Cevap : Çocuk Masalları |
04-06-2008 | #61 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıPAMUK PRENSES ve YEDİ CÜCELER
Bir kış günü bir kraliçe pencerenin önünde dikiş dikerken iğne eline batmış Hemen bir parça pamukla elinden akan kanı silmiş Keşke demiş kraliçe " teni şu pamuk kadar beyaz, dudakları kan damlası kadar kırmızı ve saçları şu pencerenin pervazı kadar kara bir kızım olsa" Bir gün kraliçenin dileği yerine gelmiş Bebeğine Pamuk Prenses adını vermiş Ne yazık ki, kısa süre sonra ölmüş Kral zaman içerisinde yeniden evlenmiş Karısı güzel bir kadınmış ama cok iyi kalpli değilmiş Bütün gün aynanın karşısına geçip, "Ayna ayna dile gel, söyle bana kim daha güzel " diye sorarmış Ayna da şöyle cevap verirmiş; "Bundan kuşku duyan var mıdır bilmem, tabi ki en güzel sizsiniz kraliçem" Günlerden bir gün ayna kraliçenin bu sorusuna farklı bir yanıt vermiş; "Bunu nasıl söyleyeceğim bilemem ama Pamuk Prenses sizden güzel kraliçem" Bunun üzerine çok sinirlenen kraliçe hemen bir avcı bulmuş ve ona "Pamuk Prensesi alıp ormana götür ve bana onun yüreğini getir," diye emretmiş Adamcağız Pamuk Prensesi ormana götürmüş ama öldürmeye kıyamamış Durumu anlayan Pamuk Prenses "beni burada bırak Bir daha asla geri dönmem merak etme" diyerek avcıya yalvarmış Avcı da merhamete gelmiş ve onu orada bırakıp bir ceylanın yüreğini kraliçeye götürmüş Pamuk Prenses ormanda saatlerce yol almış Tam kaybolduğunu düşünürken küçük bir kulübe görmüş Kapıyı çaldığı halde kimse açmayınca da içeri girmiş Ne ilginç bir evmiş bu böyle Masada yedi küçük tabak ve yedi küçük bardak duruyormuş Zavallı Pamuk Prenses çok aç olduğu için hemen bir şeyler yemiş Sonra da üst kata çıkmış Bir kaç saat sonra Pamuk Prenses öfkeli seslerle uyandırılmış "Bizim evimizde ne arıyorsun sen?" Pamuk Prenses işçi giysileriyle evin içinde dolaşıp duran yedi küçük adama bakmış Başına gelenleri onlara anlatmış "Gördüğünüz gibi," demiş "gidebileceğim hiçbir yer yok "Hayır var" diye bağırmış yedi cüceler hep bir ağızdan "Burada kalabilirsin! Ama biz yokken kapıyı hiç bir yabancıya açmamalısın" Böylece Pamuk Prenses cücelerin evinde yaşamaya başlamış Eskisinden çok farklı bir hayatı varmış artık Uzun günler boyunca konuşacak birini özlüyormuş Bir sabah yaşlı bir kadın kapıyı çalmış Elindeki sepette bir sürü ilginç şey varmış Pamuk Prenses açık pencereden uzanarak kadınla konuşmaktan kendini alamamış Pamuk Prenses o yaşlı kadının aslında kılık değiştirmiş olan kraliçe olduğunu anlamamış Meğer kraliçe aylarca aynaya bakmadıktan sonra bir gün bakmayı denemiş de ayna ona, "bunu nasıl söyleyeceğimi bilemem, ama Pamuk Prenses sizden güzel kraliçem," deyivermiş Kraliçe bunun üzerine öfkeyle yollara düşüp Pamuk Prenses'in gizlendiği yeri bulmuş "Kapıyı yabancılara açmaman akıllıca," demiş kraliçe "Ama lütfen şu elmayı bir iyi niyet belirtisi olarak kabul et" Böyle bir şeyi reddetmek ayıp olacağı için Pamuk Prenses elmayı almış ve kadın gidince kocaman bir ısırık almış Cüceler işten eve döndüklerinde Pamuk Prenses'i yerde cansız yatar bulmuşlar Elma hala elinde duruyormuş Cüceler ağlayarak, "Bu kraliçenin işi!" demişler Büyük bir kederle Pamuk Prenses'in cansız bedenini taşıyıp camdan bir tabuta koymuşlar Bir sabah oralardan geçmekte olan bir prens tabutu ve içindeki güzel kızı görmüş Görür görmez de aşık olmuş "Onu saraya götürmeliyim" demiş "Bir prensese böylesi yakışır" Cüceler karşı çıkmamışlar Prense tabutu taşımasında yardım etmişler Ama tam bu sırada Pamuk Prensesin boğazındaki elma parçası çıkmış Pamuk Prenses yattığı yerden doğrulup gülümsemiş Pamuk Prenses ve prens çok mutlu bir hayat sürmüşler Kötü kalpli kraliçe ise öfkesinden çok kısa bir süre sonra ölmüş Bilinmiyor |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-06-2008 | #62 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıRAMSES
Ramses birgün uyandığında kendini dünyanın merkezinde bulur Merkezi dünyanın, öyle kolay hazmedilir bir yer değildir üstelik Yaşanasıdır belki, lakin yaşayan tekidir Merkezin dışındakiler merkeze bağlı birer kukladırlar Kuklalar ne düşünür, ne söyler, ne hisseder elbet Bu yüzden Ramses, kendini pek yalnız, pek mutsuz bulur Bunu demeye de dili varmaz kuklalarına, emir kullarına Geçer zaman böyle birbaşına, böyle hazin Gel zaman git zaman, dur zaman kalk zaman konuşmayı unutur olur Ramses Konuşmak dediğin kişilerce yapılır Duvarlar dil bilmez, söz bilmez soğuk şeylerdir Ramses bahçeye çıkar çiçeklerine ses verir ‘aman da aman, aman da aman açılmış da saçılmış bir güzel olmuş, heyyy bahçıvan az su serp yapraklarına, rengi olsun ayan kokusu duyulsun çiçeklerimin taaa öbür taraftan’ Yetmemiş eline sazını almış, tutturmuş o telden bu telden Günlerce çalmış söylemiş, çalmış söylemiş Bir Ramses dinlemiş Ramses’i, bir Ramses ağlamış Ramses’e Bir kuşlar dinlemiş, bir çiçekler bir gök dinlemiş, bir bilinmeyenler Ramses dünyanın merkezinde her an’ı azap içinde geçirir olmuş Azap bu yenilir yutulur tarafı yokmuş, yenmez yutulmaz tarafı da Birgün huzura çağırmış alimler alimi, bilgeler bilgesi şahs-ı şahane’yi Demiş; ‘ey arş’ı yaratanı bilen ey hükmü koyanı tanıyan ey yüreği rahman olana atan derdim vardır bilesin!’ Ramses bir türlü derdinin ne olduğunu söyleyememiş Boğum boğum boğazında takılmış kalmış her bir diyeceği ‘var git yok bir diyeceğim Var git’ bilgeler bilgesi çekilmiş köşesine, seslenmiş kızına; ‘aydan güzel ay kızım baldan tatlı naz kızım sana diyeceklerim var’ Ramses birbaşına otururken selvi altında göl kıyısında bir ses duymuş Dönmüş bakmış kimseyi görememiş ‘kuştur’ demiş, sudaki aksin dalgalanışına dalmış Kuş sandığı bir güzeller güzeli Sernaz imiş Görememiş Ay kız Sernaz, bir demet papatyayla göl kıyısında geziniyormuş o sıra Papatyalar ona gülümsedikçe bir okşayıp avucuna alıyormuş ‘al’ı al’da arama, al allığını al’ı al yapandan alır gül güzelliğini gülü gül yapandan alır bülbül sesini bülbüle o sesi verenden alır yarin nerede gül yüzlü sevdalar beslediğini o sevdayı ona veren bilir boşyere ahlanma boşyere vahlanma boşyere dağları yarattım sanma’ Şarkı uçmuş uçmuş uçmuş taaa Ramses’in kulaklarına varmış Ses başka dünyanın sesi, ses başka bir alem sanki Ardı sıra sesin dolanmış, dolanmış ve Sernaz’a ulaşmış Sernaz bir gonca Sernaz bir derya Sernaz ötesi dünya Sernaz bir başka Elinde papatyalar salnırken göl kıyısında, Ramses seyre dalmış ‘koşsam varsam eline çiçek olsam yüreğine sevda dolsam’ Ramses, birbaşınalığın hüznünü unutuvermiş o an Unutmuş unutmasına da başka bir hüzün sorup sormadan yerleşivermiş gözlerine, yüreğine, yüreğinin en derinlerine ‘aşk hüznü yanında taşır’ Günlerin üstüne binen dayanılmazlık aylarla daha da artmış Ramses Sernaz’ı bir daha görebilmek için her gün göl kıyısına inmiş Her gün aramış gözleri eli papatyalı güzeli Bulamamış Bulamamış Her gün biraz daha yıkılmış Her gün biraz daha çökmüş Sernaz’ı bulduğu yerde kaybettiğini farkedince ölümü davet etmiş Ölümse vaktin henüz tamama ermediğini göstermiş doğan her güneşle Bilgeler bilgesi çare için çağrılmış bir daha Demiş; ‘sen bilirsin acıların en acısını sen bilirsin ben bildiğini bilirim’ Bilgeler bilgesi dinledikten sonra merkezde yaşayanı, çekilmiş Varmış ay kızın yanına; ‘can kızım aksin vurmuş bir yüreğe ah’lanır naz kızım sözüm var, diyemem yüzüne süzülür bir kızım’ Sernaz bütün olandan haberdardır Gün söylemiştir, gece söylemiştir, göl söylemiştir, bir de çiçekler ardına bakmamış salınmış söğüt gölgelerinde, gezinmiş bir o yana bir bu yana, Ramses peşisıra ‘dünya yalan dünya rüya dünya geçer gider bir solukta ölüm gelir’ Bilgelerin bilgesi, anlamış Ay kız zordur, ay kız doğrudur Lakin bu işin sonunda neyin onları beklediği de bir sırdır İrkilir Kızı can kızdır Kızı gül kızdır kıymetlidir, biriciktir Demiş; ‘olacaklar bizim elimizdedir belki belki de biz olacakların elindeyizdir yüreğimiz bize ışık olsun’ Ramses odasında bir bilmediği derdin elinde savrulur Aranır, aradığını tanımadan Seslenir, sesini duymadan Dünyanın merkezi unutulmuş, merkez yerini değiştirmiş, ay parçası olmuştur ‘o bir gonca, kızıl gonca açılanda o bir derya, ak fistanı savrulanda ötesi dünya başka, bambaşka’ Ramses göl kıyısında oturur birgün; gök mavi, gün prıl prıl Çıksa da gelse, bekler bekler Göle bakar, Ramses Ramses bakar, göle Bir ceylan seke seke geçer öte yana Sernaz geçmez Sernaz gelmez Günler biter, artık günün günlüğü kalmamıştır Geceler biter, artık gecenin geceliği kalmamıştır Mevsimlerin adı başka, tadı başka, rengi başkadır artık Ramses birbaşınadır da, merkezini dünyanın unutmuştur Sernaz papatya toplarken, göl kıyısına oturur Göl kıyısı artık Ramses’in ayrılmadığı mekanı olmuştur Görür Sernaz’ın gelişini Korkar Uzaktan bakar, bakar Aylardır beklediği karşısındadır, yanaşamaz Sernaz kıyısında gölün gezinmeye başlar, dilinde bir şarkı ‘dağın ardı da bir, ardının ardı da yüreğine sorsan beni, kışı da bir yazı da’ Sernaz yürüye yürüye varmış Ramses’in yanına Demiş; ‘yüreğindeki sevdanın sebebi ben imişim ben imişim seni dertlerin en incesine salan gecelerin uyku bilmez olmuş gülmeyi unutmuş gözlerin ben imişim seni mutsuz kılan’ Ramses böyle sözler beklemiyormuş elbet gül yüzlü sevdiğinden Cesaret gelivermiş diline, birden içinden ne geçiyorsa her şeyi; sevdasını, unutuşunu dünyayı, acısını yüreğinin her şeyi her şeyi bir bir anlatmak geçivermiş Demiş; ‘eyy güzeller güzeli! eyy yar!’ Sernaz’ın gözleri gözleri Sernaz’ın bir anda durdurmuş geride kalan sözleri Ramses bakmış Sernaz bakmış Demiş; ‘bana yar dersin, yar dediğin ben değilim bana güzel dersin, güzeli güzel yapan yar’imdir sevda imiş aşk imiş ya ölüm!’ Ramses hiçbir şey anlamamış, ama ölüm kelimesinde bir kıpırdanmış Demiş; ‘ölüm!’ ‘evet ölüm sanır mısın ki ebedsin şu bedenle sanır mısın ki ebeddir şu alem de sanır mısın ki her şey şu gördüğün her şey bir tek duyduğun evet ölüm ölüm peşinde ölüm ardında gezinmede ölüm vakit gözlemede’ ‘ben seni sevdim ben seni bekledim’ Sernaz papatyalarını okşamış, papatyalar ona göz kırpmış Sernaz göle bakmış, göl dalgalanmış Sernaz doğrulup son bir defa demiş; ‘ne bir dağın doruğunda ol ne merkezinde dünyanın gidiyorum gidişim armağanım’ Uzaklaşırken Sernaz oradan, yıkılmış dünyası Ramses’in Ramses bilgelerin bilgesini çağırtmış yeniden Sormuş; ‘nedir şu alemin sebebi’ demiş; ‘sevgi’ Ramses yaşadıkça büyümüş yüreği, yüreği büyüdükçe bir tarafı hep mahzun kalmış ‘yürek var, dünyaları içine alır’ Naz Ferniba |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-06-2008 | #63 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıRAPUNZEL
Bir zamanlar bir kadınla kocasının çocukları yokmuş ve çocuk sahibi olmayı çok istiyorlarmış Gel zaman git zaman kadın sonunda bir bebek beklediğini fark etmiş Bir gün pncereden komşu evin bahçesindeki güzel çiçekleri ve sebzeleri seyrederken, kadının gözleri sıra sıra ekilmiş özel bir tür marula takılmış O anda sanki büyülenmiş ve o marullardan başka şey düşünemez olmuş “Ya bu marullardan yerim ya da ölürüm” demiş kendi kendine Yemeden içmeden kesilmiş, zayıfladıkça zayıflamış Sonunda kocası kadının bu durumundan öylesine endişelenmiş, öylesine endişelenmiş ki, tüm cesaretini toplayıp yandaki evin bahçe duvarına tırmanmış, bahçeye girmiş ve bir avuç marul yaprağı toplamış Ancak, o bahçeye girmek büyük cesaret istiyormuş, çünkü orası güçlü bir cadıya aitmiş Kadın kocasının getirdiği marulları afiyetle yemiş ama bir avuç yaprak ona yetmemiş Kocası ertesi günün akşamı çaresiz tekrar bahçeye girmiş Fakat bu sefer cadı pusuya yatmış, onu bekliyormuş “Bahçeme girip benim marullarımı çalmaya nasıl cesaret edersin sen!” diye ciyaklamış cadı “Bunun hesabını vereceksin!” Kadının kocası kendisini affetmesi için yarvarmış cadıya Karısının bahçedeki marulları nasıl canının çektiğini, onlar yüzünden nasıl yemeden içmeden kesildiğini bir bir anlatmış “O zaman,” demiş cadı sesini biraz daha alçaltarak, “alabilirsin, canı ne kadar çekiyorsa alabilirsin Ama bir şartım var, bebeğiniz doğar doğmaz onu bana vereceksiniz” Kadının kocası cadının korkusundan bu şartı hemen kabul etmiş Birkaç haftasonra bebek doğmuş Daha hemen o gün cadı gelip yeni doğan bebeği almış Bebeğe Rapunzel adını vermiş Çünkü annesinin ne yapıp edip yemek istediği bahçedeki marul türünün adı da Rapunzel’miş Cadı küçük kıza çok iyi bakmış Rapunzel oniki yaşına gelince, dünyalar güzeli bir çocuk olmuş Cadı bir ormanın göbeğinde, yüksek bir kuleye yerleştirmiş onu Bu kulenin hiç merdiveni yokmuş, sadece en tepesinde küçük bir penceresi varmış Cadı onu ziyarete geldiğinde, aşağıdan “Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını !” diye seslenirmiş Rapunzel uzun örgülü saçlarını percereden uzatır, cadı da onun saçlarına tutuna tutuna yukarı tırmanırmış Bu yıllarca böyle sürüp gitmiş Bir gün bir kralın oğlu avlanmak için ormana girmiş Daha çok uzaktayken güzel sesli birinin söylediği şarkıyı duymuş Ormanda atını oradan oraya sürmüş ve kuleye varmış sonunda Fakat sağa bakmış, sola bakmış, ne merdiven görmüş ne de yukarıya çıkılacak başka bir şey Bu güzel sesin büyüsüne kapılan Prens, cadının kuleye nasıl çıktığını görüp öğrenene kadar hergün oraya uğrar olmuş Ertesi gün hava kararırken, alçak bir sesle “Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını !” diye seslenirmiş Sonrada kızın saçlarına tutunup bir çırpıda yukarı tırmanmış Rapunzelönce biraz korkmuş, çünkü o güne kadar cadıdan başkası gelmemiş ziyaretine Fakat prens onu şarkı söylerken dinlediğini, sesine aşık olduğunu anlatınca korkusu yatışmış Prens Rapunzel’e evlenme teklif etmiş, Rapunzel’de kabul etmiş, yüzü hafifce kızararak Ama Rapunzel’in bu yüksek kuleden kaçmasına imkan yokmuş Akıllı kızın parlak bir fikri varmış Prens her gelişinde yanında bir ipek çilesi getirirse, Rapunzel’de bunları birbirine ekleyerek bir merdiven yapabilirmiş Her şey yolunda gitmiş ve cadı olanları hiç farketmemiş Fakat bir gün Rapunzel boş bulunup da “Anne, Prens neden senden daha hızlı tırmanıyor saçlarıma?” diye sorunca herşey ortaya çıkmış “Seni rezil kız! Beni nasıl da aldattın! Ben seni dünyanın kötülüklerinden korumaya çalışıyordum!” diye bağırmaya başlamış cadı öfkeyle Rapunzel’i tuttuğu gibi saçlarını kesmiş ve sonrada onu çok uzaklara bir çöle göndermiş O gece cadı kalede kalıp Prensi beklemiş Prens, “Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını !” diye seslenince cadı Rapunzel’den kestiği saç örgüsünü uzatmış aşağıya Prens başına neler geleceğini bilmeden yukarıya tırmanmış Prens kederinden kendini pencereden atmış Fakat yere düşünce ölmemiş, yalnız kulenin dibindeki dikenler gözlerine batmış Yıllarca gözleri kör bir halde yitirdiği Rapunzel’e gözyaşları dökerek ormanda dolaşıp durmuş ve sadece bitki kökü ve yabani yemiş yiyerek yaşamış Derken bir gün Rapunzel’in yaşadığı çöle varmış Uzaklardan şarkı söyleyen tatlı bir ses gelmiş kulaklarına “Rapunzel! Rapunzel!” diye seslenmiş Rapunzel, prensini görünce sevinçten bir çığlık atmış ve Rapunzel’in iki damla mutluluk göz yaşı Prensin gözlerine akmış Birden bir mucize olmuş, Prensin gözleri açılmış ve Prens görmeye başlamış Birlikte mutlu bir şekilde Prensin ülkesine gitmişler Orada halk onları sevinçle karşılamış Mutlulukları ömür boyu hiç bozulmamış Bilinmiyor |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-06-2008 | #64 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıROBOT KARTAL
Profesör Jack Stingo üniversitedeki görevinden arta kalan zamanlarda laboratuvar haline getirdiği evinin bodrum katında çeşitli deneyler yapıyor, yeni buluşlar gerçekleştirmeye çalışıyordu Son birkaç yıldır bütün dikkatini robot kartal yapımına vermiş ve çalışmalarını bu yönde yoğunlaştırmıştı Gerçi şimdiye kadar iki robot kartal yapmış ve bunları şehrin varoşlarındaki evinin geniş bahçesinde uzaktan kumanda ederek uçurmuştu, ama onun asıl amacı bu değildi Profesör Jack Stingo sıranın son derece geliştirilmiş bir robot kartal yapımına gelmiş olduğunu biliyordu Bu robot kartal diğer robot kartallardan pek çok farklı özelliklere sahip bulunacaktı: Kafasının içine yerleştirilmiş mini bilgisayar aracılığıyla bilmesi gereken tüm bilgilere sahip olacak ve bu bilgilerin ışığında kartallarla yakın ilişkiler kurarak onların yaşantılarını araştıracaktı Edindiği izlenimleri kafasındaki mini bilgisayarda değerlendirip anında profesörün laboratuvarındaki bilgisayara geçecekti Ayrıca gözlerindeki kameralar ile gördüğü her şey laboratuvardaki bilgisayarın ekranında profesörün görüşüne açık olacaktı Yeni ve değişik bilgiler öğrenmek isteği insan zekasının vazgeçilmez tutkusuydu ve bilinen ile yeterli kalınmayıp bilinmeyeni de bilmek için harcanacak çaba, insanoğlunun gelecekte edineceği yeni bilgilere atlama taşı olabilirdi, her yeni bilgi insanlığın yararına sunulabilirdi Profesör Jack Stingo üç yıl süren yorucu bir çalışmadan sonra, robot kartalın yapımını tamamladı; robot kartalı bahçeye çıkardı, laboratuvara döndü, bilgisayarın başına geçti ve uzaktan kumanda aletini çalıştırarak robot kartalın uçmasını sağladı Robot kartal evin üzerinde birkaç tur attıktan sonra dağlara doğru yöneldi Sarp ve yalçın kayalıklarda yaşayan kartalların arasına karışıp, onların yaşantılarını araştıracaktı Robot kartal bir süre uçtuktan sonra çok yükseklerde geniş daireler çizerek uçmakta olan bir kartal gördü Bu kartal ne yapıyordu böyle? Onun geniş daireler çizerek uçmaktaki amacı neydi? Bunu ona sormak lazımdı Yükseldi Kartalın yanına yaklaşınca: “ Özür dilerim, niye dönüp duruyorsun orada? “ diye sordu Bunun üzerine kartal sert ve çok şiddetli bir tepki gösterdi: “ Sus, kaç oradan, işin yok mu senin? Defol git buradan…” Robot kartal hemen oradan uzaklaştı Bu ne biçim kartaldı böyle? Özür dileyip, niye dönüp duruyorsun diye sormuştu Peki kartal neden onu kovmuştu? Robot kartal o geceyi sakin geçirdi Ertesi sabah sarp ve yalçın kayalıklara yaklaşmıştı ki bir kartal yuvası gördü Yuvada iki kartal ve bir yavru vardı, onlara doğru yöneldi Aynı anda iki kartal yuvadan ayrılıp hızla uçarak robot kartalın önünü kestiler Kartallardan biri: “ Sen ne yaptığını sanıyorsun? Bu ne münasebetsizlik? Dün av takibindeydim, tam dalışa geçecekken beni lafa tuttun, avımı kaçırdın Bugün ise yuvama gelmeye çalışıyorsun Bunlar korkunç hatalar ve kesinlikle affı yoktur Dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın bir kartalın bunları bilmesi gerekir Neden bilmem senin bu hataları bilmeden yaptığını düşünüyoru m Eğer bilseydin karşımda böylesine soğukkanlı duramazdın Şimdi hiçbir şey söylemeden çek git buradan ve bir daha karşıma çıkma Üçüncü hatanda parçalarım seni Bak hala duruyor ” dedikten sonra robot kartalın üstüne atılmak istedi Robot kartal aniden geriye dönerek, son sürat oradan kaçmaya başladı Kartallar, robot kartalı bir süre kovaladıktan sonra yuvalarına döndüler Robot kartal yarım saat kadar uçtuktan sonra bir dağın yamaçlarındaki kayalıklara indi Çevre oldukça sessizdi Kafasındaki mini bilgisayarda olayları değerlendirmeğe, tüm konuşulanları profesörün bilgisayarına geçmeye başladı İşlem tamamlandıktan sonra hangi yöne doğru uçması gerektiğini bulmaya çalışırken, bir kartal sesi duydu “ Hey arkadaş!Orada ne yapıyorsun? Yanına gelebilir miyim? “ Robot kartal başını sola çevirip baktı İlerde bir kartal kayalıklara konmuş ve bir kanadını sallıyordu “ Konuşmak istersen yanına gelebilirim Gelmemi ister misin, arkadaş? “ Bu, robot kartalın arayıp da bulamadığı fırsattıİşte fırsat ayağına kadar gelmiştiBuna şans denirdi ve bu şansı kaçırmazdı “ Gel arkadaş, gel, gel de konuşalım ” Kartal uçtu, robot kartalın yanına kondu “ Bir süredir seni izliyorum, arkadaş Az önce epey dalgındın, sanki gövden buradaydı, fakat aklın başka yerdeydi veya öyle gibi göründün bana diyelim “ “ Söylediklerin bir şekilde doğru sayılabilir Her şeyin bir nedeni vardır Buradan hareketle geriye gidersen oluşa, ileri gidersen sonuca varırsın “ “ Sonuca varmak o oluşun nedenlerini ortadan kaldırmakla ortadan kaldırmakla mümkündür Öyle değil mi arkadaş? “ “ Çok çok doğruSözü fazla uzatmayalım Ben Profesör Jack Stingo adındaki bilim adamı tarafından yapılmış olan bir robot kartalım Kartalların yaşantılarını araştırmakla görevliyim Dünyadaki kartalların sayısı giderek azalmakta Bu durum insanlar tarafından biliniyor ve kartal nesli yok olmasın diye çalışmalar yapılıyor Profesör benim aracılığımla elde ettiği bilgileri insanlığın görüşüne sunacak ve insanların kartallar hakkında bildikleri yeni bilgilerle pekişecek Bu bilgilerin ışığında yapılacak çalışmalar, kartalların çoğalmasını sağlayacak Bir kartal olarak böylesine faydalı bir amaca hizmet etmek görevin olmalı ” Kartal bir süre şaşkın şaşkın robot kartalın yüzüne baktıktan sonra kendini toparladı “ Demek sen bir robot kartalsın Oldukça değişik davranışlar içindeydin, fakat sen söylemesen bir robot olduğunu anlayamazdım Her neyse biz kartallar çoğunlukla gündüzleri avlanırız Her kartalın ayrı bir av sahası vardır Bir kartal başka bir kartalın av sahasına giremez Bu yasaktır Av peşindeyken ve yuvamızda dinlenirken rahatsız edilmekten hoşlanmayız Eğer rahatsız eden olursa tepki görür, haddi bildirilir Kendi aramızda pek itiş kakışımız olmaz Bunun nedeni aile dışında çok nadir olarak iki kartalın bir araya gelip görüşmesidir Bildiğin gibi kartallar göklerin hakimidir Hiçbir uçan yaratık bizimle havada boy ölçüşemez Yuvalarımızı dağların doruklarına, kayalıkların en sarp ve ulaşılmaz yerlerine yaparız Oralarda yabancı gözlerden uzakta yaşarız Bazen nereden bilmem çıkar bir yılan yuvadaki yumurtalara musallat olur Yuvada üç yumurta olsa birini, ikisini garanti bu yılanlar kapar Bir an bile boş bulunmaya gelmez yuvada yumurta varken Biz de her gün pek çok yılan avlarız fakat çabuk ürediklerinden sayıları hiç azalmaz bu yılanların Hani olsa bir türlü olmasa bir türlüBir de insanlar tüfeklerle vururlar kartalları, öldürürlerKartal eti yemezmiş insanlar peki neden öldürürler o zaman kartalları? Hayır, böyle anlamsız şey olmaz Kartallar olmasa her taraf yılan, çıyan dolar Tarla faresine adım başında rastlanır Bu tarla fareleri bir çoğalsalar ne tarla kalır, ne bağ, ne bahçe Bütün mahsulü silip süpürürler Bunun sonucu aç kalan yine insanlar olur, benden söylemesi ” Daha sonraki konuşmalar soru-cevap şeklinde oldu Robot kartal kafasına takılan konuları kartala sordu, o da bu soruları cevapladı Bir süre daha konuştuktan sonra robot kartal: “ Bu kadarı yeterli, teşekkür ederim, arkadaş ” dedi Kartal: “ Asıl ben teşekkür ederim, arkadaş ” dedi ve uçup gitti Robot kartal hemen konuşulanları profesörün bilgisayarına geçti Birkaç gün daha çevrede gözlemlerini sürdüren robot kartal profesörden görev tamamlandı sinyalini alınca dönüş yolculuğuna başladı Elde edilen bilgiler profesör tarafından derlenip toparlandıktan sonra yayım yoluyla insanların görüşüne sunulacaktı Serdar Yıldırım |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-06-2008 | #65 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıRÜZGARIN YARAMAZLIĞI
Söğütlü köyde herkes rüzgardan şikayetçiydi Yaşlı dede, ekmek pişirdiği fırında ateşi söndürdüğü için kızıyordu rüzgara Yaşlı nine, sokağa çıkmasına izin vermediği için içerliyordu Ayakkabıcı ustası, dükkanının pencere pervazları arasındaki deliklerden içeri girip soğuttuğu için sinir oluyordu Topal bahçıvan, bahçedeki çiçekleri kırdığı için öfkeleniyordu Köyde sadece küçük çocuk seviyordu rüzgarı: "Anneciğim, gel bak rüzgar ne tatlı esiyor" "O tatlı değil yavrucuğum Hınzırın tekidir rüzgar Onun insafsızlığından bu yıl hiç ürün vermeyecek bitkiler Çünkü bitki tozlarını çok uzağa götürüyor Belki ekmeğimiz bile olmaz bu yıl" Ekmek lafı küçük çocuğa rüzgarı unutturmaya yetmişti bile: "Anneciğim bana yağlı ekmek verir misin?" Rüzgar ise kimsenin kendisini sevmediği bu köyü terk etti "Gerçekten de beni sevmemekte haklılar" diye düşündü "Islık çalar gibi eserim, fırtına olur kükrerim Benden korkuyorlar, bu doğru Ama başka nasıl davranılır bilemiyorum Ne yapabilirim?" Rüzgar, horozun yanına gitti Ondan kendisine şarkı söylemeyi öğretmesini istedi Ama horoz sadece ötmesini biliyordu Kurbağaya gitti; o da yardım edemedi Çaresiz kırlarda dolaşırken karşısına bir korkuluk çıktı Ama bu korkuluk ekinlerin ortasına yerleştirilip, kuşları kaçırması gereken diğer korkuluklar-dan farklıydı Güzel bir genç kız gibi giydirilmişti bu korkuluk Başında zarif bir şapka, ayaklarında ipek eteklik vardı Rüzgar bu güzel kıza yaklaşmaktan korktu: Önce hanımeline gitti, ondan güzel kokular aldı Sonra kıza yaklaştı Ama o kadar tedirgindi ki acemilikle gerektiğinden fazla esti Kızın şapkası uçtu, etekleri havalandı Rüzgar çok utandı Korkup kızla konuşamadan oradan uzaklaştı Ağlamaklı oldu, köye dönmeye karar verdi Yolda buğday tarlasında küçük çocuğu gördü Annesi tarlada çalışıyor, ekin topluyordu Küçük çocuk için ağaca bir salıncak kurmuştu Çocuk salıncakta uyuyordu Rüzgar kendisini seven tek insan olan küçük çocuğu görünce çok sevindi Onu da sevindirmek istedi Usul usul esmeye başladı O kadar tatlı ve uysal esiyordu ki, bütün ekinler başlarını diktiler Başaklar açıldı Artık küçük çocuğun annesi daha rahat çalışabilirdi Küçük çocuk ise bunlardan habersiz tatlı tatlı uyuyordu Rüyasında rüzgarla oynuyordu "Her Güne Bir Masal" Derleyen ve çeviren: Tarık Demirkan Doğan Kardeş Kitaplığı (YKY Yayınları) Şubat 2000 |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-06-2008 | #66 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıSALYANGOZ ve EVİ
Salyangozları bilir misiniz? Onlar da tıpkı kaplumbağalar gibi evlerini sırtlarında taşır Bir zamanlar evini sırtında taşımaktan haşlanmayan sevimli bir salyangoz yaşarmış Üstelik evinin rengini de hiç beğenmezmiş Bizim sümüklü böcek kelebek ve uğur böceğini çok severmiş Arada bir onlarla dertleşir evini şikayet edermiş “Ah keşke evimi sırtımda taşımak zorunda olmasaydım Hadi taşıyorum bari sizin elbiseleriniz gibi bol desenli ve renkli olsaydı” Kelebek ve uğur böceği bir gün sümüklü böceğe “Sevimli arkadaşımız hani evim renkli olsun diyorsun ya biz onun bir çaresini bulduk Ressam olan bir tırtır var Seni ona götürürsek evini rengarenk boyar” Sümüklü böcek buna çok sevinmiş “Ne duruyoruz Hemen gidelim” Demiş Böylece düşmüşler yola Tırtılın kapısını çalmışlar Gelen misafirleri dinleyen tırtıl boyalarını ve fırçasını alıp çalışmaya başlamış Sonunda tırtıl sümüklünün evini çok güzel desenlerle bezemiş Sümüklü böcek yeni görüntüsünü beğenmiş beğenmesine ama yine de evinin sırtında olmasına çok üzülüyormuş Dönüş yolunda üç arkadaş şiddetli bir yağmura yakalanmış Kelebek ve uğur böceği öyle ıslanmışlar ki sele kapılmaktan son anda kurtulmuşlar Oysa sümüklü böcek hemencecik evine girmiş Yağmur dinip de evinden dışarı çıkınca arkadaşlarının perişan halini görüp üzülmüş Sonra da kendi kendine şöyle düşünmüş “İyi ki saklana ileceğim bir evim var Rengi olmasa da beni yağmurdan koruyor ya” Sevimli sümüklü böcek bu olaydan sonra bir daha evini sırtında taşımaktan şikayetçi olmamış |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-06-2008 | #67 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıSIĞINAK ARAYAN ÇOCUK
Güneş batmış, ay gökyüzünde gezinmeye çıkmış Gecelerden bir gece sevgili aynacık bakın neler anlatmaya başlamış Uzak memleketlerin birisinde tahtına düşkün, zengin mi zengin bir padişah yaşarmış Adil olmasına adilmiş ama, burnu kanasa bütün ülkeyi ayağa kaldırırmış Birgün öyle hastalanmış, öyle hastalanmış ki; ayağa kalkamaz, sarayının bahçelerinde zevkle gezinemez olmuş Ülkede ne kadar iyi doktor varsa çağırmışlar Ne kadar ilaç varsa denemişler, ama bir türlü padişahın hastalığına çare bulamamışlar Yaz gelmiş, çiçekler açmış, kuşlar cıvıldaşmaya başlamış Güneş parıldıyor, herkesi evinden dışarıya çağırıyormuş Fakat padişahımız, iyileşemediği için bu güzellikleri pencereden seyretmekle yetinmek zorunda kalıyormuş Birgün bütün doktorlar bir araya gelerek padişahın hastalığını konuşmaya başlamışlar Artık onlar da sıkılmış bu olaydan Çünkü padişah hergün onlara kızıyor, bağırıyormuş: - Siz ne biçim doktorsunuz Hepinizi astırmak lazım Zindanlarda süründürmek lazım Kafanızı uçurmak lazım Doktorlar korkuya kapılmaya başlamışlar bu tehditler karşısında En kısa zamanda padişahın hastalığına bir çare bulamazlarsa başlarının derde gireceğini seziyorlarmış Nihayet içlerinden biri meydana çıkarak; - Arkadaşlar, demiş Buradan çok çok uzakta bir memleket var Adı Sevilenya Orası ilimde ilerlemiş bir memlekettir Bütün alimler mutlaka oraya gider ve ilmine ilim katarmış İşte o memlekette yaşayan bir doktorun ünü dünyaya yayılmış İyileştiremediği hasta, çaresini bulamadığı hastalık yokmuş Padişahımıza söyleyelim haber salsın çağırtsın onu Biz de rahatlayalım Doktorların hepsi bu fikre katılmışlar ve içlerinden birisini sözcü seçerek padişaha göndermişler Padişah anlatılanları dinledikten sonra hemen emir vermiş: - Derhal hazırlıklar başlasın Yarın sabah yola çıkacak bir birlik oluşturulsun En güzel hediyeler, kese kese altınlar doktora verilmek üzere hazırlanmış Ve ertesi sabah bilinmeyen ülkeye doğru yolculuk başlamış Akrep yelkovanı, gece gündüzü, ilkbahar kışı kovalamış yaz gelmiş Padişahımız her sabah heyecanla uyanır sorar olmuş: - Geldiler mi? Çevresindekiler çekinerek cevap verirlermiş: - Henüz gelmediler padişahımız Birgün güneş yüzünü dağların ardından göstermeden, ay yıldızlarla gökten çekilmeden nal sesleri şehrin sokaklarını inletmeye başlamış Saray kapısı açılmış, muhafızlar hemen doktorlara haber vermişler: - Birlik geri dönmüştür Doktorlar, padişahın hastalığına derman olacak doktorun gelip-gelmediğini öğrenmek için bahçeye inmişler Arabadan, siz deyin çınar boyunda, ben diyeyim kavak boyunda bir adam inmiş Bir ân ürkmüşler Bakışlarında bir baykuş keskinliği varmış Hürmette kusur etmeden odasını göstermişler, dinlenmesi için Fakat kabul etmemiş: - Hastamız nerededir? Bir insan acı çekerken ben nasıl dinlenebilirim! Doktorlar şaşkın şaşkın padişaha haber salmışlar Padişah haberi alır-almaz; - Aman hemen gelsin Kaç zamandır gözlerime uyku girmez Acıdan yüreğim duracak sanırım Hemen gelsin hemen, demiş Bu, adı daha önce hiç duyulmamış ülkeden gelen doktor, elindeki ufak çantayla padişahın huzuruna çıkmış Padişahın ağrıyan bacağını saatlerce incelemiş ve sonra şunları söylemiş: - Dokuz yaşında bir erkek çocuk bulunmalı Bu çocuk kesilecek ve midesi bacağınıza sarılacak Üç gün içinde hiçbir şeyiniz kalmaz, ayağa kalkarsınız Padişah, askerlerini böyle bir çocuk bulmaları için göndermiş Bütün okullar, bütün evler araştırılmış Ve nihayet dokuz yaşında, çok güzel bir erkek çocuğu bulunmuş Askerler çocuğun annesiyle, babasıyla konuşmuşlar, durumu anlatmışlar Zaten bütün halk padişahın hastalığından haberdarmış Ama anne ve baba çocuklarının kesileceğine çok üzülmüşler Ağlamış, sızlanmışlar Yalvarmışlar Ama kimse onları dinlememiş Çocuğun babası vezire gelerek; - Oğluma kıymayın, demiş Onun yerine beni öldürün O benim tek çocuğum Beni ondan ayırmayın Ne olur yapmayın bunu! Vezir, çocuğun babasını karşısına oturtmuş ve şunları söylemiş: - Sen bir çocuğun mu, yoksa bir padişahın mı ölmesini istersin? Eğer padişahımız ölürse hâlimiz nice olur hiç düşünmüyor musun? Düşmanlarımız memleketimizi istilâ ederler Bu daha mı iyi? Akılsızlık etme Sana bin altın veriyorum Hiç oğlun olmadığını düşün Çocuğun babası o kadar altını daha önce birarada hiç görmediği için heyecana kapılmış ve razı olmuş: - Varsın padişah yoluna öldürülsün benim oğlum, demiş Oğlunun karşılığı olarak aldığı altınlarla eve dönmüş Çocuk, babasına sarılıp ağlamış - Beni öldürmeyecekler değil mi, diye sormuş babasına Adam oğluna diyecek bir söz bulamamış, susmuş kalmış Ertesi gün de çocuğun annesi vezirin yanına gitmiş Yalvarmış, yakarmış Ama vezir ona da bin altın vererek bu işe rıza göstermesini sağlamış Çocuğun annesi ağlamayı bırakarak; - Eh, madem ki hayırlı bir iş için ölecek, ne yapalım ölsün, demiş Padişah, anne ve babadan izin aldıktan sonra devrin bilginlerini yanına çağırtmış Bir de onlardan izin almak istiyormuş Bazıları bunun yanlış olduğunu söylemişler, bazıları padişahın ölümünden daha hayırlıdır demişler Sonunda çocuğun kesilmesinde bir sakınca olmadığı kararına varmışlar Bütün ülkeye bu olay duyurulmuş Herkesin dilinde kesilecek çocuk varmış Kimileri duyduklarına inanamıyor, kimileri çocuğa acıyor, kimileri de padişah iyileşecek diye seviniyormuş Kısa zamanda şehrin meydanı hazırlanmış Halk merasimi seyretmek için meydana toplanmış Çocuğun annesiyle babası halkın önünde çocuklarının kesilmesine izin verdiklerini, bilginler de çocuğun hayırlı bir iş için öldürüldüğünü söylemişler Zavallı çocuk hiçbir şey yapamıyormuş Kesileceği yere çıkarılmış Herkese bir bir bakmış ve babasına dönerek konuşmaya başlamış: - Babacığım, hani ben senin tek çocuğundum Hani beni çok severdin Şimdi bensiz ne yapacaksın? O altınlar benim yerimi tutabilir mi? Çocuk sonra da annesine dönerek konuşmuş: - Ya sen anneciğim, nasıl izin verebildin biricik oğlunun öldürülmesine! Demek ki beni gerçekten hiç sevmedin Üzülmeyecek misin? - Peki siz, sevgili bilginler Dokuz yaşındaki bir çocuğun öldürülmesinin yanlış olmadığını nasıl söylersiniz? Ben kimsenin canını acıtmadım ki Padişahımızın hastalığının sebebi de ben değilim Kimseyi de öldürmedim Son olarak padişaha dönmüş: - Padişahım, iyileşmek için beni öldürüyorsun Oysa biz seni sığınak kabul ediyorduk Senin ülkende bunun için yaşıyoruz Bizi koruduğun için Demek ki ülkemize bir şey olsa hiçkimse sana sığınamayacak, demiş Çocuk bakmış kimse yardım etmeyecek, başını gökyüzüne kaldırmış ve dudaklarını kıpırdatmaya başlamış Padişah onun bu hâlini görünce sormuş: - Şimdi ne yapıyorsun? Islanmış gözlerini padişaha çeviren çocuk, ağlamaklı bir sesle cevap vermiş: - Sen annemi, babamı, bilginleri razı etmişsin Bana da sığınabileceğim tek bir yer kalıyor Yalvarıyorum ki beni kurtarsın Siz beni anlamıyorsunuz Padişah bu sözleri duyunca şaşırıp kalmış ve hatasını farkedivermiş: - Bırakın çocuğu, demiş Benim ölümüm bu bacaktan olacaksa olsun Bu olaydan sonra padişahın bacağı nedense hiç ağrımamış Ve padişah çocuğu yanına alarak beraberce güzel bir hayat geçirmişler Naz Ferniba |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-06-2008 | #68 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıŞAMPİYON ÖRDEK
Bir gölün çevresinde binlerce ördek yaşıyordu Bu ördekler çeşitli yarışmalar düzenlerler, centilmence mücadele ederler ve birinci gelenleri ödüllendirirlerdi Son birkaç yıldır yapılan yarışmalarda birinciliği Gadro kazanıyorduyüzme yarışı olsun, dalma olsun, güzel yürüme yarışması olsun Gadro hep önde, hep birinciydi Gadro, arkadaşları oyun oynarken tek başına antrenman yapmış, hırsla kendini büyük bir şampiyon olacağım diyerek yetiştirmişti Birinci olamamak diye bir şeyi düşünemezdi Zaten her şeyden emin olmadan yarışmalara katılmamış ve girdiği ilk yarışmadan zaferle çıkmıştı Gadro, son günlerde arkadaşlarına yakında buralardan gideceğini söylemeye başladı Zaten burada sıkışıp kalmıştı Dünya bu kadar küçük değildi Çekip gitmeli dünyaya Gadro’yu tanıtmalıydı Gadro, bir gün ansızın çekip gitti Hızlı adımlarla yürüyüp giderken, dönüp arkasına bakmadı Gadro, gölden uzaklaştıkça kalbini kemirmeye başlayan huzursuzluğun gitgide büyümekte olduğunu fark etti Ne zaman birkaç orman hayvanını bir arada görüp yanlarına gitmeye kalksa huzursuzluğu çoğalıyordu Çünkü onlar Gadro’ya sıradan biriymiş gibi davranıyorlar, bazı konularda ileri sürdüğü fikirlere gülüp geçiyorlardı Gadro, bir süre sonra yürüyüşünün bile gülümsemelere neden olduğunu görünce canı iyiden iyiye sıkılmaya başladı Bunlar da kimdi böyle? Kim oluyorlardı da onun çapında birine gülüyorlardı? O, koskoca bir şampiyondu Göl kıyısında yaşayan binlerce ördek arasında adı bir ilah gibi anılıyordu Ya bunları kim tanıyordu? Daha birbirlerini tanımak değil, kendi kendilerini bile tanımıyordu bunlar Kendi adını unutmuş biri, Gadro’nun namını işitmiş olsa bile, şimdi hatırlamasına olanak var mıydı? Zavallıydı bunlar, hepsi zavallıydı Gadro, pek çok yeri gezip dolaştıktan tam beş yıl sonra göl kıyısına geri döndü Artık eskisi gibi göl kıyısında dolaşmıyor, geceleri gölde yüzme, dalma antrenmanları yapıyor, gündüzleri ise, gölü rahatça görebileceği bir tepeye çıkarak, gölde yüzen ördekleri seyrediyordu Gadro, bir gün yine bu tepeye çıkmıştı Biraz sonra kırk elli ördeğin göl kıyısına gelerek, bunlardan ayrılan beş ördeğin göle girip birbirleriyle yarıştıklarını gördü Arada bir, tek tük alkış sesleri duyuluyordu Herhalde antrenman yapıyorlar, diye düşündü, Gadro Aradan biraz zaman geçtikten sonra yaşlı bir ördeğin gelmekte olduğunu gören Gadro, tanınmaması için giydiği şapkasını gözlerinin üstüne kadar indirdi Yaşlı ördek, selam verdikten sonra, Gadro’nun yanına oturdu: “ Yarışmalara bu yıl da ilgi pek az” dedi “ Baksana beş ördek yarışıyor, taş çatlasa elli ördek onları alkışlayıp gayrete getirmeye çalışıyor “ Gadro şaşırmıştı: “ Ne dediniz?Bunlar yarışıyorlar mı şimdi?Hayret, ben antrenman yaptıklarını sanmıştım!” Bunun üzerine yaşlı ördek: “ Yarışıyorlar evlat, yarışıyorlar “ dedi “ Hem bu yarışma yılın en büyük yarışması Büyük ödülü bu yarışı birinci bitirecek uzun mesafe yüzücüsü ördek kazanacak Eskiden bu gölde ne yarışmalar yapılırdı Bu tepe, şu yandaki tepeler, şu gerideki tepeler, tıklım tıklım dolardı Her yarışmaya yüzlerce ördek katılırdı Yarışmalar, büyük bir çekişme içinde günlerce devam ederdi Son gün yapılan final yarışmalarıyla birinciler belli olur, alkışlar arasında ödüllerini alırlardı Ne zaman ki, O, buralardan gitti, yarışmalardaki tüm heyecan bitti Böyle giderse birkaç yıla kalmaz, yarışacak sporcu bulunmaz Seyirci olmayınca yarışacak sporcu bulmak zor oluyor, evlat “ Gadro, tanımasın diye yaşlı ördeğin yüzüne bakmıyordu Yaşlı ördek sözlerini tamamlayınca, Gadro, tanınma korkusunu unutarak başını çevirirken şöyle konuştu: “ O gittikten sonra yarışmalardaki tüm heyecan bitti dediniz O dediğiniz kimdi ki? “ “ Bana bu soruyu sormakta yerden göğe kadar hakkın var, evlat “dedi yaşlı ördek“ Zaten sen sormasan da, ben onun adını söyleyecektim Senin yabancı olduğun, çok uzaklardan buralara geldiğin belli Yoksa kimden söz ettiğimi anlardın O, dediğim Gadro’ydu, evlat Gadro, büyük bir şampiyonduİlk girdiği yarışmadan son girdiği yarışa kadar hep birinci olduHerkes, Gadro’yu seyretmeye gelirdi Binlerce seyircinin yaptığı tezahürat korkunç olurdu O yarışırken dağ-taş ( Gadro…Gadro…) diye inlerdiGadro gideli beş yıl oldu ama, onu bir türlü unutamadık Aradan bunca zaman geçmesine karşın birkaçımız nerede bir araya gelsek hemen Gadro’dan bahsetmeye başlarız Gadro başkaydı canım, Gadro bambaşkaydı “ Yaşlı ördek sözlerini tamamlarken Gadro duygulanmış ve göz pınarlarında biriken yaşları silmek için şapkasını biraz yukarıya kaldırmıştı Kendisini yarışırken ve göl çevresinde gezerken pek çok defa gören yaşlı ördek karşısındakinin kim olduğunu anlamıştı Bu, büyük şampiyon Gadro’ydu İnanılır gibi değildi Demek Gadro yıllar sonra geri dönmüştü İlk anlarda inkar etmesine, Gadro olmadığını söylemesine karşın, yaşlı ördeğin uzun süren ısrarlarına dayanamayan Gadro, sonunda geri döndüğünün herkes tarafından bilinmesine razı oldu Ertesi gün gölde binlerce ördek toplanmıştıHepsi, büyük bir sabırsızlıkla Gadro’yu bekliyordu Gadro, onları fazla bekletmedi, geldi, göle girdi, yanında yaşlı ördek olduğu halde, ördeklerle tanıştı, hal hatır sordu, iltifatlar etti, onlarla kısa süren konuşmalar yaptı, gönüllerini aldı Daha sonra düzenlenen yarışmaya kadar Gadro, genç ördeklere gölde antrenman yaptırdı Onların iyi birer yarışmacı olmaları için sonsuz gayret gösterdi Düzenlenen her yarışmaya Gadro da katılıyordu Eskiden olduğu gibi, yine her yarışmaya yüzlerce ördek katılıyor, yine yarışmaları binlerce ördek seyrediyor, yine dağ-taş ( Gadro…Gadro diye inliyordu Gadro yarışmalarda birincilikler alıyordu fakat bazı final yarışmalarında Gadro’nun geçildiği görülüyordu ve bunu Gadro’nun yeni şampiyonlar ortaya çıkması için yaptığını herkes biliyordu Gadro, yirmi dört yaşına girmiş ve iyice yaşlanmıştı Birkaç yıldır sadece kısa mesafeli yüzme yarışlarına katılıyordu Son yarışında ilk metrelerde fenalık geçirmesine karşın, yarışı bırakmadı En geride kalmıştı Diğer ördekler yarışı tamamlayıp geriye dönüp baktıklarında Gadro’yu gördüler Efsanevi şampiyon Gadro, ileri doğru yüzmeye çalıştıkça sırtüstü düşüyor, kendini kaybetmiş bir halde debelenip duruyordu Yarışmacıların hepsinin üstünde Gadro’nun emeği vardıO, gece gündüz demeden kendilerini bu yarışa hazırlamıştı Hoca zor durumdaydı Yardım etmeliydi Yarışmacı ördekler, bir çırpıda Gadro’nun yanına gelip, onu kucakladılar Yarı baygın durumdaki Gadro mırıldanıyordu“Yarışı bitirmem lazım çocuklar, yarışı bitirmem lazım…” Gadro, binlerce ördeğin derin bir sessizlik içinde ayakta izlediği son yarışını diğer yarışmacıların kolları arasında bitirmeyi başardı Normalde bir ördeğin ortalama yaşam süresi yirmi beş yıldı Fakat Gadro daha uzun yıllar yaşadı Yarışmalarda yarışamasa bile yarışmalar yapılırken Gadro hep oradaydı Serdar Yıldırım |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-06-2008 | #69 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıSİNAĞRİT BABA
Cehennem nişanında beş sandaldık Güzel bir ocak akşamı Hava lodos Denize kırmızı rengin türlüsü yayılmış Çok kaynamış ıhlamur rengindeki yayvan, geniş, ölü dalgalar Sandallar ağır ağır sallanıyor, oltalar bekliyor, insanlar susuyor Otuz sekiz kulaç suyun altındaki derin sessizliğe, dibindeki dallı budaklı kayaların arasına yedi rengin en koyusu girer mi şimdi Sinağrit Baba döner mi avdan Pırıl pırıl, eleğim sağma rengi pullarıyla ağır ağır, muhteşem, bir ilkçağ kralı gibi zengin, cömert, asil ve zalim mantosu ile dolaşır mı kim bilir Altını, zümrüdü, incisi, mercanı, sedefi lacivertliğin içinde yanıp sönen sarayını özlemiş, acele mi ediyordu? Sinağrit Baba ömründe konuşmamış, ömrü boyunca evlenmemiş, ömrü boyunca yalnız yaşamıştır Onun kovuğundaki zümrüt pencereden ne facialar seyretmiştir Sinağrit Baba, ne oltalar koparmıştır Bu akşam kimin oltasını seçmeli de artık bitirmeli bu yorucu ömrü Daha her yeri pırıl pırılken, mantosu sırtında iken, daha eti mayoneze gelirken bitirmeli bu ömrü Sonra hesapta bir gün pis bir "Vatos'un, bir sırtı renksiz, yapışkan ve parazitli bir canavarın dişine bir tarafını kaptırmak var İyisi mi, muhteşem bir sofraya kurulmalı, bir zaferle dolu ömrün sonunu beyaz şarapla, suların üstündeki başka dünyada yaşayan bir akıllı mahluka kendini teslim etmeli Sinağrit Baba oltalardan birini kokladı Bu balıkçı Hristo'dur: kusurlu adam Gözü açtır onun İçinden pazarlıklıdır Evet, fukaradır ama, kibirli değildir Sinağrit baba fukaralıkta gururu sever Öteki oltaya geçti Kokladı Bu balıkçı Hasan'dır Geç! Cart curt etmesine bakma! Korkaktır Sinağrit Baba cesur insandan hoşlanır Bir başka oltaya başvurdu Balıkçı Yakup iyidir, hoştur, sevimlidir, edepsizdir, külhanidir Ama kıskançtır Kıskançları sevmez Sinağrit Baba, geç Şu olta, hasisin tuttuğu olta Sinağrit Baba cömertten hoşlanır Ama bu oltaya bir baş vurmaya değer Bir baş vurdu Hasisin oltasının iğnesini dümdüz etti Sinağrit Baba iğneden kopardığı yarım kolyozu çiğnemeden yuttu Hasis, oltasını hızla topladı: -Vay anasını be, Nikoli! -dedi-, iğneyi dümdüz etti Nikoli'nin oltasının yemini kuyruğuyla sarsmakta olan Sinağrit Baba, Nikoli'nin bir kusurunu arıyordu Onda kusur mu yoktu Evvela sarhoştu Sonra ahlaksızdı, kendini düşünürdü ama, cesurdu, cömertti, hiç kıskanç değildi Fukaraydı Kibirliydi de Sinağrit Baba, kibirli fukarayı severdi ama, Nikoli'nin kibrini beğenmiyordu İnsanoğlunda o başka bir şey, gurura pek benzeyen şey, yerinde, vaktinde bir gurur, o da değil, insanoğlunun insanlığından, ta saçının dibinden, oltasını tutuşundan beliren, isteyerek olmayan, ama pek istemeyerek de gelmeyen bir gurur isterdi Öyle bir elin oltasını düzleyemez, misinasını kesemez, bedeni fırdöndüsünden alıp gidemezdi Beş sandalın beşini de kokladı, beğenmedi Sinağrit Baba, kayasının kenarında durmuş, lacivert alem içinde hafifçe yakamozlanan oltalarla, civalı zokalardan aydınlanan saray meydanını seyrediyordu Sinağrit ve mercanlar şehrinin göbeğinde şimdi tatlı tatlı sallanan on beş tane fener vardı Öteki kovuklardan mercan balıkları çıkıyor, fenerlerden birine hücum ediyor, budalaca yakalanıyorlardı Gözleri büyümüş bir halde yukarı çıkarken dönüp tekrar aşağıya kadar geliyor, yukarıdaki dünyayı görmeye bir türlü karar veremiyorlardı Sinağrit Babaya büyüyen gözleriyle, "Bizi kurtar şu lanetlemeden" der gibi bakıyorlardı Sinağrit Baba düşünüyordu Gidip o yakamoz yapan ipe bir diş vurdu muydu, tamamdı Ama hiçbirini kurtarmıyor, hareketsiz duruyordu Sinağrit Baba onları kurtarmanın bu kadar kolay olduğunu biliyordu ama, bildiği bir şey daha vardı O da ister su, ister kara, ister hava, ister boşluk, ister hayvan, ister nebat aleminde olsun, bir kişinin aklı ile hiçbir şeyin halledilemeyeceğini bilmesidir Ancak bütün balıklar oltaya tutulan hemcinslerini kurtarmanın tek çaresini koşup o yakamoz yapan ipi koparmak olduğunu akıl ettikleri zaman, bir hareketin bir neticesi ve faydası olabilirdi Yoksa, gidip Sinağrit Baba oltayı kesmiş, biraz sonra Sinağrit Baba tutulduğu zaman kim kesecek? Kim akıl edecek yakamozu dişlemeyi? O sırada büyük büyük ışıklar saçan bir olta aşağıya inmişti Sinağrit Baba ümitle koştu Bu oltayı da kokladı Hiç tanıdığı birisi değildi Yemi ağzına aldığı zaman bu olta sahibinin, tam aradığı adam olduğunu bir an sandı Bu anda da yakalandı Kepçeden sandala düştüğü zaman, Sinağrit Baba, büyük gözleriyle kendisini yakalayana sevinçle baktı Sinağrit Baba, etrafı kırmızı, içi aydınlık siyah gözleriyle bir daha baktı Birdenbire ürperdi Hiddetinden ayaklarını yere vuran bir genç kız gibi sandalın döşemesini dövdü Belki bizim bile bilemediğimiz bir işaret görmüştü kendisini tutan oltanın sahibinde: Bu adam şimdiye kadar hiç imtihan geçirmemişti Ömrü boyunca, cesur, cömert, Sinağrit Baba'nın istediği şekilde mağrur yaşamıştı Ama Sinağrit Baba bu adamın ne korkunç bir iki yüzlü köpek olduğunu bizim göremediğimiz bir yerinden anlayıvermişti Bütün devirler ve seneler boyunca kendisini tutan oltanın sahibi ne cesaretini, ne cömertliğini, ne gururunu bir tecrübeye, bir imtihana tabi tutturmamış, her devirde talihi yaver gitmiş birisiydi Kimdi, neydi? Sinağrit Baba da bilemezdi Ama belki de ölünceye kadar cömert, cesur, mağrur yaşayacak olan bu adamın şu ana kadar bir defa bile bir imtihana sokulmadığını anlamıştı Belki de sonuna kadar bir imtihandan kurtulacaktı Sinağrit Baba böylesine hiç rastlamamıştı Ölmeden evvel adama bir daha baktı Namuslu, cesur, cömert ölecek bu adamın hakikatte korkakların en korkağı, namussuzların en namussuzu olduğunu alnından okuyordu Bu adam o kadar talihliydi ki, daha ikiyüzlülüğünü kendi kendisine bile duyacak fırsat düşmemişti Yoksa Sinağrit Baba yakalanır mıydı? Sinağrit Baba hırsından tekrar tepindi Bağırmak ister gibi ağzını açtı Kapadı Sinağrit Baba son nefesini böylece hiçbir insanlık imtihanı geçirmemişin sandalında pişman ve mağlup verdi Yazan: Sait Faik Abasıyanık Bilgi Yayınları, Eylül 1995 |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-06-2008 | #70 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıŞEHİR FARESİ İLE TARLA FARESİ
Çok eskiden tarla faresi ile şehir faresi arkadaş olmuş İkisi birbirlerini çok severmiş Aralarında güzel bir dostluk kurulmuş Şehir faresi sık sık tarla faresini ziyaret edermiş Birlikte kırlarda güle oynaya vakit geçirirlermiş Diledikleri kadar koşar, zıplar, yuvarlanırlarmış Bir gün şehir faresi arkadaşını yemeğe davet etmiş -Bu akşam bize gel Sana güzel bir sofra hazırlayayım Azıcık miden bayram etsin, demiş Bu davete tarla faresi çok sevinmiş Yiyeceği yemeklerin hayalini kurmaya başlamış Bütün gece rüyasında peynirler, tatlılar, pastalar görmüş Bu arada şehir faresinin evinde bir telaş bir telaş Çeşit çeşit yiyecekler, pastalar hazırlanmış Bütün gün koşturup durmuş Akşam tarla faresi kalkıp gelmiş Bakmış, masanın üzeri çeşit çeşit yiyeceklerle dolu Masada hiçbir şey eksik değilmiş Hemen sofraya oturmuşlar Ziyafet neşeli başlamış Tarla faresi önce pastadan bir lokma alacakmış Tam çatalını uzatmış, dışarıdan sesler gelmiş Şehir faresi hemen deliğine kaçmış Ardından da tarla faresi kendini zor atmış deliğe Korkudan kalpleri küt küt atıyormuş Tarla faresi sormuş: -Evin kedisi olabilir mi? Şehir faresi cevap vermiş: -Sanırım onun gürültüsüydü Yeniden sofraya oturmuşlar Ama artık neşeleri kaçmış, tedirgin olmuşlar Tarla faresi bu kez çatalını böreğe uzatmış Tam lokmayı ağzına atacakmış, yine sesler işitmişlerApar topar ikisi de kendilerini deliğe atmış Yüzleri korkudan sapsarı olmuş Korkudan tir tir titriyorlarmış Tarla faresi sormuş: -Evin hanımı olabilir mi? Şehir faresi cevaplamış: -Belki odur bilemem Sesler kesilince delikten çıkmışlar Şehir faresi: -Kusura bakma Bazen böyle şeyler oluyor Haydi yemeğimize devam edelim, demiş Tarla faresi: -Bu kadar yeter! Korku içinde yemek istemem, demiş Yarın sen bana gel Kuru ekmek yeriz belki ama kimse de bizi korkutamaz Yazan:Jean de La Fontaine Çeviri: Sema Aydın Mutlu Yayıncılık, Ocak 1998 – İstanbul |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-06-2008 | #71 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıTAVŞAN İLE KAPLUMBAĞA
Tavşanın birisi çok övünüyormuş - Bu ormanda benden hızlı koşan yoktur Varsa gelsin yarışalım diye söyleyip geziyormuş Kaplumbağa bir gün: - O kadar böbürlenme kendine de o kadar güvenme Ben senden daha hızlı koşarımİstersen yarışalım, demiş Tavşan kaplumbağanın bu sözlerine kahkahalarla gülerek: - Sen mi benimle yarışacaksın diyerek alay etmiş Ama yinede yarışı kabul etmiş Yarışın başlangıç ve bitiş yerlerini belirlemişler,yarış başlamış Tavşan çok hızlı başlamış Ama biraz ileriye gidince geri dönüp bakmış ki tavşan, kaplumbağa hiç görünmüyor Yatmış bir ağacın dibine uyumuş Uyandığında , bakmış ki kaplumbağa yarışı bitirmek üzere Tavşan koşmuş fakat kaplumbağa varış yerine ondan önce ulaşmış Kaplumbağa tavşana: “ Hiçbir zaman kendini başkalarından üstün görme Sen, uyudun, Ben çalışarak seni seçtim”demiş Bilinmiyor |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-06-2008 | #72 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıTEMBEL KIZ
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir karı koca varmış Bu karı kocanın bir kızı olmuş Kız, elbebek gülbebek büyütülmüş, ama hiç iş öğrenememiş Bunun için adına Tembel Kız denilmiş Bu kız o kadar tembelmiş ki yerinden kalkmaya üşeniyormuş Anası babası ona bir gelberi yaptırmış Kız da oturduğu yerden işini gelberiyle yapıyormuş Kızının evlilik çağı gelmiş Anası babası kızı bir avcıyla evlendirmiş Avcı ava gitmiş, bir ördek vurmuş Eve gelmiş, ördeği temizlemiş, ateşe koymuş Tekrar ava gitmek üzere hazırlanmış, karısına ateşe ördeği koydum, yanmasın bak demiş Tembel Kız, olur demiş, demiş ama yerinden bile kalkmamış Aradan uzunca bir zaman geçmiş Dilenci eve gelmiş Tembel Kıza, hanımcığım Allah rızası için bir dilim ekmek demiş Tembel Kız da yan tarafta mutfak, geç al cevabını vermiş Dilenci mutfağa girmiş Bakmış ocakta ördek kaynıyor, almış ördeği, torbasına koymuş, tencerenin içine de ayaklarındaki pis çarıkları Gelmiş, Tembel Kız'ın yanına Bak hanımcığım demiş, ekmeği aldım Allah razı olsun Şimdi sana bir türkü söyleyeyim de ben gideyim Türküyü şöyle söylemiş; Senin gaga benim torba içinde, Benim çarık senin çorba içinde, Sen yat kaba yatak yorgan içinde, Ben yiyecem gagayı orman içinde Dilenci türküyü böyle söylemiş, çekip gitmiş Aradan bir zaman geçmiş, kızın avcı kocası gelmiş Karısına ördek pişti mi? Demiş Karısı olan biteni anlatmış, bak bana bir de türkü söyledi, sana deyiverem demiş, türküyü söylemiş O zaman avcı kocası durumu anlamış, karısına kızıp azarlamış Ondan sonra Tembel Kız, tembelliği bırakmış Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-06-2008 | #73 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıTİTREK TAVŞAN
Ormanda her gün kurulmakta olan tavşanlar pazarı, havanın kararmasıyla birlikte, dağılıyordu Sergisini toplayan tavşan pazar yerini terk edip gidiyordu Vakit geç olup da pazar yerinde tavşan kalmayınca bir tavşan pazara gelirdi Sırtında boş çuvalıyla ve bu boş çuval tezgah altlarında kalmış, kıyıya köşeye atılmış, satılmamış havuçlarla ve bazı yiyeceklerle dolacaktı Daima gölgelerden, acaba bir gören olur mu korkusuyla, yorgun ve titrek adımlarla İşte bu tavşan yoksul, yetim, garip bir tavşandı Adı Titrek Tavşan’dı O, böylesine bir düşkünlük içinde olmanın çıkar yol olmadığını biliyordu Fakat çaresizdi Bir yuvası vardı, bu yuvada iki de oda Bu odalardan birinde çok sevdiği Pembe Tavşan ve iki yavrusuyla birlikte kalıyordu Diğer odada ise havuç yetiştiriyordu Artık ne kadar havuç yetiştirebilir bunu tahmin etmek zor olmasa gerekHavuçlar olgunlaşınca Titrek Tavşan bunları satacak ve ailesinin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışacaktı Bir gün Titrek Tavşan ormanın karşısındaki tepeye doğru yürüyüşe çıkmıştıTepenin gerisinde deniz görünüyordu Sahil yakındaydı Birden kumların üzerinde bir martı dikkatini çekti Bu martı, kanadı kırık, yaralı bir martıydı Uçamıyordu Oldukça zor durumdaydı Çünkü çevresi sekiz tane yengeç tarafından kuşatılmıştı Kanadı kırık, yaralı martı, yengeçlerle amansız bir ölüm kalım savaşına girmişti Kurtulmak için ileri atıldıkça önü bir yengeç tarafından kesiliyor ve yengeç korkunç kıskacıyla martıyı yakalamak istiyor, fakat martı, canhıraş feryatlarla karşı koyuyor, gitgide tükenmekte olan gücüyle hayatını savunuyordu Titrek Tavşan, bu durumu görmezden gelemezdi Tüm cesaretini toplayıp martının yardımına koştuYengeçler daha ne olduğunun farkına varamadan, martıyı kucağına aldığı gibi, bir keklik gibi sekerek, onların aralarından sıyrıldı Hızla koşarak olayı ilk gördüğü tepeye çıkan Titrek Tavşan, kucağındaki martının bayılmış olduğunu fark edince, onun iyi bir bakıcıya ihtiyacı olduğunu düşünerek, balıkçı Ziya Kaptan’ın yaşadığı deniz kıyısındaki kulübeye geldi Martıyı Ziya Kaptan’a teslim eden Titrek Tavşan yuvasına geri döndü Aradan bir ay geçti Geçen zamanla birlikte havuçlar olgunlaşmıştı Titrek Tavşan, havuçları pazarda sattı Kendine, Pembe Tavşan’a ve yavrularına elbise aldı Ne zamandır hep aynı elbiseleri giymekten bıkmıştı, rengi solmuş, yamalı elbiseleri…Yoksulluk ömür boyu mu sürecekti? Hep böyle yoksul mu kalacaklardı? Yoksulluğun bir çaresi yok muydu? Eğer varsa bu çare neydi? Hani Titrek Tavşan yuvasının bir odasında havuç yetiştiriyordu ya şimdi o odada havuç kalmamıştı Çünkü, havuçlar satılmıştı Titrek Tavşan, buradaki toprağı şöyle bir alt-üst etti Havuç tohumu attı Suladı Artık iş zamana kalmıştı Nasılsa zaman geçecektiElbet bir gün gelir bu havuçlar da olgunlaşırdı Titrek Tavşan bir sabah havuç yetiştirdiği odaya girince hayretler içinde kaldı Gördüklerine inanamıyordu Toprağın üstündeki olgun havuç yaprağıydı Ama nasıl olurdu daha tohum atalı on gün bile olmamıştı Bu kadar kısa sürede havuç yetişmesi olanaksızdı Yaprak olgunlaşmıştı tamam da bakalım toprağın içinde havuç var mıydı? Orayı eşeledi, burayı eşelediAldı havucun birini dişledi, aldı bir başka havucu daha dişledi, tuttu bu iki havucu yedi, bitirdi Enfesti havuçlar, tatlıydı Titrek Tavşan bu havuçları da pazarda sattı Memnundu yuvasına dönerken, çünkü iyi kazanmıştı Daha sonraki günler de birbirinin tıpatıp benzeri şekilde geçti Titrek Tavşan havuçları pazarda satıyor, ertesi gün yine oda havuç dolu oluyordu Bir akşamüstü Titrek Tavşan’ın kafası bu konuya takıldı Nasıl oluyordu da, tohum atmadığı halde toprakta havuç bitiyordu ve bu havuçlar bir gecede olgunlaşıyordu? Bu soruların bir açıklaması olmalıydı ve ne oluyorsa gece oluyordu Demek ki, geceleri bir şeyler dönüyordu havuç yetiştirdiği odada Titrek Tavşan hemen kararını verdi O gece odada sabaha kadar bekleyecek ve ne olup bittiğini anlayacaktı Akşam yemeğini yedikten sonra, havuç yetiştirdiği odaya geçti Kapıyı kapadı Kapının yan tarafına koyduğu sandığın içine girdi Sandığın tahtaları arasındaki deliklerden, odanın her tarafı rahatça görünüyordu Titrek Tavşan dikkatini tam karşıdaki pencereye verdi Yerden oldukça yüksekte olan bu küçük pencere odanın havalandırılması için kullanılıyordu Vakit gece yarısı olmuştu Aniden dışarıdan kanat sesleri duyuldu Bir martı pencereden odaya girdiAyaklarının arasında küçük bir torba vardı Martı, bu torbadaki havuç tohumlarını toprağa serpiştirdiİşini bitirdikten sonra pencereden uçup, gitti Zamana karşı şartlandırılmış tohumları toprak hemen kabul edecek ve her geçecek bir saatte bu tohumlar on gün geçirmiş olacaktı Titrek Tavşan vefakar martıyı hemen tanıdı Bu martı, birkaç ay önce, yengeçlerin parçalamak istedikleri kanadı kırık, yaralı martıydı Demek ki, Ziya Kaptan yaralı martıyı iyileştirmiş ve kurtarıcısının kim olduğunu söylemişti Martının Titrek Tavşan’a can borcu vardı ve bu borcunu cana can katarak ödüyordu Titrek Tavşan birkaç gün sonra bir kamyonet satın aldı ve yetiştirdiği havuçları bu kamyonetle pazara götürmeye başladı İki yavrusu da zamanla büyümüşler, genç birer tavşan olmuşlardı Onlar da babaları Titrek Tavşan’la birlikte pazara gidiyorlardı Titrek Tavşan yol boyunca şu şarkıyı söylüyordu: “ Benim adım Titrek Tavşan Ben pazarda havuç satarım İşte yanımda şimdi yavrularım Ben onlarla gurur duyarım Her gün pazara gideriz biz Tavşanlara havuç satarız” Bazı günler kamyonetin peşi sıra bir martıyı uçarken görüyordu ve yavaşlıyordu Az sonra kamyonetle martı bir hizaya geliyor ve martı ile Titrek Tavşan selamlaşıyordu Daha sonra martı hızını arttırıyor ve ileri doğru uçup gidiyordu Titrek Tavşan ile martı böyle uzaktan uzağa bir birlikteliği uzun süre sürdürdüler Fakat bir kez olsun bir araya gelip konuşamadılar Bunun nedenini biz bilemeyiz Belki de böylesi daha iyi oluyordu Onlar gönüllerince mutluydular, huzur doluydular Onların mutluluğunu engellemek bize yakışık almaz Serdar Yıldırım |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-06-2008 | #74 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıTOHUMLAR
O Sabah güneş yine her zamanki gibi yükselmiş, ısı ve ışınları bereketli topraklar üzerine cömertçe göndermeye başlamıştı Ali dayı, sabah namazından hemen sonra yola koyulmuştu Tarlasına ha vardı, ha varacaktı Başını kaldırıp güneşe baktı - Allah'a şükürler olsun, diye mırıldandı Arabanın üstünde, uykusundan henüz uyanmış olan küçük Abdullah merakla başını kaldırıp babasına baktı - Durup dururken niye şükrettin baba? Ali dayı tebessümle oğluna baktı ve; - Şükür her zaman yapılır evlat, dedi Çünkü Allah'ın bize ihsan ettiği ni'metlerden her an faydalanıyoruz Beş dakika nefes almazsan ne olur? Abdullah dudak büktü: - Ne bileyim, ölürüm herhalde - Gördün mü ya, dedi babası Şükretmemiz gereken ne çok nimete sahibiz Derin bir nef es aldı ve; - Az önce güneş nimetine şükretmiştim, dedi Abdullah merakla babasına bakıyordu Babası devam etti: - Güneş olmasa tohumlar canlanıp yeşermez, büyümezler Abdullah'ın küçük kafasında şimşekler çaktı Öyle ya; tohumlar canlanıp büyümeseler hem insanlar, hem bütün canlılar aç kalırdı Yani hayat olmazdı Heyecanla babasına döndü: - O halde toprak da nimet, su da! diye söyledi Babası gülerek onun saçlarını okşadı - Elbette yavrum, elbette! dedi Tarlaya gelmişlerdi Ali dayı tohum çuvallarını arabadan indirdi Karasabanı hazırladı Küçük Abdullah sabırsızlanıyordu - Ben de tohum ekmek istiyorum baba! Ektiğim tohumların büyüdüğünü görünce çok sevineceğim! - Tabii ekeceksin oğlum, dedi babası Ama hemen değil Ekilen tohumun bereketli olması için dua etmek gerek Şimdi sen gölgede dinlen, ben iki rekât namaz kılıp dua edeyim Sonra başlarız Abdullah gölgeye gidip oturdu Ne çok şey öğrenmişti bugün İyi ki babasıyla tarlaya gelmişti "Keşke abimler de gelseydiler" diye düşündü "Ama onlar büyük, benim öğrendiklerimi zaten biliyorlardır" diye avundu Babası namaz kılmış dua ediyordu " Acaba babam nasıl dua edecek?" diye meraklandı Yanına gidip oturdu İşte duyabiliyordu: - Yâ Rabbi! Yeri, göğü, her şeyi yaratan, yoktan var eden sensin Ben de senin zayıf ve âciz bir kulunum Şimdi toprağa atacağım tohumları Senin kudret ve merhametine emanet ediyorum Onları yeşert, büyüt ve canlılar için bereketli kıl Allahım; çünkü biz hepimiz bunlara muhtacız Abdullah da babası gibi "âmin" diyerek minik ellerini yüzüne sürdü O gün, küçük Abdullah için unutulmayacak kadar güzel geçmişti O da babası gibi avuç avuç tohum serpmişti tarlaya Ve, tarla sürüldükçe o tohumların toprak altında kalışını ilgiyle seyretmişti Akşam eve dönünce, o gün yaşadıklarını heyecanla anlattı annesine Abileri ise, onun bu heyecanına gülüp geçiyorlardı Bir de bağı vardı Ali dayının O yıl tarla gibi bağı da çok verimli olmuştu Birkaç gün sonra bağbozumu başlayacak, meyveler toplanacaktı Bir sabah kahvaltıda büyük oğlu bu mevzuyu açtı: - Baba her yıl yaptığın gibi bu yıl da bütün köylüyü toplayıp meyveleri dağıtmayacaksın değil mi? Babası güldü: - Herkes rızkını yer evlât Elbette ki ihtiyacı olana istediği kadar vereceğim Ortanca oğul da abisi gibi itiraz etti - Biz emeğimizle kazanıyoruz başkaları yiyor Satıp para kazansak daha iyi olmaz mı? Ali dede çocuklarına hüzünle baktı: - Böyle düşünürseniz kazanamaz, kaybedersiniz yavrum Ben yıllardır ihtiyacı olan herkese yardım ettim ve hiç sıkıntıya düşmedim Unutmayın ki komşuluk hakkı vardır Verdikçe bereketlenir Çocuklar, babalarını ikna edemeyince kalkıp gittiler Ali dayı tebessümle küçük Abdullah'ın başını okşadı ve; - Sen onlara benzeme yavrum dedi Unutma ki her zaman veren el alan elden üstündür Bağbozumu başladığı gün Ali dayının bağı bayram yeri gibiydi âdetâ İhtiyaçları kadar ürün alan köylüler meyvelerin toplanması için Ali dayıya yardım ediyorlardı Çocuklar da yere düşenleri toplayıp yiyerek neşe içinde eğleniyorlardı Ne yazık ki bu mutluluk f azla sürmemiş, Ali dayı o kış yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak vefat etmişti Artık tarla ve bağ işleri çocuklara kalmıştı Birgün en büyükleri kardeşlerini yanına çağırarak; - Babamızın yaptığı yanlışı biz yapmayacağız, dedi Çalışıp alın terimizle kazanacağız Bir çöpümüzü bile başkasına yedirmeyeceğiz Zengin olacağız, zengin! Abdullah itiraz etti: - Ben sizin gibi düşünmüyorum, dedi Eğer Çok kazanmak istiyorsak, önce şükretmeliyiz Sonra ürünü ekerken bereketli ve insanlara faydalı olması için dua etmeliyiz Urünü toplarken de ihtiyacı olan komşularımıza yardım etmeliyiz Abileri küçük Abdullah'ı azarladılar - Hadi ordan sen, de! Bacak kadar boyunla işimize karışma! Aradan zaman geçti Birgün ektikleri tarlaya gittiler Buğdayların daha büyümeden kuruduğunu, işe yaramaz ot olduğunu gördüler - Bu yıl yağmur yeterince yağmadı, dediler Küçük Abdullah acı acı gülerek başını salladı Çünkü abileri bu tarlayı ekerken bırakın dua etmeyi, bir besmele bile okumamışlardı Derken bağbozumu günü geldi çattı Sabah erkenden hazırlanıp köylülere hiç haber vermeden bağın yolunu tuttular Bağa vardıklarında karşılaşırlaştıkları manzara dehşet vericiydi Gece çıkan yangında bütün bağ yanmış, geriye kara bir duman ve is kokuları kalmıştı Oturup ağlamaya başladılar Abdullah; - Zararın neresinden dönersek kârdır, dedi Gelin aç gözlülüğü bırakalım ve babamızın yolunda gidelim Ağabeyleri de bunun doğru olacağını kabul ettiler ve o günden sonra yanlış düşüncelerinden dolayı tövbe ederek çalışıp, bereketi Allah'tan beklediler Cenâbı Allah elbette kendisine el açanları boş çevirmezdi Onları da çevirmedi Çok kazanıp, köylülerle birlikte mutlu bir hayat sürdüler Bilinmiyor |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-06-2008 | #75 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıUÇAN KASABA
Bir varmış, bir yokmuş Zamanın birinde bir masal kasabası varmış Bu kasaba dağların arasında bir yerdeymiş Buradaki dağlar öyle dik öyle dikmiş ki bir noktadan, bir başka yere gitmeye olanak vermezmiş Bu yüzden kasabada hiçbir yol yokmuş Zaten buranın adı da Yolsuz kasabaymış Yolun ne olduğunu bilmeyen kasaba insanları birbirine gidip gelemiyormuş Doğal olarak bu durum çeşitli sorunlara neden oluyormuş Bu yüzden akrabalar görüşemiyor, hısımlar buluşamıyor, insanlar tanışamıyormuş Ne kötü değil mi? Kasabalılar, birbirlerine gidip gelme işini zamanla çözmüşler Nasıl mı? Tabii ki uçarak Herkes kendine göre bir uçma aracı geliştirmiş zaman içinde Kasabalıların kimi çalı süpürgesiyle, kimi yabasına binerek uçuyormuş En çok da halı kullanılıyormuş uçma eyleminde Evdeki eski halılar bu iş için yeterli oluyormuş tabii ki *** Gel zaman, git zaman Uçmak, bizim Yolsuz kasabalılar için bir yaşam biçimi hâline gelmiş Daha önceleri sonbaharda yaptıkları bağ bozumu şenliklerinin adını ve şeklini bile değiştirmişler Bundan böyle bu eğlenceler, Uçuş Festivali olarak düzenlenmeye başlamış Uçuş Festivalinde herkes, aracını alıp meydana çıkıyor ve uçma yarışmaları yapılıyormuş Zaman içinde Uçma Festivali çok gelişmiş Seyircisi çoğalmış Dereceye girenlere büyük ödüller konmuş Bu yüzden kasabalılar, her yıl festival günlerini iple çekiyorlarmış Yıllardan bir yılda yine festival günleri gelip çatmış Kasabalılar heyecan içinde hazırlıklara başlamışlar Uçuş için çalı süpürgesi kullananlar, süpürgelerinin çalılarını yenilemiş; yaba kullananlar, yeni bir yaba yapmış; halı kullananlar, halılarının yırtıklarını örerek yamamış Artık herkes büyük güne hazırmış Bizim Yolsuz kasabada kimsesiz bir oğlancık yaşıyormuş Yok yok, bu oğlancık sizin sandığınız gibi kel değilmiş Aksine tepesinde gür saçları varmış onun Bizim gür saçlı oğlan hayalperest biriymiş Bu yüzden kitaplığında onlarca uzay, macera ve hayal romanı varmış Bizimki gece, gündüz onları okur olmadık şeylere kafa yorarmış O yıl gür saçlı oğlan da yaklaşan Uçma Festivalini bekliyormuş O da yarışmalara katılacakmış Ancak onun ne çalı süpürgesi, ne yabası, ne de halısı varmış Buna karşın hiçbir telâşı da yokmuş Çünkü düşündüğü ilginç bir şey varmış ama ne? Arkadaşları da merak ediyorlarmış gür saçlı oğlanın ne yapacağını: -Ne ile uçacaksın? Ortalıkta hiçbir araç göremiyoruz, diyorlarmış Gür saçlı oğlan kıs kıs gülüyor: - O gün görürsünüz, diyormuş Sonunda beklenen gün gelmiş İnsanlar, festivalin başlayacağı saatlerde kasaba meydanına gelmişler Yarışmaya katılacak olanların yanlarında uçuş araçları hazırmış Kasaba yöneticisi kısa bir konuşma yapıp festivali başlatmış Sonra - Uçma yarışlarına katılacak olanlar uçuş pistinde sıralansın, demiş Yarışmacılar kalabalıktan ayrılıp ileri çıkmışlar Kimileri halısını yere serip üzerine oturmuş; kimileri de yaba ve çalı süpürgelerinin saplarına, ata biner gibi binmişler Yarışmacıların en sonunda bizim gür saçlı oğlan varmış Doğal olarak onun yanında hiçbir şey yokmuş İzleyenler, gür saçlı oğlanın bu hâline bakıp şaşırmışlar Kasaba yöneticisi de merak içindeymiş: - Evlâdım sen de mi yarışmacısın, diye sormadan edememiş Gür saçlı oğlancık kendinden emin bir şekilde: - Evet, ben de yarışacağım, diye karşılık vermiş Kasaba yöneticisinin şaşkınlığı daha da artmış: - Yanında herhangi bir araç göremiyorum Neden, diye sormuş Gür saçlı oğlancık, yöneticiye yanıt vermemiş Aşağı eğilip oralardaki bir dal parçasını eline almış, onunla çevresine bir metre çapında bir daire çizmiş Kasabalılar gibi yönetici de ilgiyle izliyormuş onu: - O da ne, diye sormuş - Uçan daire, diye yanıtlamış gür saçlı çocuk - Onunla mı uçacaksın? - Bütün uzaylılar bununla uçuyor - Ama burası uzay değil, biz de uzaylı değiliz - Yanılıyorsunuz, burası uzay, biz de uzaylıyız Örneğin marslılar da bize uzaylı diyorlarmış Gür saçlı oğlancığın son sözleri herkesi güldürmüş Çaresiz yönetici de başını iki yana sallayarak işine dönmüş Yanında getirdiği kafesi yukarı kaldırmış Kafesin kapağını açıp içindeki kerkenez kuşunu dışarı çıkarmış Onu yarışçılara gösterip: - Bunu yakalayıp bana getiren yarışı kazanıyor, demiş Kerkenez kuşunu bulutlara doğru savuran yönetici yarışçılara dönüp: - Bir, iki, üç, demiş Fırlayın, yarış başladı Bir anda ortalık karışmış Halılar altlarındaki tozları savura savura havalanmış, yaba ve süpürgeler yukarı fırlamış Ya bizim gür saçlı oğlancık? Gür saçlı oğlancığın hâlini hiç sormayın Ortalıktaki toz, duman sıyrılınca kasabalılar onu dairesinin üzerinde oturuyor olarak görmüşler Şaşkın bir hâldeymiş - Allah Allah neden uçmadı benim dairem, diye mırıldanıyormuş Oysa bütün uzaylılar uçmak için daire kullanıyordu Romanlar öyle yazıyor Yolsuz kasaba kahkahalarla çınlarken bizim gür saçlı oğlancık mahcubiyet içinde evine kaçmış Bir daha da daireye binip uçmaya kalkışmamış Bu iş için evdeki halıyı kullanmış Ahmet Yozgat |
|