Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Eğitim & Öğretim > Tarih / Coğrafya

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
osmanlı, tarihi

'Osmanlı Tarihi'

Eski 10-07-2012   #31
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

'Osmanlı Tarihi'



Osmanlılarda İLİM ve İLMİYE TEŞKİLATI
İLİM

Osmanlilarda bütün dînî, fennî, sosyal ilimler ve teknik bilgiler kurulusundan sonuna kadar her seviyede ögretilip, tatbik edilerek, yayildi Osmanli Devletinin kurulusunda, kurucularin etrafinda Anadolu Selçuklulari devrinde yetisen âlim ve velîler vardi Osman Gâzi dâhi, devrin seyhlerinden olan ve bölgede büyük îtibar görüp, hürmet edilen Seyh Edebâlî'nin talebesi ve dâmâdiydi Osman Gâziden sonra pâdisâh olan Sultan Orhan Handan Vahideddîn Hana kadar bütün Osmanli sultanlari ilme hizmet edip, mesgul olan âlimlere hürmet göstererek onlarin teveccühünü kazanmislardi Memleketin her tarafi ilim yuvasi müesseselerle donatilarak, isik ve feyz kaynagi olmustur Osmanlilar devrinde yapilan mektep ve medreselerden, yazilan kitap ve diger eserlerin bâzilarindan hâlâ faydalanilmaktadir Osmanlilar devrinde dînî ilimlerden; ilm-i tefsir, ilm-i usûl-i hadis, ilm-i hadis, ilm-i üsûl-i kelâm ilm-i kelâm, ilm-i usûl-i fikih, ilm-i ahlâk da denilen ilm-i tasavvuf, ilm-i kiraat, akâid, belâgat, ilm-i Kur'ân, ilm-i ferâiz, fennî ve sosyal ilimlerden de; riyâziye (matematik), hendese (geometri), heyet (astronomi) ilm-i nebâtat (botanik), hikmet-i tabi'iyye (fizik), ilm-i kimyâ (kimyâ), ilm-i tip, mantik, felsefe, içtimâiyet (sosyoloji), Dogu ve Bati dilleri ve edebiyati, Slav dilleri, cografya, târih, lügat dâhil bütün ilimler tahsil edilirdi Bu ilim sahalarinda her devirde pekçok âlim yetisip, kiymetli eserler birakarak, ilme hizmet ettiler

Osmanlilarin kurulusundan îtibâren dînî ve hukûkî sahada yetisen meshur ilim adamlari ve eserlerinden bâzilari: Serefüddîn Dâvûd-i Kayserî (vefâti 1350), Iznik Medresesi müderrislerindendi, on üç kadar eser yazdi Seyh-ül ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin Fususü'l-Hikem adli meshur eserini Matlau Husus-il-Kilem fî Meânii Fusus-il-Hikem adiyla serh etti, yâni açikladi Molla Fenârî (vefâti 1431) yüzden fazla eser yazdi En meshur eseri Fusus-ül-Bedâyi li Usûl-is-Serayi Ibn Melek Izzuddîn Abdüllatif (vefâti 1394), müderris olup, fikihtan Mecmau'l-Bahreyn ve Mülteka'n-Nehreyn, Menzilül Envâr, hadisten Mesârik-ül-Envâr Hizir Bey (vefâti 1459) ilim dagarcigi lakâbiyla taninir Istanbul'un ilk kâdisidir Yetistirdigi talebelerinden Muslihuddîn-i Kastalânî, Hocazâde, Tâcizâde, Hatipzâde, Muarrifzâde, Kâdizâde-i Rûmî, Mûsâ Pasa ve Tazarruat sâhibi Sinan Pasa meshurdur Molla Hüsrev (vefâti 1480) Dürer, Gurer, Mirkat, Mir'at eserlerinin sâhibidir Hocazâde Muslihüddîn Mustafa (vefâti 1488), Tehâfüt sâhibidir Sinan Pasa (vefâti 1486) Tazarruât, Tezkiret-ül-Evliyâ eserlerinin sâhibidir Ali Kusçu (1397-1474), dînî ve fennî ilimlerde eser sâhibidir Zîc-i Gurgâni'yi tamamladi Müderristi, Risâle-i Muhammediye ve Risâle-i Fethiyye eserlerinin sâhibidir Molla Lütfi (vefâti 1495), müderristi Hendeseden Târif-ül Mezbah, Mevzuat ve daha birçok kitabi vardir Müeyyedzâde Abdurrahman (vefâti, 1516), Mecma-ül-Fetâve, Cüz'ü Lâyetecezza eserlerinin sâhibidir Âli Cemalî Efendi (vefâti 1520) Zenbilli Âli Efendi adiyla da taninan meshur seyhülislâmdi Muhtarat fetvâlarinin toplandigi eseridir Ibn-i Kemâl Ahmed Semseddîn Pasa (vefâti 1536), (Müftiüs-sekaleyn yâni insan ve cinin müftüsü ünvâni sâhibidir Seyhülislâmdi Üç yüz kadar eseri vardir Atufî Hayreddîn Hizir (vefâti 1541) Arap edebiyatinda, tefsir, hadis ve kelâmda ihtisas sâhibiydi Ravz-ul-Esnan fî Tedbir-i Sihhat-i Lebdan adli tibbî eserinin yaninda daha on bes kiymetli telifi vardir Kinalizâde Ali (vefâti 1565), müderristi Ahlâk-i Alâî, Tabakât-i Hanefiyye, Durer ve Gurer Hâsiyesi ve daha on kadar eseri vardir Tasköprülüzâde Ahmed Îsâmüddîn (vefâti 1561), Sakayik-i Nu'mâniye, Mevzuat-ül-Ulûm adli telifleriyle taninir Celâlzâde Sâlih Efendi (vefâti 1565), müderristi On dört kadar eseri vardir Câmi-ül-Hikâyat Tercümesi, Târih-i Misr-i Cedid, Târih-i Budin, Fetihnâme-i Rodos, Mohaçnâme eseriyle taninir Ahmed Cevdet Pasa (1823-1894) Mecelle'yi hazirlayan heyetin baskani olup Kisas-i Enbiyâ ve Malûmat-i Nafi'a eserleri meshurdur Diger ilim ve teknik sahalarda da pekçok âlim yetisip, kiymetli eserler vermislerdir Edebiyat; yedi yüz yila yakin iktidarda kalan ve dünyânin en büyük devleti olan Osmanli Devleti; basta pâdisâhlar olmak üzere pekçok sâir ve edib yetistirdi Dünyânin en verimli lisanlarindan olan Osmanlica yazi ve dilini gelistirdi Yazma ve basma pekçogu Türkiye kütüphâne ve arsivlerinde olmak üzere, dünyânin her tarafinda pekçok Osmanlica eser vardir Osmanlica; devlet lisaniydi Osmanli sultanlari halîfe ünvânini da tasidiklarindan Osmanli Türkçesiyle yazilip basilmis eserler dünyânin dört bir tarafina yayilmistir

Alıntı Yaparak Cevapla

'Osmanlı Tarihi'

Eski 10-07-2012   #32
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

'Osmanlı Tarihi'



Ilmiye Teskilâti; Osmanli Devletindeki bütün ilmî faaliyetler, Islâm Dîni esaslarina göre müesseseleserek teskilâtlar kuruldu Bütün teskilâtlar Hanefî mezhebi' ne göre teskil ettirildi Ilmiye Teskilâti'nda; medrese, müderrislik, kadilik, padisah hocalari, kadiaskerler, nakib-ül-esraf, müftülük veya seyh-ül-islâmlik müesse seleri vardi Ilmiye teskilâtinin rütbeleri, dereceleri de vardi Ilmiye mensuplari, basta padisah olmak üzere, devlet adamlari dahil herkesten hürmet görürdü
Alıntı Yaparak Cevapla

'Osmanlı Tarihi'

Eski 10-07-2012   #33
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

'Osmanlı Tarihi'



Osmanlılarda SOSYAL HAYAT ve İMARET
SOSYAL HAYAT

Osmanlilarda sinifsiz toplum hayâti vardi Köle vardi, fakat; Osmanli ülkesinden alinmazdi Kölelik devamli degildi; âzâd edilip, hürriyete kavusarak, devlet kademesinde vazife alabilirdi Kölelikten yetisme ve köle çocugu pekçok devlet adami yüksek memuriyetlerde bulunurdu Kölelikten yetisme sadr-i âzamlar da vardi Bunlardan Koca Yusuf Pasa, Yusuf Ziyâeddin Pasa, Ibrâhim Edhem Pasa, Resid Mehmed Pasa, Hursid Ahmed Pasa, Sâhin Ali Pasa, Silâhtar Süleyman Pasa, Siyavus Pasa gibi sadr-i âzamlar kölelikten yetiserek devlet kademesinde yükselen sahsiyetlerdir Köylü hür olup, serflik yoktu Köylüler ve kasabada oturan halk üretici durumundaydi Sehirlerde esnaf, îmâlâtçi, sanatkâr, idâreci ve ilmiye teskilâti mensuplari otururlardi Askerligi Müslüman halk yapardi Bütün ülke halki Osmanlilik suuru tasirdi Milliyet ayirimi yapilmayip, ümmet esâsi aranirdi Gayr-i müslimler askerlik yapmayip, erkekleri cizye vermekle mükellefti Müslümanlar çogunlukta olup, dört hak mezhep (Hanefî, Sâfiî, Hanbelî, Mâlikî) ve bimezhep firka mensuplari da olmasina ragmen resmî mezhep Hanefiliktir Müslümanlarin temsilcisi Halîfe olup, 1516 târihinden îtibâren Osmanli pâdisâhlari bu mânevî makamin da temsilcileridir Hiristiyanlardan Ortodoks mezhebinin merkezi Istanbul'dadir Ermeni patrikligi de Istanbul'da olup, merkezleri de Osmanli hâkimiyetindeki Revan'di Osmanli topraklarinda Katolikler de bulunmasina ragmen merkezleri Vatikan'di Yahûdîlerde olan Filistin, Osmanli tebeasindandi Mûsevîligin dogus yeri ve merkezi Osmanli topragi idi Avrupalilarin zulmünden kaçan Yahûdîleri de Osmanlilar himâye ediyordu Osmanli vatandasi olan Müslüman ve gayri müslim topluluklar Rum, Ermeni, Yahûdî, Gürcü, Sirp, Bulgar, Macar, Rumen, kendi din ve dillerinde mâbet, okul açip, ibâdetlerini yapabilme hürriyetine sâhiptiler Bu hosgörü, günümüzün hiçbir liberal, kapitalist, komünist ve dikta rejiminin imkân tanimadigi ölçüde serbestti Gayri Türk Müslümanlar devlet kadrosunda ve orduda vazife alirdi, fakat gayri müslimler, Tanzimatin îlânina kadar bu hakka sâhip degildi Gayri müslimler, Tanzimat ve Mesrutiyet ile devlet memuru ve orduya girme hakki kazanmislarsa da, askerlik yapmak istemediklerinden silâh altina alinmamislardir Serbest meslekle ugrasirlardi Gayri müslimler tarafindan islenen hirsizlik, yol kesme, gasp, soygun, adam öldürme, devlet makâmina zarar verme, Islâm dînine karsi hareketler, devlet tarafindan yasaklara uymama, câsusluk ve bunlara benzer suçlar devletçe ve disindakiler de, kendi kilise ve havralarinda bakilirdi Pâdisâhin, ülkedeki gayri müslim ve Türkler üzerinde tâvizsiz hâkimiyeti olup, din adamlari ve kavmî liderleri, Avrupalilarin ve Prusya'nin tahrikine kapilmadan önce merkeze hürmetkârdilar Osmanli tebeasi olup da, propaganda ve tahriklerine kapilarak Osmanliya ihânet eden kavimlerin hiçbiri bugüne kadar huzur yüzü görmemislerdir

Alıntı Yaparak Cevapla

'Osmanlı Tarihi'

Eski 10-07-2012   #34
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

'Osmanlı Tarihi'



İMARET

Osmanli Devleti'nde yer alan hayir kurumlarindan biri Fakir ve muhtaçlara yemek yedirilen ve yemek dagitilan yerlere imaret denilmistir, imaret; mâmur etmek, senlendirmek, mâmurluk, hayir için fakirlere yemek verilen yer manasinadir Imâr edilen her türlü yapi veya külliye için de bu tâbirin kullanildigi görülmektedir Sonradan asevi,ashâne denilen imaretler; umumiyetle bir külliye meydana getiren cami, medrese, dârüssifâ gibi bölümlerden biri olmustur Bir imaretten, medrese talebeleri, cami ve hayratta vazî feli olanlar,fakir ve misafirler istifâde ederler ve günde dörtbes bin kisiye ögle ve aksam yemegi verilirdi

Imâret, ilk defa asr-i saadette kurulmustur Medîneli Ensâr ile Muhacirlerin fakirleri Mescid-i Nebî yanindaki Suffa denilen büyük çardak altinda yasarlar, ilim ögrenmek ve ögretmekle ugrasirlardi, Ömürlerinin çogu, Resûlullah ile birlikte ilim ögrenmekle, cihâd etmekle geçerdi Bunlara Eshâb-i suffa denirdi Sayilari degisirdi Çok zaman yetmis kisi olup, arttigi da olurdu Bunlardan baska diger eshâbin çogu zengindi, Imaret müessesesi, Eshâb-i kiram tarafindan baslatilan daha sonralari da çok parlak devirler geçiren bir hayir kurulusudur Bu müesseseler dört halîfe, Emevîler, Abbasîler, Selçuklular devirlerinde devam ederek Osmanlilara geçen müesseselerdendir

Cami, hastahâne, kervansaray, köprü, han, hamam ve çesme gibi içtimaî müesseselerden biri de imaretler olup, bunlarin cemiyete ne kadar hayirli olduklari yakin zamanlara kadar görülmüstür Kuslari himaye ve onlarin kisin kar yagdigi zamanlarda bile yiyeceklerini ve yaz sicaklarinda içecekleri suyu te'mine kadar sefkat gösteren ecdadimizin, medreselerde okuyan talebelerle yolculara, muhtaç ve kimsesizlere ne kadar merhametli ve müsfik davrandiklari belli olmaktadir Nitekim bugün eski vakif ve arazi tahrir defterlerinden Osmanli Devleti dâhilinde binlerce imaretin faaliyet hâlinde oldugu görülmektedir Osmanli Devleti, hâkimiyeti altinda bulunan yerlerde ilmî müesseselerin yanisira sosyal müesseselerin yapimina da büyük önem vermekteydi Bu sosyal müesseseler (imâretler)'in muhafaza ve devamini saglamak için de çevrelerinde han, hamam ve dükkan gibi yerler yaptirilarak, gelirleri bunlara birakilirdi Yine yeni fethedilen yerlerde yapilan imaretlere bir çok köyün malikâne hisseleri vakif olarak veriliyordu Diger bütün sosyal müesseselerde oldugu gibi, imaretlere verilen vakif gelirleri de evkaf defterlerinde kaydedilmistir Meselâ istanbul'da Bâyezîd imaretinin yillik geliri 9 milyon akçe idi Yine Fâtih Camii ve imaretini yasatmak için Fâtih Sultan Mehmed,istanbul'un çesitli semtlerinde; 1130 ev, 2466 dükkan, 3 han, 54 degirmen, 14 Hamam, 9 bahçe gelirini vakf etmisti

Osmanlilarda ilk imareti 1336' da kuran Orhan Gazi, müessesesinin açilisini yaparak fakirlere bizzat, yemek dagitti Osmanlilarin son zamanlarina kadar devam eden bu müesseselerin yerine sonradan asevleri kuruldu

Iznik ve Bursa'da pâdisâhlar ile hayirsever zengin kimselerin kurdugu imaretler yirmi dörde ulasmisti Anadolu ve Rumeli gibi bir çok yer ile; istanbul, Ankara, Edirne, Manisa, Amasya, Kayseri, Erzurum, Filibe, Selanik, Bolayir, Gelibolu ve daha bunun gibi bir çok yerde imaretler vardi Bunlar misafirlere, medreselerde okuyan talebelere ve fakir halka en büyük destekdi Imaretlerde verilen yemeklerin derecesi, onu besleyen vakfin veya sahsin zenginligine göre degisirdi Günde iki ögün yemek verilecegi, mübarek gecelerde helva yapilip dagitilacagi ve vakif sahibinin ruhuna Kur'ân-i kerîm okunacagi vakfiyelere sart olarak konurdu Mütevellî hey'eti bu hükümlere uymaya mecburdu, imaretlerin yaptiklari hayirli isler arasinda bir kisim kimsesiz çocuklarin yetistirilmesi isini üzerine alarak hayatlarini kazanacak bir çaga gelinceye kadar yetimlere maas baglanmasi da vardi Nitekim Ayasofya vakfindan 200, Edirne' deki sultan ikinci Murâd vakfindan 40 ve Fâtih imareti vakfindan 250 yetime maas baglanmisti Bu yetimlerin seçilmesi isi ile istanbul kadisi mesgul olmakta ve her türlü isler kadi siciline geçirilmekteydi

Imaretlerin vakfiyelerinde vakfin idâresinin kimler elinde ve nasil olacagi da belirtiliyordu Buna göre vakifla alâkali bütün vazifeliler sene sonunda adetâ bir umûmî hey'et hâlinde toplanarak vakfiyeyi beraberce okumakta ve sene içinde her sartin yerine getirilip getirilmedigini müzâkere etmekteydiler

Imaretler bir tek yapi olabildigi gibi, külliye hâlinde teskil edilenleri de vardi On altinci asra kadar tek yapi hâlinde olanlar meshurdu Bu asirdan sonra daha çok külliye hâlinde olanlara rastlaniyordu Imarethane binâlan, Türk mîmârî geleneklerine uygun plânlara sâhib olarak yapilir, iki yaninda bitisik birer misafirhane ile ortada namaz kilacak yeri bulunurdu Misafirhane odalarinin içinde birer ocak ile disariya açilan kapilari vardi Ortada bulunan namaz kilma yerinin genellikle yüksek bir kulesi bulunur, kule üzerindeki aydinlatma feneri ile sadirvan ve iç bölmeler aydinlatilirdi

Fâtih Sultan Mehmed Han'in cami, medrese ve dârüssifâ ile beraber yaptirdigi imarette, günde iki defa yemek piser ve medrese talebeleriyle hastahâne ve kütüphane me'murlari ile külliyenin bütün hizmetlileri, misafirler ve fakirler olmak üzere, her ögünde bin kisi yemek yerdi Bütün istanbul'daki imaretlerde bu sirada otuz binin üzerinde kisiye yemek verilirdi Imarette hizmetlerin muntazam yürütülmesi için kâfi derecede idareci, me'mur ve hizmetçi vazîfelendirilmisti Fâtih dârüssifâsinin da ayri bir imareti vardi

Imaretler Osmanlilarin hayirseverliligini, adalet ve insafini, insanlik anlayisini, kültür ve medeniyet seviyesini gösteren yüzlerce müesseselerden biri idi

"Hüner, bir sehir bünyâd eylemektir Reaya kalbin âbâd eylemektir"

beytindeki anlayis ve davranisla bayindirlik ve sosyal yardim mes' eleleriyle mesgul olan Osmanli sultanlari, günümüzde hastalik hâlini almis dilencilik, kötü yola düsme ve intihar gibi fiillerin önünü kesmislerdi

Alıntı Yaparak Cevapla

'Osmanlı Tarihi'

Eski 10-07-2012   #35
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

'Osmanlı Tarihi'



MALİYE

Osmanli Devleti, beylik döneminden itibaren sistemli bir malî teskilâta sahip olmustu Kaynaklarin verdigi bilgiye göre Osmanlilardaki ilk maliye teskilâtinin Murad Hüdavendigâr (I Murad) zamaninda Çandarli Kara Halil ile Karamanli Kara Rüstem tarafindan yapildigi belirtilmektedir Bu bilgiler isiginda meseleye bakildigi zaman Osmanli maliyesinin daha ilk kurulus dönemlerinde ortaya çiktigi ve devletin buna büyük bir itina gösterdigi anlasilmaktadir Gerçekten Fâtih zamaninda tedvin edilmis olan kanunnâmede "Bu kanunnâme atam ve dedem kanunudur ve benim dahi kanunumdur" ifadesi ile tarihî bilgilere göre ilk Osmanli hükümdarlarinin, bir araya getirilip tedvin edilmemis kanunnâme hükümleri ile âmil olduklari anlasilmaktadir Fâtih kanunnâmesinde yer alan "Ve yilda bir kerre rikâb-i Hümâyunuma defterdarlarim irad ve masrafim okuyalar hil'at-i fahire giysinler" ve "Ve hazineme dahil ve hariç olan akça, defterdarlarim emri ile dahil-hariç olsun" ifadeleri, Osmanlilarin maliye teskilâtina ne denli önem verdiklerini, bu anlayisa daha ilk zamanlardan beri nasil sahip çiktiklari görülmektedir Aslinda bu gerekli idi Çünkü gelir ve gider hesaplari olmayan, neyin nereden ve ne zaman gelecegi bilinmeyen ve bu konuda matematikî bir bilgiye sahip olmayan bir devlet düsünülemez
Görüldügü gibi Osmanli maliye teskilâtinin basinda "Defterdâr" adi verilen bir görevli bulunmaktadir Bu görevli, günümüzdeki Maliye Bakanlarinin yerine getirmekle yükümlü olduklari görevleri yapiyordu Önceleri teskilatin basinda bir defterdarla, onun maiyeti vardi Bütün malî islerden bu Bas defterdar sorumlu idi Ancak zamanla Osmanli ülkesinin genislemesi üzerine defterdar sayisi ikiye çikarildi Kanunnâmede de belirtildigi gibi defterdar padisah malinin vekili idi

Kurulus döneminde gelirler, daha fazla bir yekûn tutuyordu Buna karsilik masraflar pek o kadar fazla degildi Zira bu dönemde Osmanli askerinin büyük bir kismi timarli sipahi idi Ayrica devlet erkânindan çogunun has ve timarlarinin geliri kendilerine yetiyordu Devletin masrafi ise sadece Kapikulu askerlerine verilen para (maas) idi Gelirlerin fazlasi ise cami, medrese, köprü, han, hamam vs gibi imar islerinde kullaniliyordu

Osmanli maliyesi, "Miri hazine" (veya dis hazine) ile Enderûn (veya iç hazine) hazinesi olmak üzere iki kisimdi Dis hazinenin görev ve yetkisi, devletin genel gelirlerini toplamak ve gerekli masraflari yerli yerinde kullanmak seklinde belirlenmisti Iç hazine ise padisaha aitti Padisahlar, bu hazineyi istedikleri sekilde kullaniyorlardi Sayet dis hazinenin parasi yetismez ise iç hazineden borçlanmak suretiyle ödünç para alinirdi Dis hazine, vezirde bulunan hükümdar mührü ile açilip kapanirdi Bu hazine, defterdarin sorumlulugu ve vezirin denetimi altinda idi

Bundan bir müddet öncesine kadar ilk Osmanli sikkesinin Orhan Bey'e ait oldugu biliniyordu Fakat Osman Bey'e ait sikkenin bulunmasiyla eski bilgi, geçerliligini kayb etti Buna göre ilk Osmanli parasinin Osman Gazi döneminde tedavüle çiktigi anlasilmaktadir Gümüsten mamul Osmanli parasina "akça" deniyordu Her padisah, hükümdarlik alameti olarak kendi adina para bastirirdi Osmanli hükümdarlari Fâtih Sultan Mehmed dönemine kadar gümüs ve bakir para bastirdilar Kurulus döneminde ve daha sonraki dönemlerde paranin ayarina ve saf gümüs olmasina özen gösteriliyordu

VERGİLER

Osmanli maliyesinin farkli gelir kaynaklari vardi Bunlarin basinda da halktan toplanan vergiler geliyordu Tarihî bir vakia olan vergi,amme hizmetlerinin muntazam bir sekilde devamliligini temin için bas vurulan bir çaredir Bu yüzden verginin, devletlerin ekonomik ve sosyal hayatlarinda önemli bir yeri bulunmaktadir

Siyasî bir çevre içinde ortaya çikan Islâm, kendisinden önceki din ve toplumlarda mevcud olup tatbik edilen vergilerle karsilasti Vergi, amme menfaat ve islerinin tanzimi söz konusu oldugu zamanlarda, fertlere yüklenen bir mükellefiyet olduguna göre Islâm, kendisinden müstagni kalamazdi Bununla beraber Islâm vergi sistemi, birdenbire ve topyekûn vaz' edilip uygulama sahasina konmamistir O, Islâm'in yayilisina ve ihtiyaçlarin ortaya çikisina göre yirmi senelik tesriî bir tekâmül sonunda müesseselesmistir

Osmanli devlet rejiminin, kendinden öncekilerden devr alip tatbik ve inkisaf ettirdigi vergi sistemi, amme idaresi ve devletin iktisadî tarihi bakimindan önemli bir yer tutar Bunun için, iktisadî tarihin önemli bir bölümünü meydana getiren vergi sistemini iyi degerlendirmek gerekir

Kurulusundan itibaren Müslüman bir toplumu ifade eden Osmanli Devleti, inkisâf ettirip kemâl mertebesine ulastirdigi müesseseleri ile, tebeasindan tahsil ettigi verginin temeli, Islâm hukukunun kaynaklarina dayaniyordu

Siyasî bir birlik olarak tarih sahnesinde görünmesinden itibaren birçok vergi kalemi tarh etmek zorunda kalan Osmanli Devleti'nin bu uygulamasi, yüzlerce vergi ismi gösteren cetvellerle tasvir edildigi kadar karmasik ve anlasilmaz degildir Gerçekten mintika ve zamanlara göre farkli isimlerle toplanan bunca vergi kalemi, saglam kaidelere dayanan bir sistemin esas hatlarini çizmek suretiyle, bize lüzumlu bilgiyi verecek sekilde basitlestirilebilir

Bilindigi gibi Osmanli devlet sisteminin önemli müesseselerinden biri olan mâliyenin, temel dayanagini teskil eden vergi, genel mânâda iki ana bölüme ayrilir Bunlardan biri tamamiyle seriata dayanan ve esas itibari ile Kitab (Kur'an) ile Sünnet'ten kaynaklanan "Ser'î Vergiler"dir ki buna "Tekâlif-i Ser'iyye" denmektedir Ikincisi de bas gösteren malî sikintilar yüzünden devlet tarafindan bir zorunluluk sonucunda konan "Örfî Vergiler"dir ki buna da "Tekâlif-i Örfiye" denir

Müslüman bir cemiyete istinad eden bünyesi ile ser'î hukuku hem nazarî hem de amelî bir sekilde ve her sahada uygulamaya koyan Osmanli Devleti, diger Müslüman devletlerin bu konudaki tatbikatlarini gözden irak tutmuyordu Bu bakimdan, Osmanli tarih ve teskilâtlarini basli basina ve kendinden öncekilerden tamamen ayri düsünemeyiz Çünkü Osmanlilar, kendilerinden önce Anadolu'ya gelip yerlesmis bulunan Müslüman Türklerin yasayis tarzlarini, ahlâk, iktisat, âdet, örf ve diger özelliklerini almaktan çekinmiyorlardi Bunun içindir ki, bir sehir veya kasaba Karamanlilardan, Selçuklulardan, Germiyandan veya baska bir beylikten Osmanlilara geçmekle fazla bir degisiklige ugramiyordu Çünkü Osmanli Devleti teskilât ve müesseseleri ile Anadolu beylikleri teskilât ve müesseseleri arasinda pek büyük farklar bulunmuyordu

Osmanli vergi sisteminin özelliklerinden biri de tebeadan alinan verginin kendisini (tebea) ne malî, ne de hukukî yönden rencide etmemis olmasidir Hatta bu, sadece devletin bizzat kendisinin aldigi vergilerde degil, onun adina timar sahibinin aldigi vergilerde de geçerli idi Öyle ki, dirlik sahibi, reâyadan cins ve miktarlari kanunlarla tayin edilmis olan bir kisim vergiden fazlasini tahsile selahiyetli degildi Yetkisini asip onu kötüye kullanandan dirligi, bir daha geri verilmemek üzere alinirdi

Ana hatlari ile Osmanli vergi sisteminden bahs ettikten sonra artik vergi çesitlerini görebiliriz Daha önce de temas edildigi gibi Osmanli vergisi iki ana bölümde inceleniyordu Bunlardan biri Ser'î Vergiler, digeri de Örfî vergilerdir

ŞER'Î VERGILER (TEKÂLIFI ŞER'IYYE)

Osmanli Devleti'nde "Tekâlif-i Ser'iyye"nin temelini teskil eden vergilerin tarh, cibâyet vs gibi hükümleri, fikih kitaplarinda tafsilâtli bir sekilde anlatildiklari gibiydi Bununla beraber farkli din, dil ve milliyetlere mensup kimseleri sinirlari içinde barindirdigi için, tekâlif-i ser'iyye bölümüne dahil vergilerin isim ve çesitleri de farkli olagelmislerdir Bu bakimdan Zekât, Ösür, Cizye ve Harac gibi temel vergilerden baska bunlarin kisimlari olarak seksen kadar vergi kalemi bulunmaktaydi

ZEKAT

Bilindigi gibi zekât, Islâm'in üzerine bina kilindigi bes esas rükünden birini teskil etmektedir Islâm hukukuna göre zekât, bir ihsan veya basit bir sadaka degildir O, devlet ve toplumun fert üzerindeki hakkidir Binaenaleyh devlet, zekât verip vermeme hususunda mükellefi serbest birakmaz Onu, âmilleri vâsitasiyla toplamak ve yerine sarf etmek zorundadir Nisaba mâlik bulunan ve belli sartlari tasiyan her müslümanin vermekle mükellef oldugu zekât, Osmanli Devleti'nde diger Müslüman devletlerde oldugu gibi uygulaniyordu Bu sebeple biz, konunun detaylarina girmek istemiyoruz

HARAÇ

Osmanlilarda daha ziyade gayr-i müslim tebeayi ilgilendiren vergilerden biri, Harac adini tasimaktadir Islâm vergi hukukunda oldugu gibi Osmanlilarda da Harac iki kisma ayrilmaktadir Bunlar Harac-i Muvazzaf ve Harac-i Mukasem adini tasimaktadirlar Harac'in bu iki kismi da ser'î vergilerden oldugu için gerek ilk tarhi, gerekse ilk tahsili ile ilgili bir baslangiç tesbit etmek mümkün degildir Bununla beraber 11 Cemaziyelahir 860 (17 Mayis 1456) tarihli bir fermanda belirtildigine göre Fâtih Sultan Mehmed, babasi II Murad'in Kostandin'de derbent bekleyen yirmi kadar kefereyi haractan muaf saydigi, kendisinin de buna aynen uydugu görülmektedir Bu belge, harac uygulamasinin kurulus döneminde mevcud oldugunu göstermektedir

Harac-i Muvazzaf, arazi üzerine maktu bir sekilde konmus bulunan akça olup zaman ve mintikalara göre farkli isimler aliyordu Bunlarin bir kismi adeta topragin ücreti olarak alinmaktaydi Bu gruba girenlerden bir kismim söyle isimlendirmek mümkün olacaktir: Resm-i Çift, Resm-i Zemin, Resm-i Asiyâb, Resm-i Tapu, Bir kismi da bir çesit sahsî vergilere girmekteydi ki bunlar da: Resm-i Arûs, Resm-i Mücerred, Ispenç ve Dühan gibi isimler aliyordu Biraz asagida görülecegi gibi Harac-i Mukasem, Osmanlilar döneminde "ösür" kelimesi ile ifade ediliyordu Bu bakimdan biz de ösür bahsinde ona temas edecegiz

ÖŞÜR

Bilindigi gibi Islâm vergi hukukuna göre, ziraî mahsullerden belli nisbetler sartlar dahilinde Müslüman tebeadan alinan vergiye Ösür denir Osmanli Devleti'nin kurulus yillarinda diger Müslüman devletlerde oldugu gibi, mülk olan "arazi-i ösriyye"den sadece ösür alinmaktaydi Bu dönemde Osmanlilarda arazi biri "Ösriyye" digeri de "Haraciyye" olmak üzere ikiye ayriliyordu Fakat XIV asrin son çeyreginden itibaren bazi sebeplerden dolayi birtakim degisiklikler yapilarak, arazinin bir kismi "Emiriyye" olarak kabul edildi Bu durum, daha sonralari Hicaz mintikasi hariç kalmak üzere "Osmanlilarda arazi sultaniyyedir" seklinde ifadesini bulacak olan bir vaziyete getirilmis oldu Binaenaleyh, Osmanli Devleti'nde ösür denince biri kurulus dönemindeki mülk arazi mahsulatindan alinan vergi ve sonralari sadece Hicaz bölgesinde alinan ösür ile, digeri de arazi-i emiriyyeye mahsus olmak üzere alinan ve "amme-i nâs tarafindan galat-i fâhis" olarak kendisine ösür denen "harac-i mukasem" anlasilmaktadir Zira Osmanlilarda haracin mukasem kismina ösür adi verilmekteydi

Osmanli Devleti'nde, Ösür kelimesi yerine baska tabirler de kullaniliyordu ki bunlar, son dönemlerde ortaya çikmisti Dimus, Ikta ve Sâlariye bu neviden kelimelerdi Dimus, Suriye'ye ait defterlerde, Ikta, Irak mintikasina ait defterlerde Sâlariye ise Anadolu ve Rumeli defterlerinde zikr edilmekteydi Osmanli Devleti'nde ösür, su asagidaki maddalerden de alinmaktaydi: Bag, sira, bahçe, bostan, fevakih, kovan, harir, pamuk, giyah, odun ve ag (balik)

CİZYE

Islâm hukukuna göre cizye, devletin, müslüman olmayan vatandasini (tebeasini) yakindan ilgilendiren bir vergidir Bir mânâda buna, devletin müslüman tebeadan aldigi zekât karsiligidir denebilir Zira müslüman olmayan tebeayi cizyeye baglamakla, devlette bir denge saglanmis bulunuyordu Islâm nazarinda müslümanlarla zimmîler (devletin müslüman olmayan tebeasi = ehl-i zimmet) devletin vatandaslaridir Ayni haklardan faydalanmakta ve ayni ölçülerde devletin imkanlarindan yararlanmaktadirlar Bu sebeple, Müslümanlarin ödedigi zekâta karsilik, ehl-i zimmette cizye vermekteydi Gerçekten Islâm Devleti, bu vergiyi koyarken yukarida belirtilen dengeyi saglamaktan baska bir sey düsünmüyordu Nitekim ilk Islâm fetihleri ve bu fetihlerin sonucunda Islâm devletinin idaresine giren Gayr-i müslimlerin durumundan bahs edilirken "zimmîler bazan eski idarecilerinin topladiklari vergiden daha az bir vergi yükü ile mükellef tutuluyorlardi Bu hal, Islâm'in onlari hakkiyle himaye ettigini göstermesi bakimindan Islâm devleti için bir serefti" denilmektedir

Osmanli vergi hukukunun "Tekâlif-i Ser'iyye" bölümüne dahil olan cizye, maliyenin en önemli gelir kaynaklarindan birini teskil ediyordu Müslüman bir devlet olmasi hasebiyle bu devlete, cizye uygulamasinin ilk kurulus yillarindan itibaren basladigi söylenebilir

Devletin, idaresinde bulunan gayr-i müslimlerin haklarim korumak, onlara gelebilecek zararlari ortadan kaldirmak ve askerlik hizmeti karsiliginda aldigi bu vergi, önemsiz denebilecek kadar az bir seydir O kadar ki bunu, müslüman vatandas ile müslüman olmayan vatandas arasinda mühim ve farkli bir muamele olarak görmek mümkün degildir Gerçekten devlet, tebeasi olan zimmîlerin bütün haklarini korudugu gibi onlara gelebilecek zararlari da ortadan kaldirmaya çalisiyordu Hatta, onlara yapilan bir haksizlik veya onlara karsi islenen bir suç, aninda en agir bir sekilde cezalandirilirdi Nitekim 24 Cemaziyelevvel 975 (26 Kasim 1567) tarihli ve Alacahisar Beyi'ne gönderilen bir hükümde, dagda üç nefer zimmîyi katl eden dört sipahinin suçlarinin sabit görülmesi üzerine idam edilmeleri gerektigi bildirilmektedir Bu belge, suç isleyenlerin din, irk ve milliyetlerine bakilmaksizin, suçlarinin gerektirdigi cezalarin verildigini göstermektedir Günümüzde çok normal görünen bu olay, o asirlarin dünyasinda bu kadar rahatlikla uygulanamazdi

Osmanlilarda, padisahlarin cizye ile ilgili bütün resmî tahrirleri seriatin cizyeye ait kararlarina dayaniyordu Nitekim daha Sultan I Murad Han zamaninda bu verginin Islâm hukukuna uygun olarak iki sekilde cibayet edildigi (toplandigi) görülmektedir Bu sekillerden biri, Köstendil Tekfuru Konstantin ile anlasilarak alinan "Maktu Cizey", digeri de Bosna ve Hersek ile sair tebeadan alinan "Ale'r-Ruûs Cizye"dir

Osmanli Devleti'nde bu vergiyi vermekle yükümlü tutulan kimseler, sadece ergenlik (bulûg) çagina gelmis akil ve vücutça saglam olan erkeklerdir Binaenaleyh sadaka ile geçinen rahipler, çalisamayacak derecede bir rahatsizligi olup fakir düsenler, 14-75 yaslarindan küçük veya büyük olanlar ile kadinlar cizyeden muaf idiler Bundan da anlasilacagi üzere Osmanlilarda cizye, tamamen Islâm hukukunun esaslarina göre uygulaniyordu

Baslangiçta, devletin bütün bölgelerinde ayni miktarda cizye alinmiyordu Zira bu dönemde, tedavülde bulunan paranin kiymet ve degeri de ayni degildi Bu sebeple cizye miktari, verilen fetvalara ve bölgelere göre azalip çogalabiliyordu Bu konuda dikkatimizi çeken en önemli fetva Seyhülislâm Ebû Suûd Efendi (1545-1574)'nin fetvasidir Bu fetvaya göre biz, o dönemin fakirlik ve zenginlik ölçüleri gibi toplumun sosyal yapisi hakkinda da bilgi sahibi oluyoruz Nitekim o, "amele kadir olan kâfir ki, ikiyüz dirhem-i ser'iyeye kadir olmaya, ol makule ednâdir, on iki dirhem-i ser'î alinir Ikiyüz dirhem-i ser'iyyeye kadir olup amele kadir olan evsat makulesidir, yirmi dirhem-i ser'î alinir On bin dirhem-i ser'iyyeye malik olan 'a'la makulesidir, onlarin cizye-i ser'iyeleri kirk dirhem-i ser'idir" demektedir

Kismen toplumun sosyoekonomik durumundan kaynaklansa bile büyük ölçüde devlet müsamahasinin bir neticesi olarak cizye mükellefinin tabi bulundugu siniflamada en az cizye verenler (ednâ sinifi), her zaman öbür siniflardan daha fazla olmuslardir Örnek olmasi bakimindan 1103 (1691) senesinin Brud (Brod) kazasi ve tevabiinde cizye verenlerin siniflarina göre sayisina baktigimiz zaman karsimiza asagidaki tablo çikmaktadir:

A'la: 27 Evsat: 147 Ednâ: 166

Daha önce de belirtildigi gibi, Müslüman devletlerde cizye mükellefi, bütün insanî hak ve vecibelerden rahatlikla istifade edebilmekteydi CH Becker'in Islâm Ansiklopedisi'ndeki "Cizye" maddesinde belirttigi gibi cizye ödeyen mükellefler, Islâm devleti ile yalniz iman ve âyinlerine müsamaha degil, hatta himaye isteme hakkini da kendilerine bahs eden bir mukavele akd etmis olurlar ki, benzer örnekleri Osmanli Devleti'nde çokça görmek mümkündür Nitekim Edirne'de meydana gelen bir yanginda, dükkânlari yanan Yahudilere, devlet tarafindan verilen atiyye ile yardimin taksim seklini gösteren bir belgeye sahip bulunuyoruz

Osmanli Devleti'nde hazine için tahsil edilen cizye, her senenin Muharrem ayinda degisik müesseselerce toplaniyordu Birligi ortadan kaldiran bu uygulama, bazen devlet hazinesini büyük sikintilara sokuyordu Bu durumu düzeltmek için 1101 (1689) senesinde Sadrazam Köprülüzâde Fâzil Mustafa Pasa, devrin ilgilileri ile yaptigi istisareden sonra, cizyenin toplanmasini belli kaide ve sistemlere baglayarak toplama isinin tek elden yapilmasini sagladi Bundan sonra her üç sinif zimmî için ayri birer mühür kazdirdi Bunlara "a'la", "evsat" ve "edna fakir" gibi kayitlar koydurttu Her sene için tarihleri degisen bu mühürlerin ve dolayisiyle cizye mükelleflerinin, birbirinden açik ve kesin çizgilerle ayrilabilmesi için bunlarin gerek sekillerinde ve gerekse yazi karakterlerinde farkli uygulamalara gidildi Bu uygulama o kadar yayginlasti ki, asagida fotokopilerini göreceginiz mühürler 1269 (1852) senesine aittir Demek oluyor ki cizyenin kaldirilisina kadar bu uygulama devam etmistir

Bu uygulamada cizye mühürleri ile birlikte cizye kagitlarinin renkleri de degisiyordu Kagitlarin üzerinde de cizyenin hangi seneye ait oldugu, sinifi, cizye muhasebesi, bas hazinedar ve cizye umum mülteziminin isimleri vardi

Osmanlilarda cizye uygulamasi, 1272 (1855) senesinde cizyenin, "Bedel-i askeriye"ye tebdili zamanina kadar devam etti

ÖRFÎ VERGILER (TEKALIFI ÖRFIYYE)

Osmanlilarda ser'î vergilerin yaninda, temeli ihtiyaçlardan dogan ve örfe dayanan bir verginin daha bulunduguna temas edilmisti Bu, örfî vergiler veya tekâlif-i örfiyye denilen ayri bir kategoride mütalaa edilir Osmanli Devleti, kendisinden önceki diger devletlerde oldugu gibi, örfî vergileri belirleyip koymak zorunda idi Zira devrin özelligi diyebilecegimiz harpler, durmaksizin devam ediyor ve ser'î vergiler de bu durumun yükledigi masraflari karsilamaktan uzak bulunuyordu Külliyetli miktarda askerin beslenmesi, donatilmasi ve harbe hazir bir duruma getirilebilmesi ile donanmanin hazir halde bulundurulmasi gibi mecburiyetler, devleti böyle bir vergiyi koyma zorunda birakiyordu Iste bunun için devlet, II Bâyezid (1481-1512)'in son senelerine tesadüf eden günlerde "Imdadiye-i seferiye" adi ile bir örfî vergi koymak suretiyle bu sikintiyi ortadan kaldirip gidermeye çalisiyordu

Görüldügü gibi, devlet için ser'î vergilerden ayri olarak örfî vergi tarh etmek, bir zaruret halini almisti Bu mecburiyet, devleti, vaz' ettigi (koydugu) bu örfî vergileri devam ettirmek ve miktarinin azalmamasi için gerekli tedbirlere bas vurmak zorunda birakiyordu Yine bu zaruretin bir sonucu olarak örfî vergilerin sayi ve kalemleri, belirten ihtiyaçlara göre çogaltiliyordu Böyle bir uygulamaya müsaade edildigine daha önce de temas edilmisti Zaten Osmanli sultanlarinin bu hususta ser'î hukuka göre hareket ettikleri, emir ve fermanlari ile, eski uygulamalari bir araya toplayan kanunnâme mecmualarinin basinda bulunan "ser'-i serife muvafakati mukarrer olup hâlen muteber kavanîn ve mesâli-i ser'iyyedir" ifadesinden de açikça anlasilmaktadir

Normal olarak geçici olmasi gereken ve fakat bir biri ardi sira gelen muharebe ve ekonomik sikintilar neticesinde devamlilik kazanan örfî vergileri de iki kisma ayirmak mümkündür:

1- Tekâlifiâdiye

2- Tekâlif-i sakka

1- Tekâlif-i Âdiye: Ser'î hukuka göre malî bir terim olarak "ca'l" adi da verilen bu vergi türü, araliksiz devam eden harp ve malî krizlerin bir sonucu olarak ortaya çikmisti Böyle bir zaruretin, örfî vergilerin konmasina cevaz ve imkân sagladigi daha önce anlatilmisti Binaenaleyh, Islâm hukukunun müsaade ettigi bu nevi vergilerin Osmanli Devleti'nde bulunmasinda bir sakinca yok demektir Bu yüzden "tekâlif-i örfiyye" diye zikr edilen vergilere ser'an ruhsatin verildigini söyleyebiliriz

2- Tekâlif-i Sakka: Bu, harp, malî kriz ve tabii âfet gibi bir zarurete bagli olmadan tekâlif kaideleri disina çikilarak konmus bulunan vergilerdir Belli bir kaide ve sistemi olmadigindan bu tip vergilerde hak ve adâlete pek riayet edilmeyeceginden, böyle vergilere ser'an müsaade edilmemistir Nitekim Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566) devrinin sadrazami Lütfi Pasa (H 942-947) bu konuya temasla söyle der: "Cenk içinde askere hilaf-i kanun vergi vermemek gerektir"

Osmanlilarda, Tanzimat'a kadar devam eden örfî vergilerin bu ikinci kismi olan "sakka"nin olmadigini, tebea üzerine böyle bir verginin tarh edilmedigi, ancak bazi vergilerin buna benzemelerinden dolayi "sakka" zannedildikleri belirtilmektedir Bununla beraber, bilhassa XVII asirdan itibaren bu tip vergilerin zaman zaman ortaya çiktigi bilinmektedir Fakat padisahlar, bununla mücadele ediyor ve böyle bir yola bas vurulmamasi için "adâletnâmeler" gönderiyorlardi

Örfî vergilerin tahsili, ser'î vergilerin tahsilinden farkli idi Ser'î tekâlif, umumiyetle ziraî mahsul sahibi reâyâya, daha dogru bir ifade ile köylüye hasr edilmis görünmektedir Gerçi zekât ve cizye gibi ser'î vergiler, bu kaidenin disinda bulunmaktadir Fakat ziraî mahsûl ile daha çok hasir nesir olan köylü, ösür ve harac gibi ziraî vergilerin mükellefi bulunmaktadir Buna karsilik örfî vergiler, daha çok sehirliyi bilhassa ticaret erbabini ve pazarlarla alakali kimseleri kapsamaktaydi Sehirlerde tatbik olunan örfî tekâlif sekli, bilhassa ticaret ve sanayi faaliyetine dayanmakta oldugundan birçok vergi bu kisma dahil bulunuyordu Keza büyük bir kisminin devlet adina sipahîler tarafindan alindigini bildigimiz ser'î vergilerin aksine bu, her sene vali, mütesellim ve voyvodalar tarafindan, mintika ileri gelenleri ve kadi marifetiyle memleketin nüfusu veya evi (hâne) üzerine tarh olunuyordu "Rûz-i Hizir" ve "Rûz-i Kasim" hesabina göre senede iki taksitle alinmak üzere tevzi defterleri tanzim ediliyordu Tanzim edilen bu defterler, ser'iye mahkemelerinin siciline kayd edilirdi Bu defterlere bir memleket halkindan, toplanmasi kararlastirilmis ne kadar örfî vergi varsa tamami yazilirdi Yazilan bu miktar, esit sekilde fertlere taksim edilerek alinirdi Bu defterlerin tasdikli bir sureti, tahsil için kethüda, emin veya özel memurlara verilirdi Vergi mükellefleri de bu defterlerin kapsadigi sekil ve miktarda vergilerini vererek, kendilerine düsen vatandaslik görevlerini yerine getirmis olurlardi

Zaman ve mintikalara göre isimleri ile birlikte çesitleri de degisen örfî vergiler, hazinenin vaz geçemiyecegi bir malî yardim halini almisti Bu vergilerin basinda "îmdadiye" diye isimlendirilen vergi gelmektedir "îmdadiye-i seferiye" ve "îmdadiye-i hazariye" olmak üzere iki kisma ayrilan bu vergi, isminden de anlasilacagi üzere sefer ve harplere bagli olarak tarh ve cibâyet edilen bir vergi kalemidir Muharebe masraflarini karsilamak üzere vatandaslardan alinan bir vergidir Bu vergi, Osmanli Devleti'nin, durmak bilmeyen harplerle karsilasmasi yüzünden hazinenin, malî külfeti kaldiramamasi sebebiyle konulmustu

Muharebeler esnasinda, bosalan devlet hazinesinin (beytü'l-mal) ihtiyaci olan parayi tedarik etmek ve askerin donatilmasini saglamak için konulan imdadiye vergisi, bazan hazineye gönderilir, bazan da dogrudan dogruya orduya memur olan serdarlara verilirdi Miktari, durum ve ihtiyaca bagli olarak fermanlarla artip eksilen bu vergi kalemi, tevzi defterlerine yazilip toplanirdi Bu vergi, sadece esnaf, tüccar vs gibi halk tabakalarindan alinmiyordu Duruma göre devlet adamlari da bu vergiye istirak ediyorlardi

Osmanli Devleti'nde, örfî vergiler kismina giren vergi kalemlerinden biri de "Avânz" adini tasiyan vergidir Bu vergi, olaganüstü hallerde, tebeaya yüklenen bedenî, malî ve aynî bir vergidir Avâriz-i divâniye adi ile de anilan bu vergi, devlet masraflarinin memleket nüfusuna tevzi ve taksimi sonucu ortaya çikmistir Çok eski bir vergi olmakla beraber, ne zaman ihdas olundugu kesin olarak bilinememektedir Bununla beraber bu verginin Osmanlilardan önce Anadolu beyliklerindeki mevcudiyetinden bazi vesikalar sayesinde haberdar olmaktayiz Vergi muafiyetini ilgilendiren bu belgeleri nesr eden Uzunçarsili, benzerinin Osmanlilarda da aynen uygulandigini bildirerek söyle der: "Anadolu beyliklerindeki vergi ve rüsûmdan yani "avâriz-i divaniye" ve "rüsûm-i örfiyye"den muafiyet muameleleri, birbirlerinin aynidir Bu hususa dair asagida vesikalar kisminda Karamanogullarina ait kayitlarla Osmanli tahrir kayitlan karsilastirilacak olursa görüsümüz kesinlik kazanir"

Bu verginin 4-5 yilda bir defa alindigini belirten Lütfi Pasa, bunun Yavuz Sultan Selim (1512-1520) döneminde sadece bir defa alindigini kaydeder

Devlet, fevkalade bir vaziyetin icab ettirdigi masraflar ile muayyen vasiflan haiz yiyecek maddelerini, harp levazim ve masraflarini, belirü vergi kaynaklarindan karsilayamayacagini anladigi zaman, özel bazi tedbirler ile memleketin bütün imkânlarini seferber etmeye karar verirdi Bu karar geregince vaziyetin icabina göre, kendisine lazim olan para, hizmet, esya ve mahsûl miktari tesbit edilerek muhtelif bölge ve mahallere tevzi edilirdi

Halk arasinda "salgun" diye de adlandirilan bu vergi XIX asirda tamamen paraya çevrildi Tanzimat fermani ile de ortadan kaldirildi

"Avâriz" vergisi, degisik isimlerle zikr ediliyordu Menzil mali, bedel-i nüzûl, zahire baha, han, resm-i sürsat, kürekçi bedeli, kömür ve kereste bedeli, beldaran, hâne, çayir kirasi gibi isimler bunlardan birkaçidir"

Diger bütün vergilerde oldugu gibi, bazi sinif ve zümreler avârizdan muaf tutulmuslardir Askerî sinifa mensub olanlarla ilmî ve dinî bazi mansiblarin sahipleri, derbentçi, tuzcu, çeltikçi, ortakçi, katranci ve dogancilar ile bazi vakiflarin reâyasi ve bazi hizmet erbabini burada zikredebiliriz

Osmanli örfî vergilerinden bir kalem de "Harçlar" adi altinda zikredilmektedir Bu vergi, daha ziyade resmî dairelere isi düsenlerden alinmaktaydi Degisik isimlerle alinan bu harçlar, mahkemelerde hakim, kadi ve naiblerin verdikleri hüccetlerden, sicillere geçirilen hükümlerden, mesihat makamindan yazili olarak çikan fetvalardan, ölen bir kimsenin mirasçilari arasinda yapilan miras taksiminden, nikah vs gibi muamelelerin karsiligi olarak alinmaktaydi

Alıntı Yaparak Cevapla

'Osmanlı Tarihi'

Eski 10-07-2012   #36
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

'Osmanlı Tarihi'



NİŞANCI

Osmanli devlet teskilatinda, divan-i hümayunda bulunan önemli vazifelilerden biri Padisahin imzasi demek olan "tugra"yi çekmekle görevli olan Nisanci, bazi tarihi' kaynaklarda ve vesikalarda "muvakkî, tevkiî ve tugraî" isimleriyle de anilir Padisahin emrini havi olan ve bastarafina tugra çekilmis vesikalar, Osmanli teskilat dilinde "nisan-i serifi sultani, nisan-i hümâyûn, tugra-i garrâ-i hakani, tevhi-i hümâyun, tevhi-i refî" gibi isimlerle anilir, ancak yaygin olarak bu evraklar kisaca nisan olarak isimlendirilirdi Ayrica Nisancilar, devletin kanunlarini iyi bilen, eski ile yeni kanunlari ve ser'î hukukî kanunlari birlikte telif edebilmesi hasebiyle divanda yeri geldikçe görüsü alinir ve "turakes-i ahkâm, tugra-i serif hizmetlisi, müftî-i kanun" olarak isimlendirilirlerdi

Islâmiyetin ilk devirlerinde, halifelere verilen istidalara, devlet reisi tarafindan verilen cevaba, "tevhi" denilirdi Osmanli devletindeki hatt-i hümayun demek olan bu serhleri, divandaki katiplerin basi yazardi Hz Ömer (ra) istidalari (dilekçeleri) bizzat kendisi cevaplandirirdi Amr îbn As'a verdigi bir cevap da ise söyle yazmislardi: "Emirin senin hakkinda nasil olmasini istiyorsan sen de halk hakkinda öyle ol" Tevhîler ayni zamanda devlet baskaninin imzasini tasidigindan, geçen zaman içinde özel sekiller almislardir Abbasilerden itibaren, tevhi yazilma isi için "divanü'i-insa" denilen daire kurulmustur Bu daire, Büyük Selçuklu Devleti'nde Türkçe olan tugra kelimesi kullanilarak "divanü't-tugra" ismini almistir Anadolu Selçuklu Devleti'nde, Büyük Divan'da bulunan ve arazi defterlerine bakan ve dirlik tevcih beratlarini hazirlayan dairenin baskanina "Pervaneci" denilmistir Bu memur, Osmanli teskilatindaki Nisanciya tekabül etmekteydi Uygur ve Karahanli Devletlerindeki "ulug bitigci" de ayni islerle vazifeli memur idi

Osmanli devletinde, nisancilarin Orhan Gazi zamanindan itibaren, bu padisaha ve haliflerine ait berat ve tugralarin mevcudiyeti ile anlasilmaktadir Nisanci kelimesi, Sultan Ikinci Murad devrinde, arabca müvekki' nin yerine kullanilmaya baslanmistir

Nisanci'ya ait ilk topluca bilgiye Fatih Kanunnâmesi'nde rastlanir Kanunnâmeye göre, merkezde vezirlik, kadiaskerlik ve bas defterdarliktan sonra en yüksek memuriyet nisancilik idi Devletin disari ile yazismasini temin ve tugra çekmek,'en basta gelen vazifesi idi Divan toplantilari esnasinda diger yüksek memurlarla beraber çadirda oturur, Divan'dan sonra verilen yemekte vezirler ve defterdarlarla,ayni sofrada otururdu Nisancilik vazifesine, edebî sahsiyetlerden ve âlimlerden tayin yapilmasi usûldendi ve bu sebeble nisanciliga en çok müderrisler getirilirdi

Tesbit edilebilen ilk, nisanci olan Muhammed Asgarü'l-cezerî'den itibaren, bu memuriyette vazife yapan bütün nisancilar, devletin nizamlarina, teskilatina ve müesseselerine dair kanunlarin toplanmasinda, nesredilmesinde baslica rolü oynadilar Gerçekten, Leyszâde Mehmed b Mustafa, Fatih Kanunnâmesi diye bilinen Kanunnâme-i Âli Osman'in bir araya getirilmesinde ve yazilmasinda en büyük pay sahiplerindendir Nisancilik vazifesinde bulunanlarin teskilatfri isleyisine diger bir katkilari da, divandan çikan ferman'larin tertip, imla ve insa tarzlarinda koyduklari kaidelerdir Konulan bu kaideler, bu nisancilarin haleflerince de aynen tatbik edilmistir Meselâ, Tacîzâde Cafer Çelebi, Koca Nisanci Celâlzâde Mustafa Çelebi, Ramazanzâde, Okçuzâde, Hamza Pasa'nin kendilerine mahsus ferman ve mensur yazis tarzlari vardir

Onyedinci asir sonlarinda kaleme alinmis Tevhiî Abdurrahman Pasa Kanunnâmesinde, Nisancilara mahsus olan kiyafe't söyle tarif edilmektedir Mücevveze sarik sarar, sof üstlük, lokmali kutnî, iç kaftani ve orta abayi giyer, orta raht vururdu Ayrica bu kanunnamede Nisancilarin 400 akçelik haslari oldugu ye Sadr-i â'zamla her vakit görüsebildikleri kayitlidir Bundan baska Eflak-Bogdan voyvodaliklari ile Erdel Kralinin tevcihinden dolayi muayyen bir gelirleri mevcuttur

Osmanli merkez teskilatindaki bu mühim memuriyet, 1836'da kaldirildi Yerine getirildigi görevler de defter eminligine devredildi Önemli fermanlara Bab-i âlî, diger fermanlara ise defter eminliginde Tugra-nüvis denilen memurlar tarafindan tugra çekilmeye baslandi 1838'de ise tugra-nüvislik de kaldirildi ve Bâb-i âli ile birlestirilerek tugra çekme isi, Bâb-i âli dairelerinde yapilmaya baslanildi Daha sonra, nisancilik sadece paye olarak verildi

Tazminattan sonra ise, nisanciligin vazifeleri birkaç memuriyete dagitildi Asli vazifeleri Mabeyn baskatipligi ile Hariciye nazirligina, diger önemsiz vazifeler ise maliye ve defteri hakanî dairelerinde yerine getirilmege baslandi

Alıntı Yaparak Cevapla

'Osmanlı Tarihi'

Eski 10-07-2012   #37
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

'Osmanlı Tarihi'




ORDU TEŞKİLATI

Osmanli ordusu, kurulusundan 20 yüzyilin basina kadar kara ve deniz kuvvetleri olmak üzere teskilâtlanmisti 1909-1910 yillarinda Avrupa ordu teskilâtina giren Hava kuvvetleri, 1912'de de Osmanli Devletinde kuruldu

Osmanlilarin kurulusunda ordu, asiret kuvvetlerinden meydana geliyordu Fetihlerin genislemesiyle, gönüllülerin, feth edilen yerlere iskânla da Türkmen bey ve kuvvetlerinin katilmasiyla asker miktari artip, teskilâtlanmaya gidildi Beylik, akinci ve gönüllü kuvvetlerine ilâveten 1361 yilinda yaya (piyâde) ve müsellem (süvâri) olmak üzere muntazam ve dâimî ordu teskilâti kuruldu Osmanli kara kuvvetleri piyâde, süvâri eyâlet askerleri, teknik ve yardimci siniflardan meydana gelirdi Piyâdeler; acemi, yeniçeri, cebeci, topçu, top arabacilari, lagimci, humbaraci ocaklari olmak üzere yedi ocaga ayrilirdi Süvâriler de; sipâhi, silâhtar, sag ulûfeciler, sol ulûfeciler, sag garipler, sol garipler bölükleri olmak üzere alti bölüge ayrilirdi Eyâlet askerleri timarli sipâhiler ve yerli kulu teskilâti olmak üzere ikiye ayrilirdi Timarli sipâhiler, Osmanli ordusunun en önemli kismi olup; timar sâhipleriyle, bunlarin beslemek ve yetistirmekle yükümlü olduklari cebelülerden meydana gelirdi Yerli kulu teskilâti; yurtiçi, geri hizmet, kale kuvvetleri teskilâti olmak üzere üç bölümdü Yurtiçi teskilâti; belderanlar, cerahorlar, derbendciler, martalozlar, menzilciler, voynuklar gruplarindan; geri hizmet teskilâti, yaya ve müsellemler ile yörüklerden; kale kuvvetleri teskilâti, azaplar, gönüllü ve beslilerden meydana gelirdi Akincilar, Osmanli ordusunun öncü kuvvetleri olup, kurulusuna, gelismesine ve genislemesine çok hizmetleri geçti Akincilar onlu sisteme göre teskilâtlanmislardi

Deniz kuvvetleri (Donanma): Osmanli Deniz Kuvvetleri, Karesi, Mentese, Aydin gibi denizci beyliklerin hâkimiyet altina alinmasiyla sâhip olunan gemi ve personeliyle kuruldu Ilk zamanlarda Karamürsel, Edincik ve Izmit'teki gemi insâ tezgâhlari, Sultan Birinci Bâyezîd Han (1386-1402) zamâninda Gelibolu, Sultan Birinci Selim Han (1512-1520) zamaninda Haliç, Sultan Birinci Süleyman Han (1520-1566) zamâninda Süveys ve zamanla Ruscuk, Birecik tersâneleri kuruldu Bu tersânelerde kürekli ve yelkenli gemiler îmâl ediliyordu Buharli gemilerin kesfiyle 1827'de donanma, Bugu denilen bu gemilerle de donatildi Kürekli gemi çesitleri olarak; uçurma, karamürsel, aktarma, üstüaçik, çete kayigi, brolik, celiyye, çamlica, sayka, firkate, mavna, kalite, girab, sahtur, çekelve, kirlangiç, bastarde ve kadirga kullanildi Yelkenli gemi çesitlerinden de; ates, agripar, barça, brik, uskuna, korvet, kalyon, firkateyn, kapak ve üç ambarli kullanildi Donanma-i Hümâyûnun basi 1867 yilina kadar kaptan-i derya, bu târihten sonra da bahriye nâziri ünvânini tasidi Osmanli donanmasi, muazzam teskilâti, kuvvetli harp filosu, cesur, üstün kâbiliyetli kaptan ve leventleriyle Karadeniz, Ege Denizi, Akdeniz ve Kizildeniz'e hâkim olup, Hind ve Atlas Okyanuslarinda Osmanli sancagi ile armasini dalgalandirip temsil ediyorlardi Osmanli donanmasinin 27 Eylül 1538 târihinde müttefik Avrupa devlet ve kavimlerinden meydana gelen Haçli donanmasina karsi kazandigi Preveze Deniz Zaferi, bugün de Deniz Kuvvetleri günü olarak kabul edilmektedir

Osmanli ordusunda atessiz, atesli, koruyucu silâhlar kullanilmaktaydi Atessiz silâhlar; kiliç, ok, sapan, bozdogan, topuz da denilen gürz, kamçi, dögen, balta, meç, simsir, gaddara, yatagan, hançer, kama, mizrak, cirit, kantariye, kastaniçe, süngü, zipkin, tirpan, çatal, halbart, mancinik, müteharrik kule; Atesli Silâhlar; sayka, zarbazen, miyane zarbazen, sahî zarbazen, sakloz, dranki, bedoluska, marten, ejderhan, kolonborna, miyane, balyemez adlarindaki toplar sishaneli karabina, çakmakli, fitilli çesitleriyle tüfek, tabanca kullanilirdi Zirh, karakal, migfer, kalkan da düsman silâhindan muhâfaza için kullanilirdi

1839 Tanzimat ilânina kadar ordu-yu hümâyûnda mülkî vazifeleri de olan askerî rütbeler sunlardir: Sadâret, vezir, beylerbeyi, ülâ, sancak beyi, alaybeyi, kaymakam, binbasi, sagkolagasi, yüzbasi, mülâzim-i evvel, mülâzim-i sânî, zâbit vekili, basçavus, onbasi, nefer Son devir askerî rütbeler ve Ikinci Abdülhamîd Han (1876-1909) zamâninda, 1900'de subay maaslari: müsîr (maresal) iki yüz elli altin, ferik (korgeneneral) yüz altin, mirliva (tümgeneral) altmis altin, miralay (albay) yirmi bes altin, kaymakam (yarbay) on sekiz altin, binbasi on iki altin, kolagasi (kidemli yüzbasi) on altin, yüzbasi bes altin, mülâzim-i evvel (üstegmen) iki buçuk altin, mülâzim-i sâni (tegmen) iki altin, nefer (er) bir mecidiye (bir altinin beste biri) Bu maaslar net ve kesintisiz olup, her ay da ihsân-i sahâne (pâdisâh hediyesi) alan pekçok subay vardi

Alıntı Yaparak Cevapla

'Osmanlı Tarihi'

Eski 10-07-2012   #38
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

'Osmanlı Tarihi'




SARAY TEŞKİLATI

Osmanli Devletinin kurulusundan sonra, saray teskilâti da diger müesseseler gibi gelisme gösterdi Bursa ve Edirne saraylarindan sonra, Istanbul'un fethi üzerine bugünkü Istanbul Üniversitesi merkez binâsinin oldugu yerde, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafindan Saray-i Atîk denilen eski saray kuruldu Daha sonra yine Fâtih tarafindan Saray-i Cedid adi verilen Topkapi Sarayi yaptirildi

Bu saraylar pâdisâhlarin hem ikâmet ettikleri yer ve hem de bütün devlet islerinin görüsülüp karar verildigi en yüksek devlet dâiresiydi

Osmanli Devletinde saray teskilâti üç kisimdan meydana gelmekteydi:

1) Bîrûn adi verilen dis kisim,
2) Enderûn adi verilen iç kisim,
3) Harem-i hümâyûn

Sarayin Birûn adi verilen kismi sarayin disi, yâni Babüs'saâde hâricindeki teskilâtidir Sarayin Birûn teskilâtinin isleri çesitli oldugundan, her birinin memurlari da ayri ayri siniflardandi

Burada görevli olan ilmiye sinifi ile Birûn agalari denen agalar, sarayin hem harem ve hem de enderûn kisminin hâricindeki yerlerde ve dâirelerde bulunup, vazifelerini yaparlar ve aksamlari evlerine giderlerdi Birûn teskilâtina âit bütün tâyinler sadr-i âzam tarafindan yapilirdi

Enderûn: Sarayin bu kismi yüksek dereceli devlet memuru yetistiren bir mektep ve terbiye yeriydi Pâdisâhlar bir kismi sarayda ve bir kismi da orduda olmak üzere Müslüman Türk terbiye ve kültürü ile yogrulmus, kendilerine sâdik bir sinif yetistirdikten sonra, Osmanli devlet idâresini bunlarin eline vermistir

Küçük yastaki devsirme denilen çocuklar, saraya alinmadan sivil Müslüman Türk âilelerin yaninda büyük bir îtinâ ile yetistirilerek, Müslüman Türk terbiyesi görürlerdi Dînî bilgileri ve Türkçeyi ögrenirler daha sonra saraya alinirlar, burada da mükemmel bir tahsil gördükten sonra, siralari gelince liyâkat ve kâbiliyetlerine göre saray hâricindeki çesitli devlet hizmetlerine tâyin edilirlerdi Sarayda her kogusun ve sinifin fertlerinin kaydina mahsus defterler olup, bunlarin saray terbiyesi üzere yetismeleri için her kogusta lala tâbir edilen hocalar vardi

Osmanli Sarayi, hem devletin en yüksek idâre organi ve hem de en yüksek idârecilerini yetistiren bir müessese idi Sarayin kendine mahsus usûl ve erkâni vardi Islâm ahlâkinin ve insanlik seciyesinin en güzel örnekleri burada yasanir ve buradan Osmanli ülkesine ve dünyâya yayilirdi

Harem-i Hümâyûn: Pâdisâhin âile efrâdinin; pâdisâh kadinlarinin, pâdisâhin kiz ve erkek çocuklari ile harem agalarinin ve muhâsiplerinin oturdugu yerdi Yerlesim olarak vâlide sultanin dâiresi, sehzâdeler mektebi, pâdisâhlarin yatak odalari, câriyelerin yetistigi yerler gibi bölümleri vardi Haremde; vâlide sultan, baskadin efendi, pâdisâh kizlari, gedikli kadin, hizmetçi (câriye)ler bulunurdu

Osmanli sarayinin harem bölümü, hânedan mensuplarinin husûsî âile hayatlarini yasadiklari yerdi Devletin bütün müesseseleri ve cemiyet hayatinda oldugu gibi, buradaki günlük hayat da, Islâmiyetin esaslarina Türk örf ve an'anesine titizlikle riâyet edilerek yürütülürdü Harem-i Hümâyûnda bulunanlar, küçük yaslarindan îtibâren çok titiz ve ciddî bir egitimden geçirilerek yetistirilir, sarayin müstesnâ âdâb ve terbiyesine uymasina îtinâ gösterilirdi

Asirlar boyunca cihan-sümûl Osmanli Devletini idâre etmis, ülkeler fethetmis, ilim ve irfânin ilerlemesine, medeniyetin yükselmesine ve yayilmasina hizmet etmis pâdisâhlarla, mümtaz ahlâk, iffet, sefkat, merhamet ve hamiyet nümûnesi hanim sultanlar, hep bu Harem-i Hümâyûnda terbiye edilerek yetismislerdir Haremde, hânedan âilesinin yasayisini düzenleyen çok muazzam bir tesrifât, (protokol) vardi Harem teskilâti ve müessesesini anlatan çesitli târihî vesikalar mevcuttur

Harem-i Hümâyûnda bulunan câriyeler, Islâm ordularinin düsmanlarla yaptigi harplerde esir edilen kadin ve kizlarla, pâdisâha hediye edilenlerden hizmetçi olarak sarayda bulunanlardi Bunlarin çogu hizmetçi olarak hanim sultanlarin ve haremde vazifeli kadin görevlilerin emrinde hizmet ederek yetisirlerdi Câriyelerin hepsi, uzun süre çok ciddi bir terbiyeden geçirilir, Islâm ahlâki ve Türk örfüne göre yetistirilir, çesitli hizmetlerle vazifelendirilirlerdi Temayüz edenlerinden pek azi, pâdisâhin özel hizmetlerini görmekle de vazifelendirilirdi Bu dereceye yükselmek, câriyeler için pek büyük bir meziyet ve mazhariyetti ve uzun terbiyelerden sonra ulasilirdi Gerek pâdisâhin ve gerekse Harem-i Hümâyûnda bulunan diger hânedan mensuplarinin hizmetlerindeki câriyelerle olan muâmeleleri, Islâm hukûkuna uygundu Keyfilikten, zevk ve safâya zebunluktan uzak olup, Islâmiyetin târif ettigi mesru âile hayâtinin bir nümûnesiydi Câriyelerden çogu kendiliklerinden Müslüman olur, ya sarayda serefli bir ömür sürerler veya münâsip kimselere zengin çeyizlerle gelin edilirler, yuva kurarlardi

Eski ve ortaçaglardaki krallik ve imparatorluk saraylarinda yasanan zevk ve safâhat âlemleriyle, bilhassa saraya mensup kadinlarin karistigi entrikalarin sehvetleri kamçilayan hikâyelerini dinleyip yazmaga alismis bâzi Avrupali muharrirlerle, onlari taklit eden yerli isimler, hiçbir yabancinin girmemis, hiçbir uygunsuz haber duyulmamis olan Osmanli sarayinda da bu kâbil olaylari çok arastirmislar, yazacak hiçbir sey bulamamislardir Asirlar boyunca devam etmis bir hânedan âilesinden süpheli rivâyetler hâlindeki tek tük olayi ise, genis hayalleriyle süsleyip bire bin katarak anlatmislardir Bilhassa Bati insaninin ulasmayi gâye edindigi zevk ve safâhat hayâtinin Avrupa saraylarinda görülen nümûneleri; onlarin târihte emsalsiz bir ihtisam sâhibi Osmanli sarayinda da benzeri bir hayat hayâl etmelerine sebep olmustur Çünkü Avrupali için iktidar ve maddiyatin zevki ve safâyi teminden baska nihâî bir maksadi yok gibidir Harem kelimesiyse, özellikle son zamanlarda çesitli bahânelerle istismar edilmis, Müslüman-Türk ahlâkinin besigi âile yuvasi, çesitli bozuk düsünce sâhiplerinin uydurma sözleriyle lekelenmek istenmistir Bu maksatli iftiralarla dolu yazilarin hedefi; târihteki, Türk ahlâk ve devletini asagi düsürmektir Bu tip maksatli yazilarin hiçbir vesikasi ve degeri de yoktur Harem kadinlarinin hiçbiri, devrinde kendi hayâtini ve haremi anlatan kitap yazmamistir

Alıntı Yaparak Cevapla

'Osmanlı Tarihi'

Eski 10-07-2012   #39
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

'Osmanlı Tarihi'



TOPRAK İDARESİ

Osmanli Devleti'nin kurulus döneminde ve bu devletin ekonomik, sosyal ve askerî gelismesinde önemli derecede rol oynayan etkenlerden biri de süphesiz ki toprak sistemidir Bu sistemin gelismesi ile ilgili müesseseler, devlete bir dinamizm veriyordu Bu sebepledir ki ortadan kalkip tarihe mal olusuna kadar toprak, bu devletin hayatinda önemli bir rol oynamisti

Bir toplumun, devlet olabilmesi için, bazi hususiyetleri tasimasi gerekir Toprak (ülke) bu hususiyetlerin basinda gelmektedir Çünkü her bagimsiz devletin, hak ve selahiyetlerini, mutlak surette kullanabildigi, belirli sinirlarla tesbit ve tayin edilmis bulunan cografî bir toprak parçasi diye tarif edilen "ülke" kavrami, ancak belli bir topraga sahip olmakla mümkün olabilir

Islâm öncesi Türklerinde toprak, biri fertlerin digeri de cemaatin olmak üzere iki kisma ayriliyordu Islâm öncesi Türk devletlerinin, kismen yerlesik de olsa, göçebe hayat tarzi ve an'anelerine göre bir mülkiyet telakkisine sahip olduklari bilinmektedir Hayvanlarina otlak vazifesi görmesinden dolayi göçebeler için topragin ehemmiyeti büyüktü Eski Türklerde otlaklar, fertlerin degil, kabile veya cemaatlerin mülkiyetinde bulunuyorlardi Yedisu havalisinde oturan Kazak-Kirgizlarin isledikleri topraklarda, özel mülkiyet ve cemaat mülkiyeti olmak üzere iki tip mülkiyet vardi Özel mülkiyete dahil bulunan arazi, kabilenin müsterek mülkiyetinde bulunan topraklarin paylasilmasi ve sahis ile kabileye ait olmayan bos yerlerin benimsenmesi suretiyle meydana gelmisti Hususi mülkiyette sahibi, tam anlamiyla toragi temellük eder Öldügü zaman arazi, ogullarina miras kalir Ancak vâris bulunmadigi zaman söz konusu olan toprak cemaata kalir Cemaat içerisinde yeni bir aile kurulunca, cemaat ona idaresindeki araziden bir hisse verir Sayet verilebilecek yeni bir arazi yoksa, cemaat tarafindan onun için, bir arazinin tedarik edilmesine çalisilirdi Cemaat mülkiyetine ait olan arazi, muayyen parçalara ayrilarak bir kira karsiliginda geçici olarak fertlerin istifadesine terk edilirdi Bu arazinin kiracilar elinde birakilma müddeti, muhtelif yerlerde toprak, su ve ekim sartlarina göre degisiyordu

Türklerin Islâm'i kabul edip Islâm medeniyeti içindeki yerlerini almalarindan sonra, dinî, iktisadî ve ictimaî hayatlarinda degisiklikler meydana geldi Bu sebeple Müslüman Türkler, her konuda oldugu gibi toprak hukuku ve idaresi bakimindan da Islâmî prensiplere bagli kaldilar Bunun içindir ki, Islâm toprak hukuku ile ilgilenenler tarihî açidan bu sistemi dört ana devreye ayirirlar Bunlar:

a)Islâmiyetin baslangicindan Hz Ömer'in halifeligi dönemine kadar olan devre,

b)Hz Ömer devri,

c)Abbasi ve Selçuklu devri,

d)Osmanli devri

Islâm medeniyeti içerisinde basli basina bir devreye konu olabilecek olan Osmanli toprak uygulamasi, gerçekten toprak hukuku bakimindan büyük bir önem arz eder Filhakika Osmanlilar, birçok müessesede oldugu gibi toprak mevzuunda da kendisinden önceki müslüman devletlerin tatbikatindan istifade etmislerdi Zaten onlara bigâne kalmalari da mümkün degildi Bu sebepledir ki devlet, henüz bir beylik durumunda oldugu zaman bile, Islâmî bir sistemin yerlesmesi için çalisiyordu Bunun içindir ki bu Müslüman unsurlar (göçlerle gelen ve uçlarda yasayan göçebe Müslüman Türkler) Osmanli Beyligi'ni siyasî ve kültürel bakimlardan, klasik Islâm geleneklerinin ihyasini hedef tutan bir devlet olmaya dogru gelistirdiler Osman Gazi'nin halefleri, tedricen "sultan"lar haline geldiler Onlarin etrafinda karakterini dil ve irktan ziyade din ve medeniyetin tayin ettigi bir "Osmanlilar cemiyeti" tesekkül etti

Islâm âleminde bir gelenek olarak, Osmanlilardan önceki müslüman devletlerde ve özellikle Büyük Selçuklularda görülen ikta sistemi, Büyük Selçuklulardan sonra gelen bütün Türk Islâm devletlerinde uygulanmistir

Selçuklularin, askerî mukataalar ihdas etmeleri, hanedanin, kendi baslica dayanagi olan Türk unsuruna mensup kütleleri yabanci sahalarda yerlestirmek, onlara hem toprak vermek hem de lüzumunda askerî bir kuvvet olarak faydalanmak fikrinden dogmustur Bu suretle yavas yavas topraga baglanan göçebeler, hem bir karisiklik âmili olmaktan çikiyor, hem de devlete kuvvetli bir askerî dayanak teskil ediyorlardi Bu usulün ehemmiyet ve faydasi, bilhassa Bizans'tan zapt edilen yeni sahalarda daha açik bir sekilde görünüyordu Kismen harplerde ve fetihlerde imha veya esir edilen ve kismen de yerlerinde birakilan yerli ahaliden kalmis genis Anadolu topraklari, Selçuklularin takib ettikleri ikta sistemi sayesinde yavas yavas Türklesti

Osmanlilarin, kendilerinden önceki Müslüman Türk devletlerinden mâhirâne bir usul ile alip tatbik ettikleri timar sistemi, Osman Gazi ile baslar O, zapt ettigi bütün yerleri timar olarak silah arkadaslari ile askerlerine veriyordu Itaat eden yerli halki da yerinde birakiyordu Hatta o, arkadaslarindan bazilarinin uysal ve itaat eden ahaliyi herhangi bir sebeple yerlerinden kaçirmalarina engel oluyordu Âsikpasazâde'ye göre o: "Her kime kim bir timar virem âni sebepsiz elinden almayalar ve hem ol öldügü vakitte ogluna ve eger küçücük dahi olsa vireler Hizmetkârlari sefer vakti olicak sefere varalar, tâ ol sefere yarayinca Ve her kim kanun düzse Allah andan râzi olsun Ve eger neslimden bir kisi bu kanundan gayri bir kanun koyacak olursa edenden ve ettirenlerden Allah Teâla râzi olmasin" demistir Selçuklu uygulamasi ile ayni özellikleri tasiyan bu sözlerden su sonuçlar çikmaktadir:

1- Sebepsiz yere hiç kimsenin timari elinden alinamaz

2-Timar sahibinin ölümü halinde timari ogluna intikal eder

3-Ogul sefere gidemeyecek kadar küçükse, harbe gidecek yasa gelinceye kadar onun yerine hizmetkârlari sefere gideceklerdir

Anadolu'da, Osman Gazi ile baslayan timar sistemi, ondan sonra gelen torunlari tarafindan devam ettirildi Gerçekten de Orhan zamaninda timar tevcihlerine dair bir çok tarihî kayit bulunmaktadir Ayrica gazilerin yani timar erlerinin yeni zaptedilen uslara yerlestirildigi hakkindaki rivayetler de timarlarin askerî özellik ve mahiyetlerini daha iyi anlamamiza vesile olmaktadir Hatta timarlarda bulunan yerli halk da zaman zaman sipahilerle birlikte kendi din kardeslerine karsi harplere katiliyorlardi Rumeli fetihleri baslayinca timar sistemi oralarda da uygulanmaya basladi Gelibolu havalisinin Yakub Ece ile Gazi Fazil'a timar olarak verildigi ilk tarihî kaynaklarda belirtilmektedir Sultan I Murad devrinde Rumeli fütuhati ehemmiyet kazaninca Anadolu'dan pekçok halk ve bazi Türk asiretleri oradan alinip Rumeli'ye iskan ettirildiler Bu yeni gelenlerin geçimlerini saglamak için onlara toprak tahsis edilmesi gerekiyordu Bu durum sebebiyle, timar sistemi daha da yayginlik kazanmaya basladi

Baslangiçta "Has" ile "Timar" seklinde ikiye ayrilmis olan birlikler, I Murad döneminde yeni bir kategorinin katilmasi ile üç kisma ayrildilar Rumeli Beylerbeyi Lala Sahin Pasa ölünce, onun yerine Kara Ali oglu Kara Timurtas Pasa beylerbeyi olmustu Dirlikleri yeniden düzenlemek isteyen Kara Timurtas Pasa, "Has" ile "Timar" arasinda "Zeâmet" adi ile yeni bir derece ihdas etti Tedricî bir tekâmül takib ettigi muhakkak olan bu toprak sistemi, topragin mülkiyet haklari ile ilgili degildir Böylece rakabesi (possesio) devlet elinde alikonulmus topraklar rejimi, Osmanli Devleti'nde en genis ölçüde ve en serbest bir sekilde tatbik edilebilmistir Bu rejimde, topragin menfaati kendisine birakilan sinif, topragi fiilen isleyen reâyâdir Burada sunu da hemen belirtelim ki, Osmanli reâyasinin sahip bulundugu haklar, Avrupa'daki "Serf'lerin sahip oldugu haklar ile kiyas edilemeyecek kadar daha medenî, daha insanî ve daha mütekâmildir Konuyu daha netlestirmek ve bir fikir vermek üzere Osmanli reâyasinin muasiri olan Avrupa'daki serflikten ve onlarin durumundan kisaca söz etmek gerekir

Avrupa'da topraga yerlestirilmis olan köle (serf, çiftçi) bazi isleri hür insanlar gibi yapamaz O, birçok haktan mahrumdur Derebeylik sisteminin getirdigi feodalizme göre serfler, hukukî bakimdan diger insanlardan tamamen farkli bir hüviyete sahiptirler Asagidaki maddeler, onlarin nasil bir statüye sahip olduklarini ortaya koyacaktir:

a- Istedikleri ile evlenemezler, baska senyörlerin serfleri veya hürlerle evlenemez

b- Serflerin mirasi hür olan insanlarinki gibi vârislerine intikal etmez, sahipleri istedikleri gibi mirasa müdahale edebilirler

> c-Istedikleri meslegi seçme, çalisip çalismamada serbestlikleri yoktur

d-Efendilerinin angarya islerinde çalismak ve belli zamanlarda onlara hediye takdim mecburiyetleri var

e- Serfleri cezalandirmak efendilerine aittir

f-Serfler, ruhban sinifi ve manastirlara giremezler, mahkemelerde hür bir insana karsi sahidlikleri kabul edilmez

Serflerin içinde bulundugu bu duruma karsilik Osmanli reâyâsi hür insanlardi Onlar ,her türlü hukukî statüye sahiptirler Serf veya ortakçi kullarla bir ilgileri yoktur Bu sebepledir ki, Avrupa feodal toplum yapisinda görülen köylü isyan ve ihtilallerine, son derece karisik dinî ve sosyal gruplari bünyesinde toplayan Osmanli Devleti'nde tarihin hiç bir döneminde rastlanmaz Sinif tesekkül ve kavgasina zemin hazirlamayan Osmanli toplum yapisi, baska toplumlarla kiyasi mümkün olmayan sosyal bir özellik arzeder Bati insaninin yüzyillar boyu sürdürdügü sinif mücadelesini ve kölelikten kurtulma savasinin izlerini Türk ictimaî hayatinda görmek mümkün degildir

Osmanli Devleti kuruldugu ve daha sonra feth ettigi memleketlerde, bir çesit toprak köleliginin mevcud oldugu düzensiz bir derebeylik nizami ile karsilasmistir Bu nizamin, toprak münasebetlerinde sebep olacagi düzensizlikleri önlemek için mevcud toprak düzenine sür'atle müdahale etmis, topraga dayanan asalete son vermek suretiyle, topragi isleyenleri serf olmaktan çikarmis, derebeylik yerine timar sistemini, serf yerine timar sahibi olan sipahî ile aralarinda sadece akdî bir münasebet bulunan, bir çesit aynî hak sahibi kiraciya benzer toprak mutasarriflarini ikame etmistir Böyle bir toprak düzeni ise topragin mülkiyetinin devlette olmasiyla mümkündür Iste bunun içindir ki Osmanli hükümdarlari, Islâm fetihlerinin baslangicinda oldugu gibi, fethedilen topraklarin bir kisminin mülkiyetini halka birakirken, bir kisminin rakabesini hazine için alikoymus ve sadece tasarruf hakkini halka tefviz etmistir

Baslangiçta, arazinin mülk ve mirî olarak ikiye ayrildigi Osmanli Devleti'nde, bilahare arazinin tamamina yakin bir kismi mirî rejime tabi tutulmustur Üsküp ve Selânik kanununun basina koydugu mukaddimesinde Ebu Suud Efendi (898-982/1490-1574), arazinin mirî olus sebeplerine temas ederken ayni zamanda, Islâm hukukuna göre arazinin mahiyetinden de söz eder Ona göre:

"Bilâd-i Islâmiyede olan arazi, muktezay-i seriat-i serife üzre üç kisimdir:

Bir kismi arz-i ösriyyedir ki hin-i fetihte (fetih esnasinda) ehl-i Islâm'a temlik olunmustur Sahih mülkleridir (gerçek mülkleridir) Sâir mallari gibi nice dilerlerse tasarruf ederler Ehl-i Islâm üzerine ibtidâen harac vaz'i, na mesrû olmagin (mesru olmadigi için) ösür vaz' olunmustur Ekerler, biçerler, hâsil olan gallenin ösründen gayri asla bir habbe alinmaz Âni dahi kendiler fukara ve mesâkine virürler Sipahdan ve gayridan asla bir ferde helâl degüldür Arz-i Hicaz ve arz-i Basra böyledir

Bir kismi dahi arz-i haraciyedir ki, hin-i fetihte keferenin ellerinde mukarrer kilinup kendilerine temlik olunub üzerlerine hasillarindan ösür yahut sümün yahud subu', yahud südüs, nisfa degin (1/10, 1/8, 1/7, 1/6, 1/2) arzin tahammülüne göre harac-i mukaseme vaz' olunup yilda bir miktar akça dahi harac-i muvazzaf vaz' olunmustur Bu kisim dahi sahiplerinin mülk-i sahihleridir Bey'a ve siraya (satma, satin alma) vesair enva-i tasarrufata kadirdirler Istira edenler dahi vech-i mezbur üzerine ekerler biçerler, harac-i mukasemin ve harac-i muvazzafin verirler Ehl-i Islâm istira etseler dahi kefereden alinagelen haraclari sâkit olmaz (haraçlari düsmez) Bi kusur edâ ederler Egerçi ehl-i Islâm'a ibtidâen harac vaz' olunmak mesru degildir Amma bekaen alinmak mesrudur Mutasarrif olanlar eger ehl-i zimmettir eger ehl-i islâmdir madem ki ellerinde olan yerleri ziraat ve hiraset edüp ta'dil eylemeyeler asla dahl ve taarruz olunmaz nice dilerler ise tasarruf ederler Fevt oldukta sair emvâl ve emlakleri gibi vereselerine intikal eder Sevad-i Irak arazisi böyledir Kütüb-i ser'iyyede mestûr ve meshur olan arazi bu iki kisimdir

Bir kisim dahi vardir ki, ne ösriyyedir ne de vech-i mezbûr üzerine haraciyyedir Âna arz-i memleket derler Asli haraciyedir Lakin sahiplerine temlik olundugu takdirde fevt olup verese-i kesire mabeynlerinde taksim olunup her birine bir cüz'î kit'a degüp her birinin hissesine mabeynlerinde taksim olunup her birine bir cüz'î kit'a degiip her birinin hissesine göre haraclari tevzi ve tayin olunmakta kemal-i suûbet ve iskâl olup belki âdeten muhal olmagin rakabe-i arazi, beytü'l-mal-i müslimîn içün alikonulup reâyaya ariyet tarikiyla virülüp ziraat ve hiraset idüp, bag, bahça ve bostan idüp hâsil olandan harac-i mukasemin ve harac-i muvazzafin vermek emr olunmustur Sevad-i Irak'in arazisi eimme-i din mezheblerinde bu kabildendir

Bu diyar-i bereket siarin arazisi dahi bu uslûb üzerine arz-i memlekettir ki, arz-i mîrî demekle mâruftur Reâyânin mülkleri degüldür Ariyet tarikiyla tasarruf idüp ziraat ve hiraset idüp ösür adina harac-i mukasemesin ve çift akçasi adina harac-i muvazzafin virüp madem ki, ta'til itmeyüp vücuh-i merkume üzerine tamir idüp hukukun eda ederler kimesne dahl ve taarruz eylemeyüp fevt oluncaya degin nice dilerler ise tasarruf ederler Fevt oldukta ogullari kendilerin makamlarina kayimlar tafsil-i mezbur üzerine tasarruf ederler Ogullan kalmaz ise hariçten tamire kadir kimesnelere ücret-i muaccele alinip tapuya verilip anlar dahi tafsil-i sâbik üzere tasarruf ederler"

Görüldügü gibi devlet, reâyânin elindeki topragin miras yolu ile parçalanmasi, serbest alisveris usûlü ile gelisigüzel sahip degistirmesi ve borç için hacz edilmesi gibi sebeplerie müstakil küçük köylü isletmelerinin mevcudiyetini tehlikeye düsüren muameleleri önleyici hükümler koymustu Bu yüzden kanunnâmelerde "yer beyliktir", yerde bey'u sira ve hibe ve miras vesair tasarrufat ser'an ve örfen memnudur denilmektedir

Müslüman Devletlerde arazinin mîrî olus sekillerini söyle siralayabiliriz:

a) Fethedilen arazi, gâliplere (fâtihlere) tevzi, veya mahallî halk elinde birakilmayarak devlete (beytü'l-mal) mal edilmek suretiyle Islâm hukukuna göre devlet baskani bu arazi ile ilgili olarak istedigi gibi tasarrufta bulunabilir

b) Fetih esnasinda nasil muamele gördügü belli olmayan arazi

c) Mülk araziden olan topragin, mâlikinin mirasçi birakmadan ölmesi ve vasiyette bulunmamasi halinde arazinin hazineye intikal etmesi ile

d) Topragin, mururu zaman (zaman asimi) ile sahibi bilinememek yüzünden hazineye intikali suretiyle

e) Rakabesi devlete ait olmak üzere ihya edilen ölü (mevat) toprak

Osmanli toprak sisteminde "emîriyye" denilen arazi de iki kisma ayrilmaktadir Bunlar:

1- Arazi-i emirîye-i sirfa (beytü'l-male ait)

2- Arazi-i emirîye-i mevkufa (vakfa ait)

Tafsilatina girmeden,sadece kaç kisim olduguna isaret ettigimiz arazi-i emirîye, 1274/1858 tarihli arazi kanunnâmesinin 3 maddesinde söyle tarif edilmektedir:

"Arazi-i emirîyye, beytü'l-male ait olarak ihale ve tefvizi, taraf-i Devlet-i Aliyye'den icra olunagelen tarla ve çayir ve yaylak ve kislak ve korular ve emsali yerlerdir ki, mukaddema ferag ve mahlulat vukuunda sahib-i arz itibar olunan timar ve zeamet ashabinin ve bir aralik mültezim ve muhassillarin izin ve tefviziyle tasarruf olunur iken, muahharan bunlarin ilgasi hasebiyle el-haletu hazihi taraf-i Devlet-i Aliyye'den bu hususa memur olan zatin izin ve tefviziyle tasarruf olunup mutasarriflari yedlerine bâlâsi tugrali tapu senetleri verilir"

1858 tarihli arazi kanununa göre Osmanlilarda arazi: a- Arazi-i Memlûke, b- Arazi-i Emîrîye, c- Arazi-i Mevkufa, d- Arazi-i Metrûke, e- Arâzi-i Mevât olmak üzere bes gruba ayrilmaktadir:

a- Arazi-i Memlûke: Mülkiyet yolu ile tasarruf edilen topraklar olup dört kisimdan ibarettir: 1- Kasaba ve köylerdeki arsalar olup yarim dönümlük yerlerdir 2- Emîrîye topraklardan mülkiyete dönüstürülen yerlerdir 3- Ösrî topraklardir 4- Haracî topraklardir

Arazi-i Memlûkeye mâlik olanlar, mallarini diledikleri gibi kullanir, isler, satar, hibe veya vakf edebilir Bütün bu muamelat için fikhî hükümler tatbik edilir

b- Arazi-i Emirîye: Devlete ait olup fertlere, tarla, otlak, yaylak, kislak vs olarak tahsis edilen yerlerdir Eskiden timar ve zeamet sahipleri tarafindan kullanilan bu topraklar, arazi kanunnâmesi hükümlerine göre tapu ile tasarruf edilir hale getirilmistir

c- Arazi-i Mevkufa: Toplumun menfaati göz önünde bulundurularak vakf edilmis olan topraklardir Vakfi yapan (vâkif) tarafindan tesbit edilen sartlara göre kullanilir

d- Arazi-i Metrûke: Toplumun menfaati için yapilan yollar, köprüler ile köy ve kasaba halkinin birlikte istifade edebilmesi için birakilan mera, koru vs gibi yerlerdir

e- Arazi-i Mevât: Köy, kasaba ve fertlere tahsis edilmemis bulunan ve imar bölgeleri disinda birakilmis olan topraklardir

Alıntı Yaparak Cevapla

'Osmanlı Tarihi'

Eski 10-07-2012   #40
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

'Osmanlı Tarihi'



Bu sistem, devlete ait mîrî arazinin, savaslarda yararliligi görülen, kale yapim ve tamirinde bulunan, devlete hizmet eden mücahidlere, askerlere ve diger bazi hizmet erbabina dagitilarak, bu kimselerin, kendilerine verilen araziye ait örfî ve ser'î vergileri toplamasi seklinde belirlenebilir Topragin "rakabe" denilen çiplak mülkiyeti devlete, kullanma ve yararlanma hakki timar sahibine aittir Daha önce de temas edildigi gibi toprak üzerindeki bu hak, babadan ogula intikal etmekte, ancak timar sahibinin topragi satmasi, hibe etmesi, bagislamasi, rehine koymasi veya miras olarak intikal ettirmesi mümkün degildir

Osmanli Devleti'nde, mirî arazi rejiminin sonucu olarak timar (dirlik) adi verilen bir sistem ortaya çikti Bu, daha önceki Müslüman devletlerdeki "Ikta" sistemi ile ayni olmakla birlikte ona göre biraz daha gelismisti Osman Gazi'nin fetihleri ile ortaya çiktigini daha önce gördügümüz bu uygulama, I Murad döneminde teskilâtli ve sistemli bir kurum haline geldi Önceleri timar ve has diye ikiye ayrilan dirliklere bu devirde Kara Timurtas Pasa yardimiyla "zeâmet" diye malî yönde ikinci derecede bulunan bir kisim daha ilave edildi

Devlette, büyük bir fonksiyonu bulunan timar sistemi, Osmanli toprak rejiminin temelini teskil ediyordu Zira bu toplumda iktisadî, ictimaî, askerî ve idarî teskilâtlarin tamami büyük ölçüde toprak ekonomisine dayanmaktaydi Toplum hayatinda en küçük vazife sahibinden, devletin en üst kademesinde bulunan hükümdara varincaya kadar hemen hemen bütün sosyal gruplar, geçimlerini toprak ürünleri ile sagliyorlardi

Toprak taksimatinin en küçük bölümü olan timar, geliri 3 bin ila 20 bin akça arasinda degisen askerî dirliklere verilen bir isimdir Devrin imkânlari göz önünde bulundurularak bir kisim asker ve memurlara geçimlerini temin hususunda böyle bir kaynak saglanmistir Nitekim bu mânâda "zeâmet ve timar ki defi a'da için tâyin olunan mal-i mukateledir ve asker dahi bunlari tasarruf edenlerdir denilmektedir Keza, Islâm Ansiklopedisindeki genis makalesinde Barkan da bu mevzuda sunlari söylemektedir:

"Osmanli Imparatorlugunda geçimlerini veya hizmetlerine ait masraflari karsilamak üzere bir kisim asker ve memurlara, muayyen bölgelerden kendi nâm ve hesaplarina tahsil selâhiyeti ile birlikte tahsis edilmis olan vergi kaynaklarina ve bu arada bilhassa defter yazilarindaki senelik geliri 20 bin akçaya kadar olan askerî dirliklere verilen isimdir" Kendisine böyle bir imkân taninan kisi (timar sahibi, sipahî), buna karsilik bâzi vazifelerle mükellef tutulmaktadir O, batidaki toprak sahiplerinin, serflerine karsi takindiklari tavir gibi bir pozisyonda bulunamaz Keza, timari içinde meydana gelen olaylara, toprak sahibi sifatiyle müdahalede bulunamaz Zira "Osmanli Imparatorlugunun adlî düzeni icabi, herhangi bir cezanin tatbiki için bütün suçlarin kadi mahkemeleri önünde usûlü vechiyle tesbit edilerek hükme baglanmis bulunmasi lâzimdir Ne kadar kudretli kisiler olurlarsa olsunlar, timar sahipleri reâyanin hukuk ve ceza dâvalarina bakmak ve onlara ceza tâyin etmek yetkisine sahip degildi Hatta diger askerî sinif mensuplari gibi, timar sahiplerinin de kendi reâyasi ile beraber ayni mahkemeler önünde, ayni kanunlara göre muhakeme edilerek hüküm giymeleri icabediyordu Mahkeme karari olmaksizin, kimsenin hapsedilmesi, zincire vurulmasi, iskenceye tâbi tutulmasi veya para cezasi ödemesi câiz degildi" Osmanlilarda topragin rakabesi devlete aittir Bununla beraber, çiftçinin vermekle mükellef tutuldugu vergiyi dogrudan dogruya devlet degil ve fakat onun adina bir maas karsiligi olarak herhangi bir memur alir ki, böyle bir memuriyeti bulunana sipahî, bu tatbikata da, "timar sistemi" adi verilmektedir Sipahî, timari içinde çalisanlara haksiz bir ceza veremiyecegi gibi, onlara angarya da yükleyemez Zira Osmanlilarda, timari içinde, sipahinin bir kisim topraklari kendi nâm ve hesabina isleten ve bu maksatla idaresi altinda bulunan reâyânin isgücünü angarya mükellefiyetleri ile kullanmak mecburiyetinde olan büyük bir çiftlik sâhibi durumunda olmadigi anlasilmaktadir Ayni sekilde, mîrî arazi tasarruf eden bir reâyâ ile sipahî arasinda, büyük ölçüde ekonomik bir farklilasma görülmez Birisi, idarîaskerî vazifeler karsiligi toprak gelirinden istifade ederken, digeri sadece emek karsiligi bu ürünlerden faydalanmaktadir Osmanli cemiyetindeki bu iki sinif insanin emeklerini toprak geliri ile karsilamasi, maddî farklilasmayi ortadan kaldiran önemli bir âmil olmustur

Sipahî, reâyâdan miktar ve cinsleri kanunlarla tesbit ve tâyin edilmis olan bir kisim vergiden fazlasini tahsile selâhiyetli degildi Selâhiyetini tecavüz edenden de dirligi, bir daha geri verilmemek sartiyle alinirdi Nitekim, 14 Muharrem 973 (12 Agustos 1565) de Sivas Beylerbeyi, Sivas ve Arapkir kadilarina yazilan bir hükümde, Divrigi Beyi Kasim'in seriat ve kanuna aykiri olarak reâyâya haksizlik ettiginin mahkeme tarafindan tesbit edilmis olmasi cihetiyle, sancaginin tebdiline karar verildigi bildirilmektedir Ayni seneye 973 (1565) ait baska bir belgeye göre Avlonya Kadisina yazilan bir hükümde de mezkûr kazaya bagli Aspurokilise adindaki köyde timar tasarruf eden Burhan oglu Ahmed Sipahî, ehl-i senaattan olmak, çesitli kötülük ve haksizliklari bulunmakla hapsedilmesi ve timarinin elinden alinmasina dair tafsilâtli bilgi verilmektedir Ekonomik ve sosyal durumlari ile dinî inançlari tamamen farkli, çesitli kavimlere mensup kimseleri sinirlan içinde barindirarak onlari tebea edinen Osmanli Devleti, böylece timar sahibinin yapabilecegi herhangi bir haksizligin önünü almis oluyordu

Sipahî, mîrî arazinin halka tefvizinde, devletin bir temsilcisi olarak vazife görmektedir O, arazinin gerçek sahibi degildir Bunun içindir ki devlet, timarlarin kapali bir sistem halinde çalismasini engellemek, onlari devamli kontrol etmek ve gerektiginde müdahalede bulunmak için devamli surette buralara çesitli memurlarini gönderir "Timar sahiplerinin kendilerine tahsis edilmis olan arazi ve reâyâya ait ser'î veya örfî bir takim hak ve resimleri (vergi) kendi nâm ve hesaplarina toplayip onlarin gelirleri ile birtakim vazifelerin ifâsini temin ettiklerini biliyoruz Bununla beraber, sipahî timarlarini, malî bakimdan hârice karsi tamamiyle kapali ve müstakil bir bütün, bir müafiyet (imnunite) sahasi olarak kabul etmek de mümkün degildir Çünkü vergilerin toplanma sekli ile aidiyyeti hususlari, siki bir sekilde merkeziyetçi bir devlet teskilâti tarafindan mürakebe edilmekte ve sipahî timarina, muhtelif hak ve vazifeler dolayisiyle birçok devlet memuru girip çikmaktadir"

Alıntı Yaparak Cevapla

'Osmanlı Tarihi'

Eski 10-07-2012   #41
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

'Osmanlı Tarihi'



TIMAR SİSTEMİNİN TEKAMÜLÜ

Osmanlilarda, Osman Gazi ile baslayan timar sistemi, Yildirim Bâyezid zamaninda Timur'la yapilan savastan dolayi bir duraklama devresine girmisti Bu hâl, Fâtih devrine kadar tesirini göstermistir Fâtih Sultan Mehmed, devletin artan ihtiyaçlarina uygun olarak, devlet teskilâtini tanzim etmek ve bu arada timar sistemini gelistirmek için yeni kanunlar çikarmistir Nitekim o, timar sisteminin düzenlenmesi, timar topraklarinin arttirilmasi ve aksakliklarin giderilmesi konusunda önemli yeniliklerde bulunmustu Onun, aslinda devlete ait olup çesitli yollarla devletin elinden çikarak mülk veya vakif haline gelmis olan topraklan tekrar mîrî haline getirmesi operasyonu meshurdur Bu dönemde bütün vakif ve mülkler gözden geçirilerek 20000'den fazla köy ve mezra vakif veya mülk olmaktan çikarilip sipahilere dagitilmistir

II Bâyezid (1481-1512) zamaninda timar teskilâtinda pek büyük bir degisiklik yapilmadi Yavuz Sultan Selim (1512-1520) devrinde timar sistemi mükemmel bir sekilde islenmis, sipahî ve "cebelû"lerin miktari 1514 yilinda 140 bin kisiyi bulmustu

Timar teskilâti, Kanunî Sultan Süleyman devrinde tekâmülünün zirvesine ulasmistir Kanunî'nin timarlarla ilgili fermanlari bu hususta çok açik birer delil teskil etmektedirler Keza bu dönemdeki timar sayisindan ve "cebelû" miktarindan da haberdar bulunmaktayiz Nitekim, Kanunî zamaninda irili ufakli 37521 timar vardi Bunlardan 6620 Rumeli, 2614 Anadolu, 419 Haleb ve Sam vilâyetlerinde bulunuyordu Bunlardan 9653'ü kale muhafiz timari, geriye kalan 27868'i ise tamamiyle eskinci timari idi Bahis mevzu 27868 eskinci timari sahiplerinin, harbe beraber götürmek mecburiyetinde olduklari "cebelû" (veya cebelî) denilen silâhli ve zirhli askerlerle 70-80 bin kisilik atli bir timarli sipahî ordusu teskil ettikleri tahmin edilmektedir Padisahin hassa ordusu demek olan Istanbul'daki KapiKulu Ocaklarinin bu devirdeki mevcudu ise henüz 27 bin civarinda idi Kanunî zamaninda bütün müesseseler gibi dirlik (timar) sistemi de tekâmülünün zirvesine ulasmistir Bu dönemdeki timarli asker sayisinin yukanda verilenden daha fazla oldugu ve bunun 200 bin civarinda bulundugu da söylenmektedir

Osmanli toprak düzeninde dirlikler, üç kisma ayriliyordu Bunlar:

a) Has: Padisah, vezir ve ileri gelen devlet adamlarina tahsis edilip, senelik hâsilati 100 bin akçadan fazla olan yerlere (dirliklere) denirdi Her has sahibi, gelirinin her bes bin akçasi için bütün masraflari kendisine ait olmak üzere bir "cebelû" yetistirmek ve beraberinde harbe götürmek mecburiyetindeydi Haslar irsî degildir

b) Zeâmet: Senelik hâsilati 20-100 bin akça arasinda degisen dirliklerdir Bu gelirin 20 bin akçasi kiliç hakki oldugundan, zeâmet sahibi bunun disinda kalan her bes bin akça için bir "cebelî"yi yetistirmek ve harbe götürmek zorundaydi Zeâmetler, devlet merkezinde bulunan hazine ve timar defterdarlarina, zeâmet kethüdalarina, sancaklardaki alay-beyine kale dizdarlarina, kapicibasilara, hâcegan-i divan-i hümâyuna ve müteferrikalara tevcih olunurdu Bunlarin büyük bir suçu görülmedikçe zeâmetleri ellerinden alinmazdi

c) Timar: En küçük kategoriyi teskil eden ve senelik geliri 3000-20000 akça arasinda olan dirliklerdir Bu dirlikte, cinslerine göre kiliç hakki degismektedir Nitekim, Rumeli'de bulunan Budin, Bosna, Timasvar beylerbeyliklerindeki 6000'lik tezkireli timarlarin kiliçlari 3'er bindir Anadolu, Karaman, Maras, Rum, Diyarbekir, Erzurum, Haleb, Sam, Bagdad ve Kibris eyâletlerindeki tezkireli timarlarin kiliçlan ise 2 bindir Kiliç hakkinin disinda kalan her üç bin akça için timar sâhibi bir "cebelî" yetistirmek zorundadir

Osmanli toprak rejiminde her dirligin çekirdegini teskil eden ve "kiliç" adi verilen bir kisim vardir Timarlar, kiliç tâbir edilen ve hiç degismeyen bir çekirdek kismi ile bu kisma zamanla ilâve edilmis olan hisselerden tesekkül eder Timarlarin bulundugu yer ve durumuna göre farklilik arz eden her "kiliç"a bir timar sahibinin tayin edilmis olmasi lâzimdir Bir kiliç yerine iki kisi tayin edilemez Bu, her sancaktaki zeâmet ve timarlarin büyüklü-küçüklü dagilis seklinin ve kadro mevcutlarinin ayni kalmasini temin için bas vurulmus bir çaredir

Alıntı Yaparak Cevapla

'Osmanlı Tarihi'

Eski 10-07-2012   #42
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

'Osmanlı Tarihi'



TIMAR ÇEŞİTLERİ

Osmanli toprak düzeninde, timarlari siniflandirmak güç ve ince bir is olmakla birlikte onlari tiplerine göre birkaç kisma ayirabiliriz Bunlar:

1 Timar arazisinin mülk olarak verilip verilmemesine göre:

a) Mülk timarlar: Anadolu'nun bazi vilâyetlerinde mevcud olan bu tip timar sâhipleri, sefer aninda yerlerine "cebelû"lerini gönderebiliyor, kendileri ise sefere istirak etmeyebiliyorlardi Bu mükellefiyetini yerine getirmeyen timar sahibinin bir yillik geliri hazine tarafindan alinirdi Fakat timar baskasina verilmezdi Ölümü halinde ogluna, yoksa diger mirasçilarina kalirdi

b) Mülk olmayan timarlar: Bunlar, hizmet mukabili vâridatinin bir kisminin tahsisi suretiyle verilen timarlardir ki, Osmanli timarlarinin çogu bu nevi'dendir

2 Timar sahiplerinin gördügü islere göre:

a) Eskinci timarlari: Bunlarin sahipleri alay beyinin sancagi altinda sefere eserler (giderler) "Cebelî"leri ile birlikte sefere gitmek zorunda olan bu tip timarlarin mutasarriflari, sefere esmedikleri zaman timarlan ellerinden alinirdi Osmanli toprak sisteminde bu nevi'den olan timarlar çogunlukta idi

b) Mustahfiz timarlari: Bu timarlarin sahipleri, mensubu bulunduklari kale muhafazasinda bulunurlardi

c) Hizmet timarlari: Bâzi serhadlerde bulunan câmilerin imâmet ve hitâbetinde bulunanlar ile saraya hizmet edenlere verilen timarlardir

3 Verilis sekillerine göre: Timarlarin, beylerbeyi tarafindan veya Istanbul'dan verilmesine göre siniflandirilmasi ile ilgilidir Buna göre timarlar ikiye ayrilmaktadir:

a) Tezkireli: Beylerbeyilerin, bir tezkire ile devlet merkezine teklif ettikleri timarlara bu isim verilirdi

b) Tezkiresiz: Beylerbeyilerin, kendi beratlari ile verdikleri timarlara da tezkiresiz adi verilir

Küçük timarlarin dagitilmasinda beylerbeyilerin selâhiyetleri büyüktü Muhtelif eyâletlerde degisik baremlerde olmak üzere defter yazilari belirli bir rakamin altinda olan timarlarin sahiplerini beylerbeyiler kendi tugralarini tasiyan beratlarla dogrudan dogruya tâyin edebiliyorlardi Daha büyük bir gelir saglayan timarlarda ise beylerbeyi, o timara hak kazanmis olan sipahinin eline bir "tezkire" vererek tâyinini devlet merkezine teklif eder Bu sipahinin berati, devlet merkezinden verilirdi Beylerbeyinden böyle bir tezkire alan sipahî, Istanbul'a giderek 6 ay içinde beratini almak zorunda idi Aksi takdirde timarinin gelirinden faydalanamazdi

Dogrudan dogruya beylerbeyi tarafindan verilen tezkiresiz timarlarin defter geliri düsüktür Bunlarin en büyügü Rumeli'deki eyâletlerle (Budin, Bosna, Timasvar vs) Sam, Haleb, Diyarbekir, Erzurum ve Bagdad bölgelerinde 6000, Anadolu ve Kibris eyâletlerinde 5000, Karaman, Zülkadiriye ve Rum eyâletlerinde de 3000 akçalik geliri olan timarlardir

Osmanli timar sisteminde dikkat edilen hususlardan biri de tezkireli timarlarin bozulup tezkiresiz hâle getirilemeyisidir

4 Malî durumlarina göre:

a) Serbest timarlar: Timar sahibinin "resm-i arûs", "resm-i tapu", "kislak", "yaylak", "cürüm, cinayet" vs gibi vergileri, alma hakkina sahip bulundugu timarlardir, (dirliklerdir) Bunlar, vezir, beylerbeyi, sancakbeyi, nisanci, defterdar, divan kâtipleri, çavuslar çeribasilari, sübasilar ve dizdarlar gibi yüksek rütbeli idare âmirleri ile memur ve askerlerin has ve zeâmetleridir Bunlar, bazi imtiyazlara sahiptirler

b) Serbest olmayan timarlar: Böyle bir timari tasarruf eden sipahînin, serbest timar tasarruf eden gibi bir yetkisi yoktur Onun için yukarida adi geçen vergileri kendi nâm ve hesabina alamaz

Çesitli yönleri ile tedkik ettigimiz timar sisteminin geçirmis oldugu merhaleler ile farkli sebeblere bagli olarak aldiklari degisik isimleri gördük Beldiceanu, kendine göre ve özellikle timar tasarruf eden kimselere göre ayri bir siniflandirma yapmaktadir

Alıntı Yaparak Cevapla

'Osmanlı Tarihi'

Eski 10-07-2012   #43
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

'Osmanlı Tarihi'



TIMAR SISTEMININ BOZULMASI VE ORTADAN KALKMASI

Kanunî Sultan Süleyman devrinde, tekâmülünün zirvesine erisen timar sistemi, bu pâdisahin ölümünden sonra bozulma temâyülü göstermeye baslamis olacaktir Koçi Bey (? 1640), 992 (1584) tarihine kadar timarlarin kiliç ehli elinde ve ocakzâdelerde bulundugunu, bu sinifa yabanci ve kötü kisilerin girmedigini keza timarlarin büyükler ile âyânin sepetine de girmedigini belirterek o ana kadar bir bozulma belirtisi görülmedigine isaret eder Fakat XVI asrin sonlarina dogru timarlarin iltizam usûlü ile verilmesi, bunun neticesinde mültezimlerin fazla kâr saglayabilmeleri için reâyâya haksizliklarda bulunmalari, bozulmanin baslangici sayilmaktadir III Murad (1574-1595) devrinde bozulma emâreleri, daha belirgin bir sekil almisti Zira bu devrede eski kanunlara riayet edilmeyerek çesitli yollardan timar sahibi olan kimseler türedi Bununla ilgili olarak Koçi Bey, "bosalan timar ve zeâmetler de eski kanunlara aykiri olarak Istanbul tarafindan verilmeye baslandi Ileri gelenler ve vükelâ, bosalan yerleri adamlarina ve akrabalarina verip, Islâm memleketinde olan timar ve zeâmetin seçmelerini ser'-i serife ve yüksek kanuna aykiri olarak kimini mülk olarak, kimini vakif olarak, kimini vücudu sihhatta olan kimselere emeklilik olarak verip bütün zeâmet ve timar, ileri gelenlerin yemligi oldu Bu bozukluklar, devletin en secaatli, güçlü, san ve sevkete sebep olan askerinin harap olmasina sebep oldu Halbuki parali asker, asagi tabaka halkindan devsirilirse hiç bir yararligi olmaz Aksine bunlar, baris günlerinde azginlik ve isyana sebep olup ser aleti olduklarindan epeyce zamandan beri taskinligin ardi arkasi kesilmemektedir Bu beylerbeyliklerinde ve sancakbeyliklerinde, vezirlerin agalarin, müteferrika, çavus ve kâtipler zümresinde, dilsiz, cüce taifesinde, padisah nedimlerinde bölük halkinin ileri gelenlerinde bir çok timar ve zeametler olup, kimi hizmetkârlari üzerine, kimi azadsiz kullan üzerine berat çikarmislardir Nâm adamlarinin olup, mahsûlü kendileri yerler Içlerinde öyleleri vardir ki, yirmiotuz belki, kirkelli kadar zeâmet ve timari bu yoldan alip, ürününü kendileri yeyip, sefer-i hümâyun olunca, cebe ve cevsen yerine aba ve kebe giydirip birer semerli beygir ile sefere gönderirler Kendileri evlerinde zevk ve safâ, seyir ve sohbette olurlar" diyerek bozulmanin sebep ve sekillerini göstermeye çalismistir

Alıntı Yaparak Cevapla

'Osmanlı Tarihi'

Eski 10-07-2012   #44
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

'Osmanlı Tarihi'



Mondoros Ateşkes Antlaşması’ndan sonra Türk topraklarının hızla işgalini övünerek anlatan İngiliz Devlet adamı Sir WS Churchill anılarında Anadolu’nun paylaşımını şu sözlerle dile getiriyordu:

“Subaylarımız bütün Anadolu’da ikişer üçer gruplar halinde mütareke hükümlerince silah ve cephane toplanmasına nezaret ediyorlardı Silahsız ve tamamen serbest olarak Anadolu’da seyahat ediyorlar ve parmaklarının ucu ile yapılması gereken işleri gösteriyorlardı Subaylarımıza bir makine gibi itaat ediyorlardı

Padişah Vahdettin ise Mondoros Ateşkes Antlaşması’nın ağır koşulları altındaki çaresizliğini yansıtan şu sözleri söylemiştir: “Bu şartları, çok ağır olmasına rağmen, kabul edelim İngilizlerin doğuda asırlarca devam eden dostluğu ve lütufkar siyaseti değişmeyecektir Biz onların müsamahasını daha sonra elde ederiz

Padişah Vahdettin’in bu sözleri söylemesi elbette Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmasıyla bağdaştırılamaz Topraklarının 100 yıldır gizli-açık bir şekilde hızla paylaşıldığı Osmanlı yönetimi tarafından biliniyordu Konuyla ilgili olarak Araştırmacı Yazar MMustafa Çınkı’nın “Krom” adlı makalesinden bir bölüme bakalım:

“1800’lü yılların ikinci çeyreğinden sonra, Osmanlı egemenliği altındaki topraklarda; Amerikan, İngiliz, Fransız, Alman, Rus jeologlar sessiz sedasız tıpkı bir köstebek edasıyla dolaştılar

“Bitmeyen Oyun” adlı yapıtında Peter Hopkirk bu yıllara ilişkin olarak şunları yazıyor; “ İngiltere 1895 yılında, Osmanlı imparatorluğu’nun parçalanması için bir teklif hazırladı ve Almanya’ya cömert bir parça sundu Ancak Berlin buna şaşırtıcı bir ilgisizlik gösterdi Almanya parçayı değil bütünü istiyordu Sultanın onayı alınarak ülkenin iç bölgelerini araştırmak ve doğal kaynaklarının envanterini çıkarmak için Türkiye’ye Alman uzmanlar gönderildi Alman gezginleri ve kaşifleri, arkeolojik ve antropolojik araştımalar yapma bahanesiyle tüm ülkeye yayıldılar Haritalar çıkarıldı, her köy ve aşiretin sahip olduğu ev ve çadıra kadar her şey saptandı Pan-Germen birliği geleceklerinin, zengin ve az kalabalık Osmanlı topraklarında yattığına inandılar Geçmişte parlak uygarlıklar barındırmış olan verimli Mezopotamya topraklarının ‘çalışkan’ Almanların elinde büyük bir zenginlik kaynağı olacağına karar verildi Kayzer IIWilhelm, ‘Doğu birini bekliyor’ Paul Rohrback ‘Almanya’nın geleceği Doğu’da Türkiye’de Mezopotamya'da, Suriye’dedir’ diyorlardı

Osmanlı topraklarıyla ilgilenenler sadece Almanlar değildi İngiliz Gizli servisi Başkanı Sir Walter Bullivant 1916 yılında şunları söylüyordu: “Her yandaki ajanlarımdan, yani Kafkasya’daki dilencilerden, Afgan at tüccarlarından, Türkmen tacirlerden, Mekke yolundaki hacılardan, Kuzey Afrika’daki şeyhlerden, Karadeniz takalarındaki denizcilerden, koyun postu içindeki Moğollar’dan, Hint fakirlerinden, Körfez’deki Yunan tüccarlardan, Bulgar çobanlardan, şifre kullanan saygın konsoloslarımdan raporlar alıyorum Hepsi aynı şeyi söylüyor Doğu bir vahiy bekliyor Batıdan bir güneş doğuyor Almanlar dünyayı şaşkına çevirecek olan bu kozu kullanmak istiyorlar

Osmanlı’nın Batı tarafından diz çöktürülme süreci 1830’da Amerika ile imzalanan Ticaret ve Seyrüsefer Antlaşması ve 1838’de İngilizlerle imzalanan Balta Limanı Antlaşması ile başlamıştır 1839 Tanzimat Fermanı’yla günümüzdeki “Avrupa Uyum Yasaları” veya “İkiz Anlaşmalar” benzeri uygulamalarla adeta örtüşmektedir 1854 yılında emperyalist devletlerden borç almaya başlayan Osmanlı, 1874 yılına kadar 15 ayrı dış borçlanma gerçekleştirmiş ve kısa sürede 239 milyon lira gibi dev borç yükünü sırtlanmak zorunda kalmıştır 1865 yılına kadar borçların yıllık ödemelerini güçlükle sürdürmüş, bu tarihten sonra da yıllık ödemeleri ancak yeni dış borçlanmalarla yapabilmişti Ancak alınan faiz ödenemeyecek duruma gelmiş ve Osmanlı elinde kalan tek varlığı olan “topraklarını” yabancıların toprak alımına onay vererek çıkış yolu bulmaya çalışmıştı Cengiz Özakıncı’nın belirttiğine göre;

“1870’lere doğru, borç veren yabancılar, Osmanlı’nın yeni borç istemleri karşısında “iyi ama nasıl ödeyeceksiniz, bugüne kadar aldıklarınızın faizini bile ödeyemez durumdasınız, borcunuzun karşılığında bize bir güvence gösterin ki borç vermeyi sürdürebilelim” deyince, ülkenin topraklarından başka verebileceği bir güvencesi kalmayan Osmanlı, tıpkı bugün yapıldığı gibi yabancı uyruklulara toprak satışı için yasa çıkardı

Abdülaziz’in çıkardığı 7 Safer 1284/10 Haziran 1867 günlü “Tebayı Ecnebiyenin Emlâke Mutasarrıf Olmaları Hakkındaki Kanun” ile birlikte yabancılara Osmanlı ülkesinde toprak satınalma hakkı tanınmış, böylece borç veren yabancılar, alacakları ödenmediğinde karşılığını topraklara el koyarak alabilme hakkına kavuşmuşlardı

Osmanlı’nın yabancılara toprak satın alma hakkının verilmesiyle birlikte zengin Anadolu coğrafyası adeta yabancıların talanına sahne olur Günümüzde de Abdülaziz uygulamalarına benzer bir uygulama olarak, 19 Temmuz 2003 tarihli 25173 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 4916 sayılı yeni tapu kanunuyla yabancı uyruklu gerçek veya tüzel kişilerin ülkemizde taşınmaz mal edinmesi kanunu kabul edilmiş ve köy kanununda yapılan değişiklikle de köy arazisi alması olanaklı hale getirilmiştir

Abdülaziz’in yabancıların toprak alımıyla ilgili kanunu yayınlamasının ardından ilk olarak zengin maden yataklarının envanteri çıkarılır Büyük bir talan ve yağmalama stratejisi, sistemli bir şekilde Osmanlı’ya dikte ettirilen ticaret anlaşmaları ile yasal hale getirilir Araştırmacı Yazar MMustafa Çınkı’nın belirttiğine göre: “1882 yılından 1922 yılına kadar 35 adet krom imtiyazı verilir Bu imtiyazların 20 si yabancı ve zimmi Türk tebasınındır

Madenler üzerindeki yağma ve talan stratejisi petrol yarışında da geçerlidir Emperyalist güçlerin birbirleriyle yarışı, Osmanlı yönetimini etkileme ve kendi istekleri doğrultusunda karar çıkarma stratejileri sonucu küstahça isteklerine sürekli boyun eğilmiş ve Batı’nın isteklerine karşı çıkabilecek bir anlayış geliştirilememiştir

“Petrol alanlarına sahip olma hırsının en belirgin olduğu 1900’lerin başında İngiliz D’Arcay Co şirketi Osmanlılarla müzakereye oturmuştu Amerika tabiki yarışta geride kalmak istemiyordu ve Roosevelt’in 1908’de Amiral Chester’i özel elçi olarak İstanbul’a göndermesi konuya verilen önemi gösteriyordu Aynı dönemde Fransız bilim adamları ve özellikle Jde Morgan, Qesrê Şirin’in arkasında kalan zengin “Kerkük Xaneqin-Şaxi Kuweyxe” petrol hattının sınırlarını belirlemeyi başardı Morgan, bu hattın uzunluğunun yaklaşık 300 km’yi bulduğunu hesapladı Almanlar ise Bağdat Demiryolu’nun her iki yanında 20 kilometrelik şerit içinde kalan petrol yataklarını kullanmaya ilişkin bir imtiyaz elde ettiler” (Ersal Yavi)

Osmanlı borç para bulmak için toprak satışlarına izin vermiş ve bununla birlikte maden yağması Anadolu coğrafyasında kesintisiz devam etmiştir 1867’de Avrupa seferine çıkan Abdülaziz İngiltere Kraliçesi Viktorya’dan Garter Şövalyesi ünvanını almıştır Özakıncı, Osmanlı Padişahı Abdülaziz’in tamamen Batı tahakkümü altına girdiğinin en belirgin durumunu şu şekilde şekilde anlatılıyor:

Abdülaziz, Portsmouth’daki donanmayı Kraliçe Viktorya ile teftişe gitmişti İki tatbikata katılan yaklaşık yüz gemi arasında Trafalgar Savaşı’nın ünlü amiral gemisi Victory de vardı İngiliz Kraliyet yatı Victoria and Albert’in güvertesinden deniz tatbikatı seyredildikten sonra Kraliçe Viktorya, Osmanlı Sultanı’na dizbağı nişanı takarak onu Garter şövalyesi ilan etti Böylece tarihte herhalde ilk defa bir Halife’ye Hristiyanlığı korumakla yükümlü bir şövalyelik sınıfının üyeliği veriliyordu

1800’lerin ilk çeyreğinde başlayan teslimiyet süreci, 1919 yılında Osmanlı yönetiminin Batı’ya tamamen teslimiyeti bizzat istemesi Osmanlı’nın devlet yönetimi iflasının net göstergesi idi Damat Ferit sadrazam olur olmaz padişah ile İngilizlere teslimiyet projesini gizlice hazırlar ve 30 Mart 1919 tarihinde İngilizlere sunar Bu gizli proje İngilizler tarafından kabul edilmez ve ilk defa bir Amerikan gazetesinde bu proje yayınlanır 22 Ocak 1920 tarihli The New York Herald Tribune adlı gazetede yayınlanan 7 maddelik projenin ilk maddesinde şu sözler geçmektedir:

“1- İngiltere Hükümeti kendi kumandası altında Türkiye’nin tamamiyet ve istiklalini deruhte eder

Osmanlı Padişahları bir taraftan emperyalistlere teslim olma yolundan başka çıkış yolu bulamazken diğer yandan da ne pahasına olursa olsun tahtta kalma savaşı veriyordu Bunun en acı örneklerinden birisi de Osmanlı Donanması’nı çürümeye terk eden II Abdülhamit uygulamaları olmuştu Kendinden önceki iki padişahın hızla tahttan indirilmesinin etkisinde kalan Abdülhamit saltanatını güçlendirme çabasına girmiş ve Osmanlı Hazinesi’ne çok büyük yük getiren casus ağını kurmuştur Abdülhamit’in kuşkuculuğu imparatorluğun giderek gerilemesine ve yenileşme ile ilgili tüm adımların durdurulması uygulamalarına kadar gitmektedir Osmanlı Donanması’nın Abdülhamit eliyle bilinçli olarak nasıl çürütüldüğünü dönemin Bahriye Nazırlarından Hasan Râmi Paşa’nın hatıralarında yer alır:

“Zamanın en kudretli donanmalarından biri olan Osmanlı Donanmasının bir gün başkaldırarak kendisini tahttan indireceği düşüncesine saplanan II Abdülhamit, sistemli bir biçimde donanmayı çökertmeğe koyulmuştu Milyonlarca sterline mal olan ve borçlarının taksitlerinin bile ödenmesinde zorluk çekilen zırhlılar ve korvetlerin, bir gün sarayı topa tutabilecekleri düşüncesiyle, top atış eğitimi yapmaları yasaklanmış; daha sonra hepsi Haliç’e çekilerek kıyılara bağlanmıştı Artık gemilerin kazanları yanmayacak, bacaları tütmeyecek, uskurları dönmeyecekti

Donanmanın çürümeye bırakılması sonucunda 1897 yılında çıkan Osmanlı-Yunan savaşında Yunan savaş gemilerine karşılık verecek tek sağlam gemi ayakta kalmadığı gibi çoğu zırhlı geminin kazanları Haliç’ten çıkamadan patlamış, Marmara’ya açılabilen birkaç gemi ise top atışı yaparken henüz ilk atışlarında top kızakları parçalanmıştı

Donanmanın parasız kalması ve çürümeye terk edilmesi, memurların maaşlarının aylardır ödenmemesi, subayların maaşlarının belli belirsiz dönemlerde ve eksik bir şekilde ödenmesi ekonominin büyük bir çöküntü ile dışa bağımlılığının göstergesiydi Yukarıda belirttiğimiz 1838 yılında İngiltere ile imzalanan Ticaret Anlaşması ile alınan kararlar sonucunda Osmanlı İmparatorluğu iç piyasasını koruyacak tüm mali tedbirlerden yoksundur artık

Avrupa’nın buharlı makineleri icat etmesi ve sanayisinde kullanmasıyla birlikte hızla hammade ihtiyacına yönelmesiyle Osmanlı’nın iç piyasasında kendini korumak için satışını yasakladığı pamuk,ipek,bakır gibi hammaddelerin önünü açan anlaşmalar Osmanlı’nın elindeki malların değerinin çok altında hızla dışarıya çıkmasına neden olmuştur

İngiltere ile 1838’de imzalanan Ticaret Anlaşması aynı yıl Fransa ile de imzalanmıştır İsveç, Norveç, İspanya, Hollanda, Belçika ve Prusya sıraya girip bu haklarını 1840 yılında imzaladıkları anlaşmalar ile almışlardı Danimarka ise 1841’de Osmanlı ile anlaşmayı imzalamış ve diğer sömürgeci devletlerin elde ettiği tüm haklara kavuşmuştu

Avrupalı devletler artık ürettikleri malları Osmanlı’ya kolayca satarak ucuz hammaddelerini Anadolu coğrafyasından karşılıyorlardı Osmanlı ekonomisi bu süreçte tam bir çıkmaza ve kısır döngüye girmiş elleri kolları bağlanmış sadece beyin fonksiyonları ile bir süre daha yaşamasına müsade edilir konuma getirilmişti Osmanlı’nın yönetimindeki çöküntü halk üzerinde de büyük bir hayalkırıklığı ve umutsuzluk yaratmaktaydı 1800’lerin ilk çeyreğinden Birinci Dünya Savaşı’na kadar olan süreç son derece buhranlı ve sıkıntılı geçmişti Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Almanya’da Weimar Cumhuriyeti’nde görev almış olan DrErnest Jackh’ın Alman Başbakanlığı’na sunduğu rapordan bir bölüm:

“Yabancılar tamamen ülke dışı sayılırlar ve anavatanlarının yasalarına bağlı kalırlar Türklerin bir misafir sıfatıyla bütün haklarına riayete mecbur oldukları yabancılar, buna karşılık Türkiye ve Türk yasalarına karşı hiçbir sorumluluk duymazlar Kendi yasalarına göre hüküm veren yargıçlara sahip yabancı konsolos mahkemeleri, tam bir yargı hakkına maliktirler Hatta Türklerle yabancılar arasında çıkan anlaşmazlıklar Türk mahkemelerinde çözümlenemez Bu gibi anlaşmazlıkların çözüm yeri birleşik mahkemelerdir

Türk polisi yabancıları, hatta bir yabancı elçilik veya konsolosluğunun himayesin altında bulunduğunu bir belge ile ispat eden kendi yurttaşlarını bile tutuklayamaz Rus Konsolosluğu, Türklere “himaye belgesi” ticareti yapmak suretiyle kârlı mali ve siyasi işler koymaktadır

Bu konuda en çirkin örnek şudur: Dostlarımdan İstanbul Belediye Başkanı, İstanbul’u kendi deyimiyle “civilization of syphilization” dan (İstanbul Belediye Başkanı uygarlık anlamına gelen “civilization” kelimesi ile frengi anlamına gelen “syphilization” kelimelerinin okunuşlarındaki yakın ses uyumundan yararlanarak “civilization of syphilization” (frengi uygarlığı) demek suretiyle yabancı uyruklu Avrupalı ******ler ile Avrupa uyarlığı arasında ince bir bağlantı kurmak istemektedir) kurtarmak istemişti Belediye Başkanı yabancı uyruklu ******ler hakkında sağlık tedbirleri almağa kalkıştığı zaman, sözü geçen büyükelçi derhal hastalıklı ******lerin koruyucusu kesilerek karşı koydu ve başkentin sağlığını korumaktan başkanı alıkoydu

Yabancı devletler kendi posta ulaşımlarını yönetmekte ve denetlemektedirler Avrupa’dan gelen bütün mektup ve paketler ile Türkiye’de bulunan yabancılar arasındaki posta çantaları, Türk olmayan posta idaresi tarafından alınıp verilmektedir Böylece, yılda milyonlara varan posta gelirinden Türkiye yoksun kalmaktadır Bir gün Türk bakanlarından biri şu gerçeği ortaya koymuştu: Eğer Almanya’daki ölçüde yabancılardan vergi alınsa ve yabancıların sahip bulunduğu posta ayrıcalıkları kaldırılmış olsa, Türkiye’nin eline geçecek gelir Türk bütçe açığını kapatmaya yetecekti

Eğitim işlerinde de durum böyledir Yabancı okullar daha iyi finans ediliyor, Türke el vermiyen bir hayat felsefesi okutuluyor ve büyük ölçüde siyasal propaganda yapılıyor Hemen hemen “Osmanlı-Hristiyan” ulusların bütün Türk aleyhdarı temsilcileri ülke dışı yasalara bağlı yabancı okullarından yetişmişlerdir

Osmanlı İmparatorluğu sadece ekonomik ve ticari bir kıskaç ile değil ayrıca misyoner faaliyetlerinin yoğunlaştığı Anadolu’nun hristiyanlaştırılması tehlikesine maruz kalmıştır Amerikan Yabancı Misyonlar Kurumu Başkanı DrJames LBarton tarafından Ocak 1919’da Barış Konferansı’na sunulan rapora göre Türkiye’deki yabancı misyonerlerin durumu şöyledir:

“Amerika Birleşik Devletleri 304 eğitim misyoneri ve 65,104 kilise elemanı ile başta gelmektedir Ayrıca 11 çocuk yuvası, 337 ilkokul, 28 orta öğretim kuruluşu, 11 kolej, 11 hastane ve 12 dispanserden oluşan sosyal ve kültürel kuruluşlara sahiptir

İngiltere’nin Türkiye’deki eğitim misyoneri sayısı 51, kilise elemanı sayısı 23 tür 1 çocuk yuvası, 7 ilkokul, 5 ortaokul, 2 hastane ve 4 dispansere sahiptir

Türkiye’deki Alman misyonerlerin sayısı 79 eğitim elemanı ve 791 rahip olmak üzere 870’dir Ayrıca 7 çocuk yuvası, 17 ilkokul ve ortaokul ile 2 hastane ve 2 dispanser yönetmektedirler

Osmanlı toprakları üzerindeki katoliklerle Fransa ilgilenmiş, Rusya imparatorluk sınırlarındaki ortodoksların koruyuculuğunu yüklenmiş ve her ülke ırk ve din bağı için ayrı çıkarlar elde etmeye çaba göstermiştir Avrupalılar artık elde ettikleri tüm imtiyazları kullanarak yerli yatırımcıların Osmanlı ticaret hayatından çekilmesi için çaba göstermeye başlamışlar, çeşitli şirketlerle impratorluğun demiryollarını, limanlarını, elektrik, su işletmelerini elde etmeye, madenlerini ele geçirip fabrikaları ile yerinde üretim yapmaya başlamışlardı

Rumeli ve Ege bölgesindeki demiryolları Fransız ve İngizlilerin egemenliğine, boraks madenleri yine İngiliz egemenliğine, Zonguldak ve Ereğli kömür yataklarının büyük bölümü Fransız şirketlerine verilmiştir Bunun dışında, İstanbul’un tüm hayati fonksiyonlarını içeren elektrik, su, tramvay gibi hizmetlerin de Fransız özel şirketlerince yürütülmesi sağlanmıştır Keza Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan acı bir gerçek daha vardır Anadolu ve Bağdat Şimendifer Kumpanyalarının bütün yazışmaları ve konuşmaları – bu kumpanyalar Almanların olduğu halde – tamamen Fransızca yapılmakta idi Bu sıkıntı Kurtuluş Savaşı yıllarında da devam etmişti Şöyle ki, işletmeleri yönetecek Türk olmadığı gibi makinistler ve teknik personel de Türk değildi

Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’na kadar kabul ettiği tüm şartlar ile Anadolu’nun emperyalistler tarafından istilasına gözyummakla kalmamış adeta bunu teşvik etmiştir Osmanlı yönetimi 1800’lerin ortasından itibaren değişen koşullara göre uluslararası siyasette sürekli büyük devletlerin koruması altında kalmak ve korunmak için onursuz bir politika izlemiş, yabancıların tüm isteklerini karşı koymaksızın harfiyen yerine getirmiştir

Birinci Dünya Savaşı öncesinde tüm kaynaklarını yabancıların kontrolüne bırakan 42 dış borçlanma ve toplam 402 milyon Osmanlı altın lirası tutarındaki ağır borç yükü altında ezilen Osmanlı, devlet yapısının tüm kurumları ile birlikte çöktüğü diğer uluslar tarafından bilinmekte ve adına “hasta adam” ünvanı yakıştırılmakta idi Almanya ile yanyana savaşa giren Osmanlı toprakları işgal edilmiş ve en ağır şartları kabul etmek zorunda kalmıştı Ancak Almanya’nın savaşı kazanması durumunda dahi, Osmanlı’nın 4 yıllık süre ile ödeme sözü verdiği %6 faizle 5 milyon altın liraya borçlandığı Almanya’nın yarı-sömürgesi olacağı kesindi

Bununla birlikte, Kurtuluş Savaşı’nın başarı ile sonuçlanmasının ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti “ulus-devlet” yapısını kurmuş ve tarihte yerini almıştır Türkleri dünya sahnesinden silmek isteyen Batı’ya 1920’lerde dur denmiştir Ancak Kurtuluş Savaşı sürecinde vatan haini işbirlikçiler sahneye çıkmış, elde ettikleri yüksek mevkilerden Anadolu’da mücadele eden bir avuç vatansevere engel olma yarışına girmişlerdir Bunun en açık örneği İstanbul basınınında görülmüş, Batılı emperyalistlerin güdümündeki ihanet dolu yazılarıyla milli mücadeleyi sekteye uğratma amacı gütmüşlerdir Bunlara birkaç örnek:

“REFİK HALİT KARAY: “Bizim için tutulacak tek kurtuluş yolu, İngiltere ile beraber yürümektir Mustafa Kemal’in muzaffer olduğunu görmektense, memleketin Yunanlılar tarafından alınmasını tercih ederim

ADLİYE NAZIRI ALİ RÜŞTÜ: “Yunan Ordusunun muzafferiyeti için dua ediniz

İSKİPLİ ATIF HOCA’NIN BAŞINDA BULUNDUĞU TEALİ İSLAM CEMİYETİ BİLDİRİSİ: “Kim milliyetçilerle birlikte Yunan’a karşı giderse şer’an kafîrdir Yunan ordusu Halife’nin ordusu sayılır

ALİ KEMAL: “Avrupa ile başa çıkmayı asırlardan beri Asya’nın hangi kavmi başardı ki biz başarabilelim

DAMAT FERİT PAŞA: “Limanda yetmiş tane yabancı gemi varken, Kuvayı Milliye ayaklanmasından korkulmaz

REFİ CEVAT ULUNAY: “Tek çare galiplerle uyuşmak ve anlaşmaktır

RIZA TEVFİK: “Medeniyei temsil eden İngiltere gibi bir devlete itiraz etmek küstahlıktır

HARİCİYE NAZIRI MUSTAFA ŞERİF PAŞA: “Umumun arzusu, İngiltere tarafından idare edilmekliğimizdir” (Hablemitoğlu)

Sonuç olarak, 1800’lü yılların başından itibaren Osmanlı toprakları üzerinde mücadele eden İngiltere, Amerika, Almanya, İtalya, Rusya gibi ülkeler önce antropolog, jeolog, akademisyen ünvanları altında imparatorluk topraklarındaki maden ve petrol yataklarının envaterini çıkarmış; misyonerlik faaliyetleri için önemli ulaşım noktaları, su havzaları, verimli tarım arazileri seçilmiş; hammadde kaynaklarına hızla ulaşmak için ticaret anlaşmalarıyla elde ettikleri imtiyazlarla kendi sanayileşmelerinin önünü açarken, Osmanlı İmparatorluğu’nu sürekli borçlandırmışlardır Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılında yönetime gelen tüm padişahlar ve çevresindekiler imparatorluğun Batı’ya teslim olma şartlarını hazırlamışlardır Geri dönüşü olmayan dış borçlanma, bağımlılık içeren siyasi ve ticari antlaşmalar Osmanlı’nın çöküş sürecini hızlandırmıştır Birinci Dünya Savaşı sonunda, Limni adasının Mondros limanında Bahriye Nazırı Rauf Bey'in (Orbay) başkanlığını yaptığı Osmanlı Heyeti ile İngiliz Amiral Calthorp'un Başkanı olduğu İtilaf Devletleri Heyeti arasında imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’yla imparatorluğun çöküş ve çözülüşü resmen kabul edilmiştir Bu tarihten sonra Anadolu’da bir Türk devletinin yaşama olasılığının artık kalmadığını düşünen Batı, Yunanlıları silahlandırarak hızla Türk topraklarını işgal ettirmiş ancak beklenen son gerçekleşmemiş, Mustafa Kemal ve arkadaşları tarihin akışını ters çevirmiştir

Kemalist Türkiye Cumhuriyeti Mustafa Kemal’in hayatta olduğu dönemde siyasi, ekonomik ve askeri açıdan tam bağımsız bir şekilde yaşamış, 1938 Mustafa Kemal’in ölümüne kadar dış politikasından ödün vermemiş, yabancı devletleri iç işlerine karıştırmamıştır MKemal’in ölümüyle birlikte Batı bağımlılığı hastalığı yeniden ortaya çıkmış ve tıpkı Osmanlı’yı yöneten kafaların Osmanlı’yı Batı’ya bağlaması gibi Türkiye de yöneticiler tarfından bağımlı hale getirilmiştir Bir sonraki yazımızda bu bağımlılığın hangi koşullarda, kimler tarafından sağlandığı ele alınacaktır

Alıntı Yaparak Cevapla

'Osmanlı Tarihi'

Eski 10-07-2012   #45
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

'Osmanlı Tarihi'



Osmanlı'nın Genişleme Stratejileri

Kuruluş dönemi
Orta ve Güney-batı Asya'daki Büyük Selçuklu hakimiyetinin 1157'de sona ermesi üzerine, bölgedeki dengeyi, özellikle Haçlıların kendi lehlerine değiştirme çabalarına, belki de kendini aşan bir kapasite ile karşı koyan Anadolu Selçuklularının 1243'de Kösedağ savaşında Moğollara mağlup olması, Anadoluyu bile küçük devletçikler öbeği haline gelmişti Moğolların Doğu ve Orta Anadolu'da etkili olması dolayısıyla buralardaki Türkmenlerin büyük bir kısmı yönlerini Moğol baskısının ulaşmadığı, Batıdaki uç bölgelerine çevirmişlerdi Serhad bölgesindeki Türkmen nüfusunun artmasına paralel olarak Bizans ile-deniz hariç-en geniş sınırı bulunan Osmanlı Beyliği Bursa, İznik, İzmit, Üsküdar istikametinde birikmiş insan gücünü kullanarak genişlemiş ve Anadolu Selçukçulularının yıkılmasıyla ortaya çıkan kaos ortamında Bizans'ın Anadolu içlerine doğru yeniden harekete geçmesine engel olmuştu Selçukludan kalan alanda birbirleriyle mücadele eden beylikler yerine Osmanlı'nın, Bizans'a yönelmesi Anadolu'daki insanların Selçuklu varisliği hususundaki Osmanlı'ya teveccühünde önemli bir amil olmuş ve Osmanlı'nın temayüzüne yol açmıştı

Osman Bey, 1303'de, İznik şehrini baskı altında tutarak, İstanbul boğazı istikametinde ilerlemeye çalışırken, Bizans'ın İznik'i kurtarma çabası, Koyunhisar savaşının Osmanlılar tarafından kazanılmasıyla başarısızlığa uğramıştı Bursa'yı ele geçirmek isteyen Osman Bey, 1321'de Mudanya limanını ele geçirerek Bursa'nın dış dünya ile olan irtibatını kesmişti

Hem doğu hem batı (Anadolu-Balkan) yönündeki stratejileri

Orhan Bey daha önceki politikaya uygun olarak, 1326'da Bursa'yı ele geçirdikten sonra, İznik(1331), Gemlik(1333) ve nihayet 1337'de İzmit'in ele geçirilmesi ile Osmanlılar Karadeniz'e ulaşarak, Üsküdar'a kadar olan Kocaeli yarımadasına sahip olmuşlar ve neredeyse Bizansı İstanbul Boğazı'na kadar olan Anadolu topraklarından uzaklaştırmışlardı Bizansın başşehrinin olduğu İstanbul Boğazı'ndan Trakya'ya geçmenin zorluğu ortada olmakla beraber, Çanakkale istikametinde ilerleyerek buradan Trakya'ya geçmek, Bizans'a güneyden deniz yolunu kapatmak hedefiyle, Orhan Bey zamanında, Osmanlılar ilk defa ciddi olarak bir Türk beyliği ile karşı karşıya gelmişti 1345 tarihinde, Balıkesir-Çanakkale bölgesindeki Karesi Beyliği'ndeki iç anlaşmazlıklar nedeniyle, bazı beylerin yardım istemesinden de istifadeyle, Orhan Bey'in Karesi seferine çıkması üzerine Balıkesir, Manyas ve Kapıdağı gibi şehirler Osmanlı Devletine dahil olurken, kısa zamanda bu beylik Osmanlı ile bütünleşmiş, hem coğrafi ve hem de insan gücü bakımından Osmanlı'ya katkısı olmuştu Böylece, Osmanlıların Çanakkale üzerinden Trakya'ya geçmeleri için bir engel kalmamıştı Bu arada, Sivas merkezli Eretna Beyliği'nin en batısında olan Ankara şehri, iç karışıklıklar içerisinde oldukları bir sırada Osmanlı sınırlarının doğusunda Orta Anadolu için muhkem bir nokta olan burası ele geçirilmişti (1354) Böylece Osmanlılar Anadolu'da çok stratejik bir yere ayaklarını basmışlardı

Bizans'taki taht kavgalarından faydalanan Osmanlılar, Çanakkale Boğazı'ndan Trakya'ya geçerek 1354'te Gelibolu ve çevresini feth etmişlerdi Böylece, Çanakkale Boğazı ve çevresi ele geçirilerek Marmara Denizi'ne Akdeniz'den giriş ve çıkışları denetim altına alınmış, Bizans kontrol altına alınırken, Balkanlardaki genişlemenin köprübaşı tutulup, ilerlemenin önü açılmıştı Böylece, Osmanlı Devleti, toprak olarak küçüklüğüne rağmen, iki kıtada toprakları olan, stratejik üstünlüğe sahip ve sadece ele geçirme değil, bölgeye doğudan gelen Türk boylarını iskan etme ve meskun halkı kendine bağlama politikaları ile daimî yerleşme siyasetini uygulamaya koymuştu Bölgenin sadece siyasi değil, etnik ve dini mensubiyet haritasını da değiştirerek böl-geye hakim olmak için pratik ve reel bir siyaset uygulamışlardı

Orhan Bey döneminde, Anadolu'da Ankara'yı alarak sağlam bir zemine dayanan Osmanlılar, Trakya'da Marmara Denizi'nin Avrupa yakasını kontrol edecek ve Balkan istikametinde kilit rol oynayacak olan Edirne'yi ele geçirmişlerdi Bu sayede küçük Osmanlı Devleti, iki istikametli politikasını yürürlüğe koymuştu Hem Doğu yani Anadolu, hem de Batı yani Balkanlar istikametinde genişleme politikasını tatbike başlamıştı Bu siyaset Selçuklu varisliği için Anadolu'da hakimiyeti tesis etmek ve yeni alanları ele geçirerek, Anadolu Selçukluları döneminde bölgede eksik olarak gerçekleşen hakimiyetlerini kâmil hale dönüştürmek tarzında cereyan ediyordu

I Murad (1362-1389) da bu Osmanlı politikasını devam ettirmişti Ankara'yı yeniden (1362) halkın isteği ve memnuniyeti ile ele geçirerek Anadolu'da konumunu sağlamlaştıran I Murad döneminde, Edirne ve Trakya'yı takviye etmek, Balkanların ortasında Meriç vadisinde önemli bir mevkide olan ve Bulgarlar ile Bizans'ı birbirinden koparan, hatta Sırp Kralının konumunu zora sokacak bir şekil-de Filibe ele geçirilmişti(1363) Bunun üzerine, Bizans Osmanlılarla anlaşmaya mecbur kalarak, İstanbul'un gıda ihtiyacını ancak garanti altına almış oluyordu Artık, Bizans Osmanlının çevrelediği bir şehir konumuna dönüşüyordu

Filibe'nin Osmanlıya geçişi, Papa V Urban'ın teşvikiyle Sırp, Macar, Eflak ve Bulgar arasında bir ittifak oluşturdu Macar Kralı Layoş'un idare ettiği ordunun Sırpsındığı savaşında (1364) yenilmesi Osmanlıya, Balkanlardaki Macar nüfuzunu kırma fırsatı verdi Osmanlı'ya karşı Haçlı seferlerinin devamı niteliğinde sayılabilecek ve Avrupa'da hazırlanan bu müşterek mukavemete darbe indirme şansını vermiş ve Osmanlı ilk defa, Avrupalı bir güce karşı başarı elde etmişti Papanın yeni bir ittifak teşebbüsü üzerine Savoy Dükü II Amedeon Gelibolu'yu ele geçirip Bizans'a verdi (1366) ise de, Osmanlılar burayı kısa bir süre sonra tekrar ele geçirdiler Çok geçmeden Makedonya'ya ulaşan Osmanlılar Serez, Selanik, Drama, Kavala ve Sofya'yı feth ettiler Böylece batı istikametinde ilerleyen Osmanlı kuvvetleri orta Balkanlara yerleşmişlerdi

I Murad, Batı Anadolu'dan başlayarak Anadolu Beyliklerini Osmanlıya katma politikasında zaruret olmadan çatışmaya girmeme tarzını benimsemişti Siyasi evlilik yoluyla, mesela Şehzade Bayezid'i Germiyanoğlu Süleyman Şah'ın kızı ile evlendirerek Kütahya, Simav, Eğrigöz ve Taşanlı'nın çeyiz olarak Osmanlıya katılmasını sağlamıştı Nüfuz ve kudreti artan Osmanlı Devleti, I Murad'ın teklifiyle Hamidoğullarından Akşehir, Beyşehir, Karaağaç, Yalvaç, Seydişehir ve Isparta gibi şehirleri satın almıştı Böylece savaşsız olarak Batı Anadolu'da büyük alan kazanan Osmanlılar, Kastamonu-Sinop civarında hüküm süren Candaroğullarını hakimiyetine katmak istemişlerdi Bu doğrultuda, Şehzade Süleyman'ı himayeye aldı ve Osmanlı ailesine damat yapılarak kaynaşmayı sağladı Süleyman Bey de seferlerde Osmanlıya kuvvet vermeyi ihmal etmedi

Germiyanoğullarından bazı toprakları alan Osmanlı Devleti Konya'ya doğru bir ilerleme sağlamıştı Kendilerini Selçuk-luların varisi gören Karamanoğulları ile Osmanlılar arsında rekabet kızışmıştı I Murad, Karamanoğlu Alaeddin Ali Bey'i kızı Nefise Sultan ile evlendirerek akraba olmayı, Anadolu'da birliği sağlamayı ve Anadolu'dan emin bir surette Balkanlara yönelmeyi istiyordu Fakat Venedik, Sırp ve Papalık Osmanlıya karşı Karamanoğulla-rını tahrik etmeye başlamışlardı Anado-lu'dan emin olmak isteyen I Murad, Sırp Lazor tehlikesini bir yana bırakarak, Karamanoğullarının üzerine yürüdü ve Osmanlı üstünlüğünü Alaeddin Bey'e kabul ettirdi Böylece, Orta Anadolu'da da Osmanlı üstünlüğü tescil edilmişti

Sırp kralı Lazor kumandasında Osmanlıya karşı kurulan Sırp, Bulgar, Bosna kuvvetlerine karşı ilk defa Karaman, Saruhan, Aydınoğulları kuvvetlerinin katılması ile Kosova savaşında Lazor kumandasındaki ittifakı yendi İlk defa üç Türk Beyliğinden kuvvetlerin katılımı ile başarı sağlanması Anadolu'nun birleşmeye doğru attığı adımların da göstergesi olmuştu Hem doğu hem de batı istikametinde başarılı politikalar ortaya koyan I Murad, Kosova'da savaş bittikten sonra şehid edildi Savaş dışında da stratejileri çok iyi uygulayan I Murad ortadan kaldırılmıştı

Yıldırım Bayezid, Sırplarla vergi vermek, askerlik yapmak şartı ile anlaşma yoluna giderken, Üsküp şehri alınarak buraya Türk ahali yerleştirildi Edirne dini, eğitim ve sosyal eserler inşa edilerek bir kültür merkezi haline getirmeye çalışıldı Yıldırım, Balkanlarda sükuneti sağlayacak yerleşmeyi sağlamlaştırmaya çalışıyordu Onun esas hedefi Anadolu birliğinin sağlanması idi Zira burada hakimiyet problemsiz olarak sağlanmadan büyük açılımlar mümkün görünmüyordu

Bu gaye ile Saruhan, Aydın, Menteşe ve Germiyan Beyliklerini kısa sürede (1389-1390) ele geçirilerek Kütahya merkezli Anadolu eyaletini kurdu Batı Anadolu'daki bu birlik, Osmanlının Akdeniz'de bir deniz gücü haline gelmesine zemin hazırladı Menteşe ve Aydın Beyliklerinin filolarının da Osmanlıya intikali ile Venediklilerin Batı Anadolu'daki deniz üstünlüğü sona ermiş ve Osmanlı deniz kuvvetleri, Sakız, Eğriboz ile Venediklilerin elindeki adalara seferler düzenlemeye başlamışlardı Böylece, Batı Anadolu'ya hakim olan Osmanlı, Haçlı seferlerinden beri bölgede deniz etkinliklerini devam ettiren Avrupalı kuvvetlere karşı ciddi bir güç olarak çıkmıştı (1390)

Bizans üzerindeki baskıyı artıran Yıldırım Bayezid, İstanbul'da camisiyle beraber, yüz haneli, bir Türk mahallesinin kurulmasını kabul ettirerek, İstanbul'un içerisine barış yolu ile yerleşmede önemli bir adım atmıştı (1391)

Anadolu birliği için en büyük engeli oluşturan Karamanoğulları üzerine bir sefer düzenleyen (1391) Bayezid, bu beyliğin önemli bir kısmını Osmanlıya bağlarken, Mısır'daki halifeden “Sultanu'r-Rum (Roma)” (Anadolu Sultanı) ünvanını alarak (1392) Selçuklu Sultanlarının varisliğini halifeye tasdik ettirmişti Böylece, Osmanlı Devleti, Anadolu'daki Türkmen beylikleri üzerine yapmış olduğu seferleri meşrulaştırmış oldu

Osmanlıların Macar sınırlarına dayanmasından rahatsız olan Macar Kralı Sigismund'un isteği ile Fransa, İngiltere, İskoçya, Lehistan Avusturya, İtalya, İsviçre ve Güneydoğu Avrupa ülkelerinden gelen Haçlı kuvvetlerini Niğbolu'da yenen (1396) Bayezid, Anadolu'da karışıklık çıkaran Karaman Beyliği üzerine yürüdü ve Beylik, Osmanlılara bağlandı (1397) Canik bölgesi ve Kadı Burhaneddin Devleti de Osmanlı hakimiyetine girdi (1398) Böylece haçlılara karşı sağladığı üstünlüğünü, Anadolu'da Beylikler üzerinde de perçinlemiş oldu Ancak, Orta Asya merkezli büyük devlet kuran Timur'la Ankara'da yapılan savaşı Bayezid kaybedince Osmanlı Devleti bir fetret dönemine girmişti

1403'ten 1448 tarihine kadar başlangıçta iç mücadele yapılırken, daha sonra ise özellikle II Murad döneminde Balkan ve Anadolu'da Osmanlı hakimiyeti yeniden tesis edildi 1451'de, Fatih'in başa geçmesi ile bu ivme daha da hızlanacaktı

Güçlü merkezin tesisi

Fatih'le yeni bir döneme giren Osmanlı da Balkan politikasının devam ettirildiğini görüyoruz Orta ve Batı Anadolu'da taht değişikliğinden istifade ile huzursuzluk çıkaran Karamanoğulları üzerine ilk seferini düzenleyen Fatih, Anadolu'da birliği sağlamak için kesin karar vermişti Bunun çözümünü Osmanlı Devleti'nin ortasında sıkışıp neredeyse bir şehir devleti halinde kalan, fakat gerek Anadolu, gerek Balkan-Avrupa'da Osmanlı aleyhine ittifakları teşvik eden, denizden yardım aldığı gibi Osmanlıların Anadolu-Balkan aksamı arasını zayıflatan Bizans'ı ortadan kaldırma kararını tatbike koydu Osmanlılar bu problemin çok önceden beri farkında olmalarına ve ortadan kaldırma çabalarına rağmen başarısız kalınmış, sadece etrafı çevrelemek suretiyle etkisiz hale getirilme yoluna gidilmişti 1453'te İstanbul'u alan Fatih li-derliğindeki Osmanlılar, devletin iki kanadı arasındaki gövdedeki zaafa son vermişler, bütünlüğü sağlamışlar, kuzey-güney veya güney-kuzey istikametindeki en önemli su yolu olan Boğazların tek hakimi haline gelmişlerdi

Fatih, Anadolu'nun tartışmasız ve problemsiz hale getirilmesi için, Anadolu'nun bir kısmını da ellerinde tutan Batı Asya ve Doğu Akdeniz'deki büyük devletler yani Akkoyunlu ve Memluklular ile müca-delelerin neticelenmesi için yeni bir dönem başlattı Bu hem Anadolu'nun ve Osmanlı'nın büyük bir devlet olması için zaruri, hem de üç kıtanın birleştiği bölgede hakim olmanın temeli haline gelmişti Bu istikamette hareket eden Fatih, Karaman (1467), Adana (1474) ve Trabzon'u (1461) ele geçirirken, Doğu Anadolu bölgesini de elinde bulunduran Anadolu'da Osmanlı egemenliğine karşı en büyük engel olan Akkoyunlu Devletini 1473'te Otlukbeli'nde yenerek büyük bir başarı elde etti ve artık Doğu Anadolu'nun Osmanlıya meyli kesinleşti Güney Anadolu'da etkinliğini sürdüren Memluklularla mücadeleye girişen Fatih, Halep ve Şam'daki halkın yönünü Osmanlıya çevirecek kadar aktif bir politika uyguladı Bölgede Memluk hakimiyetinin varlığı devam ederken, Osmanlı nüfuzu yerleşmekteydi Bunun Yavuz dönemi hareketinde büyük faydası görülecekti Fatih'in politikası ile mücadele alanı biraz daha güneye doğru kaymış oluyordu Fatih, 1481'de Mısır seferine çıkmak üzere iken vefat etmişti

Kuzey stratejisinin başlaması

Fatih'in Trabzon'un fethiyle Karadeniz'in güney sahillerini Osmanlıya bağlaması neticesinde Osmanlıların yeni bir politikaya başladıklarını görüyoruz Bu güneyden kuzey istikametinde Karadeniz'e sahip, kuzeye hakim olma siyaseti idi Zira Kırım, Kazan, Astrahan üçgeninde büyük bir devlet olan Altınordu devletinin inkırazı üzerine Kırım ele geçirilerek, Hazar'dan Baltık'a kadar bir hattın oluşturulması, Osmanlının kuzeyinin garanti altına alınması ve Balkanların emniyetinin daha iyi hale getirilmesi politikasını başlatmıştı 1451-54'te Sohum'u ele geçiren Osmanlı Devleti, 1475'e Kırımı kendisine bağlarken, aynı yıl, Taman, Kuban, Nogan diyarı, Çerkezistan, Çeçenistan, Dağıstan'dan oluşan Kafkas bölgesinin Hazara kadar Osmanlı hakimiyet bölgesine dahil edildiğini görüyoruz Bu hareketle Kuzey Karadeniz'deki Ceneviz kaleleri alınarak müstemlekeleri ortadan kaldırıldığı gibi, Moskova ve çevresinde bir güç olarak ortaya çıkan Ruslara, güney istikametinin kapatılması manasına da geliyordu Fatih Dönemi kuzey politikası ile Karadeniz'de hakimiyet Osmanlıya geçmiş oluyordu

Avrupa-Akdeniz politikasının deklarasyonu

Fatih Dönemi politikalarında yeni bir açılım de batı istikametinde yaşanmıştı Yıldırım Bayezid'in Selçuklu varisliğini Doğu Roma'nın coğrafyasına hakimiyetini de çağrıştıran bir tarzda Sultanu'r-Rum (Roma ) ünvanını elde etmesi sonrasında, Fatih, Balkanlarda Doğu Roma (Bizans) topraklarını ele geçirme istikametinde Anadolu'da hakim olan gücün tabii bir şe-kilde ihtiyaç duyduğu bölgeye yöneldi 1460'ta Mora, 1463'te Bosna ve Hersek, 1479'da Arnavutluk'u ele geçirerek Adriyatik Denizi'ne ulaşmıştı Fatih bir adım daha atarak Avrupa ve Akdeniz hakimiyetinde önemli bir yer olan İtalya üzerine yürüyerek, yani Otranto (1480-81) seferine çıkarak, bir dünya gücü olarak ortaya çıktığını deklare ediyordu Böylece Fatih ile, Batı istikametindeki politika, yani Balkan politikası yerine, Avrupa ve Akdeniz politikası haline dönüşüyordu

Doğu Avrupa politikası

Mevcudu koruma ve eski siyaseti devam ettirme niteliğinde ve oldukça sakin geçen II Bayezid devrinde, Doğu Avrupa'da önemli bir adım atılmış Kili, Akkerman, Yaş ve Hotin alınarak, Boğdan'a hakim olunmuştu Böylece, doğuda Rusya ve batıda Macar, Avusturya arasında Baltık kıyılarına kadar bölgeyi kontrol eden Lehistan (Polonya) ile mücadele dönemi başlamıştı Bu Osmanlı'nın Karadeniz-Baltık bölgesinde politikalar belirlemeye başlamasına yönelik önemli bir girişimdi Zira, Doğu Avrupa'daki bu açılım daha sonra Avrupa'nın kaderini belirleyecek, önemli olaylara sahne olacaktı

Doğu, Güney ve Kuzey Afrika stratejileri

II Bayezid Döneminde Osmanlı-Memluk rekabetinin kızıştığını, Dülkadirli-Memluk işbirliğine paralel, doğuda yeni bir güç olarak Safevilerin de ortaya çıkması Osmanlıyı doğu ve güney politikalarında zor duruma düşürmüştü Ancak, Ümit Burnu'nu dolaşarak 1503'te Hindistan sahillerine sağlam bir şekilde yerleşen Portekizliler, Hürmüz'ü alarak Acem körfezini kapatmışlardı Bununla da yetinmeyen Portekizliler, Mekke-Medine'yi yağmalama ve Hz Peygamberin cesedini çalmak üzere planlar yapmaları ve Süveyş'in girişinde önemli bir mevki olan Aden'i tehdide başlamaları Memlukluları Osman-lılara yaklaştırmıştı Akdeniz'de büyük bir güce sahip olan Osmanlılardan, Memluk-luların yardım talebi üzerine, Türk denizcilerinin yardımı ile hazırlanan 20 gemiden oluşan filo 1915'te, Hind Denizi'ne hakim olan ve Kameran'ı ele geçiren Portekizlilere karşı sefer düzenlenmiş, fakat başarısız olunmuştu 1916'da da Bender-i Aden'e kurtarmak için yapılan sefer de başarısız olmuştu Böylece, İslam dünyası ilk defa bir Avrupalı güç tarafından doğudan tehdit edilmeye başlanmış ve Hindistan kıyılarını da elde tutarak İran'dan Mısır'a kadar bütün bölge muhasara altına alınmıştı Bu, bütün Güney-Batı Asya'nın sömürgeleştiril-mesinin yaklaştığı anlamına geliyordu

Sömürgeleştirme tehdidi sadece doğudan değil, batı istikametinden de yaşanıyordu Kuzey Afrika'nın en batısındaki Kanarya adalarına 1402'de İspanyolların ayak basması, 1479'da kendilerine bağlamaları sonunda yeni bir dönem başlıyordu Bütün Kuzey Afrika, özellikle İspanyol sömürgeciliğin tehdidi altına girmişti Barbaros'un kardeşi Oruç Reis, Cezayirlilerin daveti üzerine, Cezayir'e giderek İspanyollara karşı onları korumaya çalışmıştı Bu dönemde Fas'tan Hindistan'a kadar alan Avrupalı sömürgecilerin tehdidi altına girmişti

Batı'nın dünyayı keşfetmesi-sömürmesinin başladığı bir sırada, Yavuz Sultan Selim, Osmanlı tahtına geçiyordu (1512) Anadolu'yu, Maraş'a kadar tehdit eden Safevi Devleti'nin başındaki Şah İsmail'in, Yavuz'un İran seferi ile 1514'te Çaldıran'da yenilmesi, Anadolu birliğinin doğu istikametinde temini ve tehdidin esas itibariyle sona ermesini sağlamıştı Mısır merkez olarak, Doğu-Akdeniz Kuzey-Afrika'yı elinde bulunduran ve İspanyol-Portekiz güçlerine karşı başarısız olan Memlukluların üzerine bir sefere çıkan Selim, 1516 Mercidabık Zaferi ile Halep-Şam bölgesini, 1517'de, Ridaniye Zaferi ile de Mısır'ı ve Hicaz'ı ele geçirmişti Arabistan ve Kuzey Afrika'nın kapısı olan Mısır'ın Osmanlının eline geçmesi bölgede köklü bir değişime yol açmış, Osmanlı hakimiyet veya nüfuzu Hind Denizi'nden Fas'a kadar kısa süre içinde yerleşmişti Mesela, 1518'de Cezayir hemen Osmanlının himayetine girmişti Osmanlı, Mısır'ı ele geçirmesi ile Mukaddes Bölgeleri de elinde bulunduran İslam dünyasındaki en büyük güç haline gelmişti Fiili olarak liderliği alan Osmanlılar, halifeliği de üzerlerine almışlardı Dini bir kimlik ile de bütünleşen Osmanlılar Avrupalı Emperyalistler karşısında İslam dünyasının da koruyucusu konumuna gelmişlerdi

Merkezi Avrupa politikası

Devletin süper bir güç haline dönüştüğü bir sırada başa geçen Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) döneminde, Osmanlı Devleti'nin bütün yönlerde uyguladığı stratejilere devam edildiğini, bazı boşlukların doldurulduğunu ve yeni tehditlere karşı yeni projeler geliştirdiğini görüyoruz

Macaristan üzerine defalarca sefer düzenleyerek ele geçiren, Viyana'yı kuşatarak merkezi Avrupa'daki en büyük gücü etkisiz hale getiren Kanuni, Fransa'ya yardım ederek Batı Avrupa'da belirleyici konuma gelmişti

Doğu Avrupa politikası

Doğu Avrupa'da Boğdan-Basarabya ile Kırım arasındaki Bucak ve Yedisan'ı alarak kuzeybatı Karadeniz'deki boşluğu kapatmış ve Karadeniz ve doğu Avrupa'da Kuzeyden beliren Rus tehdidine karşı Lehistan-Baltık istikametinde politikalara geliştirerek Rusya'yı sınırlamaya Avusturya ile Rusya arasını tahkime çalışmıştı

Rusya'ya karşı kuzey stratejisi

1522'de Kazan'ı alarak doğu istikametinde yayılmaya başlayan Rusya, 1556-57'de Astrahan'ı alarak Hazar Denizi'ne ve Kuzey Kafkasya'ya ulaşmıştı Hazar-Azak denizleri arasındaki Nogay Türklerini tehdit eden, Terek nehri ağzından Kafkasya'ya yerleşmeye çalışan Ruslara karşı tedbirler alınmaya başlanmıştı 1556'da Kırım Hanı Devlet Giray'ın Astrahan'a yaptığı sefer başarısız olmuş, Çerkezler de ilk başlarda Osmanlının karşındaki Rusların yanında yer almışlar ve bölgede Rusların güçlenmesine neden olmuşlardı

Rusları, Hazar ve Azak denizlerinden çok yukarda, Don-Volga nehirlerinin birbirlerine yaklaştığı yerden daha ileride tutmak ve bu sınırın güneyindeki Nogay, Çerkez, Çeçen, Kabartay ve sairleri Rus tehlikesinden korumak, Rusya'yı kuzeyde büyük bir tehdit haline dönüşmeden bertaraf etmek için, Don-Volga (Ten-İdil) Kanal projesi 1563 tarihinde ortaya atılmıştı Ancak, bu proje Kanuni sonrasında 1568-1569'da açılmaya başlanmıştı Fakat Kırım Hanı'nın gönülsüzlüğü ve Osmanlı'nın bu bölgede fazla etkin olmasının rahatsızlığı yanında, Moskova'ya gizliden adam göndererek haber vermesi gibi sebeplerle başarılı olmamıştı 1569'da Osmanlının Astrahan seferi başarısız olduğu gibi, Rus tehdidinin ciddiyetini daha sonra kavrayan Kırım Hanı'nın 1571'deki Moskova seferi de başarısız olmuştu Kanuni döneminde ortaya konan bu projenin gerçekleşmemesi Kafkasya-Kırım istikametinde bir süre sonra bir Rus tehdidine neden olacaktır

Kanuni döneminde Azerbaycan istika-metine genişlemek suretiyle Hazar'a ulaşılacak, Türkistan ile doğrudan bağlar kurulmaya çalışılacaktır

Güney ve kuzey Afrika stratejiler tahkimi

Hürmüz'ü ele geçirerek Basra Körfezi'ni tehdit eden Portekizlilerin oluşturduğu tehlikeye karşı, Kanuni döneminde Irak ele geçirildiği (1538) gibi, Körfezin Batı ve Güney kısımları Osmanlı himayesine girmişti Bu hareket tam zamanında yapılmış, Körfez bölgesinin sömürgeleş-mesinin önüne geçilmişti Yavuz'un Süveyş'ten Hint Denizi yönünde başlattığı hareket, Kanuni tarafından Arabistan yarımadasının doğusunu da içerisine alacak şekilde tamamlanmıştı

Hint Denizi'ndeki Portekiz hakimiyetine karşı mücadeleye devam eden Kanuni, Süveyş limanı merkez olmak üzere donanma oluşturmuş ve bir Mısır Kaptanlığı kurmuştu Hindistan'daki Gucerant ve Kalikut Müslümanları da Portekizliler karşı Osmanlıdan yardım istemişlerdi Hint Denizi'nde Osmanlı-Portekiz mücadelesi başlamış, Pîrî Reis Hint Kaptanlığı'na atanmıştı Yapılan mücadelelerde, Akdeniz'e göre hazırlanmış gemiler dolayısı ile başarısız olunmakla beraber, Osmanlının 1517'de Kızıldeniz'e, 1538'de Basra Körfezine inmesiyle birlikle Portekizliler bölgeden uzaklaşmak mecburiyetinde kalmışlardı Fakat, Hindistan yönündeki politikalarında Osmanlı başarısız olmuştu

Kanuni döneminde Trablusgarb, Tunus, Cezayir'in tamamı ele geçirilirken, 1550'lerde Fas'ı ele geçirmeye çalışan İspanyollara karşı mücadeleye iştirak edildiği görülmektedir Böylece, Yavuz dönemini bir devamı olarak, Mısır'dan Fas'a kadar olan bölge Osmanlı nüfuzuna alınmıştı

Akdeniz

Büyük bir deniz gücü haline gelen Osmanlılar, Haçlı seferlerinin bakiyeleri olan Akdeniz adalarındaki Avrupalıların hakimiyetlerine son verilmesi ile yeni gelişen Avrupa sömürgecileri ile birleşmelerine engel olunduğunu görmekteyiz Avrupa filolarını da yenerek, Akdeniz'e hakim olan Osmanlılar, Rodos (1522) ve Sakız (1560) gibi adaları aldıkları gibi, Kanuni sonrasında da Kıbrıs (1571), Girit (1645-1669) gibi adaları da ele geçirerek Anadolu'yu yakından çevreleyecek ve merkezi tehdit edecek adalar da ele geçi-rilmişti

Doğu Avrupa

Kanuni sonrasında Doğu Avrupa'da Rusya'nın büyük bir güç olarak belirmesi karşısında kadim Osmanlı politikası çerçevesinde 1573'te Lehistan (Polonya) Osmanlı himayesine alınarak iki büyük güç olan Avusturya-Rusya arasındaki bölge Baltık Denizine kadar Osmanlı nüfuz bölgesine alınmış, bu iki düşman gücün Osmanlıyı kuzeyden tehdit etmesinin önüne geçilmeye çalışılmıştır Rus tehlikesinin Kırım üzerinde ağırlığını hissettirmesi üze-rine 1663'te de Ukrayna Osmanlı himaye-sine alınmıştı

Sonuç

Osmanlının bir beylik halinde iken başlattığı stratejik uygulamaları, yükseliş döneminin şahıslara bağlı olmaksızın uygulandığını görmekteyiz Merkezi devamlı olarak güçlü ve bütün tutma politikası, Yavuz dönemine kadar önceliğini korumuş, daha sonraları da Anadolu'yu tehdit edecek, çevreleyecek alan üzerinde hassasiyetle durulup, bu tehdit unsurları bertaraf edilmiştir

Genişleme, bir alan veya yönle sınırlandırılmadan doğru biçimde bütün istikametlerde, tehdit-açılım önceliğine göre yapılmıştır

Selçukluların Haçlı Seferlerine karşı koymalarından sonra, ikinci dalga olarak, Balkanlar üzerinden gelen Haçlı tipi toplu saldırılara da Osmanlılar, başarılı bir şe-kilde karşı koymuşlardır

Avrupa'nın yükseldiği ve sömürge politikalarına başladığı bir dönemde Adriyatik Denizi-Kırım Hanlığı, Hazar çizgisinde, Avusturya-Rusya tehdidine karşı bir hat oluşturulmuştur

Sömürgecilik ve emperyalizmin Kanarya Adalarından Hindistan'a kadar alandaki bölgede yayılma ve yerleşmesi hengamında Osmanlı müdahalesi ile bu dönem 300 yıl gibi bir süre geciktirilmiş ve bölgenin, siyasi, dini, hatta bazı kısımların etnik yapısının bile değişmesine engel olunmuştur

Osmanlı, Halifeliği de uhdesine almasıyla, İslam dünyasının temsilcisi ko-numuna gelmişti Osmanlılar, bu istika-mette yürüttükleri politikalar ile hakimiyeti ve nüfuzu altında olan bölgeleri korumuşlardır Tabi, bu durum, Avrupalı güçlerin sömürge politikaları karşısında en büyük engeli teşkil etmesi ve onları uzun süre uğraştırması dolayısıyla Osmanlılara ve Türklere tarihi düşmanlık oluşmasına da sebep olmuştur

Osmanlı'nın uyguladığı strateji, ters bir istikamette, farklı unsurların katkısı ile uygulanarak, iç zaafın büyük ve belirleyici faktörü sayesinde başarılı olmuş ve Osmanlının çöküşü gerçekleşmiştir

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.