Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar |
10-11-2012 | #16 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihinde Bilinmeyen KavramlarBozkurt Türklerin, Orta Asya devirlerinde yol gösterici ve tecrübeli rehberi olan milli sembolleri Bozkurt, Orta Asya Türk tarihinde ve İslamiyet'ten önce Türk destanlarında adına çok rastlanan milli bir destan unsuru, motifidir Destanlarda, Türklerin hayat ve savaş gücünü temsil eder Türkiye Türklerinde orduyu temsilen kullanılan “Mehmetçik” yerine, İslamiyet'ten önce Orta Asya'da yaşayan Türkler, “Bozkurt” u kullanmışlardır Her bakımdan Türk hayatında totemciliğin zıddına bir durum görülmesine rağmen, Türklerde totem olarak kurdun gösterilmesi, yanlış bir husustur Her şeyden önce, klanlar totemlerine taptıkları halde, Türkler kurda tapmamışlardır Zaten Şamanizm'le bile ilgisi olmayan eski Türk dini, İbrahim aleyhisselamla muasır olan Zülkarneyn aleyhisselam ve daha öncelerde görüldüğü gibi her zaman ilahi olmuş ve tek Allah'ı kabul etmiştir Eski Türklerde Kurt-atanın (Tecrübeli insan) yaşadığı kabul edilen mağarada belirli törenler yapmak, kurdun vücudu ile değil, mazisi ile karanlıklara karışmış eski hatıraların canlanması ile ilgilidir Gerçekte göçebe olan Türklüğün, o devirlerde kurdu, çeviklik ve savaş yönünden sembol kabul etmesi, şaşılacak bir durum değildir Bu, bir bakıma Çin gibi komşu kavimlerin, Türkleri kurda benzetmelerinden ileri gelmiş olabilir Zaten Göktürk Hakanlığı'nın hassa ordusu mensuplarına Çinliler, Fu-li, yani kurt (böri) diyorlardı Oğuz destanında Oğuz Han, halkına “Bozkurt sesi savaş parolamız olsun” der Gerçekten Türklerin İslamiyet'ten önce harplerde düşmanlarına bozkurt seslerini takliden haykırarak saldırdıkları, bir vakıadır Bu hususa bazı Arap şairlerinin şiirlerinde de işaret edilir Müslüman olduktan sonra bunun yerini "Allah! Allah!" nidaları almış ve günümüze kadar gelmiştir Göktürk destanlarında “Asena” isimli bir dişi kurttan bahsedildiği gibi, Ergenekon'dan çıkış destanında da orduya bir bozkurtun yol gösterdiği ve ordunun başındaki hükümdarın adının Börte Çene, yani Bozkurt olduğundan söz edilir Uygurlar'ın, türeyiş destanında da ön planda yer alan bozkurt, hem bir milli destan motifi, hem de eski Türklerin bazı kahramanlarının adı olarak kabul edilmektedir |
Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar |
10-11-2012 | #17 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihinde Bilinmeyen KavramlarBuyrultu (Buyruldu) Osmanlı Devleti'nde sadrazam, vezir ve beylerbeyi gibi yüksek rütbeli idarecilerin yazılı karar ve emirleri Buyrultu, genelge biçiminde olup kime yazıldığı belirtilmemişse buna "açık buyrultu" adı verilir Buyrultu, fermanın basit bir örneği biçiminde düzenlenir ve ilgili makamlara gönderilirdi Vezir ve beylerbeyiler de sahip oldukları salâhiyetle yazdıkları buyrultulara padişahlar gibi tuğra çekerlerdi Ancak padişahlar namına yazılan fermanlarla, emsali kâğıtlarda tuğra, kâğıdın tam ortasına çekildiği halde, memurların yazdıkları buyrultulardaki tuğralar, kâğıdın sağ üst köşesine çekilirdi Ayrıca tuğranın yanına, gönderen kimsenin imzası yerine, bir de mühür basılırdı Fermanlarda bağlama ibaresi olarak "fermanım olmağla"; buyrultularda ise "ba’desselâm inha olunur ki" şeklinde yazılırdı Buyrultuların sonu ise "deyu" diye biterdi Sadrazamın buyrultusuna "buyrultu-i sâmi" denilirdi |
Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar |
10-11-2012 | #18 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihinde Bilinmeyen KavramlarCelaliler (Celâlîler, Celâlî İsyanları) Anadolu’da; siyasî, askerî, idarî, iktisadî ve sosyal sebeplere dayanarak, İran desteğindeki Şiî propagandacılar tarafından çıkarılan isyanlara katılanlar Osmanlı Devleti'nin kuruluş ve yükselişinde tarikatlar, şeyhler, velîler ve dervişler, birinci derecede rol oynamıştır Osman Gazi ve haleflerinin etrafı din adamları, Türkmenler ve evliya ile dolmuş, daha ilk günlerde Osmanlı akınları, gazâ mahiyetini almış ve bir gaziler devleti kurulmuştu Böylece, Türkistan’da başlayan, Selçuklular, Danişmendliler devrinde gelişen ve genişleyen gâzilik an’aneleri, daha büyük bir hayatiyetle canlanmıştı Osmanlılar ve gazâ yapan Türkmenler, artık her tarafta âlimlere medrese, şeyhlere zâviye ve imaret inşa ediyor, ilim ve tasavvuf tam bir kaynaşma hâline gelmiş bulunuyordu Bu sebepledir ki, Selçuklu sultanları için gâzilik unvanı, nadiren kullanıldığı halde, ilk devir Osmanlı sultan ve beyleri, hep gâzi sıfatı ile anılıyordu 1447’de, merkezi Erdebil’de bulunan Şeyh Safiyyüddîn tarikatının başına geçen Cüneyd, dedelerinin ve Safiyyüddîn’in doğru yolundan ayrılarak Şiîlik propagandasına başlamış, kısa zamanda etrafına pekçok kimse toplamıştı Karakoyunlu hükümdarı Cihan Şah, bundan huzursuz olduğu için, Erdebil’den uzaklaştırmak zorunda kalmıştı Nihayet Anadolu’ya gelen Şeyh Cüneyd, dedelerinin nüfuzundan faydalanarak, Türkmen boyları arasına sığındı Buralarda yetiştirdiği sapık müritlerini, İran ve Anadolu’daki Safeviyye ve Hurufî itikatlı Bektaşî hankâh ve zâviyelerine göndermeye başladı ve tarikat fertleri arasına Râfızîlik fikirlerini sokmakta başarılı oldu 1502’de İran’da tarikatın başında bulunan Şah İsmail, çoğu Anadolu’dan gelmiş yedi bin kişilik kuvvetiyle, Nahcıvan Savaşında, dayısının oğlu Akkoyunlu Elvend Mirzâ’yı yenerek Âzerbaycan’ı aldı ve Safevî Devleti'ni kurmaya muvaffak oldu Daha sonra sırasıyla Akkoyunlu, Dulkadiroğlu ve Özbek Hanlığı'nı mağlûbiyete uğratan Şah İsmail, ayrıca Anadolu’ya gönderdiği halifeleri sayesinde, Osmanlı ülkesinde karışıklıklar çıkartmaktan geri kalmadı Nitekim Osmanlı tarihlerinde, Şeytan Kulu denilen Şah Kulu Baba Tekeli adında bir Şiî, etrafına topladığı adamlarla Antalya ve Kütahya çevresinde büyük bir isyan başlattı Üzerine gönderilen kuvvetleri bozguna uğrattı Sivas civarındaki Kızılkaya geçidinde sadrazam Ali Paşa ile giriştiği çarpışmada öldürüldü Fakat bu savaşta Ali Paşa da şehit düştü 1512’de ise, Anadolu’da yeni bir Şiî hareketi başgösterdi Osmanlı ülkesinde şehzadeler arasındaki saltanat mücadelesinden yeterince faydalanmaya bakan Şah İsmail, Nûr Ali Halife’yi Anadolu’ya gönderdi Etrafına 20000 kişi toplayan Nûr Ali Halife, Tokat’ı zaptederek Şah İsmail adına hutbe okuttu Osmanlılar için gittikçe korkunç bir hal alan ve tamamıyla Safevîlere dayanan Anadolu Kızılbaşlarının ortaya çıkardıkları bu buhran, ancak Yavuz Sultan Selim Han zamanında halledilebildi Yavuz Sultan Selim Han, 1514’te İran Şahı İsmail Safevî’yi Çaldıran’da mağlup ederek, bozuk inanışlarının yayılmasını önledi Bu bozgundan sonra Anadolu’nun çeşitli mıntıkalarına dağılan Hurûfîler, 1519’da mehdîlik iddiasıyla ortaya çıkan Bozoklu Şeyh Celâl adında bir sapığın etrafında toplanarak, Turhal’da yeni bir isyan çıkardılar Ankara üzerine doğru yürüdükleri sırada, Maraş Valisi Şahsuvaroğlu Ali Beyin ani bir baskınıyla bozguna uğradılar Bozoklu Şeyh Celâl, bozgun sırasında kaçmak istediyse de yakalanıp öldürüldükten sonra, kesik başı İstanbul’a gönderildi Yavuz Sultan Selim Hana büyük endişe veren bu hareketi bastıran Şahsuvaroğlu Ali Bey, başarısından dolayı mükâfatlandırıldı Osmanlı tarihçileri, bu hadiseden sonra, Anadolu’daki ayaklanmalara, Bozoklu Celâl adlı sapığın adına izafeten, Celâlîlik; ayaklananlara da Celâlî demişlerdir Celâlî hareketleri, bu tarihten sonra Kanunî Sultan Süleyman Hanın son senelerine kadar, bazı münferit vakalardan ibaret kaldı Ancak, 17 yüzyıldan itibaren, bilhassa devletin savaş hâlinde bulunduğu dönemlerde, bu isyanlar, dışarıdan (İran’dan) yapılan teşviklerle artarak devam etti Nitekim, 16 yüzyılın sonlarında başlayan Osmanlı-İran ve Avusturya savaşlarının uzun sürmesi, Anadolu’daki eşkıya zümresinin kuvvetlenmesine fırsat verdi Bunlar arasında en tehlikelisi, bilhassa huzursuzluğu gerçek bir ihtilâl hâlinde teşkilâtlandıran Karayazıcı Abdülhalim idi Karayazıcı’nın çevresinde, şekavetleri sebebiyle dirlikleri kesilen timar ve zeamet sahibi sipahi subaylarıyla, hükümete küskün, muhteris devlet adamları da bulunuyordu Bu durum, 16 yüzyılın sonlarından itibaren isyanların dinî olduğu kadar, siyasî, askerî, idarî ve ekonomik olarak arttığını da göstermektedir Haçova Meydan Savaşı'nın sonunda Veziriâzam Cağalazâde Sinan Paşa'nın, muharebeden kaçan kapıkulu halkıyla timarlı sipahilerin dirliklerini kesmesi, ele geçenleri öldürüp, mallarını müsadere etmeye başlaması üzerine, kurtulanlar Karayazıcı’nın emri altına girdiler Karayazıcı, emri altında bulunanları, tıpkı Osmanlı padişahlarının kapıkulu teşkilâtına benzer bir surette tertip ettirdikten sonra, Sivas’tan Urfa’ya kadar uzanan sahada, halka zulmetmeye başladı Bu arada Urfa’yı zapt ile hükümdarlığını ilan edip; “Hâlim Şah Muzaffer Bâdâ” ibaresini ihtiva eden tuğralı fermanları etrafa gönderdi Üzerine gönderilen Sinanpaşaoğlu Mehmed Paşa ile Hacı İbrahim Paşa kuvvetlerini bozdu Bu başarılarından sonra, Karayazıcı’nın etrafında 30000 kişi toplandı Vaziyetin gittikçe tehlikeli bir hal aldığını gören İstanbul hükümeti, Bağdat valisi Vezir Sokulluzade Hasan Paşayı, Karayazıcı’nın üzerine gönderdi Hasan Paşa, Elbistan civarında Karayazıcı kuvvetlerini bozguna uğrattı Aynı sene içerisinde vefat eden Karayazıcı’nın yerini, kardeşi Deli Hasan aldı Deli Hasan; biraderinin maiyetindeki sergerdelerden Kethüdâ Şahverdi, Yularkaptı, Tavil Ahmed gibi şahıslarla, Sokulluzâde Hasan Paşa’yı Tokat’ta muhasara etti Kuşatma sırasında Hasan Paşa, 20 Nisan 1620 sabahı, kale burçlarında dolaşırken, Celâlîlerden birinin attığı kurşunla vuruldu Daha sonra üzerine gönderilen kuvvetleri bozan Deli Hasan’ın cesareti daha da arttı Anadolu beylerbeyliğinin merkezi Kütahya üzerine yürüyerek şehri yaktı ve Afyon Karahisar taraflarına çekildi Avusturya ve İran harpleri dolayısıyla Anadolu vaziyetine bakamayacaklarını düşünen devlet adamları, Deli Hasan işini sulh yoluyla halletmeyi uygun buldular Nitekim Yemişçi Hasan Paşanın sadareti zamanında, Deli Hasan’a Bosna beylerbeyliği ve maiyetindeki elebaşılara sancak beyliği ve kapıkulu süvariliği verilerek, soygun ve zulümleri önlendi Deli Hasan, 12 Nisan 1603’te Gelibolu üzerinden Rumeli’ye geçerek, Macaristan serdarı Lala Mehmed Paşa'nın maiyetine katıldı Deli Hasan Paşanın, devlet hizmetini kabul ederek Rumeli tarafına geçirilmesiyle, Anadolu’daki Celâlî hareketleri sona ermedi Zira, Deli Hasan’ın devlet hizmetine girmesine muhalif olan Tavîl Ahmed ve Saçlı gibi Celâlîler, faaliyet hâlindeydiler Âsilerin üzerine, Anadolu’nun muhafazası için memur edilen Nasuh Paşa ile Anadolu beylerbeyi Gezdehân Ali Paşa gönderildi Fakat her iki Paşa da, Tavîl Ahmet tarafından, Bolvadin Köprüsünde mağlup edildi Bu sırada; Ankara, Kırşehir, Kayseri, Niğde, Aksaray, Konya, Hamid ve Kütahya sancaklarında Celâlî zulmü, bütün şiddetiyle devam ediyordu Soğuk kış günlerinde köyleri basan Celâlîler, çoluk-çocuk, kadın-kız demeden herkese görülmedik zulümler yapıyorlardı Ayrıca küçük oğlan çocuklarını kaçırarak, yüksek fiyatla tekrar ailelerine satıyor, yahut da yanlarında alıkoyarak Celâlîliğe alıştırıyorlardı Halk, merkeze gönderdiği arzlarda faaliyet hâlindeki Celâlî liderlerinin adlarını saydıktan sonra, çocuklarının ve yağmalanan mallarının alınmaması hâlinde, toptan göç edeceklerini bildiriyordu Artık Anadolu, Celâlî eşkıyalarının hareket sahası hâline gelmişti Bir âsî ortadan kaldırılsa yerine birkaç tanesi birden çıkıyordu Nitekim bu yeni çıkan Celâlî gruplarından Kalenderoğlu ile Kara Saîd, Saruhan’ı yağma ve tahrip ediyordu Kınalı, Bursa havalisinde dehşet saçıyordu Muslu Çavuş, Silifke’yi altüst etmekteydi Cemşid, Konya’dan Adana’ya giden boğazları tutmuştu Fakat bunların en tehlikelisi, Halep ve Lübnan civarındaki Canboladoğlu Ali Paşa isyanı idi Canboladoğlu’nun faaliyetleri sonucu, Lübnan ve Kuzey Sûriye’nin de Celâlî ihtilâline katıldığı aylarda, Osmanlı Devleti, Zitvatoruk Antlaşması'nı imzalayarak, yıllardır devam eden Osmanlı-Avusturya harbine son verdi Babası Sultan Üçüncü Mehmed Hanın, Celâlî isyanları yüzünden üzüntü içinde öldüğünü bilen Sultan Birinci Ahmed Han, bundan sonra Sadrazam Kuyucu Murad Paşa'yı tam yetkiyle Anadolu işlerine memur etti Murad Paşa, Anadolu’daki durumu iyice gözden geçirdikten sonra, bunlardan öncelikle, istiklâlini ilan eden Canboladoğlu üzerine yürüdü İstanbul’la bağlantısını temin için, yolu üzerindeki Kalenderoğlu’na güler yüz gösterip, Ankara sancakbeyliğini veren Murad Paşa, âsîlerin bir kısmını da affetti Konya’ya geldiği zaman, başta reisleri Saracoğlu Ahmed Bey olduğu halde, bir kısım Celâlîyi temizledi İskenderun’a yakın Oruç Ovasında Canboladoğlu kuvvetleriyle yapılan şiddetli muharebe sonunda, 26000 Celâlî kılıçtan geçirildi Maanoğlu Fahreddin ile bütün Dürzi kabileleri kaçtılar Canboladoğlu güç hal ile İstanbul’a gelip padişaha iltica etti Padişah da kendisini affederek, Tameşvar beylerbeyliğine tayin etti Bir sene kadar orada bulunan Canboladoğlu, bilahare halka zulme başlayınca, veziriâzam Murad Paşanın emriyle idam edildi Canboladoğlu kuvvetlerini dağıtan Murad Paşa, kışı Halep’te geçirdikten sonra Celâlîlerin en tehlikelilerinden olan Kalenderoğlu üzerine yürüdü Bu sırada Bursa’yı alan Kalenderoğlu, kendisini sancakbeyi ilan etmişti Murad Paşanın üzerine geldiğini öğrenince, Konya’ya doğru çekilmek istedi Fakat süratle gelen Kuyucu Murad Paşa, Celâlî kuvvetlerini Maraş’ın kuzeybatısında Göksun yakınlarında yakaladı 1608 yılında, iki taraf arasında şiddetli bir muharebe vuku buldu Murad Paşanın, kazdırdığı hendeklere gizlediği yeniçerileri, harbin en mühim anında birdenbire meydana çıkarıp hücuma geçirmesi, savaşı lehine çevirdi Bozguna uğrayan Kalenderoğlu ve kuvvetleri, kaçmaya başladılar Kaçanlar takip edilerek büyük kısmı imha edildi Kalenderoğlu, Bayburt yakınlarında biraz daha mukavemet gösterdikten sonra, tamamen bozulup İran taraflarına çekildi Kalenderoğlu’nun takibine kuvvet gönderdikten sonra, Sivas’a gelen Murad Paşa, Tavîl Ahmed’in kardeşi Meymûn’un, Kalenderoğlu’na iltihak etmek üzere 6000 eşkıya ile Tokat ve Karahisâr-ı Şarkî yoluyla Erzurum’a gittiğini haber aldı Derhal, ordudan ayırdığı seçkin 15000 askerin başına geçen Murad Paşa, ağırlıksız olarak, yanına yalnız bir haftalık erzak almak suretiyle harekete geçti Bu sırada doksan yaşında bulunan Murad Paşa, altı gün altı gece takip ederek on iki konakta alınacak yolu yedi konakta alarak, Meymûn’un kuvvetlerine yetişti Murad Paşanın bu kadar süratle kendilerine yetişeceğini tahmin edemeyen şakîler, eşyalarını hayvanlarına yükletirken, bir baskınla kısmen imha edildiler Kaçabilenlerden pek azı, Kalenderoğlu gibi, selâmeti İran’a kaçmakta buldu Murad Paşa, bundan sonra gerekli asayiş tedbirlerini aldıktan sonra, İstanbul’a döndü (18 Aralık 1608) İstanbul’a girerken ordunun önünde, mağlup Celâlî zorba-başlarının, kalın yazılarla yazılmış isimleri olan 400 bayrak gidiyordu Sultan Birinci Ahmed Han, veziriâzam Kuyucu Murad Paşanın bu muvaffakiyetlerinden son derece memnun kalarak, kendisine iki hil’at ve bir murassa sorguç ihsan eyledi 15 Haziran 1609’da veziriâzam Kuyucu Murad Paşa, İran Seferi bahanesiyle Üsküdar’a geçerek otağını kurdu Hakikatte ise bu sefer, Sultan Birinci Ahmed Hanla gizlice aralarında planladıkları üzere, Anadolu’da halâ mevcut bazı eşkıya reislerini imha etmek içindi Bunlardan, Aydın ve Saruhan taraflarında Üveys Paşa kethüdası Yusuf Paşa ile İçel’de sancak verdiği Muslu Çavuş en önemlileriydi Murad Paşa, Üsküdar’a geçtikten sonra, Muslu Çavuş ve Yusuf Paşaya çeşitli vaatlerde bulunarak, okşayıcı mektuplar gönderdi ve onları İran seferine katılmaları için orduya davet etti Bunlardan Yusuf Paşanın, orduya iltihak etmek üzere Üsküdar’a geldiğinde; Muslu Çavuş’un ise, Karaman beylerbeyi Zülfikar Paşa’nın kuvvetlerine mülâki olduğunda başları kesildi Bu suretle son iki eşkıya reisini de ortadan kaldırdıktan sonra, Sultan Birinci Ahmed Han, Murad Paşayı Anadolu’yu yeni baştan fethedip kendisine hediye eden bir serdar olarak takdir edip, büyük ihsanlarda bulundu On üç, on dört sene devam eden Celâlî eşkıyalığı dolayısıyla; Suriye, Irak ve Anadolu adeta elden çıkmış gibi bir vaziyete girmişti Asayiş kalmamış, ticaret durmuş ve iktisadî durum çok gerilemişti Nitekim tarihçi Hammer, Avusturya savaşının, devlete, Celâlî fetreti derecesinde insan ve para kaybettirmediğini yazmaktadır Ayrıca Celâlîlerin, Safevîler tarafından teşvik görmesi ve içlerine Şiî unsurların katılması, meseleyi daha da ciddîleştiriyordu Murad Paşa, yalnız Celâlîleri değil, onlarla uzak ve yakından temasları olan ve yataklık edenleri de öldürttü Tarihî kayıtlara göre, Kuyucu Murad Paşanın üç sene devam eden temizleme faaliyeti neticesinde; toplam 65000 kişi öldürülmüştür Murad Paşa; gayretli, dindar, üstün komutanlık, idarecilik, diplomatlık ve devletin çıkarlarını her şeyden üstün tutan bir şahsiyete sahipti Tecrübeli, samimî ve ileri görüşlü olduğundan, icraatlarında tavizsiz hareket ederdi Tarikat ehli olup, her hafta Kur’ân-ı kerimi hatmeder, insanlara zulmetmeyi hiç sevmezdi Ancak, devlet ve millet düşmanlarına karşı çok şiddetli davranır, hiç fırsat vermezdi Bu davranışı sayesindedir ki, Anadolu’yu temizleyerek tehlikeli vaziyetin önünü almaya muvaffak oldu Daha sonraki yıllarda, Anadolu’da buna benzer kaynaşmalar ve isyanlar oldu ise de hiçbir zaman Kuyucu Murad Paşadan önceki genişliğe ulaşmadı Genç Osman’ın yeniçeriler tarafından öldürülmesinden sonra, Erzurum valisi Abaza Mehmed Paşa, 1622’den 1628’e kadar, yeniçerilere karşı intikam hissiyle hareket edip, çok kan dökülmesine sebep oldu Ancak Sadrazam Hüsrev Paşa, tedbirli siyaseti ile kendisini isyandan vazgeçirdi 1628’de Sultan Dördüncü Murad Hanın huzurunda af dileyen Abaza Mehmed Paşa, daha sonra Bosna beylerbeyliğine tayin edildi Sultan Dördüncü Mehmed Han (1648-1687) zamanında, 1664’te sadrazamlığa getirilen Köprülü Mehmed Paşa'ya ve yeniçerilere karşı, sipahi zorbaları, Abaza Hasan Paşa'nın etrafında toplanarak isyan ettiler Bu isyancılar, padişahtan Köprülü’nün idamını istiyorlardı Âsîler üzerine serasker tayin olunan Murtaza Paşa, Afyonkarahisar civarında Abaza’nın kurduğu pusuya düşerek mağlup oldu Ancak kuvvetlerini toparlamaya muvaffak olan Murtaza Paşa, Haleb’i vermek vaadiyle Abaza’yı kendi tarafına çekti Köşkünde verdiği bir ziyafet esnasında da, başta Abaza Hasan Paşa olmak üzere, 30-40 kadar ileri gelen isyankâr elebaşısını katlettirdi İkinci Viyana Kuşatması (1683) sırasında, Anadolu’da Akkaş, Kara Mahmud, Yâdigâroğlu, Bölükbaşı ve Yeğen Osman gibi Celâlîler, Sivas ve Bolu çevresinde faaliyete geçtilerse de, zamanında ve yerinde alınan tedbirler sayesinde, başarılı olamadılar 1519’da başlayıp belirli aralıklarla yıllarca süren ve bilhassa 1596-1610 yılları arasında Anadolu’yu baştanbaşa saran Celâlî isyanlarının Osmanlı Devleti için, bellibaşlı sonuçları şunlardır: 1 Celâlîlerin faaliyet yıllarında, köylü halk, kasaba ve şehirlere kaçtığından, tarlalar ekilmez oldu Ticaretin de durması ile Anadolu’da büyük bir kıtlık baş gösterdi ve gıda maddelerinin fiyatlarında büyük artışlar görüldü 2 Şehir ve kasabaları seyrek olan Orta Anadolu, Celâlî olaylarının en fazla tahribata uğrattığı bölge oldu Bu sebeple Ankara, Amasya, Tokat, Sivas, Kayseri ve Kırşehir gibi yörelerde, geliri tamamen toprağa dayalı timarlı sipahilerin geçim durumu, çok kötüleşti Bu sebeple, Osmanlı ordusunun temelini teşkil eden ve timarlı sipahiliğe dayanan askerî teşkilât, bozulmaya yüz tuttu 3 Evvelce hazinenin zengin mukataaları bulunan; Diyarbakır, Mardin, Rakka, Birecik yöresi sancaklarında, pekçok köylerin harap ve adeta nüfussuz kalmaları yüzünden, devlet gelirlerinde önemli düşüşler oldu 4 Celâlî isyanlarının yıkıcı faaliyetleri, 1603’ten sonra şehirlere de sıçradı Nitekim bu sıralarda Ankara’dan başlayarak, Afyon, Kütahya, Isparta, Kastamonu, Amasya, Tokat, Malatya, Harput, Maraş, Karahisâr-ı Şarkî ve daha pekçok şehir ve kasaba, büyük felaketler yaşadı Bunların pek çoğunda evler, hanlar, dükkânlar, hattâ cami ve medreseler, Celâlîlerin çıkardıkları yangınlarda harap oldu 5 1606’da veziriâzamlığa getirilen değerli vezir Kuyucu Murad Paşa, İran üzerine yürüyeceği halde Celâlî isyanlarının bir kangren halini alması yüzünden, dört yıl boyunca bunlarla uğraştı Bunu fırsat bilen İran Şahı Birinci Abbas, bir taraftan Celâlîlere destek sağlarken, diğer yandan Osmanlı hakimiyeti altındaki Şirvan, Şemahi ve Gence kalelerini ele geçirdi Bilâhare Kuyucu Murad Paşa, 1610 yılında çıktığı İran Seferinde, bu kaleleri geri aldı |
Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar |
10-11-2012 | #19 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihinde Bilinmeyen KavramlarCuma Selamlığı Osmanlı sultanlarının Cuma namazına gidişleri ve dönüşleri sırasında yapılan merasim İslâm devletlerinde Cuma namazının ictimaî ehemmiyeti pek büyüktü Osmanlı padişahları, kendilerinden önceki İslâm hükümdarları gibi, at üstünde ve bir merasimle büyük camilerden birine giderek Cuma namazlarını kılarlardı Bilhassa halifeliğin Osmanlılar'a geçmesiyle Yavuz Sultan Selim Han'dan itibaren Osmanlı sultanları aynı zamanda İslâm halifesi de oldukları için, bu hususa daha çok ehemmiyet vermişlerdir Cuma namazının kılındığı ve hutbenin verildiği camilerin bütün Müslümanlara açık olması, hükümdarın halkla temasının sağlanarak derdini ve dileğini ona açıklamasını sağlıyordu Padişahlar, Sultan İkinci Abdülhamid Han'a kadar, camilere, ata binerek giderlerdi Rahatsızlığından dolayı, Sultan Abdülhamid Hanın saltanat arabasıyla Cumaya gitmesinden sonra, atla gidilmez oldu Cuma selâmlığı merasiminde, askerî, mülkî ve ilmiye sınıfından pekçok kimse bulunur, her sınıf askerden meydana gelen birlikler, namazdan sonra padişahın önünde resmi geçitte bulunurlardı Askerini seven, yüzyıllar boyu serhat boylarından zafer haberleri bekleyen ve atalarını yâd eden halk da, bu merasimleri büyük ilgi ile takip ederdi O gün sokaklar bayram günleri gibi dolup taşardı Selamlıklara bütün şehzadeler, bazı yâverler, tüfekçiler ve hünkâr çavuşları katılırdı Selamlığın hangi camide yapılacağı bilinmediği için, halk, Sultan Abdülhamid Han zamanında, Yıldız Sarayı’nda toplanır, orada iradeyi bekler, padişah çıkınca onunla birlikte hareket ederdi Bu esnada alkışçı tabir olunanlar şöyle söylerlerdi: “Uğurun hayır ola, yaşın uzun ola, yolun açık ola Saltanatına mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var” Son devirde otuz üç sene padişahlık yapan Sultan Abdülhamid Hanın selamlıkları hiç aksatmadığını, camide dert ve sıkıntısı olanların arzuhallerini alıp, gerekeni yaptırdığını tarihî kaynaklar belirtmektedir Sultan Abdülhamid Han, namaz kılıp kılmamak hakkında kimseye mecburiyet koymadığı gibi, baskıda da bulunmazdı Yalnız veliahtların namaz kılmalarını ister, kılmayanları da ikaz ederdi Selâmlık resmini seyir için gelen halk, uzaklarda dururdu Padişahı çok uzaktan da olsa görmeyi arzu eden halk, büyük bir kalabalık teşkil ederdi Ecnebilere ise; bunlardan sefirler için Mâbeyn dairesinin önünde, set üzerinde kapalı bir yer tahsis olunurdu Sefirlere burada sigara, kahve vs ikram edilirdi Padişahlar, selamlık merasimi için her hafta bir büyük camiye giderlerdi Böylece halkın, değişik camilerde sultanı görüp, dert ve şikâyetlerini anlatabilmeleri mümkün olurdu Cuma selamlığından sonra Balmumcu çiftliğine, Ihlamur ve Zincirlikuyu köşklerine, arasıra saltanat kayığı ile Beylerbeyi’ne geziler yapılırdı |
Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar |
10-11-2012 | #20 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihinde Bilinmeyen KavramlarCülus (Cülûs) Osmanlılarda, tahta çıkacak şehzadenin padişahlığının ilan edilmesi dolayısıyla yapılan merasim Bu merasim, Osmanlı Devleti töreleri arasında önemli bir yer tutmaktadır Çünkü cülûs-ı hümâyûn, İslâm kültüründen alınan bir takım usul ve teşrifat yanında Oğuz töresinin izlerini göstermekte olduğundan, millî bir karakter taşımaktaydı Osmanlılarda, saltanat sürmekte olan padişahın ölümü veya saltanattan hal’i üzerine yerine geçen padişahların cülûsları, merasimle yapılır ve hiç vakit geçirilmeden yeni padişaha hemen o gün biat olunurdu Eğer padişah gece vefat etmiş ise, merasim sabah erkenden yapılırdı Yeni padişahın cülûsu, gün ve saati, teşrifatçı tarafından merasime iştirak edecek olanlara derhal bildirilirdi Padişahın tahtı Bâbüssaâde denilen Akağalar Kapısı önünde kurulurdu Bundan sonra, Dârüssaâde Ağası, Silahtar Ağa ile birlikte yeni padişaha giderek onu babasından, amcasından veya ağabeyinden boşalan tahta davet ederdi Bundan sonra yeni padişah, Hasoda önündeki demir kapıdan çıkarak taht odasına geçer, burada Hırka-i Saâdet yanında iki rekat namaz kılarak, şükrederdi Daha sonra cülûs törenine gitmek üzere, saltanat alâmeti olan yûsûfî destâr ve samur erkân kürkü giyen padişah, dışarı çıkarak Bâbüssaâde önünde kurulu tahta oturur ve merasim başlardı Kanun gereği sırasıyla; Nakibü’l-Eşraf, Kırım Hanzâdesi, Saray Ağaları ve Rikab Ağaları ile Kapıcıbaşı Ağalarının tebriklerinden sonra, Şeyhülislâm Efendi kısa bir dua yapar ve biat ederdi Biat merasimi, Mataracıbaşının biat edişine kadar devam ederdi Biat merasiminden sonra, yeni hükümdar, huzurda bulunanları selamlayarak Hasoda'ya geçerdi Burada biraz dinlendikten sonra, vefat eden padişahın cenaze namazına katılırdı Cülûs töreni, kılıç alayı ve türbe ziyaretleriyle tamamlanırdı Önce bütün hükümdar türbelerini içine alan ziyaret, sonraları sadece Fatih Sultan Mehmed Hanın türbesine yapılır oldu Yeni padişahın cülûsu haberi, derhal İstanbul’da tellallar vasıtasıyla ve toplar atılarak ilan olunurdu Ayrıca bütün Osmanlı ülkesine fermanlar gönderilerek tamim edilir ve şenlikler yapılırdı Cülûs töreninden sonra, hükümdar cülûs bahşişi dağıtırdı Cülûs bahşişi: Cülûs bahşişi verme usulü, Osmanlılardan evvelki İslâm devletlerinde de vardı Osmanlılardaki cülûs bahşişleri iki türlüydü Birisi, belli ve kanunda belirtildiği gibi, bir defaya mahsus olarak verilir, diğeri ise, askerlerin ulûfelerine zam suretiyle icra edilirdi Tahta çıkan her padişahın; “Kullarımın bahşiş ve terakkîleri makbulümdür, verilsin” suretinde lisanen tasdik etmesi ve bu tasdiki askerin işitmesi, usuldendi Bu bahşişten yalnız asker değil, büyük-küçük bütün memurlar istifade eder, sadrazam ve şeyhülislâma otuzar bin akçe verilirdi Osmanlı tarihinde ilk defa cülûs bahşişi, 1389 tarihinde Kosova sahrasında padişah seçilen Yıldırım Bayezid Han tarafından kapıkullarına verilmiş ve bu usul, Sultan Birinci Abdülhamid’in cülûsuna kadar devam etmiştir Cülûs bahşişi verilmesi, Fatih tarafından kanun hâline getirilmiş, Yavuz Sultan Selim Han da cülûs bahşişinde ödenecek paraları tespit etmiştir İlk zamanlarda padişahların bir ihsanı şeklinde olan cülûs bahşişi, sonraları padişahların bir lütfu olmaktan çıkmış ve bu bahşiş uğrunda bir hayli ihtilâller olmuştur Cülûs bahşişi dîvânı: Cülûs bahşişi verilmek üzere toplanan dîvân Cülûs bahşişi kanununda, bu paranın dağıtılması emrinin padişah tarafından sözle bildirilmesi şart olduğundan, bu iş için dîvân normal bir toplantı yapar ve bahşiş parasının hazırlanmış olduğunu bildiren bir telhis yazılır, Kapıcılar Kethüdâsı ile Bâbüssaâde Ağası eliyle padişaha sunulurdu Padişah, bir taraftan bahşişin dağıtılması için yazılı izin verirken, sözle de; “Kullarımın bahşiş ve terakkîleri makbûlümdür, verilsin” diyerek dîvâna haber gönderirdi Hazırlanan bahşiş keseleri, ulûfe dağıtımındaki esaslara göre ilgililere verilirdi Bahşiş dağıtımı bitince, vezirler arza girerlerdi Bu merasime Defterdar katılmazdı Cülûs çıkması: Padişahların cülûsları münasebetiyle yapılan çıkmalar hakkında bir tabir Buna büyük çıkma, umum çıkması da denilirdi Çıkma, mezuniyet demek olup, acemilerin yeniçeri ocağına kayıt ve kabulleri, saray hizmetlerinde bulunanların taşra hizmetlerine veya saraydaki odalardan birinden diğerine memur edilmeleridir Cülûs tebliği: Yeni padişahın Osmanlı tahtına geçtiğini, münasebette bulunulan devletlerin hükümdarlarına gönderilen elçilerle bildirmektir Bundan başka İstanbul’da devamlı bulunan elçilere de tercümanlar aracılığıyla birer nâme gönderilirdi Bu tebliğ üzerine yeni padişahı tebrik etmek üzere İstanbul’a gelen elçiler, padişah tarafından özel bir törenle kabul edilirdi Yeni padişahın tahta geçtiği, Osmanlı tebaasına fermanla duyurulur ve hutbenin yeni hükümdar adına okunması bildirildiği gibi, devlet içindeki il darphanelerine gönderilen başka bir hükm-i şerîf ile de, paranın yeni hükümdar adına basılması bildirilirdi Bundan başka Kırım Hanına da özel bir Kapıcıbaşı gönderilmek suretiyle yeni padişahın cülûs ettiği haber verilirdi Cülûsiyye: Padişahların saltanat tahtına çıkmaları münasebetiyle söylenmiş manzume veyahut yazılmış makaleler Önceleri kaside tarzında kaleme alınan cülûsiyyeler, İkinci Abdülhamid Han devrinde mensur olarak yazılmaya başlanmıştır Cülûsiyyelerde, yeni hükümdarın tahta çıkmasıyla memleketin daha çok huzura kavuştuğu ve halkın neşesi anlatılır Sultan Osman için Nef’î’nin yazdığı cülûsiyyeden bir beyt şöyledir: Şehinşâh-ı adâlet-pîşe Osmân Hân-ı Sânî kim Vücûduyla hayât-ı tâze buldu mülk-i Osmânî |
Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar |
10-11-2012 | #21 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihinde Bilinmeyen KavramlarÇektiri Osmanlı deniz kuvvetlerinde kürekle hareket eden gemilere umumî olarak verilen isim Bu gemiler, kürek sayısına göre özel isim alırlardı Küçükten başlamak üzere şu isimler verilirdi: Karamürsel, üstüaçık, şayka, kırlangıç, firkate, kalite, pergende, mavna, kadırga, baştarda ve baştarde-i hümâyûn Çektiriler, ince donanma ve büyük donanma gemileri olarak iki kısımdı Birinci çeşit küçük gemilerden müteşekkil iç deniz ve nehirlerde hizmet gören gemilere İnce Donanma denilirdi Bunlar savaş teknesi olarak değil, araştırma, taşıma ve haberleşme işlerinde vazife görürlerdi İnce donanmanın dışında bulunan büyük boy gemiler de donanma-ı hümâyûnu meydana getirirdi Bu çektirilerde, reis, vardiyan, kürekçi, cenkçi, topçu gibi muharip sınıfın yanında, marangoz, kalafatçı, demirci, halatçı gibi ustalar vardı Bunların en küçüğü olan karamürsellerde 20, en büyüğü olan baştardalarda 800 savaşçı levent bulunurdu Çektiriler, aşı rengi boya ile, baştardalar ise özellikle yeşile boyanmaktaydılar Baştardalar, amiral gemisi olarak görev yapar, baştarde-i hümâyûn ise deniz seferine serdar tayin edilenin gemisi olurdu On yedinci asırda Osmanlı donanması, 40 kadırga, 6 mavna, 20 bey gemisinden müteşekkildi ve bu gemilerde 10500 kürekçi, 5300 cenkçi ve 600 yardımcı sınıftan olmak üzere 16400 asker vardı |
Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar |
10-11-2012 | #22 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihinde Bilinmeyen KavramlarÇelebi Türklerde muhtelif sanat ve meslek sahiplerine sembol olmuş bir tabir Lehçe-i Osmâniye’de; okuma bilen, okumuş, nâzik manâları verilmektedir Asil, nâzik, soylu, zarîf, terbiyeli, koca tabiri olarak da kullanılmıştır Daha önceleri şehzadelere unvan olarak verilirdi Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin evlat ve ahfadına da bu unvan verilmişti Osmanlılar'da padişahların erkek çocuklarına evvelce “bey”, sonra “çelebi” unvanı verilmiş, daha sonra erkek kız ayrılmadan “sultan” tabiri, müştereken kullanılmıştır Çelebi, Türkçe'de kibar, centilmen manâsını ifade ediyordu Tatarlarda ise, kadınlar kocalarının erkek kardeşlerine, kardeşlerinin erkek çocuklarına hürmet ve tazim ifadesi olarak çelebi derlerdi Osmanlı yazı lisanında, 17 asra kadar, hanedan mensuplarının, yüksek dinî erkânın, meşhur müelliflerin lakap ve unvanı olarak kullanılmıştır On sekizinci asır başına doğru çelebi kelimesi yerine efendi tabiri kullanılmaya başlanmıştır |
Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar |
10-11-2012 | #23 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihinde Bilinmeyen KavramlarÇevgan (Çevgân) Eski bir Türk oyunu Milattan önceki Orta Asya Türklerinde, İranlılarda, Araplarda Yunanlılarda, Bizanslılarda ve Uzak Doğu’da değişik türleri görülür Türkler tarafından Hindistan’a götürüldü İngilizler bu oyunu, Hindistan’da görerek öğrendiler ve golf adını verdiler Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde bildirdiğine göre, Osmanlı Türklerinde de oynanırdı Osmanlılar, Çevgân oyununu oynamak için, bir meydanın iki tarafına kale yerine mermerden iki sütun dikerlerdi At üstündeki oyuncular iki gruba ayrılır, her grup kendi sütunu arkasında yer alırdı Meydanın ortasına, ağaçtan, adam başı büyüklüğünde bir top konurdu Oyun esnâsında Mehterhâne takımı davullarıyla çalmaya başlar, bunun arkasından her taraftan birer atlı çıkıp topu, çevgân adını verdikleri ucu eğri sopalarla sürükleyerek kendi kalesine doğru götürmeye çalışır, bu sırada diğer süvariler de ikişer ikişer karşılıklı olarak kendi arkadaşlarının yardımına koşarlar ve topu kendi taraflarına çevirmeye çalışırlardı Hangi taraf topu kendi kalesine daha çok atarsa o taraf kazanırdı Terbiye edilmiş atlarla oynanan oyun, oldukça tehlikeli olup, topun at veya süvariye çarpması, kol ve ayakların kırılmasına sebep olurdu Ancak beden hareketleri yönüyle savaş kabiliyetini arttırması bakımından oynanır, sürek avları gibi bir nevi savaş hazırlığı sayılırdı Mehterhâne takımlarında kullanılan çatal başlıklı ve etrafı zincir ve çıngıraklarla donatılmış saplı âletlere de çevgân adı verilirdi Ordu yürüyüş hâlindeyken, mehterin en önünde taşınır, sapı yere vurularak çalınır, yürüyüşün temposu buna göre ayarlanırdı |
Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar |
10-11-2012 | #24 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihinde Bilinmeyen KavramlarÇırağan Vakası Sultan İkinci Abdülhamid Hanı tahttan indirip, Sultan Beşinci Murad’ı tekrar tahta geçirmek için yapılan baskın Sultan Abdülaziz Han zamanında Yeni Osmanlılar cemiyetine giren Ali Suâvî, uzun bir müddet yurt dışında kaldı Sonra memlekete dönüp, Galatasaray Lisesi Müdürlüğüne tayin edildi Mizaç olarak, meşhur olmaktan ve büyük mevkilere gelmekten çok hoşlanırdı Her renge girerek çeşitli vazifeler almayı denemiş, fakat başarısızlığı sebebiyle her seferinde vazifesinden atılmıştı Kendisi gibi, Sultan Abdülhamid Han zamanında yükselmekten ümidini kesenler, onun etrafında toplandılar Düşünceleri; hastalığı sebebiyle tahttan indirilen Sultan Murad’ı tekrar tahta geçirmekti Filibeli muhacirlerden etrafına topladığı epeyce bir kalabalıkla, 19 Mayıs 1878’de, Çırağan Sarayına girmeyi başardı Sultan Murad, bu sarayda olduğu için onu dışarıya çıkarmaya çalıştı Bu sırada Beşiktaş’ın inzibat işleriyle görevli komutanı Mirliva Hasan Paşa, topladığı askerlerle derhal isyancıların üzerine yürüdü Hasan Paşa, elindeki bastonu Ali Suâvî’nin başına vurarak onu öldürdü İki taraf da silah kullanınca kan döküldü Silah sesleri, Yıldız Sarayından duyulunca Sultan Abdülhamid Han, Çırağan Sarayına asker sevk etti ve Sultan Murad’ın kılına dokunulmamasını emretti Ali Suâvî’nin adamlarından yirmi bir kişi ölüp, on yedi kişi yaralandı Olay iki saat içerisinde bastırıldı Ali Suâvî’nin yalısında bulunan defter ve vesikalar, İngiliz olan hanımı tarafından yakıldığından, cemiyetine, hükümet adamlarından kimlerin üye olduğu anlaşılamadı Ancak, saldırı sırasında sağ ele geçenler, dîvân-ı harbe verilerek muhtelif cezalara çarptırıldılar Basit gibi görünen bu küçük ihtilâl teşebbüsü, haklı olarak Sultan Abdülhamid’i sıkı emniyet tedbirleri almaya sevk etti Düşman orduları, sarayından birkaç kilometre mesafede karargâh kurmuş, mümkün olabildiği derecede ülkesini ve menfaatlerini koruyabilmek ve Ayastefanos Antlaşması'nı bozabilmek için diplomatik yolla bütün bir Avrupa’yla mücadele eden Sultan’ı, bir gazetecinin, tahtından indirip yerine rahatsız olan ağabeyini getirmek istemesi, Abdülhamid Hanı fevkalâde şaşırttı Sultan, alelâde bir gazetecinin, böylesine bir işe cüret etmesine inanamamıştı Ali Süâvî’nin başarısızlıkla sona eren bu isyanından kısa bir süre sonra, ikinci bir Çırağan hadisesi daha meydana geldi Kleanti Skalyeri-Aziz Bey komitesi tarafından, 1878 Temmuzunda Sultan Murad, ikinci defa Çırağan Sarayından kaçırılmak istendi Bu komite, Sultan Beşinci Murad’ın hal’inden kısa bir süre sonra kurulmuştu Komitenin birinci reisi olan Kleanti Skalyeri, İstanbul’da Prodos mason locasının üstâd-ı âzamı idi Üyelerinin büyük bir kısmı, Sultan Murad taraftarlarından olup, diğerleri de memur sınıfından idi İçlerinde yüksek devlet adamı yoktu Kleanti, veliahtlığı zamanından beri Beşinci Murad’ın dostu idi ve saltanatını temin için bütün gayretiyle çalışıyordu Komitenin ikinci üyesi Sultan Murad’ın annesinin cariyelerinden Nakşibend Kalfa idi Masonların itimadını kazanan İbrahim Edhem Paşa'nın sadrazamlıktan azl edilmesinden sonra, bu komite kurulmuştu Nakşibend Kalfa, devlet ileri gelenlerinden bazılarını komiteye katmak için çalıştı, fakat başarılı olamadı Kleanti, Sultan Murad’la Çırağan Sarayında görüştü Beşinci Murad’ın, durumundan şikâyet ederek, milletin kendisini bulunduğu durumdan kurtaracağı günü beklediğini söylemesi üzerine, komite harekete geçti İstanbul’un çeşitli semtlerinde, duvarlara Sultan Murad lehine beyannameler yapıştırıldı Bir ara bu komite, Sultan İkinci Abdülhamid’i öldürmek için harekete geçti, fakat gerçekleştiremedi Şubat 1878’de hazırlanan plana göre, su yollarından Çırağan Sarayına girilerek Sultan Murad, önce komite üyelerinden Aziz Beyin evine getirilecek, oradan da halk ile biat merasiminin yapıldığı yerlerden birine gidilerek, ilgili ulema ve devlet erkânı da davet edilerek, Sultan Murad tahta geçirilecekti Komite, bu planını gerçekleştirmek için müsait bir zaman beklerken, Birinci Çırağan Vakası meydana geldi Başarısızlıkla neticelenen bu vaka, komiteyi yıldıracağı yerde daha da gayrete getirdi Sultan Murad’ı kaçırmak çarelerini araştırmak için Aziz Beyin evinde çalışmaları hızlandırdılar Bu sırada, Hacı Hüsnü Bey adında bir âzâ, komiteyi ifşa etti Komite üyeleri, kaçırma hadisesini hazırladıkları bir toplantı esnasında iken Aziz Beyin evi zaptiyeler tarafından basıldı Kleanti, Nakşibend Kalfa ve Ali Şefkati yurt dışına kaçtılar Kleanti, kaçarken bütün önemli evrakı beraberinde götürdü Diğer üyeler yakalanarak, serasker kapısında müteşekkil dîvân-ı harbe verildiler Dîvân-ı harbin verdiği karara göre Kleanti, Aziz Bey, Nakşibend Kalfa ve tabib Âgâh Efendi idama mahkûm edildiler Fakat Padişah tarafından af olunarak, cezaları on beş sene kalebentliğe çevrildi Diğer âzâlar, komite ile irtibatları ve faaliyetlerine göre, sürgün ve hapis cezalarına çarptırıldılar Birinci ve İkinci Çırağan vakalarında ortak noktalar mevcuttu İki olay da Sultan Murad’ı tahta geçirmek için düzenlenmiş, ikisi de ulema, ordu ve devlet erkânının iştiraki olmadan tertip edilmiştir Ali Süâvî olayında rol sahibi olan üç kişi, aynı zamanda Kleanti komitesinin üyesidir Ayrıca, Ali Süâvî ve Kleanti masondurlar Ayrı ayrı görünen bu iki Çırağan hadisesinin, yurt dışında önemli bir teşkilatın emri veya muvafakati ile yapıldığı tahmin edilmektedir |
Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar |
10-11-2012 | #25 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihinde Bilinmeyen KavramlarÇini ve Çinicilik Çinicilik pek eski olup, tarih bakımından ta Asurlular zamanına varan bir doğu sanatıdır Orta Asya’da Turfan, Aşkar ve Koça bölgelerinde yapılan araştırmalarda, nefis Türk çini ve resimlerinin ele geçirilmiş olması, Türlerin çok eski devirlerde, 8 yüzyıldan önce, bu sanat dalında da ne kadar ileri gitmiş olduklarını göstermektedir Orta Asya’dan itibaren asırlar boyu âbideleşen Müslüman-Türk sanat eserlerinin tezyinatında, güzel sanatların çeşitli dallarından faydalanılmış, bu arada çini ve çinicilik sanatının şaheser örnekleri sergilenmiştir Türklerde çinicilik: İlk olarak Türkler, Orta Asya’da çini imal etmişlerdir Orta Asya’daki Kâşân şehrinden dolayı çiniye “Kâşî” denildiği bilinmektedir Kâşân şehrinde yapılan kazılarda bulunan fırın artıkları ve parça çiniler gösteriyor ki, çini, Türkler tarafından bir sanat olarak değerlendirilmiş ve birbirinden güzel eserler verilmiştir Orta Asya’daki Hunlar, Karahanlılar, Uygurlar, Gazneliler, çini ve seramik sanatını kitabelerde ve binalarda yapı malzemesi olarak kullanmışlardır Aralarında ihtilaflar olmasına rağmen Türkler, genellikle aynı sanat anlayışı ve üslup içinde olmuşlardır Mengücükler, Selçuklular, Eretnaoğulları, Germiyanoğulları, Karamanoğulları ile Ramazanoğulları'na ait eserlerde teknik ve desen bakımından birçok benzerlikler, bunu açıkça meydana koymuştur Türk Boyları, yapmış oldukları eserlerde, cephe kaplaması olarak, sırlı tuğlayı kullanmışlardır İslâmiyet öncesi Türk toplulukları içinde, seramik sanatı, Göktürkler'le beraber Kırgız Türklerinde de görülmektedir Kırgız seramikleri madenî kapkacağın taklididir Bu seramikler üzerindeki çalışmalar, MS 1209’da Kırgızlar ile birlikte Moğollarda da son bulur Türk kavimleri içinde Karluklar özel bir yer tutar Tek renkli Karluk çini ve seramiklerinde insan ve hayvan figürlerine geniş yer verildiği, dokuz ve onuncu yüzyılda görülmüştür Daha sonra Sâmânoğullarının elinde İslâmî dekorlar işlenmiştir Anadolu; Sâmânoğulları, Abbâsîler, Karahanlılar, Gazneliler, Fatımîler ve özellikle Selçuklular devirlerinde, çini ve seramik sanatının en çok yapıldığı yer olmuştur Orta Asya’dan gelen Selçuklular, 1037 tarihinde Suriye’yi almakla yeni bir stil geliştirmişlerdir Selçuklular, imalatta birkaç değişiklik yaparak, çini mozaik imal etmişlerdir Bunun yanında ayrıca kitabeler ve pano bordürleri, üçgen, dörtgen ve kabartma çinilerle mezar kitabeleri yazmışlardır Bu imalatta siyah, beyaz, turkuvaz, koyu mavi renklerde yaldız çok kullanılmıştır Çini merkezleri olarak, Konya, Sivas, Tokat en önemlileridir Osmanlılar döneminde buralar merkez olmaktan çıkıp, yerini İznik ve Kütahya’ya bırakmıştır İlk gelişmiş Türk çinisi örnekleri, 13 yüzyılda Kılıçarslan’ın Konya’daki sarayında görülmektedir Selçuklu mozaik çini tekniği ile renkli sır tekniğinin birleşmesi, Osmanlı çinilerine bir başlangıç olmuştur Bu durum, Osmanlılar devrinde renk ve desenlerin artışıyla devam etti İznik, Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında çiniciliğin merkezi olmuştur Osmanlı çini sanatının şahane üslubu, Bursa’da Yeşil Cami ve türbe ile başlar (1421-24) Yine Osmanlı çini sanatının getirdiği ilk büyük yenilik, çok renkli sır tekniği olmuştur Diğer bir yenilik ise sır altı tekniği ile yapılan mavi-beyaz çinilerdir On dört ve on beşinci yüzyılda yapılan en büyük kısmı mavi ve beyaz renkte olan Kütahya çinileri ile ilk “Haliç çinisi” mamullerine, Bursa’da Sultan Mustafa Türbesi, Yeşil Türbe ve Cem Sultan Türbesi ile Edirne’de İkinci Murad Camiinde rastlanır On altıncı yüzyılda ise sırlı ve renkli duvar çinilerine rastlanmaktadır İstanbul’da renkli sır tekniğinde yapılan çinilerin ilk örnekleri, 1522-1523 yılları arasında inşa edilen Yavuz Sultan Selim Camii ve Türbesindedir Bu çeşit çinilerin son şaheserleri, İstanbul Şehzadebaşı’ndaki Şehzade Mehmed Türbesini (1548) süslemektedir Ayrıca Hadice Sultan Türbesi ve Haseki Hürrem Sultan Medresesinin duvar çinileri bunlardandır 1550’li yıllardan sonra renkli çini tekniği terkedilmiş ve çini sanatında sıraltı tekniği hakim olmuştur İkinci ve en büyük üsluptaki çiniler, ilk olarak Süleymaniye Camiinin (1557) kıble duvarını süslemekte kullanılmıştır Yine bu dönemde yapılan Rüstem Paşa Camiinin (1561) çinilerinde 41 çeşit lüle motifi vardır Ayrıca çinicilik sanatında bir çığır açan üstün kaliteli bu çiniler, bugün İstanbul’da Kanunî Sultan Süleyman Türbesi (1566), Sokullu Mehmed Paşa Camii (1572), Piyale Paşa Camii (1574) ile Topkapı Sarayı’ndaki Üçüncü Murad Han Dairesinin duvarlarını süslemektedir On altıncı yüzyıl, Osmanlı çinicilik sanatının en yüksek seviyeye eriştiği devredir İznik atölyelerinin büyük bir teknik başarısı olan kabarık parlak mercan kırmızısının çinilerde kullanılması, bu zamanda gerçekleşti Firûze, mavi, koyu bir tatlı yeşil, kırmızı, açık lâcivert, beyaz ve bazen görülen siyah olarak yedi rengin, bu çinilerde sır altına tatbiki, dünya çini sanatında benzeri görülmemiş bir teknik gelişmedir Bu devir çinilerinde kullanılan motiflerde, karanfil, sümbül, lâle, şakâyık, nar çiçeği, bahar yani çiçek, açmış erik ve kiraz dalları ile, artık tamamıyla tabiî örnekler hakimdir Hançer gibi kıvrılan iri yeşil yapraklar, çiçeklerin arasını doldurmaktadır 1600 tarihinde yapılan Sultan Üçüncü Murad türbesiyle bu büyük üslubun devri de kapanır İstanbul’da Tekfur Sarayında 1725’ten sonra bir çini atölyesi kurulmuş ve Sultan Ahmed Çeşmesi ile Hekimoğlu Ali Paşa Camii bu çinilerle süslenmiştir Fakat bu atölyenin de ömrü uzun olmamıştır Sadece Kütahya atölyeleri günümüze kadar varlığını devam ettirebilmiştir İslâm seramiklerinin önemli bir merkezi, 833-884 tarihlerinde kurulan Samarra şehridir Perdah tekniği ile yapılan ilk seramikler, Samarra’da ortaya çıkmıştır Plaka çini yapımı ilk defa burada gerçekleştirilmiştir İslâm seramik sanatının çok çeşitli kalite ve formda zengin örneklerini Selçuklularda firûze, yeşil, kobalt mavisi, kahverengi, renkli ve şeffaf sırlı örnekler, çok bol bir şekilde görülmektedir Anadolu seramikleri arasında İslâm seramik sanatının geleneksel kırmızı hamurlu gevşek hamur yapısında vazo, sürahi, kâse ve büyük küpler yapıldığı görülür Ne yazık ki, bu çok değerli güzel sanat dalı, 17 yüzyıl başından itibaren, gerilemeye, sonra da sönmeye yüz tutmuş ve çini yapımevleri, peş peşe kapanmıştır Muhteşem devirler yaşayan Türk çinicilik sanatı, eski gücünden çok şey kaybetmiş olmasına rağmen, bugün de hayatiyetini sürdürme gayreti içerisindedir |
Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar |
10-11-2012 | #26 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihinde Bilinmeyen KavramlarÇorbacı Kapıkulu ocaklarına eleman yetiştiren 31 bölüklü acemi ocağı ile Osmanlı ordusunun piyade (yaya) askerini teşkil eden bölük zâbitlerinin unvanı Cemaat denilen yeniçeri ortası çorbacılarına “yayabaşı” veya “serpiyâdegân” denildiği gibi, bölük denilen ağa bölükleri çorbacılarına “bölükbaşı” ismi de verilirdi Çorbacılar bazen “subaşı” unvanını da alırlardı Çorbacıların kıdemlisine, yeniçeri ortalarında “yayabaşı”, bölüklerde de “başbölükbaşı” denilirdi Çorbacılar, kırmızı çuhadan kollu cübbe, ince gömlek, kırmızı şalvar, ayaklarına sarı mest pabuç ve başlarına börk giyerlerdi Yaya bölük komutanı olmalarına rağmen atları vardı Çorbacılar, bölüklerin bütün işlerinden sorumlu olduğu gibi, büyük suçlar hariç, maiyetindekilere ceza verebilirdi Yeniçerilerin, İkinci Mahmud Han zamanında kaldırılmasından sonra, “çorbacı” yerine “ortaağası” tabiri kullanılmıştır |
Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar |
10-11-2012 | #27 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihinde Bilinmeyen KavramlarÇuhadar Osmanlı Devleti'nde sarayın büyük memurlarından ve padişahların hizmetlerinde bulunanlardan birine verilen ad Çuhadan yapılmış bir elbise giydikleri için bu adla anılmışlardır Bulundukları mevkilere göre yetkileri değişmekteydi Sultan Çelebi Mehmed zamanında kurulan çuhadarlık, saraydaki mühim memuriyetlerdendi Çuhadar ağa unvanına sahip olan kimse, padişahın hizmetinde bulunup, ona en yakın dört ağadan biri olurdu Hasodabaşı ve silahtar ağadan sonra üçüncü derecede önem taşırdı Çuhadar ağa olan, ata binerek hünkârın gerisinde gider ve padişahın yağmurluğunu taşırdı Hükümdarın kaftan ve kürklerine bakmak da bunun vazifesiydi Ayrıca padişahın bayramda camiye gidişlerinde ve merasimlerde halka para saçardı Çuhadar ağanın maiyetinde, hizmetlisi olarak iki lalası, aşağı koğuşlardan birer kullukçu ve birer zülüflü baltacılarıyla ikişer sofalı, birer heybeci ve ikişer yedekçileri bulunurdu Çuhadar terfî ederse, silahtar olurdu Şayet saraydan dışarı hükümet hizmetlerinden birine çıkarılacak olursa, kendisine beylerbeylik veya vezirlik verilirdi |
Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar |
10-11-2012 | #28 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihinde Bilinmeyen KavramlarDalkılıç (Serdengeçti) Osmanlı Devleti'nde muhasara edilen kaleye girmek veya düşman ordusu içine dalmak için fedaî yazılan asker Bunlara “serdengeçti” de denirdi Bunlar toplu halde düşman ordusunun sağ, sol veya arkasından hücum ederlerdi Ölümü hiç düşünmeyen bu yiğitlerin hücumları, pek dehşetli olur ve ekseriya daldıkları ordunun moralini bozar, içlerine korku salarlardı Napolyon, birkaç yüz dalkılıç meydana çıktığında bunların önünde durmanın güç, mağlup olmamanın ise imkânsız olduğunu beyan eder Kuşatması uzayan kalelere, serdengeçtiler, gece merdiven kurarak yalın kılıç içeri girerler Bütün kale efradına karşı gözlerini kırpmadan kılıç sallarlardı Bunlar için şehitlik, adeta mukadderdi Az da olsa sağ kalanlar olurdu Bunlar gerek kumandanları, gerekse arkadaşları tarafından çok iltifat görürlerdi Din ve devlet için başlarını vermekten çekinmeyen bu yiğitlerin sağ kalanlarına mükâfatlar verilir, “serdengeçti ağası” tabiriyle hürmet gösterilirdi Yeniçerilerin bozulmasıyla serdengeçtiler de eski ehemmiyetini kaybettiler, ocak kaldırılınca, “dalkılıç” “serdengeçti” de kendiliğinden kalkmış oldu Özlüyorum Malazgirt, Niğbolu ve Kosova’yı Şimşek nallı rüzgâr atlar üstünde, Dalkılıçlar biçerken ovayı Yaşasaydım aaah öyle bir günde! |
Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar |
10-11-2012 | #29 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihinde Bilinmeyen KavramlarDevşirme Saray hizmetleriyle, Bostancı Ocağı ve Yeniçeri Ocağında istihdam edilmek üzere Osmanlı Devleti'nin Hıristiyan halkından topladığı çocuklara verilen isim Orhan Gâzi devrinde, yalnız Türklerden teşkil edilen Osmanlı ordusunun kâfi gelmemesiyle, harpte ele geçirilen güçlü ve kuvvetli esirlerden faydalanma yoluna gidilmiştir Böylelikle ?Pençik Oğlanı? denilen ve her beş esirden birinin alınması yoluyla bir ordu teşkil edilmiştir Sultan Birinci Murad zamanında, Pençik Oğlanı teşkilâtı bir kanuna bağlanarak, Gelibolu Acemi Ocağı kuruldu Böylece, Kapıkulu Ocağının temelleri atılmış oldu Acemi Ocağı teşkilâtı daha sonraları ihtiyaç nispetinde genişletildi ve yeni kanunlarla, daha mükemmel bir hâle kondu Fütuhâtın ilerlemesi üzerine, bir taraftan askere olan ihtiyaç, diğer taraftan siyasî hadiseler neticesinde ordu mevcudunun azalması, Pençik Oğlanından başka Devşirme ismiyle Osmanlıların Rumeli'deki topraklarında bulunan Hıristiyan tebaadan ocağa yeniçeri namzedi olarak efrad alınmasını gerektirdi Bu suretle, Hıristiyan tebaa evlâdından asker devşirmek için, bir Devşirme Kanunu yapıldı Bu yeni kanunla, baştan başa gayrimüslim olan Rumeli halkı yavaş yavaş Müslümanlaştırılacak, böylece Müslüman olmuş askerle Türk ordusu kuvvetlenecekti İki yönlü faydası olan Devşirme Kanunu, artık eski ehemmiyetini kaybeden Pençik Kanunuyla asker alınmasının yerine geçmiş, kuvvetli ve sürekli olarak iki buçuk asır devam etmiştir Devşirme işiyle birinci derecede Yeniçeri Ağası alâkadardı Ağa, gerek Acemi Ocağı ve gerek diğer hizmetlerdeki acemilerle, Türk çiftçilerinin hizmetlerinde bulunan acemileri göz önünde bulundururdu Yeniçeri Ocağına Acemi Oğlanı verilmesi ve Acemi Ocağına oğlan alınması, hep onun tezkiresiyle olurdu Bunun için devşirmeye lüzum hâsıl olunca, Yeniçeri Ağası bir arîza ile dîvâna müracaat ederek ihtiyaç miktarını gösterirdi Bunun üzerine, kanun gereği Osmanlı ülkesindeki muhtelif mıntıkalara memurlar sevk olunarak sancakbeyleri, kadılar, topraklı süvari ve zeamet sahiplerinin de yardımlarıyla acemi efrat devşirilirdi Devşirme için, ocak tarafından bir emin ile bir memur tayin olunması kanundu Başka yerden olamazdı Devşirme memuru, vazifesinde tamamen serbestti O tayin olunduğu mıntıkada her bir kadılığı, yani kazaları gezip görerek, kanunî vasıfları haiz olmak şartıyla, sekiz-on ve on dört yaş arasında kırk hanede bir oğlan hesabı üzere çocuk devşirirdi Devşirme memuru, bu çocukları alırken kadılar, sipahiler veya vekilleri ve köy kethüdaları da hazır bulunurlar ve bir suiistimal olmamasına dikkat ederlerdi Devşirilen çocuğun köyü, kazası, sancağı, baba ve anasının ve sipahisinin isimleri, doğum tarihi ve bütün özellikleri bir deftere yazılır ve bu defter iki nüsha olarak biri devşirme memurunda bulunur, diğeri de çocukları sevk eden sürücüye verilirdi Kanun üzere, Hıristiyan çocukların en asil olanları seçilirdi İki çocuğu olanın biri ve birkaç çocuğu olanın müsait olan en sıhhatlisi ve yakışıklısı seçilirdi Bir oğlu olanın çocuğu alınmaz, babasının hizmetine bırakılırdı Alınacak çocukların orta boylu olmasına dikkat edilirdi Anası ve babası ölmüş çocuklar, terbiyesi noksan ve aç gözlü olacağı düşüncesiyle, devşirmeye müsaade edilmezdi Sığırtmaç ve çoban oğullarıyla genç sığırtmaç ve çobanlar, kel ve köse olanların da alınmamaları kanundu Devşirilen çocuklar, yüzer, yüz ellişer, iki yüz veya daha fazla gruplar hâlinde, muhafızların nezaretleri altında hükümet merkezine sevk edilirlerdi Bunların, yollarda kaçmamaları ve değiştirilmemeleri için, sıkı tedbirler alınırdı Devşirmeler, devlet merkezine gelince iki, üç gün istirahat ettirilir, daha sonra yeniçeri ağası tarafından, sarayda görev yapacaklarla kapıkulu ve bostancı ocağına gidecekler seçilir ve padişaha arz edilirdi Devşirme Kanunu, bilhassa 17 yüzyılın başından itibaren, Hıristiyan çocuklarının gerekli tetkik ve muayeneler yapılmadan alınmaları, tutulması gerekli olan eşkâl defterine pek ehemmiyet verilmemesi üzerine bozulmaya başlamıştır Bu durum, Yeniçeri Ocağına, devşirme efradının alınmasından vazgeçilmesine yol açmıştır On sekizinci yüzyıl başlarında, yalnız Bostancı Ocağı için 1000 devşirme toplanmışken, aynı yüzyılın ortalarında, devşirme usulü kesin olarak bırakılmıştır (Bkz Devşirme Usûlü nereden ve neden çıkmıştır?) |
Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar |
10-11-2012 | #30 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Tarihinde Bilinmeyen KavramlarDonanma (Eğlence, Şenlik) Osmanlı Devleti'nde mübarek günlerde, bayramlarda, Osmanlı ordularının zafer dönüşlerinde, padişahların çocuklarının doğumlarında ve düğünlerde yapılan şenlik ve gösterilere verilen isim Düğün ve sünnet düğünleri dolayısıyla yapılan şenlik ve gösterilere “Sûr-i Hümâyûn” adı veriliyordu Bu şenlikler ve gösteriler, üç gün üç geceden az, kırk gün kırk geceden de çok olmazdı Fakat istisna teşkil edip, kırk gün kırk geceden daha fazla süren donanmalar da olmuştur Bu donanmalar esnasında, denizde ve karada fener alayları, ışıklandırmalar tertip edilir, top, tüfek ve fişek atışları yapılır, çeşitli oyun ve yarışlar düzenlenirdi Bu millî ve köklü Osmanlı geleneği, devrin tarihçileri tarafından kaydedilmiştir Ayrıca bu devrin ünlü şair ve edebiyatçıları, manzum ve mensur olarak bu şenlikleri, eserleriyle dile getirmişlerdir Böylece edebiyatımızın parlak sayfalarına yenileri eklenmiş oldu Meselâ, düğün şenlikleri adına “Sûrnâme”ler, büyük zaferler adına “Zafernâme”ler, bayramlar için “Iydiyye”ler, Ramazân-ı şerîflerdeki şenlikler ve donanmalar için “Ramazânnâme”ler, Miraç geceleri için “Mi’râciyye”ler, Mevlid geceleri için “Mevlid” kasîdeleri yazıldı Bu millî kültür mahsulleri, asırlarca zevk, lezzet ve ruhaniyetleriyle gönüllerden gönüllere akarak devam edegeldi Bu donanma ve şenlikler, İslâm dininin çizdiği meşru sınırları taşmazdı Donanmaları, başta padişahlar olmak üzere, sadrazamlar, vezirler ve diğer devlet erkânı da teşrif ederek neşe, sevinç ve saadeti halkla paylaşırlardı Bu şenliklere, yabancı devlet adamları, büyükelçiler de davet edilirlerdi Donanmalar, hem karada hem de denizde tertip edilirdi Şehzadelerin, özellikle de ilk şehzadelerin doğumları münasebetiyle yapılan donanmalar, diğerlerinden daha uzun süre yapılırdı Meselâ, Sultan Üçüncü Ahmed Han, ilk oğlu Şehzade Mehmed Efendinin doğumunda, beş gün beş gece donanma yapılmasını ferman eylemişti İkinci oğlu Şehzade Selim Efendi için de, üç gün üç gece donanma şenlikleri yapıldı Padişah ve devlet erkânından başka, halk da şehzadelerin doğumuna pek sevinir ve ehemmiyet verirdi Bazı defalar, doğumlarda, donanma şenlikleri yapılmayıp, fukaraya sadaka, tekke ve zâviyelere yardım yapılarak halkın gönlü alınırdı Bazen de, yangın çıkması endişesiyle, donanmalara izin verilmezdi Donanma şenliklerini düzenlemekle görevli memura, “Donanma Muhtesibi” denilirdi Donanmalar esnasında, İstanbul’un çarşı ve camileri, pazar yerleri, hanlar, hâneler, limandaki gemiler, özellikle saraylar, baştanbaşa çeşitli renkte kıymetli kumaşlarla, bayrak ve flamalarla süslenirdi Mahyalar ve fener alayları yapılırdı Gündüzleri, Sultanahmed Meydanında, İbrahim Paşa Sarayında, Bâb-ı Hümâyûnda, Alay Köşkü önünde, Dolmabahçe Sarayında, Vaniköyü’nde ve diğer eğlence ve mesire yerlerinde tertip edilirdi Geceleri şehir baştanbaşa ışıklarla donatılır, belirli aralıklarla top, tüfek atışları yapılırdı Fişekler fırlatılırdı Donanmalar, padişahların fermanıyla ilan ve tespit edildikten sonra, fermanın sadrazamın otağına gelmesiyle birlikte başlardı Kalabalık dolayısıyla düzenin bozulmaması için “tulumcu” denen özel görevliler tayin edilirdi Donanmaların masrafına, başta padişahlar ve diğer devlet erkânı olmak üzere, halk da kendi çapında katılırdı Fukaraya sadaka, hediye dağıtılır, nefis ziyafetler çekilirdi Böylece halk mesrur ve mesut edilirdi On dokuzuncu asırda (1843) İstanbul’da bulunan tanınmış Fransız edibi Gerard de Nerval, o yılın Ramazanının birinci gününde gördüğü sevinç ve şenlikleri hayranlıkla dile getirmeye çalışmış, İstanbul’un temizlik ve zarafetine, halkının nezaketine, burada tattığı huzur ve saadete hayran kalmıştı Yazdığı hatıralarda bunları gıptayla dile getirmektedir 1858 yılında, Sultan Abdülmecid Han, dört şehzadesini birden sünnet ettirmişti Bu münasebetle, İstanbul’da Sakızağacı’ndan Ihlamur’a kadar arazi seçildi Bugün buraya Topağacı denilmektedir Nişantaşı’nın altındadır Sayısız ve pek süslü çadırlar kuruldu Rengârenk âvizeler içinde on binlerce mum, geceleri ortalığı adeta gün gibi aydınlatıyordu Zaten bütün İstanbul donatılmıştı Dört şehzade ile birlikte, tam 10000 Müslüman evlâdı da sünnet edildi Uzak şehirlerden ana babalarıyla gelenler ve bu şenliklere katılanlar da çoktu Tek kelimeyle, şahane bir şenlikti Fransızlar, böyle şenliklere “Fete Imperial” adını verirlerdi Fakat, onların tasavvur ve hayallerinin ulaşamayacağı hâlisâne merhamet ve şefkatin semeresi olan bu donanma şenlikleri, onların şenliklerine hiç benzemez, sünnet edilecek çocuklar, özellikle fakir ailelerden seçilirdi Devlet erkânının çocukları da, yine bu düğünler sırasında sünnet edilirdi Böyle düğünler, devletle tebaanın gönülden kaynaşması ve sevişmesinin, derin bir muhabbet ve şefkatin semeresidir ve Osmanlı toplumunun tam bir huzur cemiyeti olduğunu göstermektedir Bu donanmalar sırasında, Osmanlı toplumunun kuruluşları, bütün sanat erbabı, yeni hamleler kaydederlerdi Devlet ve tebaanın, sanat ve edebiyatın ve tekniğin bütünleştiği böylesine leziz bir kültür geleneğine, hiçbir millet sahip olmamıştır Batı dünyasında yapılan şenlik ve eğlenceler, iğrenç bir sefahat ve ahlâksızlık ve zulüm örneği olarak, insanlık tarihinin sayfalarını karartmıştır Bu Osmanlı şenliklerini bizzat müşahede eden yabancı bilgin, tarihçi ve devlet adamları bile hayranlık ve takdirlerini belirtmektedirler |
|