Cevap : Tarihmize Şan Verenler |
12-27-2007 | #31 |
RaHaTSiZ
|
Cevap : Tarihmize Şan VerenlerKöprülü Mehmed Paşa Köprülü Mehmed Paşa, zor bir devrede devleti maharetle idare etmiş, karmaşıklığa son vererek, devlete yeniden eski itibarını kazandırmış büyük bir devlet adamıdır Devlet hizmetine girdiği andan itibaren sık sık haksızlıklara maruz kalmış, çekemeyen kişilerin haset oklarına uğramış, fakat o yılmamış vargücüyle devlet hizmetine koşmuş ve yine en sıkıntılı zamanda hizmete talib olarak devlet gemisini sahil-i selâmete çıkarmaya muvaffak olmuştur Mehmed Paşa, 1578'de Amasya'nın Vezirköprü kasabasında doğmuştur Babası Vezirköprü eşrâfındandı Gençliğinde İstanbul'a getirilerek saraya alındı Has odalı Hüsrev Ağa'ya bağlanarak, büyük odalı zümresine dahil oldu Sonra hazine-i âmire'de vazife aldı Kara Mustafa Paşa'nın zamanında Mirahorluk payesi aldı Daha sonra Mirmiranlıkla Şam'a vali tayin edildi 1650'de Kubbe veziri oldu Sadrazam Gürcü Mehmed Paşa'nın garazına uğradı ve bu yüzden rütbesi alınarak Köstendil'e sürüldü İpşir Paşa'nın himayesi ile Trablus'a vali tayin edildi Eskişehir'de karşılaştığı Boynuyaralı Mehmed Paşa ile birlikte İstanbul'a döndü Bu esnada bütün memlekette anarşi kol gezmekteydi Zorbalık ve haksızlık almış yürümüştü Devlet düzeni bozulmuştu Ordudaki disiplin bozulmuş, askerler ahaliyi rahatsız etmeye başlamışlardı Henüz çocuk olan IVMehmed'in duruma hâkim olması mümkün değildi Annesi Turhan Valide Sultan saltanat naibeliği yapıyordu İstanbul'da bulunan Köprülü Mehmed Paşa ise; yakın dostlarından Mimar Kasım Ağa, şair ve Musikişinas Solak Zade Mehmed Hemdemî Efendi ve Evliya Çelebi ile sohbet ediyor, devlet idaresi hakkındaki fikirlerini açıklıyordu Mütevazi fıtratıyla tanınan, mevki ve makamda gözü bulunmayan Mehmed Paşa, devletin içerisinde olduğu durumdan ızdırap duyuyor ve yakın arkadaşlarına devletin kurtarılması için ne yapılması lazım geldiğini anlatıyordu Turhan Valide Sultan'ın müşavirlerinden olan Mimar Kasım Ağa, Köprülünün fikirlerini Valide sultana anlatmış ve Köprülüyü sadrazam olarak tavsiye etmişti Valide Sultan Köprülü ile görüştü ve onu sadrazam yapmak istediğini bildirdi O esnada 78 yaşında olan Köprülü, kendisine geniş yetkiler verildiği ve aleyhine hile koparanların sözlerine itibar edilmeyeceğine söz verildiği takdirde sedâreti kabul edeceğini bildirmiş ve kendisine çok geniş yetkilerin verilmesi üzerine 15 Eylül 1656'da sadrazamlığı kabul etmişti Mehmed Paşa idareyi ele alır almaz derhal anarşiyi bastırma yoluna gitmiş ve zorbaları birer birer yakalatarak cezalarını vermişti IVMurad gibi, ordu intizam altına alınmadan Devletin kargaşadan kurtanlamayacağına ve huzurun temin edilemeyeceğine inanan Mehmed Paşa, ordudaki zorbaları temizleyerek, disiplini kurmaya muvaffak oldu İstanbul'daki karışıklıklarda, yeniçeri kiyafetine soktuğu Hristiyanlar vasıtası ile müslüman ahaliyi zarara uğratan Rum patriğini idam ettirdi İstanbul'daki ulemâ sınıfı arasındaki kargaşalığı önledi ve bu sınıfın huzurla hizmet görür hale gelmelerini sağladı Devlet bünyesinde asayişi muhafaza edip, huzur ve intizamı ikame ettikten sonra orduyu toplayarak sefere çıktı Çanakkale Boğazını kapatmış olan Venediklilerin üzerine yürüdü Kaptan Topal Mehmed Paşa'nın denizden, kendisinin karadan yaptığı taarruz neticesinde Venediklileri boğazdan attı ve Venedik işgali altındaki Bozcaada ve Limni adalarını geri aldı Eflak, Boğdan ve Erdel meselelerini ele aldı Bu havalideki isyanları bastırdı Anadolu'daki Abaza Hasan Paşa isyanını da başarıyla bastırdı ve Anadolu'da huzuru temin etti 1661'de Edirne'de vefat eden Köprülü, İstanbul'a getirilerek Divanyolundaki türbesine defnedildi Kendisinden sonra oğullan, Fazıl Ahmed Paşa ve Fazıl Mustafa Paşa sadrazam olarak devlete hizmet etmişler ve büyük muvaffakiyet göstermişlerdir |
Cevap : Tarihmize Şan Verenler |
12-27-2007 | #32 |
RaHaTSiZ
|
Cevap : Tarihmize Şan VerenlerMehmed Es'ad Yesarî Efendi San'atlar arasında mümtaz bir yere sahip olan Hat san'atı, Osmanlı hattatlarının elinde kemâlin zirvesine çıkmıştır Osmanlı Devleti bünyesinde yetişen sayısız hattatlar görenleri hayran bırakan nefis eserler bırakmışlardır Bu hattatlar arasında öne çıkmış, bu san'atın zirvesine ulaşmış yıldız şahsiyetler kendilerinden sonra gelen hattatlara rehber olmuşlardır Hattat Mehmed Es'ad Yesâri efendi de bu yıldız şahsiyetlerden birisidir O, azmiyle iradesiyle hat san'atında latif eserler vermiştir Mehmed Esad Efendi; Selefleri olan, hat san'atının ustalarından, Şeyh Hamdullah, Süleymaniye camiindeki yazılarını hayranlıkla temaşa ettiğimiz Şemseddin Karahisâri ve 17Asrın en büyük Hattatı Hafız Osman Efendiler gibi, Hat san'atına yenilik getirmiştir Bütün hat san'atkârlarımız getirdikleri yeniliklerle ve bu sanatı mütekâmil hâle getirmeleriyle İslâm Âleminde bu san'atın ustaları olmuşlardır Bu yüzdendir ki Osmanlı hattatlarının en önde bulunmalarını îma eden "Kur'an-ı Kerim Mekke'de nazil oldu Mısır'da okundu İstanbul'da yazıldı" sözü meşhur olmuştur Osmanlı san'atkârları belli başlı hat nevileri olan; Kûfî, Muhakkak, Reyhanı, Nesih, Celî, Sülüs, Tevkî, Raik'a, Divanî, Siyâkat, Gubâr, Tuğra, Menşur, Zülfü Arûs, Hilâli, Muinî, Şikeste, Müselsel de en mükemmel şekli bulmuş ve icra etmişlerdir Yalnız Es'ad Yesârî Efendiye gelinceye kadar 'Ta'lîk" yazıda İran hat san'atkârları önde bulunmaktaydı Yesârî Efendi Ta'lik yazıya da en mükemmel şekli kazandırmış ve hat san'atının bu nevinde de en mükemmel eserleri Osmanlı san'atkârlarının verebileceğini isbatlamıştır Hattat Yesârî Efendi'nin hayatı da eserleri kadar dikkat çekicidir O, azmin ve iradenin muvaffakiyetin temel şartı olduğunu göstermiştir Yesârî Efendi dünyaya geldiğinde vücudunun sağ tarafı felçli ve sol tarafı titrekti Fakat O, vücudun hakiki sahibinin kendisi olmadığını idrak edecek bir imana sahipti Bu durumun çalışmaya, meslek edinmeye ve meslekte uzman olmaya mâni teşkil etmeyeceğini gösterircesine çalıştı Küçük yaşta hattatlığa merak sarmıştı Sağ eli felçli olduğundan sol eliyle yazıyordu Bu yüzden "Yesârî" diye anılmaya başlanmış ve daha sonraları bu sıfat isminin yerine kullanılmıştır Devrin meşhur hattatlarından Seyyid Mehmed Efendi'den meşk etmiş kısa zamanda kabiliyetini göstermiştir Bir müddet Seyyid Mehmed Efendi'den meşk ettikten sonra icazet almıştır Daha sonra, Hattat-ı şehir Kâtipzâde Mehmed Refı' ve İsmail Refik Efendilerden de 1767'de icazet almıştır Kısa zamanda temayüz ederi ve çevrede tanınan Mehmed Es'ad efendi gayet mütevazi bir karaktere sahipti Bu yüzdendir ki san'atının takdiri yanında herkes tarafından sevilip, sayılmış, devrin ileri gelenlerinden büyük itibar görmüştür Devletin Şeyhülislâmı Veliyüddin Efendi, Mehmed Es'ad efendinin vücutça hastalıklı olmasına rağmen Hat san'atında kemâle erişi ve bu derece maharetine nisbeten gösterdiği tevazuu karşısında; "Cenab-ı Hak, bu zatı bizim enf-i istihbarımızı (kibirlenen burnumuzu, kibirliliğimizi) kırmak için göndermiştir" demekten kendini alamamıştır Es'ad Yesari Efendi, bu güzel san'atı gittikçe tekâmül ettirerek devrinin en meşhur hattatları arasında yer almıştır Bu ustalığından dolayı Enderun'ı Hümâyun'a hat muallimi olarak tayin edilmiştir Sultan 3Selim'in de takdirini kazanmıştır Es'ad Mehmed Efendi'nin hayatına dair değişik bir çizgi olarak 1791 senesinde kendisi gibi hattat olan oğlu Mustafa İzzed Efendiyle birlikte Hacca gittiğini bilmekteyiz Mehmed Es'ad Efendi tevazuu yanında san'atını öğretmekte de gayet cömertti San'atının zekatını, sadakasını, hatta bu sahadaki bütün varlığını cömertçe taliplilere dağıtıyordu Evi âdeta bir mektep haline gelmişti Bu san'ata merak salanlar haftanın belirli günlerinde evini dolduruyor ve bu büyük san'atkardan meşkediyorlardı Mehmed Es'ad Yesârî Efendi 19 Aralık 1798'de İstanbul'da vefat ettiğinde geride kendisini ebediyyete kadar hatırlatacak pek çok levhalar, kitabeler bırakmıştı Devrin şairlerinden Süruri vefatına şu kıt'ayla tarih düşürmüştür: Hattât-ı hoş nivis Yesari Efendi'nin Fevtîle kiydi hâme-i terceme-i siyah Tarihi harfi mu'ceme ta'lik edüb dedim Ceffelkalem Yesârîi Hattat getdi ah" |
Cevap : Tarihmize Şan Verenler |
12-27-2007 | #33 |
RaHaTSiZ
|
Cevap : Tarihmize Şan VerenlerAhmed Cevdet Paşa 19 asrın en meşhur Devlet adamı ve âlimlerinden birisi de Ahmed Cevdet Paşa'dır Cevdet Paşa Devlet kademelerindeki icraatlarıyla, telif ettiği eserlerle ve hukuk sahasındaki üstün başarısıyla devrinde ve sonraki yıllarda takdirle hatırlanmıştır 27 Mart 1822'de Lofça'da doğan Cevdet Paşa ilim âlemine çok küçük yaşında adımını atmıştır Dedesi Ahmet Ağa Prut gazilerindendir Babası İsmail Ağa Lofça'nın idare meclisi azâsıdır Annesi Ayşe Sünbül Hanım da kültürlü, ilim, irfan kıymeti bilir bir kadındır Bu şekilde ilme kıymet veren bir aile muhitinde büyüyen Ahmet Cevdet, ilk tahsilini doğduğu kasabada yapmış, çok kuvvetli bir dinî kültür edinmiştir 17 yaşına kadar Lofça'daki âlimlerden dinî ilimlerin yanı sıra, Arapça, mantık ve fen ilimleri tahsil etmiştir Fıtraten, zeki, kabiliyetli ve çalışkan olan Ahmet Cevdet 1839'da İstanbul'a gelmiş ve Fatih Camiinde tahsiline devam etmiştir Bir taraftan öğrenirken diğer taraftan da öğrendiğini öğretmektedir Devrin ricali, âlim ve şairleriyle tanışmış, hepsinin takdirini kazanmıştır 1844'te Dârül-Mesnevî'nin açılışı esnasında padişah IAbdülmecit'in huzurunda Mesnevi-i Şerif icazetini almıştır Medresede, hadis, tefsir, mantık, âdap, ilm-i kelam, hikmet, hendese, hesap, cebir, kozmoğrafya, coğrafya tahsil ederek kuvvetli bir ilmî yapı kazanmış olan Cevdat Paşa, devlet hizmetinde çeşitli kademelerde selâhiyetini ortaya koymuş ve her vazifesinde muvaffakiyet göstermiştir 1845'te Müderris oldu 1850'de Meclis-i Maârif âzâlığı ile Darülmuallimîn müdürlüğüne tayin edildi- 1851'de devrin en yetkili ilim müessesesi olan "Encümen-i Dâniş"e âza tayin edildi Bu vazifede iken "Kavâid-i Osmaniyye" isimli dilbilgisi kitabını Sultan Abdülmecid'e takdim etti 1853'te de otuz yılda ikmal edeceği 12 ciltlik meşhur eseri "Tarih-i Cevdet" in üç cildini tamamlayarak padişaha sundu Cevdet Paşa bir yandan resmî vazifelerini yaparken bir yandan da ilmî faaliyetini devam ettirmekte, durmadan eser telif etmekteydi Onun parlak çalışmalarla geçen vazife hayatına göz atmaya devam edelim: 1855'te Vak'anüvis olan Cevdet Paşa, yine aynı sene içerisinde Galata Mollası olarak hizmet verdi Meclis-i Âli-i Tanzimat âzası oldu Bu vazifede iken cezaî kanunnâmeleri tamamlamada çalıştı 23 Mayıs 1863'te Bosna-Hersek müfettişliğine gönderildi Bu vazifeden dönüşünde kendisine Osmanlı nişanı verildi 1865'te vezir (paşa) rütbesini kazandı ve akabinde Haleb Valiliğine tayin olundu 1868'de İstanbul'a çağrılarak "Divan-ı Ahkâm-ı Adliye" ve "Cemiyet-i İlmiyye" başkanlıklarına getirildi Cevdet Paşa, yirmi sene bu vazifede kaldı Bu vazifede iken 1872'de Maraş valiliğine (18 gün), Bursa valiliğine gönderilmişse de sonradan tekrar çağrılarak, Hanefi fıkhının temel alındığı kanunların tanzimi için çalışan heyetin başına getirildi Temel hukuk eserlerinden olan ve uzun zaman kullanılan "Medeni kanunları" muhtevi Mecelle'nin tanziminde en büyük vazifeyi yüklenmiştir Cevdet Paşa çeşitli defalar, mühim devlet makamı olan nazırlık (bakanlık)larda bulunmuş ve bu makamlarda iken çok değerli icraatlar yapmıştır Vefatına kadar, beş defa adliye, üç defa marif, iki defa evkaf (vakıflar), birer defa da dahiliye (içişleri), ticaret ve ziraat (tarım) nazırlığı yapmıştır Ayrıca Şûrayı Devlet (Danıştay) reisliği de yapmıştır Mühim devlet idareciliği esnasında isabetli karar vermesiyle de tanındı 1877'deki Osmanlı-Rus harbinin aleyhinde bulundu ve devletin harbe girmesini istemedi, fakat imkânları elvermediğinden harbe mani olamadı 25 Mayıs 1895'te İstanbul'da Hakkın rahmetine kavuşan Cevdet Paşa geride kendisini rahmetle andıran değerli eserler ve uzun yıllar boyunca verilen değerli hizmetler bıraktı Fatih türbesi mezarlığına defnedildi Cevdet Paşa, tarih, hukuk, edebiyat ve dinî ilimler sahasında kıymetli eserler telif etmiştir Başlıcaları şunlardır: Kavâid-i Osmaniye, Belâgat-i Osmaniye, Kavâid-i Türkiyye, Divançe (kaside ve gazeller), Tezâkir (tarih), Tarih-i Cevdet, Mâruzât, Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefâ Ayrıca kendisinin başkanlığındaki ilmî bir heyetin hazırladığı ve 1868'den 1926'ya kadar 58 sene mer'iyette kalan MECELLE'yi de Cevdet Paşa'nın emek verdiği eser olarak kabul etmek lazımdır Cevdet Paşa Yurdumuzda Hukuk Fakültesinin kurucusu olarak da isim yapmıştır |
Cevap : Tarihmize Şan Verenler |
12-27-2007 | #34 |
RaHaTSiZ
|
Cevap : Tarihmize Şan VerenlerKoca Yusuf Pehlivanlarımızın dünyaya nam saldıkları 19 asırdayız Henüz yürümeye başladığı andan itibaren akranlarıyla kapışarak pehlivanlığa ilk adımı atan yiğitlerimiz, büyüdükçe ustaların nezareti altında güreş dersi alarak er meydanına hazırlanmaktadırlar Devrin hâkim havası altında, sağlam bir dinî ve millî kültür alan pehlivanlar, mertlik, yiğitlik, pehlivanlık yarışıı yapmayı en büyük zevk kabul etmektedirler Devrin insanlarının en büyük eğlencesi de bu yiğitlerin güreşlerini seyretmektir Asırlardır harp meydanlarında gayr-i müslimlerle karşılaşmış yiğitlerimiz, ilk defa 19 asırda, sulh zamanında "diyar-ı firengistan"da gayr-ı müslim pehlivanlarla karşılaşmışlardır Avrupa ve Amerika'da güreşerek dünyaya nam salan pehlivanlarımızın en meşhuru Koca Yusuf tur Gelmiş geçmiş en meşhur pehlivanlarımızdan olan Koca Yusuf, ulemâların "darül harp"te güreş tutmanın ve müslümanların maddeten de güçlü olduklarını isbat etmenin de bir cihad olduğu yolunda beyanları üzerine Avrupa ve Amerika'ya itmiş oralardaki bütün meşhur pehlivanların sırtını yere vurarak cihan pehlivanı unvanını almıştır Evlâd-ı fâtihan'dan olan Koca Yusuf 1865'te Deliorman'ın Şumla köyünde dünyaya gelmiştir Çocukluğundan itibaren güreşe merak salan Yusuf on altı yaşında ayağına kisbet geçirerek er meydanında boy göstermeye başlamıştır Yusuf, çevikliği, kuvveti, ustalığı yanı sıra; açık sözlülüğü, mertliği ve İslâm'ı yaşamadaki hassasiyetiyle de dikkatleri çekmektedir Yirmi yaşına geldiğinde kendisine antreman verecek pehlivan bulamayan Koca Yusuf çoğu vakit tek başına çalışmaktadır Yusuf, koca koca kütükleri kaldırmakta, bu kütükleri kucağına alarak taşımaktadır Her gün yüksek dağlara inip çıkan, koşan, temiz havayı ciğerlerine dolduran Yusuf, duvar idmanı yapmakta, çamur yoğurarak parmaklarını ve bileklerini kuvvetlendirmektedir Koca Yusuf yirmi yaşında iken 1885 yılında, 26 senedir Kırkpınar Başpehlivanlığını elinde bulunduran Aliço ile berabere kalmış, Aliço da sonrasında Koca Yusuf un "başpehlivanlığa" layık bir yiğit olduğunu kabul ederek başpehlivanlığı devretmiştir Bu tarihten itibaren Yusuf Türkiye'nin başpehlivanıdır Karşısına çıkan hiçbir pehlivan kendisinden bu unvanı almaya muvaffak olamamışdır Devrin meşhur pehlivanları; Adalı Halil, Kara Ahmet, Katrancı, Karagöz Ali, Memiş, Filiz Nurullah, Kurtdereli Mehmet ve Hergeleci İbrahim Koca Yusuf la kapışmışlar, hepsi de Yusuf un kendilerinden üstün pehlivan olduğunu kabul etmişlerdir Er meydanında kıran kırana güreş yapılmaktadır Zamana sınırlama yoktur Mesala 1890'da Koca Yusufla Adalı beş saat güreşmişler, fakat herhangi bir netice alamamışlardır Türkiye'nin en kuvvetli adamı kabul edilen Yusuf, Fransız sirk cambazı Doublier'in dikkatini çeker ve Yusuf u Avrupa'ya götürerek güreştirmek bu sayede para kazanmak ister Meseleyi Koca Yusuf a açtığında ilk başlarda kabul etmeyen Yusuf, bilahare parayı pulu aklına getirmeden, sadece "keferelerin sırtını yere vurmak" ve Müslümanların maddî kuvvet bakımından da üstün olduklarını isbatlamak için Avrupa'ya gitmeğe razı olur Avrupalılar o devirde serbest güreşin yabancısı olduğundan Koca Yusuf Greko Romen güreşi dersi alır 1895'te Fransa'ya gider Yusuf, antremanda bile olsa içerisinde yenişme olmayan güreşi kabul etmemekte, karşısındaki rakibini tutar tutmaz yere sermektedir Fransa'ya giden Yusufun nâmı kısa zamanda bütün Fransa'da duyulmaya başlamıştır Yusuf peşpeşe yaptığı güreşlerde rakiplerini bir dakika bile beklemeden tuş yapmaktadır Fransa'nın meşhur güreşçileri, Fenelon, Furnier, Dumont, Pol Pons, Sabes ve Feliks Bernard'ı Fransızları hayrette düşürecek kadar kısa zamanda yener Mesela Dünya şampiyonu diye tanınan Sabes'i dört saniyede tuş eder Yusufun rakiplerini nasıl yendiğini anlamaya bile vakit bulamayan seyirciler güreşlerin uzatılmasını istemektedirler Yusuf ise böyle bir teklifi şiddetle reddetmektedir Menejerleri Yusuftan yavaş güreşmesini rica ederler Yusuf bu teklifi kabul eder Fakat Yusuf rakipleriyle bir-iki dakika oynadıktan sonra kâfi bulmakta ve sırtlarım yere vurmaktadır Çaresiz kalan organizatörler Yusufun karşısına peş peşe iki güreşçi çıkarırlar ve iki güreşçinin yirmi dakika dayanması halinde büyük para vadederler Ne varki Yusuf kendisiyle peş peşe güreşen Gambier ve Raul gibi meşhur güreşçileri de yirmi dakika dolmadan tuş yapıverir Yusuf, karşısına çıkan mağrur Rum Pierri ve İngiliz Tom Cannon'u da kısa zamanda tuş eder Avrupalı organizatörler, bu müthiş pehlivanı ancak bir Müslüman pehlivanının yenebileceğine kanaat getirerek Türkiye'den Hergeleci İbrahim'i getirirler Fransa'da karşı karşıya gelen Koca Yusuf la Hergeleci Avrupalıları hayrette bırakan müthiş bir güreş sergilerler Anlaşmalarına göre güreş Türkiye'deki gibi serbest ve kıran kırana olacaktır Güreş süratle devam ederken Yusuf, Hergeleci'ye boyunduruk takar, Hergelecinin burnundan kan akmağa başlar Telaşlanan hakemler güreşi durdurup Hergeleci'ye bir şikayeti olup olmadığını sorarlar Şaşıran Hergeleci burnundan devamlı akan kana aldırış etmeksizin; "Neden ola ki? İşte pekâla güreşip duruyoruz" der Oynaş güreşe alışmış Avrupalıların şaşkın bakışları arasında bir nara savuran Koca Yusuf bu defa Hergeleciyi Kurt kapanına alır Hergeleci'nin boğulduğunu zanneden seyirciler telaşlanırlar, kadınlar bağrışmayâ, ağlaşmaya başlar Jüri heyeti ayrılmalarını ister Yusuf aldırış etmez Birkaç kişi Yusufu çeker yine de ayıramazlar Bu defa sopalarla, bastonlarla Yusufun sırtına, kafasına vurmağa başlarlar Netice'de ayrılan pehlivanlar berabere ilan edilir Her iki pehlivanımız da neticeden memnun değildir Yusuf; "Ne güzel güreşiyorduk" derken Hergeleci; "Bizde erkek güleşir, kadın ağlar; ama asla güreşi bırakın demez" ifadeleriyle kırgınlığını ortaya koymaktadır Fransızlar Yusufu yendirmek için Amerika'dan zincirkıran lakaplı Leitner'i getirtirler Ne var ki Yusuf Leitner'i de kısa zamanda tuş ediverir Fransa'da karşısına çıkacak rakip bulamayan Yusuf sıkılmağa başlar Onu en fazla organizatörlerin davranışları üzmektedir Yusufun paraya pula metelik vermediğini bilen organizatörler onun sırtından büyük servetler elde ederken Yusuf a çok az pay vermektedirler Yusuf buna da aldırış etmez Fakat inancına göz dikilmesi Yusuf u çileden çıkarır Güreşirken tesettüre riayet eden ve diz kapaklarını örten şortla güreş tutan Yusuf hususi hayatında da dinî inançlarına son derece bağlıdır Namazlarını düzenli olarak kılmaktadır Yemeklerinin piştiği kaplarda daha önce domuz yağı ve etiyle yemek pişmiş olması ihtimalini göz önünde bulunduran Yusuf önceden bu kaplan iyice yıkatmakta ve yemeklerin pişmesine bizzat nezaret etmektedir Yusufun sırtından para kazanan Fransız Doublier sırf Yusufun inancıyla alay etmek için bir gün yemeğine domuz eti karıştırır Bunu farkeden Yusuf, Doublier'i haklamak ister Durumu farkeden Fransız kaçar Ahlaksızlıktan tiksinen Yusuf, hele inancına karşı yapılan bu hakarete tahammül edemiyerek yapılan bütün teklifleri reddederek Fransa'da güreş yapmak istemez Yusufun davranışları hayretle karşılanmaktadır İngiliz Torna Cannon, "Meğer sizin Yusufun ahlakı da gövdesinin kuvveti kadar yamanmış" demektedir Fransa'daki ve civardan gelen bütün meşhur güreşçileri yenen Yusuf kendisine yapılan teklifi kabul ederek Amerika'ya gider Koca Yusuf Amerika'da Amerikan basını Koca Yusufun gelişine büyük ehemmiyet vermiş ve yaptıkları neşriyatlarla Yusufu methetmişlerdir Gazeteler aynı zamanda Yusufun meydan okumasına cevap vermeyen Amerika'lı güreşçilerle de alay etmektedir "Güreş âleminin İskender'i, Napolyon'u geldi" diyen Amerikan basını Yusuf tan şöyle bahsetmektedir: "Tırnağının ucuna kadar namuslu bir adam ve ne miktar olursa olsun para onu satın alıp cambazlık yaptıramaz" "Bizim sporculara pek tuhaf gelecek bir gerçek var Bu Türk paraya hiç önem vermiyor" "Yusuf geldi Güreş etmek istiyor ve isteğinde gayet samimi Parasını da yatırdı Gelgelelim karşısına çıkacak Amerikalı bulunmuyor Bundan çıkan mânâ bizimkilerin müthiş ziyaretçinin kuvvetinden ürktükleridir" "Müthiş Türk Yusuf, maçlarını Nev York'a gelmeden evvel ayarlamadığı ve güreş etmek istediğini uluorta söylediği için hata etmiştir Böyle bir açıklama Amerikalı güreşçileri paniğe uğratmak için kâfiydi Anlaşıldığına göre, şimdiye kadar şampiyonuz diye poz veren adamlar, Türk bu memlekette kaldıkça meydana çıkmayacaklar" Güreşmek ümidiyle Amerika'ya gelen Yusuf her sabah organizatörlere; "Bugün güreşecek miyim" diye sormaktadır Yusufun karşısına çıkacak güreşçi bulamayan organizatörler nihayet akıllarınca bir çare bulurlar Yusufun karşısına peş peşe beş güreşçi çıkacaktır Ne var ki, Yusuf birincisinin sırtını yere serince diğer dört güreşçi, mindere çıkmaktan vazgeçerek organizatörleri hayal kırıklığına uğratırlar Bir diğer çare olarak Yusuf a beş dakika dayanana yüz dolar vaadedilir Bu da netice vermez Çünkü hiçbir güreşçi Yusufun karşısında beş dakika dayanamamaktadır Yusuf kendisine meydan okuyan, "Amerikan şampiyonu" unvanlı Robert'le güreşir Ancak iki dakika boyunca Yusufun eline geçmemek için devamlı kaçan Robert yakalanacağını anlayınca minderden aşağı atlar Çok kızan Yusuf salonda bulunan on bin kişiyi kendisiyle güreşe davet eder Müteakip güreşinde Yusuf Robert'i perişan ederek yener Yusufun Amerika'daki meşhur güreşlerinden birisi de John FMcCormick ile yaptığı güreştir Anlaşmaya göre Yusuf McCormick'i bir saat içerisinde üç defa tuş yapacak, yapamadığı takdirde mağlup sayılacaktır Güreş başladıktan yedi dakika sonra Yusuf üç tuşu da yapmıştır 1898'de Amerika'da fırtına gibi esen Yusuf Amerika turuna çıkar ve her gittiği yerde rakiplerini perişan eder Zaman olur 41 derece ateşle güreşir Yusuf kendisine meydan okuyan ve esip savuran Rum Heraklides'i perişan eder Rumla yaptığı güreşlerin birincisinde 47 saniyede, ikincisinde ise 23 saniyede tuş yaparak Rum'un mağrur burnunu yere sürter Yusuf Amerika'da son maçını serbest güreş dünya şampiyonu Lewis ile yapmıştır Chicago'da yapılan güreşte Lewis'i üst üste iki defa yenmiştir Yaptığı bütün karşılaşmalarda, dininin, vatanının, milletinin şânını düşünen Yusuf devamlı galip gelmiştir Avrupalılar kendisine "yenilmez Türk" ünvanını takmışlardır Yusufun gözünde kazandığı paraların ehemmiyeti yoktur O artık vatanını, ailesini özlemiştir Yusuf kalan ömrünün iki çocuğu ve ailesiyle birlikte, Eyüb Sultan civannda alacağı bahçeli bir evde ibadet yaparak geçirmek istemektedir Vatan hasretine dayanamayan Yusuf New York'tan 21 Mayıs 1898'de Fransız bandıralı da Bourgogne Transatlantiği'ne binerek yola çıkar Ne var ki ecel onu okyanusta beklemektedir Bindiği gemi sis yüzünden İrlanda bandıralı Crmartyshire gemisiyle çarpışır Geminin battığını gören Yusuf abdest alarak iki rekat namaz kılar Daha sonra bir filikaya binmek üzere denize atlar Ne var ki can telaşına düşen tayfalar ve yolcular Yusufun binmesiyle filikanın batacağından ürkerek onun filikaya binmesini engellerler Yusufun mengene gibi kayığın kenarına yapışan elini kürek darbeleriyle sökemeyince balta ile bileklerini keserler Bunun üzerine Yusuf 5 Haziran 1898'de boğularak ruhunu Rahmân'a teslim eder |
Cevap : Tarihmize Şan Verenler |
12-27-2007 | #35 |
RaHaTSiZ
|
Cevap : Tarihmize Şan VerenlerSultan IIAbdülhamid Han Sultan IIAbdülhamid Han, tarihimizin en talihsiz idarecilerindendir onun talihsizliği daha tahta çıkar çıkmaz başlamıştır "Kaht-ı Rical" tabirinin tam olarak kullanılabileceği bir devrede tahte oturmuştur Otuz üç yıllık saltanatı müddetince, koca bir devleti bütünüyle parçalanmaktan kurtarmasına, vatan parçasının Ermeniler ve diğer Avrupalı devletlerce parça parça edilmesini önlemesine, perişan bir vaziyetteki ekonomiyi rayına oturtmasına, çok şümullü kültür ve eğitim seferberliğini başlatmasına rağmen "gelenin keyfi için geçmişe sövmeyi" âdet edinenlerin kaza oklarından kurtulamamıştır Öyle ki günümüze kadar uzanan bir zaman diliminde Sultan IIAbdülhamid gerçek yönüyle ele almaktan ısrarla kaçınılmıştır Hakkında gerçekçi bir inceleme yapılmadan Yahudilerin, Ermenilerin ve emperyalist emellerine mani olduğu için Avrupalıların yakıştırdığı "Kızıl Sultan" yaftası bazı yerli tarihçiler tarafından ısrarla kullanılmıştır Osmanlı tahtında en fazla kalan padişahlardan olan ve bütün Avrupa ülkelerinin, "hasta adam" tabir ettikleri Osmanlı Devletini pay etme sevdasına düştükleri bir devrede tahta oturan Sultan IIAbdülhamid'in hayatı çeşitli cepheleriyle incelendiğinde 19yüzyılın siyasî ve içtimaî panoraması hakkında enteresan bilgiler alınacaktır Biz, şahsiyeti en fazla tartışma mevzuu olmuş bir padişah'ın hayatına devrindeki hadiseleri de ele alarak kısaca göz atacağız Sultan IIAbdülhamid 21 Eylül 1842'de dünyaya geldi Babası Sultan Abdülmecid, annesi Tir-i Müjgan Sultan'dır İyi bir tahsil görmüştür Arapça, Farsça, Fransızca ve Tarih üzerine dersler almıştır Ayrıca musiki öğrenmiş, marangozluk sanatında mükemmel eserler yapacak derecede ustalaşmıştır Öyle ki yaptığı eserlerin yağmadan kurtulabilenleri görenlerce takdirle karşılanmaktadır Cuma ve bazan vakit namazlarını kıldığı Yıldız Camiindeki, kendisinin ve şehzadenin namaz kıldığı mahfillerin tahta işlemesini bizzat kendisi yapmıştır Sultan IIAbdülhamid, büyük kardeşi Sultan VMurad'ın 31 Ağustos 1876'da tahttan indirilmesinden sonra aynı gün Topkapı sarayında tahta oturarak cülus etmiş, 7 Eylül'de Kılıç alayı yapılmıştır Tahta oturduğunda ikbal uğruna türlü desiseler çeviren şahıslar Devletin en mühim kademesinde vazife başındaydılar Sultan Abdülaziz Han; Abdülhamid Han'ın tahta geçtiği esnada en üst seviyede Devlet idaresinde bulunanlardan, Hüseyin Avni Paşa, Midhat Paşa ve Mütercim Rüştü Paşa'nın müşterek çalışmalarıyla ve bizzat Abdülaziz'in üzerine titrediği donanmanın ve ordunun suistimal edilmesiyle 30 Mayıs 1876'da tahttan indirilmiş, daha sonra da bilhassa Hüseyin Avni Paşa'nın planlarıyla 4 Haziran 1876'da saray pehlivanlarınca her iki bilekleri kesilmek suretiyle şehit edilmiştir Öyle ki bu pehlivan padişah henüz ölmemişken yanına doktor yaklaştırılmamış, ardından Hüseyin Avni Paşa tarafından Beşiktaş Karakoluna naklettirilmiş, orada hasır üzerine bırakılmıştır Sultan Abdülaziz Beşiktaş karakolunda can çekişmiş, daha sonra ruhunu Rahmana teslim etmiştir Abdülaziz Han'ın katline karışanlar Yıldız Mahkemesinde muhakem edilmişler, neticede ileri gelenler idama mahkum olmuşlardır Fakat Sultan Abdülhamid bu idamları hapis cezasına çevirmiştir Abdülhamid Han'ın tahta geçtiği 1876 senesi Osmanlı tarihinin dönüm noktasıdır Bu tarihte Rusya ile kaçınılmaz bir savaş yaklaşmaktaydı Balkanlarda huzursuzluk vardı İsyan hareketleri görülüyordu Sırbistan ve Karadağ Prenslikleri isyan etmişti Bosna ve Hersek'te ayaklanmalar devam edip gidiyordu Girit huzursuzdur Bu kanşık hengâmede tarihimizde ilk Anayasa hazırlanmış ve 23 Aralık 1876'da ilan edilmiştir Bu tarih aynı zamanda IMeşrutiyetin ilanı tarihidir Anayasa mucibince teşekkül olunan "Meclis-i Meb'usan" 19 Mart 1877'de açılmıştır Bu tarihten itibaren padişah yegâne karar mercii değildir Bu durum 13 Şubat 1878'de Meclis-i Meb'usanın padişah tarafından tatil edilmesine kadar devam etmiştir Daha sonra IMeşrutiyetin ilan edildiği tarih olan 23 Temmuz 1908'e kadar, otuz küsur sene IIAbdülhamid Han'ın şahsî idaresi başlayacaktır Birinci Meşrutiyet devresi, Abdülhamid Han'ın şahsiyetinin Devlet idaresinde tam olarak görülmediği devredir Kendisinin istememesine rağmen bazı Paşalar ve idareciler Rusya ile savaşta ısrar etmektedirler Bu şahısların baskısı ve Meclisin ısrarına, henüz tahta yeni oturmuş olan Abdülhamid Han karşı koyamaz ve Rusya'ya harp ilan edilir Padişah'ın bu devrede mühim faaliyetlerinden olarak bazı Devlet ricalini etkili vazifelerden uzaklaştırması gösterilebilir Mithat Paşa'nın 5 Şubat 1877'de Türkiye'den çıkarılması buna misal verilebilir İyi bir vali olan Mithat Paşa daha sonraları ikbal hırsına kapılarak türlü entrikalarla devlet çarkının başına tırmanmış, fakat icraatları bu makama layık olmadığını göstermiştir Abdülaziz'in hal'inde birinci derecede rol oynamıştır Bosna-Hersek eyâletinde ayyıldızlı bayrağın yanına bir haç ilave ettirmek garabetini göstermiştir Kendi adına ordu kurmak cür'etini göstermiştir Devletin amansız düşmanı İngiltere'nin gözü kapalı hayranlarındandır Neticede hırsının tokadını yemiş, şan ve şöhretini kaybetmiştir Osmanlı-Rus harbi Abdülhamid Han; henüz tam olarak Devlet idaresine hâkim olamadığını, Devletin borçlar içerisinde yüzdüğünü, Orduda tam bir birliğin temin edilemediğini biliyordu ve bu yüzden Rusya ile savaşa girmek istemiyordu neticede Devlet ricalinin ısrarları kararda ağır bastı ve 24 Nisan 1877'de Rusya'ya harp ilan edildi Hicrî 1293 yılında cereyan ettiği için tarihimize 93 harbi diye geçen, bir sene devam edecak büyük muharebe başlamış oldu Bu muharebe Dünyada cereyan etmiş ve büyük muharebelerden birisidir Rumeli (Tuna) ve Anadolu (Kafkas) cephesi olmak üzere iki büyük cephede cereyan etmiştir Bu savaşlarda Osman Paşa Tuna cephesinde, Muhtar Paşa Kafkas cephesinde büyük kahramanlıklar göstermişlerdir Ancak, Balkan savaşlarında en acı şekilde görüleceği üzere bu savaşlarda da ordu erkânı arasındaki geçimsizlik mağlubiyetler zincirini netice vermiştir Gazi Osman Paşa'ya bu çekememezlikler yüzünden, yardım gönderilmesi engellenmiştir Bu yüzden üst üste kazanılan zaferlere rağmen Plevne 10 Aralık 1877'de Ruslann eline geçmiştir Savaş esnasında kumanda birliği yoktu Yeterli kumandanlar yoktu Bu yüzden yeterli müdafaa da yapılamadı Neticede Ruslarla 31 Ocak 1878'de Edirne mütarekesi, 3 Mart 1878'de Ayastafanos anlaşması imzalanmıştır Abdülhamid Han, bütün diplomatik yollan tecrübe edip, büyük muvaffakiyet kazanarak Osmanlı Devleti için çok kötü neticeler getirecek olan Ayastafanos anlaşmasının yürürlüğe girmesini engellemiştir Savaşta oldukça yıpranan ve perişan olan Rusya yeni bir savaşı göze alamamıştır Rusya ile savaştan bu şekilde kötü netice ile çıkıldıktan sonra Sultan Abdülhamid, ısrarına rağmen savaş isteyen "Meclis-i Meb'usânı" belli bir zaman göstermemek kaydiyle 13 Şubat 1878'de kapatmıştır Böylece IMeşrutiyet fiilen sona ermiş oluyordu Meclisin kapatılmasından yaklaşık üç ay sonra 20 Mayıs 1878'de iktidar değişikliği teşebbüsü olmuştur Ali Suavi, yanına topladığı bir gurupla Çırağan sarayına baskın yapmış, VMurat'ı yanlarına alarak tahta çıkarmak istemiştir Bu teşebbüs Beşiktaş muhafızı Hasan Paşa tarafından ânında bastırılmış ve Ali Suavi Hasan Paşa tarafından öldürülmüştür İlk iki senelik saltanatı boyunca camilerde halkla beraber namaz kılan, halkla haşir neşir olan Abdülhamid Han bu hadiseden sonra aşın tedbir alan bir idareci hüviyetine bürünmüştür Berlin Muahedesi ve Ermeni Meselesi 93 Harbinin noktalandığı Ayastafanos Antlaşmasının uygulanamayacağını gören Rusya, Ayastafanos şartlarından vazgeçmiştir Daha sonra Osmanlı Devleti ile Rusya arasında 13 Temmuz 1878'de Berlin anlaşması imzalanmıştır Bu antlaşmanın görüşmelerine İngiltere, Almanya, Fransa, Avusturya-Macaristan ve İtalya da katılmıştır Antlaşmaya göre Rusya'nın menfaatinin Ayastafanos'a karşılık çok az görülmesine rağmen yine de çok ağır şartlar taşıyordu Meselâ 61Maddede, Doğu Anadolu'da Ermenilerin azınlık teşkil ettikleri vilayetlerde Ermeniler lehine ıslahat yapılması, aynı ıslahatın Mekedonya vilayetlerinde de tatbik edilmesi şart koşulmaktaydı Devletin parça parça olmasını netice verecek bu hükümler Abdülhamid Han'ın çok başanlı diplomatik manevraları sayesinde asla yürürlüğe konulmamıştır İngiltere, Rusya ve Fransa'nın kasıtlı olarak Berlin antlaşmasına koydurdukları 61Madde Devletin parçalanmasını hedefliyordu Her üç ülkenin de Osmanlı Devleti topraklarında gözü vardı Doğu Anadolu'yu yutmak isteyen Rusya, Ermenileri kışkırtmaya başladı 19Asır'da Osmanlı Devletinin ve İslâm âleminin en büyük ve amansız düşmanı İngiltere de Ermenileri kışkırtanlar arasındaydı Halbuki Osmanlı Devleti sınırlan içerisindeki Ermeniler büyük bir huzur ve refah içerisinde yaşıyorlardı Çoğunluğu ticaret ve kuyumculukla meşgul olmaktaydı Zengin olmuşlardı ve çok rahat bir hayat sürüyorlardı Tanzimattan sonra devlet memuru da olmuşlardı Hatta içlerinden vezirliğe, senatörlüğe, nazırlığa yükselenler de olmuştu Diğer azınlıklar gibi onlar da tam bir din ve vicdan hürriyetine sahiptiler Rusya ve diğer Avrupa devletlerinin kışkırtmaları ve büyük çapta yardımlarıyla 1886'da Ermeniler İsviçre'de "Hınçak" gizli cemiyetini kurdular Günümüzde olduğu gibi, büyük ekseriyette oldukları, Rusya'nın sınırlan dahilindeki Ermenistan'da hiçbir faaliyette bulunmayan Ermenilerin hedefi Osmanlı Devletiydi İngiltere ve Rusya gibi devletlerin uşaklığını ve maşalığını yapmakta kusur etmemeye çalışıyorlardı Gizli cemiyeti kurduktan sonra Avrupa'daki Ermeni zenginlerden para topladılar Daha sonra Osmanlı sınırlannda yaşayan zengin Ermenilerden zorla maddî yardım aldılar Avrupa'da yetişen anarşist Ermenilerle, Rusya'daki Ermeniler peyderpey Osmanlı topraklarına sızarak çalışmalara başladılar Neticede Anadolu'da isyanlar başladı İlk isyan 1894'te Sason'da çıktı Bundan sonra yer yer Anadolu'da isyanlar çıktıysa da hepsi bastınldı İngiltere, Fransa ve Rusya zaman zaman Berlin Muahedesinin 61 Maddesinin yürürlüğe konulması için baskı yapıyorlardı Fakat Abdülhamid Han bütün baskılan göğüslüyor ve sonuçsuz bırakıyordu Sultan Abdülhamid Alman Büyükelçisine, 61 Maddeyi yürürlüğe koymaktansa ölmeyi tercih ettiğini söyleyerek bu husustaki kararlılığını açıkça ortaya koymuştur 61 Madde yürürlüğe girdiğinde bugün 21 vilayetimizin yer aldığı bölgede bulunan o zamanki altı vilayet (Diyarbakır, Erzurum, Sivas, Harput, Van ve Bitlis) Ermenilerin kontrolüne geçecekti Bugün Doğu bölgesinin elimizde bulunmasının Abdülhamid Han'ın ustaca politikasına ve mahir idaresine borçlu olduğumuzu unutmamak lazımdır Abdülhamid Han'ın Ermeni isyanlarını bastırmada ilk yaptığı iş, meseleyi fazla büyütmemek olmuştur Zaten Ermenilerin istedikleri de meselenin, Osmanlı Devleti tarafından en mühim bir mesele gibi ele alınmasını sağlayarak Avrupa devletlerinin dikkatlerini çekmekti Abdülhamid Han Ermenilerin karışıklık çıkardıkları yerlerde, orduyu hadiselere müdahale ettirmeksizin karışıklığın ahâli tarafından bastırılması için çalışmış ve bunda da muvaffak olmuştur Böylece Ermeniler planlarının aksiyle tokat yemişlerdir Kışkırttıkları Ermenilerin bir netice alamayacağını gören İngiltere, Fransa ve Rusya 11 Mayıs 1895 tarihli nota ile Berlin antlaşmasının 61 Maddesinin derhal yürürlüğe konulmasını istemişlerdir Ayrıca notaya göre, Doğu vilayetlerinde yeni valiler tayin edilmeli, bu tayinler de büyük devletlerin direktifleri istikametinde yapılmalıydı Ayrıca Ermenilerden müteşekkil jandarma birlikleri kurulmalı ve cani ermenilere dersini veren halktan oluşmuş birlikler dağıtılmalıydı Notayı kabul ettirmek için tehdidini ileri götüren İngiltere donanmasını Çanakkale Boğazı önlerine getirmişti Fakat Abdülhamid Han, bu tehditlere boyun eğmediğini ve eğmeyeceğini kesin olarak ortaya koymuştur 3 Haziran 1895'te verdiği cevabî nota ile, 11 Mayıs notasını bütünüyle ve kesin bir şekilde, açık kapı bırakmayacak surette reddetmiştir Abdülhamid Han, Osmanlı Devletine göz dikmiş bu üç devlete karşı, sıkı bir dostluk münasebetleri kurmuş bulunduğu Almanya ile Avusturya ve Macaristan'ı ileri sürmüş ve böylece bu ihtiraslı devletleri pasif hale getirmiştir Ayrıca İtalya ile de iyi münasebetlerim devam ettirerek bu devletin de aleyhte tavır, almasını önlemiştir Diplomatik yoldan ve anarşi ile bir neticeye ulaşamayacaklarını anlayan Ermeni komiteciler, Abdülhamid Han hayatta olduğu müddetçe de hiçbirşey elde edemeyeceklerini anlayarak padişah'a suikast tertip ederek öldürmeye karar verirler Suikast planının tatbiki için uluslararası anarşistlerle temasa geçerler Belçikalı anarşist Jorris İstanbul'a gelerek Padişah'ın selamlık merasimlerini takip eder Padişah'ın her Cuma günü Yıldız camiinden çıktıktan sonra l dakika 42 saniyede arabasına bindiği tesbit edilir Suikast için Viyana'da hususi araba yaptırılarak parçalar halinde İstanbul'a getirilir Daha sonra İstanbul'da monte edilir Çok büyük tahrip gücü olan saatli bomba arabaya yerleştirilir ve Yıldız camii önüne Padişahın arabasının yanına bırakılır Suikastçilere göre her şey tamamdır Fakat onlar takdir-i İlâhiyi hesaba katmamışlardır Padişah o gün âdetinin hilafına olarak Şeyhülislam Cemâleddin Efendi ile birkaç saniye konuşmak için cami kapısında durur Tam o sırada bomba müthiş bir gürültü ile infilak eder Atların kemikleri etrafa sıçrayarak çevredekileri yaralar Camiin önündeki saat kulesi padişaha siper olmuştur, herkes telaş içerisinde sağa sola koşuşurken Abdülhamid Han yerinden kımıldamaz ve yüksek sesle telaşa kapılmanın yersiz olduğunu hatırlatır Bu şekilde suikast akim kalmış olur Suikastın başarısızlığına üzülenler arasında emperyalist devletler ve Ermenilerin yanı sıra, Osmanlı vatandaşı olup ta ismi fazlaca duyulanlar da vardır Tevfik Fikret ve Ahmet Refik Altınay bunlardan ikisidir Tevfik Fikret Ermeni komitacıları tebrik eder, fakat padişahın ölmediğine neredeyse ağlar ve üzüntüsünü bomba hadisesini işlediği "Bir lahza-i teah-hur" şiirinde şöyle dile getirir: "Ey şanlı avcı, damını bîhûde kurmadın, Attın, fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın!" İttihatçı subaylardan olan Ahmet Refik Altınay hadiseyi şöyle nakletmektedir: "Osmanlı milletini Abdülhamit zulmünden kurtarmak için bu hareket-i kahramânânenin, Ermeni vatandaşlarımız tarafından icra olduğu anlaşıldı" Abdülhamid'in düşmanları kimlerdi? Avrupalılar ve Ermeniler azgın emellerine set çektiği ve şehitlerin kanı bedeline alınan toprakların bir karışının dahi teslim edilmeyeceğini kesin şekilde ortaya koyduğu için Abdülhamid Han'a müthiş kin besliyorlardı Adını "Le Sultan Rouge" koymuşlardı Yani "Kızıl Sultan" Malesef Osmanlı düşmanlarınca kullanılan bu sıfat yerli tarihçilerce de büyük bir gaflet eseri gösterilerek kullanılmıştır Hatta yakın zamana kadar mekteplerde okutulan tarih kitaplarında bu sıfat kullanılarak Sultan IIAbdülhamid yeni nesillerin gözünde küçültülmek istenmiştir Yahudilerin Abdülhamid Han'a düşmanlığı 19Yüzyılın başından itibaren Filistin'de bir devlet kurmak için teşkilatlanarak kesif bir faaliyete girişen yahudiler, Filistin'de kendilerine toprak verilmesi için Abdülhamid Han'a müracaat etmişlerdir Bu maksatla beynelmilel Siyonist faaliyetlerin organizatörlerinden Teodor Hertzel ile Hahambaşı Abdülhamid Hanla görüşerek tekliflerini yapmışlar fakat padişah tarafından şiddetle azarlanarak huzurdan kovulmuşlardır Yahudiler Filistin'de kendilerine verilecek toprağa karşılık büyük miktarda para vaad etmişlerdir Buna müthiş hiddetlenen Abdülhamid Han, "şehid kanıyla sulanan topraklar para ile satılmaz!" diye gelenleri kovmuştur Sultan Abdülhamid, tahttan indirilişinden sonra Selanik'teyken muhafazasına memur edilen bir yüzbaşıya bu hadiseyi şöyle anlatmıştır: "Bana en çok dokunan; bu mason taslağı Yahudi'nin hal, (tahttan indiriliş) kararını tebliğ edişi olmuştur Yıldız'a gelen mebuslar heyetinde Emanuel Karaso'yu hiç unutamıyorum Bu suretle makam-ı hilâfete hakaret edilmiştir, yahudilerin Hazret-i Peygamber (asm) zamanından beri sadr-ı İslama ve Makâm-ı Hilâfete karşı duyduklan kin ve nefret cümlenin malumudur Ben Osmanlı tahtında iken, siyonistlik dâvası için bir gün huzuruma beynelmilel (uluslararası) Yahudi teşkilatının kurucusu Teodor Hertzel ile Hahambaşı gelmişlerdi Bunları Yıldız Sarayı'nda kabul etmiş ve maksatlarını dinlemiştim Her ikisi Yahudiler için bir yurt dileğinde idiler Bunun için de Kudüs'ü gösteriyorlardı Hatta utanmadan o Teodor Hertzel: 'Zât-ı Haşmet penâhîlerine arzedelim ki, Kudüs için her kaç milyon altın tensip buyurursanız (isterseniz), derhal takdime hazırız' demez mi? "Kan beynime sıçramıştı Düşün ki, yüzbaşı, makam-ı saltanatımızda bu iki yahudi, rüşvet teklifi cesaretinde bulunmuşlardı 'Terk edin burayı, vatan para ile satılmaz!' diye bağırmıştım İçeri giren saray adamlarına da, her ikisini almalarını söylemiştim İşte bundan sonra, Yahudiler bana düşman oldular Şimdi burada Selanik'te çektiklerim, Yahudilere yurt göstermeyişimin cezasıdır!" Abdülhamid Han'ın temas ettiği hadise cidden tarihimizin en acı tablolanndandır Bildiği üzere İttihatçı ihtilâlciler İslam halifesine hal'ini bildirmek için, aralarında iki gayri müslimin bulunduğu dört kişilik heyeti göndermişlerdir İttihad-ı İslam Siyaseti ve İngiliz Dessaslığı Abdülhamid Han insanlara ebedî saadet yollarını gösteren İslam dinine candan bağlı idi Bütün müslümanların ortak fikir ve kültür alarak İslam düşmanlarına karşı durmaları için gayret sarfediyordu Tarihi çok iyi bildiğinden, ne vakit İslama sıkı bir şekilde bağlanılmış ve İlayi kelimetullah için gayret sarfedilmişse o vakit büyük bir ilerleme kaydedildiği hakikatini göz önünden ayırmıyordu "Bizi yükselten, dinimize karşı duyduğumuz büyük aşktır" diyordu Kuvvetli olmak için dine sadık kalmanın şart olduğunu söylüyordu Şöyle diyordu Abdülhamid Han: "Bizi zinde tutabilecek yegâne kuvvet İslâmiyettir Biz hiç de Fuad (Paşa)nın dediği gibi can çekişen bir millet değiliz Biz canlı, kuvvetli bir milletiz; yalnız ulu dinimize sadık kalmamız şarttır" Bütün İslam âleminin halifesi sıfatıyla İslama ve müslümanlara gelecek tehlikeleri bertaraf etmek için bütün maharetini ve gayretini gösteriyordu Bunda da muvaffak olduğunu tarih kaydetmiştir Dersaadet'le mübarek topraklan birbirine bağlayan demiryolunu yaptırmıştı Bu sayede İstanbul'dan Mekke'ye trenle gitmek mümkündü Sultan Abdülhamid'in bütün İslam âleminde prestiji fevkalade kuvvetliydi Bu durum İslam ülkelerinde gözü olan İngiltere'yi ürkütüyordu 19Asnn ikinci yarısından itibaren Osmanlı Devletinin birinci derecede düşmanı olarak İngiltere görünüyordu Rusya ikinci planda kalıyordu İngiltere'nin gözünü diktiği topraklarda İslam halifesi Abdülhamid Han'ın sözü geçiyordu Hindistan müslümanları, halife sıfatiyle padişaha çok bağlıydılar Hindistan, Çin, Filipinler, Endonezya ve bütün Afrika camilerinde Sultan Abdülhamid nâmına hutbe okunuyordu İngiltere Başbakanı Gladstone büyük bir İslam düşmanıydı Avam kamarasında, Kur'an'ı eline alıp, "Bu kitap müslümanların elinde olduğu müddetçe onlara galebe çalamayız Ne yapıp edip, onları bu kitaptan soğutmalıyız" demiş ve daha sonra İslamiyete hakaretler etmiş, ardından da Kur'an-ı Kerim'i yere çalmıştı Gladstone, İngiliz emperyalizmine engel olan Sultan Abdülhamid'in de amansız düşmanıydı Devamlı surette aleyhte propagandasını yapıyor, Avrupa umumî efkârını Osmanlı devleti aleyhine çevirmeye çalışıyordu İslam Birliğine çok dikkat gösteren Abdülhamid Han, bu husus hakkında şöyle diyordu: "Bizim için ehemmiyetli olan Şam ile Mekke arasındaki demiryolunu en kısa zamanda inşa edebilmektir Bu suretle karışıklık arttığında süratle asker göndermemiz mümkün olacaktır Ehemmiyetli ikinci nokta ise, Müslümanlar arasındaki bağı öylesine kuvvetlendirmektedir ki, İngiliz hainliği ve hilekârlığı bu sağlam kayaya çarparak parçalansın" Gayri müslim ülkelerin düşmanlıklarından doğacak saldırılara ancak birlik olmakla karşı durulabileceğini söyleyen Abdülhamid devletin "bir din ve iman ülkesi" olduğunu söylüyordu Sultan Abdülhamid Han şöyle diyordu: "İmparatorluğumuz din, îmân ülkesidir ve öyle kalacaktır Eğer din anlayışı yıkılırsa, imparatorluğumuzun sonu gelmiş demektir Dindaşlarımızın oturduğu memleketlerin, büyük devletlerin elinde olması pek acıdır Osmanlı İmparatorluğuna yirmi milyon müslüman kalmıştır Buna rağmen bütün müslümanların gözü İstanbul'dadır Düşmanlarımız maddî kudretimizi yıkmaya muvaffak olsalar dahi, manevî kudretimiz bakî kalacaktır "Müslümanların bulunduğu yerlerle irtibatımız daha sıklaşmalı, birbirimize daha fazla yaklaşmalıyız Gelecek için yalnız bu birlikte ümit vardır İslâmiyetin birliği devam ettiği müddetçe, İngiltere, Fransa, Rusya, Hollanda elimde sayılır Çünkü kendilerine bağlı bulunan Müslüman memleketlerinde Halife'nin bir sözü cihadı meydana getirmeye kâfidir ve bu Hristiyanlar için felâket demektir "Henüz zamanı gelmiş değil ama, bir gün bütün mü'minler birden kalkınacaklar ve tek bir insan gibi hareket ederek gâvurun boyunduruğunu kıracaklardır" Osmanlı Devletinin içtimaî yapısı üzerinde de şu değerlendirmelerde bulunmaktadır: "Osmanlı imparatorluğu, dünyanın birçok milletlerini sinesinde toplamış olan bir imparatorluktur Türkler, Araplar, Kürtler, Arnavutlar, Bulgarlar, Yunanlılar, Zencilerden ve diğer birçok unsurdan oluşmuştur Buna rağmen iman birliği bizi büyük bir ailenin fertleri gibi birbirimize yaklaştırır Bu sebeple hiçbir zaman Osmanlı imparatorluğu üzerinde fazla durmamak, buna karşılık, hepimizin müslüman olduğumuzu bilhassa belirtmekte fayda vardır Her zaman her yerde Emirü'l Müslimin unvanı başta gelmeli, Osmanlı imparatoru ünvanı ise birinci satırda belirtilmelidir Çünkü devletin sosyal bünyesi ve politikasının esası din üzerine kurulmuştur "Maalesef İngilizler zararlı propagandalariyle imparatorluğumuzun bir çok yerinde 'millet, ırk' fikrinin tohumunu ekmeye muvaffak olmuşlardır Arabistan ile Arnavutluk baş kaldırmışlardır Suriye'de ise bu hususta hazırlıklar vardır" Dış politikadaki diğer gelişmeler 19Yüzyılın son yıllarında ehl-i salip Osmanlı Devletine karşı hücumlarını arttırmışlardı Düşman bir değildi, iki değildi Düşman çokluktu Yıllardır kuyruk acısı taşıyanlar Devletin sıkıntıda olduğunu farketmişler, aç canavarlar gibi saldırmışlardı Abdülhamid Han elinden geldiğince bu hücumlan bertaraf etmeye çabalıyordu, fakat şairin dediği gibi; "Dost bîperva, felek, birahm, devran bîsükûn, Dert çok, hemderd yok, düşman kavî tâli zebun "du Mahir idareciler yoktu Malî durum çeşitli sahalarda yenileşmeye ve Avrupayla boy ölçüşmeye mâniydi Üstelik düşman bu durumu çok iyi biliyordu İşte bu buhranlı devreden istifade eden Fransa, 12 Mayıs 1881'de Tunus'u, İngiltere ise 15 Eylül 1882'de Mısır'ı işgal etmişti Daha düne kadar bir teb'a olarak Osmanlı Devletinin temin ettiği imkânlarla uzun yıllar refah ve huzur içerisinde yaşayan Yunanistan diğer Avrupalı ülkelerin de tahrikleriyle seciyelerini ortaya koymuş, kargaşa çıkarmaya Osmanlı Devletine kafa tutmaya başlamıştı Avrupa'nın bu şımarık çocuğuna ders vermek şart olmuştu Nitekim, 18 Nisan - 20 Mayıs 1897'de yaklaşık bir ay devam eden savaşta Yunanlılar perişan edilmişler Osmanlı tokadını bir kez daha iki yüzlü suratlarına yemişlerdi Fakat yine Avrupalılar imdatlarına yetişmiş, savaşta mağlup olmalarına rağmen Avrupalı devletlerce masa başında bu mağlubiyetleri telafi edilmişti Padişah'ın Şahsiyeti-İcraatları Abdülhamid Han'ın padişahlığının son yıllarına göz atmadan evvel, şahsiyeti ve muhtelif sahalardaki icraatları üzerinde durmak isteriz Dış siyasetteki mahareti hususunda dost ve düşmanın ittifak ettiği Abdülhamid Han'ın iç siyasetteki tavrı tartışma mevzuu olmuştur Abdülhamid Han iddia edildiğinin aksine zulme ulaşan icraatlarda bulunmamıştır Aksine şefkatli bir idareci olarak tarihe geçmiştir Zulüm olarak kabul edilirse yaptığı; muhaliflerini yüksek maaşlarla muhtelif yerlere sürmekten ibarettir Ürkek değil, aksine çok cesurdu İlme ve kültüre hizmet gayeleri arasındaydı Muazzam bir eğitim seferberliğini başlatmıştı Yüzlerce ortaokul ve lise, binlerce ilkokul, ayrıca pek çok san'at mektepleri yaptırmıştı Fen Fakültesi, Edebiyat Fakültesi, Hukuk Fakültesi, Teknik Üniversite, Tıp Fakültesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi gibi yüksek okullar Abdülhamid Han'ın eserleridir Yüzlerce talebeyi okumaları için Avrupa'ya göndermiştir Fakat ne acıdır ki bu talebelerin büyük ekseriyeti Avrupanın ilmini fennini alacaklarına modasını, yaşayışlarını ve sefahetlerini alarak yurda dönmüşlerdi Japonya da aynı yıllarda Avrupa'ya talebe göndermiştir Fakat Japon talebeler Avrupa'nın ilmini, tekniğini elde etmek için var güçleriyle çalışmışlar, öyle ki derslerinde muvaffak olamıyanlar memleketlerine dönmeye yüzleri olmadığını ileri sürerek harakiri yapmak suretiyle hayatlarına son vermişlerdir Yine Japon talebeler örf ve an'anelerinden zerre kadar taviz vermemişler, Avrupa'nın yaşayışına itibar etmemişlerdir Günümüzde de aktüel hale gelen Japonya'nın kalkınmasındaki sırrı, bu ilk hamlede aramak lazımdır İlme ve kültüre ehemmiyet veren Abdülhamid Han bu gayretlerinin semeresini görmüş ve devrinde Doğu ve Batı kültürüne hakim, kalabalık bir nesil yetişmiştir Onun muhalifleri bile kendi kurduğu mekteplerde yetişmişlerdir Yine kalıcı eserlerine bazı misaller daha verelim: Pek çok müze ve kütüphane kurdurmuştur Bunların örnek şekilde kataloglarını yaptırmıştır Darülaceze, Hamidiye su tesisleri, yüzlerce sanayi, zirâat ve ticaret odası, belediye teşkilatı, telgraf hatlan, postahaneler, demiryolları, şoseler, köprüler, pek çok fabrikalar onun eserleri arasındadır İstanbul, Beyrut, Selanik gibi şehirlerde önce atlı, sonra elektrikli tramvaylar yaptırmıştır İstanbul ve Çanakkale boğazlan ile bazı kaleleri büyük bir itina ile tamir ettirmiştir Çanakkale Boğazı 1915'de bu mevziler sayesinde kendini müdafaa edebilmiştir Hekimliğimiz Abdülhamid devrinde Avrupa seviyesine çıkmış, pek çok keşifleri olan, dünyaca tanınıp kabul edilmiş doktorlar yetişmiştir Orduyu asla siyasete bulaştırmamıştır Bu hususta çok dikkat göstermiştir Kardeş kanı akıtmaktan son derece çekinmiştir Kendisini hal'eden "Hareket Ordusu" ismi altında İstanbul'a gelen ve başıbozuk insanların doldurduğu orduya karşı emri altındaki I Orduyu kullanmamıştır Âdeta kendini ve tahtını, akabilecek kardeş kanını önlemek uğruna feda etmiştir Daha önceden birikmiş büyük miktarda dış borçların büyük kısmını ödemişti Kalanlarının da en kısa zamanda ödenmesi için lüzumlu tedbirleri almıştı Fakat bütün bu hizmetlerine rağmen tahttan indirilmiş ve elem verici muameleler bu değerli padişaha reva görülmüştür Abdülhamid Han'in Hal'i ve sonrası Abdülhamid Han'a karşı olanlar İttihad ve Terakki cemiyeti çatısı altında toplanmaya başlamışlardı Üyelerinin ekseriyetini 3Orduya mensup genç subaylar teşkil etmekteydi Bunlar rejime muhalif olduklarını söylüyorlardı Hakikatte ise muhalefetleri maaşların muntazam ödenmemesinden kaynaklanıyordu Subayların maaşları bazen iki-üç ay sonra ödeniyordu İttihat ve Terakki elemanları Yurt dışında Osmanlı aleyhine çalışmaya başlamışlardı Öyle ki bunlar, Abdülhamid Han'ın devrilmesi için yabancı devletlerin müdahalesini bile istiyorlardı İttihatçıların gittikçe teşkilatlandıkları bir devrede Sultan Abdülhamid 23 Temmuz 1908'de IIMeşrutiyeti ilan etmişti Padişah, İttihatçılar için şöyle diyordu: "Devleti on sene idare edebilirlerse 'bir asır idare edebildik' diye sevinsinler!" Bu hükmün ne kadar doğru olduğunu tarih gösterecektir 13 Nisan 1909'daki, tarihe, "31 Mart Vak'ası" diye geçen hadiseler Abdülhamid Han'ın idaresini sarsan en mühim hadiselerdendir Başıbozuk bir güruhun başlatıp devam ettirdikleri hadiseler padişah'ın kardeş kanının dökülmesi endişesi yüzünden bir müddet bastınlamamıştır Neticede İstanbul günlerce hadiselerle çalkalanmıştır İttihatçılardan Mahmut Şevket Paşa, üç-beş bin kişilik "Hareket Ordusu" adı altındaki orduyla İstanbul'a gelip hadiseleri bastırmak istediğini Padişah'a bildirmiştir Esas gayesi İstanbul'a gelip Padişah'ı tahttan indirmek olan bu Paşa'nın arzusuna mani olunmamıştır Hatta bazı devlet ricali Padişaha hareket ordusu namındaki, Yahudi ve Rumların ekseriyette bulunduğu yağmacılar sürüsünü IOrdu ile dağıtılması için emir verilmesini Padişah'tan istemişler, fakat padişah bu teklifi kabul etmemiştir Neticede hareket ordusu İstanbul'a gelmiş, Meclis'i Meb'usana baskı yaparak padişah'm hal'i için karar çıkartmıştır Abdülhamid Han 27 Nisan 1909'da hal'edilmiştir Otuz üç sene Devlete büyük hizmetler etmiş Padişah'a hal'ini tebliğ şekli İttihatçılar için en büyük leke olarak kalacaktır Bir İslam halifesine hal'ini tebliğe; Selanik Milletvekili Yahudi Emanuel Karaso, senatör Ermeni Aram, Draç milletvekili Arnavut Es'ad Toptani Paşa ve Senatör Bahriye Feriki (Koramiral) Gürcü Arif Hikmet Paşa tayin edilmişlerdi İttihatçıların seçtiğu bu adamların ne oldukları çok geçmeden herkes tarafından bilinecektir Karaso, İtalyan casusu bir hâin idi Es'ad Toptanî Paşa Arnavut istiklâli için isyan etmiş ve pek çok masum insanı katletmiştir Aram Efendi'nin Ermeni komiteleriyle yakın münasebeti vardı Arif Hikmet Paşa da karanlık işler çeviren bir adam olarak bilinmekteydi Padişah; hal'edildiği gece, hiçbirşey almasına müsaade edilmeden apar topar 38 kişilik maiyyetiyle birlikte Selanik'e nakledilmiştir Orada gazete okumasına dahi müsaade edilmemiştir Çok sıkıntılı bir hayat geçirmiştir Öyle ki soğuk gecelerde terk edilmiş köşkün kadife perdelerini üzerine alarak uyumuştur Abdülhamid Han'ı tahttan indirenler ilk iş olarak tarihte misli az görülen bir yağmacılığa başlamış ve Yıldız sarayını yağmalamışlardır İttihatçılar idareyi ele aldıktan sonra ordu arasında büyük bir tasfiye hareketine giriştiler Binlerce subay, ittihatçı subaylara yüksek rütbeler vermek uğruna emekliye sevkedilmiş, ordu tecrübesiz subayların elinde kalmıştır Ordu bütünüyle siyasetin içine girmiştir Çok acıdır ki kısa zamanda orduda görüş ayrılıkları başlamıştır İttihatçı ve muhalif subaylar birbirlerinin can düşmanı haline gelmiştir Bu vaziyetteki orduyla savaş kazanmanın mümkün olmadığı acı neticelerle görülecekti İttihatçılar askerlik ile devlet idaresinin çok farklı işler olduğunu anlayamamışlardı Devleti Balkan ve ICihan harbine sokmuşlar, koca imparatorluğun parça parça edilmesine Yurda düşman sürülerinin dalmasına vesile olmuşlardır Balkan ve IDünya harbine girilmeyebilinirdi İttihatçılar gözü kapalı savaşa atılmışlar, neticede; orduda birliğin temin edilemeyişi, emir-komuta zincirinin kopuk oluşu ve kendilerinin devlet idare edecek kabiliyette olmayışları yüzünden savaşlar kaybedilmiştir Sultan Abdülhamid'i tahttan indiren İttihatçılardan, Tal'at, Enver, Cemal Paşalar da dahil olmak üzere bir kısmı Abdülhamid Han'ı anlayamadıklarını itiraf etmişler ve yaptıklarından pişman olduklarını her vesileyle ifade etmişlerdir Bunlardan, Filozof Rıza Tevfik, "Sultan Abdülhamid'in Ruhaniyetinden İstimdat" isimli şiirinde hislerini şöyle dile getirmiştir: "Tarihler ismini andığı zaman, Sana hak verecek, hey koca sultan; Bizdik utanmadan iftira atan, Asrın en siyasî padişahına!" Divane sen değil, meğer bizmişiz! Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz! Sâde deli değil, edepsizmişiz! Tükürdük atalar kıblegâhına" Abdülhamid Han'ın tahttan indirilmesinden sonra Osmanlı devleti maceraperestlerin elinde kalmıştır En kötüsü ordu siyasetin en derin çukuruna düşürülmüştür Kaba kuvvetle hükümetlerin düşürülebileceği zihniyeti getirilmiştir Savaşa girilmiş, Rumeli'de ve devletin diğer bölgelerinde büyük toprak kaybı olmuştur Abdülhamid Han Devletin başında kalsaydı, geçmiş yıllarda olduğu gibi Devleti savaşa sokmazdı Musul ve Rumeli, Yunanistan'a kaptırılan Adalar elden gitmedi İmparatorluktan ayrılan müslüman ülkelerle siyasi münasebetler kesilmezdi Tarihimizi iyice tedkik eden her şahıs bu hükme varmakta gecikmeyecektir şüphesiz Abdülhamid Han, Balkan harbinde Rümelinin düşmanlar tarafından istila edilmesi ve Selanik'ten de artık ümit kesilmesi üzerine 1912'de İstanbul'a getirilmiştir Mazlum padişah ilk önce Selanik'ten ayrılmak istememiş, "Ben de bir silah alır, askerle beraber müdafaada bulunurum; ölürsem şehid olurum, ben zaten ölmüş bir adamım!" demiştir Fakat kesin karar alındığını ve mutlaka İstanbul'a götürüleceğinin bildirilmesi üzerine kederli dudaklarından şu sözler dökülmüştür: "Allah bu hallere sebeb olanları kahhâr ismiyle kahretsin Şimdi devlet ne hale geldi!" İstanbul'da Beylerbeyi sarayında çileli bir hayat geçiren Abdülhamid, nihayet I Cihan harbinden mağlup çıkıldığını da görünce acılara dayanamaz hale gelmiştir Düşman donanması Çanakkale Boğazını zorladığı esnalarda Padişah Sultan VMehmed Reşad Abdülhamid Han'a bir heyet göndererek Anadolu'ya taşınması gerektiğini söyleyince şu cevabı vermiştir: "Ceddim Fatih Hazretleri İstanbul'u alırken, son Bizans İmparatoru şehirden kaçmayı düşünmemiş, ordusu başında ölmüştür Biz, Bizans imparatorları kadar da mı olamıyoruz ki, şehri bırakmayı düşünüyoruz ?Osmanlı Hanedanı İstanbul'u terkederse bir daha oraya dönemez Muhterem biraderime söyleyin; İstanbul'dan bir adım bile dışarı atmam" Devleti en buhranlı devrede otuz üç yıl maharetle idare eden bu mahir idareci, mazlum padişah Abdülhamid Han 10 Şubat 1918'de İstanbul'da rahmet-i Rahmana kavuşmuştur Kabri Çemberlitaş'tadır Hakkında haksız hükümler verilen mazlum padişah'ı, şerefli hizmetleri bulunan bu değerli idareciyi bir defa daha rahmetle yâdedip, hayatı hakkında bu kısa tedkikimizi Yahya Kemal'in kendisi için yazdığı kıt'asıyla noktalıyoruz Şöyle diyor Yahya Kemal: "Ey şehryâr-ı â'tıfet-âsâr-ı muhterem Ey Tâc-dâr-ı mâ'delet-efkâr-ı zu'1-kerem Sensin, o pâdşâh-ı dil-âgâh-ı pür-himem Kim vasf-ı Hazretin'de senin her ne söylesem Abradır ey Halîfe-i pür-lutf-u mâ'delet" |
Cevap : Tarihmize Şan Verenler |
12-27-2007 | #36 |
RaHaTSiZ
|
Cevap : Tarihmize Şan VerenlerNene Hatun Mukaddesâtını, vatanım her zaman canlarından aziz bilen halkımız, vatanlarına gelen hücumlara karşı yediden yetmişe, erkeğiyle, kadınıyla, yaşlısıyla, genciyle karşı durmuş ve tarihe şan veren müdafalar yapmışlardır Vatan müdafaasında kadınlar da erkekleri ile fedakârlık yarışına girişmiştir Zaman olmuş cephe gerisinde yaralılara hizmet etmiş, cephane taşımış, cephane imâlinde çalışmış, zaman gelmiş düşmanı Yurdundan defetmek için cepheye koşmuştur İşte Nene Hatun da düşmanı defetmek için cepheye koşan kahraman kadınlardan birisidir 93 Harbinin en çetin safhalarının cereyan ettiği günlere gidiyoruz Rus ordusu 160 bin asker ve 189 topla Kafkas cephesine hücum etmektedir Buna karşılık ordumuzun asker mevcudu 60 bindir Silah ve cephane de Ruslarınkinden çok çok azdır Doğu Beyazıt'tan Batum'a kadar uzanan 340 kilometrelik cephe boyunca ordumuz, Müşir Katırcıoğlu Ahmed Muhtar Paşa'nın kumandası altında düşmanla amansız bir mücadeleye girişmiştir Düşmanın kalabalık oluşuna, silah üstünlüğüne aldıran yoktur Lâkin ağır kış şartları askerlerimizi yıpratmaktadır Moskof ordularının hedefi Erzurum şehridir Burası ele geçirildiği takdirde Doğu Anadolunun bütünüyle ele geçirileceğine inanmaktadırlar Düşmanın bütün hücumları kahraman askerlerimizin göğsüne çarpıp erimektedir Mertlikle galebe çalamayacağını anlayan düşman hileye başvurur Tabyaları baskınlarla ele geçirmeyi planlar Bunun için de Türkçeyi ana dilleri gibi konuşan Ermenilerin yardımıyla ve onlann kılavuzluğu altında 9 Kasım 1877'de Aziziye tabyasına, saldınp nöbetçileri şehit ederler Durum anlaşılınca tabyada boğaz boğaza bir muharebe başlar Düşmanın siperlerimize hücum edip, tabyalarımıza girdiği haber; Erzurum'da bomba gibi patlar Müezzinler minarelerden durumu haber vererek, herkesi cihada davet ederler Bütün Erzurumlular kadın, erkek ellerine ne geçirdilerse alarak Aziziye tabyasına koşuşmaya başlarlar Haberi duyan henüz yirmi yaşlarında olan Nene Hatun kundaktaki kız çocuğunu ve biraz büyükçe oğlunu "Sizleri Allah"a ısmarladım yavrularım" diyerek bağrına basmış, onları öptükten sonra eline et satırını alarak cepheye koşmuştur Nene Hatun'un evinde başkaca kimse yoktur Cepheden ağır yaralı gelen kardeşi Hasan bir gün önce şehid olmuştur Kocası cephede düşmanla vuruşmaktadır Aziziye tabyasına ulaşan Nene Hatun bacılarıyla, kardeşleriyle birlikte düşmanın üzerine atılır Haberi duyar duymaz koşuşan Erzurumluların elinde sopa, taş, kazma, kürek ve yaralayıcı, öldürücü ev âletleri ve bir de dillerinde, kalplerinden kopup gelen "Allah Allah" sadâsı vardır Âhirete inananlar şehâdeti en yüce mertebe bilmenin heyecaniyle cansiperane vuruşmaktadırlar Nene Hatun'un elindeki et satın düşman askerlerinin kafalarına yıldırım gibi inmektedir Bir yandan da "vurun kardaşlarım, vurun bacılarım, kâfirlere aman vermeyin" diye haykıran Nene Hatun'un bu kahramanlığını gören Erzurumlular coşmuştur Neticede Aziziye tabyasındaki düşman bütünüyle imha edilmiş ve tabya düşmandan geri alınmıştır Yüzlerce şehit veren Erzurumluların bu cihetten gönülleri yaralı, fakat düşmanı defettikleri için kalpleri ferahtır Aziziye tabyasının geri alınmasında canla başla çalışan Nene Hatun bir semboldür Müslüman kadınların yeri geldiklerinde nasıl kahraman kesileceklerine bir örnektir O hayatı boyunca bu hâdiseden fazlaca bahsetmemiş, bahsi geldiğinde, "Biz ne yaptık ki, bizim yaptığımız ne ki yavrularım" diyerek Anadolu insanının engin tevazuunu nur yüzüne peçe yapmıştır O, ne yapmışsa rıza-ı İlâhi için yapmıştır Bu yüzdendir ki kendisinden ve gösterdiği fedakârlıktan bahsetmemiştir 1857'de Erzurum'da doğan Nene Hatun 22 Mayıs 1955'te Hakkın rahmetine kavuşmuştur |
Cevap : Tarihmize Şan Verenler |
12-27-2007 | #37 |
RaHaTSiZ
|
Cevap : Tarihmize Şan VerenlerSeyh Samil (Bu Şeyh Şamil İsyanindaki Şeyh Şamil değil) Şeyh Şamil ömrünü milletinin hürriyetine ve İslam beldelerinin bağımsızlığına adamış şanlı bir mücâhittir O, yirmibeş yıl aralıksız devam eden muharebelerde koskoca Rus ordularını yenilgiden yenilgiye uğratmış, kan içici Moskof canavarına unutamayacakları şamarlar indirmiştir İmam Şamil insanlığın düşmanı bir devlete karşı verdiği mücadelelerle sadece Kafkasya ve Türkiye'nin değil bütün hür dünyanın gönlünde yer tutmuş bir kahramandır İmam Şamil, 1797'de Dağistan'ın Buylank kasabasında dünyaya gelmiştir Babası, gönüllü olarak Osmanlı ordusunda hizmet etmiş bir subay olan Denghan Mehmet, annesi, Türkmen uruğlarından Pîr Budak Bey'in kızı Gülçiçek Hatun'dur Küçük yaşından itibaren sıkı bir eğitim görmüştür Medrese tahsili yaparak dinî ilimlerde büyük ilerleme kaydetmiş ve zamanın âlimleri arasına girmiştir İslam için seve seve canını ortaya koyan yiğit insanlar diyarı Kafkasya'nın namlı bahadırlarından silah kullanmasını, ata binmesini öğrendi Delikanlılık çağına girdiğinde bileği bükülmez bir yiğit olduğu anlaşılmıştı Kalplerindeki iman ateşini küffar hücumlarına kalkan eden yiğit insanlar, şeyhlerine bağlı olarak tek yürek, tek bilek halinde Moskofa karşı mücadele ediyorlardı Zengin arazisiyle, mükemmel havası ve manzarasıyla cennet diyar Kafkasya'yı ele geçirmek Rusya'nın en büyük gayesi olmuştu 1927'den sonra Rusyamn hücumları sıklaşmıştı Müslüman Kuzey Kafkasya ahalisi, devrin en modern silahlarıyla ve sürüler halinde saldıran Moskoflara karşı kahramanca karşı koyuyorlardı 1832 senesinden itibaren Kuzey Kafkasya'da istiklal meş'alesi asırlara nam salacak bir kahramanın eline geçecek ve yiğit insanlar İmam Şamil'in kumandasında zaferden zafere koşacaklardır Cimri Muharebesi ve Şamil'in yaralanması 17 Ekim 1832'de Ruslar Şamil'in büyüyüp yetiştiği Gimri kasabasını basar Kasabada göğüs göğüse müthiş bir muharebe olur Düşman çok kalabalıktır ve topu tüfeği vardır Gimri'liler bir avuçtur, yeterli silahlan yoktur Fakat şehidliği en yüce makam kabul etmiş bu mü'min insanlara göre düşmanın maddî üstünlüğünün hiç bir kıymeti yoktur Başlarında Şeyleri Gazi Muhammed ve bileği bükülmez yiğit Şamil vardır İkisi de ön saflarda savaşıyor ellerinde şimşek çakan kılıçlan müthiş bir hızla işliyordu Bu durumu gören Gimrililer taze bir güçle Moskofa kılıç sallıyorlardı Fakat ne yazık ki, düşman ateşi ve kılıçları önünde devamlı şehit veriyorlar, sayılan gittikçe azalıyordu Muharebenin en kızgın anlannda İmam Gazi Muhammed de Şamil'in yanı başında şehit düşmüştü Düşman baskınından önce gazi Muhammed'in Şamil'e söyledikleri gibi olmuştu herşey Gazi Muhammed Şamil'e şöyle demişti: "Ey Şamil, artık bana yolculuk göründü Benden sonra Hamzat imamlığı eline alacaktır Fakat o da ancak, pek az muammer olacak, Kafkasya'nın mukadderatına senelerce sen hükmedeceksin, yıldızın uzun seneler bu dağlarda güneş gibi parlayacak, namın dünyaları tutacak, çarlara boyun eğmeyecek, çar ordularına kan kusturacaksın Gimri'yi bugün bırakıp gitsen bile yine kurtarır, benim mezarımı düşman ayakları altında bırakmazsın inşaallah" Şeyhinin şehit düştüğünü gören Şamil, daha bir bilenmiş olarak düşmanın ortasına top güllesi gibi atılmıştı Büyük bir maharetie işleyen kılıcı her inip kalkışında bir Moskof askerini yere seriyordu Sağ elindeki hançeri de sol elindeki kılıç gibi ustalıkla kullanıyor, iki kolu şimşek gibi işliyordu Fakat pusuda bekleyen ve fırsat kollayan bir düşman askeri süngüsünü hırsla Şamil'e saplamıştı Süngü yiğit Şamil'in göğsünden girip sırtından çıkmıştı O vaziyetteyken bile süngüyü saplayan askeri gebertmiş, ardından süngüyü çekip çıkardıktan sonra vuruşmaya devam etmişti Gittikçe güçten düştüğünü farkedince vuruşa vuruşa savaş meydanından çekilmiş ve kayıplara karışmıştı Durumu gören Gimri müezzini onu baygın halde bulmuş ve sırtına alarak o bölgenin meşhur hekimi Cerrah Abdülaziz Efendiye götürmüştü Yirmi beş gün baygın halde yatan Şamil uyandığına başucunda duran annesine ilk olarak; "Anam, namaz vakti geçti mi?" diye sormuştur Kâinatın Yaratıcısına karşı duyduğu bu mesuliyet hissi onu pişirecek ve kendisini yakından tanıyan Kuzey Kafkasyalılar Rabbine son derece bağlı bu yiğit Şeyhi başlarına imam yapacaklardır Gazi Muhammet'ten sonra imam olan Hamzat Bey'in 19 Eylül 1835'te camide şehit edilmesinden sonra Dağistan ve Çeçenistan ileri gelenleri imamlığa en layık olarak Şeyh Şamil'i görerek bunu kendisine teklif etmişlerdi Fakat son derece mütevazi bir zat olan Şeyh Şamil bu teklifi kabul etmemiş ve yiğit askerlerden birini seçmelerini istemiştir O seçilecek imamın emrinde bir nefer olarak dini için, vatanı için, milleti için mücadele etmeyi tercih etmekteydi Fakat istiklâl mücadelesinin zafere ulaşması için kendisinin başa geçmesi uygun görülüyordu Devamlı ısrarlar neticesinde Şeyh Şamil imamlığı kabul etmiştir İmam olan Şeyh Şamil düzenli bir ordu ve idari teşkilat kurmak üzere vakit kaybetmeden kollan sıvamış, kısa zamanda nasıl bir mahir teşkilatçı olduğun ortaya koymuştur İmam Şamil'in liderliğinde Kuzey Kafkasyalılar Çarın ordularına kan kusturmaya başlarlar Kafkas dağları Rus ordulanna mezar olmaktadır Ahulgol ve Surhay kuşatmasında İmam Şamil'in kumandası altında yapılan mükemmel müdafaa düşmana çok ağır kayıp verdirmiştir Çar INikola maddî kuvvetle yenemediği Şamil'i hile ile yenmeyi dener ve bol bol mevki, makam, rahat bir dünyevî hayat vaadinde bulunduğu mektubu vasıtasıyla General Klug von Klugenav ve Miralay Yevdokimof vasıtasıyla Şamil'e gönderir Çar'ın alçakça teklifine müthiş hiddetlenen Şamil Çar'ın elçilerine dönerek gürler: "General: Senin yerinde eğer şu anda kendisi karşımda bulunmuş olsa ve bu sefil teklifleri bana bizzat yapmak cesaretinde bulunsaydı, ona ilk ve son cevabımı, şu kırbacım verirdi "Söyle ona! Başında bulunduğum bu kahramanlar topluluğunun kalblerinde kökleşen bu eşsiz zafer imanı kökünden kazınmadıkça ve en genç muhariplerimden en ihtiyar naiplerime kadar tek kurşunları ve tek kollan kalıncaya kadar bu mübarek vatanı son dağına, son köyüne ve en son kaya parçasına kadar karış karış müdafaa etmekten beni hiç bir kuvvet alıkoymayacaktır "Bu uğurda bütün evlât ve ayalimi kılıçtan geçirseniz, son zürriyetimi kurutsanız, en son müridimi yok etseniz tek başıma ve son nefesime kadar yine dövüşeceğim Son cevabım budur General! Ben Nikola'yı tanımıyorum!" Şamil'in bu cevabı Nikola'ya ulaştırıldığında, Çar, Kafkasyanın bu yiğit kartalını hile ile ele geçireceğine dair ümidimi kaybetmemiş, Kafkas ordulan başkumandanı General Feze vasıtasıyla ve onun ağzından Şamil'e teklifini tekrarlamıştır İmam Şamil'in General Feze'ye cevabı şöyle olmuştur: "Ben, Kafkasya'nın hürriyeti için silaha sarılan muhariplerin en hakiri Şamil, Allah'ın himayesini Çarların efendiliğine feda etmemeğe ahteden, özü, sözü doğru bir müslümanım "Çar Birinci nikola'yı tanımadığımı, onun iradesinin bu sarp dağlarda sökmiyeceğini General Klug'a anlıyabileceği bir dilden tekrar tekrar söylemiştim Sanki bu sözler taşa söylenmiş gibi, Çar ile görüşmek üzere beni hâlâ Tiflis'e davet edip duruyorsunuz Bu davete asla icabet etmiyeceğimi şu mektubumla son defa olarak size bildiriyorum Bu yüzden fâni vücudumun parça parça kıyılacağını ve sırtımı verdiğim şu vatan topraklarında taş üstünde taş bırakılmayacağını bilsem bu kat'î kararımı asla değiştirmeyeceğim Cevabım işte bundan ibarettir Nikola'ya ve kölelerine böylece malum ola" Şamil'in 28 Eylül 1837 tarihini taşıyan bu mektubundan sonra müthiş muharebeler başlamıştır Ahulgoh müdafaası İmanın hem nur hem kuvvet olduğu ve hakikî imanı elde eden bir adamın kâinata meydan okuyabileceği sırrından gafil olan Çar, Şamil'in bu cevaplan karşısında şaşırmıştı Çar Kafkasya'ya modern silah ve bol cephane ile donatılmış üç ordu gönderir 1838 ve 1839 yıllarında Şamil'in liderliğindeki Kafkasyalılarla Ruslar arasında müthiş muharebeler cereyan eder Şamil bütün Kuzey Kafkasya'yı dolaşarak, camilerde, meydanlarda halkı cihada davet eder Yiğit insanlar bu davete büyük bir iştiyakla koşarlar 1839 senesinde Şamil'in kumandasında on bin muharip bulunmaktaydı Bunlar hiç umulmadık anlarda Çar ordularının tepesine yıldırım gibi iniyorlardı 30 Mayıs 1839'da General Grabe kumandasındaki Ruslarla Şamil'in kumandasındaki Kafkasyalılar arasında müthiş muharebe olur Şamil'in kuvveti beş bin kişi, buna mukabil Ruslar otuz bin kişidir Silah ve teçhizat durumu ise kıyas kabul edilmeyecek derecede Rusların lehinedir Şamil kuvvetleriyle birlikte ustalıkla çekilmiş ve Ahulgoh kalesine girmiştir Yetişen Rus ordulan kaleyi muhasara etmiştir Muhasara aylarca devam eder Kalede yiyecek ve içecek kalmamıştır Cephane bitmek üzeredir Şamil Rusların teklifi üzerine, ahalinin canlarına dokunulmayarak kaleden serbestçe çıkıp gitmelerine karşılık oğlu Cemaleddin'i rehin verir Fakat Cemaleddin'i alan Ruslar kaleyi daha sıkı bir ateş altına alırlar Müthiş top ateşi altında kale bedenleri tahrip olmuştur Şamil'in zevcesi ile iki yaşındaki yavrusu Mehmed Said şehit düşmüştür 28 Ağustos 1839'da kaleye hücum eden Rus askerleriyle boğaz boğaza mücadele olur Şamil ve askerleri son bir gayretle vuruşmaya devam etmektedirler Kalede bulunan kadınlar düşmanın eline geçmektense ölmeyi tercih ederek kendilerini uçuruma atmaktadırlar Kalede taş üstünde taş kalmamıştır Ayakta kalan sayıları yüze varmayan yiğitler son güçlerim ortaya koymaktadırlar Dayanmanın mümkün olmadığını gören Şamil adamlarına çekilmelerini söyler Kendisi de yaralı vaziyette, yine kendisi gibi yaralanmış sekiz yaşındaki oğlu Gazi Muhammed'i sırtına bağlayıp dik kayalara tırmanarak düşmanın arasından kaçmaya muvaffak olur Düşman şehitler arasında Şamil'i ararlarken o bir çoban vasıtasıyla Rus kumandanına şu mektubu gönderir: "General! Çarına haber ver ki, Kafkasya'nın bağrında daha binlerce Ahulgoh var ve on binlerce surlar ve kuleler başlarını Rablerine kaldırıp ecelini susayanları bekliyor "Silahlarınızın vücudumda açtığı üç yarayı şifalı Dağıstan otlarından kendi ellerimle yaptığım ilaçlarla şimdiden iyi ettim ve harbe hazırlandım Kalbimde açtığınız evlât, ayal ve hemşireme ait dört yaranın hiç hükmü yoktur Geri kalan evlât ve ayalimi de şimdiden vatan ve Cenâb-ı Allah'a kurban adadım "Size ve Çarınıza her şeyi bol bol vereceğiz Fakat vatanın hürriyet ve şerefini asla! "Ahulgoh'ta aldığınız kanlı ders kâfi gelmediyse, zengin çarınızın ordularını ve hazinelerini ortaya dökerek tekrar geliniz Askerlik şerefini lekeleyerek yalan söyleyiniz, vaadlerinizi inkâr ediniz, ormanlarımızı kundaklayınız, ekinlerimizi yakınız, meyve ağaçlarımızı, bahçelerimizi kavurunuz Bütün bunlar Kafkas'ın ezelî hürriyet ve istiklâl aşkını körüklemekten başka hiç bir şeye yaramıyacaktır "Çarlar ölecektir, Petro'larınız ve Katerina'larmız gibi Nikola da gözleri arkasında gidecektir Fakat Kafkasya mutlaka kurtulacak hür ve mesut olacaktır Allah, hak ve vatan uğrunda çarpışanların yardımcısı olsun" Ahulgoh'un düşmesinden sonra Şamil dağ bayır dolaşarak yeniden ordu kurmaya gider ve 1840'tan itibaren teşkilatlı bir ordu kurmaya muvaffak olur Altı bin kişilik ordunun 2500'ü piyade, 3000'i süvari, 500'ü de muhafız kıtası idi Bu orduda sadece 12 top bulunmaktaydı Karargâhını Dargo'ya kuran Şamil orduyu, Ahverdil Muhammed, Şuayip Molla, Hacı Murat ve Tilit'li Murtaza Ali kumandalarında dörde taksim eder Şamil'in ordusu, sayıları 50 binden fazla ve topçu kuvveti bakımından da yirmi misli fazla olan Rus ordusuna karşı yıldırım muharebeleri yapmaya başlar Zaferden zafere Müthiş harp taktikleri uygulayan Şamil Rusları perişan etmeye başlar Şamil merkezdeki kuvvetlerin idaresini eline alarak dört bir tarafa yetişiyor, düşmanı şaşırtıyordu 1843'teki Birinci Dargo muharebesinde Rus ordusu perişan edilerek büyük miktarda esir ve cephane alınır Çar Nikola'nın hazırlattığı 4 ordu da peşpeşe bozguna uğratılır Şamil'in kumandasındaki Kafkasyalılar destanlar yazmaktadırlar 30 Ağustos 1843 günü yapılan hücumla Unsokul kalesi 3 Eylül 1843'te de Satanah kalesi ele geçirilir Bundan sonra zaferler birbirini takip eder Hossat zaptedilir 9 Kasım 1843'te Gergebil Ruslardan geri alınır Şamil şeyhinin mezarını Rus askerlerine çiğnetmemiştir l Ağustos 1845'te Dargo'yu saran Rus orduları perişan edilir Mağrur General Vorontsof Dargo'da müthiş bozguna uğrar ve büyük miktarda cephane bırakarak kaçar Şamille baş edemiyeceğini anlayan Rus kumandanlarından Prens Vorontsof tüyler ürpertici bir icraata girişir ve Ağustos 1845'te Çeçenistan ormanlarını yakar Düşmanla anlaşmanın cezası ölümdür Rus ordularının üzerlerine geldiğini gören Çeçen'ler kadın ve çocukları kurtarmak için Ruslarla anlaşma yapmak isterler Fakat bunun için İmam Şamil'in reyini almaları gerekmektedir Ne var ki, bu hususta İmam Şamil'in zerre kadar taviz vermediğini ve düşmandan yüz çevirmeyi idamla cezalandırdığını bilmektedirler Neticede kura ile iki kişi tesbit edip Şamil'e gönderirler Bu elçiler önce İmam Şamil'in ******* ziyaret ederek, Şamil'in muvafakati için aracı olmasını rica edip yalvarırlar Şamil'in anası yalvarmalara dayanamayıp oğluna tavassutta bulunur Bu durumu gören Şamil, derin üzüntü duyar Canevinden vurulur Çünkü düşmanla anlaşmanın cezası ölüm, anlaşmak için aracı olmanın cezası ise yüz sopadır Yirmi beş senelik şanlı mücadele esnasında bu hükümlerden zerre kadar taviz vermemiştir Uzun tefekkürden sonra hükmü verir Anasına yüz sopa vurulacaktır Bu hükmü işiten ananın cevabı şudur: "Oğul, Allah'ın adaletini yerine getirmeden bir lahza geri durursan sana verdiğim sütü helâl etmem" Şamil anasının cezasını çekmeyi üzerine alır ve kendisine yüz sopa vurulmasını ister Emir kesindir Müritleri kendisinin yerine cezayı yüklenmek isterlerse de şiddetle reddedilirler Neticede ceza en ağır şekilde uygulanır ve İmam Şamil'e yüz kamçı vurulur "Mukaddes dâva uğruna, bin ana ve bin Şamil feda olsun!" diyen İmam Şamil, anasına ait küçük bir vatanî ihmal ve gafletin cezasını bizzat kendisi tekeffül etmiş ve ödemiştir Osmanlı Devletinden yardım isteniyor Mahdut imkânlarıyla Ruslarla mücadele eden ve onları perişan eden İmam Şamil kesin netice alınması için Halife-i Müsliminden yardım ister Bu maksatla 1853'te Muhammed Emin isimli kumandanını Sultan Abdülmecid'e gönderir O yıllarda osmanlı Devleti İngiltere ve Fransa ile ittifak ederek Rusya'ya sefer yapma hazırlığı içerisindedir Şamil'e göre, Rusya'ya öldürücü darbe Kırım'dan değil, Kafkasya'dan vurulabilirdi Kafkasya çok zengin bir ülkeydi ve Rusya ile Osmanlı Devleti arasında aşılmaz bir set olabilirdi Kafkasya'da çeyrek asırdır İmam Şamil'in liderliğinde verilen mücadelede, sayısı gittikçe artarak ikiyüz bine ulaşan muazzam Rus ordusu bozguna uğratılmıştır Osmanlı ordusunun yardım ve desteğiyle Ruslara öldürücü darbe vurulabilecekti Sultan Abdülmecid, İmam Şamil'in kumandanını büyük bir alaka ile karşılamış ve derhal İmam Şamil'e yardım gönderilmesini emretmiştir Bu maksatla büyük bir donanma Kafkasya'yı kurtarmak üzere ağzına kadar silah ve cephane dolu olarak yola çıkarılmıştır Ne var ki, zengin belde Kafkasya'ya Osmanlı nüfuzunun girmesini istemeyen müttefik ülkeler, Kafkasya'ya giden yardım gemilerini çevirerek, malzemeleri Sivastopol'a yığmışlardır Böylece Kafkasya'nın istiklal ümidi kaybolmuştur Şeyh Şamil'in Müdafaa Muharebeleri ve Esir Düşmesi Çar IIAleksandr, bir avuç insanın koskoca bir imparatorluğu çaresizlik içerisinde bırakmasını gururuna yediremiyordu Meseleyi halletmek için büyük askerî birlikler hazırlatmıştı Bu birliklerin sayısı bütün Dağıstan nüfusundan fazlaydı İmam Şamil bir avuç kahramanla, gözü dönmüş Rus sürülerine karşı kahramanca karşı duruyordu Ne var ki, düşman kırmakla tükenmiyordu Yüzlerce topu vardı Büyük cephaneleri vardı ve silahlar devamlı ölüm kusuyordu Son çarpışmada Şamil'in askerleri eriye eriye yüz kişi kalmıştı Kadın ve çocuklar vardı Durumu ören Şamil, kadın ve çocuklara ve yerli ahaliye dokunulmamak kaydiyle teslim olmuştur Kafkas Kartalı 6 Eylül 1859'da esir alınmıştır Kırk kişilik maiyyetiyle birlikte Başşehir Petersburg'a götürülmüştür On sene Rusya'da esir kalan Şamil, Çar'dan İstanbul'a gönderilmesini ister Bu isteğin kabul edilmesinden sonra İmam Şamil 1870'te İstanbul'a gelir Büyük bir kalabalık bu şanlı mücahidi büyük bir coşkunlukla karşılar İstanbul bir bayram günü yaşamaktadır Aziz misafirleri şehirlerine teşrif etmiştir Şamil'i getiren gemi Dolmabahçe sarayı önüne demirlemiştir Büyük kahramanı bizzat Sultan Abdülaziz karşılamış ve onu büyük bir muhabbetle bağrına basmıştır Sultan Abdülaziz sevincini şöyle ifade etmektedir: "Babam sultan Mahmut mezarından çıksa idi ancak bu kadar sevinç ve heyecan duyabilirdim!" Sultan Abdülaziz Han aziz misafirine nasıl ikram edeceğini, onu nasıl ağırlayacağını bilemez âdeta Günlerce başbaşa sohbet ederler İmam Şamil son günlerini mübarek beldelerde, yüce Nebi'nin (asm) makberinin bulunduğu Medine'de geçirmek istemektedir Rusya'dan ayrılırken geri dönmesi şart koşulmuş ve bunun için oğlu Muhammed Şefiî rehin alınmıştır Sultan Abdülaziz İmam Şamil'in son günlerini mübarek beldelerde geçirmesine müsaade edilmesi için Rus Çarına aracılıkta bulunur ve bu talep kabul edilir Bundan sonra İmam Şamil mübarek beldelere gider ve haccını ifa eder Hac esnasında dünyanın dört bir yanından gelen hacılar nâmını işittikleri bu şanlı mücahidi görmek, elini öpüp, duasını almak isterler, lâkin ister istemez izdiham meydana gelir Bu duruma çare olmak üzere idareciler Şeyh Şamil'i Kabe'nin damına çıkarırlar Bir müddet orada duran İmam Şamil'i hacılar doyasıya seyrederler Büyük bir izzet ve ikram'la ağırlanan İmam Şamil 17 Şubat 1871'de Medine-i Münevvere'de ruhunu Rahman'a teslim eder İmam Şamil'in cenazesi Cennetü'1-Baki denilen ve Peygaber Efendimizin (asm) zevcelerinin ve pek çok sahabenin de medfun bulundukları kabristana defnedilir |
Cevap : Tarihmize Şan Verenler |
12-27-2007 | #38 |
RaHaTSiZ
|
Cevap : Tarihmize Şan VerenlerGazi Osman Paşa Tarihimiz boyunca sayısız kumandanlarımız askerî sahada hizmet ifâ etmişler, bilhassa savaş meydanlarında gösterdikleri maharet, cesaret ve şecaatle bütün dünyanın takdirle alkışladığı zaferlerin kazanılmasında faal roy oynamışlar; tarihimizde pek çok destanların yer almasında mühim vazife görmüşlerdir Hepsi, ebediyen rahmetle, şükranla yâdedilecektir Gazi Osman Paşa da, tarihlere altın harflerle geçen Plevne müdafaası kumandanı olarak gönüllere taht kuran kumandanlarımızdandır Osman Paşa'yı henüz tahsil devresini tamamlamadan harp meydanlarında görmekteyiz Bu meydanda kahraman askerlerimize serdarlık ederek, düşmanlara unutamayacakları şamarlar indirmiş bir kumandandır Osman Paşa 1832 yılında Tokat'ta doğmuştur Askerliğe olan merak ve hevesi üzerine, Beşiktaş'taki Askerî Rüştiye'de ve Kuleli Askeri İdadisinde okumuştur Daha sonra «Mekteb-i Erkân-ı Harbiyyeye» giren Osman Paşa, kurmaylık eğitimim tamamlamaya fırsat kalmadan, Kırım savaşının çıkması üzerine Tuna cephesine gönderilir Genç yaşta harp meydanına atılan Osman Paşa'yı bundan sonra devamlı zaferler kazanan, hakkı olan terfiler olan bir subay olarak görmekteyiz Tuna cephesinde dört yıl kalan Osman Paşa, önce Mülâzım-ı Evvel, savaşın sonunda da Kolağası oldu (1856) Bundan sonra yarıda kalmış olan Kurmay eğitimini tamamladı ve Erkân-ı Harbiyye-i Umumiye reisliğinde Genelkurmay Başkanlığı çalışmaya başladı Anadolu haritasını çıkarmak vazifesiyle Bursa'ya tayin edildi Sırasıyla; Teselya, Yenişehir ve Cebeli Lübnan'da vazife aldı Girit isyanlarının başlaması üzerine Girit'e tayin edilen Osman Paşa, âsiler karşısında gösterdiği kahramanlık üzerine Miralay rütbesiyle taltif edildi (1866) Osman Paşa'yı bundan sonra, sırasıyla şu vazifelerde ve rütbelerde görmekteyiz: vazifeli gittiği Yemen'den Paşa rütbesi alarak dönmüştür Rumeli'de bulunan Beşinci Ordu Manastır Fırka Kumandanlığına tayin edilir (1875) Buradaki çalışmalarından dolayı Birinci Ferik olur Sırp isyanları başlayınca, emrindeki birliklerle âsiler üzerine yürür Sırp ordusunu perişan eder ve müşir olur (1876) 1877-1878'de Rusya'nın Osmanlı devletine karşı saldırıya geçmesi üzerine Vidin ve Rahova bölgelerinin korunmasıyla vazifelendirilir Plevne ve Gazi Osman Paşa Osmanlı'nın ezeli düşmanı Rusya, ilk hücumda ve kısa bir zamanda Osmanlı ordusunu mağlûp edip, İstanbul önlerine varmayı hayallemişti Bu hayali kuvvetlendirecek hareketler de yok değildi Kuzeyden hücuma geçecek olan Rusları durduracak iki müdafa hattı vardı Tuna nehri ve Balkanlar silsilesi Ruslar bu engeli de hemen hemen hiçbir zorluk görmeden geçmişlerdi Çarın kardeşi Grandük Nikola Nikolayeviç'in başkumandanlık ettiği Ruslar, Berkofça dağlarını aşmışlar, bugünkü Dobruca ve Bulgaristan topraklarına ulaşmışlardı Bu ana kadar ciddi bir mukavemetle karşılaşmayan Ruslar hayallerinde İstanbul'u görmeye başlamışlardı Rusların bu hareketi devam ederken, Osman Paşa'ya Ruslar'a karşı durmak üzere hareket emri verildi Bunun üzerine Osman Paşa, Vidin'den hareket ederek beraberindeki 25 piyade taburu, 12 süvari bölüğü, 48 sahra topu ve 6 dağ topu ile birlikte, bir haftalık bir yürüyüşle Plevne önlerine gelmiş; şehri Ruslar'dan alarak, derhal doğru dürüst bir kalesi olmayan ve müdafaaya elverişli olmayan Plevne'yi tahkim etmeye girişmiştir Balkanlardan güneye sarkmak için Plevne engelini aşmak mecburiyetinde olan Ruslar, henüz yeni gelmiş, Osman Paşa kuvvetlerine karşı 20 Temmuz 1877'de saldırıya geçmiştir Bu ilk saldırıda, kahraman askerlerimiz başlarında Osman Paşa ile düşmana karşı dururlar Bu çarpışmalarda Ruslar 2874 ölü ve büyük ölçüde mühimmat bırakarak kaçarlar Moskoflar, savaşın başındaki kolay muvaffakiyetleri yüzünden ilerlemelerini devam ettireceklerini ummuşlardı Fakat bilmiyorlardı ki, karşılarında, tarih boyunca destanlar yazan imanlı askerler ve başlarında da Osman Paşa gibi bir serdar vardı Tecrübeli, cesur, imanlı kumandanların elinde olan bu şanlı ordu tarih boyunca zaferden zafere koşmuştu Ruslar maddi güçlerine güvenerek, 30 Temmuz'da yeniden saldırır Bu defa 184 top ve 50 bin askerle birlikte Buna mukabil, Osman Paşa'nın elinde 58 top ve 23 bin asker vardı Bu ikinci saldırıda da hüsrana uğrayan Ruslar, 7305 ölü verdikten sonra, gerisin geri kaçarlar Rus ordusu Plevne önlerinde mıhlanıp kalmıştı Osman Paşa ve maiyyetindeki askerler düşmana göz açtırmıyor, bir adım bile ilerlemelerine müsaade etmiyorlardı Bütün dünyanın dikkati Plevne'deydi Bir avuç Osmanlı ordusu, Rus ordusuna meydan okuyor, perişan ediyordu Yakılan türküler yıllar boyu dillerden düşmemiştir Karadeniz akmam dedi, Ben Tuna'ya bakmam dedi, Yüzbin Moskof gelmiş olsa, Osman Paşa korkmam dedi İman dolu sinede korku izi bulunabilir mi? Düşmanın sayı itibariyle çokluğu sarsılmaz imana sahip insanlar karşısında bir kıymet ifade edebilir mi? Bunun cevabı Plevne'de verilmiştir Bütün hırslanyla saldıran Ruslar, Osman Paşa kumandasındaki Osmanlı askerlerinden yedikleri darbelerden sonra, bütün kuvvetleriyle Plevne önlerine gelmeye başlamışlardı Rus Çan IIAleksandr bizzat gelerek muharebeleri yakından takip etmiştir Son Rus ihtiyatları Plevne önlerine getirilir Gözleri öylesine korkmuştur ki, bütün bunlarla da yetinilemez Çar, Romanya Prensi IKarol'a bir telgraf çekerek yardım ister Telgraf manalıdır «İmdadımıza gel! istediğin gibi, istediğin yerden, dilediğin şartlarla Tuna'yı geç! Acele Plevne'de yardımımıza yetiş! Mahvoluyoruz! Hıristiyanlık, dâvasını kaybetmek üzeredir!» Bu telgraf üzerine Kral Karol, 3 piyade, l süvari tümeni ve 108 topla Rus ordusuna katılır Ruslar yine perişan oluyor Ruslar ve Rumenlerden oluşan birlikler Plevne'ye karşı hücuma geçerler 7 Eylül'den itibaren 432 top, geceli gündüzlü Plevne'yi döğmeye başlar Dört gün aralıksız devam eden top ateşinden sonra, 11 Eylülde taarruza geçen Ruslar ve Rumenler, ancak kendilerinin dörtte biri kadar olan Osman Paşa kuvvetleri karşısında perişan olurlar Bu üçüncü saldırıda da Ruslar, 3'ü general ve 350'si subay olmak üzere 15 bin 553 ölü vermiştir Plevne önlerinde bu muharebeler devam ederken, Osmanlı ordusu diğer taraftan Sırbistan ve Karadağ ile de savaşmaktaydı Plevne iki yönden Ruslar tarafından kuşatılmıştı Yalnız güneydoğu ve güneybatıdaki Sofya - Plevne yolu açıktı Muharebe ile Plevne müdâfilerini mağlûp edemeyeceklerini anlayan Ruslar, tam «Rusça» bir yola başvururlar Plevne'yi dört bir taraftan sararak kuşatma altına almak, böylelikle, erzak ve mühimmat yardımı alamayacak olan kuvvetleri teslime zorlamak Bu planı tatbik için 3 Eylül'de, Plevne'nin güneydoğusunda, Osma suyunun doğu kıyısı üzerindeki Lofça'yı işgal ederler Daha sonra 28 Ekim'de güneybatıdaki Sofya-Plevne yolunu da kapatırlar Böylelikle Plevne'yi dört bir yandan kuşatmış oluyorlardı Müdâfiler erzakları, cephaneleri bitene kadar vuruşmaya devam ederler Son kurşunu da atıp, yiyecek birşey kalmayıncaya kadar dayandıktan sonra, yine de teslim olmazlar Osman Paşa, 10 Aralık gecesi kaleden çıkıp düşman saflarını yararak, beraberindekilerle birlikte düşman hattını geçmeyi planlar ve planını tatbik eder Vuruşa vuruşa ilerlerken, bir kurşunla dizinden yaralanır Dizini delip geçen kurşun atına da isabet etmiştir Kahraman kumandan yaralı olarak teslim alınır Rus başkumandanı ve Çar, Osman Paşa'yı tebrik edip kılıcını iade ederler Üçüncü Plevne zaferinden sonra, Sultan IIAbdülhamid tarafından «Gazi» unvanı verilen Osman Paşa, bir süre esir olarak Rusya'da kaldıktan sonra, Ayestefanos anlaşmasının imzalanması üzerine İstanbul'a gelmiştir 4 ay 23 gün Plevne'de Ruslara karşı koyan ordunun kumandanı Gazi Osman Paşa'nın İstanbul'a gelişinde, Sultan Abdülhamid bu şanlı askerimizi kucaklar ve «Sen benim yüzümü ağarttın İki cihanda da yüzün ak olsun!» diye dua eder Daha sonra Mabeyn müşiri olan Gazi Osman Paşa, vefatına kadar bu vazifede kalır Düşmanın dahi takdir etmeye mecbur kaldığı bu faziletli kumandan, marşlarla dillerde, hatırasıyla gönüllerde yaşayagelmiştir Halâ söylenir: Kılıcımı vurdum taşa Taş yarıldı baştan başa Şanı büyük Osman Paşa Askerinle binler yaşa 5 Nisan 1900'da Rahmet-i Rahmana kavuşan Gazi Osman Paşa'nın mezarı Fatih camii haziresindedir |
Cevap : Tarihmize Şan Verenler |
12-27-2007 | #39 |
RaHaTSiZ
|
Cevap : Tarihmize Şan VerenlerAli Emiri Efendi Şehzadebaşı'ndan Fatih Camiine giderken yolun sol tarafında mütevazi bir bina görünür Tarihî eser olduğu bellidir Kapısında "Millet Kütüphanesi" tabelası vardır Bir bahçeden girilen ana yapıda eşsiz el yazması, taş basması eserler bulunmaktadır Bu kütüphaneyi dolduran binlerce cilt eser Ali Emiri Efendi'nin emeğinin, gayretinin, fedakârlığının, mahsûlüdür Ali Emiri Efendi otuz yıl boyunca İslâm Âleminin kültür merkezlerini dolaşıp, varını yoğunu harcayarak bu kütüphaneyi dolduran eserleri toplamıştır Hiç evlenmeyen Emiri efendi, hayatını, ilme, milletinin kültürünü yükseltmeye adamıştır Ne yazık ki bu değerli şahsiyet gelecek nesillere layıkiyle tanıtılmamıştır Hatta kurduğu kütüphanede onun topladığı, kendi imkanlarıyla satın aldığı eserleri okuyanlar bile Emiri Efendi hakkında fazlaca malumata sahip değillerdir Ali Emiri Efendi 1857'de Diyarbakır'da dünyaya gelmiştir Ailesinde değerli ilim adamları bulunan Emiri Efendi küçük yaşından itibaren sıkı bir ilmî çalışmaya girişmiştir İlk tahsiline Diyarbakır'da başlayan Emiri Efendi ilk önce Sülüküyye Medresesine devam etmiştir Daha sonra çeşitli medreselerde ilim tahsil etmiştir Dinî ilimlerde kariyer sahibi olan Emiri Efendi gece gündüz okuyarak kendisini yetiştirmiştir Tarih üzerinde çok durmuştur Maliye memuru, bilahare Müfettişi olarak Devlet Hizmetinde geçen otuz yıl müddetince her gittiği yerden değerli kitapları toplamıştır Bu uğurda bütün maaşını ve kazancını vermiştir Anadolu ve Rümelinde muhtelif şehirlerde memurluk yapan Emiri Efendi en fazla kitaplara merak salmış ve nerede değerli bir kitap olduğunu duymuşsa her türlü fedakârlığı göze alarak gidip o eseri almıştır Onun kitap aşkına bir misal vermek isteriz: Ali Emiri Efendi tarafından tesis olunan Millet Kütüphanesi Emiri Efendi, İşkodra ve Yanya vilayetleri maliye müfettişi iken, sırf Yemen'deki değerli eserleri toplamak için, Yemen Defterdarlığına talip olmuş ve Yemen'e gitmiştir Emiri Efendi'nin şimdi Türkiye'de, belki de dünyada tek nüsha olan Kaşarlı Mahmud'un değerli eseri Divan-ı Lügat'üt Türk'ü bulup kültürümüze kazandınşı da hayi enteresandır Yaşlıca bir kadın ihtiyacı olduğundan kendisine miras kalan bazı kitapları satmak ister ve kitapları sahaflar çarşısına getirir Bu kitaplar arasında çok eski bir kitap kimsenin dikkatini çekmez Emiri Efendi âdeti üzerine sahaflarda kitapları karıştırırken bu eski kitap gözüne çarpar Bu kitabın, nüshası bulunmayan Divan-ı Lügat'üt Türk olduğunu anlayınca üzerindeki bütün parayı kitapçıya verir ve kitap için istenen ücretin kalanını eve giderek getireceğini, kitabı kimseye satmamasını söyler Bu esnada ne olur ne olmaz diyerek te kitapçının üzerine kapıyı kilitler Eve kadar gitmeye de tahammül edemez ve yolda rastladığı ahbaplarından aldığı borç parayı getirip kitapçıya vererek eşsiz eseri alır Bu eşsiz eseri üç gün üç gece aralıksız Kilisli Rıfat Beyle birlikte inceler Üç gün boyunca sadece namaz kılmak için çalışmalarına ara verir ve yemek dahi yemez İnceleme bittikten sonra Emiri Efendi, böylesine değerli bir eseri ilim dünyasının kazanmasına kendisini vesile kıldığı için Cenab-ı Hakka hamdeder ve iki rekat şükür namazı kılar Emiri Efendi bu şekilde derlediği on beş bin ciltlik kültür hazinesiyle Fatih'te Feyzullah Efendi Medresesinde şimdiki kütüphaneyi kurmuş ve ölünceye kadar da bu kütüphanede hafız-ı kütüplük yapmıştır İşgal sırasında İngilizlerin ve başka müsteşriklerin (yabancı islam araştırmacıları) 30-40 bin altına varan satın alma tekliflerini şiddetle reddetmiştir Son derece mütevazi olan ve İslamiyyeti yaşamadaki hassasiyetiyle tanınan Emiri Efendi, bütün servetini ve ömrünü milletine vakfetmiştir Emiri Efendi, milletinin ancak, kültür vasıtasıyle, ilmi elde etmesiyle, mazisine, mefahirine sahip çıkmasiyle, dinine sımsıkı sarılmasiyle terakki edeceğine inanmıştır "Millet" başlıklı şiirinde milletine karşı duyduğu hisleri şöylece terennüm etmiştir: Hünerverfer yetişsün san'at îcâd eylesün millet, Hamiyyetle çalışsun mülki âbâd eylesün millet Çıkar seyret ne İbn Rüşdlerle İbn Sina'lar, Hele bir kerre azm-i râh-ı ecdâd eylesün millet Süleymâne teşebbüs Fâtihâne itinalarla Bekada, halde Faruku dilşâd eylesün millet Olur elbet ne Hayreddinler, Turgutça'lar paydâr, Yine Bahr-i Hind'de sâîmüz dâd eylesün millet Kerîm ol hizmet-i mille t'te candan öyle sat et kim, Hamiyet-i sâff-ı bâlâsında tâdâd eylesün millet Vatan evlâdıyız hep dahli bu kadar bunda edyânın, Çalışsın ittihad-ı ârâ ile ad eylesün millet Umumi bir uhuvvet hâsıl eylesün nûr-u ismetiyle, Bütün birbirine şevkatle imdâd eylesün millet Bu gafletle geçerse ey "Emîri" asr-ı hâzırda, Mezaristan içinde nazmımı yâd eylesün millet" Emiri Efendi şahsiyeti ve karakteriyle de milletine örnek olmuştur Fenne çok meraklıdır Çok çalışkandır Dinî, millî değerlere dil uzatan herkese karşıdır, onları hiç sevmez Osmanlı kültürüne, Osmanlı sultanlarına, büyüklerimize büyük hürmeti vardır İsimlerini hürmetle anmaktadır Ne pahasına olursa olsun doğru bildiğini söylemekten çekinmez Son derece doğru sözlü, dürüst ve merttir Son derece fedakardır Büyüklerimize dil uzatılmasına tahammül edemez Doğru bildiğini çekinmeden söylemesine şu vak'ayı misal olarak verebiliriz: Talat Paşa'nın sadrazamlığı esnasında, Paşa'nın da bulunduğu bir toplantıya Emiri Efendiyi davet ederler Sohbet esnasında, Talât Paşa'nın muhtelif mevzulardaki sathî değerlendirmeleri karşısında Emiri Efendi Paşa'ya dönerek: "-Paşa, paşa kaç cilt kitabınız var?" der Talât Paşa: "-30-40 tane kadar" cevabını verir Bunun üzerine Emiri Efendi; "Paşa, halktan utanmazsan Allah'tan kork Ulema olmayan, Milletin ve devletin meselelerini çok iyi bilemeyen devlet adamı olamaz Kitabı olmayan sadrazam olamaz Sen millete ne vereceksin?" der Emiri Efendi hoşlanmadığı insanlara hiç yüz vermemiştir Mesela Ziya Gökalp'ten hoşlanmaz Gökalp'in ısrarla Divan-ı Lügat-üt Türk'ü görmek isteme talebini reddeder ve araya sevdiği dostlarının da girmesine rağmen Gökalp'e kitabı göstermez Değerli bir şair olan ve şiir yazabilecek kadar Arapça ve Farsça'yı iyi bilen Emiri Efendi'nin elliye yakın telif eseri bulunmaktadır Eserlerinden bazıları şunlardır: Levami'ül Hamidiyye, Cevahir-ül Mülük, Ezhar-ı Hakikat, Yavuz Sultan Selimin Türkçe Eş'arının Tahmisi, Osmanlı Vilayet-i Şarkiyyesi (Diyarbekir), Yemen Hatırası, Mir'at-ül Fevaid Emiri Efendi bu değerli eserlerinden, ilminden, şairliğinden ziyade ilim ve kültür âlemine nadide eserler kazandırması, topladığı kitapları milletine armağan etmesiyle tanınmıştır Emiri Efendi'nin kültür dünyamıza kazandırdığı eşsiz eserlerden bazıları şunlardır: "Cerrahiyyet-ül Hâniyye", dünyada ilk cerrah olan ve çok başarılı ameliyatlar yapan ve bütün bunları minyatürlerle kitabında gösteren Sabuncuoğlu Şerafeddin Bilâlî'nin eşsiz eseri Bu kitapta bazı mühim ameliyatların yapılışı ve ameliyatta kullanılan aletler resimlerle gösterilmiştir Âşık Çelebi Tezkiresi: Âşık Çelebi'nin yazmış olduğu "Meşâir-i Şuara" isimli eserdir Eserde 79 minyatür bulunmaktadır Bu minyatürler şairler hayatta iken yapılmışlardır Kıyafatü'l İnsaniye Fi Şemâili'l-Osmaniye: Seyyid Lokman'n, insanın fizikî yapısına bakarak karakter tayin etme ilmini muhtevi eseridir Emiri Efendi ayrıca cilt bakımından da eşsiz eserler toplamıştır Bunlardan "Muhibbi Divanı"üstü bordro meşin üzerine gümüşle işlenmiştir Son derece değerli bir nüshadır 23 Ocak 1924'te vefat eden Emiri Efendi'nin cenaze merasiminde son Osmanlı Halifesi Abdülmecid Efendi de bulunmuştur Mütevazi, ihlaslı bir zat olan Emiri Efendi yaptıklarıyla milletin gönlünde yer etmiştir Kültürümüze eşsiz eserler kazandıran Emiri Efendiyi rahmetle, şükranla yâdederken hakkındaki yazımızı Yahya Kemal'in yazdığı "Ali Emiri'ye Gazel" şiiriyle noktalamak istiyoruz Şöyle diyor Yahya Kemal gazelinde: "Muhtaç isen füyuzuna eslâf pendinin Diz çok önünde şimdi Emiri Efendi'nin Âmid o şehr-i nur öğünsün ile'l-ebed Fazl ü faziletiyle bu necl-i bülendinin İklim-i Rûm'u gezdi otuz yıl taraf taraf Bir maksadıyle tab'-ı nefâ'is-pesendinin Yekpare nur olan bu kütüphâne-î nefis Yekpare servetiydi bu âlemde kendinin Ecdâd-ı pâkimiz gibi vakfetti millete Hayranı oldu halk eser-î bîmenendinin Yâ Fahr-ı Kâinaat sen iyfâ et ecrini Divân-ı Kibriya'da bu Şark ercümendinin |
Cevap : Tarihmize Şan Verenler |
12-27-2007 | #40 |
RaHaTSiZ
|
Cevap : Tarihmize Şan VerenlerKoca Seyyid Çanakkale önlerinde tarihte ender görülen bir muharebe cereyan etmekteydi Bir yanda dünyanın en gelişmiş askeri vasıtalarına sahip ve sayıca çok kalabalık Batı ülkeleri, diğer tarafta vatanlarını müdafaa için cepheye koşup; düşmanın topuna, tüfeğine iman dolu göğsünü siper eden Mehmedcik Anadolunun cihangir ruhlu yiğitleri, şanlı fakat talihsiz devletlerinin elde kalan kısmını müdafaa için cansiperane vuruşmakta Düşman zırhlılarının yağdırdığı güllelere, yaylım ateşe karşılık vermekte, düşmana adım attırmamaktadır Her hususu gözönünde bulundurduklarını zanneden ve hesaplarına göre en geç üç günde Çanakkale'yi aşacaklarını hesap eden düşmanlar yanıldıklarını acı bir şekilde görecek ve zelil bir halde kaçacaklardır Çanakkale önlerinden Onlar kaçarken, geride Mehmetçiklerin kanları, canlan pahasına kazanıp evlatlarına ithaf ettikleri şanlı bir hatıra kalacaktır Çanakkale harbinde tarihlere şanla geçen kahramanlık tabloları çizilmiştir İşte böyle tablolan çizenlerden birisi de Koca Seyyit'tir 1889'da Balıkesir'e bağlı Havran ilçesinin Çamlık köyünde dünyaya gelen Seyit, çocukluğundan itibaren gürbüz yapısı ve pehlivanlığıyla dikkatleri çekmiştir Bu vasfından dolayıdır ki asker ocağında kendisine pehlivanlığına izafeten "Koca" lakabı verilmiş ve "Koca Seyyid" diye tanınmıştır 1909'da vatani vazifesine yapmak üzere askere giden Koca Seyit üç senelik asker iken 1912'de Balkan harbi patlak vermiş, Seyit de birliğiyle birlikte savaşa katılmıştır 1913'te Balkan savaşının sona ermiş olmasına rağmen Seyit terhis edilmemiştir 1914'te Birinci dünya savaşı patlak verince Seyit de Çanakkale'de topçu eri olarak vazife almıştı Çanakkale Boğazı'nın Rumeli yakasında, Kilitbahir denilen mevkide 28 lik Mecidiye bataryasında Şeyit'le birlikte kırk kişi vazifeliydi 17 Mart 1915'te Çanakkale'deki bütün birliklerde yoğun bir faaliyet görülmekteydi Ertesi gün, düşmanın büyük bir hücuma geçeceği haber alınmıştı Seyit Onbaşının bataryasında da hazırlıklar tamamlanmış ve düşmanın taarruzu beklenmeye başlanmıştı 18 Mart 1918'de ilk önce Fransız daha sonra İngiliz zırhlıları Çanakkale boğazında görülmüşlerdi Kıyılan yoğun top ateşine tutan düşman zırhlıları aynı şiddette karşı ateşle karşılaşınca duraklamışlar, fakat ateşlerini kesmemişlerdi Anadolu ve Rumeli kıyılarından ateş ve dumanlar göklere yükselmekteydi, düşman ateşi aralıksız devam ediyordu İngilizlerin en büyük savaş gemilerinden Queen Elizabeth ve Ocean zırhlıları Koca Seyit'in bataryasının bulunduğu Kilitbahir önlerine gelmiş, kıyıyı top ateşine tutmuştu Ateş çemberi genişleye genişleye Koca Seyit'in bataryasına ulaşmıştı Bataryanın sağına soluna mermiler peşpeşe düşmeye başlamıştı Durumun kritik oluşunu gören batarya komutanı "sığınağa!" emrini vermişti Fakat batarya erleri sığınağa ulaşmadan müthiş bir gürültü kopmuş, sanki yer yerinden oynamıştı Koca Seyit de o gürültüden sonrasını hatırlamıyordu Düşman gemilerinden atılan bir mermi cephaneliğe isabet etmiş, cephanelik havaya uçmuştu Bataryadaki erlerden on dördü şehit olmuş, yirmi dördü ise yaralanmıştı Sadece Seyit ile Ali isimli arkadaşı yara almadan kurtulmuşlardı Sağlık erlerinin müdahelesiyle kendine gelen Seyit gözlerini açınca etrafta şehit olan arkadaşlarının cesetlerim görmüş ve arkadaşlarından durumu öğrenmişti Bataryada ikisinden başka kimse kalmamıştı Bataryanın toplarından ikisi toprağa gömülmüş ve kullanılmaz hale gelmişti Sadece bir tanesi kullanılabilir haldeydi Onun da vinci kırılmıştı Koca Seyit, bir denizde hâlâ ateş püsküren düşman zırhlısına bir yerde yatan şehitlere bir de topa bakmış ve büyük bir hırsla her biri 215 okka (276 kilo) ağırlığındaki mermilere yönelmişti Arkadaşı Niğdeli Ali şaşırmıştı, Koca Seyit ne yapmak istiyordu Seyit, şaşkın şaşkın kendisine bakan arkadaşına "yardım et de mermiyi yükleneyim" demiş, ardından da "Ya Allah" diyerek koca mermiyi kavramış ve Ali'nin yardımıyla sırtlamıştı 276 kiloluk yüküyle 28'lik topun altı basamağını çıkan Koca Seyit mermiyi topun ağzına yerleştirmeyi başarmıştı İmanın hem nur hem de kuvvet olduğunu göstermişti Koca Seyyit Bu hakikati bütün dünyaya ilan edecekti Şimdi bütün dikkatini vermiş önünde canavar gibi duran Ocean'ın üzerine çevirmişti topun namlusunu Hedefi iyice tesbit edip nişanının doğru olduğuna kanaat getirdikten sonra "Ya Allah, bismillah!" diyerek topu ateşlemişti Topun gürlemesiyle birlikte karşıdaki düşman gemisinden yoğun siyah bir duman yükselmişti Anında yalpalamaya başlamıştı Koca gemi isabet almıştı Gemi personelinin sesleri kıyıdan duyuluyordu Vurmuştu Koca Seyit, koca kefere gemisini Ve mağrur düşmanın koca gemisi batacaktı Düşmanlar Mecidiye bataryasının safdışı edildiğini zannetmekteydiler Kilitbahir cephesindeki komutanlar da aynı kanaate varmışlardı Fakat Mecidiye bataryasından ateşlenen bir top düşman gemisini batırmıştı işte Batarya komutanı Hilmi Bey derhal Mecidiye bataryasına koşmuş ve topu Seyitle arkadaşının ateşlediğini öğrenmişti Hemen oracıkta onbaşı rütbesini takmıştı Seyit'e Komutanlar takdirlerini bildirmekteydi Seyit ise Anadolu insanının tevazuu ile kızarmakta ve "fazla birşey yapmadığını, sadece arkadaşlarının intikamını aldığını" söylemekteydi "Nasıl yaptın?" sualine ise şu cevabı veriyordu "Cenb-ı Hakkın yardımıyla" Koca Seyit'in Ocean'ı batınşı bir anda her tarafa yayılmıştı Mehmedcik taze moralle düşmanı şiddetli top ateşine tutmuştu Gün batımına kadar devam eden şiddetli savaşta düşman perişan edilmişti Düşman Çanakkale'yi geçememişti Geçemiyecekti de Çanakkale kahramanlarından Koca Seyit 1918'de terhis edilmişti Köyüne dönen Seyit geçimini temin için çalışmaya başlamıştı Fakat hain gözler cennet vatanın üzerinde olunca rahatlık yoktu Düşmanların hücumları bitmiyordu Daha düne kadar Osmanlı devletine bağlı olan "uşak tabiatlı" Yunanlılar 15 Mayıs 1919'da İzmir'i, 28 Mayıs 1919'da da Ayvalık ve Edremit'i işgal etmişti Vatan istila altındaydı, Çanakkale'nin şanlı gazisi Seyit onbaşı durabilir miydi? Durmadı ve işgal haberini alır almaz cepheye koştu Karış karış vatanını müdafaa eden yediden yetmişe Anadolu insanıyla omuz omuza verip vuruşuyordu Koca Seyit, Ordunun 26 Ağustos 1922'de başlattığı büyük taarruza da iştirak etmiş ve 28 Ağustos'ta cereyan eden muharebede iki yerinden yaralanmıştı Büyük zaferin kazanıldığını hastanede yatarken öğrenmişti Koca Seyyit Dünyalar kendisinin olmuştu Artık asırlardır olduğu gibi şanlı bayrağı semalarda hür olarak dalgalanacak, Ezan-ı Muhammedi vatan semalarından eksik olmayacaktı Savaşın kazanılmasından sonra mütevazı hayatını devam ettirmişti Koca Seyyid, fakirdi, çoluk çocuğunun geçimini sağlamak için binbir meşakkatle dağdan odun getiriyor, odun kömürü yapıp satıyordu Koca gazinin madalyası bile yoktu O da "müracaat et sana madalya versinler, maaş bağlasınlar" diyenlere, "Biz madalya için, maaş için dövüşmedik 'Ya şehid olacağız ya gazi' dedik Ücretini Cenab-ı Allah'tan bekledik ve Rabbim bize gazilik rütbesini nasib etti" demiştir 1939 yılının Aralık ayında vefat eden Koca Seyit geride maddî hiç bir servet bırakmamıştı Madde bakımından belki dünyanın en fakir insanıydı, fakat, şanlı tarihe malolan şanlı hatıralar bırakmıştı |
Cevap : Tarihmize Şan Verenler |
12-27-2007 | #41 |
RaHaTSiZ
|
Cevap : Tarihmize Şan VerenlerŞahin Bey Asırlar boyunca hür yaşamış necip milletimiz, hürriyetlerine, vatanlarına, dinlerine müteveccih tecavüzleri bertaraf etmek için canlarını seve seve feda etmişlerdir Bu, tarih boyunca böyle olmuştur İstiklal Harbi neticesindeki muhteşem zafer, binlerce aziz şehidin kanlarıyla yazdıkları eşsiz bir detandır Binlerce vatan evlâdı, vatanlarının tehlikede olduğunu görünce düşmanın önüne dikilmişlerdir Onlar Allah'ın rızasını gaye edinmişlerdi ve ebedî hayatı arzulamaktaydılar Bu yüzden dünyalıklara ve dünyaya ehemmiyet vermemiş, hayatı sadece bu dünyadaki safhadan ibaret bilen maddenin esirlerine meydan okumuşlardır Antepli Şahin Bey de istiklal harbinin aziz şehitlerindendir Tek başına düşmana meydan okumuş, "Düşman arabaları cesedimi çiğnemeden Antep'e giremez" demiştir Bu kahramanın hayatı, fedakarlıklarla doludur, yeni nesil için ibret levhasıdır Hayatı-İstiklal Harbine Katılışı Şahin Bey 1877'de Gaziantep'de doğmuştur Asıl adı Mehmed Said'dir 1899'de Yemen'e er olarak giden Mehmed Said, Yemen cephesinde gösterdiği muvaffakiyet ve kahramanlık üzerine başçavuş olmuştur Mehmed Said 1911'de Trablusgarb harbine gönüllü olarak katılmış, Balkan savaşlarında Çatalca cephesinde savaşmıştır Galiçya'da 15 Kolorduda savaşan Mehmed Said, 1917 Ekiminde Sina Cephesinde vazife almıştır Tehlikeli vazifelere gönüllü olarak koşan, vatanperverliği, ahlakı ile dikkatleri üzerinde toplayan Mehmed Said'in rütbesi teğmenliğe yükseltilmiştir 1918'de İngilizlerle Sina cephesinde cereyan eden şiddetli bir muharebe neticesinde esir düşmüştür Mısır'daki İngiliz esir kampında 1919 Aralık ayı başlarına kadar esir olarak kalan Mehmed Said, ateşkesden sonra serbest bırakılmıştır Şahin Bey, 13 Aralık 1919'da İstanbul'a gelmiş, Harbiye Nezaretine müracaat ederek vazife istemiştir Harbiye Nezareti tarafından Urfa'nın Birecik kazası Askerlik Şubesi Başkanlığına tayin olunan Şahin Bey, İşgal altındaki Antep'in vaziyetini görerek Antep'te kalmaya karar vermiştir Antep Heyet-i Merkeziyesine müracaat ederek vazife isteyen Şahin Bey, heyetin kendisine Kilis-Antep yolunu kontrol altında tutma vazifesini vermesi üzerine derhal çalışmaya başlamıştır Yıllardır evinden, ailesinden, çocuklarından ayrı kalan Şahin Bey, kendisine verilen vatan hizmetinin mesuliyetini omuzuna aldıktan sonra derhal hizmet mahalline koşmuştur Yıllar sonra döndüğü evinde ise ailesi ve çocukları arasında ancak bir gün kalmıştır 1920 yılı Ocak ayı başlarında köyleri dolaşarak cihadın ehemmiyetini ve faziletini anlatan Şahin Bey, kısa zamanda 200 fedai toplamıştır Kilis-Antep yolu, Antep harbinin kilit noktasıdır Ne yapılıp edilmeli Fransızların bu yoldan Antep'teki işgal birliklerine yardım ulaştırmalarına engel olunmalıdır Şahin Bey kendisine haber gönderen Anteplilere şu cevabı vermektedir: "Müsterih olunuz Düşman arabaları cesedimi çiğnemeden Antep'e giremez!" 5 Kasım 1919'da İngilizlerden işgal hareketini devralan Fransızlar bir türlü Anadolunun bu güzel beldesini işgale muvaffak olamamakta, şehir halkı, sınırlı imkânlarıyla karşı koymaktadırlar Fransızlar bütün ümitlerini Kilis'ten gelecek takviye kuvvetlerine bağlamışlardır Fakat, o yolu da Şahin Bey bir avuç serdengeçtisiyle tutmuştur Şahin Bey ve fedaileri 3 Şubat'ta ve 18 Şubat 1920'de tam donanımlı Fransız birliklerini perişan etmişlerdir Şahin Bey, zaferin ardından düşman kumandanına gönderdiği mektupta şöyle demektedir: "Kirli ayaklarınızın bastığı şu toprakların her zerresinde şühedâ kanı karışıktır Din için, namus için, hürriyet için ölüme atılmak bize, Ağustos ayı sıcağında soğuk su içmekten daha tatlı gelir Bir gün evvel topraklarımızdan savuşup gidiniz Yoksa kıyarız canınıza" Sürüyle saldıran düşman kuvvetleri bir avuç yiğit karşısında perişan olmanın şaşkınlığına düşmüşlerdi Bu şaşkınlık yerini öfkeye terketmiş ve Antep'e ulaşmak düşman kuvvetleri için bir prestij, meselesi olmuştur Fransız kuvvetleri 25 Mart 1920'de Andorya kumandasında yola çıkar Bu Fransız küvetleri sekiz bin piyade ve iki yüz süvariden oluşmaktaydı Ayrıca bu Fransız birliğinde, bir batarya top, 16 Ağır makinalı tüfek, çok miktarda otomatik tüfek ve 4 tank mevcuttu Kahraman Şahin Bey, ancak yüz kişiyi bulan fedâileriyle düşmanın karşısına dikilmişti 25 Mart günü sabahtan akşama kadar çatışma devam etmiş ve Şahin Bey düşmana ağır kayıplar verdirmiştir Şahin Bey gece gündüz uyumuyor, çatışma esnasında her tarafa yetişerek fedailerin manevî kuvvetlerini yükseltmeye çalışıyordu Sırtındaki kaputu çıkartıp nöbet bekleyen yiğitlerin üzerine örten Şahin Bey, her hareketiyle örnek olmaktaydı 28 Mart sabahına kadar düşmana aman vermeyen Şahin Bey, durumun gittikçe kritik hal almasından sonra kendisine geri çekilmeyi tavsiye edenlere şöyle diyordu: "Düşman buradan geçerse ben Ayıntab'a ne yüzle dönerim, düşman ancak benim vücudum üzerinden geçebilir" Çatışmanın 4günü Öğleye doğru Şahin Bey'in yanında 18 kişi kalmıştı Onların da şehadet şerbetini içmelerinden sonra tek başına kalan Şahin Bey, son kurşunu kalıncaya kadar düşman ateşine karşılık vermiştir Atacak kurşunu kalmayan Şahin Bey tüfeğini yere çarparak kırmış ve sel gibi üzerine hücum eden düşmanlara karşı yumruklarını sıkarak karşı durmuştur Silahsız Şahin Bey'in yanına yaklaşamayan düşman askerleri uzaktan ateş ederek Şahin Bey'i şehit etmişler, ardından süngü darbeleriyle aziz nâşını parça parça etmişlerdir 28 Mart 1920'de şehadet şerbetini içen Şahin Bey'in ağzından dökülen son söz şu olmuştur "Allah'ım vatanımı kurtar, alçak düşman! Gel sen de süngüle" Şahin Bey'in şehadet haberi şehre gelince yanık bağırlardan şu mısralar dökülmüştür: Şahin'i sorarsan otuz yaşında, Süngüyle delindi köprü başında Çeteler toplanmış ağlar başında Uyan şahin uyan gör neler oldu Sevgili Ayıntab'a Fransız doldu Şahin Bey, istiklal meş'alesini tutuşturmuş, onbinlerce Şahinler, tutuşturulan bu meş'aleyi söndürmemek için vargüçleriyle vuruşmaya koşmuşlardır Şahin Bey'in 11 yaşındaki oğlu Hayri de gönüllü olarak savaşa katılmış ve bütün çatışmalarda yer almıştır Şair o yıllarda Ayıntaplılara şöyle seslenmektedir: "Düşünme arkadaş, Allah büyüktür, Alamaz bir tek taş Allah büyüktür, Sen çalış ve uğraş Allah büyüktür Sönmesin İslâmın parlak yıldızı" Cenab-ı Hakka istinad edenler düşmana tek bir taş vermemek için 11 ay düşmana kan kusturmuşlar ve din için, millet için vatan için, altı bin şehid vermişlerdir |
Cevap : Tarihmize Şan Verenler |
12-27-2007 | #42 |
RaHaTSiZ
|
Cevap : Tarihmize Şan VerenlerMehmed Akif Sevr antlaşmasından sonra düşman baskısına maruz kalan vatanın semâlarını kara bulutlar kaplamıştı Asırlar boyu esaret nedir bilmeyen bir millet mahzundu, kederliydi Bu vatan semâlarında dalgalanan şanlı sancak ve asırlar boyu vatan semalarını çınlatan Ezan-ı Muhammedi dinecek miydi? İşte bu esnada gönüllere su serpen ümit mayası aşılayan gür bir ses şöyle haykırıyordu: "Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak Sönmeden Yurdumun üstünde tüten en son ocak O benim milletimin yıldızıdır, parlıyacak, O benimdir, o benim milletimindir ancak! Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım, Hangi çılgın, bana zincir vuracakmış? Şaşarım! Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım" Bu ses, Mehmed Akif in sesiydi İstiklal marşıyla millete böyle sesleniyordu Aynı ses, Balkan harbi esnasında; Beyazıt, Fatih, Süleymaniye camii şeriflerinden, milli Mücadele'de Balıkesir Zağanos Paşa, Kastamonu Nasrullah ve daha pek çok camilerden millete seslenmişti İlk önce ümitsizliğe karşı çıkmış, daha sonra fikir birliği için, İslam Birliği için çalışmaya başlamıştı "Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez; Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez" diyerek tefrikanın dehşetine dikkatleri çeken Akif hiçbir vakit ümidini kaybetmiyordu Şöyle sesleniyordu necib milletine: "Değil mi cephemizin sinesinde iman bir Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir Değil mi sinede birdir vuran yürek Yılmaz! Cihan yıkılsa, emin ol bu cephe sarsılmaz! Ve Mehmed Akif in dediği gibi yedi düvel saldırsa da bu cephe sarsılmayacaktı, sarsılmamıştı İstaklal, Hakka tapan milletindi ancak Ve "İla-yı kelimetullah" için didinen bir millete Cenab-ı Hakkın armağanıydı, ihsanıydı istiklal Mehmed Akif şiirleriyle, makaleleriyle vaazlarıyla bu milletin dertlerini dile getirmiştir O hislenişiyle, heyecanıyla, yaşayışıyla bu milletten bir parçaydı Bu necib milletin tercümanı, san'atkârı, bir temsilcisiydi Bu yüzdendir ki millet onu muhabbetle bağrına basmış, aradan yıllar geçmesine rağmen unutmamıştı Unutmayacaktı da Her sabah vatan evladları "İstiklâl Marşı "nı gür sesle söylemekte, mânâsını ruhlarına sindirmektedir Hayatı-Şahsiyeti Mehmed Akif in hayatına bakıldığında onu vatan şairi, İslâm şâiri yapan unsurların ne kadar yerli ve asil olduğu görülecektir Akif, 1873 yılında Fatih Sarıgüzel semtinde her köşesine Kur'an sesi sinmiş mütevazi bir evde dünyaya geldi Babası, Fatih müderrislerinden İpekli Tahir Efendi'dir Annesi Buhara Türklerinden Emine Şerife Hanım'dır Çok âbid ve zâhid ebeveynin çocuğu olmak saadetini tadarak dünya misafirhanesinde günlerini geçiren Akif, henüz çok küçük yaşından itibaren anne ve babasından ibâdetin vecdini, zevkini, heyecanını tadarak hayat mektebinin ilk basamağını adımlamaya başlamıştı Konuşmaya başladığı andan itibaren babası ona Kur'an-ı Kerim'den âyetler ezberletmeye başlamıştı Henüz dört yaşındayken de Fatih'te Emir Buharî mahalle mektebinde ilk tahsiline başlamıştı Daha sonra yine Fatih'te muvakkitha'nenin yanında ilk mektebe devam etti Ardından Fatih Merkez Rüştiyesini ve daha sonra da Mülkiye'nin idâdî kısmını bitirdi Bu tahsil devresi esnasında bir taraftan da babasından Arapça, fıkıh, tefsir gibi dinî ilimler tahsil etmekte, Esad Dede'den de Farsça dersleri almaktaydı İlme ve ilim tahsiline doymak bilmiyordu âdeta 1887 senesine kadar tahsil hayatı kesintisiz devam etmiştir Bu sene içerisinde üst üste gelen iki acı, Akif i kedere boğmuştur Hem hocası, hem arkadaşı olan babası bu sene içerisinde vefat etmişti Pederinin vefatından sonra büyük Fatih yangınında evleri yanmıştır Bu hadiselerden sonra ailesinin mesuliyeti de omuzlarına yüklenen Akif, Halkalı Ziraat ve Beytar Mektebine girerek yüksek tahsilini tamamlamış ve hayata atılabilecek duruma gelmiştir Okulu bitirdiği 1893 senesinden memuriyetten ayrıldığı 1913'e kadar çeşitli vazifelerle Anadolu ve Rumeli'de bulunmuştur Memuriyeti esnasında bir yandan da, Halkalı Ziraat ve Ziraat Makinesi mektepleriyle, İstanbul Darülfünununda edebiyat ve kitabet dersleri vermiştir Balkan harbinin arkasından memuriyetten ve Darülfünundan istifade etmiştir Akif o andan itibaren bütün mevcudiyetiyle vatan hizmetine koşmuştur Balkan faciasını müteakip İstanbul'un selâtin camilerinde binlerce İstanbulluya verdiği vaazlarında mağlubiyetin sebeblerini tahlil ediyor ve ümitsizliğe yer verilmemesini ihtar ederek ümidvâr olmalarını, ayrılığa asla yer verilmemesini, birlik ve beraberlik içerisinde olunmasını, Cenab-ı Hakka bağlılıktan ayrılınmadığı müddetçe zaferin er geç kendilerinin olacağını söylüyordu Akif, 1918 yılında İslam'a yapılan hücumlara ilmi cevap vermek ve saldırıları ikna edici delillerle susturmak, İslam Âleminde ortaya çıkan birtakım dinî meseleleri halletmek için kurulan "Darül Hikmet-il İslâmiyye" de vazife yapmıştır İstanbul'da hizmet vasıtasının tamamen kaybolması üzerine de mücadelesini sürdürmek üzere Anadolu'ya geçmiştir Milli Mücadele'de Akif Milli Mücadele saflarında yer almak için Ankara'ya giden Akif i çeşitli bölgeleri dolaşarak halkı aydınlatırken görüyoruz Vaaz ve nasihatlarıyla mücadelenin ehemmiyetini dile getiren Akif, her gittiği yerde büyük alâkayla karşılanıyorduKonuşmalarıyla milletin hissiyatını dile getiriyor Milletin hissiyatına, ruhuna hitap ediyordu 6 Şubat 1920 günü Balıkesir Zağnos Paşa Camiini tıklım tıklım dolduran ahâliye şöyle sesleniyordu Akif: "Ey cemaati Müslimin! memleketlerinizi kurtarmak için devam eden mücâhedâtımızda bir noktaya son derece dikkat etmelisiniz! Bu hareketlerin, bu himmetlerin sırf müdafai din ve vatan gayesine müteveccih olduğu yar ve ağyar nazarında tamamiyle anlaşılmalıdır Fırkacılık, menfaatcilik, komitecilik gibi hislerden külliyen müberra olduğuna yakındakilere uzaktakilere tamamiyle kanaat gelmelidir Bu kanaati zerre kadar sarsacak bir harekete, bir söze kimse tarafından meydan verilmemelidir" Yine devamla şöyle diyordu: "Cemaat içinde herkesin uhdesine düşen bir vazife-i vataniye, bir farizâ-i diniye vardır ki onu ifa hususunda zerre kadar ihmal göstermek caiz değildir Bu hususta hiçbir fert kenara çekilerek seyirci kalamaz Çünkü düşman kapılarımıza kadar dayanmış, onu kırıp içeri girmek, harîm-i namus ve şerefimizi çiğnemek istiyor Bu nâmerd taarruza karşı koymak, kadın, erkek, çoluk çocuk, genç, ihtiyar Her fert için farz-ı ayın olduğu, bir lahza hatırdan çıkarılmamalıdır" Akif in bu vazlan kulaktan kulağa her tarafa yayılıyordu Kastamonu Nasrullah Camiinde verdiği vaaz ise Yurdun çeşitli yerlerinde camilerde okunmuş, bastırılarak her tarafa dağıtılmıştır İstiklal Harbi esnasında IBüyük Millet meclisine Burdur mebusu olarak giren Akif bu devrede 17 Şubat 1921'de İstiklal Marşı'nı yazmıştır Millet meclisince yüzlerce şiir arasından seçilerek 12 Mart 1921'de kabul edilen İstiklal Marşı, mecliste tekrar tekrar okunmuş, vecd içerisinde ayakta dinlenmiştir Bu esnada yazdığı şiirler dillerden düşmüyordu Cepheye giden kahraman Mehmedçiğe şöyle sesleniyordu Akif: "Yurdunu Allaha bırak çık yola "Cenk"e deyip çık ki vatan kurtula Böyle müyesser mi gaza her kula Haydi, levend asker, uğurlar ola" Bütün şiddetiyle Anadoluya saldıran düşmanlar karşısında imanlı göğsünü siper edenlere kuvve-i maneviyye olarak Akif in sesi çınlıyordu siperlerde: "Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz; Bu yol ki hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz Düşer mi tek taşı, sandın, harîm-i namusun? Meğer ki harbe giren son nefer şehid olsun" Ve azimle, imanla büyük savaştan yüz akıyla zaferle çıkılmıştı Akif in İstiklal Harbinden sonraki devresi vatandan cüda geçmiştir Abbas Halim Paşa'nın daveti üzerine 1923'te Mısır'a gitmiştir Daha sonra aralıklarla tekrarlanan bu Mısır seyahati, 1926'dan 1936'ya kadar 10 sene fasılasız sürmüştür Bu devrede Akif fikrî mesâisi yanında Mısır Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde Türk edebiyatı dersi okutmuştur 1936 senesi sonlarında hastalanması üzerine Vatana dönen Akif, 26 Aralık 1936 günü akşamı Hakkın rahmetine kavuşmuştur Aziz naşı ebedî âlemin ilk kapısı olan Edirnekapı'daki şehitlikte bulunan mezarlığa binlerce gencin elleri üzerinde taşınmıştır Fikirleri-şahsiyeti Akif, İslama ruhu canıyla bağlı bir şahsiyet olarak İslâmı lisanı hali yanında kaliyle de müşahhas olarak anlatmıştır Akif, İslamiyetin gericilik ile asla alakası olmadığım, müsbet ilimlerle dinî ilimlerin beraber götürülmesi lazım geldiğini söylüyordu Miskinliğin İslamiyyette yeri olmadığını bilakis İslamiyyetin gayret dini olduğunu haykırıyordu Şöyle diyordu Akif: "Şehâmet dini, gayret dini, ancak Müslümanlıktır, Hakiki Müslümanlık en büyük bir kahramanlıktır" İslam Birliği'nin önde gelen savunucularındandı Mekteplerde, ahlaktan millî şuurdan, inançlardan taviz verilmeden tedrisat yapılmasını müdafaa ediyordu Gençleri çalışmaya, gayret etmeye, yükselmeye teşvik ediyordu Zaten kendi tahsil hayatı gelecek nesillere müşahhas bir misaldi O, yüksek tahsili esnasında aynı sınıfta bulunan Ermeni ve Yahudi gençlerle birincilik mücadelesi yapmış, "Bir gayrı müslimden geri kalmamak için" vargücüyle çalışmış ve her ikisini de geçerek sınıfının ve okulunun birincisi olmuştur Akif gayet mütevazi bir şahsiyetti İnancından asla taviz vermezdi Dine karşı vaki en ufak hücumlara tahammül edemez, derhal ona haddini bildirmek isterdi Bu vasıfları yüzündendir ki milletle arasında muhabbet bağları örülmüş ve her zaman hayırla yâdedilmiştir Eserleri MAkif in düz yazı eserleri de varsa da en fazla manzum eserleriyle tanınmıştır Manzumeleri SAFAHAT adı altında bir kitapta toplanmıştır Safahat şu yedi kitaptan meydana gelmiştir: Safahat, Süleymaniye Kürsüsünde, Hakkın Sesleri, Fatih Kürsüsünde, Hâtıralar, Âsım, Gölgeler Mensur eser olarak: Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad'da yüz kadar makale ve hasbuhali yayınlanmıştır Ayrıca 50 kadar tercümesiyle 10 kadar mev'izesi vardır Arapça, Farsça ve Fransızca'ya vâkıf olan Mehmed Akif in tercüme ettiği başlıca eserler şunlardır: Müslüman Kadını (Ferid Vecdi Bey'in eseri) Hanoto'ya Karşı İslâmı Müdafaa, Anglikan Kilisesine Cevap (Abdülâziz Çaviş), İçkinin Beşer Hayatında Açtığı Rahneler (Abdülâziz Çaviş), İslâmlaşmak (Said Halim Paşa) |
Cevap : Tarihmize Şan Verenler |
12-27-2007 | #43 |
RaHaTSiZ
|
Cevap : Tarihmize Şan VerenlerUlu Önder Mustafa Kemal Atatürk ~~ Hakkında yazmaya kalksak sayfalara sığmaz Böyle şanlı bir milletin evladı olduğum için kendimle gurur duyuyorum Ruhun şad olsun atam ~~ |
Cevap : Tarihmize Şan Verenler |
12-27-2007 | #44 |
RaHaTSiZ
|
Cevap : Tarihmize Şan VerenlerBibliyografya Abadi, Türk Verdünü Gaziantep, İstanbul: 1339 Ahmed Âşıkî (Âşıkpaşazâde Şeyh), Âşıkpaşazâde Tarihi, İstanbul: 1916 Altunsu Abdülkadir, Osmanlı Şeyhülislamları, Ankara: 1972 Ayverdi Sâmiha, Âbide Şahsiyetler, İstanbul: 1976 Banarlı Nihad Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul: 1971 Bayrak MOrhan, İstanbul'da Gömülü Meşhur Adamlar, İstanbul: 1979 Beyatlı Yahya Kemal, Eski Şiirin Rüzgâriyle, İstanbul: 1974 Beyatlı Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, İstanbul: 1974 Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hülefâ, İstanbul: 1972 Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, İstanbul: 1893 Danişmend İsmail Hami, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul: 1971 Danişmend İsmail Hami, 31 Mart Vak'ası, İstanbul: 1974 Danişmend İsmail Hami, Tarihî Hakikatler, İstanbul: 1979 Ersoy Mehmed Akif, Safahat, İstanbul: 1981 Evliya Çelebi, Seyahatname Gökyay Orhan Şaik, Kâtip Çelebi'den Seçmeler, İstanbul: 1968 Göztepe Tank Mümtaz, İmam Şamil, İstanbul: 1971 Hammer F, Osmanlı Devleti Tarihi (Tercüme: ProfDrAbdülkadir Karahan), İstanbul: 1966 Hoca Sadeddin Efendi, Tacü't-Tevârih, Ankara: 1975 İnal Mahmut Kemal, Osmanlı Devrinde Son Sadrazamlar, İstanbul: 1969 İslam Ansiklopedisi Kâtip Çelebi, Mîzanü'l Hak Fi İhtiyâri'l-Ahakk, İstanbul: 1972 Koloğlu Orhan, Müthiş Türkler, İstanbul: 1976 Köymen MAltay, Tuğrul Bey ve Zamanı, İstanbul: 1976 Lohanizade Mustafa Nureddin, Gaziantep Müdafaası, İstanbul: 1342 Meşhur Valiler, İçişleri Bakanlığı Merkez Valileri Bürosu Yayınlarından, Ankara: 1969 Naimâ Mustafa Efendi, Naimâ Tarihi, İstanbul: 1967 Namık Kemal, Kanije, İstanbul: 1978 Namık Kemal, Osmanlı Tarihi, İstanbul: 1910 Öztuna Yılmaz, Büyük Türkiye Tarihi, İstanbul: 1977 Öztuna Yılmaz, Resimlerle 93 Harbi, İstanbul: 1969 Öztuna Yılmaz, Türk Tarihinden Yapraklar, İstanbul: 1969 Peçevî, Peçevi Tarihi, İstanbul: 1866 Sevük İsmail Habib, Yurddan Yazılar, İstanbul: 1943 Türk Ansiklopedisi Unat Faik Reşit, Hicri Tarihleri Milâdi Tarihe Çevirme Kılavuzu, Ankara: 1965 Uzunçarşılı İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, Ankara: 1975 Ünal Tahsin, Osmanlılarda Fazilet Mücadelesi, İstanbul: 1968 Üzel Sahir, Gaziantep Savaşının İçyüzü, Ankara: 1952 Yinanç Mükrimin Halil, Türkiye Tarihi -Selçuklular Devri- (Anadolunun Fethi), İstanbul: 1944 |
|