde bir çocuk ile huzuruna geldiler ve: "Bizim sana ihtiyacımız var" dediler Onlarla beraber kalkıp onların ihtiyaçlarını giderdi Sonra elinden tutup beni mübarek evine götürdü Bir kız çocuğu ona bir yastık yere koydu ve o üzerine oturdu Ben de huzurunda oturdum Bunun üzerine Allah'a hamd ve sena etti ve şöyle buyurdu: "Allah'tan başka ilâh yoktur" demekten niye kaçıyorsun, ondan başka bir ilâh mı biliyorsun?" Ben: "hayır" dedim Ondan sonra biraz konuştuktan sonra "Sen her halde (Allahü Ekber = Allah en büyüktür) denilmesinden kaçıyorsun, demek ki Allah'tan daha büyük birşey biliyorsun" buyurdu Ben yine "hayır" dedim Buyurdu ki; yani "Yahudiler gazaba uğramış, mağdubi aleyhim olmuşlar, Hıristiyanlar da sapıtmış sapıklığa düşmüşler" Bunun üzerine ben de: "Ben müslüman oldum geldim" dedim Ve baktım ki mübarek yüzü sevincinden açılıyordu Daha sonra emretti Ensar'dan bir zatın yanına verildim Akşam-sabah hep peygamberin huzuruna gelir dururdum Yine bir akşam yanında idim Bir insan topluluğu geldi Üzerlerinde yün elbise vardı Allah'ın elçisi kalktı, namaz kıldı, sonra onları teşvik etmeye başladı Diyordu ki; "Bir sa' (dört avuç, yaklaşık 3 kg) olsa bile, yarım sa' olsa bile, bir tutam olsa bile, bir tutam parçası olsa bile bununla her biriniz yüzünü cehennemin -yahut ateşin- hararet (sıcaklığı)'inden korusun, hatta bir hurma tanesi olsa bile, yarım hurma tanesi olsa bile Her biriniz Allah'a varacak, O da size şu söyliyeceğimi söyliyecektir: "Ben size göz, kulak vermedim mi? Evet verdin der Mal ve çocuklar vermedim mi? Evet verdin der O zaman Allah Teâlâ: "O halde hani sen kendin için önceden ne hazırlık gördün der" ve insan işte o vakit önüne, arkasına, sağına, soluna bakar da cehennemin sıcaklığından yüzünü koruyacak hiçbir şey bulamaz Her biriniz yüzünü ateşten korusun da yarım hurma ile olsa bile Bunu bulamazsa, tatlı sözle bile olsun Çünkü ben artık sizin hakkınızda fakirlik ve yoksulluktan korkmam Çünkü Allah yardımcınız ve vericinizdir Sizin için fakirlik korkusu, nihayet Medine ile Hiyre arasında kervan giderken bineğinin çalınması korkusu ne ise ondan fazla değildir" buyurdu Adî b Hâtim (ra) bunu rivayet ettikten sonra şunu da ilave etmiş: "Bunu dinlerken ben gönlümden; bu nerede? Tay dağlarının eşkiyası nerede? diyordum" demiştir Fakat Yahudiler gazaba uğramışlar demekle, Yahudilerdir, demek arasında büyük bir fark vardır Bundan dolayı bu ve benzeri hadislere göre Yahudilerin ve Hıristiyanların Fâtiha'daki (mağdubi aleyhim) ve (dâllînden) birer örnek oldukları anlaşılırsa da, âyetin kelimelerinin delalet ettiği mânânın bunlardan ibaret olduğu anlaşılmaz Bununla beraber ikinci şekilde de sağlam rivayet vardır Tarif (belirtme) edatının en önde gelen mânâsı ahd-i hariciye göre yorumlanması, yukarıdaki açıklama ile kolaylık dairesinde mümkün olunca mütevatir olmayan hadislerle âyeti kayıt ve şarta bağlamanın sakıncası vârid olmayacağından dolayı bu hadislerin de kullanılması vacib olur Bundan dolayı iki tefsir arasındaki fark, birisinde yani cinste hepsinden sakınmanın söz ve metin ile; diğerinde de mânâ ve delaletle olmasındadır Birincisine göre İslâm açısından müşrikler ile kitab ehli arasındaki fark Fâtiha'da ifade edilmemiş, ikincide ise bu fark bile gösterilmiş olur ki biz bunu Kur'ân'ın üslubuna daha uygun buluyoruz Bunda bizi düşündürecek çok önemli noktalar vardır Acaba Resulullah Efendimiz, "Yahudiler gazaba uğramış, Hıristiyanlar sapıtmışlardır" buyurduğu zaman, bunlar ne durumda idiler? Yahudiler, daha çok zaman önce dünya sevgisi ve bencillik ile Tevrat'ın hükümlerini ihmal ederek ve bozarak Hak yolundan bile bile ayrılmışlar ve bunun neticesinde nice yüce peygamberlere ve özellikle Zekeriyya, Yahya ve İsa (as)'a olan haksızlıklarıyla da hem Allah'ın gazabını ve hem halkın nefretini kazanmışlardı Ve çoktan siyasi hürriyetlerini tamamiyle kaybetmişler ve darma dağınık olmuşlardı Ve bu şekilde kaybettikleri zahiri toplulukları yerine ta Hz Süleyman (as) zamanından beri takip edegeldikleri gizli cemiyetlerle uğraşmışlar ve uğraştıkça da bütün milletleri kuşkulandırmışlar ve dünyadaki insanlar gözünde içleri dışlarına uymayanların başı sayılmışlardı Bununla beraber aslında dünyayı aydınlatmış bir kitaba, harikalarla dolu bir tarihe mensup olduklarından dolayı bir dereceye kadar aydın ve en azından geçmişleri ile şimdiki durumları arasındaki oranlama itibariyle de pek fazla dikkate değer idiler Geçmişte Allah'a dayanması dolayısıyle çok feyizli ve bereketli olan dinlerini zamanımızda milliyetçilik çemberi ile bağlayarak devamlı hakkın üzerine çıkmak (hakkı ezmek) istiyorlar ve bunu istedikçe düşüyorlardı Hıristiyanlara gelince: O zamanlar bunlar Roma'nın mirasçısı, İstanbul'un sahibi olarak yeryüzündeki iki büyük devletin biri ve hatta birincisi bulunuyorlardı Karşılarında bir İran (devleti) vardı Yani o günkü Hıristiyanlığın dünyadaki yeri bugünkü Hıristiyanlık'tan çok yüksek idi Dış görünüşlerine bakıldığı zaman bunlar kendilerine nimet verilmişler zannedilebilirlerdi Halbuki gerçekte böyle değil idiler Kötü bir sonuca doğru yürüyorlardı Sonuçları ve ahiretleri gerçekten tehlikeli idi Gerçi bunlar, Yahudiler gibi ırkçılık çemberine sıkışmış değildiler Fakat hak ölçüsünü kaybetmişlerdi İşin başlangıcında Hakk'ın tevhidi yerine üçlü ilâh inancına saplanmışlardı Ve en adi müşrikler gibi putlar içinde kalmışlardı Gerçi Manîviye ve Seneviyye (biri iyilik öteki kötülük için olan iki ilâhın varlığını kabul edenler)ye göre bu üçlü ilâh inancının başında bir baba ilâh tanıdığından dolayı az çok bir tevhid mânâsı yok değildi Fakat bu üçlü ilâh inancı, İskenderiye felsefesinin değişik üç şahıstan ibaret ekânim-i selasesi (üç unsuru) yerine, üç şahsın birleşmesine dayalı bir ekânim-i selase (üç unsur) idi O şekilde ki hem bir, hem üç idi Böyle aklın çelişki kanununu da çiğneyen bir üçlü ilâh inancı artık aklî ilerlemelere meydan bırakmamış ve miras yoluyla elde ettikleri bütün ilimleri ve fenleri çığırından çıkarmış ve delillerle isbatlama yolundan ayrılıp sadece kalbî zevke ve doğru bir yolu takip etmeyen meyillere dayanarak dini rastgele, insanları gemlemeye bir vesile gibi takip etmişler ve bunun için ellerinde bulunan mantıkın uygulamasını bir yana atıp sadece psikolojinin meyiller ve hisler bölümü ile halkın kalblerini cezbetmek için uğraşmışlar ve nice aşırılıklara sapmışlardı Diğer taraftan hukukla ilgili düşünceyi tamamen çiğnemişlerdi Onlara göre hak, şeriat kavramının gerçekle ilgisi yoktu Bunlar ilmî, gerçek ve ilahî bir kavram değil idi Nitekim durum böyle iken hıristiyan dillerinde hukuk mânâsına kullanılan kelimelerin hak ve hakikat (gerçek) maddesi ile hiçbir ilgisi yoktur (Druva) başka, (verite) başkadır Ve aynı zamanda eski Roma'da olduğu gibi, normal hazırlanmış bir hukuk da değildi Bundan dolayı halkın irâdesine de bağlı değildi Hukuk yalnız ruhanilerin ve ruhani meclislerin koymuş olduğu prensipler idi Bunlar, hak üzerinde ilme ve ictihada dayalı bir düşünce ile değil, bir irade düşüncesi ile tamamen kanun koyucu vasfı ile hareket ediyorlardı ve bununla beraber üçlü ilâh inancının sonucu olarak bu da Lâhut (ilâhî olan) ile nâsut (insanlara ait şeyler)un anlaşılmaz bir karışımı idi İnsan haklarının, böyle Allah'ın koyduğu kanunlara dayanmayan kanun koyucularının elinde istenilen şekle konulabilmesi ve uygulamasında da iyi niyet ile değil, keyfî ve zevkî noktalardan hareket edilmesi ve aslında hıristiyanlardan başkasına hiç bir şekilde yaşama hakkı tanınmaması, toplumu büyük çöküşlere hazırlıyordu Çünkü insanlar dünyada şâirane bir zevkle geçici zaman için eğlenebilirlerse de bu zevk gerçek zevki çiğnemeye başladığı zaman derhal sönmeye mahkûmdur İnsan haklarına aslında kalıcı hiçbir değer verilmediği zaman ilahî hükümranlığın hiçbir anlamı kalmaz ve kalbî meyilleri (arzuları) coşturacak diğer vasıtaların hepsi hakkın karşısında neticesiz kalır Burada inançtan meydana gelmeyen ve inanca aykırı ortaya çıkan sapıklık ve ahlâksızlıklardan bahsetmeye gerek görmüyoruz Çünkü onlar, dini esaslara bağlı değildir Bu şekliyle teslis (üçlü ilâh inancı), fikirleri kısırlaştırma, kalbleri avlama, şeriatsızlık, vicdan darlığı ve özet olarak tek kelime ile hak ve hakikatten uzaklaşma İşte Hıristiyanlığın o zamanki bariz nitelikleri bunlar idi Bu ise peygamberlerin yolu olan hak yoldan sapma idi Ve sapıklığın neticesi de elbette şiddetli ceza olacaktır Bunun için o sıradaki devletleriyle beraber hıristiyanlar görünürde kendilerine nimet verilmiş sayılsalar bile vicdanları ve gelecekleri sağlam değildi Dünyada kuvvetten düşmeye ve ahirette de bu haksızlıkların cezasına aday ve sapıklardı Gerçekten de öyle oldu Ve yüce Allah kullarına böyle kusurlardan (lekelerden), tehlikelerden uzak ve sağlam, gelecekte tam selamet ile Allah'ın nimetine ulaştıran İslâm dinini, doğru yolu ihsan etti ve pek kısa bir zaman içinde İslâm dinini kabul edenlere Allah'ın vaad ve nimeti şüpheden uzak olarak gerçekleşti Ve bunlar, dünyaya en son ve en olgun dinî örnek oldular Bu doğru yolda sabit olanlar için aynı sonuç -Allah'ın yardımıyla- sonsuza kadar gerçekleşecektir İşte anlaşması ile bu gerçeği dile getiriyor
ÖZETLE
Fâtiha sûresi baş tarafında kâinatın başlangıç ve sonucuna ait bütün istenen özellikleri ile Allah'ı bilme bahislerini, Kur'ân ilminin ve İslâm dininin konusunu, prensiplerini; orta kısmında ise Kur'ân ilminin özel konusunu ve gayesini ve İslâm dininin başlangıcı olup en büyük yaratılış kanunu olan Allah'la bağlılıkları ile bütün sosyal sırları ve hukukla ilgili prensipleri tebliğ ve kaydettikten sonra üç âyette de hak yolun, İslâm dininin efradını câmi (fertlerini içine alan), ağyârını mâni (yabancıları çıkaran) kesin sınırını, tasvirine doyulmaz bir belağat ile tesbit etmiş ve bunların hepsini başındaki bir belağatlı cümlesinde toplayarak geçerliliğini Allah'ın adı ile ilan etmiştir İslâm dininin bu tarifi şu oluyor: Gazaba uğratmadan, sapıklığa düşürmeden, doğruca ve selametle Allah'a ve Allah'ın nimetlerine götürüp "el-hamdü lillâh = Allah'a hamd olsun" dedirten ve bu temiz nimetlere tam selametle ermiş, gerçekten mutlu ve övülmüş, öfkeye uğramamış ve sapıtılmamış zatlar tarafından takip edildiği tarih tarafından görülmüş ve tecrübe ile bilinen büyük, aşikar, düz, doğru, hak yolu ve istikamet yolu Bu dini kabul etmenin, dindarlığın başlangıcı ilk önce Allah Teâlâ'yı tanımak ve ona diye Allah'tan başka ilâh olmadığına tam bir şekilde söz vermek ve anlaşma yapmak ve ondan sonra da tam bir sebat ve samimiyet ile gereğini yerine getirmek için hak ve vazifelerin bütün sınırlarını bildiren ve üzerinde kolaylık ve selametle yürünmek mümkün olan dosdoğru bir şeriat caddesine hidayet, yani bilimsel olarak doğru yolu göstermek ve pratikte başarılı olmayı istemektir ki, bu şuurlu isteğin cevabı Bakara sûresinin başında başlayacaktır Demek ki istemek ve dindarlık bizden; din, şeriat ve doğru yolu göstermek Allah'tandır Ve bu hidayet (doğru yolu göstermek) iki çeşittir Biri ilmî olan irşad, diğeri fiilî (pratik) olan Cenab-ı Hakk'ın kuluna yardım etmesidir Yüce Kur'ân, ilmî irşadı istemenin cevabıdır Fiilî olarak başarılı kılmayı istemenin cevabı da bu irşadı kabul etmekle etraflıca dindarlıkta her an ve her lahza meydana gelecektir İşte İslâm dini böyle bir Allah kanunudur Fâtiha bunu tanımlarken mânâsını isbatlamak için başlangıçtaki aklî ve kalbî irşadlardan sonra gözlem ve tarihin şehadet ettiği tecrübeyi gösterivermiş ve başka delil ve vesikaya bile ihtiyaç bırakmamıştır Bunda şüphe edenler gözlem ve tecrübe ile sabit olan örneği peygamberlerin sonuncusu Muhammed Mustafa (sav) Efendimizle yüce ashabının bu sayede nail oldukları Allah nimetlerinin büyüklük ve mukaddesliğini tarihte gözleri kamaşa kamaşa okuyabilirler Elhamdülillah Allah'ın kitabı, bir harfi bile bozulmaksızın olduğu gibi elimizde mevcut ve Peygamberimize ait sünnetler korunmuş olduğundan, İslâm dininin hakikatında hiçbir sapma, hiçbir sapıklık arız olmamıştır Bunun için Kur'ân, Hazreti Muhammed'in mu'cizelerinin en derini, tarih de onun hak olduğuna, davasının doğruluğuna şahittir Ve bu şekilde bizim için din ilmi, akıl ve nakil ile karışıktır Bunları, doğruluk ve içten sevgi ile uygulayacak olan toplumların tecrübe ile sabit olan aynı sonuçları elde edeceklerinden şüphe etmek için hiçbir hak yoktur İlim ve fen adına böyle bir şüphe ortaya atmak, dün beni aydınlatan güneşin yarın aydınlatamayacağını iddia etmek gibi, tümevarım kanununu inkâr etmektir Fakat ilim ve fende, tecrübe ve tümevarım kanununa pek büyük önem veren Avrupalılar bu istikra (önerme)yı yerinde yapmayarak fikirleri karıştırıyorlar Çünkü İslâm dininin mahiyetini, aslından ve hakkıyla dindarlığına sahip olan kaynaklardan araştırmıyorlar da; çöküş içinde yuvarlanan şimdiki müslümanlarda arıyorlar Halbuki gerçek, şimdiki zaman ile geçmiş zamanın karşılaştırmasından çıkacaktır O zaman görülür ki o doğru yol üzerinde gerçekten yürüyenlerle yürüyemiyenler arasında büyük fark vardır Ve bu fark bir ilerleme ile bir gerileme farkıdır Demek ki sadıklar yükselmiş, sadık olmayanlar gerilemişlerdir Demek ki din, hak kanunudur, fakat din adına yapılanlar noksandır ve doğru değildir İlim ve fendeki her hak kanunu da böyle değil midir? Mesela iyi matematik bilen bir adam muamelelerinde o hesabı yapmaya üşenir de uygulamazsa kabahat matematiğindir denebilir mi? Ve mesela pis mikropların zararlarını bilen kimse sokaklarda gezdiği papuçlarla oturduğu veya yattığı odanın içine kadar girmeyi alışkanlık haline getirirse, sonunda etkisinde kalacağı felaketten mikrop ve koruyucu hekimlik ilmini sorumlu tutmaya hak kazanabilir mi? İnsanlar kendilerini hakkın kanununa uydurmakla yükümlü iken, o hak kanununu kendilerine uydurmaya çalışırlarsa kusur o kanunun değil, o insanın olur ve zararına katlanan da insandır Allah'ın gazabı ilk önce bunu bilerek yapanlar içindir Bilmeyerek yapanlar da sapıklardır Bunlar da sonunda o akibete mahkumdurlar Ne yazık ki asrımız insanlarında özellikle din hususunda hakkın kanununu kendilerine uydurmak sevdası üstün gelmiş görünmektedir İlim, fen ve sanayideki bu kadar ilerlemelere rağmen bütün dünyada insanlığın sıkıntılarının genel bir şekilde gittikçe artmasının sebebi de budur Bu sıkıntıları, ancak doğru yolda yürümek kesebilir "Allahım! Bizi doğru yola hidayet et Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna Gazabına uğrayanların ve sapanlarınkine değil" Âmin, "kabul et" mânâsına gelen bir ism-i fiil (fiil mânâsına gelen isim)dir Âmin demeye de te'min (emniyet hissi vermek) denilir Bu Kur'ân nazmının bir parçası değildir Bunun için Mushaf'a yazılmaz Fakat Buharî ve Müslim'de de rivayet edildiği üzere Hazreti Peygamber (sav) Efendimiz buyurmuştur ki; "İmam veleddâllîn dediği zaman hepiniz âmin deyiniz Çünkü melekler âmin derler Âmin demesi, meleklerin âminine rastgelenin geçmiş günahları affedilir" Diğer mevkuf bir hadiste de: "Dünya halkının saflarının hizasında göktekilerin safları bulunur" Bundan dolayı yerdeki "âmin" gökteki "âmin"e rastgelirse ibadet edenin günahları affedilir" buyurulmuştur Bundan dolayı "âmin" sünnet ile sabittir Hem imam ve hem cemaat tarafından gizlice yapılmalıdır İmam gibi yalnız başına namaz kılan da gizlice söyler

Alıntı Yaparak Cevapla

Kur'an-İ Kerim Tefsiri

Eski 11-04-2012   #13
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Kur'an-İ Kerim Tefsiri



2-Bakara Suresi (1-96 Ayetlerin tefsiri) - 1

" " Bulunduğu altı sûrenin hepsinde birer âyettir " " da bir âyettir Fakat "" bir âyet sayılmıyor " " da bulunduğu beş sûrenin hiç birinde âyet değildir "" iki sûrede de birer âyettir "" âyet değildir Fakat "" birer âyet, "" de hepsinde birer âyet, "" iki âyet, " " bir âyettir "" birer âyet değildirler Ve bu saydıklarımız Kûfeli âlimlerin rivayetidir Basralı âlimler yirmi dokuz sûrede bulunan bu mukattaattan (Kur'ân-ı Kerim'de sûre başlarında bulunup isimleri ile okunan harfler) hiç birini bir âyet olarak saymamışlardır Âyet meselesi kıyasî (genel kaideye tabi olan) değil, tevkifî (vahye tabi) bir ilim olduğundan, bu görüş ayrılığı kırâet şekilleri gibidir Ve bu şekilde el-Bakara sûresinin ihtilaf edilen âyetlerinden birincisi " " dir
Yazılışta bir kelime gibi yazıldığı halde okunuşta birer birer söyleme şekli ile elif lâm mîm diye üç kelime olarak okunuyor Bu üç kelime mânâlı birer isimdirler Delalet ettikleri mânâları da müsemmaları (adlanmış) olan basit harflerdir Bu harfler, kelimelerin maddesi olan ve hurûf-i mucem (noktalı harfler), hurûf-i mebâmî (sözün esasını teşkil eden harfler) ve hecâ harfleri diye adlandırılan tek seslerdir ki " " gibi nakışlar bunların hat (yazı) denilen alâmetleridir O isimler, aslında bu seslerin olduğu halde, bu nakışlara da denilir Her isim, başındaki ilk sesin veya nakşın adı, her nakış da bizzat o seslerin bir çeşit resmidir Arapça'da gerçek mahrec (harfin çıkış yerin)e dayalı esas olarak yirmi sekiz harf ve bunların yirmi sekiz de ismi ve basit nakşı vardır Bunlardan başka bir de mukadder mahrece dayalı olup bizzat okunamayan tebaî (diğer harflere uyan) bir harf daha vardır ki buna da Lâm elif denilir Ve çoğunlukla elif ismi buna verildiğinden diğerine hemze denilir Lâm elif uymakla okunan bir med (uzatma) harfidir Kendinden önceki harfin üç harekesine uymasından dolayı üç durumu bulunduğundan med harfleri "vav, ya, elif" müstear (eğreti) isimleri ile üç olarak gösterilir Bundan dolayı esas ve tabi olmakla harflerin adlandırılanları, gerçekten yirmi dokuz ve hükmen otuz bir olarak itibar edilir Yirmi dokuzuncusu ancak terkipte okunabildiğinden "lâm elif" ile gösterilir ki otuz bir sayısını da gösterir
Harflerin bu tek başına olma ve basitlik durumları, elif, bâ tâ diye bir bir sayılarak anlatılır ve diye kesik kesik olarak yazılır Bunun ismi elifba'dır Aksine kelimelerde olduğu gibi terkip durumları anlatılacağı zaman da "" şeklinde yazılır ve kendi basit sesleri ile okunur
Halbuki ebced gibi yazıldığı halde elifba gibi okunurDemek ki ikisinin de değerini birleştirerek hece harflerinin daha mükemmel bir adı gibidir Okunuşuna göre mânâsı apaçıktır Fakat yazılışına göre "ebced" gibi mânâsız ve anlamsız bir kelime görünür Gerçi yazılış, elifba gibi okunmayıp, ebced gibi okunsa idi vs muhtemel şekilleri ile anlamlı bir kelime meydana getirecekti Fakat böyle yazıldığı halde elifba gibi okunması, bundan bir anlam çıkarmayı zorlaştırmaktadır Bu iki değerin böyle birleşmesinden bir bakışta anlaşılır ki, burada biri görünen, biri gizli iki anlam düşünülmüştür Acaba asıl istenen hangisidir? İşte büyük tefsirciler bu iki görüş açısından hareket ederek bir kısmı sûrelerin başında bulunan ve kesik kesik okunan harflerin kasdedilen mânâsının belli olabileceğini, bir kısmı da olamıyacağını söylemişlerdir
Mânâsının belli olduğu veya belli olmasının mümkün olduğu görüşünde olanlar başlıca iki grup teşkil ediyorlar
1 Bu isimlerin mânâları bellidir Bunları konuşmanın başında birer birer söylemekten maksat, bütün elifba harflerini elifba veya ebced itibarlarıyla seçmek ve bunlardan oluşan kelimelere ve söze dikkat çekmektir ki bu seçme ve uyarmadan sonra işte kitap demek dilin esas maddesini göstererek bir meydan okumayı ilan etmek ve Kur'ân'ın i'cazına işaret etmek olduğunu açıklamışlardır Ve bu gruptaki âlimlerin çoğu, bu üç harfin toplamı bu sûreye veya Kur'ân'a bir isim olmasını da tercih etmişlerdir
2 Kasdedilen mânâsının üç kelimede değil, müsemmalarında yani terkip itibarında ve başka bir ifade ile yazı itibarında aranmak lazım geleceğini ve bunların işaret ettikleri bir mânâ bulunduğunu ve Arap dilinde bunun benzerleri bulunabildiğini söyleyenler vardır Bu da başlıca iki esasta özetlenir:
Birincisi: Kısa kesmek ve kısaltma yoludur ki şairin "O kadına dur dedim O dedi ki kaaf" mısraında olduğu gibi (vekaftü = durdum) kelimesinden kaaf harfiyle yetinmesi; yazıdaki örneği de mesela "Ahmed" yerinde bir " " (elif) yazılması bu türdendir Ve bu şekilde elifba harflerinin her biri başından, sonundan ve ortasından bir veya birkaç isme sembol olabilir Gerçekten biraraya getirildiği zaman "er-Rahmân" isminin meydana geldiği görülüyor Diğerlerinde halledilememekle beraber böyle Allah'ın isimlerine veya diğer şeylere tahlilî (çözümsel) veya terkibî (bileşimli) semboller mümkün bulunuyor
İkincisi: Ebcedin hesap yolu ve şifre usulüdür
3 Dış ve iç iki kıymetin ikisini de düşünmek lazımdır Ve kasdedilen mânâyı aramak için bu yolların, bu mânâların hepsini birleştirmek; akıl yolu ve doğal ihtimalleri ile daha ileri gitmek gerekir Bunda ise, müteşabih (birbirine benzeyen) mânâlar olur Maksadı belirlemek mümkün olamaz
Sanki el-ma'lûmü'l-mechûl (bilinmeyen bilinen) terkibi gibi bir anlam ifade eder Ve bu mânâ, hakikat ve Allah'ın isimlerine kadar gider Ve bu tefsirin özeti "Allah daha iyi bilendir" mânâsı ile biter ki, bu da bize insan ilminin başında daima mahiyetine erilmez bir başlangıcın varlığını öğretir
Gerçekten hem dirayet açısından ve hem rivayet açısından bu görüş açılarının hiç birini feda etmeye imkan yoktur Çünkü sûrelerin başındaki mukattaa harflerin okunuşu ve genel durumlarındaki ilişkiler, ilk görüş açısı hakkında pek büyük bir karine teşkil etmektedir Elifba gibi okunan, sûrelerin başındaki mukattaa harfleri, ilk önce elifba harflerinin yirmi dokuz sayısına eşit olarak yirmi dokuz sûrede bulunur İkinci olarak yirmi sekiz ismin tam yarısı bulunan on dört harf ismi seçilmiş ve o şekilde seçilmiş ki, bu yarım, bütün harflerin sıfat itibariyle çeşitli taksimlerindeki kısım ve çeşitlerinden her birinin yarısını ve en önemlilerinden bazılarını ihtiva ettiğinden; zikredilmeyen diğer yarısı, tam ve eksiksiz olarak temsil edilerek harflerin hepsini esas lehçesi ile, tecvidi ile göstermiş bulunuyor ki, Kâdî Beydâvî tefsirinde de açıklanmış olan bu kullanımların etraflıca anlatılmasından vazgeçiyoruz
Üçüncü olarak; alınan bu harfler, tek ve birleşik olarak sûrelere öyle dağıtılmış ki, bunda dilin Sarf ve Nahiv itibarı ile esas bölünüşlerine büyük bir ilgisi vardır
Kelimenin üç kısmı, birliden beşliye kadar kelimelerin esas yapıları, mücerred (yalın) ve mezide (artırılmış) bölünmesi, artırılmış kipinin yedi harfi geçemiyeceği, dörtlü ve beşlide asıl ve mülhak (katma)a bölünmesi ve daha bazı tâli çeşitleri bunlardan okunabilir Arapların şiir ve belağatı pek yüksek bir derecede bulunmasına rağmen dilin tecvid, iştikak (türeme), sarf (sentaks), nahiv ve diğerleri gibi ilimleri henüz meydana gelmemiş ve okuyup yazanlarda bile dil ile ilgili kuralların nazariyatıyla ilgili bilgiler yerleşmemiş bulunduğu bir zamanda okumayazma bilmeyen bir peygamberin tebliği ile ilmî inceliklere ait sunulan ve daha sonra dil kurallarının tesbiti esnasında büyük bir rehber olduğu da kaydedilmeğe değer bulunan ve çeşitli şekilleri ile i'câzın sırrını içine alan bu kadar güzel tasarrufların delalet ve iradeden uzak sanılması nasıl kabul edilebilir? Aynı zamanda şu da inkâr edilemez ki, bu kadar yüksek bir delalet ve iradenin dış görünüşünden başka hedefi yoktur demek de aynı karinelerle uzlaştırılamadığı gibi, bunlardaki delalet yönlerinden bir çoğunu ihmal etmek demektir Bundan dolayı esas kasdedilen mânâ, açık ve gizli elifba ve ebced görüş açılarının toplamındadır Lafzî delaletinden, aklî delalete ve oradan tabiî ve zevkî delalete geçerek varlık zamanlarının hepsini gözden geçirerek ve hiç birinde durmayıp varlığın esasının yaratma sırrına, ilk başlangıç noktasına kadar gitmek ve bu şekilde metafiziği (fizikötesini), gayb alemini bir anda tetkik edip ilim içinde cahillik ve acizliği itiraf ettikten sonra tam iman ile ilâhî irşadı beklemek; işte müteşabihler denilen sûrelerin başındaki mukattaat harfleriyle hitabın faydası, din bilgisi çok geniş olan âlimlerin imtihanı olan bu sonsuz mânâda meydana çıkıp görünüyor
İnsanlığın gerçeği, idrak ve anladığını tebliğ etmektedir ki biz buna mantık ve dil diyoruz İdrak bizzat mânâlarla, anladığını bildirmek de kelimeler ile, kelimeler ise sesler ile meydana gelir Demek ki sesler, kelimeler ve mânâlar dilin esaslarıdır Yazmak ise dilin dili demektir Ve bu sebeple dil ve yazı insanlıkta ilmî ve pratik ilerlemelerin esas dayanağıdır Ve herkes bilir ki elifba harfleri denilen tek ve basit seslere bütün dillerin maddesi, bunların hat şekilleri de yazının hakiki, sağlam temelidir Bunun için bir dilin elifbası ne kadar sağlam ve düzenli, telaffuzu ve lehçesi ne kadar açık ve ince, çekim ve birleşme kuralları ne kadar sağlam ve ilmî, delalet yönleri ve anlatımı ne kadar geniş, derin ve tabiî, imlâsı da ne kadar sabit ve düzgün ise, o dil o ölçüde yüksek ve o ölçüde olgundur Bundan dolayı ta başlangıcında okuma ve yazmaya teşvik emri ile inmeye başlayan yüce Kur'ân'ın, Fâtiha ile duyguları uyandırdıktan sonra dilin maddesi olan elifba harflerinden başlaması ve başlarken İslâm dinine gelinceye kadar İslâm'dan önceki dinlerin sonuncusu olan Hıristiyanlığın üçlü ilah sapıklığını parçalarcasına gerçek bir Allah'tan ve itibarî bir olan ikiyi, başka bir deyişle Allah'ın varlığından ruh ve cisim ikiliğini bir bakışta fark ettiren yazılış şekli ile Allah ve kâinat ilgisini açıktan ilham etmesi ve bundan başka Yahudiliğin ismi söylenmez diye tanıdığı en büyük mabudun ism-i a'zamına da işaret etmiş olması ve daha söylerken kalbin en derin kısmından dudağın ucuna kadar bütün harflerin tüm mahreçlerine uygun üç mahreçten özel tertib ile çıkarak insana kendini tarttırıp tanıtacak olan "elif, lâm, mim" harflerini düşündüre düşündüre okutması ve bu arada Ruvâkiye felsefecilerinin elifba delili olarak ifade edilen Allah'ı isbatlama deliline de işaret etmiş bulunması ve bu delalât (kılavuzluklar) ve imalardan sonra da insanın akıl ve fikrini; dil sırrı içinde seslerden kelimelere, kelimelerden mânâlara, mânâlardan eşyaya, eşyadan yaratma sırrına ve varlığın başlangıcına ve Allah'ın ilmine kadar götürmesi, bu yüce kitabın başlangıçtan sonuca kadar insanlığa yol göstermeyi üzerine aldığını büyük bir belağatle ifade etmektedir
Ey düşünür! sembolüne bak ve harflerin çıkış yerlerine riayet ederek elif lâm mim diye oku, okurken kendini bir tart, ruhundan bedenine, içinden dışına, göğsünden dudaklarına doğru yokken var olarak çıkıp gelen o sesleri de iyice bir dinle, bu sırada bir elifba, ebced okurcasına bütün elifba harflerini şekilleriyle hayalinden geçir ve düşün Aslında hiçbir mânâsı olmayan bu tek ve basit seslerden, sayılmayacak kadar mânâyı taşıyan kelimelerin ve bu kelimelerden sözlerin ve bu sözlerden kâinatı anlatan yüce kitapların meydana gelme şekillerinde nasıl bir kudret ve nasıl bir yaratılış sırrı gizli olduğunu düşün O zaman anlarsın ki kâinatta her mânâ, her feyiz (nimet), her ilerleme, her olgunluk, her ümit bir sosyal düzene, hem de layık olduğu konumu ile bir sosyal düzene borçludur Kendi kendine hiçbir mânâsı, hiçbir kuvveti, hiçbir belirtisi olmayan basit maddelerin tek tek parçaları, layık oldukları bir sosyal düzeni buldukları zaman onlardan kimyalar, hikmetler, şekiller, hayatlar fışkırarak şu gözümüzün önündeki görülen kâinat meydana geliyor

Alıntı Yaparak Cevapla

Kur'an-İ Kerim Tefsiri

Eski 11-04-2012   #14
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Kur'an-İ Kerim Tefsiri



2-Bakara Suresi (1-96 Ayetlerin tefsiri) - 2

İ'RAB
"Elif lâm mîm" isimleri, önce dış görünüşleri ile harfleri birer birer söyleme yerinde bulunduklarından i'râbları yoktur Çünkü birer birer sayılan kelimeler, başlangıç cümlesi gibi i'râbsızdır Bununla beraber aralarında mübteda haber olmaları düşünüldüğü gibi, tamamı bir isim veya isim yerinde düşünülerek, "bu elif lâm mîmdir" meâlinde, hazfedilmiş bir mübtedanın haberi veya oku, dinle, belle, yahut yemin ederim gibi hazfedilen bir fiilin sarih veya gayr-i sarih mef'ûli bih olmak ve nihayet tamamı mübteda ve cümlesi haber yapılması da düşünülebilir Bu arada nasb i'râbı bu harflere dikkati çekmek açısından daha beliğdir Ve bunda yemin mânâsını göz önünde bulundurmak daha kuvvetlidir Şu kadar ki bunu hepsinde genelleştirme taraftarı değiliz Bu açıklamadan sonra özellikle şu hususa dikkat çekmek isteriz:
"Elif lâm mîm" isimlerinin müsemmaları olan hecâ harflerinin seslerine delalet ettiğinden, lügat açısından şüphe edilecek bir taraf yoktur Fakat bu sesler, mutlak sesler midir? Yoksa bir ahdi ve bir özelliği içeren belirli sesler midir? Bunu düşünmek gerekir Bu nazmın güzelliği, başlangıçta bir gariplikle tecelli ederken, bu seslerde bir yemin, bir özellik hissetmemek de mümkün olmuyor İlk önce elif lâm, harf-i tarif mânâsını anlatmaktan hâlî kalmaz
İkinci olarak mim de Arap dilinin bazı lehçesinde lâm yerine belirtme edatıdır "Yolculukta oruç tutmak sevap mıdır?" sorusuna karşı "Yolculukta oruç tutmak sevap değildir" hadisinin demek olduğu bellidir Bundan dolayı bu seslerin genel olarak hecâ harfleri sesleri değil, güzel bir gariplik içinde, özel bir şekilde bilinen ve belli olan birtakım sesler olması hemen akla gelir Ve bunları belirlemenin karinesi de vardır " "den tâ nidasına kadar bu sûrenin başındaki hitabın ilk önce ve bizzat Resulullah'a yönelik olması ve bir de vahyin inme şekli ile ilgili hadisler göz önünde bulundurulunca diyebileceğiz ki, bu sesler Kur'ân inerken Hazreti Muhammed'in kulağında bir özellik ile çınlayan, şekillerini ve mânâlarını Hazreti Muhammed'in kalbinde yerleştiren ve tesbit eden vahiy sesleridir Harfler ve kelimelerin alışılmış olan ortaya çıkma şekillerinden büsbütün başka bir olağanüstü özellik ile tecelli eden o ilâhî sesler, yalnız Resulullah'ın duyması ve hissetmesi olduğundan, hissedilenin durumları ve ayrıntıları da ancak onun tarafından bilinir " " Kur'ân nazmını Hazreti Muhammed'in kalbine indiren o olağanüstü seslerin, yalnız Peygamber tarafından belli olan ayırıcı vasıflarını bildiren cins isimleri demek olur Ve bundan dolayı Kur'ân'ın veya sûrenin bir ismi olması rivayeti, bu görüş açısından çok faydalı ve uygundur O halde mânâyı dinleyelim:
2-" "Allah daha iyi bilir ey Muhammed! "Elif lâm mîm" denilince senin derhal anlıyacağın o olağanüstü sesler, zaman zaman çan sesi gibi o "lâm" "mîm" ğunneleri ile kulaklarında çınlayan vahiy sesleri, belirmeleri insanlar arasında ancak sende görünmeye başlayan ve fakat diğer insanlarca da elifba ve ebced gibi cinsleri ile düşünülebilen o harfler ve kelimeler ve onların mânâları, özetle o isim veya isimler yok mu? " " işte o sesler ve o seslere verilen güzel düzen ile sana ve senin kalbine Allah tarafından indirilmekte olan o " " o mucizeli nazım ve mânâ yani o Kur'ân'dır ancak tam kitap, yegâne kitap denilmesine layık olan o hak ve hükümlerin kesin delili, yahut "Doğrusu Biz sana, sorumluluğu ağır bir söz vahyedeceğiz" (Müzzemmil, 73/5) âyeti ile vaad edilen o ağır ve büyük Allah kelâmı ki, ondan sonra "el-Kitâb" denilince Allah'ın yalnız bu kitabı anlaşılacak ve bunun yanında diğerlerine kitap denilmesi caiz olmayacaktır Bunun içindir ki müslümanlar arasında kitap denilince ancak Kur'ân anlaşılır Hatta Peygamberin hadislerine bile kitap denilmez de sünnet denilir Şu halde burada kitabın tanıtılması şu olur: Peygamberimiz Muhammed Mustafa (sav) Efendimize indirilmiş olup her bir sûresi i'câz ifade eden ve ondan bize tevatür yoluyla nakledilmiş ve o şekilde mushaflarda yazılı bulunan beliğ (düzgün ve sanatlı) nazım ki hem tamamına, hem bir kısmına denilir Yani bütünü ve hepsi arasında ortaktır Şeriata göre bu şekilde tarif edilmiş olan kitap, asıl lügatte ve (ketb ve kitâbet) gibi bir ekleme ve toplama mânâsını kapsamış olarak, harfleri birbirine eklemek yani yazmak mânâsına masdar iken örfte mektup (yazılmış) mânâsına isim olmuştur Kitabet (yazmak) ve kitap aslında yazıya ait nazımdadır Bununla beraber ibare dediğimiz lafza ait nazma da denilir Birincisinde kitap, bir yere yazılmış olan yazının tamamı; ikincide ise yazılan yazı ile anlatılan ibare (metin) demektir "Falan kitap benim kütüphanemde var" dediğimiz zaman birincisini, "Falan kitap ezberimdedir" dediğimiz zaman da ikinciyi söylemiş oluruz Şüphe yok ki bunların hepsinin altında mânâya delalet önemlidir Ve her kitaptan kasd edilen o mânânın anlaşılmasıdır Fakat sadece mânâya -kelâm (söz) denilebilirse de- kitap denilmesi herkesçe bilinmiyor
Kitabın mahiyeti, o mânâya delalet eden nazım ve nihayet nazım ve mânânın toplamıdır Bundan dolayı bu indirilmiş kelâma kırâet açısından Kur'ân, tasarıda veya gerçekte yazılması açısından kitap denildiği zaman, nazm ve mânâ beraber kasdedilmek ve daha doğrusu mânâya delalet eden sözlü veya hatla ilgili nazmı tasarlamak zorunlu bulunduğundan, yalnız mânâya Kur'ân veya kitap denilemeyeceği kolaylıkla anlaşılır Çünkü mânâ ne okunur, ne yazılır Okunan sözlü nazm, yazılan da hatla ilgili nazmdır Sırf mefhum olan mânâ ile zihinde kasdolunan lafızların şekillerini, kelam-ı nefsîyi (içte bulunan sözü) birbirinden ayıramayanlar, kitabı sadece mânâdan ibaret imiş gibi sanabilirler Fakat mesele ilim ve fen ve özellikle psikoloji gözüyle etraflıca incelendiği zaman mükemmel, güzel, sağlam denilebilen fikir ve mânâların, lafız şekilleri ile öyle derin bir kenetlenmesi ve bağlanması görülür ki, dil dediğimiz o lafzî şekilleri alıverecek olursanız fikirde, mânâda hiçbir sağlamlık ve mükemmellik bulamazsınız O yüksek mânâ ve fikirlerden bir iz göremezsiniz Yani nazm, yalnız başkasına değil, düşünürün kendi kendisine bile mânâyı anlatma ve birbirinden ayırmada önemli bir vasıtadır Zaten böyle olmasa idi dil ve yazının düşünce ile ilgili manevi ilerlemelerde büyük bir önemi kalmazdı Bunun için lafza ve hatta (yazıya) ait nazm, ikisi birden kaldırılmak suretiyle yalnız mânâdan ibaret bir kitap, bir Kur'ân tasarlamak mümkün değildir Yine bunun içindir ki yüce Allah, meleklere karşı dem'e verdiği ayrıcalığı, sade mânâları öğretmek ile değil, belki isimleri öğretmek ile vermiştir Peygamberimize indirilmiş olan da Kur'ân'ın yalnız mânâsı değil, hem nazmı (lafzı) ve hem mânâsıdır
Bunda şüphe etmemeli ve asla kötü zanna düşmemelidir Çünkü bu dir Aslında her türlü şüpheden uzak ve her töhmetten uzak kılınmıştır Kitaplar içinde hak "kendisinde şüphe olmayan" Allah'ın kitabı olduğu bunun kadar kesinlik ve şüphesizlik ile bilinen ve doğru yolu bunun kadar gösteren hiçbir kitap yoktur Bunun ne vahyinin niteliği ve inmesinde bir şüphe, ne de tebliğinde bir töhmet vardır Ey yüce Peygamber! Hira mağarasından beri Rûh-i emîn Cebrailin getirmekte olduğu o vahiy seslerini sen tam müşahede ile dinleyip biliyorsun, senin doğruluğun ve güvenilirliğin de denenmiş ve herkesçe bilinir Sonra bu kitabın i'câzına da söz yoktur Zaten kesin ilmin kaynağı da önce tam müşahede (gözlem) ve yeterli tecrübe; ikinci olarak bizzat bu görme ve tecrübeye imkan bulunmayan yerlerde doğru haber ve tarihin şahitliği; üçüncü olarak aklın güzel bir delile dayanarak netice çıkarması değil midir? Bundan dolayı Hakk'ın indirdiği, hakkın şiarı, doğru haber veren, maksadı yalnız iyilik ve insanlığın mutluluğu olan bu kitapta şüpheye izin verecek ne bir cehalet ve gaflet, ne de bir kötü niyet ve bozuk maksadın tasavvuruna imkan yoktur
Gözlem ve tecrübeye eremeyenler için de sonsuza kadar delalet, i'câz ile hüsn-i istidlâl (bir delile dayanarak güzel netice çıkarma) yolu açıktır Allah Teâlâ bu kitap ile bunu da üzerine almıştır Bunun kemalinde, doğruluğunda ahlâkî oluşunda, Allah'a ait olmasında şüpheye düşecek olanlar iki sınıftan biri olurlar Bunlar ya bilmemekle beraber bilmediğini de bilmemeğe boyanmış, özel gayelerinden başka hiçbir şeye değer verme duygusu kalmamış olan kalpleri mühürlenmiş inatçı kâfirlerdir Veya tam cahilliğe inanmış, her hususta şek ve şüphe ruhlarını kaplamış, hakkı anlamaya, ilim ve sağlam bilgiye, güzel ahlâka erdirecek basiret nurları sönmüş, münafıklığı, kötü zannı şiar edinmiş şüphecilerdir Artık bunların şüpheleri, kuşkuları da tamamen anlamsız, hükümsüz ve haksızdır Bu kâfirlerin, münafıkların durumlarını da yakında görürsünüz
Rayb (şüphe), aslında nefse bir ızdırap, bir kuşku vermek mânâsına masdar iken, lügat örfünde bu ızdıraba başlıca bir sebep olan şek ve şüphe mânâsında kullanılması üstün gelmiştir Yani rayb, şüpheye yakın ve fazla olarak kötü zan gibi bir töhmet mânâsını da kapsar Fakat asıl mânâsı şüphe ve kuşku, yani kuşkulu şüphedir Yalnız "şüphe" kelimesini de bu mânâda kullanırız Burada rayb bütün cinsi ile olumsuz kılındığından ilmî şüphe ve ahlâkî şüphe diye birbirinden ayrılabilecek olan şüphe ve suçlama durumlarının ikisi de kaldırılmış ve iki yönden kesin olarak isbatlamakla kitabın mükemmelliği açıklanmıştır "zâlike"nin ikinci haberi olabilirse de başlı başına bir cümle olması daha seçkin ve mukadder (sözün gelişinden anlaşılan) bir soruyu düşünmekle bir başlangıç cümlesi olması ise daha beliğdir Tek bir kişinin bütün insanlık âlemi ile ve özellikle bozuk niyetlerle dolu, çok zalim ve cahil olan bir insanlık âlemi ile mücadelesi demek olan peygamberlik vazifesi açısından yüce Peygamber: "Ey Rabbim! Şüphe ve şirk içinde yüzen şu insan yığını benim karşıma çıkıp da: 'Bu kitabın Allah'ın gerçek sözü olduğu ve sana Allah tarafından vahiy yoluyla indirildiği ne malum? Bu senin sözün, şairler, yazarlar, müellifler gibi sen de bunu kendin tasarlıyorsun ve fazladan olarak bir de Allah'a isnad ve iftira ediyorsun' diye iftira yapmaya kalkışacak olurlarsa ben ne yaparım?" diyebilirdi İşte yüce Allah böyle bir soruya meydan bırakmamak için: "Bu konuda hiçbir şekilde şüphelenmeye yer yoktur" diye açık olarak mutlak güvence bağışlamıştır ki bunda Resulullah'ın ruhunun, vahyi gerek kabul etmede ve gerek tebliğ etmede sözünde duran emin bir kişi olduğunu kaydetmek ve ilan etmek vardır Ve bu şekilde kitabın kendisinde hiçbir şüphe olmadığını kaydetmek, kitabı tebliğ eden Muhammed el-Emin'in kendisinde de hiçbir şüphe bulunmadığının tescilidir
Yakında "Kulumuz Muhammed'e indirdiğimizden şüphe ediyorsanız" (Bakara, 2/23) âyeti ve daha ileride "Allah'a yalan uyduran veya kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı halde; 'Bana vahyolundu' diyen ve 'Allah'ın indirdiği gibi bir kitap da ben indireceğim' diye iddia edenden daha zâlim kim olabilir?" (En'âm, 6/93) gibi âyetler ile Kur'ân bu noktaları tafsilatıyle savunacak ve isbat edecektir
Bu başlangıca Kelâm ve Felsefe ilmi açısından baktığımız zaman her şeyden önce şüphe ve yakîn meselesine yani ilim ve marifet (bilgi) teorisinin mahiyetine işaret edilmiş ve bu konudaki bütün felsefî tartışmaları apaçık bir vahiy ile ortadan kaldırmış bulunduğunu görürüz ki, akaid (inançla ilgili) kitaplarımızın en başında "Eşyanın hakikatları sabit ve bunları bilmek gerçekleşmiştir" ilk inancının konulması ve sofestâiye denilen şüpheci ve inatçıların reddedilmesi ve ilim sebeplerinin gerçekleşmesi ile söze başlanması da bundan doğmuştur Ve yeni felsefelerde her şeyden önce bu noktaya önem verildiği ehlince bilinmektedir Böyle olmakla beraber ilimlerin ve fenlerin ilerlemesine rağmen, kâinatta gerek teorik ve gerek ahlâkî şüpheciliğin zaman zaman genişlemekte olduğu da inkâr olunamaz Bundan dolayı, insanlığın en büyük kalb ve ahlâk hastalığı, şüphe ve şek meselesinde olduğunu ve insanlığın mutluluğu için bunun her şeyden önce ortadan kaldırılmasının gerekli bulunduğunu yüce Kur'ân bu şekilde işaret ettikten sonra insanları, iman, ilim ve kesin bilgi ile yaşatacak olan hak ve doğru yolu yavaş yavaş açıklayıp anlatacak ve anlatırken gayb (gizli olan) ve şehadet (görünen) yani akla uygun olan fizikötesi ile duyumsanan tabiat arasında kesin olan gerçeklere ve hepsinden önce Tevhid-i Hakk'a dikkatleri çekecek ve bütün bunlarda ahlâkî değer ve amelî gücü temel fikir olarak takip ettirecektir Bu bilimsel noktalar ile Bakara sûresinin başı, Fâtiha'dan sonra bütün Kur'ân'ın bir genel önsözü demek olduğundan, sûrelerin tertibi (düzeni) ne kadar tabiî ve ne kadar ilmî ve derin sebepleri kapsadığı ortaya çıkacağı gibi, Hazreti Peygamber'in beşerî çevresi ile bu ilmî gerçekler incelendiği ve mukayese edildiği zaman da Kur'ân'ın yalnız Allah'ın vahyi olduğunda zerre kadar şüpheye yer olmadığı ister istemez kabul edilir
Kendisinde şüphe olmayan bu Kitap Müttakîlere hidayetin ta kendisidir Sapıklıktan çıkıp hakkın korumasına girmek yeteneğine sahip olanlara hakkın hükümlerini bildirecek bir delil, doğru yolu gösterecek apaçık bir belgedir Diğer bir ifade ile bu kitapta pek büyük bir hidayet-i rabbaniye vardır
Fakat müttakî (günahlardan sakınan)ler için Çünkü bundan faydalanarak istenen gayeye erecek olanlar; şek ve şüpheden, şüpheli yollardan sakınarak kendilerini koruma, akibetlerini kazanma kabiliyetine sahipbulunan müttakilerdir Gerçi bu kitap esas itibariyle "İnsanlar için hidayettir" Genellikle insanları irşad ve doğru yolu göstermek için inmiştir İyilik ve yumuşaklıkla yol göstermek demek olan bu hidayetin, bu çağrı ve rehberliğin esas itibariyle şuna buna tahsis edilmesi yoktur Fakat hidayetten istenen şey ihtida yani maksada kavuşma gayesi, şimdiki halde veya gelecekte, sakınma sıfatına sahip olanlara nasip olacak, fıtrî kabiliyetlerini kaybetmiş olanlar bundan faydalanmayacak ve belki zarara uğramış olacaklardır "Biz Kur'ân'ı, iman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olarak indiriyoruz Kur'ân, zâlimlerin ise ancak zararını artırır" (İsrâ, 17/82) Hüda, hem lâzim (geçişsiz), hem de müteaddî (geçişli) olur Fâtiha'da açıklandığı üzere hidayet, yol göstermek ve istenen şeye ulaştırmak gibi iki mânâda ortaktır veya kullanılmaktadır ki, birine "gayeye ulaştırmayan hidayet", diğerine "ulaştıran hidayet" denilir Yüce Allah'a göre biri ulaştıran yolu göstermek ve irşad etmek, diğeri hidayeti yaratmak ve insanları başarılı kılmak demektir Kur'ân'da ikisi de geçmiştir Bundan dolayı sonuç olarak 'de doğru yola ulaştıran hidayet yani tevfik (başarı), 'da yalnız doğru yolu göstermek ve irşad mânâları açıkça görünür ise de, araştırma yapıldığında Kur'ân'a nisbet edilen hidayetin irşadla ilgili hidayet olacağı meydana çıkar Çünkü başarı ve insanları doğru yola iletmeyi yaratmak, kelam sıfatı ile değil, fiil sıfatı ile ilgilidir Ve burada denilmesinin önemli bir nüktesi vardır Bundan anlaşılıyor ki, bu kitap ile gerçekleşen Allah'ın irşadının etkili olması ve başarıya yaklaştırması için muhatap olan insanların ihtiyarî fiilleri adeta şart kılınmıştır Kur'ân, herkese genel bir şekilde doğru yolu göstermek için inmiş olmakla beraber, herkes bunu kabul etmede ve istiyerek seçmede eşit olmayacak, bir takımları buna iradesini harcamıyacaktır Çünkü insanlığın fıtratının (yaratılışının) aslında genel olan hitap kabiliyeti birtakım insanlarda kötü alışkanlıklarla tamamen ortadan kalkmış bulunacağından, Kur'ân'ın irşadları tam belağatı ve kapsamlı gerçekleri ile beraber, o gibilerin kalblerinde tabii olarak sevinç arzusunu uyandırmayacak ve belki ters etki yapacaktır Bunun için hitabın esas faydası, hüsn-i ihtiyar(doğru tercih) yeteneğine sahip olan kabiliyet sahiplerine ait olacaktır ki, bunlar da takvası veya en azından sakınma yeteneği bulunan müttakiler (takva sahipleri)dir Bundan dolayı Kur'ân'ın inmesinin hikmeti, başlangıçta insan iradesinin katılması şartı ile bütün insanlara hidayet etmektir
Fakat şartın gerçekleşmesine göre bu hikmet, bu gaye, müttakilerin hidayeti olarak gerçekleşecektir Bununla beraber müttaki (takva sahibi olma) niteliği, kazanma ile elde edilen bir nitelik olduğundan dolayı, geleceğe göre bütün insanları içine alması mümkün olan bir niteliktir Bu itibarla hidayetin, geçmişi bir yana bırakarak yine umumun hidayeti olmasına engel olan bir tahsis değildir "Arab için hidayettir" veya "Acem (Arap olmayan)e hidayettir" denilmiyor Şu halde "Bu kitap bütün insanlık nevine hidayet için inmiştir Fakat bu hidayetten faydalanmanın ilk şartı Allah'tan gereği gibi korkmayı seçmek, yani korunmayı istemektir Bundan dolayı her şeyden önce korunmaya istekli olunuz ki, kurtuluş bulasınız" meâlinde bir takva tavsiyesini kapsamaktadır
İttikâ, vikâye (korunma)yi kabul etmek, başka bir ifade ile vikâyeye girmektir Vikâye ise aşırı korumacılık, yani acı ve zarar verecek şeylerden sakınıp kendini iyice korumak demektir O halde lügat açısından ittikâ veya onun ismi olan takva, kuvvetli bir himayeye girerek korunmak, özetle kendini iyi sakınıp korumak demek olur Bunun gereği olarak korkmak, kaçınmak, sakınmak ve çekinmek mânâlarına da kullanılır Tevakkî (çekinme) deyiminde yorgunluğa katlanma, ittikâda sadelik vardır En kapsamlı ve en kuvvetli koruma ise ancak Allah'ın korumasıdır Çünkü insanın koruması, şimdiye ve geleceğe tamamen hakim olamadığı gibi, şimdiki halde görünen acı zararların bile hepsine hakim olamaz Bundan dolayı iyi korunmak demek olan gerçek korunma, ancak Allah'ın korumasına girmekle gerçekleşebilir Gerçi rahmaniyete ve yaratılışın aslına göre herkesin Allah'ın korumasından zorunlu ve tabiî ihsan edilmiş bir payı vardır Ve o oranda herkes korunmasız zorunlu bir korumaya sahip olur Fakat rahimiyete ve ihtiyarî fiillere göre insanın bu korumaya isteyerek ve idrak ederek girmesi, yani kendisinin korunması da şart olmuştur Demek ki Allah'ın korumasının her yönüyle tamamen tecellisi (ortaya çıkması), insanın şimdiki zamandan daha çok, akibeti hedef edinen Allah'tan gereğince korkma hissine bağlıdır İşte bunun için şeriatta mutlak sakınma veya takva, insanın kendisini Allah'ın koruması altına koyarak ahirette zarar ve acı verecek şeylerden iyice koruması, diğer bir ifade ile günahlardan sakınması ve iyiliklere sarılması diye tarif olunur ki, gerçek korku ve sevgi ile ilgili olarak biri var olana, diğeri olmayana ait iki itibara sahiptir: "Tahliye ve süsleme" Eûzü besmeleden, tevhid kelimesinden ( ) itibaren bu iki itibarı görürüz Bundan dolayı şer'î takvanın, yalnız olumsuz ve mücerred (soyut) perhizkârlıktan ibaret olduğunu zannetmek yanlıştır Bununla beraber ittikâ (sakınma) bunların yalnız birinde kullanıldığı çoktur Mesela Kur'ân'da korku, iman, tevbe, itaat, günah işlemeyi terketmek, ihlâs (samimiyet) mânâlarından her birinde kullanıldığı yerler vardır
Ve inceleme yapıldığında Kur'ân'da ittikâ (sakınma) ve takva üç derece üzerine zikrolunmuştur ki, birincisi; ebedî azabdan sakınmak için Allah'a şirk koşmaktan kaçınmakla iman "Ve onları takva kelimesine bağladı" (Fetih, 48/26) gibi İkincisi; büyük günahları işlemekten ve küçük günahlarda ısrar etmekden sakınmak ile farzları eda etmektir ki, şer'an (İslâm'da) bilinen takva budur "O ülkelerin halkı inanıp Allah'ın azabından korunsalardı" (A'râf, 7/96) gibi Üçüncüsü; kalbinin sırrını Allah'tan meşgul edecek her şeyden kaçınmak ve bütün varlığı ile Allah Teâlâ'ya yönelmek ve çekilmedir ki, bu da "Ey iman edenler! Allah'tan, O'na yaraşır biçimde korkun" (Âl-i İmrân, 3/102) emrindeki gerçek takvadır Bu mertebe, o kadar geniş ve o kadar derindir ki, bu mertebedeki insanların derecelerine göre farklı tabakalara ayrılır Ve peygamberlerin yüce himmetlerinin ulaştığı derecelere kadar çıkar Bu şekilde yüce Peygamberler hem peygamberlik ve hem velilik başkanlıklarını birleştirmişler, onların cisimler âlemiyle ilişkileri, ruhlar âlemine yükselmelerine engel olmamış ve halkın yararları ile uğraşmaları da hakkın işlerine dalmalarına zerre kadar sed çekmemiştir Bu da aslında kazançlarının meyvesi değil, Allah Teâlâ'nın özel rahmetinin eseri olmuştur
"İnanıp iyi işler yapanlara bundan böyle (Allah'a karşı gelmekten) korundukları ve inanıp iyi işler yaptıkları, sonra yasaklardan sakınıp (onların yasaklandığına) inandıkları ve yine korunup iyilik ettikleri takdirde daha önce yediklerinden ötürü bir günah yoktur" (Mâide, 5/93) âyet-i kerimesi takvanın bu üç derecesini toplamıştır "Allah adaleti, ihsanı emreder" (Nahl, 16/90) âyetinin de takvayı topladığı, bir hadis-i şerifte zikredilmiştir Bundan dolayı Kur'ân'ın hidayeti bu takva derecelerinden her birini kapsar " "in, hepsinden daha genel olan mutlak sakınma mânâsıy le tefsir edilmesi gerekir Fakat burada şu soru sorulur: Burada Kur'ân hidayetinin, ittikâ (sakınma) ile şartlanmış olduğu anlaşılıyor Halbuki ittikâ da, Kur'ân hidayetinden çıkarılmış olan bir netice olacağına göre meselede bir devir (Yani tarif edilecek bir şeyin, tarif için getirilenlerde zaten var olması durumu) gerekmiyor mu? Cevabı: Hayır, ilk önce bu karine ile kesin olarak anlarız ki burada başlangıçta takvadan maksat, takvanın başlangıcı, yani takva yeteneğidir Ve müttâkîler demek, inat ve iki yüzlülükten, tam şüpheden sakınabilecek ve hakkı kesin ve kat'î olarak bilmeye aday olabilecek kusursuz, sağlam huy ve sağlam akıl sahipleri demektir ki, tefsirciler bunu "takva derecesine yükselenler" diye tefsir ederler İkinci olarak hidayet, mertebenın artmasını da kapsadığından takva, takva yeteneği ile önde bulunan mertebelerin sahiplerinden daha geneldir ki, buna umumî mecaz adı verilir
Üçüncü olarak takva, en son maksat değil, kurtuluş ve mutluluk vesilesidir Kur'ân hidayetinden elde edilecek olan güzel sonuç, gazab ve sapıklıktan kurtulmuş olarak Allah'ın nimetlerine ulaşıldığı için, takvadan daha geneldir Bundan dolayı Kur'ân hidayeti, ittikâyı kabul eden ve henüz sapıklıkta bulunanlardan başlıyarak, takva mertebelerinin hepsinden geçmek suretiyle ebedî mutluluğa kadar varacağından, mertebeleri tatbik etmekle takvayı şart koşmada devir işareti asla düşünülemez
Özetle Kur'ân, hem başlangıç ve hem sonuç itibariyle hidayettir Bunun için insan, ne kadar yükselirse yükselsin,Kur'ân hidayetinden kendini asla ihtiyaçsız sayamıyacaktır Onun hidayeti, seçkinlerin ve halkın bütün derecelerini kapsar Gerçekten İslâm dini, bir taraftan dünya hayatının zaruri şartlarını öğretecek, diğer taraftan bu geçici hayatın mutlak gaye olmadığını ve bunun da hedeflemesi gereken ebedî gayeler bulunduğunu gösterecek ve onun da kazanma şartlarını anlatacaktır O yalnız ilkel insanların ruhî gıdası değildir, ilerlemiş medeniyetlerin de sonsuza dek yükselmesi için olgunlaşmış teminatı olmak üzere inmiştir Gerçekten insanlık toplumunda tam mânâsıyla Allah'ın birliğine dayanan bir hayat nizamı genel şekilde henüz kurulmuş değildir Henüz bütün insanlık Allah'ın korumasına girmemiş, sonuç ve ahiretine kesin olarak inanacak sakınma mertebesine yükselememiş olduğundan âlemde sosyal buhran (kriz) devamlı bulunmuştur
" " Kur'ân'ın ezeli itibarını, " " görünen gerçeklerini, " " ilmî ve ahlâkî özelliğini, " " inme hikmetini ve pratik gayesini dile getirmiş ve sonra inen her âyet, kendinden önceki âyeti anlatmış ve açıklamış ve bundan dolayı tam bir bağlılık sebebiyle atıf harfleri (bağlaçlar) gibi sözlü bağlantılara bile ihtiyaç duymayan birbirine uygun olan dört cümleden oluşan bir veciz (özlü) nazm olarak Fâtiha'daki "bize hidayet et" duasının cevabı olmuştur Dikkat olunursa bu nazımda öyle güzel bir inkişaf vardır ki, önce hat (yazı) açısından üç basit harften, lafız olarak üç müfred (tekil) isme yükseliyor İkinci olarak, bunların her birine benzer gibi üç veciz (özlü) cümle yayılıyor Üçüncü olarak, bu yüce nazm, esas mânâsı olduğu gibi sabit olmak üzere çeşitli irâb şekillerini ihtiva ederek her birinde bir özel parıltı ile ortaya çıkıyor Sonra bunları aynı şekilde üç âyet ve üç kıssa takip edecek ve daha sonra da "Ey insanlar ibadet ediniz" (Bakara, 2/21) genel hitabı ile sûrelerin maksatları yavaş yavaş inkişaf etmeye devam edecektir Bu açıklamanın gelişme şekli Kur'ân'daki uyuma bir misal vermek için ne kadar dikkate değerdir

Alıntı Yaparak Cevapla

Kur'an-İ Kerim Tefsiri

Eski 11-04-2012   #15
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Kur'an-İ Kerim Tefsiri



2-Bakara Suresi (1-96 Ayetlerin tefsiri) - 3

3- O müttakî (Allah'tan hakkıyle korkan)ler ki Hakk olan gayba inanırlar Yahut gıyâben (görmeden) de iman ederler Diğer bir tabirle onlar, gözle değil, kalp ile iman ederler, onlar bütün şüphelerden uzak oldukları gibi, iman etmek için önlerine dikilmiş putlara, haçlara da bağlanmazlar, gözlerinin önünde bulunan bugünkü ve şu andaki görülen ve hissedilen şeylere saplanıp kalmazlar, his ötesini, kalbi ve kalp ile ilgili şeyleri tanırlar İşlerin başı görülende değil ruh, akıl, kalp gibi görülmeden görende, tutulmadan tutanda, zaman ve mekana bağlı olmayarak maddeleri fırlatıp oynatan, fezaları doldurup boşaltandadır Onların sağduyuları, saf basiret ve ferasetleri, temiz akılları, açık anlayışları, sıhhatli görüşleri, sözün kısası anlayış kabiliyetleri, kötülüklerden silkinebilecek anlayışlı hisleri, yükseklere koşabilecek azimli vicdanları ve iyi seçimleri vardır Görünen ve hissedilen şeyleri yarar, kabuklarını soyarlar; içindeki özüne, önündeki ve arkasındakinin sırrına nüfuz ederler; görenle görüleni ayırtederler; hissedilenden düşünülene intikal edebilirler; varlık ve yokluk içinde gaybden görünürlüğe, görünürlükten gaybe gelip, geçip giden ve hissedilen hadiselerin satırları altındaki gayba ait mânâları sezerler
Hakikatte varlıklar, görülen ve görülmeyen, diğer bir tabirle "meşhût" ve "gayr-i meşhût" olmak üzere ikiye ayrılır Ve birçok bilgin hakikati, görülmeyen ve hatta görülemiyen kısmında kabul ederler ve buna "mânâ âlemi", "gerçek âlem", "akıl âlemi", "ruh âlemi" veya "gayb âlemi" derler ve Felsefe'nin konusu olarak da bunu tanırlar Gerçekten şimdiki Batı felsefelerinde de şunu görüyoruz: Görülen veya dışta müşahede edilen şeyler bize beş duyumuzla geliyor ve bunların her birinin de bir âmili (sebebi) var: Işık, ses, koku, tat, ısı ve soğukluk Biz, bizzat bunları his ve müşahede ederiz ve bunlar vasıtasıyla da diğer şeyleri Bilimler ve özellikle müsbet ilimler (fen bilimleri) gösteriyor ki, bunların her biri bir tecelliden, bir gösteriden, bize bir görünüşten, bir hadiseden ibarettir Mesela ışık dediğimiz parıltı bizim dışımızda mevcut değildir
Çünkü dışta ışık bilimin ortaya koyduğuna göre, bir titreşimden ibaretir Görünmeyen, madde atomlarının veya esirin titreşimleridir Parıltı, ışık o titreşimin bizim gözümüzle ilişkisi, temas etmesi sırasında vâki olan ani bir görüntüdür Bu meseleyi İmam Gazali "İhyâ"sında şöyle tesbit etmiştir: Güneşin ışığı, halkın zannettiği gibi, güneşten çıkıp bize kadar gelen haricî bir nesne değildir Belki gözümüzün güneşle karşı karşıya gelme anında bizzat ilâhiîkudret ile yaratılan bir hadisedir Bu gerçek, keşf ehline görünmüştür Ses de aynen böyle Biz biliyoruz ki ses, hâriçte havanın özel bir dalgalanmasından ibârettir Kulağımızdaki gürültü mânâsına gelen ses, o dalgalanmanın kulağımıza dokunduğu anda hâsıl olan (oluşan) bir tecellidir Isı ve soğuk dediğimiz şey de, esasında ışık gibi esire veya atoma ait bir titreşimdir Bunun içindir ki, ısı ışığa, ışık ısıya dönüşür Aralarında bir mertebe (derece) farkı vardır Bunu elektrikten anlıyoruz Kısacası koku ve tat da esasında birer titreşim olup, bizim koku alma ve tadma duyularımıza dokunmasında koku ve tad olarak ortaya çıkarlar Demek görme ve dış görünüşte vasıta olan bu beş âmil (etken)in hepsi gerçekte hareketle ilgilidir ve hepsi hareketin bize özel birer görünümüdür Biz bu hareketleri görmüyoruz Acaba kütlelerde gördüğümüz hareket nedir? O da görünmeyen gerçeğin bir tecellisi değil midir? O halde bu vasıta (araç)larla gördüğümüz önümüzdeki âlem hep birer hayalden, birer tecelliden başka birşey değildir Bunların hedef ve gayesi olan gerçek ise görülmez Genel göçler, memleketlerin kuruluşu, haberleşmeler gibi tarihî olayların illet ve gayeleri de insanların tasavvurları, duyguları, iradeleri gibi görünmeyen sebeplerden başka nedir? Şu halde gerçek, görünmeyendir ve görülmesi mümkün değildir Görülebilen ise onun tecellîleri, hayali, gölgesi ve yansımalarıdır
Bu ifade bize âlemi pek güzel açıklıyor Bu açıklamaya göre bütün hakikat gaybdır Tabiat, görülen âlem bir hayaldir, hem de hareket tecellisinin bir hayalidir Hakikat, sonuç olarak akıl ile, basiret ile, kalp gözüyle görülebilir, dış görünüşü ile değil Bu noktada yürüyen ve Allah Teâlâ'nın ve meleklerinin gözle görülmesinin mümkün olmadığını söyleyen âlimler ve İslâm feylesofları da vardır Fakat bizim Ehl-i Sünnet'in sahih telakki ettiği ve imanımıza göre ilahî hakikat "mutlak gayb" değildir; O, gözle görülmeyen ve görülenin (kaynağı) merciidir, her şeyi (kapsayan) ihata edendir Bunun için O'na özel ismiyle "gayb" denmez, Allah'ın güzel isimleri (esmâ-i hüsnâ) içinde de bu isim (görülmemiş) vârid olmamıştır O, ahirette, cihetlerden, mekandan münezzeh olarak görülebilir Fakat tam anlaşılamaz, anlaşılamayacağı için tamamen görülmüş de olamaz, ona doyulmaz Biz, ilahî vecih (yüz)de bir görünme duygusu olduğunu söylüyoruz Fakat gayb duygusunun daha fazla olduğuna da inanırız Bunun için O'na, özel isim vermemek kaydıyle "gayb" da denilir Allah'ın melekleri de bize gaybdır, yani görünmezler, ahireti de öyle, fakat onların da görülmesi mümkündür Mesela genellikle "kuvvet görünemez" deriz Halbuki görünen de kuvvetten ibarettir Gelecek zaman bugün görünmez, yarın görünür Hâsılı bizce "gayb", görülemiyen demek değil, görülmeyen demektir Bugünün akla uygun olanı, yarının hissedileni olabilir Biz delilsiz olan gaybe değil, delili olan makûl (akla uygun) gaybe iman ediyoruz Her delil ise, delalet ettiği şeyin bir yanına haiz olduğu (içerdiği) için delildir Delilimiz, aklımız, nefsimiz, kalbimiz, âlem ve Allah'ın kitabı Şu halde gaybin hakikatine iman ederken, görünenin gerçeğini inkar etmeyiz Kalpleri olanlar görürler ki, tabiat denilen hissedilen olaylar, kısa bir bakış halinin zahiri görünümüdür Bunun arkasında karanlıklara karışmış bir geçmiş silsilesi, önünde de henüz doğmamış bir gelecek silsilesi ve hepsinin ötesinde bir kalp ve hepsinin üstünde bir "tek hakim" vardır Ve "dünya" adını alan şimdiki durum, görünenden gayb (görünmeyen)e intikal etmiş bulunan o geçmiş ile gaybdan görünürlüğe doğacak olan o gelecek zincirleri arasında yegâne göze batan bir zahiri halka, beşerin varlığı sanki sonsuz iki deniz arasında ince bir berzah (kıstak), beşerin kalbi de onun ağırlık merkezine tutunmuş bir gözetici, bir ucu bir denize, bir ucu da diğer denize atılmış olan tabiat zinciri devamlı bir hareketle o kıstağın üzerinden kır kır geçip akıyor, bir denizden çıkıyor, diğerine batıyor Bütün ağırlığı, kıstağın karanlığına basarken o gözetleyici her anında geçen bir olaylar halkası görüyor Yalnız ve yalnız onu müşahede ediyor Görme duygusu ne denizlere erişiyor ve ne diplerindeki zincire O, ancak kıstaktan geçen halkaya bakıyor ve ancak onu görüyor ve görürken zincirin bütün ağırlığını çeken kıstağın gıcırtısını da içinden -devamlı surette- dinliyor ve inliyor O hareketten ve bu gıcırtıdan artık o kadar kuvvetle ve yakından biliyor ki, şimdiki halde görünen ve hissedilen meydandaki tabiatın iki tarafında geçmiş ve gelecek, başlangıç ve sonuç denilen birer gayb âlemi var Dünya âlemi, hissedilen tabiat, imkan deliliyle varsa; gayb âlemi, hissedilmeyen tabiat öncelikle ve zorunlu olarak var Bundan başka o görünüp hissedilenin iki yönünden başka, onun bir batını, bir iç yüzü, diğer tabirle o gözeticinin tutunduğu ve iliştiği bir fizikötesi veya tabiat üstü de vardır İş o zincirde değil, onu salıp hareket ettirenle, o kıstağı kuran, o gözeticiyi tutan, o denizleri birbirine karıştırmayan gözetici ile gözetileni birleştirerek bilgi meydana getiren, gayb ve görülen âlemin hepsini ihata eden (kapsayan), mutlak kefili olan yüksek kudrettedir Şu halde kendini korumak isteyenler, görülenleri ve hissedilenleri seyrederken, daha önce onların arkasındaki gaybe ve gayb ile görülenlerin hepsinin merciine (kaynağına) mutlak kefiline, âlemlerin Rabbine, merhamet eden ve esirgeyene, ahiret gününün sahibine "Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz" (Fatiha, 1/4) diye iman ederler Ve bu iman başlıca üç esası içine alır: Başlangıca iman, ahiret (son)e iman, başlangıç ve son arasındaki gizli vasıtalara iman ki, bunların dördüncüsü de açık vasıtalar olan görülen âlemi bilmektir Ve bu şekilde görünmeyen (gayb) ile görülen birleşince iman ve bilgi "O, evveldir, sondur, zâhirdir ve bâtındır" (Hadid, 57/4) birliğini bulur
Gayb (kelimesi), "gaybet" ve "gıyâb" (göz önünde bulunmama) anlamında masdar veya gâib (göz önünde olmayan) mânâsında isim ve sıfat olur ki, bu da "adl" kelimesi gibi masdar diye isimlendirilmişdir veya "meyyit" ve "meyt" kelimeleri gibi "gayyib" kelimesinin hafifletilmişidir Buna göre dilimizdeki "kaybettim", "kayboldu" tabirleri gerçektirler Bazılarının zannettiği gibi "bunu kayıp ettim" şeklinde yazmaya lüzum yoktur "Gayb" ve "gâib" ise başlangıçta duyguyu anlamada veya ilk düşüncede hazır olmayan, diğer deyişle ilk nazarda anlaşılmayan demektir ki, bunun bir kısmı delilden geçen bir anlayışla idrak olunabilir Mesela evinizde otururken kapınız çalınır, ses duyarsınız, bu ses sizin için anlaşılmış, hazır ve şahittir Bundan anlarsınız ki, kapıyı çalan vardır O henüz sizin için ortada yoktur Bakıp görünceye kadar onu şahsıyla bilemezsiniz, fakat kapıyı bir çalan bulunduğunu da zorunlu bir şekilde, anlayışlı olarak tasdik edersiniz Bu, bir iman veya şuurlu bir bilme olur Sonra henüz kapınızı çalmayan ve eseri size yetişmeyen daha nice gaibler bulunduğunu da genel olarak tasdik edebilirsiniz Fakat bunların bir kısmı gerçekten yok olabilirler "Gayb" ile "gaib" arasında fark vardır "Gâib" (ortada olmayan) sana görülmez, seni de görmez olandır "Gayb" ise görülmez, fakat görür olandır
Şu halde iki türlü gayb vardır: Bir kısmı hiçbir delili bulunmayan gaiblerdir ki bunları ancak "Allâmu'l-ğuyûb" (gaybları bilen) Allah bilir "Gaybın anahtarları onun katındadır, onları O'ndan başkası bilemez" (En'am, 6/59) âyetindeki gaybden maksat bunlardır, deniliyor ki; sırası gelince açıklanacaktır Diğer kısmı da delili bulunan gâiblerdir ki "onlar gaybe inanırlar" (Bakara, 2/3) âyetindeki gaybden kastedilen de bu kısımdır kelimesinin elif lâmı ahd içindir Yani Allah'tan hakkıyla korkanların inandıkları, tanıdıkları gayb, delili bulunan hak gaybdır ki, bu da Hak Teâlâ ve sıfatı, ahiret ve halleri, melekler, peygamberlerin nübüvveti, kitapları indirme gibi imânâ ait temel unsurlardır Ve bu iman, bazılarında tahminî ve keşfî bir geçişle, bazılarında da fikrî ve delilli bir intikal ile oluşur Sonra "gaybe iman" ile "gıyaben iman" arasında küçük bir anlayış farkı vardır Zira birincisinde gaybın kendisine inanılan şey olduğu açıklanmış, ikincide ise inanılan şey hazfedilmiştir (gizli tutulmuştur) Bunun için bazı tefsir bilginleri arada büyük bir fark gözetmiş ve: "Sizin gerek arkanızdan ve gerekse huzurunuzda iman ederler" diye açıklama yapmış; yani inanılan şeyin gayb olduğuna sataşmayıp, münafıklardan sakınma olduğunu göstermişlerdir Fakat açıkça anlaşılan gıyabın da inanılana ait olmasıdır Şu halde gayba iman ile, gıyaben iman arasında mânâ bakımından fark yoktur Ve her iki değerlendirme ile imanın kıymet ve faydası, gayb ile ilgisi veya gayba ait oluşu bakımından dikkati çekmektedir Çünkü korunmak ona bağlıdır Peygamber'i görüp iman eden sahabîlerin de en büyük meziyetleri onu, gayba ait verdiği haberlerde tasdik edişlerindedir Ve burada Peygamber'i görmeden tasdik edenlerin de öğüldüğüne işaret vardır Nitekim İbnü Mes'ud hazretleri "Kendisinden başka ilah olmayan (Allah)a yemin ederim ki, hiçbir kimse, gayba imandan daha faziletli bir şeye inanmamıştır" buyurmuş ve bu ayeti okumuştur Diğer bir açıklama ile de burada gayb, göz karşıtı olan kalp ve kalbin sırrıdır ki, kalbin ve kalbin sırrının kaynağının "görmek" olduğunu bilmek; hakkı ve peygamberliğin delillerini gözden daha çok kalp ile görüp, şirkten, maddeciliğin pisliğinden kurtaran bir imânâ ermek mânâsını ifade eder ki, bunda derin bir iman yoluna işaret vardır Yani kalbi bilen, Allah'ı bilir "iman", asıl lügatta "emn" ve "emân" kökünden türemiş "if'al" vezninde bir kelimedir Hemzesi, ta'diye (geçişli kılmak) ve bazan sayrûret (olmak, hal değiştirmek) anlamlarında kullanılır Geçişli olduğuna göre "güven vermek", "emin kılmak" demektir ki, Allah'ın isimlerinden olan "Mümin" (güven veren, emin kılan) bu anlamdadır Sayrûret (olmak) mânâsına olduğuna göre de "emin olmak" demek olur Ve "sağlam" ve "güvenilir" olmak, itimat etmek mânâsını ifade eder ki, dilimizde inanmak denilir Dil geleneğinde ise mutlaka tasdik etmek anlamındadır Çünkü tasdik eden, tasdik ettiğini yalanlamaktan emin kılmış veya kendisi yalandan emin olmuş olur İman bu mânâlarda "ona inandı" gibi bizzat geçişli olur Bununla beraber veya gibi "bâ" veya "lâm" harfleri ile de geçişli olur "Bâ" harfi ile geçişli olduğu zaman "itiraf" mânâsını, "lâm" harfi ile geçişli olduğunda da iz'an ve kabul anlamını içine alır Bunun için gaybi tasdik ve itiraf ederler, yahut "Tasdik ettiklerini huzurda da, gıyaben de tasdik ve itiraf ederler" demek olur
Bir şeyi tasdik etmek, onu doğru olarak almak demektir Sıdk (doğruluk) ise ya kelime veya sözle ilgili olduğundan, imanın da ilgilendiğiyle ilgisi bu ölçüde çeşitli şekillerde cereyan eder Mesela Allah'a iman ile Allah'ın kitabına ve ahirete iman şekillerinde bazı anlam farkları vardır Bununla beraber tasdikin esas menşei (kaynağı) doğru sözde; doğru sözün menşei de hükmün doğruluğunda yani vakıaya (olaya) uygunluğundadır Zihin ve hariç (dış), diğer deyişle kalp ve göz, işte doğruluk ve gerçeklik, bu karşılıklı iki taraf arasındaki doğruluk ve uygunluk ölçüsündedir Olaya uygun olan ve uygun olabilen zihin ve kalp doğru; bunun zıddı doğru değildir Şu halde iman ve tasdikin başlangıcı, bu doğruluk ve uygunluk ölçüsünü kabul ve itiraf etmektir Aynı olay insan ruhunda veya huzurunda bizzat mevcut ise görmeye ait tasdiktir, hissî veya aklî bedâheti (apaçıklığı) tasdik etmek gibi Bizzat değil de hazır olan bir delil veya bir gösterici aracılığı ile hazır ise gıyabî (görmeden) tasdiktir Bu durumdaki o görünmeyen olay, benzerleri ve zıdları ile, az çok kıyas edilebiliyor ve sınırlanabiliyorsa, delilin devamlılığı ve yansımasındaki zaman süreci ölçüsünde özetli veya etraflı tasdik, resmi veya sınırlı bir bilgi, belirli bir tasavvur ifade eder Olay görünmeyen, eşsiz ve zıtsız, benzersiz ve nazîrsiz ise, o görünmeyen tasdik, sınırlı bir bilgi değil, sınırsız bir salt inanma olur ki, genellikle iman denince bu anlaşılır Bu iman, ilmin hem başı ve hem gayesidir Ve bundaki sağlıklı biliş, ilme ait bilişten yüksek ve kuvvetlidir Zira her tasavvura bağlı sınırlama delil olarak alınmayıp da, istenilen bizzat olarak alındığı zaman birer kesin bilgi engeli olabilir ve bildiğinin ötesini inkar eden cahil kalır Fakat böyle bir sınırsız imânâ layık olan ancak Allah Teâlâ'dır Allah'a iman, bu şekilde, görünenden görünmeyene sonsuz olarak uzanır gider
Genel olarak lügatta "tasdik", ya sözlü veya fiilî olur Sözlü tasdik de, biri kalbe, diğeri dile ait olmak üzere iki türlüdür Buna göre lügat geleneği bakımından tasdikin üç derecesi vardır: Birincisi, kalbe ait tasdiktir Bir kimse herhangi bir hükmün veya bir sözün veya söyleyeninin doğruluğunu yalnız gönlünde itiraf, teslim ve bunu kendi kendine ifade ettiği ve onun doğruluğuna kalben emin olduğu zaman, o hükmü veya sözü veya söyleyeni tasdik etmiş olur İkincisi dil ile tasdiktir Bu da, kendisinden başka birine dahi bildirecek ve duyurabilecek bir tarzda; "bu böyledir" diye, bir sözü dili ile söylemektir ki, ya gerçek veya görünürde olur Birisinde bu dil ile tasdik, kalbî tasdik ile birleşir, söyleyen kendisince de doğru olur Diğerinde dil başka, kalp başka olur Yani dili ile diğerini tasdik ederken, kalbi ile kendini bile yalanlar Üçüncüsü fiil ile tasdiktir ki, bir sözün gereğini fiilen yerine getirmekle olur Bu da kalp ile veya dil ile tasdikten birine veya her ikisine yakın olup olmadığına göre birkaç dereceye ayrılır Fiil ile tasdik, kalp ile tasdike uygun düşmezse gösteriş veya zorlama ile yapılmış olur
Acaba din lisanında iman bunların hangisidir? Yani İslam dininde bunların hangisini yapan mü'min sayılır? Lügattaki iman ile dindeki imanın farkı var mıdır? Bunu Kur'ân'dan ağır ağır öğreneceğiz ve bu âyetten itibaren başlıyoruz
Dindeki imanın, lügattaki imandan iki yönden özelliği bahis konusudur Birincisi, iman edilecek olan ilgili (yani kendisine inanılacak şey) bakımından şer'î iman özeldir Allah'ın birliğine ve Muhammed (sav)'in Allah tarafından getirdiği kesin olarak bilinen şeylere kısaca ve gerektiğinde genişçe inanmaktır Bunun en özetli olanı Allah'a ve ondan gelene inanmak, diğer deyişle (Allah'tan başka ilâh yoktur; Muhammed Allah'ın Resulüdür) kelime-i tevhidine inanmaktır Bir derece tafsîl (açıklama) ile, Allah'a, Muhammed (sav)'in peygamberliğine, ahirete inanmaktır İkinci bir tafsîl (açıklama) ile Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kaza ve kadere, öldükten sonra dirilmeye, sevap ve cezaya inanmaktır Üçüncü bir tafsîl de Kitap (Kur'ân) ve Sünnet ile Muhammed (sav)'in bildirdiği kesin bir şekilde sabit olan haberlerin ve hükümlerin tümüne ve her birine Allah'ın ve Allah'ın peygamberinin istediği şekilde inanmaktır ki, burada "Onlar gayba inanırlar; ve onlar sana indirilene ve senden önce indirilmiş olana inanırlar; ve onlar ahirete kesin olarak inanırlar" ifadesi bütün bunları iki derecede açıklamıştır Diğer açıklamalar da ilerde gelecektir Ve bu derecelerden her biri, güç yetme derecesi ile birlikte bulunur Bütün dini bilmek demek olan tafsîl, havass (saygın kişiler)ın özelliği olabileceğinden, halk ve çoğunluk için birinci farz, özet olarak inanmak ve en son da tafsîlin ikinci derecesine imandır Ve işte Bakara Sûresi'nin başı bu iki değeri göstermiştir Halbuki lügat anlamındaki imanın ilgi sahası bundan daha geniştir O, gerçeği ve yanlışı, doğruyu ve eğriyi içine aldığı gibi, gereksiz sayılacak ayrıntıları da içine alır Lügat bakımından iman denebilecek birçok tasdikler vardır ki, onlar din açısından tam küfürdürler Mesela şirke inanmak; şeytanın sözüne, doğruluğuna inanmak; küfrün, zulmün hayır olduğuna inanmak; zinanın, fuhşun, hırsızlığın, haksız yere adam öldürmenin, Allah'ın kullarına saldırmanın doğruluğuna inanmak lügat itibariyle birer iman, fakat İslâm dininde birer küfürdürler Lügat anlamında imanın diğer bazı kısımları daha vardır ki, dinî açıdan küfür olmamakla beraber birer inanma görevi teşkil etmezler Bir kısmı mübah, bir kısmı mendub, bir kısmı da kötülük ve günah olabilir ve bunların açıklaması fıkıh ilmine aittir
Özetle lügat anlamında imanın bir kısmı hak ve hayır, bir kısmı şer ve batıl, bir kısmı da zevk, saçma ve lüzumsuz şeyler olabilir Hak ve hayır olanlar şer'î imanın aynı veya onun kapsamı içinde ayrıntısıdırlar Çünkü asıl şer'î iman, şimdiki halin arkasında veya bâtın (kapalılığın)da kaybolan hak ve hayrın anahtar ve ölçüsünü veren ve bir tek yol takip eden prensiplerin tümüdür Gerçekte bütün iş, hak ve hayırdan önce, bunların prensip ve ölçülerindedir Ve İslâm dininin esas apaçık gerçekliği olan imânâ dair prensipleri de bu anahtarı ve ölçüyü verir Hidayet (doğruluk)de onu takip edenleredir Geleceğin kayıp anahtarı, şimdiki görmede; şimdiki görmenin anahtarı, onun gizli gaybı ile geçmişteki gaybında ve hepsinin anahtarı ise Allah katındadır "Gaybın anahtarları onun katındadır, onları O'ndan başkası bilemez" (En'âm, 6/59)
Şu halde insan; anahtarı, doğruyu ve hayrı kendi istek ve arzusunda aramamalı, doğrudan doğruya veya bir aracı ile Allah Teâlâ'dan almalıdır Aracıları inkâr etmemeli, fakat kulluğu ancak Allah'a yapmalıdır Çünkü "O'nun izni olmadan onun katında kim şefaat edebilir?" (Bakara, 2/255) âyeti onun izni olmadan kimsenin şefaat edemeyeceğini bildirmektedir
İkincisi, imanın ilgilendiği şeyi bırakarak, kendi mahiyeti bakımından da şer'î imanın özelliği bahis konusu olmuştur İmanın şer'î mânâsı, yalnız bir kalbin fiili midir? Yalnız bir dilin fiili midir? İkisi birden midir? Yoksa bunlarla beraber uzuvların fiili midir? Bu noktada bazı mezhep farklarına rastlıyoruz Şöyle ki:
1 Hâricîler ve Mu'tezile mezhebine mensub olanlara göre şer'î iman, hem kalbin fiili, hem dilin fiili ve hem de uzuvların fiilidir Yani Allah Resulü'nün tebliğlerini kalp ile tasdik, dil ile ikrar, amel ile de tatbik etmektir Bunların üçü birden imanın esasıdır Bunlardan, birisi bile eksik olan kimseye mümin denmez Hâricîler'e göre kâfir; Mu'tezile'ye göre ise mümin ile kâfir arası fasık denilir Bunlar şer'î imanda, lügat mânâsındaki imanın üç derecesini toplamış oluyorlar Selef ve hadiscilerden bazıları da imanı dil ile ikrar, kalp ile tasdik, dinin esaslarıyle amel etmektir diye tarif etmişlerdir ki, imam Şafiî de bu gruba dahildir Fakat bunlar, ameli terkeden fasıkın imandan çıkmış veya küfre girmiş olduğunu söylemezler Şu halde bunların görüşleri Hâricî ve Mu'tezile mezheplerinden büsbütün başkadır Bunlar gerçekte imanın aslını değil, imanın kemalini tarif etmiş oluyorlar
2 Kerrâmiye mezhebine göre şer'î iman, yalnız dil ile ikrardır Bunlara göre kalp ile tasdik bulunsun, bulunmasın, dil ile ikrar eden, diline sahip olan mümindir Kalb ile tasdik de varsa, içi, dışı mümindir Yok münafık ise, dışı mümin, içi kâfirdir Bunlar, lügat anlamındaki imanın en aşağı derecesi olan yalnız "söz ile tasdik" mânâsıyle yetinmişler ve şer'î imanın ölçüsünü de, müslümanlar arasında cereyan edecek olan muameleler ve hükümlerin prensibinde açık ve görünür sebebi gözetmişlerdir Bunlara göre iman, bir kelime meselesi demek oluyor, "İkrar esas, kalp ile tasdik şarttır" diyenler de olmuştur
3 İmanın esası, kalp ile tasdiktir Dilsizlik, zorlama gibi bir zorlayıcı engel bulunmadıkça dil ile ikrar da şarttır Fakat tahakkukunun (gerçekleşmesinin) şartı mı, yoksa tamamının şartı mı, bunun hakkında da sözler söylenmiştir Eş'arîler bu görüş üzerindedirler
4 İman, kalbin fiili ile dilin fiilinin toplamıdır Bunların ikisi de imanın esasıdır Bununla beraber ikisi de aynı seviyede temel esas değildir Kalbe ait sorumluluk, hiçbir özürle düşmeyi kabul etmez Bu, temel esastır Allah korusun bu yok olduğu anda küfür ortaya çıkar Dilin fiili olan ikrara gelince: Bu da esastır Fakat ölüme zorlayan bir zaruret ve özür karşısında bunun zorunluluğu düşer Ve o zaman yalnız kalbe ait iman yeterlidir Fakat zorlama mazereti bulunmayan, gücü yettiği halde ikrarı terkeden Allah katında da kâfir olur Şu kadar ki cemaatle namaz kılmak gibi dinin esaslarından olan bazı ameller de ikrar yerini tutar Gerçekte şer'î iman daima "bâ" veya "lâm" harfleriyle kullanıldığından, "ikrar ve boyun eğme ile tasdik" mânâlarını içine alır Ve İslâm dininin hedefi insanlığın yalnız iç yüzü değil, için ve dışın toplamıdır Hiçbir engel yokken imanını yalnız kalbinde saklayan ve onu açıklamayan kimsenin Allah katında imanının kıymeti olamıyacağı Kitap ve Sünnet'in birçok delilleriyle sabittir Ameli tatbikat, imanın istenilen meyvesi olduğunda şüphe yoksa da, bizzat amel, imanın kendisinin aynı veya parçası değildir; onun bir dalı ve istenilen neticesidir Din, bir meyve ağacına benzer, kalp ile tasdik onun toprak altındaki kökü, dil ile ikrar gövdesi, diğer ameller dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri gibidir Ağaçtan beklenen meyvesi olduğu gibi, imandan beklenen de güzel ameldir ve Allah'a yaklaşmak da onunladır Fakat dalları kesilmek, yaprakları dökülmek, çiçek açmamak, meyve vermemekle ağaç kurumuş olmayacağı gibi, iman ağacı da böyledir Fakat gövdesinden yerle beraber kesilmiş olan ağaçların çoğunlukla kurudukları ve zamanını bulduğu halde gövdesi sürgün vermeyen ağacın tutmamış olması gibi, özürsüz olarak ikrarsız iman da böyledir Ancak kışta kalmış olduğu için henüz topraktan filiz vermeyen tohumun veya kökün kuruduğuna hüküm verilemiyeceği gibi, mazeret zamanında kalp ile tasdik de böyledir İşte imanın böyle bir temel esası, bir ikinci derecede esası, sonra da tertip edilmiş dereceleri üzere dalları, fazlalıkları ve meyveleri vardır Ve imanın olgunluğu bunlarladır "İman yetmiş küsûr şubedir Bunların en aşağısı yoldan eziyeti kaldırmadır" hadis-i şerifi gibi birtakım rivayetlerde bu dallara ve şubelere bile iman ismi verilmiş gibi görünürse de, bu imanın kemali yönündendir Ve hatta "imanın şubesi" denilmesi, imanın aslı olmadığını gösterir Şu halde bu şubeler ve dallar, küfrün zıddı olan imanın aslı değil, günah işlemenin zıddı olan imanın olgunluğudur ve bunun için bu ayette de "yü'minûn = iman ederler" kısmı, "namaz kılmak" ve "fakirlere vermek" imandan ayrıca zikrolunmuştur Yukarda anlatılan bazı selef ve hadiscilerin görüşlerini de böyle anlamak gerekir İmanın aslının, böyle kalbin fiili ve dilin fiili iki esastan ibaret ve geçerli bir özür zamanında ikrarın düşebileceği bir esas olması, lügat mânâsının tam ortası olduğu gibi, İmam-ı Âzam Ebu Hanife Hazretlerinin ve bütün fıkıh bilginlerinin de tefsir ve anlayışlarıdır Ebu Hanife, arkadaşlarına Ehl-i Sünnet ve'l-cemaat mezhebinin esasını anlattığı ve açıkladığı en son vasiyetlerinde der ki: İman, dil ile ikrar ve kalp ile tasdiktir Yalnız ikrar, iman olmaz Zira olsaydı münafıkların hepsinin mü'min olmaları gerekirdi Aynı şekilde yalnız bilmek de iman olmaz Çünkü olsaydı, "Kitap ehli" olanların hepsinin de mümin olmaları gerekirdi Allah Teâlâ münafıklar hakkında "Allah şahitlik eder ki, münafıklar kesin olarak yalancıdırlar" (Münafıkûn, 63/1) buyurmuş; Kitap ehli hakkında da "Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar" (Bakara, 2/146) buyurmuştur Sonra amel, imandan ayrıca bir iştir Mesela "Fakirin zekatı yoktur" denilir de, "imanı yoktur" denilmez Aynı şekilde "Fakirin zekata imanı yoktur" da denilmez Yine Ebu Hanife "el-Âlimü ve'l-müteallim" ismindeki kitabında der ki: "İman tasdik, bilgi, ikrar ve İslâm'dır Ve tasdik hususunda insanlar üç derecedir Bir kısmı, Allah'ı ve Allah'tan geleni hem kalbiyle ve hem diliyle tasdik eder Bazısı da diliyle tasdik eder, kalbiyle yalanlar Diğer bir kısmı da kalbiyle tasdik eder, diliyle yalanlar Birincisi Allah ve insanlar yanında mümindir İkincisi Allah katında kâfir, insanlar yanında mü'mindir Çünkü insanlar, onun kalbini bilmezler ve açıkta gördükleri ikrar ve görünüşe göre ona mümin demeleri gerekir Kalbini bileceğiz diye kendilerini zorlamaları da caiz değildir Üçüncüsü imanını gizlemek zorunda bulunduğu, kendini saklama halinde ise onu tanımayanlar nazarında kâfir sayılır, Allah katında ise mü'mindir" Yine buyurur ki: "İman hakkında böyle kat'î tasdik, bilgi, ikrar, İslâm dedim, bunu açıklamalıyım Bunlar, çeşitli isimlerdir ve hepsinin anlamı yalnız imandır Şu şekilde ki, "Allah Teâlâ Rabbimdir" diye ikrar eden, "Allah Teâlâ Rabbimdir" diye tasdik eder "Allah Teâlâ Rabbimdir" diye tam olarak bilir "Allah Teâlâ Rabbimdir" diye bilir, tanır ve "Allah Teâlâ Rabbimdir" diye kalbiyle ve diliyle teslim olur ve hepsinin mânâsı birdir" Daha sonra İmam-ı Âzam, imanda bir fazla sevgi değeri bulunduğunu da şu şekilde anlatıyor: "Mümin Allah Teâlâ'yı, onun dışındaki her şeyden çok sever O derecede sever ki, ateşte yakılmakla Allah'a kalbinden iftira etmek arasında serbest bırakılsa yanmayı, iftiraya tercih eder Fıkhu'l-Ekber'de de buyurmuştur ki: "İman, ikrar ve tasdiktir Müminler iman ve Allah'ı birlemede eşit, amellerde farklıdırlar İslâm da o ilahî emirlere teslim olmak ve boyun eğmektir Lügat itibariyle iman ile İslâm arasında fark vardır Fakat dinde, İslâm'sız iman, imansız da İslâm olmaz Bunlar bir şeyin dışı ve içi gibidir Din ise iman ve İslâm ile beraber bütün şeriatın ismidir"
3- O müttakî (Allah'tan hakkıyle korkan)ler ki Hakk olan gayba inanırlar Yahut gıyâben (görmeden) de iman ederler Diğer bir tabirle onlar, gözle değil, kalp ile iman ederler, onlar bütün şüphelerden uzak oldukları gibi, iman etmek için önlerine dikilmiş putlara, haçlara da bağlanmazlar, gözlerinin önünde bulunan bugünkü ve şu andaki görülen ve hissedilen şeylere saplanıp kalmazlar, his ötesini, kalbi ve kalp ile ilgili şeyleri tanırlar İşlerin başı görülende değil ruh, akıl, kalp gibi görülmeden görende, tutulmadan tutanda, zaman ve mekana bağlı olmayarak maddeleri fırlatıp oynatan, fezaları doldurup boşaltandadır Onların sağduyuları, saf basiret ve ferasetleri, temiz akılları, açık anlayışları, sıhhatli görüşleri, sözün kısası anlayış kabiliyetleri, kötülüklerden silkinebilecek anlayışlı hisleri, yükseklere koşabilecek azimli vicdanları ve iyi seçimleri vardır Görünen ve hissedilen şeyleri yarar, kabuklarını soyarlar; içindeki özüne, önündeki ve arkasındakinin sırrına nüfuz ederler; görenle görüleni ayırtederler; hissedilenden düşünülene intikal edebilirler; varlık ve yokluk içinde gaybden görünürlüğe, görünürlükten gaybe gelip, geçip giden ve hissedilen hadiselerin satırları altındaki gayba ait mânâları sezerler
Hakikatte varlıklar, görülen ve görülmeyen, diğer bir tabirle "meşhût" ve "gayr-i meşhût" olmak üzere ikiye ayrılır Ve birçok bilgin hakikati, görülmeyen ve hatta görülemiyen kısmında kabul ederler ve buna "mânâ âlemi", "gerçek âlem", "akıl âlemi", "ruh âlemi" veya "gayb âlemi" derler ve Felsefe'nin konusu olarak da bunu tanırlar Gerçekten şimdiki Batı felsefelerinde de şunu görüyoruz: Görülen veya dışta müşahede edilen şeyler bize beş duyumuzla geliyor ve bunların her birinin de bir âmili (sebebi) var: Işık, ses, koku, tat, ısı ve soğukluk Biz, bizzat bunları his ve müşahede ederiz ve bunlar vasıtasıyla da diğer şeyleri Bilimler ve özellikle müsbet ilimler (fen bilimleri) gösteriyor ki, bunların her biri bir tecelliden, bir gösteriden, bize bir görünüşten, bir hadiseden ibarettir Mesela ışık dediğimiz parıltı bizim dışımızda mevcut değildir
Çünkü dışta ışık bilimin ortaya koyduğuna göre, bir titreşimden ibaretir Görünmeyen, madde atomlarının veya esirin titreşimleridir Parıltı, ışık o titreşimin bizim gözümüzle ilişkisi, temas etmesi sırasında vâki olan ani bir görüntüdür Bu meseleyi İmam Gazali "İhyâ"sında şöyle tesbit etmiştir: Güneşin ışığı, halkın zannettiği gibi, güneşten çıkıp bize kadar gelen haricî bir nesne değildir Belki gözümüzün güneşle karşı karşıya gelme anında bizzat ilâhiîkudret ile yaratılan bir hadisedir Bu gerçek, keşf ehline görünmüştür Ses de aynen böyle Biz biliyoruz ki ses, hâriçte havanın özel bir dalgalanmasından ibârettir Kulağımızdaki gürültü mânâsına gelen ses, o dalgalanmanın kulağımıza dokunduğu anda hâsıl olan (oluşan) bir tecellidir Isı ve soğuk dediğimiz şey de, esasında ışık gibi esire veya atoma ait bir titreşimdir Bunun içindir ki, ısı ışığa, ışık ısıya dönüşür Aralarında bir mertebe (derece) farkı vardır Bunu elektrikten anlıyoruz Kısacası koku ve tat da esasında birer titreşim olup, bizim koku alma ve tadma duyularımıza dokunmasında koku ve tad olarak ortaya çıkarlar Demek görme ve dış görünüşte vasıta olan bu beş âmil (etken)in hepsi gerçekte hareketle ilgilidir ve hepsi hareketin bize özel birer görünümüdür Biz bu hareketleri görmüyoruz Acaba kütlelerde gördüğümüz hareket nedir? O da görünmeyen gerçeğin bir tecellisi değil midir? O halde bu vasıta (araç)larla gördüğümüz önümüzdeki âlem hep birer hayalden, birer tecelliden başka birşey değildir Bunların hedef ve gayesi olan gerçek ise görülmez Genel göçler, memleketlerin kuruluşu, haberleşmeler gibi tarihî olayların illet ve gayeleri de insanların tasavvurları, duyguları, iradeleri gibi görünmeyen sebeplerden başka nedir? Şu halde gerçek, görünmeyendir ve görülmesi mümkün değildir Görülebilen ise onun tecellîleri, hayali, gölgesi ve yansımalarıdır
Bu ifade bize âlemi pek güzel açıklıyor Bu açıklamaya göre bütün hakikat gaybdır Tabiat, görülen âlem bir hayaldir, hem de hareket tecellisinin bir hayalidir Hakikat, sonuç olarak akıl ile, basiret ile, kalp gözüyle görülebilir, dış görünüşü ile değil Bu noktada yürüyen ve Allah Teâlâ'nın ve meleklerinin gözle görülmesinin mümkün olmadığını söyleyen âlimler ve İslâm feylesofları da vardır Fakat bizim Ehl-i Sünnet'in sahih telakki ettiği ve imanımıza göre ilahî hakikat "mutlak gayb" değildir; O, gözle görülmeyen ve görülenin (kaynağı) merciidir, her şeyi (kapsayan) ihata edendir Bunun için O'na özel ismiyle "gayb" denmez, Allah'ın güzel isimleri (esmâ-i hüsnâ) içinde de bu isim (görülmemiş) vârid olmamıştır O, ahirette, cihetlerden, mekandan münezzeh olarak görülebilir Fakat tam anlaşılamaz, anlaşılamayacağı için tamamen görülmüş de olamaz, ona doyulmaz Biz, ilahî vecih (yüz)de bir görünme duygusu olduğunu söylüyoruz Fakat gayb duygusunun daha fazla olduğuna da inanırız Bunun için O'na, özel isim vermemek kaydıyle "gayb" da denilir Allah'ın melekleri de bize gaybdır, yani görünmezler, ahireti de öyle, fakat onların da görülmesi mümkündür Mesela genellikle "kuvvet görünemez" deriz Halbuki görünen de kuvvetten ibarettir Gelecek zaman bugün görünmez, yarın görünür Hâsılı bizce "gayb", görülemiyen demek değil, görülmeyen demektir Bugünün akla uygun olanı, yarının hissedileni olabilir Biz delilsiz olan gaybe değil, delili olan makûl (akla uygun) gaybe iman ediyoruz Her delil ise, delalet ettiği şeyin bir yanına haiz olduğu (içerdiği) için delildir Delilimiz, aklımız, nefsimiz, kalbimiz, âlem ve Allah'ın kitabı Şu halde gaybin hakikatine iman ederken, görünenin gerçeğini inkar etmeyiz Kalpleri olanlar görürler ki, tabiat denilen hissedilen olaylar, kısa bir bakış halinin zahiri görünümüdür Bunun arkasında karanlıklara karışmış bir geçmiş silsilesi, önünde de henüz doğmamış bir gelecek silsilesi ve hepsinin ötesinde bir kalp ve hepsinin üstünde bir "tek hakim" vardır Ve "dünya" adını alan şimdiki durum, görünenden gayb (görünmeyen)e intikal etmiş bulunan o geçmiş ile gaybdan görünürlüğe doğacak olan o gelecek zincirleri arasında yegâne göze batan bir zahiri halka, beşerin varlığı sanki sonsuz iki deniz arasında ince bir berzah (kıstak), beşerin kalbi de onun ağırlık merkezine tutunmuş bir gözetici, bir ucu bir denize, bir ucu da diğer denize atılmış olan tabiat zinciri devamlı bir hareketle o kıstağın üzerinden kır kır geçip akıyor, bir denizden çıkıyor, diğerine batıyor Bütün ağırlığı, kıstağın karanlığına basarken o gözetleyici her anında geçen bir olaylar halkası görüyor Yalnız ve yalnız onu müşahede ediyor Görme duygusu ne denizlere erişiyor ve ne diplerindeki zincire O, ancak kıstaktan geçen halkaya bakıyor ve ancak onu görüyor ve görürken zincirin bütün ağırlığını çeken kıstağın gıcırtısını da içinden -devamlı surette- dinliyor ve inliyor O hareketten ve bu gıcırtıdan artık o kadar kuvvetle ve yakından biliyor ki, şimdiki halde görünen ve hissedilen meydandaki tabiatın iki tarafında geçmiş ve gelecek, başlangıç ve sonuç denilen birer gayb âlemi var Dünya âlemi, hissedilen tabiat, imkan deliliyle varsa; gayb âlemi, hissedilmeyen tabiat öncelikle ve zorunlu olarak var Bundan başka o görünüp hissedilenin iki yönünden başka, onun bir batını, bir iç yüzü, diğer tabirle o gözeticinin tutunduğu ve iliştiği bir fizikötesi veya tabiat üstü de vardır İş o zincirde değil, onu salıp hareket ettirenle, o kıstağı kuran, o gözeticiyi tutan, o denizleri birbirine karıştırmayan gözetici ile gözetileni birleştirerek bilgi meydana getiren, gayb ve görülen âlemin hepsini ihata eden (kapsayan), mutlak kefili olan yüksek kudrettedir Şu halde kendini korumak isteyenler, görülenleri ve hissedilenleri seyrederken, daha önce onların arkasındaki gaybe ve gayb ile görülenlerin hepsinin merciine (kaynağına) mutlak kefiline, âlemlerin Rabbine, merhamet eden ve esirgeyene, ahiret gününün sahibine "Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz" (Fatiha, 1/4) diye iman ederler Ve bu iman başlıca üç esası içine alır: Başlangıca iman, ahiret (son)e iman, başlangıç ve son arasındaki gizli vasıtalara iman ki, bunların dördüncüsü de açık vasıtalar olan görülen âlemi bilmektir Ve bu şekilde görünmeyen (gayb) ile görülen birleşince iman ve bilgi "O, evveldir, sondur, zâhirdir ve bâtındır" (Hadid, 57/4) birliğini bulur
Gayb (kelimesi), "gaybet" ve "gıyâb" (göz önünde bulunmama) anlamında masdar veya gâib (göz önünde olmayan) mânâsında isim ve sıfat olur ki, bu da "adl" kelimesi gibi masdar diye isimlendirilmişdir veya "meyyit" ve "meyt" kelimeleri gibi "gayyib" kelimesinin hafifletilmişidir Buna göre dilimizdeki "kaybettim", "kayboldu" tabirleri gerçektirler Bazılarının zannettiği gibi "bunu kayıp ettim" şeklinde yazmaya lüzum yoktur "Gayb" ve "gâib" ise başlangıçta duyguyu anlamada veya ilk düşüncede hazır olmayan, diğer deyişle ilk nazarda anlaşılmayan demektir ki, bunun bir kısmı delilden geçen bir anlayışla idrak olunabilir Mesela evinizde otururken kapınız çalınır, ses duyarsınız, bu ses sizin için anlaşılmış, hazır ve şahittir Bundan anlarsınız ki, kapıyı çalan vardır O henüz sizin için ortada yoktur Bakıp görünceye kadar onu şahsıyla bilemezsiniz, fakat kapıyı bir çalan bulunduğunu da zorunlu bir şekilde, anlayışlı olarak tasdik edersiniz Bu, bir iman veya şuurlu bir bilme olur Sonra henüz kapınızı çalmayan ve eseri size yetişmeyen daha nice gaibler bulunduğunu da genel olarak tasdik edebilirsiniz Fakat bunların bir kısmı gerçekten yok olabilirler "Gayb" ile "gaib" arasında fark vardır "Gâib" (ortada olmayan) sana görülmez, seni de görmez olandır "Gayb" ise görülmez, fakat görür olandır
Şu halde iki türlü gayb vardır: Bir kısmı hiçbir delili bulunmayan gaiblerdir ki bunları ancak "Allâmu'l-ğuyûb" (gaybları bilen) Allah bilir "Gaybın anahtarları onun katındadır, onları O'ndan başkası bilemez" (En'am, 6/59) âyetindeki gaybden maksat bunlardır, deniliyor ki; sırası gelince açıklanacaktır Diğer kısmı da delili bulunan gâiblerdir ki "onlar gaybe inanırlar" (Bakara, 2/3) âyetindeki gaybden kastedilen de bu kısımdır kelimesinin elif lâmı ahd içindir Yani Allah'tan hakkıyla korkanların inandıkları, tanıdıkları gayb, delili bulunan hak gaybdır ki, bu da Hak Teâlâ ve sıfatı, ahiret ve halleri, melekler, peygamberlerin nübüvveti, kitapları indirme gibi imânâ ait temel unsurlardır Ve bu iman, bazılarında tahminî ve keşfî bir geçişle, bazılarında da fikrî ve delilli bir intikal ile oluşur Sonra "gaybe iman" ile "gıyaben iman" arasında küçük bir anlayış farkı vardır Zira birincisinde gaybın kendisine inanılan şey olduğu açıklanmış, ikincide ise inanılan şey hazfedilmiştir (gizli tutulmuştur) Bunun için bazı tefsir bilginleri arada büyük bir fark gözetmiş ve: "Sizin gerek arkanızdan ve gerekse huzurunuzda iman ederler" diye açıklama yapmış; yani inanılan şeyin gayb olduğuna sataşmayıp, münafıklardan sakınma olduğunu göstermişlerdir Fakat açıkça anlaşılan gıyabın da inanılana ait olmasıdır Şu halde gayba iman ile, gıyaben iman arasında mânâ bakımından fark yoktur Ve her iki değerlendirme ile imanın kıymet ve faydası, gayb ile ilgisi veya gayba ait oluşu bakımından dikkati çekmektedir Çünkü korunmak ona bağlıdır Peygamber'i görüp iman eden sahabîlerin de en büyük meziyetleri onu, gayba ait verdiği haberlerde tasdik edişlerindedir Ve burada Peygamber'i görmeden tasdik edenlerin de öğüldüğüne işaret vardır Nitekim İbnü Mes'ud hazretleri "Kendisinden başka ilah olmayan (Allah)a yemin ederim ki, hiçbir kimse, gayba imandan daha faziletli bir şeye inanmamıştır" buyurmuş ve bu ayeti okumuştur Diğer bir açıklama ile de burada gayb, göz karşıtı olan kalp ve kalbin sırrıdır ki, kalbin ve kalbin sırrının kaynağının "görmek" olduğunu bilmek; hakkı ve peygamberliğin delillerini gözden daha çok kalp ile görüp, şirkten, maddeciliğin pisliğinden kurtaran bir imânâ ermek mânâsını ifade eder ki, bunda derin bir iman yoluna işaret vardır Yani kalbi bilen, Allah'ı bilir "iman", asıl lügatta "emn" ve "emân" kökünden türemiş "if'al" vezninde bir kelimedir Hemzesi, ta'diye (geçişli kılmak) ve bazan sayrûret (olmak, hal değiştirmek) anlamlarında kullanılır Geçişli olduğuna göre "güven vermek", "emin kılmak" demektir ki, Allah'ın isimlerinden olan "Mümin" (güven veren, emin kılan) bu anlamdadır Sayrûret (olmak) mânâsına olduğuna göre de "emin olmak" demek olur Ve "sağlam" ve "güvenilir" olmak, itimat etmek mânâsını ifade eder ki, dilimizde inanmak denilir Dil geleneğinde ise mutlaka tasdik etmek anlamındadır Çünkü tasdik eden, tasdik ettiğini yalanlamaktan emin kılmış veya kendisi yalandan emin olmuş olur İman bu mânâlarda "ona inandı" gibi bizzat geçişli olur Bununla beraber veya gibi "bâ" veya "lâm" harfleri ile de geçişli olur "Bâ" harfi ile geçişli olduğu zaman "itiraf" mânâsını, "lâm" harfi ile geçişli olduğunda da iz'an ve kabul anlamını içine alır Bunun için gaybi tasdik ve itiraf ederler, yahut "Tasdik ettiklerini huzurda da, gıyaben de tasdik ve itiraf ederler" demek olur
Bir şeyi tasdik etmek, onu doğru olarak almak demektir Sıdk (doğruluk) ise ya kelime veya sözle ilgili olduğundan, imanın da ilgilendiğiyle ilgisi bu ölçüde çeşitli şekillerde cereyan eder Mesela Allah'a iman ile Allah'ın kitabına ve ahirete iman şekillerinde bazı anlam farkları vardır Bununla beraber tasdikin esas menşei (kaynağı) doğru sözde; doğru sözün menşei de hükmün doğruluğunda yani vakıaya (olaya) uygunluğundadır Zihin ve hariç (dış), diğer deyişle kalp ve göz, işte doğruluk ve gerçeklik, bu karşılıklı iki taraf arasındaki doğruluk ve uygunluk ölçüsündedir Olaya uygun olan ve uygun olabilen zihin ve kalp doğru; bunun zıddı doğru değildir Şu halde iman ve tasdikin başlangıcı, bu doğruluk ve uygunluk ölçüsünü kabul ve itiraf etmektir Aynı olay insan ruhunda veya huzurunda bizzat mevcut ise görmeye ait tasdiktir, hissî veya aklî bedâheti (apaçıklığı) tasdik etmek gibi Bizzat değil de hazır olan bir delil veya bir gösterici aracılığı ile hazır ise gıyabî (görmeden) tasdiktir Bu durumdaki o görünmeyen olay, benzerleri ve zıdları ile, az çok kıyas edilebiliyor ve sınırlanabiliyorsa, delilin devamlılığı ve yansımasındaki zaman süreci ölçüsünde özetli veya etraflı tasdik, resmi veya sınırlı bir bilgi, belirli bir tasavvur ifade eder Olay görünmeyen, eşsiz ve zıtsız, benzersiz ve nazîrsiz ise, o görünmeyen tasdik, sınırlı bir bilgi değil, sınırsız bir salt inanma olur ki, genellikle iman denince bu anlaşılır Bu iman, ilmin hem başı ve hem gayesidir Ve bundaki sağlıklı biliş, ilme ait bilişten yüksek ve kuvvetlidir Zira her tasavvura bağlı sınırlama delil olarak alınmayıp da, istenilen bizzat olarak alındığı zaman birer kesin bilgi engeli olabilir ve bildiğinin ötesini inkar eden cahil kalır Fakat böyle bir sınırsız imânâ layık olan ancak Allah Teâlâ'dır Allah'a iman, bu şekilde, görünenden görünmeyene sonsuz olarak uzanır gider
Genel olarak lügatta "tasdik", ya sözlü veya fiilî olur Sözlü tasdik de, biri kalbe, diğeri dile ait olmak üzere iki türlüdür Buna göre lügat geleneği bakımından tasdikin üç derecesi vardır: Birincisi, kalbe ait tasdiktir Bir kimse herhangi bir hükmün veya bir sözün veya söyleyeninin doğruluğunu yalnız gönlünde itiraf, teslim ve bunu kendi kendine ifade ettiği ve onun doğruluğuna kalben emin olduğu zaman, o hükmü veya sözü veya söyleyeni tasdik etmiş olur İkincisi dil ile tasdiktir Bu da, kendisinden başka birine dahi bildirecek ve duyurabilecek bir tarzda; "bu böyledir" diye, bir sözü dili ile söylemektir ki, ya gerçek veya görünürde olur Birisinde bu dil ile tasdik, kalbî tasdik ile birleşir, söyleyen kendisince de doğru olur Diğerinde dil başka, kalp başka olur Yani dili ile diğerini tasdik ederken, kalbi ile kendini bile yalanlar Üçüncüsü fiil ile tasdiktir ki, bir sözün gereğini fiilen yerine getirmekle olur Bu da kalp ile veya dil ile tasdikten birine veya her ikisine yakın olup olmadığına göre birkaç dereceye ayrılır Fiil ile tasdik, kalp ile tasdike uygun düşmezse gösteriş veya zorlama ile yapılmış olur
Acaba din lisanında iman bunların hangisidir? Yani İslam dininde bunların hangisini yapan mü'min sayılır? Lügattaki iman ile dindeki imanın farkı var mıdır? Bunu Kur'ân'dan ağır ağır öğreneceğiz ve bu âyetten itibaren başlıyoruz
Dindeki imanın, lügattaki imandan iki yönden özelliği bahis konusudur Birincisi, iman edilecek olan ilgili (yani kendisine inanılacak şey) bakımından şer'î iman özeldir Allah'ın birliğine ve Muhammed (sav)'in Allah tarafından getirdiği kesin olarak bilinen şeylere kısaca ve gerektiğinde genişçe inanmaktır Bunun en özetli olanı Allah'a ve ondan gelene inanmak, diğer deyişle (Allah'tan başka ilâh yoktur; Muhammed Allah'ın Resulüdür) kelime-i tevhidine inanmaktır Bir derece tafsîl (açıklama) ile, Allah'a, Muhammed (sav)'in peygamberliğine, ahirete inanmaktır İkinci bir tafsîl (açıklama) ile Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kaza ve kadere, öldükten sonra dirilmeye, sevap ve cezaya inanmaktır Üçüncü bir tafsîl de Kitap (Kur'ân) ve Sünnet ile Muhammed (sav)'in bildirdiği kesin bir şekilde sabit olan haberlerin ve hükümlerin tümüne ve her birine Allah'ın ve Allah'ın peygamberinin istediği şekilde inanmaktır ki, burada "Onlar gayba inanırlar; ve onlar sana indirilene ve senden önce indirilmiş olana inanırlar; ve onlar ahirete kesin olarak inanırlar" ifadesi bütün bunları iki derecede açıklamıştır Diğer açıklamalar da ilerde gelecektir Ve bu derecelerden her biri, güç yetme derecesi ile birlikte bulunur Bütün dini bilmek demek olan tafsîl, havass (saygın kişiler)ın özelliği olabileceğinden, halk ve çoğunluk için birinci farz, özet olarak inanmak ve en son da tafsîlin ikinci derecesine imandır Ve işte Bakara Sûresi'nin başı bu iki değeri göstermiştir Halbuki lügat anlamındaki imanın ilgi sahası bundan daha geniştir O, gerçeği ve yanlışı, doğruyu ve eğriyi içine aldığı gibi, gereksiz sayılacak ayrıntıları da içine alır Lügat bakımından iman denebilecek birçok tasdikler vardır ki, onlar din açısından tam küfürdürler Mesela şirke inanmak; şeytanın sözüne, doğruluğuna inanmak; küfrün, zulmün hayır olduğuna inanmak; zinanın, fuhşun, hırsızlığın, haksız yere adam öldürmenin, Allah'ın kullarına saldırmanın doğruluğuna inanmak lügat itibariyle birer iman, fakat İslâm dininde birer küfürdürler Lügat anlamında imanın diğer bazı kısımları daha vardır ki, dinî açıdan küfür olmamakla beraber birer inanma görevi teşkil etmezler Bir kısmı mübah, bir kısmı mendub, bir kısmı da kötülük ve günah olabilir ve bunların açıklaması fıkıh ilmine aittir
Şu halde insan; anahtarı, doğruyu ve hayrı kendi istek ve arzusunda aramamalı, doğrudan doğruya veya bir aracı ile Allah Teâlâ'dan almalıdır Aracıları inkâr etmemeli, fakat kulluğu ancak Allah'a yapmalıdır Çünkü "O'nun izni olmadan onun katında kim şefaat edebilir?" (Bakara, 2/255) âyeti onun izni olmadan kimsenin şefaat edemeyeceğini bildirmektedir

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.