Cevap : Çocuk Masalları |
04-05-2008 | #31 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıGÜRÜLTÜLÜ ÇOCUK
Gürültücü çocuğu hiç kimse sevmezdi Çünkü o kadar gürültü yapardı ki yer yerinden oynardı Hele yürürken çıkardığı sesler dayanılacak gibi değildi O sokağa çıktığı zaman herkes evine koşar, kapıyı pencereyi sıkı sıkı örterdi Bir gün annesi gürültücü çocuğu ekmek almaya gönderdi Gürültücü doğru fırına gidip bağırdı: - Bir tane ekmek istiyorum! Öyle bağırdı ki arabasında uyumakta olan minik bebek ağlamaya başladı Bebeğin annesi gürültücüye dönerek "Ne düşüncesiz çocuksun ! Biraz yavaş konuşamaz mısın sen?" diye söylendi Ama bizim gürültücü çocuk hiç akıllanmadı Eve dönerken başladı gülmeye Kahkahaları her yeri çınlatıyordu Pencereden genç bir hanım başını uzatıp gürültücüye seslendi: - Neden bu kadar hızlı gülüyorsun? Çocuğum hasta ve başı çok ağrıyor Sesin onu rahatsız etti Haydi git buradan! Gürültücü çocuk daha da çok gülmeye , gümbür gümbür sesler çıkarmaya başladı Artık ona bir ders vermenin zamanı gelmişti Bütün mahalle halkı toplanıp konuştular Ertesi gün gürültücü çocuk ekmek almak için fırına girdi Her zamanki gibi bağırmaya başladı : - Bir tane ekmek istiyorum Ama fırıncı hiç oralı olmadı; duymamış gibi davrandı Gürültücü çocuk daha da bağırdı: - Bir tane ekmek istiyorum dedim! Fırıncı yine ses çıkarmadı Gürültücü çocuk çaresiz fırından çıktı Yürürken "takır tukur"sesler çıkarıyor, ıslık çalıyordu Evin önünden geçerken biri pencereyi açtı ve gürültücü çocuğun başına bir kova soğuk su döktü Gürültücü titremekten hiç ses çıkaramaz oldu Sonra doğruca evine gidip olanları düşündü Çevresine ne kadar saygısızca davrandığını anladı O gün bu gündür gürültücü çocuk bir daha hiç gürültü yapmadı Bilinmiyor |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-05-2008 | #32 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıHERKES ASLINA ÇEKER
Bir gece sevgili aynacık yine gelmiş padişah kızının başucuna Masalını anlatmaya başlamadan önce demiş ki: - Sevgili padişah kızı; büyük kalpler, büyük binalar gibidir; daima kendilerini gösterir Pencereden baktığında göremediğin dağın ardında, küçücük bir devlet varmış Küçük bir devletmiş ama, insanları pek şirinmiş Irmakları, dereleri, ağaçları, çiçekleri her şeyi küçücükmüş bu devletin, hem de pek güzelmiş İşte bu devletin bir de padişahı varmış Sarayında oturur, hiç usanmadan düşünür dururmuş Artık dayanamayacak hâle gelmiş Vezirlerini çağırmış yanına: - Zaman kaybetmeden haber salın memleketin dört bir köşesine Her kim bana Hızır’ı gösterirse, dilesin benden ne dilerse Her bir isteği emirdir benim için Artık gücüm kalmamıştır Bu merak birgün öldürecek beni Vezirler bir telaşla emri yerine getirmeye çalışmışlar Memleketin sağına-soluna, altına-üstüne; kuzeyine-güneyine, doğusuna-batısına adamlar gönderilmiş Padişahın bu sözleri insanlara duyurulmuş: - Duyduk-duymadık demeyin! Padişahımız Hızır’ı görmeyi arzu etmektedir Her kim padişahımıza onu gösterebilirse kıymetli hediyelerle ödüllendirilecektir Duyduk-duymadık demeyiiin! Padişah bir haber gelir ümidiyle uyku nedir unutmuş Sabahlara kadar pencerelerde geleni-gideni gözetler olmuş Neredeyse gökte uçan kuşun kendisine geldiğini zannederek yakalatacakmış Vezirler korkmaya başlamışlar; - Aman padişahımızı bu dertten bir ân önce kurtaran biri çıkmalı, yoksa aklını kaçıracak Aradan bilmem kaç ay geçtikten sonra, çiçeklerin meyveye durduğu bir bahar sabahı bir adam gelmiş saraya Kendinden emin bir hali, dimdik yürüyüşü varmış Kapıcıya demiş ki: - Tez padişahımıza haber salın, kendisiyle görüşmek isterim Ona güzel haberler getirdim Kapıcı önce umursamamış bu hali perişan adamın sözlerini: - Padişahımız senin gibi birisiyle zaman kaybetmek istemeyecektir Ne diyeceksen bana de, ben haberi padişahımıza veririm Adam; - Ben bilmez miyim padişahımızın çok meşgul olduğunu, demiş Fakat haberi Hızır’dan getirdim Çok önemli Kapıcı “Hızır” ismini duyar duymaz telaşlanmış “Sen buradan ayrılma Hemen geliyorum” diyerek vezirlerin yanına koşmuş Vezirler bu adamın gelişine pek sevinmişler: - İnşallah, demişler İnşallah bu adam padişahımızı bu dertten kurtarır Artık dayanacak gücümüz kalmadı Hiç zaman kaybetmeden adamı çağırtmışlar Padişaha da haber vermişler: - Sevgili padişahımız, Hızır’dan haber getiren bir adam sizinle görüşmek istiyor Huzura çağıralım ister misiniz? Padişah öyle heyecanlanmış, öyle sevinmiş ki; “hemen gelsin”, demiş Adam gururla o ihtişamlı kapıdan içeri girmiş Sanki padişah kendisi, sanki her şey onun emrinde Başlamış konuşmaya: - Efendimiz, duydum ki Hızır’ı görmek istiyormuşsunuz Ben bu isteğinizi yerine getirebilirm Ama onu, size ancak dört yıl sonra gösterebilirim Yalnız bir şartım var Bu dört yıl içinde her isteğimi yerine getireceksiniz Bir dediğim iki edilmeyecek Padişah dinlemiş dinlemiş, sonra da; - Tamam, demiş Bir dediğin iki edilmeyecek Dört yıl boyunca dilediğin şeye sahip olacaksın Hiçkimse sana karşı gelmeyecek Fakat , dört yılın sonunda bana Hızır’ı gösteremezsen, eğer sözünde durmazsan ölüm için hazırlan Adam kendinden emin bir şekilde, sesini de gürleştirerek; - Beni dilediğiniz şekilde öldürebilirsiniz efendim, demiş Ve padişah emir buyurmuş, adama bir köşk hazırlanmış İçi altınlarla doldurulmuş Bu dünyada sahip olunacak ne kadar şey varsa bir bir verilmiş Adam halinden memnun, dört yıl sonrasını hiç düşünmeden yaşamaya başlamış Fakat dört yıl nedir ki, göz açıp-kapayıncaya kadar gelir-geçer Nitekim giden günlerin hiç farkına varmadan, adam bir de bakmış dört yıl bitivermiş Bir telaştır başlamış Padişaha gidip ne diyeceğini bilemiyormuş Hızır’ı nerede bulsun da getirsin! Eğer yalan söylediğini padişah öğrenirse, onun çok sinirleneceğini de biliyormuş Dört yıl önce konuştuklarını birden hatırlayıvermiş Tek çareyi kaçmakta bulmuş adam Şehirden çok uzakta bir yer bulmuş kendisine ve orada gizlenmeye başlamış Padişah adamı getirmeleri için köşke askerlerini göndermiş Fakat adamın kaçtığını öğrenmişler Bütün askerler şehrin her yerini araştırmaya başlamışlar Adam gizlendiği yerde gece-gündüz dua edip yalvarıyormuş: - Beni kurtar Bu kuyudan çıkmama yardımcı ol Bunu ancak sen yapabilirsin Beni kurtar Korkudan tit tir titriyormuş O sırada yanıbaşında bir dedecik belirivermiş Nasıl ve nereden geldiğini anlayamamış bu dedeciğin Dedecik adama bakmış, hali perişan Sormuş; - Neden korkuyorsun? Kimden saklanıyorsun böyle? Bana anlatırsan belki bir çaresini bulabiliriz Adam her şeyi açık açık anlatmış dedeciğe Dedecik de hiç konuşmadan dinlemiş onu Sonra da; - Haydi beni padişaha götür, demiş Onu bir de ben göreyim Şehre doğru yola çıkmışlar Saraya daha varmadan padişahın askerleri yollarını kesmişler Adamı ellerinden bağlamışlar, doğruca saraya götürmüşler Dedecik de adamın yanındaymış Padişah adamı görünce; - İşte dört yıl doldu, demiş Bana Hızır’ı gösterme vaktin geldi Her isteğini yerine getirdim Şimdi sıra sende Sen de benim isteğimi yerine getirmelisin Yoksa öleceksin Adam çaresiz, başını öne eğmiş ve; - Efendimiz, ben size yalan söylemiştim; demiş Padişah bir vezirlerine, bir adama, bir de dedeciğe bakmış ve şunları söylemiş: - Sen bize yalan söyledin Öyleyse bunun cezasını çekmelisin Padişah önce birinci vezirine, “Bu adama nasıl bir ölümü uygun görürsün?” diye sormuş Birinci vezir; - Sevgili padişahımız, demiş Bence bu adamı parça parça edelim ve parçalarını meydana asalım Böylece hiçkimse size yalan söyleme cesaretini bir daha gösteremesin Bu cevap üzerine dedecik; - Herkes aslına çeker, demiş Sıra ikinci vezire gelmiş O da fikrini söylemiş: - Bu yalancıyı bir kazana koyup kaynatalım En güzel ceza bu olur Bu cevap üzerine dedecik yine; - Herkes aslına çeker, demiş Üçüncü vezir de konuşmaya başlamış: - Bu adamı bir tepsiye koyup fırında kebap gibi pişirmeli Dedecik bu sefer de aynı şeyi söylemiş: - Herkes aslına çeker Sıra dördüncü vezire gelmiş Padişah onun düşüncesini de öğrenmek istiyormuş Dördüncü vezir; - Ey padişahımız, demiş Siz merhametli bir hükümdarsınız Hızır’ı ne kadar görmek istediğinizi biliyorum Öyleyse Hızır aşkına bu adamı affedin Çünkü onu bağışlamanız size yakışan bir harekettir Mutlaka bunun karşılığında büyük mükafatlar verilecektir Bu sözlerin sonunda dedecik yine aynı cümleyi söylemiş: - Herkes aslına çeker Padişah dayanamayıp dedeciğe dönerek konuşmuş: - Kimsin bilmiyorum, fakat vezirlerim için hep aynı şeyi söyledin Bu ne demek? Dedecik padişaha şu cevabı vermiş: - Ey padişah! Birinci vezirin bir kasabın oğludur Bu yüzden adamı, bir kasap gibi parçalayıp astı İkinci vezirin bir aşçının oğludur O da adamı yemek gibi kazana koyup kaynattı Üçüncü vezirin bir kebapçının oğludur Bu sebeple adamı fırına koyup kebap gibi pişirdi Dördüncü vezirin ise, bir alimin oğludur O, “affedilsin” dedi Çünkü merhametli olmayı öğrenmişti Hepsi de görgüsüne göre ceza verdi Bu sözleri dinlerken padişah düşünceye dalmış Tam bu sırada dedecik; - İşte ben Hızır’ım, demiş ve ortadan kaybolmuş Padişah hemen tahtından kalkmış, dışarıya bakmış Fakat hiçbir şey görememiş Sonra da şunları söylemiş: - Bu dünyada Hızır’ı görmeyi öyle çok istemiştim ki, bu adam sayesinde işte gördüm Bana insanları nasıl tanıyacağımı da öğretti Ve merhametli olmanın ne kadar güzel olduğunu gösterdi Böylece adam ölümden kurtulmuş ve padişahla beraber sarayda yaşamaya başlamış Yine bir dediği iki edilmiyormuş, ama artık adam hiçbir şey istemiyormuş Naz Ferniba</B> |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-06-2008 | #33 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıHİÇLER ŞEHRİNİN KIZI
(Kirman Bölgesi'nden bir masal) Bir varmış bir yokmuş Hiçler Şehri'nde bir kız vardı Bir gün eli yaralandı Yarası iyileşmeye başladıktan birkaç gün sonra, merhem ve ilaç alıp yarasına sürmek için halasına gitti Halası, "Bende merhem yok" dedi Onun yerine iki yumurta verdi kıza - Bu yumurtaları pazara götürüp sat ve parasıyla attardan merhem al, dedi Şimdi dinleyin bakın, kızacağız başından geçenleri nasıl anlatıyor: Pazara giderken yolda yumurtalarımı kaybettim Çok üzüldüm Elimi keseye soktum Kesenin dibinde bir kuruş buldum Sonra yumurtaları bulmak için o bir kuruşu bir adama verdim Adam bana iğneden bir minare yaptı Minareye çıktım Şehrin dört bir yanına baktım Yumurtalardan birinin tavuk olup bir ihtiyarın elinde dolaştığını gördüm İkinci yumurta horoz olmuş, bir köyde harman biçmekle meşguldü Önce "Gidip horozu alayım", dedim Minareden aşağıya indim Köye gittim Oraya varınca horozumun kendisi için çalıştığı çiftçiye: - Horozumu ver Ayrıca sana çalıştığı kadarının ücretini de ver dedim Uzun tartışmalardan sonra çeltik ekili tarlanın ürününden bana bir öküz dengi hak vermesinde anlaştık Harman kaldırıldıktan sonra yirmi beş batman pirinç benim payıma düştü Pirinçleri götürmek istedim Çuvalım yoktu Bir pire öldürdüm Derisinden çuval yaptım Pirinçleri içine doldurup horozun sırtına yükledim Yürümeye başladım Çok pirincim olduğu için pirinç ticareti yapmaya karar verdim Şehirden çıktım İki konaklık yol gittimBir de baktım, horozun sırtı pirinç yükünden yara bere olmuş Orada bulunanlara: - Bu yaranın ilacı nedir? diye sordum - Ceviz içini kavurup horozun sırtına sürersen yarası iyileşir, dediler Bir ceviz içini kavurdum Yarası iyileşsin diye sırtına koydum ve yattım Sabah uyandığımda bir de ne göreyim, horozun sırtında kocaman bir ceviz ağacı bitmiş! Çocuklar ağacın etrafına toplanmışlar, ceviz düşürüp yemek için ağaca taş ve kesek atıyorlar! Ağacın dalına çıktım Ağaçta yüz eşek yükü taş ve kesek toplandığını gördüm Bir keser bulup yer dümdüz olana kadar kesekleri parçaladım Burasının salatalık ve karpuz ekimi için uygun olduğunu gördüm Bir parça salatalık ve karpuz tohumu ektim Ertesi sabah pek çok salatalık ve karpuz bitmişti Bir karpuz koparıp kesmeye başladım Karpuzu keserken çakım kayboluverdi Belime bir hamam peştamalı bağlayıp çakımı bulmak için karpuzun içine girdim Çok büyük ve kalabalık bir şehir gördüm orda O şehrin çarşısına gittim Aşçı dükkanında bir dinar verdim, biraz çorba satın aldım ve içmeye başladım Çorba o kadar lezzetliydi ki kasesini bile yaladım Kaseyi o kadar yaladım ki inceldi, inceldi neredeyse delinecekti Bir de baktım ki kasenin dibinde bir kıl belirdi Kılı alıp dışarı atmak isterken kılın ardından bir deve yuları çıktı Yuları çektim Arkasından yedi katar deve geldi Develerin hepsi tam teçhizatlıydı Birbiri ardı sıra geldiler Çakım da en arkadaki devenin kuyruğuna bağlanmıştı Masalımız burada bitti, ama serçecik daha evine gitmedi |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-06-2008 | #34 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk Masalları İKİ KURBAĞA
Biri beyaz, diğeri siyah renkteki kurbağanın huy ve mizacı tıpkı renkleri gibi zıtmış Ak kurbağa ne kadar iyimserse Karakurbağa o kadar kötümsermiş Ak kurbağa bir şeye “ak” mı dedi; o hemen atılıp “kara” dermiş Her şeyin olumsuz tarafını görmeye o kadar alışmış ki, gördüğü her şeyi eleştirmeyi neredeyse meslek haline getirmiş Yağmur yağsa, Karakurbağa: “Offff! Olacak şey mi şimdi bu?” diye şikayete başlarmış “Yağmurda ne derenin tadı olur, ne de ortalıkta avlayacak sinek bulunur Nefret ediyorum yağmurdan!” Arkadaşının aksine her şeyin güzel tarafını görmeyi seven Akkurbağa cevap vermeden edemezmiş: “Haksızlık etme lütfen! Sırf senin keyfin bozuldu diye güzelim yağmura niye düşman oluyorsun ki? Hem söylesene, yağmur yağmasa bizim evimiz-yurdumuz olan dereler, sazlıklar, bataklıklar kalır mı ortada?” Elbette o, bu sözlerini tamamlayamadan Karakurbağa atılırmış: “Tamam tamam, bay çok bilmiş kurbağa! Biliyor musun, sen tam da insanların sözünü ettiği şu Polyanna'ya benziyorsun Mutluluk rolü oynayacağım diye saçma sapan sözler ediyorsun Hani, uçurumdan aşağı düşsen, ‘bak ne güzel uçuyorum' diyeceksin neredeyse Azıcık gerçekçi olsana ya canım!” Akkurbağa genelde bu tür tartışmaları uzatmak istemez ve şöyle dermiş: “Gerçeği görmek için asıl kendi kötümser bakışını terk etmelisin” İşte böyle iki zıt kutupmuş bu iki kurbağa Günlerden birgün canları sıkılınca derenin yakınındaki köye doğru gitmeye karar vermişler Akkurbağa: “İstersen fazla yaklaşmayalım, biliyorsun yaramaz çocuklar bizi görürse canımızı acıtabilirler” dediyse de, Karakurbağa ısrar etmiş: “Akşamın bu karanlığında çocuklar bizi nereden görecek Allah aşkına! Şu en yakındaki evin oraya kadar gidelim, sonra geri döneriz Korkaklığı bırak şimdi” Akkurbağa, korkaklıkla suçlanmaktan çekindiğinden, çaresiz kabul etmiş Köye girmişler ve evin yanına gelmişler Akkurbağa sıkıntılı bir vıraklama ile “Hadi, artık dönelim, içimde kötü duygular var!” demiş demesine, ama Karakurbağa heyecanla atılmış: “Gel bir oyun oynayıp öyle dönelim Şuradaki yüksek kovayı görüyor musun? İkimiz aynı anda üstünden zıplayacağız Bakalım yarışmayı kim kazanacak?” “Akşamın bu vaktinde bırak böyle çocuklukları lütfen!” diye itiraz edecek olmuş Akkurbağa, ancak yaramaz arkadaşı bir türlü fikrinden vazgeçmemiş Hatta “Dediğimi yapmazsan, seninle artık arkadaş olmam!” diye tehdit bile savurmuş Bunca yıllık arkadaşını kaybetmek istemeyen Akkurbağa bu teklifi de istemeye istemeye kabul etmiş İki kurbağa hızla koşup zıplamışlar Ama ne olduysa o zaman olmuş ve tam kova dedikleri şeyin üzerinde çarpışıp içine düşmüşler! Acı gerçeği o zaman anlamışlar: üzerinden atlamaya çalıştıkları o şey, yarısına kadar dolu kocaman bir süt güğümü değil miymiş meğer! Yorulana kadar giriştikleri denemelerin sonucunda başka bir gerçeği daha anlamışlar: Güğümün kenarları zıplayıp çıkmalarına imkân vermeyecek kadar yüksekmiş Karakurbağa ümitsizlik içinde haykırmış: “Mahvolduk! Buradan çıkmamız mümkün değil! Bu güğümün içinde ölüp gideceğiz” “O kadar kolay pes etme bakalım” diye karşılık vermiş Akkurbağa “Çıkmadık candan ümit kesilmez Kim bilir, hiç ummadığımız bir anda imdadımıza yardımsever bir el yetişir belki de” Karakurbağa acı bir kahkaha attıktan sonra şöyle demiş: “Benim kurbağa Polyannam! Neler sayıklıyorsun sen? Bari böylesi bir haldeyken hayal görmekten vazgeç” “Ben hayal filan görmüyorum Nasıl bilmiyorum, ama buradan kurtulacakmışız gibi bir his var içimde Kendini koyuverme sakın!” Ne yazık ki, Karakurbağa'nın ümitsizliği her geçen dakika bütün kalbini daha çok kaplamış ve ümitsizliği arttıkça bacaklarındaki güç ve kuvvet de azaldıkça azalmış Ve en sonunda: “Bacaklarımda derman kalmamış Hakkını helal et kardeşim!” deyip sütte yüzmekten vazgeçmiş Bir-iki dakika sonra da son nefesini vermiş Akkurbağa arkadaşının bu kadar kolay vazgeçip ölmesine çok üzülmüş, fakat ümidini hiç yitirmemiş Sürekli şu şekilde yalvarmış Allah'a: “Darda kalanların sesini ancak Sen duyar, onların imdadına ancak Sen koşarsın! Senin rahmet ve şefkatin süt güğümüne düşmüş zavallı bir kurbağaya da yetişir elbet! Kurtar beni Allahım!” Akkurbağa bu şekilde yalvarırken, bir taraftan da sebebini bilmeden sütün içinde var gücüyle çırpınmış Karanlıkta, yapayalnız, çaresiz, ama hiç ümitsizliğe düşmeden çırpınmış, çırpınmış… Bu hal dakikalarca devam etmiş Bir ara arka tarafından ayağına birşey çarpmış Dönüp baktığında bunun irice bir tereyağı topağı olduğunu görmüş Oraya nereden geldiğini düşününce, bu tereyağının farkında olmadan kendi çırpınışlarıyla meydana geldiğini anlamış Gözleri sevinçle parlamış, çünkü bu onun kurtuluş vesilesi olabilirmiş! Azalmaya yüz tutan gücü, ummadığı kadar artmış Bu defa niçin yaptığını bilerek bacaklarını yine çırpıp durmuş Bir saat kadar sonra tere yağ topağı o kadar büyümüş ki, onun üstüne basıp zıpladığı gibi güğümün dışına atlamış ve ilk sözü şu olmuş: “Rahmetinden ümidimi kestirmediğin ve imdadıma yetiştiğin için Sana şükürler olsun Allah ım!” Bilinmiyor |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-06-2008 | #35 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıİKİ YÜREKLİ EŞEK
Bir varmış, bir yokmuş Bol bol süt içenlerin kentinde bir sütçüyle eşeği yaşarmış Sütçü, çıkarını iyi bilen, çalışkan,gayretli ve kurnaz bir adammış Sabahları gün ağarmadan uyanır, gider eşeğini uyandırır, neşeli türkülerle onu hazırlarmış : Güneş şimdi doğmadan Dostum benim, gel uyan! Kazanır daima çalışan Dostum benim, gel uyan! Uykusunu bir türlü alamayan eşeğin gönlünü almak için çeşitli komiklikler yapar, ona şeker verir, sağrısını sıvazlarmış Eşek bu ya, eşekliği nerden belli olacak? İsteksiz isteksiz bir iki anırırmış Uykusunu dağıtmak için gözlerini ovdukça ovarmış Ancak karnı bir güzel doyduktan sonra keyfi yerine gelirmiş O da başlarmış sahibiyle birlikte türkü söylemeye : Sabah erken kalkmalı İşimize bakmalı Öğlen vakti olmadan Şu sütleri satmalı Öyle bir gayretlenirmiş ki eşekçik, sütüne yüklenen süt güğümlerinin bile ağırlığını duymaz olurmuş İki çalışkan arkadaş, horozlar kukkuriku diye bağırmadan, bebekler ınga ınga diye ağlamadan yola çıkarlar, evlere süt dağıtırlarmış “Süüüt!Sütçüüü!” Eşek de sahibinden geri kalır mı? Başlarmış bağırmaya : “AiAaaaiii!” Böylece sahibiyle beraber süt satarmış eşekçik Akşamlara kadar yorulmak nedir bilmezmiş Sahibinin cepleri para ile doldukça bir sevinirmiş, bir sevinirmiş ki, anlatamam Her akşam yatarken ; “Yarın olsa da işe çıksak,s ahibimin cepleri yine parayla dolsa!” diye güzel güzel düşünürmüş Boğaz tokluğuna çalışmaktan, sahibini mutlu kılmaktan başka bir şey akıl etmezmiş zavallıcık “SüüütSütçüüü! Haydi, sütçünüz geldi!” Derken, çalışmalarının karşılığını görmüş sütçü Zengin olmuş Adamlar tutmuş Sütçülüğe çıkmayı bırakmış Eşek bu duruma üzülmüş Üzülmüş ama elden ne gelir? Katlanmış çaresiz Asık suratlı bir adamla satışa çıkarken isteksiz isteksiz yürür, eski günlerini içinden acı acı anarmış “Hey gidi günler hey, ne mutluyduk o günlerde! Cepte ağırlığımızca paramız, altın yaldızlı koltuğumuz yoktu ama neşemiz, dostluğumuz vardıBirbirimize sevgimiz vardı Gülen yüzümüz vardı Türkülerimiz vardı Yarınları bekleyişimiz vardı Canım, her şeyimiz vardı işte! Zengin oldukça gülmesini unutan asıl sahibi artık ne kendisini arar, ne de hal hatır sorar olmuş Bu vefasızlık iyi yürekli eşeğe pek dokunmuş Öyle ki, gün geçtikçe sararıp solmaya, zayıflamaya başlamış İnsan, o sıkıntılı günlerin sadık arkadaşını, dert ortağını, türkü arkadaşını unutur mu? Bir türlü kabullenemiyormuş bunu Derken, sıskalıktan kaburgaları birbirine geçer olmuş hayvancığın O kadar zayıflamış yani Değil sabahtan akşama kadar dolaşmak, ayağını bile kımıldatamaz olmuş Dünya hali bu Hastalık, düşkünlük olmaz mı? Ama asık suratlı adam aman zaman dinleyecek soyundan değilmiş Eşek kırılıp döküldükçe, acıma dilendikçe basarmış tekmeyi, sen misin tembellik eden diye Üstelik ağır sözler söylermiş : “Seni ucuz hayvan seni! Demek bütün niyetin sahibini iflas ettirmek Geber de kurtulalım bari!” Aman zaman bilmeyene hal anlatmak ne mümkün? İki gözü iki çeşme, öksürüp aksırarak, derdini anlatamadan bir köşeye çekilirmiş kara yazgılı hayvan Asık suratlı adam dayaklar yetmezmiş gibi tutmuş eşeği sahibine şikayet etmiş “Aman efendim, ne uyuz hayvan bu? Üstelik her gün hasta Naz ediyor ama kime? Böyleleri her zaman zarar verir sahibine Bana kalırsa, çalışmayana ekmek olmamalı Satalım, başımızdan atalım, gitsin!” Parasına para katmaktan başka bir şey düşünmeyen sahibi, eskisi kadar düşünceli, iyi huylu değilmiş Üstelik bir sinirliymiş, bir sinirliymiş ki, ne söylense bağırır çağırırmış! Adamını dinledikten sonra iri iri açılmış gözleri : “Ne demek?” demiş “Benim evimde para kazanmadan yan gelip yatmak, ha? Olmaz öyle şey! İşine gelmiyorsa, defolsun! Biz kimsenin bedava bakıcısı değiliz!” Zavallı hasta eşek pencerenin altında sahibinin bu sözlerini duyunca yüreğine inecekmiş nerdeyse “Yok, vallahi kalmam burda! Bu kadar vefasızlık sığmaz benim mantığıma” demiş kendi kendine, üzerinden güğümleri atıp ormana doğru kaçmış Tanrı bir kapıyı kaparsa bir kapıyı açar elbet Eşek gözyaşları içinde söylene söylene yürüye dursun, yolda ufacık bir torbayı bile taşıyamayan ihtiyar bir çiftçiye rastlamış Hani, insanlara bir daha yanaşmayacağına söz vermiş ama, yufka yüreği dayanamamış yine Kendi hastalığını, halsizliğini unutup seslenmiş : “Çiftçi baba, çiftçi baba, istersen torbanı yükle sırtıma Kaldıracak halin yok belli Sana yardım edebilirim belki” Çiftçi o kadar sevinmiş ki, hayvanın boynuna sarılmış, torbayı sırtına atmış “Eşek kardeş, belli, seni Tanrı gönderdi Sağolasın! Ama sen de ne kadar zayıfsın Üstelik soluyorsun Titriyorsun Besbelli, hastasın Ama yine de ben, senden daha hasta ve dermansızım” İki bitkin yolcu konuşa konuşa bir kulübeye gelmişler İhtiyar sırtından torbayı indirirken eşeğe teşekkür etmiş : “Buyur” demiş “Biraz dinlen Belki gideceğin yol uzundur” Eşek üzüntüyle kafasını sallamış : “Gideceğim yer yok ki!” “Ya evin barkın?” “Yok Yok!” “Eşin, dostun?” “Yok dedim ya!” Başlamış başından geçenleri birer birer anlatmaya Sözlerini bitirirken, “Tanrı kimseyi benim gibi düşürmesin”demiş “Artık bundan sonra bir köşeye çekilip ölümümü bekleyeceğim” Kafasını uzun uzun kaşımış sevimli ihtiyarcık : “Doğrusu sevgili eşek,” demiş “Hikayen pek acıklı Naparsın, dünyanın hali bu! Sen de fazla duygulusun Belli Bir dostun seni terk etti diye bu dünyayı terk etmeye değer mi? Gel, burada kal Yemeğime ortak ol Kıt kanaat geçinir gideriz Üstelik, biz arkadaş değerini biliriz” Pek sevinmiş eşekçik Yüreğine su serpilmiş Mutlulukla ihtiyarın evine yerleşmiş Neşeli günler yaşamaya başlamışlar Günler ayları, aylar yılları kovalamış Bir gün kentteki zengin sütçünün varlığını kaybettiği, yorgan döşek hasta düştüğü haberi ortalığa yayılmış İhtiyar : “Sana ettiğini buldu!” demiş eşeğe Ama eşeğin yüreği acıyla burkulmuş Sormuş soruşturmuş Eski sahibine kimsenin bakmadığını, pek zavallı bir durumda son günlerini saydığını öğrenmiş “Ne de olsa eski dost, varayım helâllaşayım Bir yararım dokunur mu sorayım” demiş Yola düşmüş Ölüm döşeğinde bulmuş eski sahibini Gitmiş,öpmüş ellerini Sahibi önce tanıyamamış Ama, dikkatli bakınca sevinçle boynuna atılmış : “Gel, benim eski dostum!” demiş “Şu zavallı sahibini bağışla Anladım ki arkadaşlık, dostluk parayla ölçülmemeli Doğrusu, sen eşekliğinle iyi ders verdin bana Yalvarırım, sana yaptıklarım için beni bağışla!” demiş ve ruhunu teslim etmiş İnce duygulu eşek, sahibinin başında uzun süre ağlamış Son görevlerini de yerine getirdikten sonra çiftçinin yanına dönmüş İhtiyar çiftçi onu sevgiyle karşılamış ve demiş ki : “Sevgili dostum, hoş geldin! Doğrusu soyluluğun gözlerimi yaşartıyor Başkası olsaydı gitmezdi Oysa, sen başkalarından çok değişiksin Böyle hiçbir karşılık beklemeden sevmek ve yardımcı olmak ne güzel! Artık bu güzel huyunu öğrendim ya, malım mülküm, varım yoğum senindir Var,bildiğin gibi yaşa Şunu unutma sakın; senin gibi olanlar bir gün mutlaka kavuşur hak ettiğine!” |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-06-2008 | #36 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıİNSAN YİYEN BİTKİ
Güneş Otel sahibi Ali Bulut otelin bahçesine büyük bir sera yaptırmış ve bu serada tropikal bitkiler yetiştiriyordu Afrika’dan getirilen et yiyen bir bitki vardı ki, Ali Bulut, onun dört yıldır bir santim bile büyümediğinden yakınırdı Et yiyordu, balık yiyordu ama hiç büyümüyordu Aslında bitkinin büyümesi gerekti ve büyüyordu Hem öylesine büyümüştü ki, boyu yirmi metreyi geçmişti ama Ali Bulut bunu görememişti Bitki yukarı değil, aşağı boy atıyordu Gövde toprak altındaydı Görünen beyindi O beyin birkaç ay sonra inanılmaz büyüklükteki gövdeyi harekete geçirecek, bitki insan yiyen bir canavara dönüşecek ve şehrin altını üstüne getirerek etrafa kan ve ölüm saçacaktı Aradan birkaç ay geçti Yaz günüydü Bitki kıpırdanmaya başladı Beyin giderek yükseliyor ve gövde toprak altından çıkıyordu Seranın dört metre yüksekliğindeki tavanına çarpan beyin gövdeye yakın kökleriyle serayı kaldırarak Güneş Otel’e fırlattı Otelin ikinci katının bazı camları kırıldı Ne oluyor diyerek pencerelere koşan insanlar bahçedeki dev bitkiyi gördüler Devamlı olarak daha uzun ve kalın kökler topraktan çıkıyordu Korkuya kapılan insanlar otelin çıkış kapısına ve yangın merdivenine hücum ettiler Bu insanlardan çoğu kökler tarafından yakalanarak kuyu biçimindeki ağza atıldılar Bitki insan yedikçe büyümesi hızlanıyordu Bitkinin kökleri şehrin başka yerlerinde de topraktan çıkarak insanları yemeye ve evleri yıkmaya başladı Koşarak kaçan veya arabasına binerek şehri terk eden insanlar çoktu Bir saat sonra ise, şehirde kimse kalmamıştı Şehrin çevresi askeri birlikler tarafından sarılmıştı Askeri birlikler insan yiyen bitkiye binlerce kurşun ve bomba attılar Gelen bir emir üzerine ateş kesildi, çünkü insan yiyen bitkiye bunlar tesir etmiyordu Ali Bulut bir haftadır kaçakçılık anlaşması yapmak için yurtdışındaydı Olayı televizyon haberlerinden öğrenince özel uçağına atladığı gibi geldi Bir aralık yardımcısına: “ Kızdığım zaman köse bitki diyordum Şuna istediğimi yaptırabilirsem dünyaya hakim olurum “ Ali Bulut komutandan izin alarak asker kordonunu aştı: “ Canım, yavrum benim Ben geldim, bak baban geldi Çok insan yemişsin ama beni yeme Ben seni et ve balıkla besledim “ Ali Bulut hem konuşuyor hem de kökler arasından yürüyordu Kökler uzun süre ona dokunmadı ama gövdenin yanına gelince yakaladılar Ali Bulut bağırmaya başladı: “ Dur, beni bırak Bütün servetim senin olsun Milyarlarım senin olsun “ İnsan yiyen bitki ilk kez konuştu: “ Hangi senin servet, hangi milyarlar İnsan sağlığına zararlı maddeler satarak, kaçakçılık yaparak, onun bunun hakkını çalarak zorla sahiplendiğin paralar Senden nefret ediyorum Ali Bulut, artık parayı unut Bak ağzıma, dışardan belli olmuyor ama içersi çok sıcaktır Bundan sonra kötülük yapamayacaksın” İnsan yiyen bitki Ali Bulut’u yedikten sonra yarım saat geçti Onu durduracak kuvvet yoktu İstese köklerini ayak gibi kullanıp çok uzaklara gidebilirdi Nedeni bilinmez bir şekilde hareketsiz duruyordu Bitki uzmanı, tropikal bitkiler üzerinde araştırma yapmakta olan bir bilim adamı, komutanın yanına gelerek, insan yiyen bitkiyi tamamen zararsız hale getirebileceğini söyledi Şişedeki ilaç iğneyle bitkiye şırınga edilirse, bitki ölürdü Komutandan izin alan bitki uzmanı elindeki iğneyle insan yiyen bitkinin köklerine yaklaşmaya başladı Köklerin yanından geçerken aniden dönerek iğneyi köke sapladı ve ilacı şırınga etti Bitki uzmanı daha sonra iğneyi yere atarak yürümeye devam etti Geri dönüp kaçsa hemen yakalanırdı Bunu biliyordu O zaman insan yiyen bitkiyi şüphelendirebilir ve bitki durumu anlarsa ilaçlı kökü koparıp atar ve kendini mutlak bir ölümden kurtarabilirdi On dakika sonra insan yiyen bitkinin gövdesi sarsıldı ve ağzından ahh diye bir feryat işitildi Kökler titremeye başladı İlaç beyine ulaşmıştı Artık kurtuluşu yoktu Ölüm gelmişti “ Ben, dedi, insan yiyen bitki, belki yanlış yaptım gibi gözüktü sana ama doğrusu buydu O insanların ölmesi lazımdı Özellikle Ali Bulut’un Diğer ölenler de onun adamlarıydı Şehri dört koldan sarmıştı Ali Bulut’un çetesi Onları öldürdüm, onların evlerini yıktım Hepsi kötü insandı Bir tek iyi insanın canına, malına zarar vermedim Askerler ezilmesin diye şehri terk etmedim Seni gelirken gördüm elinde iğne vardı ama o iğnenin beni öldürebileceğini düşünemedim Herneyse böylesi daha iyi oldu, tabii kötüler için Neden varolduğum anlaşılsa ve bana yardımcı olunsa insanlar arasında zararlı olanları ayıklardım Sessizce yeraltından sokulur, konuşmaları duyar ve onları ayıklardım “ İnsan yiyen bitki daha fazla konuşamadı İlaç, onun beyinsel fonksiyonlarını durdurmuştu Ölmüştü Bitki uzmanı ise yaptığı hatayı anlamış ve dizlerinin üstüne çökmüştü Ağlıyordu Serdar Yıldırım |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-06-2008 | #37 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıKAMYON
Kamyon, Zincirli Han'ın dar ve basık kapısından, yan duvarlara sürtünüp sıvaları dökerek ve üzerine bağlanmış sepetlerle çuvalları dört tarafa fırlatarak ıkına sıkına çıktı Şoför bir eliyle direksiyona yapışmış, dört metre genişliğindeki sokağın karşı tarafındaki berber dükkanlarına girmeden sola manevra yapabilmeye uğraşıyor, öteki eliyle de ağzına peynirli pide tıkıyordu Toz, çamur, benzin, makine yağı tabakaların altında elbisesinin ve yüzünün rengi pek belli olmayan şoför yamağı arka tarafta durmuş, iki yana koşarak şoföre: "İleri! Geri! Yana!" diye işaretleri veriyor, bir taraftan da soğan ekmek tıkınıyordu Kamyon, içindeki yirmi iki müşterisiyle beraber sokağa çıkıp biraz ilerledikten sonra durdu Uzaktan doğru koşup gelen bir çocukla, otomobilde heybesini bacaklarının arasına almış değirmi sakallı birisi fiskos edip konuşmaya başladılar Ara sıra duyulan "Buğday, veresiye defteri, şinik, sekiz metre kara di mi" gibi sözlerden, İzmir'e giden manifaturacının oğluna dükkan idaresi ve köylülerle veresiye muamelesinin şekli hakkında son talimatı verdiği anlaşılıyordu İkide birde sabırsızlıkla arkasına dönüp bakan şoföre şöyle bir başını çevirip: "Dur azıcık patlamadın a!" diyor; sonra gözlerini müşterilerde de gezdirerek sözünün yalnız şoföre değil, başka sabırsızlanan varsa onlara da dokunur olduğunu anlatmak istiyordu Bu sırada, sırtındaki eski bir heybe ile çok genç bir köylü otomobile yaklıştı; tereddüt eder gibi bir müddet şoföre baktıktan sonra: "İzmir'e mi?" diye sordu "Oraya!" "Beni de alır mısınız?" "Yer yok!" Delikanlı hemen arkasını döndü, uzaklaşmaya başladı Fakat şoförün penceresine dayanarak ona birtakım şeyler havale eden esmer, uzun boylu, sırım gibi incelmiş boyunbağlı birisi arkasından bağırdı: "Gel buraya! Hey Delikanlı!" Köylü döndü Esmer, uzun boylu bir adam şoföre: "Ne diye yer yokmuş, arkada bir yere sıkışır!" dedi Bu adam kamyonun sahibi idi Şoför yüzünü buruşturarak indi Delikanlıdan yarım lira peşin aldı Sonra, arabanın arka kapağını gevşeterek eğri bir şekle koyan ve üzerine çulları seren öteki köylüleri sıkıştırıp, yeni gelene bir yer açtı Zaten dizleri üzerine çömelerek ancak sığışabilen yolcular hem; "olmaz, buraya nasıl sığar!" diye söyleniyorlar, hem de her setre pantolonlunun emrine itaate alışık bir tavırla birbirlerini iterek yer açıyorlardı Genç köylü bir kıyıya çömeldi, heybesini altına aldı ve kamyon, hızla bir sarsıldıktan sonra yürüdü Şoförün yanında oturan siyah elbiseli, gümüş çerçeveli gözlük takmış, yaşlıca, sünepe tavırlı bir adam -Beyşehir tarafına dava toplamaya giden bir avukat,- başını arkaya çevirerek! "Uğurlar olsun cümlemize!" diye bağırdı İçerdekiler hepsi birden aynı sözü tekrarladılar Konya'dan çıkıp Beyşehir'e giden yolun başlangıcındaki dik yokuşu tırmanmaya başlayınca, herkes yanındaki ile veya çaprazlama ta öbür baştaki biriyle lafa koyuldu, birkaç kişi yalnız cıgara içip dumanını savuruyordu Birbiri arkasına dizili tahta sıralarda oturmayıp yarım lira eksiğine en arkada yere çömelen ve kamyonun şiddetle sarsılan bu kısmında ikide birde, başlamak üzere olan uykularından fırlatılan köylüler, cıgara da içmeyerek, boş gözlerle bakışıyorlardı Sonradan gelen genç köylü ilk defa otomobile biniyordu Benzi sapsarıydı Bunun yarısı alışmadığı bir şeyde hızlı hızlı götürülmenin verdiği heyecan ve korkudan, yarısı da başka bir şeyden geliyordu Konya'ya bir saat ötedeki bir köyden olan bu delikanlı otomobile binmişti, İzmir'e gidecekti Araba İzmir'e gelince şoför yolcuları selâmetlemeden evvel nedense yol parasının üstünü toplamak âdetindeydi Bunu genç köylü de biliyordu, fakat yazık ki şoförün bu isteğini yerine getirecek vaziyette değildi Yanında beş parası bile yoktu Mahsuller para etmeyince, vergiler ödenmez hale gelince, evde tuz, gaz tükenip yerine yenisi konmayınca oğul babasını bir kenara çekmiş: "Baba, ben gidip şehirlerde çalışayım Bak, köyün yarısı gitti, İzmir'de çok iş varmış Fabrikalarda adamına göre yarım lire yevmiye bile veriyorlarmış Kışın burada kalıp yük olacağıma, gidip ekmeğimi ararım, harman zamanında gene gelir, tarlada çalışırım! demişti İhtiyar babasının aklı ermedi ve fakirlikten söz söyleyemez, fikir ortaya atamaz hale geldiği için peki dedi Ve on sekiz yaşındaki delikanlı, bundan evvel İzmir'e gidip gelenlerden akıl danışmaya gitti İzmir'e gitmek için evvela Konya'dan otobüse binmek lazımdı Beyşehir, Karaağaç, Ödemiş üzerinden iki üç günde varılıyordu Yol parası beş lira idi İzmir'e varınca hemşerileri bulup ötesini onlardan öğrenmek lazımdı Delikanlı bunun üzerine yol parası tedarikine çıktı Fakat evindeki eski bir çifteye bir liradan fazla veren bulunmadı Beş lira gibi mühim bir parayı köyde bir araya getirebilmek, bir hafta uğraştığı halde, mümkün olmadı Ne yapacağını şaşırmış bir halde iken bakkalın oğluna rastladı Bu çocuk bir zamanlar babasının yanından kaçıp şoför muavinliği yapmıştı Kendisine akıl öğretti: "Ülen, sen deli misin? Otomobile de para mı verilirmiş?" dedi ve ona, şoföre yarım lirayı peşin verdikten sonra bir daha beş para vermemesini, İzmir'e yaklaştıkları zaman usulca arkadan atlayarak tüymesini ve İzmir'e yayan girmesini söyledi Yalnız şunu da ilave etti: "Amanın tetik ol, İzmir'e girmeden otomobili durdurup yol parasını toplarlar Sen daha evvel atlamazsan yandığın gündür Şoförler seni yatırıp suyunu çıkarana kadar döverler, üstelik de don gömlekten gayri neyin varsa alırlar" İşte bu on sekiz yaşındaki köylü delikanlısı, cebinden elli kuruşu peşin verdikten sonra, böylece on parasız otomobile binmiş, İzmir'e ameleliğe gidiyordu Yolculuğun ikinci günü akşamına doğru genç köylü olduğu yerde rahat oturamamaya başladı Yola çıkalıdan beri açtı Köyden beraber aldığı azıcık yufkayı daha biner binmez yemişti Yanıbaşında kuru ve siyah bir ekmeği ağır ağır geveleyen köylülere yutkunarak bakıyor, sanki başı dönüyormuş gibi gözlerini kapayarak kafasını kamyonun sarsılan tahtalarına dayıyordu Sonra birdenbire irkiliyor, yerinden azıcık doğrularak öne, şoföre doğru bakıyor, tekrar sıkıştığı yere büzülüyordu İçinde, otomobil ilerledikçe büyüyen bir korku ona arasıra açlığını unutturuyor, yahut açlıkla karışarak onu sersemletiyordu İzmir'e yaklaştıklarını yolcuların konuşmalarından anlamıştı Fakat ne kadar yaklaştılar? Atlayacak, kaçacak zaman geldi mi? Eğer daha çok varsa bu Allah'ın dağlarında gece yarısı nasıl yolu bulacak, buralarda nasıl geceleyecek? Ya candarmaların eline düşerse? Ya şoför parayı vermeden atlayıp kaçtığını karakola haber verirse? O zaman candarmaların dayağı mı daha kötü idi, şoförün dayağı mı? Belki otomobildeki müşterilerden bir merhametli çıkar da bunu dövdürmezdi Fakat bu kadar adamın içinde rezil olmak vardı Üstelik don gömlekle kalacaktı Bu kılıkta İzmir'e nasıl girer, hemşerilerini nasıl arardı? Atlamaktan başka çare yoktu Fakat atlamayı nasıl becerecekti? Kamyon, arkasından atılmış pamuk gibi bir toz yığını bırakarak koşuyor, dar dönemeçlerde, içindekileri bir yandan bir yana fırlatarak, kıvrıntılar yapıyordu Birçok defa gördüğü halde hiç içine binmediği bu acayip şey, çıkardığı gürültü ve insanı sersem eden hızıyla, ciğerlere ve beyne dolan sıcak benzin kokusu ile birdenbire korkunç bir kılık alan bu makine ona anlaşılmaz bir ürkeklik veriyordu Bu ara toz, gürültü ve sürat kargaşalığı içinde dumanlanan kafasından, bozuk bir rüya şeridi gibi, köyü, kendisine anlatılan İzmir'in hayalinde yarattığı vuzuhsuz şekilleri, şoförün benzin kokulu, Beyşehir'den inen siyah ceketinden fırlayan sıska ensesi geçiyordu Arasıra otomobil herhangi bir sebeple yavaşlar gibi olunca delikanlı yüzünde zaptemediği bir dehşet ifadesiyle yerinden fırlıyor, "acaba duracak mı? Para toplamaya mı başlayacak?" diyor; araba tekrar hızlanınca derin bir nefes alarak yerine çekiliyor ve atlamak için katî kararını veriyordu Fakat nasıl atlayacak? Bu kamyon, bu gitgide gözünde büyüyen, bütün hislerine, alışamadığı ve ezici tesirler yapan korku makinesi kendisini bir kıskaç gibi yakalamıştı Buradan kurtulmasına imkan olmadığını sanıyordu Gözleri alev alev olmuş, dört tarafına bakınıyor, etrafındaki köylülerin, ön sıralarında oturan efendilerin hep kendisine baktıklarını, biraz kımıldasa yakasına yapışacaklarını zannediyordu Alnından yanaklarına doğru terler akıyor ve şakaklarındaki ayva tüylerini ıslatıyordu Otomobil birdenbire yavaşladı Yolun sol tarafı sarp bir kesme idi ve sağ tarafta, iki minare boyunda bir yar, esner gibi ağzını açmıştı Yol birdenbire darlaşıyordu Motorun hafifleyen gürültüsü arasında aşağıdan doğru gelen bir su şırıltısı duyuluyordu Henüz taş bile döşenmemiş olan şosenin bu kısmında çökme ve kayma tehlikesi bulunduğu için yolcular burada yayan yürür ve otomobiller yavaş yavaş ilerlerdi Bunun için otomobili tamamen durdurmadan şoför başını arkaya doğru çevirdi ve: "Haydi beyler!" dedi Birdenbire arka tarafta bir hareket oldu: Delikanlı, gözleri dönmüş, korkudan titreyerek, kendini dışarıya, yolun üstüne fırlattı Fakat daha durmamış olan otomobilden bu tersine atlayış ona muvazenesini kaybettirdi; olduğu yerde birkaç kere döndükten sonra aşağı boşa gitti ve eliyle çalılara tutunmaya çabalayarak, kafası sivri taşlara çarpa çarpa ve arkasından acı bir hışırtı ile akan topraklar ve ufak taşlarla birlikte, yardan aşağıya, şimdi şırıltısı daha çok duyulan dereye doğru yuvarlandı |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-06-2008 | #38 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıKAR TANESİ
Bir varmış,bir yokmuş Eski çağlarda, kuzey ülkelerinden birinde, ormanlar içindeki küçük bir köyde, Daniel adında bir çiftçi ve Anna adındaki karısı yaşıyorlarmış Artık genç sayılmayacak yaşa gelmiş oldukları halde, Daniel ve Anna'nın çocukları yokmuş Halleri vakitleri yerinde olduğundan, çocuksuz olmak, karı kocayı çok üzmekteymiş Ama her ikisi de iyi kalpli insanlar oldukları için, yalnızlıklarını gidermek için türlü yollara sapar, huysuz ihtiyarlar gibi yaşamazlarmış Daniel ve Anna, köyün bütün çocuklarına sevgi gösterir, her fırsatta komşu çocuklar için pastalar yapar, onları evlerinde misafir eder ve ağırlarlarmış Ayrıca evlerinde altı tane kedi, dört tane de köpekleri varmış Yalnız ev hayvanlarına değil, ormanda yaşayan yaratıklara da iyi davranırlarmış Bütün bunlara rağmen, yaşlı karı koca, bir çocukları olsa daha da mutlu olacaklarını düşünmekten kendilerini alamazlar mış Bir kış günü, Daniel ve Anna'nın yaşadıkları köyü karlar kaplamış O kadar kar yağmış ki,evlerin kapıları dışarda biriken kar yüzünden açılamaz olmuş Çiftçiler bütün kış hazırlıklarını yazdan yapmış oldukları için evlerine çekilmiş, burunlarını bile dışarı çıkarmıyor, gürül gürül yanan ocaklarının karşısın da oturup pencerelerinden dışarı bakıyorlarmış Çiftçi çocukları ise, kar yağmaya başlayınca sabırsızlan mışlarBir önceki senenin kışında kar ve buzla kaplı oyun yerlerinde oynadıkları oyunları hatırlıyor ve dışarı çıkmak istiyorlarmış Nihayet ertesi günü kar dinince artık çocukları evde tutmak mümkün olmamış Her tarafı diz boyu karla kaplı olan bahçeler, sabahın erken saatlerinde irili ufaklı çocuklarla dolmuş Kimisi kar topu oynamaya, kimisi kayak kaydırmaya, kimisi de kardan adam yapmaya başlamış Daniel ve Anna pencerelerinden çocukları seyrederken kendileri de dışarı çıkıp karlar arasında oynamak hevesine kapılmışlar Üstlerine kalın elbiseler giyip bahçeye çıkmışlar Yumuşak, temiz bir halı gibi ayakları altında ezilen karın içinde gezmek bile başlı başına bir eğlen ceymiş Karı koca, arkalarından köpekleri koşturarak bahçede kovalamaca oynamışlar Bir müddet sonra yorulmaya başlayınca daha az hareketli bir oyun oynamaya karar vermişler Komşu bahçede çocukların yaptığı kocaman bir kardan adama gözleri ilişen Anna, ellerini çırparak bağırmış: --Daniel buldum Değişiklik olsun diye biz de kardan bir kadın yapalım Daniel başını sallayarak itiraz etmiş: --Hayır Kardan bir çocuk yapalım Anna bu fikri çok beğenmiş Hemen küçük bir kartopunu yerde yuvarlayarak büyütmüş ve bir kenara ayırmışlar Bir yuvarlak kartopuna küçük kol ve bacaklar uydurmak için karları avuçlayıp şekil vermişler Sonra daha küçük bir kartopundan da baş yapıp gövdenin üstüne oturtmuşlar Usul usul kar parçasını yontarak kardan güzel bir çocuk yapmışlar Çocuğun gözleri yerine iki yuvarlak kömür parçası, burnu yerine koni şeklinde bir küçük havuç, saçı yerine de bir tutam siyah at kılı yapıştırmışlar O zaman kardan çocuk daha da güzelleşmiş İşin sonlarına doğru üşümeye başladığı için artık içeri girmeyi düşünen Anna,birden elinin üstünde ılık bir nefesin sıcaklığını hissetmiş Hemen başını çevirip bakmış Bir de ne görsün? Küçük kardan çocuğun gözleri beyaz karların arasında pırıl pırıl parlayıp dönmüyor mu? Anna heyecanla kocasına seslenmiş: --Daniel Hayal mi görüyorum? Bu kardan bebeğin gözleri oynuyor gibi geldi bana Ama Anna hayal görmüyormuş, gerçekten de kardan çocuk canlanmış Daniel kollarını kardan çocuğun boynuna dolayıp onu sevmek isteyince, parmaklarının değdiği yerlerden, inceli kalınlı, sıva gibi kar parçacıkları dökülmüş Bu döküntüler, tıpkı bir yumurtanın kabuğuna benziyormuş Kabukların için den küçük, çok güzel bir kardan bebek çıkmış Bebek gülüyor, sesler çıkarıyor ve kıpırdanıyormuş Anna hemen atılıp bebeği etekliğine sarmış: --Çabuk içeri gidelim Daniel, diye bağırmış Tanrı dileğimizi kabul etti ve bize bir çocuk verdi Ama onu hiç kimseye göstermeyelim Köy halkı kardan yaptığımız bir bebeğin canlandığını duymasın Heyecanla hemen evlerine kapanmışlar Kardan kızlarının adını "kar tanesi" koymuşlar Bu isim ona çok da yakışıyormuş, çünkü bütün vücudu kar kadar beyaz olan bebeğin yalnız saçları ve gözleri siyahmış Kar tanesi o kadar çabuk büyüyormuş ki bir hafta içinde on üç yaşlarında bir kız kadar gelişmiş, büyümüş Anna komşu kadınlara kar tanesini yeğenleri olarak tanıtmış Kar tanesi gün geçtikçe büyüyor, güzelleşiyor ve bütün köylüler tarafından çok seviliyormuş Her gün köyün çocukları kar tanesiyle oynamak için evlerine geliyormuş Bahar ayları yaklaştıkça, çocuklar başka oyunlar oynamaya başlamış Ama kar tanesi kışın olduğu kadar neşeli görünmüyormuş Durumu farkeden Anna ve Daniel telaşlanmaya başlamışlar, çünkü kar tanesi artık her zamanki gibi yemek de yemiyormuş Anne ve baba çocuğa sordukları halde bir cevap alamamışlar Kar tanesi bahar boyunca gölgeli ve serin yerlerde tek başına dolaşmış ve her gün biraz daha solmuş Yaz ayları gelip çattığında ise kar tanesi evden dışarı çıkmak istemiyor, davetleri reddediyormuş O ülkede her sene yaz ortası büyük bir bayram yapılırmış Yaz bayramı günü gelince, Daniel ve Anna, yanlarına kar tanesini alarak bayram yerine gitmişler Ormanın orta yerinde, ağaçlık ve çimenlik bir alana yerleşmişler Bütün köy halkı ordaymış Herkes gülüp oynuyor, eğleniyormuş Yalnız kar tanesi günün güneşli olduğu saatler boyunca hiç bir eğlenceye katılmamış Serin bir ağaç gölgesinde oturmayı tercih etmiş Ortalık karardığı zaman, arkadaşları gelip kar tanesini saklandığı yerden almış ve oyuna götürmüşler Ormanın açıklık bir yerinde kocaman bir ateş yakılmış Bütün çocuklar ateşin üstünden atlayarak sevinç çığlıkları atmaya başlamışlar Kar tanesi bu oyunu seyretmekle yetinmiş Arkadaşlarına katılmayı düşünmüyormuş ama öbür kızlar zorla kar tanesini ateşin yanına götürmüşler Sıra kar tanesine gelince, arkalarından gelen bir "Ahh" sesi duymuşlar Dönüp bakınca hiç bir şey görememişler Kar tanesinin aralarında olmadığını görünce onun ailesinin yanına gittiğini sanmışlar Oysa bu sırada Daniel ve Anna da kar tanesini arıyorlarmış Bütün bir gece herkes kar tanesini aramış ama bulamamışlar Üzüntü içinde evlerinin yolunu tutmuşlar Bir gece, kar tanesinin kayboluşundan bir ay kadar sonra, Anna'nın uykusu kaçmış O sırada korkunç bir fırtına başlamış Rüzgar çatıları sarsıyor, pencereleri çarpıyormuş Hava birden bire soğumuş Karı koca oturup fırtınanın dinmesini beklerken, pencereden bir tıkırıtı duyulmuş Ne olduğunu anlamaya çalışan Anna ve Daniel, kar tanesini pencereden kendilerine bakarken görmüşler Hemen koşup kızlarını içeri almak istemişler, ama kız gülerek karşı koymuş Onlara demiş ki: --Ev çok sıcak Sizin çok sevdiğiniz yaz aylarından ben hoşlanmıyorum Ben kardan yapılmış olduğum için sıcağa dayanamıyorum Yaz bayramında ateşin üstünden atlarken eriyip yok olmuştum Benim için ne kadar üzüldüğünüzü gördüğüm halde, gelip sizinle birlikte yaşayamadım Bu günkü fırtına benim amcamdır Ondan rica ettim, havayı biraz soğuttu Ben de sizi görmeye geldim Yaz aylarında sizinle birlikte oturmama imkan yok Ama kış gelip de ilk kar düşünce, kardan bir çocuk yaparsınız, yine sizin yanınıza gelirim Bu sözleri gözleri yaş dolu olarak dinleyen Anna, kış gelene kadar beklemeye razı olmuş Ama Daniel'in aklına daha iyi bir fikir gelmiş --Senin bütün korkun sıcak havalardan ve güneş ışığından değil mi kar tanesi? diye sormuş Kız evet demek ister gibi başını sallamış O zaman Daniel şunları söylemiş --Öyleyse yarından tezi yok, evimizi ve tarlalarımızı satıp, daha kuzeyde, daha soğuk bir yere taşınıyoruz Kışın yılda on ay sürdüğü o kuzey ülkelerinde, yaz aylarında bile kar vardır Orada bizimle beraber yaşarsın değil mi? Bu fikir kar tanesinin çok hoşuna gitmiş Sevinçle ellerini çırpmış Aradan bir ay geçtikten sonra, Daniel ve Anna, kuzeyde, soğuk bir yere, halkı balıkçılık ve avcılıkla geçinen bir köye taşınmışlar Aynı gün, kar tanesi onların yanına gelmiş Hep birlikte yaşamış ve ömürlerinin sonuna kadar mutlu olmuşlar Bu masaldan alınacak ders: Eğer insanlar çok güçlü bir sevgi bağıyla birbirlerine kenetlenmişlerse; birlikte olabilmek ve mutlu yaşayabilmek için önlerine çıkan her engeli kolayca geçerler Bilinmiyor |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-06-2008 | #39 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıKATI YÜREKLİ ZENGİN
Ayna ayna, güzel ayna Ayna ayna, şeker ayna Ayna ayna, cici ayna; kim neler yaşamış anlat bana Ve sevgili aynacık gece mavisinde başlamış anlatmaya Güzel bir ilkbahar sabahında, henüz kimsecikler yatağında doğrulmamışken, kuşlar o dal senin bu dal benim uçuşmaya başlamışlar bile Yeni yeşermiş ağaçlar rengarenk çiçekleriyle yeryüzüne yeni bir hayat sunuyorlarmış Önce gök aydınlanmış, sonra güneş hafifçe başını çıkarmış saklandığı yerden Güller, karanfiller, zambaklar, papatyalar, küstümçiçekleri, menekşeler, sünbüller birbiriyle yarışır gibi açıyorlarmış İşte böylesine güzel bir bahar sabahında, insanlar uyanmak için hiç de zorlanmazlarmış Gözlerini açar-açmaz çiçeklerin süslediği bahçelerine koşarlar, o mis kokulu havayı ciğerlerine doldururlarmış Günleri sevinç ve neşe içinde geçermiş İlkbaharın, tüm güzelliğini hediye ettiği bu memlekette herkes güleryüzlü, merhametli, konuksever ve iyi kalpliymiş Bir karıncayı bile incitmekten korkarlarmış Kazandıklarının bir kısmını fakir olanlara hediye ederler, onların sıkıntılarını azaltmaya çalışırlarmış Fakat bu memlekette kese kese altınları, elmasları, gümüşleri, sandık sandık incileri olan bir adam yaşarmış ki; bir kez olsun güldüğünü gören olmamış Kapısını kim çalsa en ağır sözlerle onu evinden kovarmış Hiçkimseden hoşlanmadığı için hiçkimse de ondan hoşlanmazmış Birgün elbiseleri yıpranmış, açlıktan benzi solmuş bir adam bu katı yüreklinin evine varmış, kapısını çalmış Kapıyı açan hizmetçi, karşısında bir dilenci görünce onu uyarmak istemiş ve demiş ki; - Bu evin sahibi çok katı yüreklidir Sana hiçbir şey vermez Ondan ağır bir söz işitmeden gitsen iyi olur Yoksa kalbini kırar Hizmetçi dilenciye bu sözleri söylerken evin sahibi çıkagelmiş Gür sesiyle evi inleterek; - Kimdir beni rahatsız etmekten çekinmeyen, diye sormuş Dilenci elini uzatarak; - Efendim, ben çok açım Bir parça ekmek vererek iyilikte bulunmak istemez misiniz, demiş Adam öfkeden ne yapacağını şaşırarak dilenciye haykırmış: - Sor bakalım, bu memlekette benim evimden bir dilenciye, bir lokma ekmek çıkmış mı? Var git yoluna Ekmeğini başka kapılarda ara Ne diye sana yardım edeyim! Bu sözleri işiten zavallı dilencinin kalbi kırılmış Usulca elini çekmiş, tek kelime etmeden dönmüş gitmiş Fakat adamın o halini merak etmemek mümkün mü? Dilenci de merak etmiş tabiî Kendi kendine konuşmuş durmuş: - Ben fakirim, hiç gülmesem “niye gülmüyorsun” diye soran olmaz Peki bu adamın derdi ne? Aç değil, açıkta değil Memleketi satın alacak kadar parası var Ama güldüğü hiç görülmemiş Yazık, ne kadar yazık Bu hayattan zevk almasını öğrenememiş İnsanlardan köşe-bucak kaçıyor Bereket mi kalır o evde! Bu olayın üzerinden yıllar geçmiş Belki on yıl, belki on-beş Ölen ölmüş, kalan kalmış Kimi zaman zor günler yaşanmış, kimi zaman sevinç sarmış her yanı Zengin adamın başına bir felaket gelmiş O servet sanki toz olmuş uçmuş Daha ne olup bittiğini anlamadan, adam kendisini sokakta buluvermiş Kapı kapı dolaşıp bir parça ekmek için el açmaya başlamış Birgün şehrin sokaklarında böyle dolaşırken, ihtişamlı bir evin karşısında durmuş Ve ona bakmaya başlamış Eski günleri, o çok zengin olduğu günleri hatırından geçirir gibi uzun uzun bakmış eve Sonra da gidip kapısını çalmış Kapıyı açan hizmetçi karşısında bir dilenci görünce konuşmadan içeri girmiş Kısa bir süre sonra geri döndüğünde elinde bir sepet yiyecek varmış Sepeti dilenciye uzatırken hayretle bağırmış: - Olamaz! Siz, siz böyle ne hallere düştünüz Hizmetçinin sesine gelen evin sahibi, merakla sormuş: - Ne var, ne oluyor? Hizmetçi, eskiden yanında çalıştığı beyin şimdi bir dilenci olduğunu, buna çok üzüldüğünü söylemiş Ev sahibi ise dilenciyi tanıyınca bu duruma pek şaşırmamış: - Ben, bir zamanlar onun kapısını çalan yoksuldum Fakat o, beni evinden kovdu ve benim kalbimi kırdı Öyle zengindi ki, gözü hiçkimseyi görmezdi Demek ki, ondan alınan bana verilmiş Üzülme, onu içeri al İstediği kadar yesin içsin Dilenci içeri alınmış, krallara layık bir şekilde ağırlanmış Adam yaptığı hatayı anlayarak; - Hakkınızı helâl edin efendim, demiş Şükürler olsun ki, henüz yaşıyorken sizinle karşılaştım Yoksa bu hakkı nasıl ödeyebilirdim Bu iki insan uzun seneler beraber, o evde yaşamışlar Ve adam gülmeyi; insanlara yardım etmenin ne kadar zevkli olduğunu, insana ne kadar güzel bir huzur verdiğini öğrenmiş Naz Ferniba |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-06-2008 | #40 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıKARDA KAYBOLAN KENT
O sabah, Marcovaldo'yu sessizlik uyandırdı Havada tuhaf bir şey olduğu duygusuyla yataktan kalktı Saatin kaç olduğunu anlayamıyordu, panjurların çubukları arasındaki ışık, günün, gecenin bütün saatlerindeki ışıktan başkaydı Pencereyi açtı, kent yok olmuştu, yerini beyaz bir kağıt almıştı Bakışını yoğunlaştırınca, beyazın ortasında neredeyse silinmiş kimi çizgiler seçti, çevredeki pencereler, damlar, sokak lambaları gibi olağan görünüşün çizgilerinin karşılıklarıydı, ama gece üzerlerine yağan karın altında kaybolmuşlardı "Kar!" diye bağırdı Marcovaldo karısına, daha doğrusu bağırmak istedi, ama sesi yavaş çıktı Tıpkı çizgilerin, renklerin, perspektiflerin üzerine olduğu gibi gürültülerin, daha doğrusu gürültü yapma olanağının üzerine de kar yağmıştı; pamuk döşeli bir ortamda, sesler titreşemiyorlardı İşine yaya gitti; kar nedeniyle tramvay çalışmıyordu Sokakta geçecek yol açarken, daha önce hiç duyumsamadığı gibi özgür buluyordu kendini Kent sokaklarında kaldırımla taşıt yolu arasındaki yükseklik farkı yok olmuştu, taşıtlar yoldan geçemiyorlardı; Marcovaldo her adımda bacaklarının yarısına kadar kara batsa da, çoraplarının içine kar suyu sızsa da, yolun ortasından yürümek, çimenlere basmak, trafik çizgilerinin dışından karşıya geçmek, zikzak yaparak gitmek özgürlüğüne kavuşmuştu Sokaklar, caddeler, dağların kayaları arasındaki bitmek bilmeyen ıssız boğazlar gibi uzanıyorlardı Kim bilir bu örtünün altında gizlenen kent yine aynı kent miydi, yoksa gece bir başka kentle mi yer değiştirilmişti? Kim bilir şu beyaz yükseltilerin altında yine benzin pompaları, gazeteci kulübeleri, tramvay durakları mı vardı, yoksa yalnızca çuval çuval kar mı? Marcovaldo yürürken değişik bir kentte kaybolduğunu düşlüyordu; oysa adımları onu yine her günkü iş yerine, her zamanki ambara götürüyorlardı; eşikten içeri adım atar atmaz, dış dünyayı yok etmiş olan değişiklik, yalnızca çalıştığı firmayı esirgemiş gibi kendini yine aynı duvarların arasında bulunca şaşırdı Boyundan daha uzun bir kürek bekliyordu kendini Ambar şefi Sinyor Viligelmo küreği uzatıp "kapının önündeki kaldırımı temizlemek bize düşüyor," dedi, "yani sana" Marcovaldo küreği koltuğunun altına alıp çıkmak için geri döndü Kar küremek çocuk oyuncağı değildi, hele midesi boş birisi için, ama Marcovaldo karı bir dost, yaşamının içine hapis edildiği kafesin duvarlarını yok eden bir etken sayıyordu Büyük bir hevesle çalışmaya koyuldu, kaldırımdan sokağın ortasına kürek dolusu kar atmaya başladı Boşta gezen Sigismondo da kara gönül borcu duyuyordu; çünkü o sabah kar temizleyicisi olarak Belediyeye kaydını yaptırdığından, sonunda bir kaç günlüğüne de olsa işe kavuşmuştu Ama bu duygu onu Marcovaldo gibi belirsiz hevesler yerine, şu kadar metrekare yeri temizleyebilmek için ne kadar metreküp kar kaldırması gerektiği gibi kesin hesaplara götürüyordu; kısaca ekip şefinin gözüne girmeyi ve -gönlünde yatan aslan buydu- işinde ilerlemeyi amaçlıyordu Sigismondo geriye dönünce ne görsün? Yolun daha yeni temizlediği bölümü, ötede, kaldırımdaki soluk soluğa bir adamın rastgele boşalttığı küreklerle yeniden karla örtülmeye başlamıştı Tepesi attı Kar dolu küreğini adamın göğsüne yönelterek ona doğru koştu "Bana baksana! Sen mi atıyorsun bu karı?" "Ne? Neyi?" dedi, irkilen Marcovaldo; sonra kabullendi: "Belki, evet" "Öyleyse hemen küreğinle temizle, yoksa hepsini yediririm sana" "Ama kaldırımı temizliyorum ben" "Ben de sokağı" "Nereye atayım peki?" "Belediyede misin sen de? "Yo Sbav firmasındayım" Sigismondo ona, karı kenara yığmayı öğretti, Marcovaldo'da onun bölgesini temizledi Hoşnut, kürekleri kara saplı, yaptıkları işi seyre koyuldular "Yarım sigaran var mı?" diye sordu Sigismondo İkisi de birer yarım sigara yakarken, bir kar temizleme aracı, yanlarına düşen iki büyük beyaz dalga kaldırarak sokaktan geçti O sabah her gürültü yumuşacıktı; ikisi de bakışlarını kaldırdıklarında, temizledikleri yerler yeniden karla örtülmüştü "Ne oldu? Kar mı başladı?" Gözlerini gökyüzüne kaldırdılar Makine süpürgelerini döndürerek köşeden dönmüştü bile Marcovaldo karı tıkız bir duvar gibi yığmayı öğrendi Böyle küçük duvarlar oluşturmayı sürdürürse sadece kendisi için sokaklar yapabilecek, nereye gittiğini sadece kendisi bilecek, başka herkes bu sokaklarda yolunu şaşıracaktı Kenti yeni baştan düzenleyecek, kimsenin gerçek evlerden ayırt edemeyeceği, evler gibi yüksek tepeler dikecekti Belki de artık bütün evlerin dışı da içi de kara dönüşecekti; anıtlarıyla, çan kuleleriyle, ağaçlarıyla kardan bir kent, kürek vuruşlarıyla yıkıp bir başka biçimde yeniden yapılabilen bir kent Kaldırımın kenarında bir yerde büyükçe bir kar birikintisi vardı Marcovaldo onu da duvarlarıyla aynı yüksekliğe getirmek için düzeltmeye başlamıştı ki, bir otomobil olduğunu anladı; yönetim kurulu başkanı Kommendatore Alboino'nun arabasıydı, her tarafı karla kaplıydı, Bir otomobille bir kar yığını arasındaki ayrımın bu kadar az olduğunu görünce, Marcovaldo kürekle bir otomobil biçimlendirmeye koyuldu Sonuç başarılı oldu; doğrusu ikisinden hangisinin gerçek olduğu anlaşılmıyordu Son düzeltmeleri yaparken Marcovaldo küreğe takılan döküntülerden yararlandı; paslı bir teneke kutu bir farın biçimlendirilmesini sağladı; bir musluk parçası da kapının kolu oldu Sıra sıra kapıcılar, odacılar, postalar selam durdular, başkan Kommendatore Alboino büyük kapıdan çıktı Miyoptu, aceleciydi, kararlı bir biçimde süratle otomobiline doğru yürüdü, sarkan musluğu kavradı,çekti, başını eğdi ve boynuna kadar kara saplandı Marcovaldo çoktan köşeden kıvrılmıştı, avluyu kürüyordu Avluda ki çocuklar kardan adam yapmışlardı "Burnu eksik!" dedi içlerinden biri "Ne koyalım oraya? Havuç!" Hepsi kendi mutfağına, sebzelerin arasında havuç aramaya koştu Marcovaldo kardan adamı seyre dalmıştı "Karın altında, neyin kar neyin karla kaplı olduğu ayırt edilemiyor; bir insan uymuyor buna, çünkü benim şu karşıdaki değil, ben olduğum biliniyor" Düşüncelere daldığı için damdan iki kişinin bağırdığını duymadı: "Hey, kardeş, çekilsene biraz oradan!" Dam temizleyicileriydi Birden, üç kental kar başından aşağıya indi Çocuklar ele geçirdikleri havuçlarla döndüler "A, bir kardan adam daha yapmışlar!" Avlunun ortasında, yan yana, birbirinin aynı iki kardan adam vardı "İkisine de burun takalım!" deyip, iki kardan adamın kafalarına birer havuç batırdılar Diriden çok ölü gibi olan Marcovaldo, içine gömülüp buz kestiği kılıfı yaran bir yiyeceğin geldiğini duyumsadı Hemen ağzına attı "Anne havuç yok oldu!" Çocuklar çok korkmuşlardı En yüreklileri umudunu yitirmedi Yedek bir burnu vardı, bir biberdi; biberi kardan adama taktı Kardan adam biberi de yuttu Bunun üzerine kardan adama burun olarak bir mangal kömürü takmayı denediler Marcovaldo olanca gücüyle kömürü tükürdü "İmdat! Canlı! Canlı!" Çocuklar kaçıştılar Avlunun bir köşesinde bir ısı bulutunun yükseldiği bir parmaklık vardı Marcovaldo, ağır kardan adam adımlarıyla oraya gidip durdu Kar sırtından aşağı eridi, oluk oluk giysilerinden aktı; soğuktan şişmiş, buz kesmiş bir Marcovaldo çıktı ortaya Küreği aldı ısınmak için avluda çalışmaya koyuldu Bir hapşırık burnunun ucuna gelmiş, orada duruyor, dışarı çıkmaya karar veremiyordu Marcovaldo gözleri yarı kapalı yürüyordu, hapşırık hep burnunun ucuna tünemiş duruyordu Birden sanki homurdanır gibi "Haaaap" yaptı, "şu" ise bir mayın patlamasından daha güçlü oldu Havanın yer değiştirmesi nedeniyle Marcovaldo duvara çarptı Hapşırma havanın yer değiştirmesinin ötesinde, gerçek bir hortum oluşturmuştu Avludaki bütün kar havalandı, bir kasırgada olduğu gibi savruldu, yukarıya çekilip gökyüzünde billurlaştı Baygın Marcovaldo gözlerini açtığında, avlunun her yeri temizlenmişti, bir tek kar tanesi bile kalmamıştı Marcovaldo'nun gözleri önünde, gri duvarları, ambarın sandıkları, sıkıcı, itici bütün günlerin nesneleri ile, her zamanki avlu belirdi Yazan: Italo Calvino Türkçesi: Rekin Teksoy Can yayınları,1991 |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-06-2008 | #41 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıKAYBOLAN HAZİNELER
Sevgili aynacık gecelerden bir gece o güzel masallarından birisini seçerek padişah kızının yanına gelmiş: Ey padişah kızı, bu gece sana uzun bir masal anlatacağım İyi dinle Gözlerini hemencecik uykuya teslim etme Uzun zaman önce; belki bin yıl, belki iki-bin yıl önce bir padişah varmış Bu padişah çok uzak memleketlerin birisinde yaşıyormuş Bu ülke öyle uzakmış ki, oraya varmak için yüz tane dağ, elli tane ova, beş-yüz tane de ırmak geçmek gerekiyormuş İşte ben sana bu ülkede geçen bir olayı anlatacağım bu gece Birgün ülkenin padişahı veziri ile beraber şehri dolaşmaya çıkmış Herkes kendi işiyle ilgileniyor, bir koşturmacadır devam ediyormuş Her sabah olduğu gibi bu sabah da dükkanlar bir bir açılmış Padişah, halkının böylesine çalışkan olmasından büyük bir memnunluk duyuyormuş Yürürken karşılarına bir demirci dükkanı çıkmış Demirci, ikidebir örsün başına geliyor ve ağlıyormuş Öyle bir ağlıyormuş ki, görenin merak etmemesi mümkün değilmiş Bütün gün bunu yaptığı için hiç müşterisi kalmamış zavallı adamın Çünkü ağlamaktan iş yapamıyormuş Tabiî ki durumu gören padişah da meraklanmış - Çok garip, demiş içinden Ne ola ki bu adamın derdi? Bilebilsek de bir yardımımız dokunsa Hemen vezirine emir vermiş: - Tez öğrenin bu adamın derdini, bana haber verin Yürümeye devam etmişler O sokak senin, bu sokak benim dolaşıyorlarmış Padişah halkının durumunu merak ettiği için her şeyi inceliyormuş Karşılarına bir bahçe çıkmış Bahçede çeşit çeşit ağaç varmış Birden gördükleri şeye inanamamışlar Bahçıvan kocaman bir elma ağacının yanında bekliyor, birden ağacın başında bir şey görmüş gibi sevinçle ağaca tırmanmaya başlıyor, fakat ağlaya ağlaya geri iniyormuş Padişah hiçbir anlam verememiş adamın bu davranışına: - Acep bu bahçıvanın derdi ne ki? Vezirine dönmüş ve; - Bu adam neden böyle yapmaktadır öğrenesin, demiş Padişah vezirle beraber yine yoluna devam etmiş Hava öyle güzelmiş ki, yürüdükçe yürümek istiyorlarmış Her taraf yemyeşilmiş Rengarenk çiçeklerin kokusu insanı sevince boğuyormuş Neşeyle biraz daha yürümüşler Bu sefer de karşılarına bir dilenci çıkmış Bu dilencinin gözleri görmüyormuş Fakat garip olan, yoldan gelip-geçen insanlar bu dilencinin ensesine bir tokat indirip avucuna para bırakıyorlarmış Dilenci her tokat yiyişinde; - Sağolun, eksik olmayın; diyormuş Padişah hayretler içinde kalmış “Acaba bu insanlar delirmiş de benim mi haberim yok”, diye kendi kendine sorar olmuş Bir yandan da kızıyormuş: - Şu devletin padişahıyım Bu insanların bir derdi olmalı ki böyle garip davranıyorlar Ve ben bütün bunlardan habersizim Kimbilir daha kaç kişi böyle acı çekiyor Vezirine; - Bu dilencinin de derdini dinleyin, demiş Hepsinin başına ne geldiğini tez öğrenmek isterim Padişah ile vezir saraya dönmüşler Fakat padişah huzursuz, bütün gördüklerinden şaşkına dönmüş Vezir hemen ertesi gün bu üç adamı saraya çağırtmış Demirci, bahçıvan ve dilenci biraz korkmuşlar Fakat emir padişahtan, gitmek zorundaymışlar Endişeli endişeli sarayın yolunu tutmuşlar Önce demirci başlamış başından geçenleri anlatmaya: - Birgün dükkanımın önünden tavuk satan bir adam geçiyordu Onu hemen durdurup iki tane tavuk satın aldım Çırağımla bu tavukları eve gönderdim Çırağa, “Hemen ikisini de pişirsinler Birini kendileri yesin, diğerini de bana göndersinler İşim çok Bütün gece çalışabilirim” dedim Akşam vakti çırak tavuğu getirdi bana Öyle acıkmışım ki, ocağın başına soframı kurdum Oturdum bir güzel tavuğu yemeye başladım O sırada örsün yanında bir kedi ortaya çıktı Nereden geldiğini görmemiştim Yediğim tavuktan istediği açıktı Miyavlayıp duruyordu Fakat ne kadar yalvardıysa tek bir lokma dahi vermedim kediye Tavuğun bir budu bir de kanadı kalmıştı geriye Tam kanadı yiyecekken kedi konuşmaya başladı: “Bana o kanadı verirsen, karşılığında sana yüz tane altın veririm” Kedinin konuşması beni şaşırtmıştı, ama onu dinlemedim Kanadı da afiyetle yedim Tavuğun budunu elime almıştım ki, kedi yine konuşmaya başladı: “Budu yeme Bana ver Buna karşılık sana bir hazine veririm” Ben kediyi kovaladım Ve budu da bir güzel yedim Budu tam bitirmiştim ki kedinin birden ortadan kaybolduğunu farkettim Nereye gitmişti anlamadım Fakat kedinin bulunduğu yerde bir parıltı vardı Yaklaştım, bir de ne göreyim Bir delik ve bu delikten bir hazine görünüyor Elimi uzattım Ama elimi her uzatışımda hazine kayboldu Çıldıracaktım Uzaklaşıyordum, hazine ortaya çıkıyordu Yaklaşıyordum, kayboluyordu Bunun için o günden beri örse yaklaşıp yaklaşıp ağlıyorum Demircinin hikayesini dinledikten sonra sıra bahçıvana gelmiş O da başına gelenleri şöyle anlatmış: - Bir sabah meyveleri toplamak için bahçeye girdim Elma ağacının başına çıkmış bir bir meyveleri topluyordum Bu sırada tam karşımda duran çok güzel bir kuş gözüme çarptı Daha önce böylesine güzel bir kuşu hiç görmemiştim Kuşu yakalamak için elimi uzattım, fakat o daha hızlı davrandı ve beni yakaladığı gibi havalandı Bir süre uçtuktan sonra kocaman bir gül bahçesine indik Daha önce bu kadar güzel bir gül bahçesi de görmemiştim Güller öyle güzel açmıştı ki, o renkte güllerin varlığını bile bilmiyordum Akılım başımdan uçtu gitti Bahçede deli-divane gezinirken bir ihtiyar çıktı karşıma Beraberce bir köşeye oturduk Benimle konuşmaya başladı: “O kuşu sana ben gönderdim Seni alıp getirmesini ben istedim ondan Seni oğlum olarak seçtim” Bunları söyledikten sonra bahçenin ortasında bulunan muhteşem bir saraya gittik Sarayda bir hazinesi vardı ve bu hazineyi bana gösterdi Bu kadar çeşit mücevheri bir arada görmek benim için sadece rüyalarda mümkün olabilirdi İhtiyar bana; “Yaşlandım, yakında öleceğim Oğlum olmayı kabul edersen bütün bu gördüklerin senin olacak” dedi Teklifi sevinçle kabul ettim tabiî ki İhtiyar adam bir ara dışarıya çıktı Ben de onun gidişinden faydalanmak istedim ve bir yüzüğü cebime attım Adam geri geldiğinde yüzündeki ifade değişmişti Kuşu çağırdı, “Bu adamı nereden getirdiysen oraya götür Ben böyle bir evlat istemiyorum” dedi Kuş beni yakaladığı gibi elma ağacının başına getirdi Şimdi aşağıda olduğum zaman kuşu aynı yerde görüyorum Hemen ağaca tırmanıyorum Fakat kuş kaybolmuş oluyor Ağlayarak tekrar iniyorum Bahçıvanın hikayesi de böyleymiş Hayretle dinliyorlarmış bu garip adamların başından geçenleri Sıra dilenciye gelmiş Onun da hikayesini ilgiyle dinlememek mümkün değilmiş: - Ben sapasağlam bir insandım Gözlerim görüyordu Bir işim vardı Mutluydum Yetmiş tane atım vardı benim Onlarla yük taşırdım İşim iyiydi Kimseye muhtaç değildim Fakat açgözlülüğüm yüzünden her şeyimi kaybettim Birgün bir tüccar atlarımı kiraladı Bütün yükü güzelce yerleştirdik ve beraber yola çıktık Konuşa konuşa yolumuza devam ediyorduk Bir ara adam yükün tamamının altın olduğunu söyleyiverdi Bir anda aklıma olmadık kötülükler gelmeye başladı Zengin olabilirdim İçimdeki ses tüccarı öldürmemi söyleyip duruyordu Issız bir yerden geçiyorduk Ben atları durdurdum Tüccar karşı çıktı: “İşim çok acele, durmadan devam etmeliyiz” Fakat ben onu dinlemiyordum “Seni öldüreceğim ve bütün altınlar benim olacak” diyordum adama Adam altınların yarısını teklif etti, ama kabul etmedim İlle de hepsi olacak diye tutturmuştum Hem adamı bırakırsam beni şikayet etmesinden korkuyordum Öldürmeliydim Gözüm hiçbir şey görmüyordu Bu kadar kötü kalpli olduğumu ben de bilmiyordum Meğer öyleymiş Demek ki para, insanı bu kadar değiştirebiliyormuş Tam elimdeki bıçağı saplayacaktım ki, adam beni durdurdu “Dur” dedi “Bende bir sürme var Göze sürüldüğü zaman toprak altında ne kadar hazine varsa hepsi görülüyor” Bıçağı çektim “Sür de görelim”, dedim Keşke demeseydim Sürmeyi cebinden çıkardı ve tek gözüme sürdü Gerçekten de dediği doğruydu Toprak altındaki hazineleri görebiliyordum Bu sefer de öteki gözüme sürmesini istedim “Olmaz” dedi “Eğer iki gözüne sürersem kör olursun ve bir daha hiçbir şey göremezsin” İnanmadım Diğer gözüme de sürme çektirdim Ve bir anda her taraf karardı Artık hiçbir şey görmüyordum Tüccar atlarımı da alarak kaçtı Yaptıklarımın cezasını enseme tokat attırarak ödemeye çalışıyorum Akılsızlığıma yanıyorum Padişah hikayelerin hepsini dikkatle dinlemiş, adamlara acımış Hemen onlara hazineden para verdirmiş Ve sarayda görevlendirmiş onları İnsanlara başlarından geçen olayları anlatacaklarmış Anlatacaklarmış ki hiçkimse böyle açgözlü olmasın Naz Ferniba |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-06-2008 | #42 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıKEDİ
Ormandaki araba galerisi son günlerde yoğun bir ziyaretçi akınına uğruyordu Tüm orman hayvanları galerideki arabaları görebilmek için birbirleriyle yarış halindeydiler Rengarenk, gıcır gıcır, son model arabalar ziyaretçilerin gözlerinin içine bakıyor ve beni alın, beni alın diye haykırıyorlardı sankiKim istemezdi ki, son model bir arabası olsun, binsin içine, geçsin direksiyon başına, yürütsün arabayı, baksın keyfine, yaşasın hayatınıFakat, bu o kadar kolay değildi Geçinilebilecek gibi varsayılan bir aylık kazanç 100 kredi iken, en ucuzu 3000 kredi olan bu arabalardan bir tane edinebilmek için, tam iki buçuk yıllık birikim gerekirdi, hiç kredi harcamamacasına… İş bilenin, kılıç kuşananın, kredi kazananındı Çok kazanan çok harcamalıydı ki, kazandığını fark edebilsin, başkalarına fark ettirebilsin Genç tüccar Sarman, sağ ve solunda yürüyen iki arkadaşıyla birlikte hışımla galeri kapısından içeri girdi Girer girmez de zınk diye duruverdi Sağına, soluna bakındı Bu ne kalabalıktı böyle?Şu kalabalığın kaçta kaçı bir araba alabilirdi kendine? Taş çatlasa yarısı desen öteki yarımın ne işi vardı burada? Panayır değildi ki burası, adı üstünde araba galerisi Giyinirdin, kuşanırdın, koyardın kredileri ceplerine, gelirdin, seçerdin arabanı, sayardın kredileri, biner arabana, basardın gaza, çeker giderdin Seyirlik değildi ki arabalar, alımlıktı Gidip sorsunlardı bakalım galerinin sahibine, arkadaş, sen bu arabaları seyredilsin diye mi, yoksa alınsın diye mi getirip koydun buraya? Bakalım ne diyecekti galerinin sahibi onlara İki candan arkadaş Tilki ile Kurt da methini çok duydukları bu araba galerisine gelmişler, son model arabaları seyrediyorlardı Amaçları eğlence olsun, şöyle bir gezip gideceklerdi Bir aralık Tilki, arkadaşına; “ Şu lacivert arabayı alsana kendine Al koy evinin önüne Herkes, Kurt ne zenginmiş de haberimiz yokmuş desin “ deyince, Kurt da; “ Al demesi kolay da o kadar krediyi ben nereden bulayım? Baksana fiyatı 30000 kredi diye yazıyorGalerinin en pahalı arabası bu lacivert arabaymış Hem sen bana, şu araba tam sana göre, aman, bu arabayı kaçırma deyip duracağına kendin alsana bir araba”diye çıkıştı Tilkiye Tilki ile Kurt lacivert arabaya imrenerek bakıp konuşmalarını sürdürürken, Sarman da, iki arkadaşıyla galerideki arabaları gözden geçiriyor, fakat hiçbirini beğenmiyordu Lacivert arabanın önüne geldiklerinde Sarman, şöyle bir göz ucuyla arabanın üzerindeki etikete baktı Fiyatı: 30000 kredi Daha sonra bakışlarını etiketten ayırarak arabayı incelemeye başladı Rengi lacivert, modeli alışılmamış, görünüşü kusursuz, lastikler kırmızı…Sarman, bayıldı arabaya bayıldıKırmızı lastikli araba tam bana göre diye düşündü Sağında duran arkadaşına; “ Sen hiç şimdiye kadar kırmızı lastikli, lacivert bir arabaya binmiş miydin? “ diye sordu Arkadaşı: “ Demek bunu alıyorsun” dedi “ Böyle bir arabaya hiç binmemiştim Bundan sonra bol bol bineceğiz desene “ Sarman arkadaşının sözlerine gülümsedikten sonra arabanın yanındaki görevlinin yanına gitti Görevliden arabanın iç donanımı ve çalışma sistemi ile ilgili bilgileri alan Sarman, gerekli evrakları imzalayıp, alım-satım işlemlerini de tamamladıktan sonra, iki arkadaşıyla birlikte galerinin dış kapısı önüne çıkıp arabasının getirilmesini beklemeye başladı Az sonra araba arka kapıdan çıkarılıp ön kapı önüne getirildi ve yeni sahibine, yani Sarman’ a teslim edildi Sarman direksiyona geçtikten iki arkadaşı da arka koltuklara oturduktan sonra, araba öyle bir kalkış kalktı ki, galerinin önünde bu çok pahalı arabayı ve sahibini seyre dalan meraklıların neredeyse kulaklarının zarı patlayacaktı Efendim, böyle de kalkış olur muydu? Bu gürültü de neyin nesiydi? Ne lüzumu vardı bilmem kaçıncı vitese takıp kalkışın? Bak ne güzel gelmişsin, arabayı almışsın Bin git işte arabana adam gibi Seyredenler de bravo desinler, alkış tutsunlar peşindenOnca gürültünün, ortalığı simsiyah egzoz dumanı ile kirletmenin, güzelim yolları kırmızı lastiklerinle çizdirmenin zararından başka kime ne faydası olacaktı ki? Bu çirkin davranışın açıklamasını, bırak Sarman’ı, çok değişken fikirler üreten, son derece zeki, süper bir beyin yapısına sahip biri bile yapamazdı; kesinlikle açıklaması yoktu Tilki ile Kurt da oradaydılar Araba uzaklaştıktan, ortalık tenhalaştıktan sonra, Tilki işi serine vurdu: “ Öyle böyle aldılar arabayı gittiler Şimdi gönlünden geçeni dilin söylesin İstemez miydin bu lacivert arabanın sahibinin sen olmasını? Kurulurdun direksiyon başına, hafiften köklerdin gazı, çatlatırdın dostu düşmanı” Bunun üzerine Kurt: “ Arabanın benim olmasını isterdim istemesine de, ben hayatta böylesine hızlı gitmezdim Ağır ağır, göstere göstere sürerdim arabayı Camı da açardım, püfür püfür esen rüzgar altında Ooh, gel keyfim gel…” diyerek gevrek gevrek güldü Serdar Yıldırım |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-06-2008 | #43 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıKEDİ, GELİNCİK VE YAVRU TAVŞAN
Yavru tavşanındı bu saray Bir sabah bayan gelincik zaptetti onu hemencecik Vay kurnaz, vay! Ev sahibi evde bulunmadığından kolay oldu bu iş pek kolay O gün şafakla çıkıp gitmişti tavşan Kırlar kekik kokuyordu, mis gibi kekik Bizimki yiyip içip mahzenine döndüğü zaman gelincik pencereye dayamıştı burnunu Tavşan orda görünce onu: "- Hey, bayan, dedi, çıkınız hemen baba yadigarı evimden Yoksa haber yollarım bütün farelere ben Cevap verdi sivri burunlu türedi: "-Toprak onu ilk ele geçirenindir," dedi Savaşılmaya değerdi doğrusu ya, Tavşanın bile sürünerek girdiği yuva "-Ne tuhaf iş, dedi gelincik, ne tuhaf iş Burası bir krallık olsa bile, Tapusunu şuna, buna, hatta bana değil de filanca oğlu falanca tavşana kim vermiş?" Falanca tavşan söz açtı geleneklerden: "- Ben, dedi, ben, kanun kuvvetiyle sahibim bu yere Burası babadan oğula kalır kanuna göre Böylelikle filandan kaldı falana falandan da kaldı bana Sanki 'ele ilk geçirmek' kanunu daha mı iyi?" Gelincik dedi ki: "-Uzatmayalım hikayeyi Davamızı halletsin, gidip görelim de Samur'u" Keşiş gibi inzivada yaşayan bir kediydi bu Yüzü de gülerdi her zaman Evliya gibi bir şey, yağlı, tüylü, şişman Karışık işleri halletmekte de uzman Teklifi kabul etti tavşan İşte ikisi de kürklü beyin karşısındadır "-Yaklaşın çocuklarım, yaklaşın, dedi Samur, Artık ihtiyarladık da sağır oldum biraz sağır" Yaklaştı ikisi de çekinmeden Bizim sofu babalık da tam vaktinde doğruldu, attı iki pençesini hemen davacıları yutup aralarını buldu İşte çok defa böyle hakemlik eder küçüklere büyükler Yazan: Jean de La Fontaine Çeviri: Nazım Hikmet Adam Yayınları, Kasım 1991 |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-06-2008 | #44 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıKELOĞLAN ve KUYUDAKİ DEV
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde develer tellalken, pireler berberken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallarken; ülkenin birinde bir kasaba varmış Bu kasabanın kenar mahallelerindeki bir kulübede, çok fakir bir keloğlan ile ihtiyar annesi yaşamakta imiş Keloğlan çok akıllı ve becerikli olmasına rağmen çalışmaktan hoşlanmaz, tembel tembel evde oturmayı, ne buldu ise yiyip, içmeyi ve uyumayı severmiş Tembel mi tembel, saçsız kafası ile de çok çirkin olduğu için herkes ona keloğlan dermiş Keloğlanın ihtiyar annesi ise el çamaşırı yıkar, hem kendini, hem de tembel keloğlanı beslemeğe çalışır, zorluklar içinde geçinirlermiş Her nasılsa Keloğlanın canı çarşıya çıkıp dolaşmak istemiş Bir de bakmış ki, uzakta bir kalabalık var Kalabalığın ortasında bir adam bağıra bağıra bir şeyler söylüyor Kalabalıktaki insanlarda onu dinlermiş Bizim Keloğlanda kalabalığa sokularak bu adamın dediklerini dinlemiş Adam meğer şehrin tellallarından biriymiş Keloğlanın dinlemekte olduğu tellal şöyle demekteydi -Ağır bir iş için bir adama ihtiyaç vardır Bu işi görecek adama yüz altın verilecektir Talip olacak kimse varsa ortaya çıksın Keloğlan etrafta toplanan kalabalıktan ses seda çıkmadığını görünce ve bu işin sonunda yüz de altın verileceğini öğrenince tellala: -Bu işi ben yaparım, yalnız bu yapılacak işi hemen bana söyle, demiş Tellal Keloğlanı şöyle bir süzdükten sonra, gözü tutmamış olacak ki: -Oğlum, sen bu işi yapamazsın, iş çok zordur Bunu ancak akıllı, becerikli ve cesur adamlar başarabilir Ben bunları sende göremiyorum, deyince; Keloğlan: -Ummadığın taş baş yarar Ben bu işi başarırım, diye cevap vermiş Etrafta toplanan kalabalıktan alaylı gülüşmeler yükselmiş Bu sırada tellal onun biraz da fakir haline acıyarak: -Pekala oğlumMadem ki kendine güveniyorsun sana şimdi yapacağın işi tarif edeyimUzak bir ülkeden mal getirmeye gidilecek Yolculuk at sırtında olacak, ama sen bu yolculuğa katlanabilecek misin? diye sorunca Keloğlan: -Ben yaparım dediğim her şeyi yaparım Elbette katlanırım, karşılığını vermiş Tellal: -Madem ki bu kadar güvenin var, bende sana bu işi veriyorumParanı şimdi mi, yoksa dönüşte mi istersin? Keloğlan da: -Şimdi verinde birazı yanımda bulunsun, geri kalanını anneme harçlık bırakırım, der Bu şartlarla anlaşmaya varan Keloğlan sevinçle annesine koşarak durumu anlatır ve yanındaki parayı annesine bırakarak veda edip yapacağı işe gider Toplantı yerine gelen Keloğlan, yolculuğun hazır olduğunu ve kafilenin kendisini beklemekte olduğunu görür Kafile başkanı Keloğlana hazır olup olmadığını sorar hazır olduğunu öğrenince küçük kafile hemen atlara binerek yola koyulur İki gün durup dinlenmeden yol alırlar Üçüncü gün Keloğlanın at sırtındaki yolculuktan vücudunun her tarafı ağrımaya başlar Ama verdiği sözü ve aldığı parayı düşünerek sabırla yola devam eder Artık akşam yaklaşmıştır Kafile başkanı mola için kervanı durdurur Keloğlan biraz dinleneceği için sevinmiştir Ama bu sevinci çok sürmez Atlar bağlandıktan sonra kafile başkanı kendini çağırır Keloğlana der ki: -Keloğlan, şurada bir kuyu görüyorsun -Evet, der bizim Keloğlan -İşte şimdi, o kuyuya ineceksin Korkmazsın değil mi? Keloğlan kuyunun yanına gider bir sağına, bir soluna ve eğilip içine bakar, kafile başkanına dönerek: -Ne var bunda korkacak, elbette inerim der keloğlan korksa bile korktuğunu belli etmemeğe çalışarak kuyuya inme hazırlığına başlar Etrafını saran yol arkadaşları Keloğlan'ın beline kalın bir ip bağlarlar, kuyuya sarkıtırlar Keloğlan kuyunun yarısına gelince sağ tarafında karanlıkta aniden bir kapı açılır Adamın biri Keloğlan'ı kucakladığı gibi bu kapıdan içeri çeker Neye uğradığını anlayamayan Keloğlan kendine gelince, bir de ne görsün! Geniş bir bahçe ve bu bahçenin ortasında büyük bir saray durmuyor mu? Sarayın bahçesinde güllerin arasında Dünya güzeli bir kız oturmuş, arkasında bir dudağı yerde, bir dudağı gökte iri ve koyu siyah renkte bir zenci ayakta durmakta çiçeklerin arasında bir tavus kuşu dolaşmaktadır Şaşkınlıkla bunları seyre dalan Keloğlan birden arkasında gürleyen bir sesle aklı başından gider Dönüp bakınca, ne görsün? Koca bir dev Arkasında durmuyor mu! Dev korkunç bir sesle: -Eyyyy, adem oğlu! Söyle bakalım, şu gördüklerinden hangisi daha güzel? Keloğlan korkudan tir tir titremeğe başlar Ne cevap vereceğini şaşırır ama, biraz sonra aklı başına gelir ve biraz düşündükten sonra: -Gönül neyi severse güzel odur sultanım, der Dev, aldığı cevaptan memnun gibi görünür ve Keloğlan'a tekrar sorar -Şu kız çok güzel, şu tavus kuşu çok hoş ama, şu zenci çok çirkin, çok kötü! Buna ne dersin? Keloğlan artık ilk şaşkınlık ve korkudan kurtulmuştur Yine cevabı yapıştırır: -Gönül neyi severse, güzel odur sultanım, diye tekrar aynı cevabı yapıştırır Aldığı cevaptan çok hoşlanan dev, Keloğlan'a: -Aferin, sen akıllı bir çocuğa benziyorsun diye Keloğlan'a hemen yanındaki, ağaçtan kopardığı üç tane büyük narı verir Ve: -Al bu narları Dönüşte annenle birlikte yersin, diyerek Keloğlan'ın yanından ayrılmış Meğer Dev, her kuyuya inen insana bu soruları sorar fakat, bir türlü istediği akıllıca cevabı alamayınca çok kızar, hemen kellesini uçurur, sonra da etlerini yer, kafatasını sarayın duvarlarına asarmış Böylece kuyuya inenlerin çoğu, Dev'in bu soruları karşısında kimi kız güzel, kimi tavuskuşu diye Dev'e cevap verirlermiş Bu cevaplardan memnun kalmadığı için kuyuya inen bir daha yukarı çıkamazmış Dev'in yanından ayrılan Keloğlan tekrar çıkış kapısına gelip yukarı nasıl çıkacağını düşünürken birden yukardan, su almak için sarkıtılmış bir kovanın kendisine doğru geldiğini görünce, Keloğlan hemen bu kovadan tutarak yukarı çıkar Keloğlan'ı sapasağlam yukarı çıktığını gören arkadaşları, şaşkınlıktan ağızları bir karış açık, gözlerine inanamazlar ve birbirlerine bakışırlar Zira kervancılar bu kuyudan su almak istedikleri zaman her seferinde Dev'e bir insanı kurban vermeleri adetmiş Yol arkadaşları onu böyle sapasağlam, güler yüzlü görünce tabii şaşkınlıktan kendilerini alamamışlar Kafile başkanı merakını yenemeyerek Keloğlan'a: -Şimdiye kadar bu kuyuya salladığımız adamlardan hiçbiri geri dönmemiştir Sen nasıl oldu da bu kuyudan sağlam çıktın evlat? Keloğlan güler yüzle şu cevabı verir: -Nasıl çıktıysam çıktım Çıktım ya! Siz ona bakın Yeniden kafile yola koyulmuş Varacakları o uzak ülkeye varmışAtlara malları yükleyerek memlekete dönmüşler Keloğlan elindeki Nar'ları sevinçle evine dönünce, annesi yine her zamanki gibi, el çamaşırı yıkamakta bulur Annesi de oğlu geldiği için sevinmiştir Yemekler yenirYemekten sonra da Keloğlan, Dev'in verdiği Nar'lardan birini çıkarıp yemek için ikiye böler Bir de ne görsün? Dev'in verdiği Nar tanelerinin her biri meğer çok kıymetli birer mücevher değilmiymiş Bunun değerini anlayan Keloğlan, zaman zaman bunların her birini azar azar satmış Ve Keloğlan öylesine zengin olmuş ki, artık ne kelliği kalmıştır, ne de çirkinliği, ne de annesinin çamaşırcılığı Mutlu bir hayata kavuşmuşlar |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-06-2008 | #45 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıKELOĞLAN ve SİHİRLİ TAŞ
Bir varmış, bir yokmuş Allah'ın kulu çokmuş Evvel zaman içinde bir Keloğlan varmış İhtiyar ve yoksul annesi, bu biricik oğlunu "Kel oğlum,keleş oğlum" diye severmiş Günlerden bir gün Keloğlan annesinden izin alıp balık tutmaya gitmiş Belki bir kaç balık yakalarım Anacığımla pişirir, yeriz Aç karnımızı doyururuz" diye düşünüyormuş Irmağın kenarına gelip oltasını salmış Öğleye doğru kocaman bir balık tutmuş Pulları gümüş gibi parlak, gözleri cam gibi aydınlık, güzel mi güzel bir balıkmış bu Keloğlan balığın pullarını kazımış, karnını yarıp temizlemek istemiş Bir de ne görsün! Balığın karnı içinde kocaman bir tas durmuyor mu? Keloğlan bir sevinmiş, bir sevinmiş ki sormayın "Hem balığı götürürüm anama, hem tası" demiş Tası su ile doldurup balığı yıkamak istemiş Birden inanılmayacak bir şey olmuş Tastan boşalttığı sular altın olarak akıyormuş yere Keloğlan çok şaşırmış Bir kaç kere denemiş, hep altın akıyormuş tastan "Bu, sihirli bir tas galiba Hemen anama haber vereyim" demiş Evlerine koşmuş Sihirli tasa küpler dolusu suyu doldurup doldurup boşaltmış Suyu boşalan küplere de altınları biriktirmiş Artık ülke hükümdarı bile onun yanında fakir sayılırmış Keloğlan günler sonra büyük bir saray yaptırıp oraya taşınmış Kendisine hizmetçiler tutmuş Sevdiği ve istediği her şeyi alıyor, en güzel yemekleri yiyormuş Sonunda altınlarının çokluğu onu şımartmaya başlamış Gereksiz masraflara, lüzumsuz harcamalara girişmiş "Oğlum bu işin sonu kötü olabilir" diye öğüt vermeye çalışan anasını bile dinlememiş "Sihirli tas elimde, ne istersem yapabilirim" diyormuş Keloğlan'ın böyle kendini beğenmesi, şımarması ve hırsa kapılması, insanların ona duyduğu sevgiyi azaltmış Herkes "Eski hali bundan daha iyiydi Gözünü hırs bürüdü Keloğlan'ın" demeye başlamış Keloğlan bir gün daha çok altın elde etmek için, sihirli tasını eline alıp ırmağın kenarına gelmiş "Suyu tükenecek değil ya, bir saray da buraya yaptırayım " demiş Gurur ve kibirle tasını suya daldırmış Kıyıda biriken altınlar hırsını artırıyormuş Daha hızlı daha hızlı daldırmaya başlamış tası Artık altınlardan başka bir şey düşünmüyormuş Birden tas elinden kayıp suya düşmüş Keloğlan onu tutmak için eğilince kendisi de ırmağa yuvarlanmış Yüzme bilmediği için hızla akan ırmakta nerdeyse boğulacakmış Binbir güçlükle kenara çıkmış Kendisi suda çırpınıp dururken,biriktirdiği altınları da hırsızlar çalıp götürmüşler Artık tası bulmanın da imkanı kalmadığından ağlaya ağlaya annesinin yanına dönmüş Başına gelenleri anlatmış Yaşlı kadın: - Üzülme yavrum, demiş Hay'dan gelen Hû'ya gider Zaten, sen o tası alnının teri, elinin emeği ile kazanmamıştın Üstelik zenginlik seni iyice şımartmıştı Böylesi daha iyi oldu Hiç olmazsa kendini başkalarından üstün görme hastalığından kurtulursun" Keloğlan bu sözlerle teselli bulmuş Anasına hak vermiş O günden sonra da Sihirli Tası bir daha hiç anmamış Bilinmiyor |
|