Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi |
08-16-2012 | #31 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş BilgiMithra Kültürünün Esrarı Zaman: İS 1-4 yüzyıllar Mekân: Roma İmparatorluğu "Sabah tanrısı Mithra, Büyük boğanın öldüğü bu yerde, Karanlıklar içindeki çocuklarına bak Kurbanımızı kabul et! Sen pek çok yol yaptın, Hepsi de ışığa varan Ve asker de olan Mithra Bize ölmesini öğret!" RUDYARD KIPLING, 1906 Mithra Kültü, bildiğimiz kadarıyla, 1 yüzyılın sonlarına doğru Roma'da ortaya çıkmıştır Kültün ana esrarı tanrı Mithra'nın bir mağarada beyaz bir boğayı öldürmesidir ve bu eylemin insanlığa kurtuluş getirdiğine inanılmıştır Boğa öldürme sahnesi ("tauroctony") ülke boyunca tanrının bütün tapınaklarında (mithraeum) çok küçük farklılıklarla betimlenmişti Bazı mithraeum'larda resmedilmiş bir iki dize ile yakınlarda Berlin'de bulunan bir papirüs parçası dışında herhangi bir ayin metni olmadığı için, Mithra Kültü'nün sırlarını çözmeye yarayacak elimizdeki tek ipucu bunlardır ve bu esrarı çözmek de hiç de kolay bir iş değildir (Solda) Heddernheim (Roma Nida) boğa öldürme röliyefinin dökme kalıbı Orta panoda Mithra'nın hayatından sahneler (Sağda) Nemrut Dağı'ndaki bu röliyefte I Antiochus başında Frigya şapkası olan Mithra'yı selamlıyor, İÖ I yüzyıl KÖKENLER VE KÜLTÜN YAYILMASI Mithra Kültü, genelde bir "doğu" dini olarak tanımlanır Mithra araştırmalarının kurucu babası Belçikalı bilimadamı Franz Cumont'a göre kült, Doğu'da, herhalde İran'da doğmuş ve sonra batıya yönelerek Roma'ya kadar ulaşmıştır Mithra gerçekten de köken olarak bir doğu tanrısıydı ve resmedildiğinde de üzerindeki giysiler hep doğu giysileridir "Frigya" şapkası denilen konik biçimli şapkası, doğu ile ilişkiyi vurgulamaktadır ve İÖ 1 yüzyılda Antik Çağlar'ın Kommagene'sinde (Güney Türkiye) Nemrut Dağı'ndaki röliyeflerde onu böyle giyinmiş olarak Kral Antiochus'u (İÖ 80-32) selamlarken görüyoruz Ayinlerde kullanılan "nama" ("selam") gibi sözcükler, meşale taşıyan Cautes ve Cautopes ile esrarengiz Ehriman gibi Mithra maiyetindekilerin adları hep İran ya da Mezopotamya kökenlidirler Ancak bu "doğu" unsurları ne kadar derine işlemiştir? Cumont'un Mithra Kültü'nün doğu kökenli olduğu tezini destekleyen önemli bir unsur Plutarkhos'un Büyük Pompey'in İÖ 67 yılında Akdeniz'de korsanlarla mücadelesini anlatan bir metninde yeralmaktadır Güneydoğu Küçük Asya'da Kilikya korsanlarının "garip kurbanlar getirdikleri ve Mithra Kültü'nde hâlâ varolan gizli ayinler yaptıkları" bildirilmektedir Bu metin İÖ 1 yüzyıl ortalarında Doğu Akdeniz'de Mithra ayinlerinin varlığının kanıtı olarak kabul edilmiş ve Kilikyalı korsanların Mithra Kültü'nü batıya taşıyan aracılar oldukları iddia edilmiştir Ama bu doğru ise, o zaman neden Akdeniz dünyasında Mithra tapınakları ya da boğa öldürme sahneleri Hellenistik dönem boyunca hiç yoktur ve eğer Mithra Kültü'nün kökeni doğuda aranacaksa neden imparatorluk zamanında orada mithraeum'laıın sayısı çok azdır? Ve eğer Mithra Kültü gerçekten İÖ l yüzyılın ortalarında batıya erişmişse neden orada kanıtlarım bulmamız için bir buçuk yüzyıl geçmiştir? Plutarkhos, Mithra Kültü'nün henüz yayılmaya başladığı 2 yüzyılın ortalarında yazıyordu ve bu nedenle "gizli ayinler"den söz edilmesi bir tarih hatası olabilir: Kilikyalı korsanlar Mithra'yı tanrılarından biri olarak kabul etmiş olabilirler (Antiochus'un komşu Kommagene'de yaptığı gibi) ama boğa öldürme ve Mithra Kültü'nün ritüel ve ayinlerinin tümü o zaman herhalde daha icat edilmiş değildi Mithra Kültü'nün kökenlerini İÖ 2 yüzyılda Doğu Türkiye'de Tarsus'un felsefe ve bilim çevrelerine yerleştiren alternatif bir görüş de aynı eleştirilere açıktır Boğa öldürme sahnesine benzeyen en eski gönderme, Domitianus'un saray şairi Statius'un 92 yılında yayınlanan bir şiirinde "bir Pers mağarasının kayaları altında inatçı boğanın boynunu büken" dizesidir Tauroctony'nin ilk tasviri de şimdi British Museum'dadır ve bunu imparator Trajan'ın (98-117) muhafız alayı başkanının kölesi Alcimus yaptırtmıştır Bu nedenle kült, Roma'da entelektüel gruplar arasından çıkmış olabilir Bunlar kurtuluş vaad eden kültlerin ve bir ölümden sonraki dünyanın geleneksel devlet dininden daha umut verici olduğu bir zamanda yeni bir din "yaratmış" olabilirler Mithra Dini, 125 yılından sonra özellikle kuzey sınırları boyunca ve Roma'nın limanı olan Ostia gibi kozmopolit yerlerde hızla yayılmıştır Ostia'da 16 mithraeum bulunmuştur Dinin ordu ve tüccar sınıfı arasında pek popüler olduğu anlaşılmıştır, ancak her şeyden öte yalnızca erkeklerle sınırlı olduğu için, (Hıristiyanlık gibi) evrensel bir cazibesi olmamıştır (Solda) Roma'da San Clemente Kilisesi altında bir mithraeum, iki yanda sıralar ve alçak kubbeli tavan (Sağda) Ostia'da Felidssimus mithraeum'undan yer mozaiği ve Mithra Kültü'nün yedi derecesi (önde tas ve Merkür'ün asası ile Kuzgun) BOĞA ÖLDÜRME SAHNESİ Tauroctony hızla standart hale getirilmişti ve bir iki bölgesel farklılıklar varsa da tablo imparatorluğun her yerinde aşağı yukarı aynı idi Mithra boğanın sırtında çömelmiş, hançerini hayvanın boynuna saplıyor Bu pozun esin kaynağı hiç kuşkusuz Roma'da Trajan Forumu'nda ve diğer yerlerdeki röliyeflerde görülen Zafer'in, sırtına abanarak bir boğayı zaptetmesi sahnelerinden alınmıştır Tanrı omzu üzerinden güneş tanrısı Sol'a bakar İkisinin arasındaki güneş ışını aralarındaki yakın ilişkiyi gösterir ve Sol' un kuşu olan kuzgun da çoğunlukla oradadır Ay tanrıçası Luna'nın bir büstü Sol'un büstünü dengeler Meşalesini havaya kaldırmış Cautes ışığı, meşalesini aşağı çevirmiş Cautopates karanlığı temsil ederler ve boğa öldürme sahnesinin iki yanında yer alırlar Işık ve karanlık arasındaki bu ikilik Mithra Kültü'nün temel unsurudur Boğanın altında bir akrep, bir yılan (derisini değiştirdiği için toprağın ve yenilenmenin sembolü) ve genellikle boğanın yarasından akan kanı yalamak için sıçrayan bir köpek vardır Boğanın kuyruğundaki buğday başakları Mith-ra'nın bu kahramanca eyleminden doğan yeni hayatı temsil eder Ren ve Tuna nehirlerinin sınırlarındaki tasvirlerde boğanın altındaki bir aslan ve bir kap (şarap karıştırmak için) herhalde ateş ve suyu simgeler (ve böylece yılanın simgelediği toprakla bir üçlü oluşturur) Bu bölgedeki tauroctony'lerde Mithra'nın diğer işleri de görülür: Mithra'nın kayadan doğması, Sol ile anlaşma, su mucizesi (havaya bir ok fırlatmak), boğanın yakalanışı, mağarada Sol ile birlikte boğanın etinin yenmesi ve diğerleri Boğa öldürme sahnesindeki unsurların çoğu astrolojik sembolizm ile yakından ilişkilidir (örneğin, Taurus [boğa], Leo [aslan], Scorpi [akrep]) ve Mithra tauroctony'si bir "yıldız haritası" olarak görülmüştür: Bir kurama göre bu, bahar gündönümü Boğa burcundayken gök ekvatorunda bulunan bazı yıldızların sembolik tasviridir Mithra ve onun kozmos üzerindeki hâkimiyeti kültün temelidir Gökyüzünün yıldızları sırtındaki pelerinde ve mithraenum'ların kubbeli tavanlarında görülür Boğa öldürme ya da "tauroctony" sahnesinin en eski heykeli İmparator Trajan'ın muhafız alayı başkanının kölesi Alcimus tarafından yaptırılmış Bugün British Museum'dadır TAPINAKLAR VE AYİNLER Mithra tapınakları dört köşeli ve genelde küçüktürler: Bilinen en büyüğü Romanya'da Sarmizegethusa'da olup 26 metre boyundadır Bunlar genellikle bir giriş, uçtaki Tauroctony'ye uzanan bir ana salondan oluşur: Tapınanlar iki yandaki yüksek platformlara uzanırlar Bu nedenle mithraeum, kült üyelerinin toplantı odaları olup gizli ayinlerin yapıldığı bir yerdi: Hıristiyan kilisesine benzer ama yalnızca tanrının heykelinin bulunduğu ve törensel kurban olayının dışarıda açık havada bir sunakta gerçekleştiği putperest tapınaklardan farklıdır Bir Mithra tapınağında neler yapıldığı ise bilmemektedir En alttaki Kuzgun'dan yerel Mithra cemaatinin lideri olan en üstteki Pater'e (Baba) kadar yedi derece olduğunu biliyoruz Dördüncü derece olan Aslan'ın özellikle önemli olduğu anlaşılmaktadır ve bazı metinlerde tapınaktan leonteum olarak söz edilir Bir dereceden diğerine geçmek bazı sıkıntıları gerektirir: Adayın gözleri bağlanır (bazı fresklerde meşale ile damgalamalar ve kılıçla açılan yaralar görülmektedir), bir tapmakta (Hadrianus Duvarları'nda Carrawburgh) bir işkence çukurunun olduğu ve adayın burada sembolik olarak yakıldığı söylenmektedir Sol ve Mithra'nın boğa eti yemelerinin sembolü olarak da (bazı mithraeum'larda bulunan kemiklere bakılırsa) pahalı sığır eti yerine koyun ya da tavuk yenilirdi Kimi zaman boğanın eti ve kanı yerine ekmek ve şarap kullanılırdı ki, bu da Mithra Kültü'nü Hıristiyanlık'la çatışmaya sokmaktadır 4 yüzyıl başlarında Hıristiyanlığın resmen kabul edilmesiyle Mithra Kültü de çöküşe geçmiş ve tapınaklar, büyük bir olasılıkla Hıristiyanlar tarafından yıkılmıştır Haidelberg'de bir mithraeum örneği MİTHRA SÖZCÜĞÜNÜN KÖKENİ Sanskrit dilindeki Mitra Avesta ve Pehlevi dillerinde Mithra, Yunanca ve Latince'de Mithras olarak yazılırdı Tanrısal köken olarak, Hinduizmin Veda Döneminde Adetya tanrılarından biriydi; ayrıca Zerdüşt dini öncesi İran'da da güneş, adalet, antlaşma ve savaş tanrısıydı Mithra ilk kez İÖ 1400 tarihli Veda metinlerinde geçmiştir Hindistan'dan Pers topraklarına, Persler'in Büyük İskender'e yenilmesinden sonra bütün Yunan dünyasına sıçrayan Mithra'nın Roma dönemi esrarını hâlâ korumaktadır Kuzey İngiltere'de Carrawburgh'da Mithra tapmağı Brocolitia Roma kalesi dışındaki tapmak I949'da kazılmıştır |
Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi |
08-16-2012 | #32 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş BilgiMusa ve Çıkış Zaman: İÖ 13 yüzyıl? Mekân: Mısır/Sina Yarımadası İsrail'in Allahı Rab şöyle diyor: Kavmimi salıver ki, çölde bana bayram etsinler ÇIKIŞ 5: l Tevrat'ın Çıkış Kitabı İsrailliler'in Mısır'da baskı altında bulunmalarının ve Musa tarafından kölelikten kurtarılmalarının hikayesiyle başlar Musa İsrailli bir çiftin oğlu olmasına rağmen Mısırlı bir prenses tarafından yetiştirilmişti Yetişkinliğinde bîr İsrailli köleyi döverken yakaladığı Mısırlı bir kâhyayı öldürmüştür Yaptığı iş açığa çıkınca Musa çöle kaçmak zorunda kaldı Burada Yanan Çalı önünde Tanrı'dan bir vahiy aldı Bunun sonucunda Mısır'a döndü ve kardeşi Harun ile İsrailliler'in salıverilmelerini talep etti Firavun bu isteği reddederek ülkesinin başına on felaket getirdi Ailenin ilk doğan çocuğunun ölmesi olan onuncu felaket bütün Mısırlı aileleri de etkilediği için Firavun İsraillilerden Mısır'ı terk etmelerini istedi Tanrı Mısır'ın doğusundaki çölde İsrailliler'in geçebilmeleri için Kızıldeniz'in açılmasını sağladı ama sonra sular yine kapandı ve Firavun fikir değiştirdiği için onları kovalayan Mısırlılar boğuldular Bilim adamlarının hepsi Musa'nın varolduğuna ya da Mısır'dan çıkışın yazıldığı gibi olduğuna inanmaz Çoğu, on felaketin ve Kızıldeniz'i geçme mucizelerinin sunulduğu biçimiyle efsanevi olduğuna inanırlarsa da, özellikle Çıkış, Sayılar ve Tesniye kitaplarında yeralan metinlerde tarihi bilgiler vardır İki düşünce akımına genelde "minimalist" ve "maksimalist" adları verilir ve Çıkış hikâyesi üzerindeki tartışma İsrail tarihi için Tevrat'ın bir kaynak olarak kullanılıp kullanılamayacağına ilişkin daha büyük tartışmanın bir parçasıdır Sina Dağı ve çevresindeki dorukların havadan görünüşü Minimalistler, on felaket ve Kızıldeniz'in yarılması mucizeleri konusunda Mısır'da, Sina'da ya da başka bir yerde kesin kanıtlar olmaması üzerinde dururlar Onlar Tevrat'taki hikâyelerin sözde anlattıkları olaydan çok sonra, İÖ 6 ve 2 yüzyıllar arasında ortaya çıktığına inanırlar Ayrıca o zaman tarih yazmak diye bir şey olmadığından Tevrat'taki hikâyeler yalnızca efsane ve folklor olarak güvenilmez ve yanlıştır Arkeolojik ve tarihi araştırmalar bu nedenle Tevrat'a ışık tutamaz Diğer yandan çoğunluk görüşünü oluşturan "maksimalistler", Tevrat'ın, anlattığı olaylardan çok sonra yazılmış olduğunu kabul etmelerine rağmen, metinler konusunda farklı görüşe sahiptirler Nabukadnezzar ve Babilliler İÖ 587/6'da Birinci Tapınak'ı yıkıp halk liderlerini Kudüs ve Yehuda'dan Babil'e sürgüne götürmüşlerdi İşte Tevrat'ın kitaplarından çoğu sürgünlerin çeşitli yazılı ve sözlü kaynaklarından toplanarak orada son şeklini almıştır Bu nedenle Tevrat hikâyelerinde önemli miktarda tarihi bilgi vardır Bu bilimadamları Sina Dağı'nda Yasa'yı (Torah) alan Musa'nın başında bulunduğu gruba ilişkin bir metin oluşuna işaret ederler Musa önderliğinde Çıkış'a ek olarak Tevrat metinlerinde Sina'da pek çok yolculuk hakkında izler bulunduğundan eski İsrailliler'in uzun bir dönem içinde gidip gelmiş oldukları en azından mümkündür Çıkış yolu ve bugün Sina'da adları bilinmeyen mekânların yerleri konusunda emin olmak imkansızsa da bu bilimadamları arkeolojik ve tarihi araştırmaların kutsal kitap hikâyeleri üzerine ışık tutabileceğine inanırlar İsrailliler Kızıldeniz'i geçerlerken kendilerini kovalayan Mısırlılar sularda boğuluyor Suriye'de Dura-Europos'taki sinagogdan bir fresk, 3 yüzyıl ortaları MISIR'DAKİLER İSRAİLLİLER MİYDİ? Minimalistler ne Musa ya da Çıkış için ne de Kenan'da İsrailli varlığı için somut bir kanıt olmadığını ve Tevrat'ın bu bölümünün daha sonraki bir dönemde uydurulduğunu savunurlar Ancak maksimalistler Mısır, Sina'da ya da başka bir yerde Musa ve Çıkış'la ilişkili belirli bir şey olmamasına rağmen, Mısır'da Sami ırkından insanların bulunduğuna ve ÎÖ 13-12 yüzyıllarda Yehuda'nın merkezi yaylalarına yeni bir halkın geldiğini gösteren ikinci derecede kanıtlar bulunmasına işaret ederler Bunlar Mısır tarihinin bilinen gerçeklerini kullanarak İÖ 19 yüzyıldan ve belki de daha öncesinden Sami göçebe gruplarının Mısır'a ticaret yapmaya, gıda maddesi almaya ve bazıları da mümkün olursa özellikle Nil deltasının doğu kısmına yerleşmeye geldiklerini gösterirler Bu göçebeler arasında İsrailliler'in ataları, Yakub'un liderliğindeki patriyarkal klanlar da vardı Bunlar Mısır'a Yusuf'a katılmaya gelmişler ve kendilerine şimdi Doğu Delta Bölgesi'yle ilişkilendirilen Goshen ülkesine firavun emriyle yerleşip firavunun hayvanlarını gütme görevi verilmişti Mısırlılar'ın bir zayıflık döneminde özgün yerleşimcilerin soyundan gelenler Delta Bölgesi'nde kendi hâkimiyetlerini elde edip başkentlerini Avaris'te kurdular Bunlar tarihte Hiksoslar adıyla anılırlar ki, bu kelimenin anlamı "yabancı dağlık ülkenin reisleri" demektir ve bu da güney Kenan'ın iyi bir tanımıdır İÖ 16 yüzyıl ortalarında yeniden başa gelen yerli bir hanedan bunların liderlerini Mısır'dan kovmuştur Sami köylülerin çoğu ülkede kalmışlar ve deltanın tarımcı nüfusunun bir parçası olmuşlardır Tevrat'ta "Yusuf'u bilmeyen yeni bir kral" (Çıkış 1:8) tarafından "esir edilen"ler bu insanlardır Burada herhalde İÖ 1307'de iktidara gelen ve üsleri yaptıklarına bakılırsa Doğu Delta Bölgesi'yle ailevi bağları olan 19 hanedan firavunlarına yapılan bir atıftır Bunların başkenti Avaris'ten pek uzak olmayan Pi-Ramessu idi (Tevrat'ta Raamses, günümüzde Qantir) Bu firavunlar aralarında Pi-Atum (Tevrat'ta Pithom, günümüzde Teli el-Rataba) da olan başka kentler de kurdular ve Sina ile diğer yerlerden bedevilerin girişini önlemek için bir sınır kaleleri zinciri ve ikmal depoları inşa ettiler Firavunlar bu işlerde bölge halkını Ortaçağ Avrupası'ndakine benzeyen bir angarya çalışma sisteminde kullandılar Mısır köylüleri arasında diğer göçmenlerin yanısıra Hiksoslar'ın soyundan gelenler de vardı ve hiç kuşkusuz bu insanların hepsi bu zorunlu çalışmadan kaçmak istiyorlardı Böylece İsrailliler'in karışık bir halk grubuyla birlikte Mısır'ı terk ettikleri söylenir (Ve İsrailoğulları, çocuklardan başka altı yüz bin kadar yaya erkekler olarak Ramses'ten Sukkot'a göç ettiler Ve koyunlar, sığırlar, pek çok hayvanlarla karışık çok halk da onlarla beraber çıktı () Ve İsrailoğullarının Mısır'da oturdukları müddet dört yüz otuz yıl idi Ve vaki oldu ki, dört yüz otuz yılın sonunda Rabbin bütün orduları Mısır diyarından aynı günde çıktılar Onları Mısır diyarından çıkardığı için Rabbe çok ehemmiyetle tutulacak bir gecedir Çıkış 12:38-41) Bu nedenle pek çok uzman Çıkış'ın en iyi İÖ 13 yüzyılda II Ramses'in uzun hükümdarlığı dönemine (İÖ yaklaşık 1290-1224) uyduğuna inanırlar (Solda) Musa, On Emir'in yazılı olduğu tabletleri taşıyor, İsrailliler aşağıda; Alba Kitabı Mukaddes'i, 1422 (Sağda) İsrail Merneptah Dikilitaşı'nda, firavunun Kenan'daki zaferleri ve İsrail halkının yok edilişi anlatılıyor HİCRET YOLU Musa'nın İsrailliler'i Mısır'dan hangi yoldan çıkardığı gerçekten tam bir muammadır İbrânice "Yam Suf'un İngilizce'ye neden "Saz" (Reed) Denizi yerine Kızıl (Red) Deniz olarak çevrildiği bile bilinmemektedir Ve bu denizin nerede olduğu da bilinmemektedir İsrail yerleşim alanlarının yerleri konusunda bir fikirbirliği de yoktur, ancak bu şaşırtıcı değildir: Sina'nın bedevi kabileleri İbrani yer adlarını devam ettirmeyeceklerdi Hicret'in ve çöllerde dolaşılan yolların ve Sina Dağı'nın yerinin de izini sürmek mümkün değildir İsrailliler'in Kenan'a doğru yollarına devam etmeden yaklaşık kırk yıl konakladıkları Kadeş-Barnea, Kuzeydoğu Sina'daki Ayn Kudeyrat vahası olabilir ama bölgede o dönemden kalan herhangi bir bulguya rastlanılmamıştır VAAT EDİLEN ÜLKE Musa ölüp de Moab'da Nebo Dağı'na gömülünce (Tesniye 34:1,5) halkını Şeria'dan geçirip Kenan dağlık ülkesine götüren Yeşu oldu Yeşu ve Hâkimler kitaplarında anlatılan fetihlerin pek bir kanıtı yoksa da bu tepelerde ilk kez küçük çiftçi köyleri kurulduğunun delilleri vardır Bunlar İÖ 13 ile 11 yüzyıllar arasından kalmadır Aynı dönemde Doğu Akdeniz kıyılarından topraklar Ege dünyasından gelen göçmenlerin saldırısına uğramaktaydı Mısır metinlerinde bu gruplardan "Deniz İnsanları" olarak söz edilir Bunların arasında şimdi Gazze Şeridi olarak bilinenyere yerleşen Filistinliler vardı Kıyı ovalarındaki karışıklıktan kaçanlar dağlık iç bölgede kendilerine yeni köyler kurdular ve burada doğudan gelen İsrailliler ile karşılaştılar Bu iki grubun birlikle kurdukları tarım köylerinde pek çok teknolojik yeniliğe rastlanılmıştır O çağın kıyı yerleşim birimlerinin aksine bu köylerin çoğundaki hayvan kalıntıları arasında domuz kemiklerine rastlanılmamış olması ilginç bir gerçektir (Daha sonraki Yahudilik'te domuz eti, dini yasalarla yasaklanmıştı) Bu olgu dağlık köylerde yalnızca İsrailliler'in varlıklarını işaret etmekle kalmayıp, bu toplulukları onların inançlarının yönettiğini de gösteriyor olabilir İsrailliler'in İÖ 12 yüzyıl sonları ve 11 yüzyılda Kenan ülkesinde bulunduklarının kesin bir kanıtı daha vardır Mısır firavunu Merneptah, hükümdarlığının beşinci yılında (İÖ yaklaşık 1219) Mısır hâkimiyetini tekrar kurmak umuduyla bölgede bir sefere çıkmıştır Firavun Merneptah, daha sonra Karnak'ta fetihlerini anlatmak için diktiği bir anıtta Kenan ülkesinde diğerlerinin yanı sıra İsrail halkını da tümüyle ortadan kaldırdığını belirtmiştir İsrailliler'in varlığının Tevrat dışında yer aldığı ilk belgenin, onun tümden imha edildiğini iddia etmesi çok ilginçtir Böylece, Musa ve Çıkış konusunda doğrudan doğruya bir kanıt yoksa da, fazlasıyla var olan çevresel kanıtlar gözardı edilemez Bu sonuçta kişisel bir inanç ya da iman konusu olarak kalacaksa da, Tevrat'ta nakledilen olayların temelde gerçek olduğuna inananlar için, bu metinler hep bir esrar gölgesi altında olacaktır İsrailliler'in Sina yarımadasından Kenan'a muhtemel göç yollarını gösteren harita Mısır'da Luksor'da Medinet Habu duvarlarında resmedilmiş Deniz İnsanları Başlıklar, Filistinliler olduğunu gösteriyor __________________ |
Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi |
08-16-2012 | #33 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş BilgiNazca Çizgilerinin Gizemi Zaman: İÖ 100-İS 700 Mekân: Güney Peru Basitçe söylemek gerekirse: Her ne olursa olsun, pampa'daki mesaj bizim için olmayabilir! Hayvan biçimindeki biçimler, bende onların içinde yatan sırların Darwin'in Türlerin Kökeni'nden çok Alis Harikalar Diyarında'ya daha yakın olduğu duygusunu uyandırmaktadır ANTHONY AVENI, 2000 Peru'nun güney kıyılarının Nazca halkı küçük krallıklar federasyonuydu: Çiftçiler, balıkçılar ve uzman dokumacılar Bunlar, hassas bir Çizim tahtası potansiyeline sahip bir çöl olan Pampa de Ingenio'nun kenarlarında yaşarlardı Burada ince kum ve küçük taşlardan oluşan toprak tabakasını kaldırmışlar ve beyaz alüvyonun üzerine yerden asla tim olarak görülemeyecek büyüklükte gayet karmaşık bir çizgiler ve figürler ağı bırakmışlardır Çölün tepesinden bir uçakta bakıldığında, bazıları bir uçak pisti kadar geniş olan bu çizgilerin vadiler ve alçak tepeler boyunca kilometrelerce uzandığı görülür Diğerleri merkezlerden yayılırlar Bazı çizgiler dev kuşlar, maymunlar, bir balina, örümcekler ve hatta bitkiler oluşturacak biçimde birleşir ama bunları yaratanlar bu nesneleri asla tümüyle görebilmiş değillerdi Şu halde uçakları olmayan insanlar bu çizgi ve resimleri neden çizmişlerdir? Nazca'da çöle çizilmiş bir kuşun havadan görünüşü Nazca halkı yüzeyde tam olarak görmeleri imkânsız şekilleri çizmek için neden toprağın ince üst tabakasını kaldırmışlardır? ÇİZGİLERİN ARAŞTIRILMASI Almanya doğumlu matematikçi Maria Reiche, 1939 yılında Nazi Almanyası'ndan Peru'ya kaçmış ve Nazca'da öğretmenliğe başlamıştı Reiche, çok geçmeden gördüğü bu çizgileri kaydetmeyi ve korumayı kendisine iş edindi ve uzun yıllar boyunca onları ölçtü Bu çizgilerin ufuktaki göksel olayları belirttiğine ve hayvanların da gökyüzündeki takımyıldızları temsil ettiğine inanıyordu Reiche 1963'e kadar yirmi yılı aşkın bir süre hemen hemen tek başına çalıştı Ama bir süre sonra, gizemli olaylar ve okült olgularla uğraşan popüler kültür dalgası pampaya akın etmeye başladı Sözde arkeolog Erich von Daniken, yazdığı popüler arkeoloji (ya da uzay) kitaplarında çizgilerin eski astronotların uzay gemileri için hazırlanmış pistler olduğunu bile ileri sürdü! 1970'li yılların sonunda bilimadamları, Nazca Çizgileri'nin Peru kıyılarının büyük bir kısmında bulunan ve "jeoglif" (jeo-oyuklar) adı verilen yer çizimlerinin benzerleri olduğunu anladılar Anthony Aveni ve Gary Urton, 62 tane ışını andıran merkezin krokisini çıkardılar ve Nazca yakınlarından kimi 13 kilometre uzayan 762 uzun çizginin dizilişini incelediler Aveni bunları bilgisayara yükleyince çoğunun yıllık yağmur sularının Andlar'dan kıyı nehirlerine akmaya başladığı Kasım başlarındaki kritik günlerde ufukta güneşin doğduğu noktayla çakıştıklarını tespit etti Arkeolog Persis Clarkson, 1600 kilometrelik çizgilerde kültürel kalıntılar aradı Çizgiler boyunca yürüyen insanların kamp yerleri olabilecek kaba sığınaklar ve çanak çömlek parçaları buldu Aveni ile arkadaşları Nazca Çizgileri'nin pampaya su gelişi sırasındaki ayin faaliyetinin önemli bir kısmı olarak yerel akraba grupları tarafından korunan, temizlenen ve süpürülen yollar olduğuna inanmışlardı Işın merkezleri suyun pampaya bitişik nehir vadilerine geldiği yerlere yakın alanlarda toplanmıştı Yamuk oyuklar eski dereyatakları arasındaki yüksek arazi parçalarındaydı Belki de bunlar suyun akış yönünü işaret etmekteydiler (Solda) Nazca'nın yerini gösteren Güney Amerika haritası Taranmış yer daha sonraki İnka imparatorluğundur (Sağda) Pampa de Ingenio'da çöl yüzeyindeki çeşitli jeogliflerin krokisi ÇİZGİLERİN ANLAMI Çizgilerin eski Nazca yaşamında önemli bir sembolik rol oynadığını kabul etsek de, Nazca inançları hakkında bir bilgiye sahip olmadığımız için hayvan ve bitki "jeoglif"lerinin anlamını bilemiyoruz Andlar'da dağ tanrılarının insanları koruyup havayı kontrol ettiğine inanılırdı Bunlar göllerle, nehirlerle ve Büyük Okyanusla (hem verimliliğin hem suyun nihai kaynağı) ilişkilendirilir Nazca yağmur yağdırma ayinlerinde, sulama kanalları için su kaynağı olan yerel dağlar önemlidir Arkeolog Johan Reinhard, çağdaş Bolivya'da bazı kırsal kiliselerin ve haç-Iırııı uzun yer çizgilerinin ucunda yer aldığını göstermiştir Örneğin, Bolivya'nın Sabya köyünden uzanan kutsal çizginin başında, her Ocak ayında köyün reisi yağmur için adaklar sunar Bir başka arkeolog olan Helaine Silverman ise, Caluıachi adında bir tören merkezini kazmıştır Silverman'ın kazdığı alanda, höyükler, mezarlıklar ve tapınaklar ağının yüzleri dışarıya, "jeoglif"leri ise pampaya dönüktür Mekâna bitişik olan nehir hemen hemen hiç kurumaz ve bu kutsal yerde su bütün yıl kaynayarak yüzeye çıkar Cahuachi ve diğer mekanlardaki Nazca resimleri, papazların ve mitolojik yaratıkların maskeli performanslarını vurgulamaktadır Belki de bu çizgiler yerel dünyaya kök salmış politik, toplumsal ve dini fenomenlerdi Bunlar boyunca yürüyenler kutsal yere gelince ritüel varlıklara dönüşmekteydiler ve dönüşüm dans, süslü kostümler ve maskeler ve şamanist translarla mümkün oluyordu Esrarengiz Nazca Çizgileri hep tartışmalı kalacak Ancak son araştırmalar, çöldeki çizgilerle Büyük Okyanus boyunca yaşayan insanları ve tarım ürünlerini besleyen can-verici su arasında yakın bir ilişkiye işaret etmektedir Çok renkli bir Nazca testisi Nazca çömleklerinde genelde kırmızı ya da beyaz zeminlere çizilmiş hayvan, insan ve bitki ve mitolojik konular yer almıştı Cahuachi'deki Nazca başkenti höyükler, meydanlar ve düzlüklerle süslenmiş bir tören merkeziydi Cahuachi'nin Büyük Tapınağı, doğal bir tümsek üzerindeki basamaklı bir düzlüktü Odalar, avlular ve bir meydan zeminde yer almaktadır __________________ |
Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi |
08-16-2012 | #34 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş BilgiOlmekler Afrikalı mıydı? Zaman: İÖ 1200-900 Mekân: Güneydoğu Meksika Şaşkınlıktan donakaldım: Bu (Tres Zapotes Dev Başı 1) bir sanat eseri olarak abartmasız görkemli bir heykeldi, Ama beni şaşırtan Etiyopyalı tipiydi Bu ülkede zencilerin bulunduğunu ve bunun da dünyanın ilk çağında olmuş olması gerektiğini düşündüm MELGAR Y SERRANO, 1869 Eski Mezoamerika'nın en eski uygarlıklarının yaratıcıları Olmekler, Afrika'dan mı gelmişlerdi? Eldeki bütün kanıtlar bunların Amerika kıtasına Kuzeydoğu Asya'dan gelen Paleo-Kızılderililer'in soyundan olan Amerikan yerlileri olduklarını göstermektedir Ayrıca Afrikalıların Kristof KoIomb'dan önce Amerika'ya geldikleri iddiasını doğrulayacak herhangi bir fiziki bulgu yoktur Arkeologlar Olmek ülkesinde ya da Amerika kıtasının bir başka yerinde Afrika'ya ait tek bir alet, bitki ya da hayvan kalıntısı, insan iskeleti, bir dil unsuru ya da herhangi bir somut kanıt bulamamışlardır Şu halde mantıklı bir insan bu sorunun nasıl ve neden ortaya atıldığını merak edecektir (Solda) Tres Zapotes Dev Başı l: Yüz hatları bazalt kütleden mümkün olduğunca az taş çıkarmakla, yaşayan ya da yeni ölmüş bir hükümdarı betimlemek ihtiyacı arasında bir uzlaşmayı gösteriyor olabilir (Sağda) Matthew W Stirling, 1939 yılında Tres Zapotes dev başında ilk bilimsel gözlemlerde bulunuyor ARKA PLAN Jose Melgar y Serrano, 1862 yılında Güney Meksika'nın Tuxtla Dağları'nda bir şeker hacienda'sını ziyaret ederken kendisine bir işçinin birkaç yıl önce toprağın altında bulduğu bazalttan yontulma dev bir insan kafasını gösterdiler Kendi ülkesininkiler kadar Eski Dünya uygarlıklarıyla da ilgilenen kültürlü hır insan olan Melgar -şimdi Tres Zapotes Dev Başı l olarak anılan- heykelin olağanüstü bir bulgu olduğunun farkındaydı Daha sonraki yıllarda başın anlamını ve heykeli yapılan kişinin etnik kimliğini iki makale halinde yayınladı O sırada entelektüel iklime hâkim olan yayılmacı fikirlere göre, baskı altında ezilen halefleri gibi Kolomb-öncesi Amerikan Yerlileri'nin de büyük ve güzel sanat eserleri yaratacak kültüre ve zekâya sahip olmamaları gerekiyordu Böylece Melgar, heykeli yapanların Eski Dünya'dan gelen göçmenler oldukları ve heykeli de bir Afrikalı, özellikle bir "Etiyopyalı" olarak yontmuş olduklarını kabul etmekteydi Melgar'ın başı, Olmek kültürünü araştıran Matthew W Stirling'in başı tekrar temizlediği 1939 yılına kadar tümüyle unutuldu Stirling'in Tres Zapotes, La Venta, Cerro de las Mesas ve San Lorenzo'da yaptığı araştırmalar bilim dünyasının dikkatini Olmek kültürüne çekmiş ve National Geographic dergisi Olmekler'i herkesin evine sokmuştu Olmek kültürü konusunda daha sonra yapılan araştırmalar aralarında 17 dev başın da bulunduğu yüzlerce taş heykeli ortaya çıkarmıştır Ayrıca küçük yeşim oymalar, çanak çömlek ve başka çeşitli eşyalar da ele geçirilmiştir Çağdaş bilimadamlarının çoğu bu olağanüstü anıtların, yaşayan ya da ölmüş Olmek hükümdarlarına ait olduklarını kabul etmektedir İlginç olanı, diğer 17 heykelin hiçbirinin "Afrikalı"ya benzememesidir ve Melgar'dan bu yana hiçbir arkeolog, onun Tres Zapotes başının etnik teşhisini kabul etmiş değildir Şu halde Afrikalı Olmekler sorusu yakın zamanlarda neden yine ortaya atılmıştır? ÇAĞDAŞ EFSANE Gabriel Haslip-Viera ile arkadaşları, yakınlarda yaptıkları kapsamlı bir çalışmayla fikrin geçmişinin, Ivan Van Sertima'nın yazılarına ve özellikle Kolomb'dan Önce Geldiler (1976) kitabına dayandığını bulmuşlardır Bir arkeolog olmayan Van Sertima, "Negroid" Afrikalılar'ın Kolomb'dan çok önce sayısız kere Amerika kıtasına geldiklerini, bu gelen Afrikalıların Mezoamerika ile Güney Amerika'nın ilk uygarlıklarını yarattıklarını ya da etkilediklerini iddia etmektedir Hiçbir ciddi arkeolog bu iddiaları kabul etmemişse de, bunlar Kuzey Amerika'daki çağdaş Afromerkezci hareket için önemli bir temel efsane olmuştur Haslip-Viera'ya göre Afromerkezci revizyonist tarih, "eski Mısır, eski Mezopotamya, Hindistan, Çin, Avrupa ve Amerika'nınki dahil dünyanın bütün eski uygarlıklarının 'siyah' ırktan insanlar tarafından yaratıldığım ya da onlardan esinlendiğini" iddia etmektedir Van Sertima ve diğerleri iddialarını desteklemek için şunları ileri sürmektedirler: Eski Dünya'da çeşitli zamanlardan ve yerlerden yazılı belgeler, Olmek dev başlarının "Negroid" yüz hatları, Olmek toprak höyükleriyle Mısır ve Nübye'nin taş piramitleri arasındaki mimari benzerlikler, bir yarıkürede bulunan bitkilerin diğerinde de bulunması ve Amerika kıtasında mumyalama uygulaması Haslip-Viera ve arkadaşları her kanıtı tek tek inceleyip her birini reddetmektedirler Olmekler'in Mezoamerikan uygarlığının kökenlerinde oynadıkları önemli rol gözönüne alındığında, Afromerkezcilerin iddialarını desteklemek için 19 yüzyıl vahşisi hayali fikirlerini canlandırmış olmaları şaşırtıcı değildir Ancak bunlar aynı dönemin aynı derecede yanlış ırkçı fikirlerini de devam ettirmektedirler ki, bu fikirlere göre Amerikan yerlileri, Eski Dünya'nın halklarıyla aynı düzeyde büyük kültürel gelişmeler yapmaktan yoksun daha aşağı seviyede bir uygarlık sayılmaktadırlar |
Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi |
08-16-2012 | #35 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş BilgiPiramitler Nasıl Yapıldı? Zaman: İÖ 2551-100 Mekân: Mısır Piramit merdiven basamağı gibi sıra sıra inşa edilmişti Bu şekilde tamamlanınca kalan taşları yerlerine kısa tahta kütüklerden yapılma makinelerle kaldırdılar HERODOTOS, İÖ YAKLAŞIK 430 Herodotos'un yaşadığı zamanlardan bu yana Mısırlılar'ın piramitleri nasıl inşa edip dikili taşları nasıl kaldırdıkları hakkında pek çok tartışma yapılmıştır Ne yazık ki, Mısırlılar'dan günümüze bu konuları anlatan fazla bir belge kalmadığından, ortaya atılan bütün kuramlar, ancak deneysel arkeolojiyle sınanarak inanırlık kazanabilmektedir Taşların ham olarak taşocaklarından çıkarılması, yontulması ve yontulmuş bu taş blokların ve dikilitaşların nakliyesi konularında pek çok yanıtlanmamış soru varsa da, belki de en büyük esrar, piramitlerin ve dikilitaşların gerçekten hangi teknikle yapıldığıdır (Solda) Piramit yapımının erken bir aşamasını gösteren kroki Piramitin kenarlarının tabanına birbirine paralel çakılmış kazıklar ayar ve düzleme için kullanılmış olabilir (Sağda) Ahşap bir beşik modeli Günümüze kadar tam boyutlu örnekler kalmamışsa da, piramit bloklarının nakli için bunların kullanılmış olması mümkündür PİRAMİTLERİ NASIL O KADAR DÜZGÜN OLARAK İNŞA EDEBİLDİLER? Mısır'da modern arkeolojinin tartışmasız babası olan Flinders Petrie, 1880-2'de hepsi de 10 üçüncü binyılın ortalarında yaşamış 4 Hanedan hükümdarlarından Keops, Kefren ve Mikerinos'un (büyük ölçüde angarya yöntemiyle inşa edilen) piramitlerinin bulunduğu el-Gize platosunda çok titiz bir araştırma başlatmıştır Bulguları arazinin belki de bir ızgara gibi hendekler kazıp bunları suyla doldurarak ve sonra da çevredeki "taş adalar"ı istenilen düzeye indirerek düzeltildiğini akla getiriyordu Yüz yıl sonra Amerikalı Mısırbilimci Mark Lehner, el-Gize piramitlerinin çevresindeki kaya tabakasına açılmış çeşitli delik ve hendeklerin krokisini çıkarttı ve bu hassas düzleştirme işinin arazinin tümünde değil, piramitin en alt taşlarının yerleştirileceği yerin kenarında dar şeritlerde yapıldığı kanısına vardı Gize piramitlerinin her birinin ortasında masif bir kaya kütlesi bulunmaktadır (bunlar piramitlerin içinde birkaç yerde görülebilir) Bu doğal kaya göbekleri, inşaatçıların tam bir dörtgen elde etmek için köşegenleri ölçmelerini de engellemiş olabilir Günümüze kalan aletlerden anladığımıza göre Mısırlı mimarlar, kadastrocular ve inşaatçılar özellikle iki alet kullanmaktaydılar: Düz çizgileri ve dik açıları yapmak ve yapıların köşe ve kenarlarını astronomik düzenlemelere göre yerleştirmek için merkhet ve bay İngiliz Mısırbilimci I E S Edwards, gerçek kuzeyin, herhalde batıda ve doğuda belirli bir yıldızın doğuş ve batış noktasını ölçüp sonra bu iki nokta arasındaki açıyı iki eşit parçaya bölerek bulunduğunu iddia etmiştir Daha yakın zamanlarda Kate Spencer, Büyük Piramit'in mimarlarının, kuzey kutbu çevresinde dönen iki yıldızın (Büyük Ayı ile Küçük Ayı'nın) Keops piramitinin inşa edildiği sanılan İÖ 2467 yılında bir hizada olduğunu görmüş olabileceklerini ileri süren ikna edici bir kuram geliştirmiştir Daha önceki ve sonraki piramitlerin yönlerindeki hataların, bu hizanın gerçek kuzeyden sapma derecesiyle bağlantılı olması da bu varsayımı desteklemektedir (Solda) Çizimde, İngiliz arkeologu Reginald Engelbach'ın tasarladığı kum çukuru yöntemi görülüyor Dikilitaş kızak üstünde çukura çekilir Kum boşaltılarak dikilitaş kaidesine oturtulur Son dengeleme ve yerleştirme taşın tepesindeki iki yöne çekilen halatlarla yapılır (Sağda) 18 Hanedan'ın üç dikilitaşından ikisi hâlâ Karnak'ta Amon Tapınağı'ndaki orijinal mekânlarındadır PİRAMİTLER NASIL İNŞA EDİLDİ? Sakkara'daki ve Gize'deki günümüze kalan kanıtlar (özellikle de tamamlanmamış piramitlerden) taş blokları piramitler üzerindeki nihai yerlerine kaldırmak için en az beş farklı rampa sisteminin kullanıldığını göstermektedir En kolay ve en aşikâr yöntem doğrusal rampadır (Sakkara'da 3 Hanedan'ın Sekhemkhet piramitinde kullanılmış olabilir) Ancak genelde bu rampalar için gereken genişlik, bunların seyrek olarak kullanılmış olduğu anlamına gelir Piramitin bir yüzünde dar basamaklardan oluşan merdiven rampası ise diğerlerinden daha dik bir açı gerektirecektir Bu tipin izleri Sinki, Meidum, Gize, Ebu Ghurob ve Lisht'te bulunmuştur Belki de I Anasatasi'nin 19 Hanedan papirüsünde anlatılan sarmal rampaya başlıca itiraz bunun neyin üzerine dayanacağı ve piramitin büyük bir kısmı sarıldığı takdirde düzeltme hesaplarının ve kontrollerin nasıl yapılacağı sorusudur Piramitin bir yüzünde zigzaglı bir yol basamak piramitlerinin yapımında en etkili yol olacaksa da, Sakkara, Sinki ve Meidum basamaklı piramitlerinde bunun kullanıldığını gösteren bir ize rastlanılmamıştır İç rampa izleri Ebusir'de Sahure, Niuserre ve Neferirkare'de ve Sakkara'daki Pepi H'de görülmektedir ama iç doldurulduktan sonra yine de bir tür dış rampa gerekecekti Piramitin içinin teraslı olmasının piramitin kenarında basamak basamak daha küçük rampalar dizisinin kullanılmasını daha uygun yapacağı iddia edilmiştir Dış kaplama yapıldığında bunların kalıntıları hiç kuşkusuz kaybolacaktı Piramitten vadideki tapınağa uzanan geçitlerin de rıhtımdan inşaat yerine inşaatçı rampası olarak kullanılmış olması da mümkündür (rıhtım, Nil'e bir kanalla birleştirilmişti) Kullanılan rampa tiplerinin sorunu dışında tartışmalar, taş blokların yerlerine kaldırılma yöntemleri Üzerinde de yoğunlaşmıştır Mısırlılar vinç ya da palanga yöntemleri kullanmadıkları için, blokları yerlerine yerleştirmede ahşap ve bakır kaldıraçlar kullanıldığı kabul edilmektedir Ebusir'de 5 Hanedan piramitleri Arkada Gize'deki 4 Hanedan öncelleri Eski çağlarda piramitlerin dışlarını örten ince kireçtaşı tabaka alınmışsa da, bunların ana blokları günümüze kadar kalmıştır DİKİLİTAŞLARIN SIRLARI NEYDİ? Eski Mısır uygarlığının en belirgin ikonlarından biri, İğneyi andıran ve incelerek yükselen, tepesinde küçük bir piramit örneği bulunan (buna pyramidion ya da benben-taşı âdı verilir) dikilitaştır, ilk dikilitaşların Eski Krallık zamanında (10 2575-2134) Heliopolis'de güneş tanrısı tapınağına yerleştirildiği anlaşılmaktadır Yeni Krallık döneminde (10 yaklaşık 1550-1070) büyük monolitik örnekler, genelde Karnak ve Luksor'da olduğu gibi tapınakların önüne çifter çifter dikilirdi Yeni Krallık döneminden kaldığı sanılan tamamlanmamış bir granit dikilitaş, Assuan'ın kuzey taşocaklarında hâlâ yatmaktadır 41,75 metre boyu ve tahmin edilen 1150 ton ağırlığıyla bu dikilitaş, çıkarılmasının geç aşamasında tehlikeli bir jeolojik kusuru ortaya çıkarılarak bırakılmasaydı, dünyanın bir taşocağından çıkarılan en büyük taşı olacaktı Assuan dikilitaşını ilk inceleyen İngiliz Mısırbilimci Reginald Engelbach'ın yaptığı deneyler, bir insanın bazalt bir keski kullanarak ham dikilitaşın üzerinden, yarım metre eninde ve beş milimetre kalınlığında bir parça yontmak için bir saat çalışması gerektiğini ortaya koymuştur Dikilitaşlar'ın çoğunun boyutları ve ağırlığı, son aşamanın -taşı dengeli, dikey duruma yerleştirmenin- en tehlikeli riskini oluşturan sorunuydu Ama dikilen taşlar gösteriyordu ki, bütün risklere rağmen, ortaya konan da, Mısırlıların azimli ve tehlikeli teknolojik ustalıklarının başarısıydı Mısırbilimciler'in ve mühendislerin, bunun nasıl başarıldığı hakkındaki görüşleri farklıdır Mısır'dan kalma kesin bir bilgi yokluğunda ileri sürülen yöntemlerden birine göre, kaldıraçlarla birlikte temele doldurulan taşların çıkarılmasıyla ve son birkaç derecede iplerle çekerek dikilitaş yerine oturtulur Ancak bu teknik, yalnızca küçük örnekler için uygulanabilir bir yöntemdir Daha büyük dikilitaşlar için ileri sürülen bir görüş ise dikilitaşın çok dik yapay bir rampadan yukarı çekilmesiyse de, bu yöntem taşın kaidesine kayışını kontrol için, neredeyse imkânsız bir güç kullanımını gerektirir Her kaidenin üzerinde dikilitaşın yerine yerleştirilmeden tam olarak ayar edilebilmesi için bir döndürme oyuğu yontulmuştur Dikilen dikilitaşların tepeleri, eklenen elektrum denen altın-gümüş karışımıyla pırıl pırıl parlardı Engelbach, dikilitaşın huni biçimli ve kum dolu bir çukura kaydırıldığı fikrini ileri sürmüştür Kum çukurdan kontrollü bir biçimde boşaltılınca, dikilitaş dikey durumuna getirilecekti Bu kuram yukarıda sözü edilen 19 Hanedan'dan kalma I Anastasi Papirüsü'nden esinlenmiştir Papirüste bu durum, bir öğrenci kâtibin çözümleyeceği bir problem olarak sorulmuştur Bu belgede şu emir de vardır: "Kızıl Dağ'dan getirilen efendinin anıtının altındaki nehir kumuyla doldurulmuş 100 bölmeyi boşalt" Assuan'daki tamamlanmamış dikilitaş 18 Hanedan'dan kalmış olmalıdır Ciddi bir doğal kusur bulunmamış olsaydı, bu taş, dikilebilmiş en büyük dikilitaş olacaktı DİKİLİTAŞLARLA DENEYLER 1999'da arkeologlar ve mühendislerden oluşan bir ekip, 25 tonluk yeni yontulmuş bir dikilitaşla iki farklı yöntem kullanarak deneyler yapmışlardır Assuan'da yapılan birinci deneyde dikilitaşı bir rampanın ucundan aşağı sarkıtmak için karmaşık bir halat ve kereste sistemi kullanılmıştır Eksen olarak bir kütüğün ve karşı ağırlık olarak bir granit blokunun kullanıldığı deneyde, dikilitaşın sallanımı ekseni rampanın ucuna tehlikeli bir biçimde yaklaştırdığı için deneme sonunda başarısız olmuştur Engelbach'ın kum çukuru deneyimi Massachusets'de Boston yakınlarında yapılmış ve başarılı olmuştur Bu yöntemde bir rampa önüne kumla doldurulan bir bölme yapılmıştı Dikilitaş rampanın kenarından kaydırılmış, kum yavaş bir biçimde boşaltılarak dikilitaş dikey duruma getirilmiştir Dikilitaşların nakliyesi ve dikilmesi, bunların Londra, Paris ve New York'ta başarıyla dikildikleri ve teknolojinin Mısır'dakilerin dönemleriyle karşılaştırılmayacak kadar ileri olduğu 19 ve 20 yüzyılda bile güçlükler çıkarmıştır Günümüz dikilitaşlarının en tanınmışı, 1884 yılında Washington D C'de inşa edilen George Washington anıtıdır 169 metre yüksekliğindeki bu dikilitaşın tepesine asansörle çıkılmakta ve oradaki seyir yerinden çevreye bakılabilmektedir Assuan'da granit taşocaklarının yakınında çokuluslu bir arkeolog ve mühendis ekibinin yaptığı denemede dikilitaşı yerleştirmek için sallama yönteminin kullanılması |
Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi |
08-16-2012 | #36 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş BilgiPolinezyalıların Anavatanı Zaman: 30000 yıl önce- İS, 1200 Mekân: Pasifik Bilebildiğimiz kadarıyla Proes ya da Pahee's adını verdikleri bu teknelerle, bu insanlar, bu denizlerde adadan adaya yüzlerce mil dolaşmaktadırlar, Güneş gündüzün, Ay ve yıldızlar da gecelen pusula işlevini görmektedir KAPTAN JAMES COOK, 1769 Kaptan Samuel Wallis, HMS Dolphin gemisiyle 17667da yoğun bir sabah sisi içinde Tahiti adasına yaklaşmaktaydı Sis dağılınca gemisinin uzun boylu, "sağlam yapılı" savaşçılarla dolu düzinelerce kanoyla çevrili olduğunu gördü Tahiti çok geçmeden Avrupa'da, uzak bir tropik cennet olarak tanındı Burada kadınlar güzeldi, yoksulluk diye bir şey yoktu, insanlar soylu vahşi türünün en üstün örnekleriydi Ancak daha aklı başında bir gözlemci olan Kaptan James Cook adayı 17697da ziyaret ettiğinde, o günden beri bilimadamlarım şaşkına çeviren bir soruyu ortaya attı: Tahitililer bu ıssız yurtlarına nereden gelmişlerdi? Yalnızca basit kanoları olan ve metali bilmeyen bu insanlar, açık okyanusları nasıl aşıp da Büyük Okyanus'un en uzak adalarına yerleşmişlerdi? Cook'un, Polinezyalılar'ın daha batıdan geldiklerinden kuşkusu yoktu Âdeta bir kâhin gibi şöyle yazıyordu: "Onları ada ada izleyerek, Doğu Hint Adaları'ndan geldiklerini saptayabiliriz" Büyük İngiliz denizcisi Tupaia adında bir yerel kanocu ile konuşarak kendisine kaptanların çok uzaktaki ıssız adalara nasıl gittiklerini sordu Tupaia pusula olarak güneşi ve yıldızları nasıl kullandıklarını anlattı Cook, PoImezyalılar'ın yüzlerce mil alize rüzgârları altında gidebilmelerine şaşınca Tupaia batı rüzgârlarının Kasım'dan Ocak ayına kadar estiklerini ve kanoların o aylar içinde rüzgâr yönünde gayet hızlı yol aldıklarını söyledi Tupaia, zihninde Polinezya'nın görüntüsünü taşıyordu Adaları, her birine kaç günde gidileceğini ve yönlerini sıralayınca Cook bunları kabataslak bir haritaya yerleştirdi Çağdaş bilimadamları, Tupaia'nın kuzeydoğuda Markiz Adaları, doğuda Tuamotus, güneyde Austral (Tubai) ve güneybatıda Cook Adalarıyla sınırlı bir alanı tanımlayabildiğine inanmaktadırlar Batıdaki Fiji ve Samoa adaları bile adamın aklındaydı ki, bu Avustralya ya da Birleşik Devletler kadar bir bölgenin akılda tutulan haritası demekti Kaptan James Cook, Yeni Zelanda'ya giderken, Polinezya yöntemlerini izleyebilmek için Tupaia'yı da kendisiyle birlikte gelmeye ikna etti Ama ne yazık ki, Endeavour Güneydoğu Asya'dayken Tupaia hastalanıp öldü Uzun mesafeli yolculukların başladığı Polinezya'da, Raiatea Adasında Tuputaputia'da restore edilmiş eski bir marae (tapınak) VARSAYIMDAN DENEYE Cook'tan sonraki kâşifler, Tahitili denizcilerle görüşmemişlerdir Pek çok masabaşı araştırmacısı, Pasifik Adalarının rüzgârın etkisiyle kıyıdan çok uzaklara sürüklenmiş kanolar tarafından iskân edildiğini kabul etmiştir Ancak 1965'te İngiliz David Lewis, Mikronezya'nın Caroline Adaları'nda yaşlı kano kaptanlarıyla karşılaşmıştı Lewis onlardan, karadan çok uzaklara gitmek için önemli yıldızları izlemeyi, dalgaların yönünü, uzak kıyılara çarpıp dönen dalgaları tanımayı, deniz ve kara kuşlarının uçuşlarını izleyerek çıkış noktalarından çok uzaktaki adalara nasıl gittiklerini öğrendi Bu denizciler denizin ve gökyüzünün aynı işaretlerini kullanarak evlerine sağ salim dönebiliyorlardı Lewis hızla kaybolmakta olan bir sanatı korumaya kararlı olarak Avrupa yapımı okyanus yatını, yalnızca bir yıldız haritası ve yardımcı olarak Polinezyalı bir denizci ile Cook Adalarından Yeni Zelanda'ya kadar götürdü Lewis 1970'lerde de Caroline Adaları kılavuzlarının yanına çırak olarak girdi Böylece varsayım, yerini deneyime bırakmış oldu Antropolog Ben Finney 1960;lı yılların sonunda eski çağların Polinezya kanolarının benzerleriyle uzun süreli deneylere başladı Finney7in ilk teknesi Naleiha, Hawaii kraliyet kanosunun 12 metrelik bir kopyasıydı Hawaii7nin rüzgârlı sularında yapılan deneyler teknenin rüzgârla yol alabileceğini gösterince Finney, Büyük Okyanus Adalarında kullanılan kano tasarımlarını birleştirerek yaptırdığı bir kanoyla Hawaii7den Tahiti'ye gidip gelmeye karar verdi Hawaii7li Kerb Kawainui Kane tarafından tasarlanan Hokule'a çifte gövdeli, iki yengeç kıskacı biçimli yelkenli 19 metrelik bir tekneydi Finney, Mikronezyalı denizci olan Mau Piailug ile çoğunluğu Hawaii'lilerden oluşan bir mürettebatla 1976'da Hawaii'den Tahiti'ye gidip döndü Bu yolculuğun ardından yalnızca yerli kılavuzlar kullanarak adalar çevresinde iki yıllık bir yolculuğa çıktı Hokule'a'nın deneyleri sayesinde eski Polinezya seyir becerileri artık sonsuza kadar korunmaya alınmıştır Hawaii çifte gövdeli kanosunun modern kopyası olan Hokule'a Geleneksel seyire duyulan ilgi Hokule'a'yı ve diğer tekneleri eski kano rotalarında yolculuklara sürüklemiştir ESKİ GÖÇLER Arkeologlar ve dilciler de buralardaki eski göçlerin izlerini araştırmışlardır 77 Austronezya dilinin yakınlarda yapılan bir İncelemesinde, buralardaki adaların sakinlerinin kökenlerinin Taiwan olduğu anlaşılmıştır Bunlar adadan adaya atlayarak Filipinlerde ve Yeni Gine'ye, oradan Tahiti, Hawaii, Yeni Zelanda'ya ve Paskalya Adası'na geçmişlerdir Bu karmaşık yolculuğun 2000 yılı aşkın bir süre sürdüğü tahmin edilmektedir ki, tarih öncesi terimlerle bu yalnızca bir göz kırpma zamanı demektir, insanlar Solomon Adaları'na en az 28000 yıl önce yerleşmişlerdir 5000 yıl öncesinde çok geniş bir değiş tokuş ağı deniz kabuklarını, obsidyeni (volkanik cam) ve diğer maddeleri Asya kıtasının içinden ortadaki adalara kadar getirmiştir Bu insanları kendilerine özgü "Lapita" çömleklerinden izleyebiliriz ki, bu da Yeni Gine açıklarındaki Bismarck Takımadalarında gelişmiş olabilir Ama 10 birinci binyılda Fiji kadar doğuda bulunduğu tespit edilmiştir Okyanusa dayanıklı çifte gövdeli kanolar ve taro gibi kolay depolanan bitki kökleri ufkun ötesindeki birbirlerinden yüzlerce mil uzaklıktaki adalara ziyareti mümkün kılmıştır Kendisi de denizci olan Yeni Zelandalı arkeolog Geoffrey Irwin, bilgisayar modellerini ve kendi yolculuklarını kullanarak denizaşırı yolculukların sistematik olduğunu, bilerek gerçekleştirildiğini ve okyanus ve gökyüzü bilgisine dayandığını göstermiştir Kılavuzluk sisteminin kuşaktan kuşağa geçmesi nedeniyle denizcilerin başarıları şaşırtıcı olabilir ama hiç de esrarengiz değildir Mikronezya ve Doğu Polinezya IS l yılda Fiji'den başlayarak son 2000 yıl içinde iskân edilmiştir Tahiti'ye 800, Hawaii'ye 600, Paskalya Adası'na 300 ile 400 ve Yeni Zelanda'ya 1000 yılında yerleşilmiştir Bu yolculuklar! çağdaş insanın dünyaya 150000 yıl süren yayılmasının son bölümü de tamamlanmış oluyordu Büyük Okyanus'ta ilk insan yerleşimi açık deniz kanolarının sağlamlığına ve kolay depolanabilir yiyeceğin bulunmasına bağlıydı Denizciler, Melanezya adalarına 30000 yıl önce erişmişlerse de, uzak adalar ancak son 3000 yılda iskân edilmiştir Büyük Okyanus denizcileri sanatlarını büyüklerinden denizlerde öğrenmişler, yıldızların hareketini ezberlemişler ve adalarla takımyıldızları gösteren basit çıta haritalar kullanmışlardır |
Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi |
08-16-2012 | #37 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş BilgiProto-Elam Yazısı Zaman: İÖ 3050-2900 Mekân: İran Eski çağlar araştırmacılarının çoğu için Elam'ın âdeta egzotik, her şeyden uzak bir yeri vardır: Mezopotamya'nın doğusunda telaffuzu güç adlar, alışkın olunmayan mekânlar, pek az anlaşılan bir dil ve barbar bir halk DANİEL T POTTS, 1999 Tam gelişmiş bir yazı sistemi olduğu varsayıl-dığı takdirde Proto-Elam yazısı, dünyanın en eski çözülmemiş yazısıdır Bu yazı, Kitabı Mukaddes'te Pers eyaletinin adı olan Elam'da ve klasik coğrafyacılarca eski başkenti Susa'nın adıyla anılan Susiana'da yaklaşık beş bin yıl önce kısa bir süre (ÎÖ 3050-2900) kullanılmıştır (Üstte) İran platosunda tabletlerin bulundukları yerler işaretlenmiş proto-Elam yerleşim birimleri Proto-Elam yazısı Mezopotamya'da Uruk'ta kullanılan proto-çivi yazısından kısa bir süre sonra görülmüştür Burası günümüzde Batı İran'ın petrol alanları bölgesine denk düşmektedir Ancak proto-Elam yazısının yalnızca Elam'la sınırlı kalmayıp daha geniş bir alanda, İran'ın Afganistan sınırına yakın bölgelerde bile kullanıldığı saptanmıştır Burada "proto-" önekinin kullanılması yazının Lineer (Eski) Elam yazısı olarak bilinip kısmen çözülmüş olan daha sonraki bir yazıdan önce gelmiş olmasıdır Bu da Susa'da bulunmuş ve yine kısa bir süre için (İÖ yaklaşık 2150) hükümdar Puzur-Insusinak tarafından kullanılmıştır (Üçüncü ve büyük ölçüde çözülmüş bir yazı olan Elam çivi yazısı ÎÖ 13 yüzyıldan başlayarak uzun yüzyıllar boyunca ve bu arada Pers kralı Darius tarafından başkenti Persepolis'de kullanılmıştır) (Üstte) Dört koyun sürüsüne ilişkin Proto-Elam yazısıyla yazılmış bir idari belge Burada ondalık sistem kullanılmıştır Proto-Elam yazısı ile Lineer Elam yazısı arasındaki ilişki tartışmalıdır Araştırmacılar önceleri iki yazının aynı dilin yazısı olduğuna ve Lineer Elam yazısının Proto-Elam yazısından doğduğuna inanıyorlardı Ancak günümüzde ortak bir dil ve kültürün olmadığına ikna olmuşların sayısı giderek artmaktadır Proto-Elam yazısı örnekleri çok fazladır: Bazıları çok bozulmuş olduğundan ancak tahmin edilen 100000 karakterli 1500 kil tablet Oysa Lineer Elam yazısının kullanıldığı yalnızca 22 tablet bulunmuştur Ama bazı yazıları çift dilli olduğu için (ikinci bilinen dil, Akad çivi yazısıdır) Lineer Elam yazısı çok daha iyi anlaşılmaktadır Oysa Proto-Elam yazısı metinlerde çift dil kullanılmamıştır ve dili hiç bilinmemektedir Ancak yine de yazı hakkında epey çok şey bilmekteyiz Yazıyı çözmenin en verimli yöntemi, bütün tabletlerde bulunduğu için, rakamlardır Tabletlerde tıpkı Mezopotamya'nın çok daha iyi anlaşılan Sümer tabletleri gibi insanların listeleri ve hesaplamalar vardır Çoban ve koyunlarla ilgili şöyle bir örnek verilebilir: Tabletlerdeki rakamlar dikkatle incelendiğinde Proto-Elamca yazan kâtiplerin burada gösterilen basit ondalık sistem dışında çeşitli sayma sistemleri kullandıkları görülmektedir Örneğin, cansız nesneleri saymak için Babil'de olduğu gibi altılı bir sistem kullanılmaktaydı Ancak Proto-Elam yazısıyla yazılmış hesapların çoğunu anlamamıza rağmen, nümerik olmayan simgelerin fonetik ya da logografik olup olmadığını bilmediğimizden, kişilerin ve kurumların adları olduğu anlaşılan pek çok simgeyi çeviremiyoruz Yazının karmaşık bir ekonomik kayıt tutma sistemi değil de, tam bir yazı sistemi olduğu ancak dili bilmekle kanıtlanabilir Susa'dan proto-Elam dilinde bir hesap metni Burada yalnızca rakamlar tam olarak anlaşılmıştır |
Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi |
08-16-2012 | #38 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş BilgiPunt Ülkesi Neredeydi? Zaman: İÖ yaklaşık 2450-1170 Mekân: Somali/Sudan/Etiyopya? Yüzümü tanyerine çevirerek sana bir harika yarattım Bütün kokulu çiçekleriyle Punt topraklarını senden huzur istemek ve senin verdiğin havayı solumaları için sana getirdim III AMENHOTEP'IN MEZAR TAPINAĞINDAKİ KİTABEDEN Kral Sahure'nin hükümdarlığından (İÖ yaklaşık 2450) III Ramses zamanına kadar (İÖ yaklaşık 1170), en az bin üç yüz yıl eski Mısırlılar düzenli olarak Punt diye bildikleri bir bölgeye ticari seferler yapmışlardır Punt'un Mısır'ın güneyinde bir yerde olduğu bilinmekteyse de, çağdaş bilimadamları bunun tam yerini ve Mısır ticari heyetlerinin hangi kara ve deniz yolundan gittikleri konusunu uzun zamandır tartışmaktadırlar Punt ülkesi ve halkı hakkındaki bilgimiz metinlerden ve resimlerden gelmektedir Resimlerde çizilmiş sahneler ve kazınmış yazılar, tüccarların oraya altın, aromatik reçineler, ince tahtalar, fildişi ve vahşi hayvanlar (zürafa, maymun ve babunlar) gibi egzotik şeyler almak üzere gönderildiğini göstermektedir Bazı Yeni Krallık tapınak ve mezarlarındaki resimlerde Puntlar, koyu kızıl tenli ve ince yüz hatlı insanlar olarak gösterilmiştir Bunlar daha eski dönemlerden kalma resimlerde uzun saçlıyken, 18 Hanedan sonrasından başlayarak daha kısa saçlı olarak resmedilmişlerdir Punt, bir zamanlar günümüz Somali'si olarak düşünülmüşse de, artık Punt Ülkesi'nin, resimlerdeki ve röliyeflerdeki bitki ve hayvanların daha çok bulunduğu Güney Sudan'da ya da Etiyopya'nın Eritre bölgesinde olduğu iddia edilmektedir Deyr el-Bahri'de Hatşepsut Tapmağı'ndaki röliyeflerde Punt hükümdarı Parahu ile karısı Ati (solda) ve kadını taşıyan semerli eşek (sağda) görülüyor Bu dönemde Mısırlılar ataya da eşeğe fazla binmiyorlardı KRALİÇE HATŞEPSUT'UN PUNT RESİMLERİ Kraliçe Hatşepsut'un Deyr el-Bahri'deki tapmağındaki çok iyi işlenmiş bir dizi sahne, belki de uzun bir hareketsizlik döneminden sonra Puntlar'la ticaret anlaşmasının yeniden başlamasını kutlamak için yapılmıştır Resimlerde gayet belirgin olarak, Puntlar'ın direkler üzerinde duran konik biçimli ve merdivenle girilen saz kulübeleri görülmektedir Deyr el-Bahri'de tasvir edilen bitkiler arasında palmiyeler ve mür ağaçları da vardır ve bu sonuncular mürrüsafi çıkarılması için parçalanmaya başlamışlardır Punt hükümdarı (Mısırlılar'dan uzun sakalı ve garip giysileriyle ayrılmaktadır) Mısırlı ticaret heyetini karşılamaya çıkmıştır Hükümdarın adı Parahu olarak verilmekte ve Puntlular'ın tek lideri olduğu ima edilmektedir Ancak pek çok başka yazıtta da, Mısırlıların Punt'ta her biri kendi liderlerine sahip farklı gruplarla karşılaştıkları belirtilmektedir Aşağı ve yukarı Nübye halkları da aynı şekilde, farklı adlar taşıyan kabileler arasında bölünmüştür Parahu'nun bir reislikler konfederasyonun başı ya da Mısırlılar ile Punt'un daha iç bölgeleri arasında aracılık yapan bir kıyı kabilesinin temsilcisi olması mümkündür Sudan'da günümüzde bir Dinka köyü Direkler üstündeki evler Kraliçe Hatşepsut'un Deyr el-Bahri'deki tapınağındaki röliyeflerdeki Punt evlerinin tıpkısıdır PUNT ÜLKESİNE DENİZDEN Mİ GİDİLDİ, KARADAN MI? Ticaret kafilelerinin Thebes'ten Punt'a iki aşamada gittikleri kabul edilmiştir: Önce Doğu Çölü'nden vay a geçilip sonra teknelerle Kızıldeniz kıyısından aşağı (teknelere Kuseyr'den ya da Mersa Gawasis; den binilmiş olacaktı) Deyr el-Bahri resimleri en azından büyük bir Punt seferinin tekneyle gidiş gelişlerini doğruluyorsa da (Hatşepsut'un filosunun çevresindeki balıklar nehirden çok deniz türleridir), bazı seferlerin 4 Şelale'ye kadar Nil'den gidip, sonra Kurgus kalesi yakınlarında Puntlular;la ticaret yapışması ya da oradan kara yoluyla Punt;a (ya da Punt ile Nübye arasındaki bir bölgeye) gidilmiş olması da mümkündür Kızıldeniz yolculuğu varsayımına karşı Nil Nehri ile kara yolculuğu varsayımını ortaya atan, Amerikalı Mısırbilimci Louise Bradbury'dir Bradbury, III Thutmosis ve II Amenhotep dönemlerinin Başhazinedarı Min'in 18 Hanedan mezarındaki resimlerde, Min'in Kızıldeniz'den çok nehir ulaşımına uygun düz sallarla gelmekte olan Puntlular;la yapılan bir ticaret seferinin başında olmasına işaret etmiştir Hammamat Vadisinin doğusundaki Yeni Krallık yazıtlarının yokluğunun, bu kara ve/veya Kızıldeniz yolunun sık kullanılmadığının kanıtı olacağım belirtmektedir Oysa Kurgus'ta 18 Hanedan'dan kalma duvar resimlerinde, burasının Puntlar ve Mısırlılar için işlek bir ticaret yeri olduğu görülmektedir Punt bir ticari ortak olarak sağlam bir biçimde yerleştikten sonra bile bir tür uzak Shangri-La olarak görülmeye devam etmiştir Orta Krallık döneminin "Gemisi Batan Denizci" hikâyesinde kahraman, kendisini Punt kralı olarak tanıtan ve mürrüsafi veren tılsımlı bir yılanla karşılaşır Ancak Yeni Krallık'ın (İÖ 1070 yılları) son bulmasından sonra Mısır kayıtlarında Punt;tan çok az söz edilir Bölgeye ilişkin en son gönderme, bir 26 Hanedan (İÖ 600) kitabesinde bulunmaktadır Burada bile ticaretten çok iklim ön planda tutulmakta ve Punt Ülkesi, aşırı yağışın Mısır'da Nil'in taşkınlarına neden olacağı dağlık bir bölge olarak tanımlanmaktadır Punt'un tahmin edilen üç yerini gösteren harita Güneydeki Somali artık pek muhtemel görünmemektedir Ülkenin Eritre ile Sudan arasında bir yerde olduğu sanılmaktadır Hatşepsut'un tapınağındaki röliyeflerden bir sahnede direkler üzerindeki evler görülüyor Balıklar, Kızıldeniz ve Hint Okyanusu'nda bulunan balıklardır Kraliçe Hatşepsut'un askerleri Punt'tan mür ağaçları getirmişlerdir ve bunlar, bulunan ağaç çukurlarına bakılırsa Deyr el-Bahri'de ekilmiştir Ebusir'de Sahure mezar tapınağından bu röliyefte, İÖ 2450 yıllarında Mısır gemileri Punt seferinde |
Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi |
08-16-2012 | #39 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş BilgiRongorongo Zaman: ??-19 yüzyıl Mekân: Paskalya Adası Ko hau rongorongo'larımız kayboldu! Geleceğin olayları yanımızda getirdiğimiz bu kutsal levhaları ve yeni toprağımızda yapacaklarımızı yok edecek Başka ırkların insanları kalan birkaç taneyi paha biçilmez değerde nesneler olarak koruyacaklar ve onları maori'leri bunların üzerinde çalışacaklar ama okuyamayacaklar Ko hau motu mo rongorongo'muz sonsuza kadar kaybolmuş olacak Aue! Aue! HOTU MATU'A (PASKALYA ADASININ EFSANEVÎ İLK YERLEŞİMCİSİ) Paskalya Adası (ya da sakinlerinin dedikleri gibi Rapa Nui) dünyanın her yerden en uzak yerleşim noktasıdır: En yakın komşusu doğu-güney-doğuda 2250 km uzaklıktaki Pitcairn Adası'dır Yönetsel açıdan bağlı olduğu Şili'ye ise, 3600 km uzaklıktadır Bu adayı gören ilk Avrupalı olan Hollandalı Amiral Jacop Roggeven, buraya bir Paskalya günü ayak bastığı için adını da Paskalya Adası olarak koymuştu Ada, buralardaki bütün Büyük Okyanus adaları gibi küçük olup uzunluğu en fazla 24 kilometredir Benzeri olmayan büyük taş heykellerinin (moai} dışında esrarengiz bir yanı da rongorongo ("şarkılar" ya da "ezberler") adı verilen kendi yazısına sahip olmasıdır Bu o kadar egzotik ve esrarengizdir ki, 1860'da Avrupalılar tarafından keşfedildiğinden beri rongorongo yazısıyla yazılı tahtadan tabletler çözüm meraklıları için âdeta bir mıknatıs olmuştur Honolulu'dan Santiago'ya ve Avrupa başkentlerine kadar, muhtemelen bir köpekbalığı dişi, kuş kemiği ya da bir obsidyen parçasıyla tahtaya kazınmış olan 25 rongorongo kitabesi vardır Paskalya Adası'nda bir tane bile kalmış değildir Çoğu Büyük St Petersburg tableti gibi şu anda bulundukları yerlerin adlarıyla anılırlarsa da, bazıları yumurta biçimi nedeniyle Rapa Nui dilindeki adıyla Mamari ("yumurta") olarak bilinir Bu yazıların çoğu çok kısadır, ancak en büyüğü ve uzunu olan Santiago bastonunda 126 x 6,5 santimlik bir tahta üzerinde 2300 karakter vardır Bir Avrupa ya da Amerikan küreğinden yapılma ahşap bir tablet olan Tahua'da da 1825 karakter vardır ve bu da en uzun tablet yazısıdır Ters boustrophedon stilinde yazılmış Mamari tableti Birinci satır soldan sağa okunur, sonra tablet 180 derece döndürülüp yine aynı yönde okunur ve sonuna kadar böyle devam edilir RONGORONGO KAÇ YAŞINDADIR? Rongorongo tabletlerinin günümüz Rapa Nui diline akraba bir Polinezya dilinde yazıldığından kimsenin kuşkusu yoktur Sorun dilin yazıların yazılmasından bu yana ne kadar değiştiğini belirlemek ve dil ile yazıları ilişkilendirmektir Ancak rongorongo'nün bir yazı sistemi olarak kaç yaşında olduğundan kimse emin olamaz Yazıların hiçbirinde tarih yoktur Rongorongo âdâya bin beş yüz yıl önce Polinezya' dan mı getirilmiştir, yoksa adada dış etkiler olmaksızın mı icat edilmiştir ya da 18 yüzyılda ilk Avrupalı ziyaretçilerle ilişkilerin bir ürünü müdür bilinmemektedir Üç olasılık için de bazı kanıtlar vardır Eğer adada bağımsız bir icat kanıtlanabilirse bu, yazının bir değil birkaç kökeni olduğu düşüncesini güçlendirir ki, bu da gayet tartışmalı bir konudur Paskalya Adası'nın 19 yüzyılda kaydedilen sözlü geleneğine göre adanın ilk yerleşimcisi olan efsanevi Hotu Matu'a Polinezya'daki anayurdundan 67 tablet getirmiştir Ancak Okyanusya'da sömürge döneminden önce herhangi bir yazı sistemi olduğunu gösteren bir bilgimiz yoktur Eğer yazı adada icat edilmiş olsaydı bunun taşa, mağara duvarlarına, ya da moai heykellerine kazınmış olmasını beklerdik Böyle bir şey yoksa da, rongorongo simgelerine benzeyen petroglifler (taş-oyma) vardır Ancak petroglifler Avrupalılar'la ilişkiden çok önce de olmuş olabilir ama adada kimse bunları fonetik konuşmayı temsil edecek biçimde kullanmayı da becerebilmiş değildir 1722'de gelen ilk Avrupalı ziyaretçiler herhangi bir rongorongo izine rastlamamışlarsa da, 1770'de iki gemiyle gelen ve adayı askeri bir törenle İspanya kralına bağlamak isteyen İspanyollar adalıları bir anlaşma "imzalamaya" zorlamışlardır Kullanılan -simgelerden ikisi -"vulva" ve "kuş"- petrogliflere benzemekteyseler de, rongorongo'ya benzememektedirler Bazı bilimadamları belki de rongorongo'nun İspanyol yazısını görme sonucunda 1770'ten sonra icat edildiğini ileri sürmüşlerdir Mamari tabletinde "ay takvimi" Bu tam bir takvim olmayıp 29,52 günlük ay takviminde iki ek gecenin nereye yerleştirileceğini gösteren listedir Böylece 29 ve 30 günlük aylı geleneksel ay takvimi sürdürülmüş olacaktır ÇÖZÜM GİRİŞİMLERİ Rongorongo'yu çözmek için çağdaş girişimler, simgelerin iç analizleriyle 19 yüzyıldan önce, gelenek daha ölmeden, yerlilerden toplanan rongorongo " okumalarına dayanarak ve Polinezya dilleri bilgisiyle desteklenerek yürütülmektedir Pek çok ülkeden bilimadamının katkısına rağmen ilerleme çok ağırdır 19 yüzyıl sözlü kanıtlarının geçerliliği konusunda ve yazı sistemindeki simge sayısı üzerinde anlaşmazlık vardır Simge-sayısı tahminleri 55-60 temel simgeden yüzlercesine kadar değişmektedir Genelde üzerinde anlaşılan bir "çözüm", Mamari tabletinin bir tür ay takvimi olduğudur Steven Roger Fischer'in Santiago bastonu çözüm önerisinde, bunun yaratılış ilahisi olduğu ileri sürülmüştür Çeviri bazıları tarafından heyecanla karşılaşmışsa da, diğer rongorongo araştırmacıları bunun geçerliliğini kabul etmemiştir Daha fazla tablet bulunmadıkça (ki, tahta çabuk çürüdüğü için bu pek muhtemel değildir), rongorongo tahtalarında ne yazdığını asla öğrenemeyeceğiz Paskalya adalılarının 1770 İspanyol anlaşmasındaki "imza"ları |
Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi |
08-16-2012 | #40 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş BilgiRünik Yazı Zaman: İS 2-9 yüzyıllar? Mekân: Kuzey Avrupa, Grönland Her rünik yazı için, onun üzerinde çalışan bilimadamları kadar çok yorum olacaktır "RUNO-DİNAMİĞIN İLK KURALI" Avrupa yazılarının çoğu Latin harflerinden oluşur Bu da Latin yazısı ile bağları o kadar kesin olmayan önemli bir Avrupa yazısı olan rünik yazının varlığını hep gölgelemiştir Daha 2 yüzyıldan başlayarak 16 hatta 17 yüzyıllara kadar Gotik, Danca, İsveççe, Norveççe, İngilizce, Frizce, Frankça'nın ilk aşamalarını ve Orta Germania'nın çeşitli kabile dillerini kaydetmek için rünik yazıyla yazılmış kitabeler bulunmuştur Bilinen rünik kitabelerin sayısı 5000'i aşar ve bunların hemen hemen hepsi kuzey ülkelerindedir Bunların da büyük çoğunluğu İsveç'tedir ve sık sık yeni rünik yazılarla yazılmış taşlar keşfedilmektedir Kitabelerin sayıları Norveç'te 1000, Danimarka'da 700 kadardır İzlanda'da nisbeten daha geç döneme ait altmış kitabe vardır ve Grönland ile Faroe Adaları'nda da rünik metinler bulunmuştur Man Adası, Orkney Adaları, Shetland Adaları, İrlanda ve Western Adaları gibi Britanya Adaları'nda bulunanların çoğu İskandinav gezginlerinin eseridir Rünik yazının nerede ve ne zaman icat edildiğini bilmiyoruz Romanya, Orta Almanya ve Rusya'da ilk dönem rünik yazılı nesneler bulunması yazının o genel bölgede, belki de Tuna sınırındaki ya da Vistül kıyılarındaki Gotlar tarafından icat edilmiş olacağını göstermektedir Bir başka varsayım da, Güney İsviçre ve Kuzey İtalya Alpleri vadilerindeki kitabelerde kullanılan rünik harflerle karakterlerin benzerliğine işaret edip icadı o bölgedeki latinleştirilmiş Cermence'ye bağlar Hatta Etrüsk alfabesiyle de bir bağı olabilir Üçüncü bir varsayıma göre rünik yazıyı bulanlar Danimarka'nın Cermen kabileleri, belki de Güney Jutland'da yaşayanlardır İlk kitabelerin çoğu bu genel bölgeden çıkmıştır ve erken rünik metinleri Danimarka'nın çeşitli bölgelerinden hâlâ çıkarılmaktadır Ancak bütün rünik yazı araştırmacıları bir noktada hemfikirdirler: Latin alfabesinin, rünik yazı üzerinde bir etkisi olmuştur (Solda) İskoçya'dan Golspie No 2 Bu II Sınıf sembol taşında bir Pikt hayvanı, çift yüzlü baltası ve hançeriyle bir aslan ve balığa dönük Pikt adamı ile birbirlerine sarılmış ve kendi balık kuyruklarını ısıran iki yılan görülmektedir (Sağda) 5 yüzyıldan kalmış olan gümüş ve emaye plakalar Semboller bir çifte disk ve Z-asası ile bir ayıbalığı başıdır RÜNİK ALFABE Rünik alfabenin en az üç türü vardır Bunlardan İS yaklaşık 800'den önce Avrupa'nın kuzeyinde kullanılanı Erken ya da Ortik Germen (Toton) yazısı, 5 ya da 6 yüzyıldan yaklaşık 12 yüzyıla kadar İngiltere'de kullanılanı Anglosakson ya da Angıl yazısı, 8 yüzyıldan 12 ya da 13 yüzyıla değin İskandinavya ve İzlanda'da kullanılanı ise kuzey ya da İskandinav yazısı olarak adlandırılır Rünik alfabenin adını ilk altı harften alarak "fut-hark" olarak bilinen özel sıralı 24 harfi vardır: (Üstte) İskoçya'da Strathclyde'de bulunmuş olan Hunterston broşu İğnenin solundaki yazıda sahibinin adı olan Melbrigida yazılı olup sağındakiler rünik yazı taklididir Yukarıdaki örnekte soldan sağa doğru gösteriliyorsa da, ilk zamanlarında sağdan sola ve hatta boustrophedon (bir satırda soldan sağa, diğerinde sağdan sola) yazılmış da olabilir Bir harf kimi zaman ters, hatta altüst çevrilebilir Büyük ve küçük harfler arasında bir ayrım yapılmamıştır Harflerden bazıları (r, i ve b, rünik karşıtları gibi) Latin alfabesinin harfleriyle ilişkilidir Diğerleri Latin harflerinin adaptasyonları olabilir: f,u (ters çevrilmiş Latin V), k (Latin C), h, s, t ve J (ters Latin L) gibi Ama g, w, j ve p gibi bazıları aynı ses değeri olan Latin harflerine hiç benzemezler Yukarıda verilen ses değerleri yaklaşıktır: Erken dönem Cermen dillerinin sesleri modern İngilizce'de aynı değildir Rünik kitabeler genelde "okunabilirse" de -Etrüsk kitabelerinin okunduğu anlamda- erken dönem Cermen dillerini bilmediğimiz için anlamları çoğunlukla bilinememektedir Günümüzdeki eldeki az ve belirsiz kanıta dayanarak bir tahmin yürütme anlamına gelen "rünik yazıyı okuma" deyiminin kökeni de budur İsveç'te Östergötland'da Rök taşı Bilinen en uzun rünik kitabesi olan metin, Erken Viking Çağı'nda, Varin tarafından ölen oğlu Vaenod'un anısına yazılmıştır PİKT SEMBOL TAŞLARI Piktler günümüzde İskoçya'yı oluşturan toprakların doğu ve kuzey kesiminde Caithness ile Fife arasında yaşamış bir halktır Adlarının bedenlerini boyamalarından ya dövme yaptırmalarından kaynaklandığı sanılır Bu halkın yarattığı sembol taşları rünik yazıdan çok daha karışıktır Bunlar kayıp oldukları bildirilenlerle birlikte 630 tanedirler ve yalnızca 4 ile 9 yüzyıllarda Piktler'in hâkim olduğu İskoçya'da bulunurlar 425 okunabilir sembol 50 farklı işaret grubuna ayrılabilir ve bunlardan en yaygını hilal ve V-asası, çifte disk ve Z-asası, "yunus", balık, ayna ve taraktır Latin alfabesiyle bir benzerliği yoktur ve Pikt sembolleri genelde çifttir ve nadiren dörtlü grubu aşarlar - bu nedenle alfabetik olmaları pek düşük bir olasılıktır Belli başlı iki kitabe sınıfı vardır I Sınıf, cilalanmış kayalara ve Neolitik ve Bronz Çağı dikilitaşlarına kazılmış sembollerden oluşur II Sınıf, Hıristiyan sembolizmi taşır Yerel bir taşın bir yüzüne oyulmuş bir haç ve çoğunlukla göz alıcı bir süsten ve I Sınıfın sembollerinden oluşmaktadır Taşın arkasında ya da yanında kimi zaman ikinci bir haça rastlanır Pikt dili 9 yüzyılda Pikt Krallığı'nın İskoçya'yla birleşmesinden sonra yerini Gaelce'ye bırakmıştır Bu dil ortadan kaybolmuş olduğu için bu yazıların yorumu yalnızca sembollere dayanmaktadır (Bazı taşlarda Ogham alfabesinden harfler vardır ama bunlar anlaşılamadığı için bu taşlar işe yarar "çift-dilli" taşlar değildir) Pikt sembolleri büyük bir olasılıkla daha sonraki armalarda olduğu gibi özel adları temsil edip önemli olayları anlatmaktadır Bazılarının mezartaşları olduğu kesindir Rünik yazısının aksine Pikt sembolleri tam bir yazı sistemi olmamıştır |
Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi |
08-16-2012 | #41 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş BilgiSfenks Muamması Zaman: İÖ yaklaşık 2500 Mekân: Gize, Mısır Tek sesli ama önce dört, sonra iki, sonra üç ayaklı, yeryüzünde ya da gökyüzünde ya da denizde bundan daha değişken bir şey yoktur Bu şey ayakları üzerine kalktığında gücü en zayıf, yürüyüşü en yavaştır SFENKS'İN OİDİPUS'A SORDUĞU BİLMECE Sfenksle en çok ilişkilendirilen bilmece, Yunan efsanesinde Oidipus'un çözdüğüdür Ancak el-Gize'deki piramitlerin yanında duran ve kötü ruhlu Yunan sfenksinin uzaktan akrabası olan Büyük Sfenks'i saran muammaların sayısı Oidipus'a sorulan bilmeceyi çocuk oyuncağı bırakacak kadar çok daha fazladır Sfenks ne zaman yapılmıştır? Kim, kimin için yapmıştır? İçinde ya da altında gizli odalar var mıdır? Bu soruların muhtemel cevapları, arkeoloji, eski tarih ve jeoloji karışımı içindedir (Solda) Gize'deki Vadi Tapınağı'nda yeralan Kefren heykeli Bu firavun, büyük olasılıkla Sfenks'i yaratan kişidir Sfenks'in başı yapılırken firavunun başı örnek alınmıştır (Sağda) Sfenks'in Kefren piramidinin Vadi Tapınağı yanındaki yerini gösteren el-Gize krokisi SFENKS NEDİR? Eski Yunanlılar sfenks kelimesinin "boğmak" (Sphingein) anlamına gelen kelimeden türetildiğini sanmışlarsa da, gerçek kökeninin Mısır dilindeki shesep ankh ("yaşayan görüntü") olması daha muhtemeldir Bu deyim heykeller için ve zaman zaman da Büyük Sfenks için kullanılmıştır Mısır'da sfenksler genellikle aslan (güneş tanrıyla özdeşleşmiş bir simgedir) gövdeli ve çoğunlukla kraliyet başlığı giymiş insan başlı olarak yapılmıştır Aslanın ve insanın birleşmesinin, kralın güneş tanrısı Ra ile birleşmesini simgelediği kabul edilmektedir Mısır sfenksleri ile Yunan karşıtları arasındaki önemli bir fark, en eski Mısır sfenkslerinin hep erkek olmalarıdır Orta Krallık döneminde ise ilk kanatlı sfenksler yapılmaya başlanmıştır (Solda) Sfenks'in pençeleri arasındaki Rüya Kitabesi (Sağda) Sfenks'in çeşitli bölümlerindeki erozyon farklılıklarının, yontulduğu taş blokun çeşitli jeolojik katmanlarından kaynaklandığı anlaşılmıştır BÜYÜK SFENKS'İN TARİHÇESİ Kefren piramitinin (İÖ yaklaşık 2500) geçidi yanında bulunan Büyük Sfenks 73 metre uzunluğunda ve 20 metre yüksekliğindedir Taşocağından kalan bir kaya tepesinden yontulmuştur ve sık sık üzeri temizlenip açığa çıkarılmışsa da, genelde hemen hemen tümüyle kumlar altında kalmıştır Sfenksle aynı taştan yapılma, tamamlanmamış bir tapınak, 4 Hanedan zamanında (İÖ yaklaşık 2575-2465) anıtın önünde inşa edilmiştir Bunun güneşin üç biçimi olan sabahları Khepri'ye, öğlenleri Re'ye, ve akşamları Atum'a tapınmak için yapıldığı anlaşılmaktadır (Bu senaryo, yukarıda verilen Yunan mitolojisinin sfenks bilmecesinde anlatılan insanın üç çağına şaşırtıcı bir paralellik göstermektedir) Yeni Krallıkla Sfenks, belki de gömülü Sfenks'in ufuktan doğan dev bir hükümdarın başına benzediği için Horemakhet ("Ufuktaki Horus") ile özdeşleştirilmişti Sfenksin üstünü örtmüş kumdan en ünlü temizlenişi, IV Thutmosis (İÖ yaklaşık 1400) tarafından Sfenks'in tam önüne dikilen "Rüya Kitabesinde kayıtlıdır Burada genç prense rüyasında, eğer Sfenks'i örten kumlardan kurtarırsa, bir sonraki kral olacağına söz verildiği yazılıdır Daha 18 Hanedan'dan başlayarak (İÖ yaklaşık 1550-1307), Sfenks kireçtaşı ile giydirilerek onarılmaya başlanmış ve ayakları arasına ayakta duran bir hükümdar heykeli eklenmişti Son yıllarda, burnunu yüzyıllar önce kaybeden heykelin giderek yıkılması konusundaki kaygılar artmıştır Sfenks'in kayıp sakalının parçalan Giovanni Bat-tısta Caviglia ve daha sonraki kazıcılar tarafından toprak altından çıkarılmıştır Sakalın parçalarından parçalar, British Museum ile Kahire'deki Mısır Müzesi'nde sergilenmektedir Yakın zamanlarda erozyon ve yükselen yer suları bir sorun olmuştur ve bölge, bilimadamları tarafından heykelin çürümesinin nedenlerini tespit etmek üzere yakın bir ekolojik incelemeye alınmıştır (Solda) Halen büyük bir kısmı kumlara gömülü olan Sfenks, 18 yüzyıl sonlarında Napolyon'un Mısır seferine katılan ressamların taşbaskı çizimlerinde böyle resmedilmişti (Sağda) Sfenks'in bilgisayarla tamamlanmış durumu Yeni Krallık heykeli, Sfenks'in pençeleri arasında SFENKS KAÇ YAŞINDADIR? Sfenksin çevresi 4 Hanedan hükümdar piramitleri ve kraliyet memurlarının mastaba-mezarlarıyla sarılı olduğundan, onun da aynı tarihte yapılmış olacağı varsayılmıştır Auguste Mariette'in 1853'te, yakınlardaki 4 Hanedan hükümdarı Kefren'in Vadi Tapınağı'nı ortaya çıkarması, heykelin yaratıcısının o firavun ve Sfenks başının onun yüzü olduğu iddialarının ortaya atılmasına neden oldu 18 Hanedan Rüya Kitabesi'ndeki yazıda Kefren'e bir atıfta bulunulmuş olabilir Sfenks başının çeşitli unsurları, başlığı ve genel fizyonomisi 4 Hanedanın kraliyet heykelleriyle kıyaslanabilir şeylerdir Ancak arkeoloji ve sanat tarihine dayanan bu inandırıcı tarih belirleme kanıtları, 1992'de Amerikalı jeolog Robert Schoch'un, Sfenks kayası ile çevresinin 4 Hanedan'dan en az 2500 yıl önce yağmur suları nedeniyle erozyona uğramış olduğunu gösteren kanıtlar bulduğunu söylemesiyle geçici bir süre sarsılmıştı Schoch bu erozyonun Sfenks'in gövdesi yontulduktan sonra gerçekleştiğini söylemiş, sonra böyle bir şeyi yaratacak yağmurların ancak Neolitik Dönem'de, ÎÖ 7000 ile 5000 yılları arasında gerçekleşebileceğini ve üçüncü olarak da heykel ile tapınağının iki aşamada yapıldığını iddia etmişti Sanat tarihi açısından başın daha genç olmasına da bir 4 Hanedan hükümdarı tarafından yaptırıldığı ya da yeniden yontulduğu açıklamasını getirmiştir Sfenks'in geleneksel Mısırbilim tarihlemesine destek, başka bir Amerikan jeologu olan James Harrell'den gelmiştir Harrell, erozyonun Nil'in taşan sularının getirdiği ıslak kumlarla oluşabileceğini ve ayrıca arazinin topograf isinin, yağmur sularının Sfenks'e doğru akmasına neden olacağını, böylece Eski Krallık zamanındaki yağışların Schoch'un gözlemlediği erozyon etkilerini yaratabileceğini iddia etmiştir 1980'li yıllarda Sfenks'in gayet zahmetli bir iş olan fotogrametrik bir taramasını yapmış olan Mark Lehner, Schoch'un iddialarının bazılarını ve bu arada Sfenks'in ve tapınakların iki aşamada inşa edildiği iddiasını reddetmiş, bunun eski Mısırlıların bilinen inşaat yöntemlerine tümüyle aykırı olacağını belirtmiştir Sfenks'in batı ucundaki bir bölmede tipik bir 4 Hanedan çömleği ile üzerinde bakır izleri olan taş çekiçler bulunmuştur Bundan da, İÖ 4 binyıldan önce Mısır' da bulunmayan bu tür aletlerin anıtı yontmak için kullanıldığı sonucu çıkarılmıştır Bunun dışında 4 Hanedan çömleklerinin bulunduğu katmanın hemen üstünde, tamamlanmamış Sfenks tapınağı için hazırlanmış büyük bir taş blok bulunmuştur Lehner, son olarak Kefren piramitinden çıkarılan büyük boyutlu çok sayıda heykelin de, Sfenks'in yaratıcısının o olduğunu gösterdiğini iddia etmektedir (Solda) Mısır'ı hiç ziyaret etmemiş 17 yüzyıl cizviti Athanasius Kircher'in hayalindeki, Klasik biçimli sfenks (Sağda) Sfenks'in modern fotogrametrik taraması heykelin bütün ayrıntılarının krokisini çıkartmıştır SFENKS'İN İÇİNDE GİZLİ ODALAR VAR MI? Orta Çağdan başlayarak Sfenks'in altındaki gizli odalar hakkında hikâyeler anlatılmaya başlanmıştır İki Arap yazarı (el-Makrizi ve el-Hüdai) Sfenks'in altında her biri üç piramitten birine giden üç geçidin bulunduğu bir odayı tarif etmişlerdir Bu hikâyeleri duyan ilk Avrupalı gezginlerden Johannes Helferich (1579), başa kadar giden bir tünel olduğunu anlatınca, eski rahiplerin, tapınanları bu yolla Sfenks'in sözlü kehanetlerde bulunduğuna inandırdıkları söylenmiştir Ancak Helferich'in anlatımına eşlik eden tahta basmadaki çizimde Sfenks'in sanki Yunan Sfenks'inin dişisiymiş gibi memeli olarak gösterilmesi bu gezginin güvenilirliğini zedelemiştir Caviglia (1816), Gaston Maspero (1881-1914), Emile Baraize (1926-34) ve Selim Hasan'ın (1936-8) arkeolojik araştırmaları, Sfenks'in ne altında ne de tapınaklarında gizli odalar olmadığını ortaya çıkarmıştı Heykel ile gizli bilgilerin bulunduğu toprak altında gömülü bir oda arasında ilişki 1930'larda Amerikalı medyum Edgar Cayce tarafından bir kere daha ortaya atıldı Cayce, Atlantis'in bilgeliğinin Sfenksle ilişkili bir yeraltı belgeler salonuna yerleştirildiğini ve bunun 20 yüzyılda yeniden keşfinin büyük bir felaket getireceğini iddia etmişti 1977-8 ve 1992-3'te yapılan dirençlilik araştırmalarında Sfenks civarında anormallikler (belki de boşluklar nedeniyle elektrik direncinde oynamalar) ortaya çıkmışsa da, daha sonraki elektromanyetik taramalarda bu anormalliklerin doğal çatlaklar ve boşluklar olduğu ortaya çıkmıştır Mark Lehner'in Sfenks araştırmaları, çeşitli inşaat aşamalarının ve heykelin eski ve çağdaş restorasyonlarının daha kapsamlı olarak anlaşılmasını sağlamıştır Lehner, Sfenks'le ilişkili üç geçit olduğunu saptamıştır Bunlardan biri, başın hemen arkasına, boynun üst kısmına Albay Richard Vyse tarafından 19 yüzyılda delinmiş küçük bir baca deliğidir Diğer ikisinin tarihleri bilinmemektedir ve bunlarda herhangi bir insan yapısı eşyaya ya da yazıta, rastlanılmamıştır Böylece kanıtlar Sfenks'in ne Neolitik bir anıt ne de Atlantis'le ilgili bir dosya dolabı olmadığını göstermiştir Ancak onun neden ve kimin kim için yaptırdığı ile Eski Krallık kayıtlarında neden bir kayda rastlamadığımız muammalarını çözene kadar Mısır heykellerinin bu en büyüğünü saran esrar havası devam edecektir Eski Yunan'da sfenks İÖ 1600 dolayında ortaya çıktı Yunanistan'a sfenks Asya'dan gelmişti ama görünümü daha değişikti İÖ 1200'den sonra 400 yıl boyunca Yunanistan'da hiçbir yerde rastlanmayan sfenksler, Asya'da, Tunç Çağı'ndakilere benzer biçim ve pozlarda varlıklarını sürdürdü 8 yüzyıl sonunda sfenks kavramı, Eski Yunan sanatında yeniden ortaya çıktı ve 6 yüzyılın sonuna değin yaygınlığını korudu Çoğu zaman doğu özellikleri taşıyan bu sfenkslerin doğu kaynaklı olduğu açıktı, Tunç Çağı'ndakilerin devamı olamazdı |
Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi |
08-16-2012 | #42 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş BilgiStonehenge Nasıl Yapıldı? Zaman: İÖ yaklaşık 2950-1600 Mekân: Güney İngiltere Kayıp bir çağın sessiz görüntülen, Bir tapınağın bu ağırbaşlı taşları Soru sormayan ovada Her çağdaş bilgenin muamması EDWARD G ALDRIDGE, 19 YÜZYIL ORTALARI Stonehenge'i nasıl yapmışlardı? Buna en kolay verilecek cevap, "çok güç" olacaksa da, gerçek cevap, "düşündüğümüzden çok daha kolay"dır Stonehenge, ünlü olduğu kadar benzersizdir ve bize ipucu veren de işte bu benzersizliğidir İngiltere'deki diğer taş daireler -ki bunlar yüzlercedir ve bazılarının çapları da daha büyüktür- doğal durumlarında bırakılmıştır Yalnızca Stonehenge'dekiler kenarları düzeltilip dört köşe haline sokulmuşlardır Dik taşların üzerinde yer alan yatay taşlar ise bir kapı üzerindeki lento gibi sanki kalaslarmışçasına zıvanalarla tutturulmuştur Birbirine bitişik taşlar da yine bir ağaç ustası tekniğiyle kanallar ve yuvalarla birleştirilmiştir Bu gerçekleri ta ilk baştan beri biliyoruz: 11 yüzyıldan kalma en eski Stonehenge kayıtlarında burasının "kapılar gibi" yapıldığından söz edilir İngiltere'nin Wittshire iline bağlı Salisbury kentinin 13 km kuzeyinde yer alan Stonehenge hakkındaki bütün yorumlar, özellikle 1950 sonrası yürütülen yöresel kazılara dayanır (Solda) Günümüzde Stonehenge Yıkılmış, kimi taşlar kayıp ve belki de asla planladığı gibi tamamlanmamış (Sağda) Stonehenge'in klasik görünümü Kuzeydoğudaki "Heel Taşı"nın üstünden yazgündönümünde güneş doğar WOODHENGE VE SEAHENGE Sonuçta, taştan yapılmasına rağmen Stonehenge ahşaptan yapılmış gibidir 20 yüzyıl başlarında, Stonehenge'in birkaç kilometre ilerisinde öncü hava fotoğrafçıları otlar arasında Stonehenge'e benzeyen ve aynı biçimde eşmerkezli bir biçimde düzenlenmiş bazı izler görmüşlerdi Burası de herhalde Stonehenge gibi bir yerdi ama keresteden yapıldığından [stone= taş yerine wood= odun] "Woodhenge" denilmişti Burasının da Stonehenge gibi yaz gündönümünde güneşin doğuş yönüne dönük bir ekseni vardır 1998-99'da bu ahşap anıtlar, ahşabın çürüdüğü yerlerde kalan izler olarak değil de, ilk kez sağlam olarak ortaya çıkarıldılar İngiltere'nin doğusunda Norfolk kıyısının hemen açığındaki çamur tabakası içindeki kütükler dendrokronoloji (ağaç halkalarıyla tarihleme) yöntemiyle incelendiğinde İÖ 2050 yılından kaldıkları anlaşıldı ve bunlara hemen "Seahenge" adı verildi Ahşap direklerden dairenin ortasında yere dikey olarak yerleştirilmiş bir tek büyük meşe ağacı vardı, îlk başta dal sanılan şeylerin kök oldukları anlaşıldı Ağaç yere tersine sokulmuştu Bu nedenle Stonehenge yapımcıları yalnızca büyük taşlan nakletmenin ve dikine oturtmanın geleneksel zanaatının yanı sıra, büyük ağaç gövdelerini de taşıyabilmeyi ve -başka yerlerde gördüğümüz gibi- dev meşe gövdelerini kereste gibi kesmeyi de biliyorlardı Stonehenge'i mümkün kılanlar işte bu beceriler olmuştur Bu ahşap yapıların toprak üzerinde nasıl olduklarım bilmiyoruz Çatıları olan binalar da, yalnızca dikilmiş kütükler de ya da Amerikan Kızılderilileri'nin yontulmuş totemleri gibi de olabilir Yerin üzerinde kalan kısmı ilk gördüğümüz Seahenge, Stonehenge'e benzemek yerine yine farklı olarak bizi şaşırtmıştır Stonehenge en benzeteceğimiz şey olduğu için, ahşap yapıların da ona benzediğini düşünmek mantıklıdır Stonehenge'deki sayıları sekizi bulan diğer taşların, daha eskiden kalmış olup ahşap işleme modeline göre düzeltilmiş olmaması da ilginçtir Stonehenge çağından kalma ahşap anıtların çoğu tümüyle çürümüş ve yalnızca toprakta kara izler olarak kalmıştır Resimde gördüğünüz, pek nadir örneklerden biridir: Norfolk kıyısındaki bu garip anıta "Seahenge" adı verilmiştir TAŞLARI NAKLETMEK Stonehenge'in yapımının ilk gereği, doğru olan taşları bulmaktı Kullanılan pek çok türden en çok sayıda olanı, 240 kilometre ilerideki Batı Galler'den getirilen "mavitaşlar"dır Yaklaşık bir tabut boyutlarında olan taşlar, dört tonu bulmaktadır Bu yüzden bunları karadan çekmek ya da şişirilen tulumlar üzerinde denizden geçirip Stonehenge'e yakın nehirlerden birinden içeri sokmak pek güç olmayacaktı Ama bu o kadar da kolay değildi: 2000 yılında tam boyutlarında bir mavitaşı Stonehenge'e taşımak için bir ekip, gönüllü bulmakta çok zorlanmıştır Ve taş bir kere tekneye yüklendikten sonra da kayıp suya düşmüştür Denemenin devam edebilmesi için, taşın denizin dibinden çıkarılması (!) gerekmiştir Stonehenge'deki daha büyük "sarsen" taşları daha ağırdır ama bunlar daha yakından, 30 kilometre ileriden getirilmiştir İnşaatçıların en büyük sıkıntısı, yeterli boyda büyük taş bulmak olmuş olmalıdır Stonehenge'de bunların 79'una ihtiyaç duyulmuştur Daha eski megalit dairelerde ve Avebury'deki caddelerde bunlardan yüzlercesini çok önce kullanmışlardı Stonehenge'deki "sarsen"lerin boylarının çok küçük bir kısmı destek almak için yere gömülüdür ve Stonehenge'in planlandığı nihai şekli almadığına inanılmaktadır Acaba, bu taşları oraya getirenlerin taşları mı tükenmiştir? Tanesi 40 tondan fazla olan "sarsen"leri nakletmek birinci işti 1994'te arkeolog Julian Richards ve mühendis Mark Whitby'nin benzer bir taşla yaptıkları deneyler bunun nasıl yapılmış olacağını göstermiştir Taş, kütüklerden bir beşik üzerine yatırılıp iplerle çekilecekti Beşiğin kütükler üzerinde yuvarlanmış olacağı düşünülmüştü ama mühendis 1994'te daha iyi bir yöntem buldu: Beşiği iyice yağlanmış kalaslar üzerinde kaydırmak 130 gönüllünün çektiği taş bir kere hareket ettikten sonra gayet iyi ilerlemeye başladı Güvenlik için deneyde çağdaş ipler kullanılmışsa da, tarihöncesi zamanlarda ağaçların iç kabuklarından yeterli derecede sağlam ipler yapıldığı bilinmekteydi Taşın hafif bir yokuşta günde bir kilometre ve düz ya da yokuş aşağı yerlerde günde on kilometre çekilebileceği ortaya çıktı Neolitik insanların kızaklar yapmak için meşe ağaçlarını yarabildiklerini de biliyoruz "Sarsen"lerin bulunduğu Marlborough Downs ile Stonehenge arasında Pewsey Vadisi vardır: Taşlar vadinin kuzey duvarının dik yamacından indirilecek, ıslak vadiden geçirilecek ve Stonehenge'in inşa edildiği öteki tepeye çıkarılacaktı Çağdaş bir denemede bir Galler mavitaşı, kızak üstünde Stonehenge'e sürükleniyor TAŞLARIN YONTULMASI VE KALDIRILMASI "Sarsen"ler aynı taşı çekiç gibi kullanarak biçimlen-dirilebilirler "Sarsen" çok sert olduğu ve kolaylıkla iri parçalar halinde kopmadığı için bu, güç bir iştir Stonehenge'de pek çok taş, çekiçler ve keskiler bulunmuş, bunların daha sonra taşları yerlerinde sabitleştirmek için kullanıldıkları anlaşılmıştır Taşlan dik bir duruma getirme de 1994'te bir deneyle sınanmıştır Taşın ucu, hazırlanmış bir çukura yerleştirilmiş, sonra üzerinde daha küçük bir taş kaydırarak dengesini bozup çukura girmesi sağlanmıştır Neolitik teknoloji bunu yapabilirdi ama Neolitik zihinler ve zekâlar acaba bunu düşünebilirler miydi? Sonra taş 130 kişilik bir ekip tarafından kütüklerden yapılma bir "A-çerçevesi" üzerinden iplerle çekilebilirdi Taşlar çukurlara yerleştirildikten sonra kenarları küçük "sarsen" parçalarıyla beslenir ve lento taşları tepeye çekilirdi Bu ya taşı bir rampadan yukarı çekerek ya da üstüste yığılı kütüklerin üstünde yükselterek yapılabilirdi Hangi yöntem kullanılırsa kullanılsın, lentolar istenilen yüksekliğe çıkarılınca biçimlendirilir ve son yerine yerleştirilirdi Rampa izi bulunmadığına göre üstüste konulmuş kütük yönteminin kullanılmış olması mümkündür Bir Stonehenge lentosunun kaldırılmasında çağdaş mühendisler insangücü yanında bir iskele ve güvenlik miğferleri de kullanmışlardır Böylece, 130 ya da daha fazla insan gücüyle Stonehenge'in yapılması belki de bugün göründüğü kadar güç olmamış olabilir En azından biz Batılılar makinelere o kadar çok alışmışız ki, yalnızca insan gücü ve becerisiyle neler yapılabildiğini unutabiliyoruz Bu nedenle bu muammanın bir kısmı da "Stonehenge'i nasıl yaptılar?" değil, bizleriz Deneyde yapılan Stonehenge parçasının ilginç bir sonucu da vardır Taşların dikildiği kuzey Wiltshire'daki alanda, bunun çağdaş bir tuhaflık olarak kalması fikri benimsenmişti Ama sonra orada gayriresmi bir festival yapılacağı söylentileri üzerine sökülmüştür Günümüzdeki söylentilere göre de, kullanılan taşlar depolanmıştır ve kendi Stonehenge'lerini çağdaş ya da eski yöntemlerle dikmek isteyenlerin emrine hazır tutulmaktadır Stonehenge deyince aklımıza gelen aslında Stonehenge III'tür İÖ 3100'lere tarihlenen Stonehenge I, yöre insanlarının geyik boynuzlarıyla yarı çapı 98 m olan bir çember kazmalarıyla başlar Setin iç tarafına daha sonra (keşfeden antikacının adıyla anılan} 56 Aubrey çukuru kazıldı 500 yıl sonra terk edilen Stonehenge I'den sonra ÎÖ 2100'lerde Stonehenge II düzenlendi Alanın ortasına 4 tonluk 80 sütun bu dönemde dikilmiştir İÖ 2000'lerde birinci devresi başlayan Stonehenge lir de ise, kalıntıları görülebilen halka ve at nalı biçimli iki taş sırası inşa edilmişti Amacı tam olarak bilinemeyen ama bir tapınma yeri olduğu kuşku götürmeyen Stonehenge'lerin inşası İÖ 1100'lere kadar sürmüştür Bu sistemde büyük bir Stonehenge'i ayağa dikerken kaldıraç gücünden yararlanmak için bir A-çerçevesi kullanılıyor Neolitik ustalar bu kadar becerikli miydiler? |
Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi |
08-16-2012 | #43 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş BilgiTarım Mumyaları Zaman: İÖ I800 - İS 400 Mekân: Batı Çin Kurumuş derisi ve çökük göz boşlukları dışında uyuyan bir adama benzeyen kişiye bakarken garip bir duyguya kapıldım ve böylece çağımızın çok eski yüzyıllarında bu kasvetli Lop bölgesine yerleşmiş ve herhalde buradan hoşlanmış olan yerli halkın bir temsilcisiyle karşı karşıya olduğumu hissettim AUREL STEIN, 1928 Dünyanın en îyi korunmuş mumyaları Mısır'da ya da Peru'da değil, Batı Çin'de Tarım Havzası'nın büyük bir kısmını oluşturan Taklamakan Çölü'nde bulunmuştur, insanın biçimini öldükten sonra yapay olarak korumayı isteyen eski Mısır ve İnka uygarlıkları ile seleflerinin mumyalarının aksine Tarım mumyaları, Avrasya'nın ikinci büyük çölünün kuru ve tuzlu kumları arasında son derece doğal olarak korunmuştur Tarım mumyaları ilk olarak 20 yüzyılın başında İsveçli Sven Hedin, Alman Albert Von La Coq ve İngiliz Aurel Stein'in Çin'i batıya bağlayan İpek Yolu'nun kuzey ve güney omurgalarını oluşturan vaha kentlerini ortaya çıkarma seferlerinde bulunmuştur Bu ilk seferlerde mumyalar çıkarılmış, fotoğrafları çekilmiş ve tarifleri yapılmıştı Ancak bunları koruyacak ya da Batı müzelerine nakledecek tesisler yoktu Çinli ve Uygur arkeologlar ancak son zamanlarda bölgenin daha bilimsel araştırmalarım gerçekleştirmişlerdir Uluslararası ilgiyi uyandıran da, onların daha sonra buldukları mumyalardır Şu anda Batı Çin'de İÖ 1800 yıllarından Han Hanedanı'nın gücünü batıya doğru yaydığı İÖ ilk yüzyıllara kadar uzanan dönemden kalma en az 300 mumya vardır Bundan sonraki tarihi döneme ait oldukları bilinenlerin sayısıysa daha fazladır Zaghunluk'ta bulunmuş mumya adam (İÖ 1000-600 yılları) Şakağına aşı boyasıyla sarmallar çizilmiş, ağzının kapalı durması için boynuna bir bağ geçirilmiş MEZARLAR VE KUMAŞLAR Tarım mumyaları arasında belirli bir mumya insanı yoktur: Mumyalar çeşitli yer ve kültürlerden, özellikle de eski İpek Yolu'nun güneybatı ve kuzeybatı boylarındandır Arkeologlar mumyaları sığ çukur mezarlarda, kat kat saz, kütük ve hayvan postu altında derin çukurlarda ve tuğla odalarda bulmuşlardır Kurumuş olan Lobnur tuz gölü yakınlarındaki yerlerde ve Kavrighul mezarlığında bulunan en eski mumyalar en basit örtülerle, yünlü battaniyelere sarılıdırlar ama İÖ 1000 yılından sonra kalanlar giyimli ve tüylü şapkalı (bir adam on şapkayla gömülmüştü), gömlekli, pelerinli, pantolonlu, renkli çoraplıdırlar ve hatta ekose kumaşlara sarınmışlar-dır İpek Yolu'nun kuzeyindeki Subeshi'de başlarında cadıların sivri başlıklarını andıran çok uzun şapkalı üç kadın mumyası da bulunmuştur Mumyalar dokuma uzmanları için çok büyük bir tarih öncesi kumaş kaynağıdır ve bu uzmanlar, kalıntıları ancak yeni yeni derinlemesine analiz etmeye başlamışlardır Ancak bu mumyaların en büyük esrarı yüzlerindedir Bu mumyalanmış insanlar, günümüzde Doğu Asya'ya hâkim olan Mongoloit tiplerden değillerdir Açık renk saç ve sakalları Tarım havzasının bu ilk yerleşimcilerinin Kafkasya'dan ya da Avrupa'dan gelmiş olacaklarını göstermektedir Batının bu yabancılarını teşhis etmek, son zamanların arkeolojik keşiflerinin en büyük muammalarından biridir (Solda) Uzun "cadı" şapkalı Subeshi'li üç kadından biri (İÖ 500-400) Üzerinde yünlü etek ve bluz, koyun postu bir pelerin ve deri ayakkabılar var Sol eli deri bir eldiven içinde, sağ eli çıplak (Sağda) Alnı ve gözkapakları dövmeli, kaşları siyaha boyalı, saçları örgülü Zaghunluk kadını (İÖ 1000-600) BU İNSANLAR KİMDİ? Sincan'ın Tunç Çağı, yani İÖ 1800'den öncesi arkeolojisi hakkında çok az bilgi vardır ve bölgeye ilk kez ne zaman yerleşildiği bilinmediği için Tarım Havzası'nın bu hiç de çekici olmayan dünyasına ilk yerleşenler hakkında ancak bir tahmin yürütebiliriz Ancak Tunç ve Demir çağları için varolan aşırı miktardaki kanıtlar, bunların ya batı sıradağlarından ya da kuzey steplerinden gelen Kafkas ırkından insanlar olduğunu göstermiştir Mumyaların yanı sıra mezarlarda iskeletler de vardır ve incelenen tarih öncesi 300 kaf atasından yalnızca yüzde 11'i Mongoloit fizik tipine uygundur ve bunlar da Sincan'ın doğusunda bulunmuşlardır Sincan'ın hemen batısında olan Gansu bölgesinin ilk Çinli çiftçilerinin kendilerini çöl vahalarına çekecek bir şey bulamadıkları anlaşılmaktadır Kaderin bu kadar iyi koruduğu bu insanlar kimlerdi? Eğer yazılı tarihe geçecek kadar yaşamayan meçhul bir grup iseler o zaman bu konuda hiçbir şey öğrenemeyeceğiz demektir ve yapabileceğimiz ancak bunlara Sincan'ın Tunç ve Demir çağlarının bilinen çeşitli arkeolojik kültürlerinin adlarını vermektir Ancak bu insanların haleflerinin yazılı belge dönemine erişebildiklerini inanmak için bazı nedenler vardır Hatta pek çok kimse, bunların soyundan gelenlerin kendi varlıklarının hikâyesini bıraktıklarına inanmaktadır Tarım Havzası yalnızca çok sayıda insanı ve diğer organik kalıntıları korumakla kalmamış, çok geniş bir ilk elyazmaları koleksiyonu da korumuştur: Burası Çin'in Budizmi benimseyen ilk bölgelerinden biriydi ve Budizm de yazılı söze büyük değer veren bir dindi Elyazmalarının çoğu Sanskrit gibi Hindistan'ın daha yakın zamanlarda ithal ettiği dillerde yazılmış olup Budist manastırlarında bulunmaktadır Yerli halkın dillerinde yazılmış olanlar ise iki gruba ayrılabilir Birincisi Hotanca ya da Hotan-Sakaca olup Güney Tarım'ın eski Hotan kentinde ve çevresinde ve Tarım Havzası'nın kuzeybatısındaki bazı vahalarda konuşulan dildir Dil, Farsça ve Orta Asya'nın batısının pek çok dilini içeren İran grubuna dahildir Saka Dili'ne en yakın dil, Avrupa'da İskitler olarak tanınan bozkır göçebelerinin dilidir Bu dil, Tarım Havzası'nın güneyinde ve batısında temsil edilmekteyse de, mumyalar genelde Hotanca'nın izine rastlanılmadığı güneydoğu ve kuzeydoğuda toplanmışlardır Bu bölgelerde İran dilleri izleri varsa da, bunlar genelde ticaret dili olup halkın kullandığı dil değildi Mumyaların yerleri (üçgenler) İran Sakalarından çok Toharlar'la uyuşmakta TOHARLAR Mumyaların en çoğunun bulunduğu Tarım ve Turpan havzalarıyla Lobnur çevresindeki bölge, Tohar dillerinin daha sonraki dağılımıyla daha uyumludur Toharca, Hint-Avrupa dilleri grubundandır, yani Avrupa'nın pek çok diliyle Asya'nın Iran ve Hint dilleriyle aynı tarih öncesi dilden kaynaklanmaktadır Toharcada pacer, mâcer, procer, ser, keu, okso, âu, twere, nuwe sözcükleri İngilizce'de sırasıyla father, mother, brother, sister, cow, ox, ewe, door ve new sözcükleriyle aynı Hint-Avrupa atasını paylaşır İpek Yolu'nun güney bölgesinden saf Toharca metin kalmamasına rağmen Hint belgelerinde o dilden alınmış kelimeler ve kişi adları bulunmaktadır Toharlar erken Orta Çağ'dan kalma Budist mağaralarındaki resimlerde Kafkas ırkı yüz hatları ve gözlerle, açık renkli saç ve sakallarla çizilmişlerdir Tarih öncesi mumyalardan birinin DNA analizinde mumyanın çağdaş Avrupalılar'ın yüzde 40'ında tipik olan aynı genetik mirası paylaşmakta olduğu görülmüştür İÖ 1000 yılından sonra kalma mumyalarda bulunan ekose kumaşlar da, Avrupa'nın Avusturya Alpleri'nde Hallstatt'ta bulunan en eski ekoselerine şaşırtıcı bir benzerlik göstermektedir Elizabeth Barber, Avrupa ve Tarım ekoselerinin bu tür kumaşların en eski örneklerinin bulunduğu Kafkaslar'ın kuzeyinde ortak bir uzak kökeni paylaştıklarını ileri sürmüştür Toharlar, Hindikuş Dağları ile Ceyhun Irmağı arasında eski bir ülke olan Toharistan'a (Baktriane: Bugün Afganistan'ın ve Özbekistan ile Tacikistan topraklarının bir bölümü) adını veren eski bir halk olarak bilinir Toharlar, Hunlar tarafından İÖ 3 yüzyılda batıya sürülen ve Çinlilerdin Yüeçi dediği halkla birlikte, kendi adlarını verdikleri bölgeye yerleştiler, buralara egemen oldular ve egemenliklerini Kushanlar olarak bilinen toplulukla birlikte Kuzeybatı Hindistan'a doğru genişlettiler Kushanlar'ın etkisiyle Budacılığı benimseyen Toharlar'ın egemenliği, 5 yüzyılda bölgeye Akhunlar'ın gelmesiyle son buldu Tarım vahalarının en eski topluluklarından olan Toharlar, gelenekleriyle kendilerinden sonra Toharistan'da kurulan Kushan ve Akhun devletleri ile Türk hanlıklarını da etkilemişlerdir Tohar dillerinin diğer Hint-Avrupa dillerinden çok erken bir tarihte ayrıldığı, Hint ve İran dilleri konuşan komşularından ayrı olarak geliştikleri anlaşılmaktadır Bu Toharların atalarının ÎÖ 4 binyılın ortalarında Kafkas ırkından bir grubun Volga-Ural bölgesinden doğuya doğru yapılan büyük göçün bir parçası olduğu iddia edilmiştir Afanasevanlar olarak bilinen bu insanlar, Sincan'ın kuzeyindeki Altay Dağları ile Minusinsk Havzası'na yerleşmişlerdir Afanasevanlar'ın Tarım Havzası'na yerleşmek üzere İÖ 2000 yıllarında güneye göç etmiş olduklarını gösteren bazı kanıtlar da vardır Bu model her ne kadar kanıtlanmamışsa da, aslında Avrupa'dan gelen bir halk tarafından konuşulan bir Hint-Avrupa dilinin, Tarım Havzası'nın batısına kadar nasıl gittiğini gösteren ilginç bir açıklamadır Böyle bir hareket en eski mumyalar için de bir dil kimliği sağlayacaktır (Solda) Tarım Havzası'nın en eski Tunç Çağı yerleşimcileri olan Kavrighul kültürü, Sibirya'nın Afanasevo kültüründen gelmiş olabilir (Sağda) Bezeklik'ten bir Tohar keşişi (solda) resmi (İS 9-10 yüzyıllar) |
Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi |
08-16-2012 | #44 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş BilgiThera Patlaması ve Minos Zaman: İÖ 17 ya da 16 yüzyıl Mekân: Thera (Santorini) Gürültü hiç kuşkusuz nedenini bilme imkânları olmayan Giritliler'i korkutmuş ve kulaklarını sağır etmiş olmalı Sonra kimi soğuk kimi alev alev yanan bir çamur ve kül yağmuru başlamış olmalı Ve herhalde en kötüsü adaya Krakatao'dakilerden daha hızlı ve daha yüksek olan dalgaların vurması olmalıydı SPYRIDON MARINATOS, 1972 Adanın ortasındaki volkan kül ve lav püskürtürken, haftalar boyunca yer sarsıntıları devam etmişti Thera çiftçileri adaya lavlar yağarken tarlalarını ve evlerini terketmişler, teknelerine atlayıp denize açılmışlardı Sonra 17 ya da 16 yüzyılda bir yaz günü yanardağ müthiş bir güçle patladı Yanardağın konik tepesi patlamadan sonra aşamalarla çöktü Girit'in büyük bir kısmı yoğun bir kül tabakası altında kaldı Ancak Minos uygarlığını gerçekten Thera patlaması mı sona erdirmiştir? Pek çok arkeolojik muamma gibi bu bilmecenin de yanıtım vermek kolay değildir Thera patlamasından önce şiddetli yer sarsıntıları olmuş, volkanik kül adanın köy ve tarlalarını kaplamıştı Ada sakinleri teknelerle kaçıp Akrotiri gibi yerleşim yerlerini boşalttılar Minos köyü, arkeologlar ortaya çıkarana kadar metrelerce kül altında kaldı BÜYÜK FELAKET Bir adı da Santorini olan Thera Adası, Ege Denizi'nde ve bir zamanlar 16 kilometre çapı olan bir adadır Eskiler deniz yüzeyinden 1600 metre yükselen volkanik bir dağına sahip bu dimdik ama verimli âdâya Kalliste, yani "güzel" adını vermişlerdi Hiroşima'daki atom bombası patlamasından daha büyük olan 7500 megatonluk patlama, bir adadan üç ada yaratmıştı Bunlar dik süngertaşı ve kül yamaçları olan 80 kilometre karelik bir kütleyi çevrelerler Ada üzerine milyonlarca ton volkanik kül yağmış ve her tarafı toz tabakalarıyla kaplamıştı Kuzeybatı rüzgârları volkanik külü Doğu Girit'e ve Doğu Akdeniz'e kadar taşımıştır Girit'teki Minos tarlalarına birkaç metre kalınlığında kül düşmüş, ürünü mahvetmişti Derin deniz araştırmalarında Santorini külünün 300000 kilometre karelik bir alana ve rüzgâr yönünde 700 kilometre kadar uzağa yayıldığı bulunmuştur Örneklerdeki tanecik boyutları yazın kuzeybatı rüzgârlarıyla taşınmaya uygun kül ile uyumludur Patlamanın merkezinden tsunamiler de (sismik aktiviteden kaynaklanan dev dalgalar) yayılmış olmalıdır 365 ve 1650 yıllarındaki daha küçük Santorini patlamaları Girit'in kuzey kıyılarında büyük hasarlar yaratan tsunamiler doğurmuş ve bu dalgalardan, Mısır'daki İskenderiye bile etkilenmiştir 1956'da yakınlardaki Amorgos'ta bir deprem 40 metrelik tsunami dalgaları yaratmıştı Çok daha büyük bir felaket olan Thera dalgaları, patlamanın şiddeti ve denizin derinliği nedeniyle çok daha büyük olmuş olmalıdır Girit'in yalnızca 100 kilometre ileride olan ve pek çok Minos topluluğunun yaşadığı kuzey kıyıları, tsunamilerin etkisi altında elbette kalacaktı Akrotiri'nin iki katlı evleri hâlâ ayaktadır ve sahiplerinin bıraktığı eşyalar ortalığa saçılmış durumdadır Bitişik evler felaket anında Minos yaşamından canlı bir tablo sunuyor DOĞANIN BİR KURBANI: AKROTİRİ Thera patlaması Buzul Çağı'ndan bu yana en büyük doğal felaketlerden biridir Güneydoğu Asya'da 1815'teki Tambora Dağı patlaması şiddet bakımından ondan üstünse de, Thera 1883'te on binlerce insanın ölümüne neden ünlü Krakatoa patlamasından daha büyüktür Yunan arkeologu Spyridon Marinatos, 1939'da, Thera felaketinin İÖ 1500'den sonra Minos uygarlığının çöküşüne neden olduğunu ileri sürmüştür Pek çok arkeolog bu kurama kuşkuyla yaklaşırken Marinatos, Thera'nın güneydoğu ucunda volkanik kül altında gömülü terk edilmiş Minos yerleşim birimi Akrotiri'yi keşfetti Burada yaptığı kazılar patlamanın dramatik şiddetini gözler önüne sermiştir Akrotiri'ye "Ege'nin Pompei'si" adı verilmiştir Sakinlerinin kaçma imkânı buldukları bu yerleşim merkezi tümüyle küller altında kaldığı için, olduğu gibi gelecek kuşaklara saklanabilmiştir Marinatos, 13 hektardan büyük bir alana yayılmış bir kent çıkarmıştı Büyük evlerin arasında bugün sayısız Yunan kırsal kentlerinde olduğu gibi dar sokaklar vardı Evlerden iki üç katlı olanları hâlâ ayaktadır Marinatos tek tek temizlediği odalarda zamanda donup kalmış bir toplumu ortaya çıkarmıştır Kaçan insanların bıraktıkları yataklar, küpler ve diğer eşya, atıldıkları yerlerde öylece duruyordu Duvarlardan bazılarındaki parlak renkli fresklerde savaşçılar ve kentler, gemiler, hayvanlar ve bitkiler, hatta boks yapan iki çocuk görülmektedir Minos standartlarına göre Akrotiri, yoksul bir topluluktu, ancak bize günlük yaşam konusunda Girit saraylarından daha çok şey anlatmaktadır Akrotiri evlerinin duvarlarının freskleri 3500 yıl önceki köy yaşamının renkli bir resmini sunuyor Bir duvarda iki çocuk boks yaparken, öteki duvarda antiloplar geziniyor PATLAMANIN TARİHİ Marinatos, Akrotiri'nin ve böylece patlamanın tarihini saptarken kronolojisini, evlerden aldığı seramik vazoları Kuzey Girit'teki Knossos'da "Minos Sarayı"ndan örneklerle kıyaslamaya dayandırdı Tarihi kayıtlardan İÖ 1500 yıllarına ait olduğu bilinen benzer kaplar Nil kıyılarında bulunmuştu Marinatos bunlara dayanarak felaket tarihini İÖ 1450 olarak belirledi ki, bu da Minos uygarlığının çöküşe geçtiği ve Knossos'da yıkım belirtilerinin görülmeye başladığı tarihtir Marinatos böylece Thera patlamasının Knossos'un -ve bir bütün olarak Minos uygarlığının- çöküşünde katkısı olduğunu iddia etmiştir Son yıllarda ağaç halkalarından ve buzların derinliklerinden ısı ve yağmur değişikliklerini yıllık olarak tespit etmekte bir devrim yaşanmıştır Bazı uzmanlar ağaç halkalarının ve Kuzey Avrupa ile Grönland'dan alman buz bilgilerinin, İÖ 1628 yılında çok geniş bir alanda ısı düşmesi ve ağaç büyümesinin duraklaması gibi olayları ortaya çıkardığını iddia ederler ki, bu olgu da volkanik külün güneş ışınlarını kesmesiyle ilişkilendirilir Aynı uzmanlar bu olgunun Thera ile birleştirilebileceği ve böylece patlamanın İÖ 17 yüzyılda yeraldığını, bunun da Minos uygarlığının nihai çöküşünden yüz elli yıl önce olduğuna inanmaktadırlar Ancak Marinatos kronolojisini destekleyenler, Kuzey Avrupa'da buzullarda ve ağaç halkası dizilerindeki iklim anormalliklerinin Thera patlamasından değil, ondan 150 yıl önce bilinmeyen başka bir volkanik olaydan kaynaklanmış olacağına işaret etmektedirler Bir başka yeni keşif bu tarih belirleme işini daha da karıştırmıştır Avusturyalı bilimadamı Manfred Bietak, Nil deltasında Teli el-Daba'da (Avaris) ÎÖ 1550 yıllarına ait süngertaşı katmanları bulmuştur Bu süngertaşı Doğu Akdeniz'de büyük bir yanardağ patlamasının kanıtı olabilir Thera'nın patlamasına kadar olan yüz elli yıl içinde neler olduğunu hâlâ bilmiyoruz (Solda) Thera patlamasının derin denizden alınan döküntülerini gösteren harita Parantez içinde rakamlar, karada bunların eşdeğeri döküntü miktarlardır (Sağda) Minyatür fresklerden bir ayrıntı: Hayvan postu kaplı kalkanlarıyla silahlı savaşçılar ve bir deniz kazasında denize düşen insanlar MİNOSLULAR'A NE OLDU? Thera felaketinin Minoslular'ın yaşamı üzerinde, özellikle de kuzey kıyılarında ya da Doğu Girit'te volkanik kül bulutunun yolu üzerinde yaşayan çiftçi toplulukları ve saraylar üzerinde çok ciddi bir etki yaratmış olduğu tartışılmazdır Yağan küller tarladaki ürünü örtüp aynı yerlerin bir daha sürülmesini engellemiştir Kıtlıktan ve açlığın sonucunda oluşan bulaşıcı hastalıklardan yüzlerce ve belki de binlerce kişi ölmüştür Knossos denizden içeride ve yüksekte bulunduğundan dev dalgalar kıyıdaki yerleşim birimlerini sular altında bırakmış ama sarayı basmamış olmalıdır Yüzlerce ticari gemi, balıkçı teknesi ve daha küçük tekne dalgalar sonucunda parçalanmıştır ve bu da Minos uygarlığını besleyen şarap ve zeytinyağı ticareti üzerinde çok ciddi sonuçlar doğurmuş olmalıdır Ancak felaket, patlamadan sonra birkaç kuşak boyunca yaşadıkları ve hatta geliştikleri anlaşılan Minoslular'ı herhalde yok edememiştir Thera patlaması adanın ortasını havaya uçurarak dev kraterin ortasında aktif bir volkan bırakmıştır Günümüz Santorini köyünden volkana bir bakış |
Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş Bilgi |
08-16-2012 | #45 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Tarihin Gizemleri / Tarihin Gizemleri Hakkında Geniş BilgiTheseus ve Minotauros zaman: Efsanevi/Tunç Çağı Mekân: Ege Denizi'nde Girit Böylece Minos, utancını gizlemek için canavarı bir hapishanede saklamaya karar verdi ve büyük yetenek sahibi ünlü mimar Daedalos'un çizimiyle bir yer yaptı Bu hapishane gözleri aldatan labirent geçitleriyle OVİDÎUS, 1 YÜZYIL Theseus ve Minotauros hikâyesinin (ki, bazı bölümleri İÖ 6 yüzyıl sonralarına kadar izlenebilir) İÖ 2 yüzyıl kaynağı Atinalı Apollodoros'a göre Theseus, Atina'nın eski bir kralıydı Babası ölümlü kral Aigeus ise de, "biyolojik babası"nın Tanrı Poseidon olduğu iddia edilmiştir Theseus'un hikâyesinin ana konusu bir gencin çeşitli güçlüklerle başederek ergenliğe erişmesidir Yunan mitolojisinde çok rastlanıldığı üzere erkekliğe giden yol gurur, ironi ve hüzünle kaplıdır Ancak bu hikâyenin başka bir tarihsel gerçeği var mıdır? Theseus'un Troizen köyünde doğumundan sonra Aigeus, yeğenleri Pallasoğulları'nın intikamından korktuğu için çocuğunu Atina'ya götürmemişti Troizen'den ayrılırken, büyük bir kayanın altına kılıcını ve sandaletlerini gizlemiş ve karısı Aithra'ya çocuğu bu nesneleri kayanın altından tek başına çıkartacak kadar büyüyene ve güçlenene kadar köyde tutmasını söylemişti Ancak bu işi başardıktan sonra Theseus'un Atina'ya babasının yanına gitmeye izni olacaktı Theseus on altı yaşına geldiğinde güçlü kuvvetli bir delikanlı oldu Annesi Aithra da onu kayanın yanına götürdü Delikanlı kayayı kolayca kaldırıp babasının eşyalarını aldı Bu görevi başardıktan sonra aldığı talimat uyarınca Atina'ya gitmeye karar verdi Aithra onun deniz yoluyla gitmesini istiyorsa da, Theseus haydutlar, yolkesenler ve vahşi hayvanlarla dolu tehlikeli kara yolunu seçti Beklenildiği gibi yol boyunca pek çok tehlikeyle karşılaştı ve hepsinin üstesinden geldi Büyük gücünü ve kurnazlığını kullanan Theseus, başka kahramanlıkların yanı sıra Periphates'i öldürüp onun gürzünü elinden aldı, eşkıya Skiron'u yenerek denize attı, kötü yürekli Prokrustes'i öldürdü, "Crommion'un vahşi dişi domuzu"nu imha etti (Solda) Theseus, Minotauros'a bu göz kamaştırıcı labirentin ortasında öldürücü darbeyi vurmaya hazırlanıyor Salzburg yakınlarında bir Roma villasından mozaik, 400 yılları civarı (Sağda) İÖ yaklaşık 500-413 yıllarına ait Knossos'tan gümüş bir sikkede koşan Minatauros, efsane ile süregelen ilişkiyi gösteriyor ATİNA'NIN KAN BEDELİ: MİNOTAUROS'U BESLEMEK Theseus, Atina'ya geldiğinde ülkesine çöken büyük bir felaketle karşılaştı Uzun yıllar önce -Apollodoros, Troya Savaşı'ndan üç kuşak önce der- Girit Kralı Minos'un oğlu Androgeas, Atina'ya karşı bir savaşta öldürülmüştü Kral Minos öfkesi ve yası için kan parası istedi ve Atinalılar da Girit'le daha büyük bir çatışmaya girmemek için bunu kabul ettiler Her yıl (efsanenin bazı anlatımlarında dokuz yılda bir kere) Atinalı yedi genç erkek ve yedi genç kız Girit'e götürülecekler ve burada yarı insan yarı boğa Minotauros'a yem olmak üzere verilecekler ve o da onları Labyrenthos (labirent) hapishanesinde öldürecekti Knossos Sarayı'ndaki bu duvar resminde bir törende genç cambazlar ve saldıran boğa Bu tür uygulamalar Atina gençlerinin Minotauros'a kurban edilmeleri hikâyesinin temeli olabilir mi? Minotauros'un kökeni Kral Minos'un tanrıları kandırma boş çabasına kadar izlenebilir Minos, tanrılara kurban edeceği kusursuz bir boğa için dua etmiş, Poseidon da buna razı gelmişti Boğa o kadar muhteşem bir hayvandı ki, Minos onu kendine saklayıp daha az kusursuz bir hayvan kurban etmeye karar verdi Poseidon, Minos'un yaptığı işi anlayarak ona bir ceza verdi Öfkeli Tanrı'nın Minos'un karısı Pasiphae'ye yaptığı büyü nedeniyle kadın tanrısal boğaya âşık oldu Boğayla birleşmesi sonrası hamile kalıp Minotauros'u doğurdu Minos ünlü mimar Daedalos'a Minotauros'un hapsedileceği karmaşık bir Labyrenthos inşa ettirdi ve böylece Girit halkı bu yarı insan yarı boğa yaratığın tahribatından korunmuş oldu Theseus Atina'ya vardığında, son kurban grubu kendilerini Girit'e ve ölümlerine götürecek olan kara yelkenli gemiye binmek üzereydi Theseus, Minotauros'u yenip bu korkunç kurban işine son vereceğine inanarak seçilmişlerden birinin yerine geçmek istedi Kral Aigeus oğlunu vazgeçirmeye çalıştı ama sonunda bir şartla isteğini kabul etti: Theseus, Minotauros'u öldürüp Labyrenthos'tan kurtulabilirse Girit gemisiyle muzaffer olarak Atina'ya dönerken babasının başardığım anlaması için kara yelkenler yerine beyaz yelkenler takacaktı Theseus ile diğerleri Girit'e varınca Labyrenthos'a götürüldüler Kral Minos ile Pasiphae'nin kızı kurnaz Ariadne, Theseus'u görür görmez ona âşık oldu ve Labyrenthos'ta kaybolmasını önlemek için basit bir strateji geliştirdi Theseus uyumakta olan Minotauros'a erişinceye kadar kızın verdiği ipek iplik yumağını boşalttı Minotauros uyandı ve çok şiddetli bir mücadeleden sonra Theseus canavarı öldürdü Sonra ipi izleyerek kapıya ulaştı ve Atina'ya döndü Ancak ne yazık ki yelkenleri değiştirmeyi unutmuştu Aigeus kara yelkenleri görünce, oğlunun öldüğünü düşündü ve acısından yüksek bir yardan denize atlayarak hayatına son verdi (Solda) Genelde kalpsiz bir canavar olarak resmedilmesine rağmen G F Watts'ın Minotauros'u burada hüzünlü görünmektedir (Sağda) Theseus, Minotauros'u öldürdükten sonra cansız gövdesi üzerinde dinleniyor Antonio Canova'nın heykeli, 1781-83 THESEUS VE MİNOTAUROS: GERÇEK PAYI VAR MI? Girit'teki bu efsane konusunda herhangi bir arkeolojik kanıt var mıdır? Yarı insan yarı boğa yaratığı bir kenara bırakırsak Apollodoros'un Girit'te Kral Minos'tan söz etmesinin ilginç olduğunu görürüz Girit'te Knossos'ta 1900 yılında Sir Arthur Evans'ın başlattığı arkeolojik kazılar daha önce bilinmeyen bir uygarlığın varlığını ortaya çıkarmıştır Evans buna Kral Minos'un adıyla Minos uygarlığı adını vermiş ve doruk noktasına İÖ 50 ile 1420 arasında eriştiğini saptamıştır Eski Giritliler'in boğaların nemli rol oynadığı bir dinleri vardı Knossos'ta çok büyük bir Minos sarayındaki bir freskte bir dini tören olabilecek bir sahnede cambazlar bir boğanın üzerinde takla atmaktadırlar Sarayın duvarları kireçtaşından stilize edilmiş büyük boğa boynuzlarıyla süslüdür Sarayda bulunmuş tören kapları boğa başı biçiminde yapılmıştır Knossos Sarayı'nın planı da 20 bin metrekareye yayılmış yüzlerce, belki de bin odalı bir labirent görünümündedir Bu gerçek bir labirent olup insanlar tapınak ile Minotauros'un Labyrenthos'u arasındaki ilişkiyi çok eskiden beri kurmuşlardı İÖ 500 yılında, tapınak çoktan terk edilmiş olduğu sırada Giritliler, bir yüzünde Minotauros bir yüzünde bir labirent olan paralar basmışlardı Bu nedenle Theseus ve Minotauros efsanesinin, efsane dürbünüyle bakılan gerçek bir tarih olayını taşıdığı düşünülebilir Hikâye Yunanlılar'ın Minos uygarlığına tabi olduğu bir dönemi yansıtıyor olabilir ve Minotauros'un Labyrenthos'u da, Knossos'taki kazılar sonrası ortaya çıkan Tunç Çağı saray-tapınağının karmaşık oda düzeninin mitolojik yorumu olabilir Araştırmacılar Rodney Castleden ve J Lesley Fitton, Theseus'un Minotauros'u öldürüp Yunanlılar'ın Minoslular'a ödedikleri korkunç kan parasına son vermelerinin Yunan uygarlığının yükselerek Minoslular'ın Tunç Çağı boyunduruğundan kurtulmalarının efsanevi bir mecazı olduğunu iddia etmektedirler Girit dönüşü Theseus'un kral oluşu, tanrıça Athena şerefine Panathencia, Poseidon şerefine de İsthos şenliklerini düzenlemesi, halkın çıkarlarını gözeten, zenginlerle soyluların ayrıcalıklarını kısıtlayan toplumsal yasalar çıkarması, bir yanda çeşitli yiğitliklerini sürdürmesi, hatta arkadaşı Lapith kralı Peirithos'la birlikte Argonautlar'ın seferlerine katılması, Kalydon avına gitmesi, Oidipus'u Attika'ya kabul edip rahatça ölmesini sağlaması başka efsanevi özelliklerindendir (Solda) Knossos'tan boğa başlı törensel sıvı kabı Minoslular'ın sanatında sık sık boğa simgelerine rastlanılması bunların büyük dini önemlerine işaret etmektedir Yunanlılar'ın yarı insan yarı boğa Minotauros efsanesinin kaynağı bu olabilir (Sağda) Knossos Sarayının planı: Merkezdeki büyük bir avlu çevresinde koridorlardan ve odalardan oluşan bir labirent |
|