Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #226 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükEHL-İ HÂL Tasavvufî halleri yaşayarak tadan, tanıyan mutasavvıf Tasavvufî hayata giren insanlar belli başlı dört dereceye ayrılırlar Bunlar tâlib, mürid, sâlik ve vâsil adını alırlar Tâlib, tasavvufi yola girmeye istekli olan kimsedir Mürid, iradesiyle tasavvufa girmeyi seçmiş, iradesini mürşide teslim etmiş tâliptir Sâlik, tasavvufî eğitim sürecine (seyr'ü sülûk) girmiş, nefsini arındırma, ahlâkını güzelleştirme çabası içindeki müriddir Vâsil ise, eğitim sürecini tamamlamış, olgunlaşmış sâliktir Müride sâhib-i vakt (vakit sahibi); sâlike sâhib-i hâl (hâl sahibi, ehl-i hâl); vasıla da sahib-i nefs (nefsin sahibi) denir Müridi ehl-i hal haline getiren seyrü sülûk, amelleri ve bilgiyi geliştirme ve güzelleştirme çabasıdır Bu çabanın temelini zâhir (dış) ve bâtının (iç) kötülüklerden arındırılması, iyi hal ve niteliklerin kazanılması oluşturur Bu çabanın başlıca yöntemleri ise az yemek (kıllet-i taâm), az uyumak (kıllet-i menâm), az konuşmak (kıllet-i kelâm), sürekli zikir (zikr-i müdâm), insanlardan uzaklaşmak (uzlet-i enâm) ve sürekli düşünmektir (tefekkür-i tam) Tasavvufî eğitim süreci (sülûk), esfâr-ı erbâa (dört sefer, dört yolculuk) adı verilen dört aşamada tamamlanır Bu aşamalar sevrilallah (Allah'a yolculuk), seyrî fillah (Allah'ta yolculuk), seyımaallah (Allah ile yolculuk), seyranillah (Allah'tan yolculuk) adlarını alır Seyrîlallah, Allah'a doğru yapılan yolculuktur Bu yolculukla Allah dışındaki varlıklarla bağlar kesilir, Hakk'a yönelinir Seyıfillah, çokluklar (kesret) dünyasının ötesindeki birliğe, vahdete ulaşmak çabasıdır Sûfî bu yolculukta Allah'ın vasıfları ile vasıflanır, ahlâkı ile ahlâklanır Seyımaallah, zâhir ve bâtın ikiliğinden kurtulmaya yönelik yolculuktur Bu yolculukla mutasavvıf bütün bağlardan kurtularak Cem' ve Ahadiyet makamına yükselir Seyr-anillah, Hakk'tan halka dönmektir Bekâ makamı da denilen bu son aşamada sûfı vahdet-i kesret, kesret-i vahdet şeklinde görür ve insanları irşâd etme yetkisi kazanır Mutasavvıf ilk iki yolculukla velilik makamına, son iki yolculukla da mürşidlik makamına ulaşır Tasavvufi eğitim süreci içinde mutasavvıf nefsini arındırarak Kur'an'da anılan nefs makamlarına yükselir Buna göre başlangıç halindeki nefs Nefs-i Emmâre'dir (kötülüğe sürükleyen nefs, Yusuf, 12/53) Belli bir eğitim ve arınmadan sonra sûfi ikinci mertebe olan Nefs-i Levvâme (kendini kınayan nefs, Kıyamet, 75/2) makamına-yükselir Daha sonra sırasıyla Nefs-i Mülhime (ilham ve keşfe mazhar olan nefs, Şems, 91/7), Nefs-i Mutmainne (tatmine kavuşmuş, huzur bulmuş nefs, Fecr, 89/27), Nefs-i Raziye (razı olan nefs, Fecr, 89/28), Nefs-i Marziye (Allah'ın kendisinden razı olduğu nefs, Fecr, 89/28) makamlarına yükselir Bütün bu aşamalardan sonra sûfî son mertebeye, Nefs-i Kâmile (kemâle ermiş, bütünüyle arınmış nefs) mertebesine yükselir Sülûkü boyunca, sâlik kendisine ehl-i hâl denilmesine sebeb olan çeşitli hallere maruz kalır Bu haller, kişinin irade ve kasdı olmaksızın kalbe gelen duygu ve anlamlardır Hallere, kendiliğinden gelen anlamında vârid (çoğulu vâridât) denilir Haller Allah vergisidir, sâlikin çabası, isteği ile bir ilgisi yoktur Fakat sâlik çalışmadıkça hallerin gelmesi de düşünülemez Salik iyi ve güzel ameller işledikçe, nefsini arındırdıkça Allah da bir bağış olarak halleri gönderir Haller sürekli ve kalıcı değil, değişken ve kısa sürelidir Fakat sûfî ibadet ve mücahedesiyle hallerin kendisinde yerleşmesini, kökleşmesini sağlayabilir Sâlikte yerlesen böylece süreklilik kazanan haller makam adını alır Bu nedenle hâlin vehbi olmasına karşılık makamın kesbî olduğu kabul edilir Sâlikin ruhsal yükselişinde önemli etkileri olan haller genellikle zıt anlamları dile getiren ikili gruplar halinde ifade edilir Bunların başlıcaları Havf (Korku) ve Uns (Neşe), Kurb (Yakınlık) ve Bu'd (Uzaklık), Gaybet (Kendinden geçme) ve Huzur (Kendine gelme), Mahv (Kötü niteliklerin yok olması) ve İsbat (İyi niteliklerin ortaya çıkması), Sahv (Uyanıklık) ve Sekr (Sarhoşluk), Setr (Perdelenme) ve Tecelli (Açılma, Keşf), Hayret (Şaşkınlık) ve Temkin'dir (Kararlılık) Mutasavvıflara göre, dini hakikatler hakkındaki bilgiler hallere dayanır Bu bilgilerin kitap okumayla, metin ezberlemeyle elde edilen bilgilerle bir ilgisi olmadığı gibi, akıl yürütmelerle, mantık kurallarıyla elde edilen bilgilerle de karşılaştırılamaz Hallerin bilgisi, mutasavvıfın amel ve ibadetlerinin neticesi olârâk ortâyâ çıkan ve doğrudan tecrübeye dayanan bilgidir Bu nedenle bütün bir tasavvufî bilgi, hallere dayanır Dolayısıyla ehl-i hâl olan fukaha bilgilerini kitaplardan, ehl-i nazar olan kelâmcılar bilgilerini akıl yürütmelerden ve mantık kurallarından alırlarken mutasavvıflar keşf ve ilham yoluyla bilgilerini doğrudan Allah'tan alırlar Tasavvuftaki bütün bu anlayış, yorum yaklaşım, kavram ve tabirler İslâm'ın ilk dönemlerinde, özellikle Hz Peygamber, sahabe ve Tabiûn devirlerinde görülmeyen hususlardır Bu anlayışlara söz konusu dönemlerde hiç rastlanmadığı gibi bu kavramlar da asla kullanılmamaktaydı Genellikle bu kavram ve tabirler tasavvufun kurumlaştığı hicrî altıncı asırdan sonra İslâm literatürüne girmiştir EHL-İ HAL VE'L-AKD Sözlükte ehl sahip, hal azletmek, çözmek, akdi bağlamak, düğüm atmak ve seçmek anlamına gelir Ehlü'l Hal ve'l-Akd; bir İslâm âmme hukuku terimi olup, İslâm devlet başkanını seçme ve gerektiğinde onu azletme yetkisine sahip olan kimselerin oluşturduğu meclistir İslâm hukukunda, müslümanların devlet başkanına "halife, İmam, müminlerin emiri" isimleri verilmiştir Âyette: "Onların işleri aralarında şûra (danışma) iledir" (eş-Şûrâ, 42/38) buyurulur Bu âyet, İslâm idaresinin müslümanlar arasında sûrâ esasına dayandığını ifade etmektedir Ayrıca, müslüman toplumun, devlet başkanı kontrol edecek, devlet işlerini düzenleme ve yürütmede ona katılacak bir topluluğu seçip görevlendireceğine işaret etmektedir (Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, s143) Kimlerin devlet başkanı adayı ve kimlerin de seçmen olacağı âyet, hadis veya icmâ ile belirlenmemiş, ancak İslâm'ın genel prensiplerinden hareket edilerek ehlü'l-hal ve'l-akd meclisi üyelerinde şu vasıfların bulunması öngörülmüştür: 1) Adâlet: Bu üyeleri her yönü ile doğru bilinen, takvâ ve mürüvvet sahibi olması gerekir Bu vasıf, İslâm'ın emir ve yasaklarına uymakla gerçekleşir 2) Bilgi: Adayda, İslâm'ın aradığı şart ve vasıflan bilmeye yeterli ilim sahibi olmak 3) Görüş ve hikmet sahibi olmak: Adaylar arasından bu göreve en lâyık, maslahat bakımından daha uygun ve daha bilgili olanı seçmeye götürecek bir görüş ve insanları tanıma kabiliyetine sahip olmak gerekir Buna göre bu kimseler, yalnız, âyet ve hadislerden hüküm çıkarabilen müctehidlerden ibâret olmayıp, yukarıdaki vasıfları taşıyanların da kapsama girdiği kabul edilir Başkan adayının beldesinden olan seçmenlerin, diğer belde seçmenlerine bir üstünlüğü yoktur Ancak dinî nitelikte olmamak üzere, başkan adayının beldesinden birisi seçim işlerini düzenlemek ve yürütmek için görevlendirilebilir Devlet başkanlığı makamının boş kalmaması için bu düzenlemeye ihtiyaç olabilir (Ebû Ya'lâ, el-Ahkâmü's-Sultaniyye, s4, vd; el-Mâverdî, el-Ahkâmü's-Sultâniyye, terc Ali Şafak, İstanbul 1976, s6) Devlet başkanını seçecek olanların sayısı ile ilgili bir miktar söylemek güçtür- el-Mâverdî, bu konudaki görüşleri iki maddede toplar: 1) Bir grup âlime göre, devlet başkanı, rızanın genel olması için her beldeden ehl-i hal ve'l-akd meclisine katılacakların çoğunluğu (cumhûru) ile seçilmiş olur Hz Ebû Bekir'in hilâfete gelişi bu şekilde olmuştur Benû Saîde Sakifesi'ndeki bey'at'ta hazır bulunmayanların gelmesi beklenmemiştir 2) Diğer bir grup âlimlere göre ise bu meclis en az beş kişi olmalıdır Bunlar bir aday üzerinde görüş birliği yaparlar veya diğer dördünün rızası ile, içlerinden birisini devlet başkanı seçerler Bu görüşte olanların ileri sürdükleri delilleri de sahâbe uygulamasıdır: a) Hz Ebu Bekir'e bey'at, önce beş sahâbenin görüş birliğine varması ile gerçekleşmiş, sonra diğer sahâbeler de O'na tâbi olmuştur Bu beş sahâbe şunlardır: Ömer b el-Hattab, Ebû Ubeyde b el-Cerrah, Useyd b Hudayr, Bişr b Sa'd ve Ebû Huzeyfe'nin azadlısı Sâlim (ranhüm) Hz Ömer de kendisinden sonra halife seçimi için altı kişilik bir şûra belirlemiştir Bunlardan beş tanesinin rızası ile, içlerinden birisi halife seçilecekti Şûra, Hz Osman'ı seçti b) Bazı Kûfe âlimlerine göre, halife üç kişi ile seçilebilir Bu görevi, birisi diğer ikisinin rızası ile üstlenmiş olur Böylece nikâh akdinin bir veli ve iki şâhitle meydana gelmesi gibi, devlet başkanı da bir yönetici (hâkim) ve iki şâhitle seçilmiş olur c) Diğer bir grup bilginlere göre ise, devlet başkanı tek kişinin rızası ile de seçilmiş olur Abbâs b Abdülmuttalib, Hz Ali'ye "Elini uzat, sana bey'at edeyim" dedi İnsanlar "Rasûlullah'ı amcası, amcasının oğlu Ali'ye bey'at etti" dediler ve Hz Ali'ye onlar da bey'at ettiler" (Ebû Ya'lâ, age, s4 vd) Ancak yukarıda aktardığımız görüşler bir âyet, hadis veya icmâ deliline dayanmaz Bu prensipler mücerred içtihad niteliğindedir Görüşlerin en uygunu olan ehl-i sünnet'e göre, halife adayına tâbi olma, ona bey'at etme asıldır Bu konuda, İslâm ümmetini temsil edebilen serbest irâde ve Şûrâ prensibini gözetmek gerekir Bir ülke halkının bütününü ilgilendiren devlet başkanlığı, sınırlı yetkileri bulunan hâkimlerin hükümlerine kıyas edilemez Bir adaya tek şahsın bey'at etmesiyle bu kimse diğer müslümanların muvâfakat ve rızaları tamamlanıncaya kadar halife seçilmiş olmaz el-Gazzâlî (ö505/111 1) Hz Ebû Bekir'in halife seçilmesiyle ilgili olarak şöyle der: "Eğer Ebû Bekir'e Ömer (ra)'den başkası bey'at etmese, diğer müslümanlar muhâlif olarak kalsa veya oylar eşit çıksaydı, bu durumda kazanan-kaybeden belli olmaz ve imâmet akdi oluşmazdı (el-Gazzâli, er-Reddü ale'l-Batıniyye, s64 vd) Hadiste "İmamı olmaksızın ölen kimse câhiliye ölümü ile ölmüş bulunur" (Ahmed b Hanbel, Müsned, IV, 96) buyurulur Burada İmam, müslümanların, üzerinde görüş birliği ettikleri başkandır İbn Teymiyye (ö728/1327) Hz Ebû Bekir'in halife seçilmesi ile ilgili olarak şöyle der: Eğer Hz Ömer ve onunla birlikte bir grup Ebû Bekir'e bey'at ettikleri halde, diğer sahabeler bey'at'ten kaçınsalardı, bununla halife seçimi gerçekleşmiş olmazdı Ancak Hz Ebû Bekir güç ve kuvvet sahibi sahâbelerin çoğunluğu (Cumhur)'nun bey'atıyla iş başına gelmiştir (İbn Teymiyye, Minhâcu's-Sünne, 1, 141-142) Seçmenler heyeti, halifenin seçimi için toplandıklarında adaylarda aranacak şartları belirlerler Üstün ve faziletli olan, insanların hepsinin derhal itâat edebileceği adaya bey'at ederler; bu durumda olan adayı diğerlerine tercih ederler Kendi içlerinden birisi aday olursa, bu görev ona verilir Kurul ona bağlılığını bildirir ve onun hilâfeti kesinleşir Artık diğer müslümanların da ona bağlanmaları gerekir Eğer bu aday yapılan teklife olumsuz cevap verirse kabul için zorlanmaz İki adayın şart ve vasıfları eşitse, yaşça büyük olan tercih edilir Aksi de olabilir Adaylardan birisi daha bilgili, diğeri daha cesur olunca, dönem hangisini gerektiriyorsa o tercih edilebilir Meselâ, dönem anarşi ve isyanların önlenmesini gerektiriyorsa,cesaretçe, güç ve kuvvetçe üstün olan tercih edilir Bozuk düşünce bid'atlerin yayılması yüzünden dönem, ilim bakımından üstün olmayı gerektiriyorsa, bu vasıfta olan aday seçilir (el-Mâverdi, el-Ahkâmü's-Sultâniyye, Çev: Ali Şafak, İstanbul 1976, s7-8) Devlet başkanının görevinin sona ermesi şu yollardan birisi ile olabilir: I) Ölüm: Bu, başkanlık görevinin sona ermesi için tabii bir yoldur Çünkü hilâfet görevi ömürle sınırlıdır Bu hak, miras yoluyla da başkasına intikal etmez Ancak seçmenlerin yeni halife seçme hakkı doğar Yeni bazı İslâm hukukçuları hilâfetin belli bir süre ile sınırlanabileceği görüşündedir Çok yaslılığın meydana getirebileceği sakıncalar düşünülürse bu görüşe hak vermek gerekir (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî, VI, 702) 2) Devlet başkanının kendi kendini azletmesi Bu, halife için şahsî bir haktır Bu taktirde göreve devama zorlanamaz el-Mâverdî'ye göre, bu durumda iş, ehlü'l-hal ve'l-akd'in seçimine intikal eder Çünkü seçmenlerin velâyeti süreklilik arzeder 3) Hâlinin değişmesi yüzünden azledilmesi: Bu, ya adâletten ayrılması ya da bedeninde bir sakatlık meydana gelmesi üzerine sözkonusu olur a) Adâletten ayrılması: Burada, adâletten maksat, halka karşı adâletsiz davranması değil, onun günlük yaşantısında fısk ve isyânın içine düşmesidir Haramları işlemesi, çirkin işler yapması, hevâ, heves ve şehvet düşkünü hallerinin görülmesi bunun belirtileridir İtikad bozukluğu da böyledir Ancak hilâfetten ayrılmazdan önce durumunu düzetirse bazı kelâmcılara göre, görevinde kalabilir b) Bedeninde meydana gelen sakatlıklar: Bu da üç türlü olabilir: 1- Duyu organlarının sakatlanması: Akıl hastalığı, görme, işitme ve konuşma hassalarını kaybetmesi gibi 2- Vücut organlarının sakatlanması: İki elini veya iki ayağını kaybetmesi gibi 3- Hukukî tasarruflarının sakatlanması: Buda iki kısma ayrılır: a) Kısıtlı (mahcur) olması: Yardımcılarından birisinin yönetimi ele geçirmesi, mâsiyet (haram) sayılan işleri açıkça yapması veya şer'î hükümlere muhâlefet etmesi kısıtlık sebeplerindendir Bu durumda halife şer'i bir hükme muhâlefet etmemişse, ümmet veya halife kendisini kurtaracak kimselerden yardım ister c) Devlet başkanının esir düşmesi: Halife esir düşer ve müslümanlar kendisini kurtarmaktan ümit keserse hilâfet görevi sona erer İslâm âmme hukukuna göre, halifenin bazı durumlarda azledilmesi veya azledilmiş sayılması, onun iktidar yetkisini ümmet'ten aldığını gösterir Onun, ortaçağ Avrupa krallarının iddiâ ettiği gibi, yönetim üzerinde Cenâb-ı Hak tarafından verilmiş daha haklı olma iddiası yoktur Diğer yandan halife beşeri hatalardan korunmuş da değildir Teşri' hakkı yoktur, ancak şer'î hükümleri uygular ve bu alanda içtihad yapar Onun, yeryüzünde katolik kilisesinin başı Papa gibi, ruhani otorite olma iddiası da yoktur Bu yüzden, helâl ve haram koyamaz, günâhları bağışlayamaz ve günahkârı kovamaz (el-Mâverdî, age, s9 vd; ez-Zühaylî, age, IV, 702-703; Said İsmail, Hakikatü'l-Müslimîn, s12)
__________________
|
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #227 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükEHL-İ HİBRE Ehl-i Vukuf, bilirkişi, eksper, hakimin, kendi ihtisası dışında kalan alanlarda bilgisine başvurduğu, konunun uzmanı kişi veya kişiler Bilinemeyen konuların, özellikle dava konusu ihtilâflı hallerde, bilgi ve tecrübe sahibi uzman kişilere sorulması İslâm'ın emir ve tavsiyeleri arasındadır: "Eğer bilmiyorsanız zikir ehline (yani meseleyi bilen uzman ve bilgi sahiplerine) sorun" (el-Enbiyâ, 21/7) "Bilmediğin birşeyin ardına düşme; çünkü, kulak, göz ve gönül bunların hepsi ondan (o yaptığın kötü isten) sorumludur" (el-İsrâ 17/36) Her ne kadar âyetlerin nüzul sebebi husûsi ise de hükmü ve manası umûmîdir İhtilâflı konuların Allah'ın kitâbına, Rasûlünün sünnetine ve emir sahiplerine (âlimlere) havâle edilmesi Kur'ân'ın açık emridir (en-Nisâ 4/59) İlmin fazileti, âlimlerin derecelerinin yüksekliğini bildiren âyet ve hadisler de bu konuda delildir İslâm hukukunda ehl-i hibre, şâhitten ayrı olarak mütâlaa edilmiştir Onun görevi sadece, sorulan şeyi "haber vermek"tir Mecelle'de bu hususta şunlar kaydedilir "Her ne kadar ehl-i hibre'nin haber vermesi gibi sırf tahkik ve durumu aydınlatmak için alınan ifadelerde şehâdet sözü (şâhitlik yaparım demek) şart değilse de bunlar, (ehl-i hibrenin ifadesi) şer'î şâhitlik olmayıp sırf haber vermek kabilindendir" (Kitâbü'l-Beyyinât ve't-Tahlif, Fasl-ı Sânı, Şehâdetin Keyfiyet-i Edası, Md 1689) Doğru karar verebilmek için hâkimin, bilmediği konuları bilen birisine (ehl-i hibre) sorması onun vazifeleri arasında sayılmıştır (Bkz Mecelle, Kitâbü'l-Kazâ, Fasl-ı Sâlis, Hâkimin ezâifi Beyânındadır, Md 1811) "Hâkimin lede'l-hâce, âhardan istiftâ etmesi câizdir" (Hâkimin, ihtiyaç hâlinde, başkasından sorması câizdir) Hâkimin, hükmü zor konularda âlimlerle istişâre etmesi tavsiye edilmiştir: "Şayet hâdisenin hükmü zorsa hâkim re'yini kullanır ve onunla amel edilir Bu hususta en iyisi âlimlerle istişâre etmektir" (Fetâvây-i Hindiyye tercümesi VI/236) Ehl-i hibre, gerekli hallerde, hâdisenin aydınlatılması için, kendisiyle istişare edilen, hâdiseye vâkıf kişi veya kişilerdir Bir kişi de olabilir, fâkat çok olması daha iyidir: "Eğer hâkim tek kişi ile istişâre yaparsa o da kâfi gelir Fakat bilginlerle istişâresi uygun olur" (Fetâvây-i Hindiyye tercümesi VI, 237) Modern hukukta ise bir kişinin ehl-i vukuf seçilmesi mümkündür Fakat üçten fazla kimse bilirkişi olarak seçilemez İslâm hukukunun "hâkimlik" ve "hüküm verme esasları"nı inceleyen "edebü'l-kâdı" bölümünde hâkimin içtihad etme (kendi kanaatıyla hüküm verme) hakkına sahip olduğu ifade edilerek hâkimin kanaati, istişâre ettiği âlimlerin görüşüne aykırı bile olsa hâkim kendi kanaatını terketmez denilmiştir: "Eğer hâkim fıkıh bilginleriyle istişâre eder bilginler bir şeyde ittifak ederler, hâkim de onların re'yinin hilafını hükmeder ve onların re'yinin hilâfını (doğru) görürse; hâkimin kendi görüşünü terketmesi uygun olmaz ve onların re'yiyle hükmetmez" (Fetâvây-ı Hindiyye tercümesi VI, 237) Dâvâ konusu bütün hâdiselerde gerektiğinde ehl-i hibreye mürâcaat edilebilir EHL-İ KIBLE Kıbleye dönüp namaz kılan müslümanlar, Ehl-i İslâm Ehl-i Sünnet* yahut ehl-i bid'atten olup kıbleye yönelerek namaz kılan bütün müslümanlara ehl-i kıble denilir Ehl-i bid'at mezheplerinden bazısının diğer müslümanları tekfir etmesine rağmen, ehl-i sünnet'e, göre kim olursa olsun ehl-i kıbleden hiç kimse tekfir edilmez; onların arkasında namaz kılmamazlık edilmez; büyük günâh da işleseler onların cenaze namazı kılınır ve hayır dua edilir (İbn Mâce, Cenâiz, 31; Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, II, 32) Kerrâmiye'de ehl-i kıble tâbiri ile, kelime-i şehâdet getiren herkes kastedilir Ehl-i sünnet uleması ehl-i kıbleyi, "Kâbe'ye yönelerek namaz kılmanın farziyetini kabul edenler" diye târif etmiştir Ali el-Kâfi (1014/1606) bunun için daha geniş bir tanım yaparak şöyle der: Ehl-i kıble zarûrât-ı diniye üzerinde ittifak eden kimselerdir" (Ali el-Karı, Şerhu'l-Fıkhı'l Ekber, 139) Ehl-i kıbleyi, ehl-i sünnet ve ehl-i bid'at şeklinde ikiye ayıran âlimler Mutezile, Şia, Kerrâmiye, Mücessime, Müşebbihe, Mürcie gibi bid'at mezheplerini de ehli kıbleden saymışlar; fakat açıkça İslâm'ın temel nasslarını değiştiren, bozan, reddeden Batınîlik, Gulât-ı Şia, Hâriciye, Cehmiye, Bahâiye, Kadıyânilik, Ahmedîlik, Nusayrilik, Dürzilik gibi fırka ve mezhepleri ehl-i dalâletten saymışlardır Çünkü bunlar arasında meselâ Hâricî* Ezârika mezhebi gibi müslümanın kanını, malını, canını helâl sayarak birçok müslümanı katletmiş olanlar bulunmaktadır İslâm da tekfiri, ayrılığı, bölük bölük fırkalara ayrılmayı, cedeli, te'vili, inanç esaslarının tartışılmasını ehl-i bid'at mezhepleri ortaya atmışlardır Bunların içinde de, dalâlet ehli olanlar, hevâlarına uyanlar İslâm için en tehlikeli olanlardır Öte yandan ehl-i sünnet mezhepleri içerisinde de muamelâtta bazı noktalarda görüş ayrılıkları bulunmaktadır Meselâ Hanbelîler, tembellikle de olsa özürsüz namazı terkedeni kâfir sayarlar (Ebû Ya'lâ, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, 53) İmam Ebû Hanife (ö150/767)'ye göre ise namazı terkeden kâfir olmaz; namaz kılmadığı için diğer üç mezhebe göre öldürülmesine rağmen, ona göre sadece namaz kılıncaya kadar hapsedilir (el-Fetâva'l-Alemgiriyye, II, 269) Ehl-i Sünnet, namaz kılanların kim olursa olsunlar lânetlenmesini yasaklamıştır (Buhâri, Edep, 44) Ancak fâiz yiyenler, tefecilik yapanlar böyle değildir (Buhâri, Libas, 86; Müslim, müsâkat, 19) Ayrıca ashâbı kesinlikle hayırla yâd etmek hakkında icmâ vardır; ancak Hz Hüseyin'i Kerbelâ'da feci bir şekilde aile efrâdıyla birlikte şehid eden Yezid'e lânet etmek bunun dışında tutulmuştur (Ahmed b Hanbel, V, 54, 57; Müslim, Fezâilü's-Sahâbe, 33) İslâm'da "Ben müslümanlardanım " diyen her samimi insanın dokunulmazlığı vardır Hiç kimse hakkında kötü zan beslenmez; "af ta hata cezâ da hatadan hayırlıdır" ilkesi esastır Açıkça kelime-i şehâdet getiren ve kıbleye dönüp namaz kılan her müslüman, cemâattendir; bir insanın diliyle söylediğinin aksini yapana kadar ona inanılır; Hz Peygamber'in bu konuda "Kalbini yarıp da baktın mı?" buyruğu esastır (Buhâri, Zekât, 1, Müslim, İman, 8) Bütün sünnet ehli ya da bid'at ehli olanların kendi içlerinde aşırıları ve ılımlıları bulunmaktadır Bunlardan Hz Peygamber (sas)'i yalanladığı takdirde kim olursa olsun ehl-i Kıbleden değildir (İmam Gâzalî, el-İktisâd, fi'l-İtikâd, 112-130) Hicrî ikinci asırdan sonra İslâm dünyasında Hz Peygamber ve ashâbı zamanında olmayan birtakım meseleler ortaya çıkmış ve sünnet geleneğini koruyan ehl-i hadis ilk bid'atleri çıkaranlara karşı selefin yolunu savunmuştur Siyasî ve itikadı mezheplerin yayılmasından, Eş'arîlik ve Mâtûridîlikle ehli sünnet kelâmının Mutezile, Mürcie, Cebriyye vs ye karşı çıkmasından sonra her grubun aşırıları ötekileri tekfir etmeye başladılar Haricîler, her zaman en önemli sapık fırka oldu ve itikada iman, İslâm, büyük günah, gibi meseleleri onlar tartışmaya soktular; bu arada imâmet de siyası bir mesele olmasına rağmen, akîde sorunları arasında mütalaa edilmeye başlandı Hanbelilerden aşırı bir grup fevk ve istivâyı yalanladıklarını ileri sürerek Eş'arîleri, Eş'arîler onları ve Mutezile'yi, Mutezile de onları tekfir ederdi (İmam Gazâlî, Faysalu't-Tefrika Beyne'l İslâm ve'z-Zındıka, Mısır, 1319/1901, s33) |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #228 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükEHL-İ KİTAP İslâm literatüründe yahudiler ve hristiyanlar için kullanılan bir tâbir, kitab ehli Kur'ân-ı Kerîm, birçok yerde yahudiler ve hristiyanlardan, ehl-i kitap diye bahseder; hadislerde de bu tâbir sık sık kullanılmıştır Böylece vahiy yoluyla nâzil olmuş Tevrat, Zebûr ve İncil'e sahip bulunan yahudiler ve hristiyanlar, bu kitaplar tahrif edilmiş olmasına rağmen, müşriklerden ayırdedilmiş ve kendilerine farklı bir statü tanınmıştır İslâm ahkâmına göre, İslâm idâresini kabul edip bağlandıktan sonra ehl-i kitaba ibadetlerini serbestçe yapabilme hürriyeti tanınır Antlaşma şartlarını tamamen yerine getirmeleri ve âdil ölçülerde kendilerine konan cizyeyi (baş vergisini) ödemeleri hâlinde İslâm idâresinin himâyesinde olup can ve nal güvenlikleri sağlanır Bu hususlara muhâlif davranan müslümanlar, büyük bir günâh işlemiş sayılırlar Hz Peygamber ve Râşid Halifeler döneminden itibaren tüm âdil İslâm idârelerinde ehl-i kitaba bu hakların eksiksiz verildiği, antlaşma metinlerine bu hususların hassâsiyetle yazıldığı ve uygulanmasında büyük titizlik gösterildiği, tarihî bir gerçektir Bu hassâsiyet, Peygamber efendimizin, "Bir zımmîye zulmedenin kıyâmet gününde hasmı benim!" hadislerinde en güzel şekliyle ifadesini bulmuştur (Ebû Dâvûd, İmâret, 33; ayrıca bkz Ebû Dâvûd, Cihad 153) Sefere çıkan ordu komutanlarına ve valilere halifeler tarafından verilen tâlimâtlarda, muâhedûn, ehlü'z-zimme veya zimmîler sıfatıyla ehl-i kitabın haklarına riâyet etmeleri, kendilerine ibadet hürriyeti verilmesi ve insânı muâmelede bulunulması sıkı sıkıya emredilmiştir İmâm Ebû Yûsuf'un Kitâbü'l-Harâc'ı, Ebû Ubeyd Kasım b Sellâm'ın Kitâbü'l-Emvâl'ı ve diğer İslâm hukukçularının kaynak eserleri bu tâlimatları ile ehl-i kitaba uygulanacak ahkâm ve verilecek haklar konusunda geniş bilgiler ihtivâ ederler İlk halifeler döneminde ehl-i kitabın, Arap Yarımadası'ndan sürülüp çıkarılması, Hz Peygamber'in, "Arap Yarımadası'nda iki din birarada bulunmayacaktır" (Muvatta', Medine, 18,19) şeklindeki bir hadisine dayandırılırsa da bunun yanında ehl-i kitabın, antlaşma şartlarına uymamaları ve huzursuzluk çıkarmalarının da bu uygulamaya esas teşkil ettiğini göz önünde bulundurmak gerekir Hz Peygamber'in, yahudi ve hristiyan olmadıkları halde Hecer ve Bahreyn'deki İranlılardan cizye almış olması, ilk dönemlerde mecûsîlerin de ehl-i kitap adı ile anılmalarına değilse bile, ehl-i kitaba uygulanan ahkâm ile muâmele görmelerine yol açmıştır Ayrıca Arap Yarımadası'nın dışında kalan bölgelerde yahûdilik ve hristiyanlıktan başka dinlere mensup olanların ehl-i kitaba tanınan haklara sahip olup olamayacakları hususu, İslâm âlimlerince farklı şekillerde yorumlanmıştır Bu sebeple İslâm tarihinin çeşitli dönemlerinde Arap Yarımadası'nın dışındaki putperestlerden ve diğer din mensuplarından da cizye* alınıp kendilerine ehl-i kitab gibi muâmele edildiği olmuştur Ancak bu husus, ehl-i kitab tâbirinin zamanla anlam değiştirdiği ve şümûlünün genişletildiği manasına gelmez Kur'an; yahudi ve hristiyanlar gibi, -sonradan bozulmuş da olsa-, bir hak dine inananların yiyeceklerini müslümanlara helâl kılmıştır: "Bugün size temiz ve faydalı şeyler helâl kılındı Kitap verilenlerin yiyecekleri size, sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir" (el-Mâide, 5/5) Bu âyetin manası genel olup, domuz, şarap, içki, ölü hayvan gibi aslı haram olan yiyeceklerin dışında kalanları içine alır Yahudi ve hristiyanlar dışında kalanlar müşrik hükmünde olup, kestikleri yenmez Yahudi ve hristiyanların kesim şekli kendi dinlerinin kabûl ettiği bir şekilde oluyorsa, böyle kesilen hayvanlar yenir; dinlerinin kabûl etmediği bir kesme ve öldürme şekliyle öldürülmüşse, böyle hayvanların etleri yenilmez İslâm, müslüman bir erkeğin kâfir veya müşrik bir kadınla evlenmesine izin vermezken, kitap ehlinden olan, yani yahudi veya hristiyan bir kadına evlenmesine izin vermiştir Çünkü bunların dini, aslı bozulmuş olsa da semâvî bir dindir Bu konuda Kur'an'ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Kitap verilenlerin yemeği size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir Mehirlerini verdiğiniz takdirde, iman eden hür ve iffetli kadınlar ve sizden önce kitab verilenlerin hür ve iffetli kadınları, zina etmemek ve gizli dost tutmamak şartıyla size helaldir" (Maide 5/5) Bu, kitap ehline İslâm'ın bir müsâmahasıdır Kitâbî kadınlarla evlenmek bir ruhsattır, azîmet değildir Yani aslolan, müslüman bir erkeğin kitâbî kadınla evlenmesi değil, evlenebilir olmasıdır Fakat müslüman bir kadın, yahudi ve hristiyan da olsa gayr-i müslim bir erkekle evlenemez, bu haramdır Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, müslüman bir erkek için mümin bir kadın şüphesiz, kitâbî bir kadından daha iyidir Doğacak neslin inanç, terbiye ve yetiştirilmesinde tehlike görülürse kitâbî kadınlarla evlenilmemelidir Müslümanların azınlık durumunda olduğu memleketlerde müslüman nüfusun artması, kitâbî erkeklerle evlenemeyeceklerinden müslüman kızların açıkta kalmaması için, kitâbî kadınlarla evlenebilme hükmünün geçici olarak kısıtlanması da mümkündür EHL-İ SÂLİB Ehl-i Kitâb'tan hristiyanlar, Haçlılar Arapça Sâlib kelimesi "haç" (istavroz, çarmıh) demektir Ehl-i sâlîb, Haçlılar için kullanılır Haç, Hristiyanlığın sembolü olan ve Hz İsa (as)'ın gerildiğine inandıkları birbirini dikey kesen iki çizgidir Mukaddes şehir Kudüs İslâm'ın hâkimiyetindeyken onu müslümanlardan almak için Papa'nın teşvikiyle Avrupalı hükümdarların ortak Hıristiyan ordularının askerlerine, elbiselerinin üstüne büyük kırmızı haçlar diktirdiklerinden dolayı "Haçlılar" (Ehl-i Sâlîb, Celibâ, Croises) denilmiş, ve bunların sekiz büyük seferle (H 5-7/M11-13 yüzyıl) Kudüs'e saldırmalarına "Haçlı Seferleri" (Ehl-i Sâlîb Muhârebeleri) adı verilmiştir 1096-1270 yılları arasında 174 yıl süren bu seferler birçok can ve mal kaybına sebep olmuş, ancak sonuçta kutsal topraklar müslümanların elinde kalmıştır Avrupa askerî tarihi açısından başarısız sayılan Haçlı seferlerinde iki büyük din karşılaşmış, savaşlarda Hıristiyan vahşetine karşı Türkler büyük kahramanlıklar göstermişler, Salahaddin Eyyubi büyük bir İslâm mücâhidi olarak tarihe geçmiş, Akkâ savaşı, gemicilik sanatının ilerlemesi, hristiyanların müslümanlardan birçok bilgiyi Avrupa'ya taşımaları gibi sonuçlara yol açmıştır İnsanlık tarihinde din savaşlarının en büyüğü olan "Haçlı Seferleri" İslâm'ın, ilâ'yı kelimetullah amacıyla, Hristiyanlığın altta iktisadi-sosyal sebepler yatan kutsal savaş adı altındaki saldırısına karşı İslâm topraklarını müdafaasıdır Ehl-i Sâlîb, müslümanların Kur'an-ı Kerîm'de zikredilen ehl-i kitaba ilişkin âyetlerde açıklandığı şekliyle kendilerine en yakın olan bir tevhid dininin muharref savunucularının din adına yahudileri katletmeye baslamalarıyla ve Kudüs'ü fethetmek gayeleri ile de İslâm'la çarpışması sonucunda yenilmiş, 13 yüzyıldan sonra 20 yüzyıla kadar ehl-i sâlîb ile ehl-i hilal (İslâm) arasında yüzyıllarca savaşlar yapılmıştır Ehl-i Sâlîb'in, seferler sırasında tüm Anadolu'da vahşet sahnesi bırakmasına rağmen, müslümanlar onlara karşı merhametli olmuştur Bu yüzden birçok "Haçlı askeri" seferlerde müslüman olmuştur Birinci Haçlı seferini düzenleyen keşiş Pierr L'Erminete'nin hıristiyan hacılarına zulmedildiği yalanını söylemesi üzerine Papa II Urbain 488/1095 yılında Fransa'nın Clermont şehrinde din adamları ve komutanları toplamış Hristiyanları Kudüs'ü "kâfirlerden" kurtarmaya çağırmış, yüzbinlerce hristiyan ehl-i sâlîb bu emre uymuştur Papa, her gönüllünün sağ kolu üzerine bir haç asmış ve böylece haç, savaşların sembolü olmuştur Bütün derebeylik Avrupa'sı bu "kutsal savaş" çağrısıyla birleşmiştir Batı Avrupa'da da İslam Hristiyanlık çatışması, İspanya'da devam etmiştir Birinci haçlı seferinde ehl-i sâlîb, ayaktakımı çapulculardan oluşan yüzbinlerce inananın zalimce saldırısı ile Kudüs'ü istilâ etmiş, şehirde katliâm yapmışlar ve Kudüs Krallığı'nı kurmuşlardır Haçlı teşkilatı, Saint Şövalyeleri'nin ortaya çıkışı da bu sırada olmuştur İkinci savaşta müslümanlar galip gelmişler, üçüncüsünde Filistin'in batısını Selahaddin Eyyûbî kurtarmış, dördüncü seferde haçlılar kutsal savaşı amacından saptırarak dünya çıkarları için yapmışlar, hattâ Kudüs'ü bırakıp Kostantiniyye ve Mısır'a yönelmişlerdir Haçlı seferlerinin dünya tarihinde önemli sonuçları olmuştur Bunlardan, İslâm-Hristiyanlık ilişkileri ile ilgili olanların başında her iki medeniyetin birbirine kültür alış-verişine vesile olması gelir Avrupa'ya müslüman dünya yoluyla birçok mal gittiği gibi, Kur'an-ı, Kerîm Latince'ye tercüme edilmiş Avrupalılar dünyaya açılmış, kilise ve Papalık, derebeylik kurumunda, iktisâdi düzende değişim meydana gelmiştir (Ayrıca bk HAÇLILAR) |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #229 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükEHL-İ SÜNNET Hz Peygamber (sas)'in sünnetine ve ashâbının (ra) yoluna bağlı olan ve onların izlediği dini yol ve metodu benimseyenler Kitap ve Sünnet üzerinde ittifak etmiş, ihtilâf ve tefrikadan sakınmış, dinde münakaşaya sebep olan hususlarda aklı değil, Kitap ve Sünneti kaynak alan, nasları esas kabul eden topluluk Hz Peygamber (sas)'in sünnetine tâbı olanlara ehl-i sünnet; onun sahâbîlerini âdil kabul ederek onların din hususundaki metodunu takip edenlere de ehl-i cemaat ikisine birlikte "ehl-i sünnet ve'l-cemaat" denilmiştir "Ehl-i sünnet ve'l-cemaat" tabiri ile ifade edilen müslüman topluluğun, sünnet ve cemâata tabi olmak gibi ayırıcı iki önemli özelliği vardır Sünnet; Hz Peygamber (sas)'in söz, fiil ve takrirleri ile ahlâki ve beşerî tavırlarıdır Ancak konumuz itibariyle, sünnetin bu anlamda sınırlarını çizmek, hangi çeşitlerinin ne derece bağlayıcı olduğunu tesbit etmek, önemli değildir İslâm hukukçularının, sünnetin çeşitlerinin fıkhi bağlayıcılıkları üzerindeki görüş ayrılıkları ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan farklı yaklaşım metodları, hep ehl-i sünnet çerçevesinde oluşmuş farklılıklardır "Sünnet" daha ziyade metod, yol, izlenilmesi gerekli olan çizgi anlamıyla, toplulukların bir ayırdedici özelliği olması açısından karşımıza çıkmaktadır Bu duruma göre, sünnet şöyle tarif edilmiştir: Bir inanç ve âkide etrafında biraraya gelen topluluğun (ümmet), inanç sisteminin, akidesinin oluşmasını temin eden yola ve metoda sünnet denilir İnsanların bu metodda görüş birliğine varıp, bunu uygulaması da, cemâat diye isimlendirilmiştir (Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, (el-Fisâl kenarında), I, 47) Bu anlamda Kur'ân-ı Kerim'de de kullanılmıştır: "Allah'ın nice sünnetleri gelip geçmiştir Yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların âkıbetini görün" (A/u İmrân, 3/137) "Allah'ın sünneti kesinlikle değişmez" (el-Fâtır, 35/43) Bu âyet-i kerime'de ifade edilen sünnet, Allahu Teâlâ'nın kâinatın yaratılması ve tedbiri için takdir ettiği yol, metod anlamındadır Allah için cebir sözkonusu olamayacağından, bu mana İslâm tefekküründe "âdet" kelimesi ile karşılanmıştır Sünnet: İslâm toplumunun yani ümmetin oluşması için Hz Peygamber'in usûlünün esas alınması ve peygamberi usûlü ittifakla takip eden sahabi cemaâtının yolunun izlenmesidir İslâm toplumunun fikrî ve amelî oluşumunu sağlayan, Allah'ın Kitabı ve Hz Peygamberin sünnetidir Bunun için Allah Teâlâ, Kur'an ile birlikte Peygambere tabı olup bağlanmanın ve ona itaat etmenin gerekli olduğunu belirtmiştir "Allah, önceleri açık bir şaşkınlık içinde olan inananlara, Allah'ın âyetlerini okuyan, kötülükten arındıran, Kitabı (Kur'an) ve hikmeti (sünnet) öğreten ve size daha bilmediğiniz nice şeyleri de öğreten bir Peygamber gönderdi" (el-Bakara, 2/151) Kötülükten arındırmak (tezkiye), haram ve helâli Kur'an'dan öğrenmek ile tefsir edilmiş, hikmet ise, ittifakla "sünnet" olarak kabul edilmiştir Kur'an farzı, vâcibi tayin etme, helâli, haramı belirleme açısından Allah'ın hükmü ile, Rasûlünün hükmünü, iki temel esas kabul etmiştir "Allah ve Rasûlünün yoluna aralarında hüküm vermesi için davet olunduklarında, inananlar; "dinledik ve itaat ettik" diye cevaplar İşte ancak bunlardır kurtulanlar" (en-Nûr, 24/5) Hz Peygamber (sas), "size emrettiklerimi yerine getirin, yasaklarımı da gücünüz yettiğince terk edin" buyurmuştur (Müslim, 412, İbn Mâce, Mukaddime, 1) Sünnete bağlılık, dinî bir zorunluluktur Kur'an bize yeterlidir düşüncesiyle sünneti ihmal etmek tarih boyunca bütün bid'at fırkalarının ortak özelliği olan gizli bir hıyanet çeşididir Hz Peygamber (sas) bu durumun ileride ortaya Sıkacağını haber vererek, dinî hiçbir kaygısı olmayan bu insanlardan bizi sakındırmıştır "Tok karınlı, koltuğuna yaslanıp size "Kur'an yeterlidir; Kur'an neyi helâl kılmışsa onu helâl bilin, neyi haram kılmışsa onu haram bilin" diyen adamların çıkması yakındır Haberiniz olsun, dikkatli olun: Bana Kur'an ile birlikte (hüküm bakımından) onun bir benzeri (sünnet) de verilmiştir" (Ebû Dâvûd, Sünne, 6, Ahmed b Hanbel, IV, 131) İmrân b Husayn (ra), bize Kur'an yeterlidir, sünnete gerek yoktur, diyen bir adama şöyle seslenir: "Ahmak herif: sen Kur'an'da öğlen namazının dört rekât olduğunu, kıraatinin gizli okunacağının hükmünü bulabilir misin? Kur'an bize Sok şeyleri müphem bırakmış, sünnet onları açıklamıştır" Abdullah b Mesud (ra) "Allah'ın, yaradılış şeklini değiştirenlere lânet ettiğini" haber verirken bir kadın "bunlar Kur'an da var mı?" diye sorar Abdullah b Mesud şöyle der: "Var tabii, sen şu âyeti okumuyor musun": "Rasûlullah size neyi emrederse onu yerine getiriniz neyi yasaklarsa ondan kaçınınız'' (el-Haşr, 59/7; Abdullah b Zeyd, Sünnetü'r-Resûl Şakîkatu'l-Kur'ân, s54) Hz Peygamber sünnetine uyulmasını emrettiği gibi, kendi ashabına da uyulmasını emir buyurmuştur Ashâba uyulduğu takdirde, insanları doğru yola götüren gökteki yıldızlara benzetilmiştir "İçinizde benden sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara şahit olacaktır Size sünnetimi, hidâyete erdirilmiş, doğru yolu bulmuş halifelerinin sünnetini (yolunu) tavsiye ederim Ona sımsıkı sarılın, âdeta dişlerinizle tutun, sonradan çıkacak şeylerden sarılın Çünkü her uydurma, bid'at; her bid'at sapıklıktır" (Ebû Dâvûd, Sünne, 5) Kur'an-ı Kerim'de de sahâbîler hakkında şöyle buyurulur: "İlk iman eden, en ön safta bulunan muhacirlerle ensar ve onlara iyilikle tabı olanlardan, Allah razı oldu Onlar da Allah'dan razı oldular Allah onlar için ebedî kalacakları, altında ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır İşte büyük kurtuluş budur" (et-Tevbe, 9/100) Allah'ın sahabeleri, övmesi, sonradan gelen ümmetin onlara tabı olmasını, övülmek için onlara uyun, onlar gibi olun, manasını zımnen ifade eder Sahabelerden sonra gelen Tabiîn cemaâtından da iyilikle sahabelere uyanların; Allahu Tealâ'nın övgüsüne dahil olduğunu görüyoruz Hz Peygamber (sas) bir hadisinde bunu şöyle açıklar: "Ümmetimin en hayırlı dönemi, benim içinde yaşadığım dönemdir Sonra da onların peşinden gelenlerin dönemidir" (Buhâri, Fedâilu's-Sahâbe, 1) Sahâbilerin Allah ve Rasûlü tarafından övülmesi, sonrakilerin de onların yoluna iyilikle uymak kaydıyla bu övgüye dahil olması hadis-i şeriflerinde uyulması tavsiye edilen "cemaât"ın, sahâbîler ve tabiin cemaâtı olduğunu gösteriyor Hz Peygamber (sas), "size ashabımı (onlara tâbı olmayı) tavsiye ederim, sonra onların peşinden gelenleri, sonra da onların peşinden gelenleri Daha sonra yalan yaygınlaşacaktır" Başka bir hadis-i şerifte Hz Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın rahmet eli cemaât ile beraberdir" (Tirmizî, Fiten, 7) Hz Peygamber (sas)'in cemaatı tavsiye etmesi ve firka-ı nâciyenin (azabdan kurtulacak kesimin) cemaât olduğunu söylemesi, cemaât'ın kimlerden ibaret olduğunun belirlenmesini gerektirmektedir Hz Peygamber (sas) "Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunlardan bir topluluk hariç hepsi cehennemliktir" buyurmuştur O topluluğun kimler olduğu sorulunca "benim ve ashabımın yolunda olanlar" diye cevaplamıştır Bir rivâyette "cemaât" denilmiştir Hz Peygamber (sas) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurur: "Ümmetim, sapıklık üzerinde bir araya gelmez İhtilâf gördüğünüz zaman size 'sevâdu'l a'zam (en büyük olan ve hak üzere bulunan topluluğa katılmayı) tavsiye ederim" (İbn Mâce Fiten 8) Sevâdu'l-a'zam: Sırât-ı Müstakim metodunu benimseme hususunda görüş birliği içinde bulunan topluluk olarak tefsir edilmiştir (İbnü'l-Esir, en-Nihâye, II, 419) Hz Peygamber, cemaâta, sevâdu'l a'zama tabi olunmasını emretmiştir Cemaât; ilk dönemde, sahabîler; sonraki dönemlerde ise sâlih amel sahibi bilginlerdir Abdullah b Mübarek'e cemaat kimlerdir? denilince "Ebû Bekr, Ömer (ra)dır" diye cevap vermiş, "Onlar öldü", denilince de yine "falan ve falandır" demiştir Onlar da öldü, denilince "işte şu Ebû Hamza es-Sekkerî cemaâtdır" der (Tirmizî, Fiten, 7) İmâm Tirmizî şöyle der: Âlimler, cemaâtı şöyle tarif etmişlerdir: "Ehl-i fıkıh, ehl-i ilm ve ehl-i hadis cemaâttir" (Tirmizî, Fiten, 7) Bu anlamıyla, âlimler cemaâtının sapıtması mümkün değildir Nitekim Hz Peygamber (sas) "Allahu Teâlâ ümmetimi sapıklık üzerine bir araya getirmez Allah'ın rahmet eli cemaâtledir Kim cemaâtten ayrılırsa; cehenneme atılacaktır" (Tirmizî, Fiten, 7) diye buyurmuştur Şehristânî'nin tarifine göre "cemaât, bir sünnet ve metod üzerinde ittifak etmiş insanlar topluluğudur" (Şehristânî, el-Milel, 1, 47) İslâm tarihinde ilk defa cemaât kelimesinin meşhur olması, Hz Hasan (ra)'ın hilafeti Hz Muaviye (ra)'a devretmesi yılında olmuştur Müslümanların birliğini temin ettiği için bu yıla "senetü'l-cemâa" (birlik yılı) denilmiştir Müslümanlar Hz Peygamber (sas) vefat ettiğinde her bakımdan emniyete alınmış, düzenli bir sosyal yapıya sahiptiler Ancak Hz Osman'ın şehid edilmesi (ö35/656) sonucu ortaya çıkan olaylar müslümanların zihinlerinde bir takım yeni soruların oluşmasına yol âçtı Sahabîler öldürülmüş, hilâfet meselesi gündeme gelmişti Öldürülen müslümanların durumlarının ne olduğu ve bu olaylarda kaderin tesiri meselesi gibi itikâdı meseleler konuşulur oldu Hz Ali ile Hz Muâviye arasındaki hilâfet meselesi ve bunun sonucu ortaya çıkan savaşlardan sonra, her iki tarafın sempatizanları arasındaki siyâsi sürtüşmeler söz konusu olmaya başladı Yahudi, Hristiyan ve Mecusilerin müslüman olması ve İslâm kültürüyle tanışması sonucu, onların kültürlerindeki meselelere İslâmî nassların mütekabiliyet meselesi tartışmaları başladı Bütün bu meseleler taraflar arasında ifrat ve tefrit nedeniyle büyük uçurumlar ortaya çıkardı Bunlara karşı sahâbîlerin çoğunluğu mutedil bir yol takip ederek cemaâtın birliğini muhafaza etmeye, siyası meselelerde aşırı taraf olmamaya çalıştılar Bu zümrenin ilk mümessilleri olarak, Abdullah b Ömer (ra) (74/693); İbrahim en-Nehaî (96/714); Hasanü'l-Basrî (110/728) ve İmam-ı Âzam Ebû Hanife (150/767) sayılabilir Ortaya Sıkan fırkalar hakkında görüş beyan ederek bu meseleler hakkında ilk defa merkezi zümrenin fikirlerinin temsilciliğini yapan Hasanü'l-Basri'dir Onun ehl-i sünnetin fikrı ve itikâdı esaslarının tezahüründe önemli bir yeri vardır Devrinin siyâsi ve itikâdı meseleleri hakkında muayyen görüşler ileri sürmüştür Emevi idarecilerini tenkit etmiş, zâlim idareciye her konuda itaat edilmeyeceğini savunmuş ve "Allah'a karşı bir günah söz konusu olunca, mahlûka itaat gerekmez" (bk Buhâri, Ahâd, I; Müslim, İmâre, 39; Ebû Dâvud, Cihâd, 40, 87; Nesaî, Bıa, 34;,İbn Mace, Cihad, 40; A b Hanbel, Müsned, I, 94, 409) Hadisine dayanarak Allah'a karşı gelmeyi gerektirecek bir istekte bulunduğu takdirde, idareciye itaat mecburiyetinin olmayacağını açıkça ifade etmiştir (Mes'ûdî, Murücüz-Zeheb, 111, 201) Hasanu'l Basrî, iktidar mevkiinde bulunanların uyarılmasının, ve onların cehennem azabıyle korkutulmasının, müslüman bilginlerin görevi olduğunu belirtmiştir Ancak kılıçla karşı çıkılmasını kabul etmemiş, şöyle demiştir: Eğer zikrettiğiniz meseleler Allah'ın azâbını gerektiriyorsa insanlar, kılıçlarıyla Allah'ın cezasını döndüremezler Eğer onlar bir gâile ise, Allah'ın hükmünü sabırla beklemelidirler Hasanu'l-Basrî Siyası otoriteyi elinde tutanların zâlim olabileceği hususunu kabul ederek, Peygamber (sas)'in fitne anında âlimlere uyulmasını tavsiye etmesini dikkate alıp "Sizden olan ulû'l-Emre itaat edin" (en-Nisâ, 4/59) ayet-i kerimesinde geçen Ulû'l-Emr'i âlimler, fâkihler diye tefsir etmiştir Sonraki dönemlerde İslâm ümmetinin manevi dinamiğini âlimler, İslâm hukukçuları belirlemiş, insanlar onların çevresinde toplanmıştır (İbn Kesir, Tefsiru'l Kur'an'il-Azîm, II, 303) Büyük günah (Kebâir) işleyenlerin âkibeti ve kader meselesinde bazı yeni görüşler ileri süren, Vâsil b Ata'yı meclisinden "kovmuş", haricilerin büyük günah işlediler iddiasıyle bazı sahâbîleri tekfir etmesini, bir nifak alameti saymış ve Gulât-ı Şia'yı (hulefâ-ı râşidine söven aşırı grup) reddetmiştir Sahâbilerin fitne çıkmadan önceki haline uyan, fitneler çıktıktan, müslümanlar fırkalara ayrıldıktan sonra da, sahabîlerin çoğunluğunun tutumunu benimseyen topluluk, kendilerini diğer bid'at fırkalarından ayırmak için, zaman zaman ehl-i sünnet, ehlü'l-hakk, "ehlu's-sünne ve'l-İstikâme, ehlu'l-hadis, ehlu'l-cemaâ, ehlu'l-hadis ve's-sünne ve ehlu's-sünne ve'l-cemaâ isimlerini kullanmışlardır Ehlu's-Sünne terimini ilk kullanan, Muhammed b Sirın (ö110/728), "ehlu'l-hakk ve'l-cemâ'a" terimini ise, ilk defa kullanan Ebu'l-Leys es-Semerkandi (ö373/898)'dir Terim hicrî II asır başlarından itibaren "ehlu'l-hakk ve'l-istikâme" "ehlu's-sünne ve'n-nakl", "ashabu'l-hadis" şekillerinde kullanılmıştır Bu topluluk hakikatte bir fırka değil, Hz Peygamber (sas)'in ve ashabının yolunu takib eden ekseriyettir Sonraki dönemlerde bu isimler içerisinde diğerlerindeki ortak noktalan da toplaması açısından "ehlu's-sünne ve'l-cema'ât" ismi yaygınlaşmış ve kabul edilmiştir Bu kullanışa yakın bir ifadeyi Ahmed b Hanbel (241/855) "Ehlu's-sünne ve'l-cemâ'a ve'l-âsâr" şeklinde kullanmıştır (İbn Ebı Ya'la, Tabakatu'l-Hanâbile, Kahire 1952, I, 31) "Ehlu's-sünne ve'l-cemâ'â" şeklindeki ifade tarzına da elimizde bulunan eserlerden Ebûl-Leys es-Semerkandî (373/898)'nin "Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber" isimli eserinde rastlanmaktadır "Ehlu's-sünne", dinde bid'atlerin ve çeşitli fikirlerin ortaya çıkmasından sonra sünnetin savunulması ve Ümmetin bütünlüğünün korunması hareketi olarak ortaya çıkmıştır Ehlu's-sünne, bid'at fırkalarına karşı bir tepki, onların dindeki yerini belirleme onların ortaya attığı meselelerin dini cevaplarını tesbit etme ve bid'ata karşı islâm cemaâtının tavır alma hareketidir Hz Peygamber (sas) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: "Yahudıler yetmişbir fırkaya, Hristiyanlar yetmişiki fırkaya ayrılmıştır Benim ümmetim ise yetmişüç fırkaya ayrılacaktır Bütün hepsi cehennemliktir Ancak bir fırka kurtulur O da cemaâttır" (Ebû Dâvûd, Sünne, I; Tirmizî İman, 18; İbn Mace, Fiten, 17; Ahmed b Hanbel, 11, 332, 111, 145; Hakim, Müstedrek, IV,430) Hâkim bu hadis için Sahihaynın şartlarına uygun bir hadistir der Bu hadisi Hz Peygamber (sas)'den on sahabı rivâyet etmiştir Hz Ebû Bekr, Hz Ömer (ranhum), müslümanların böyle gruplara ayrılacağını haber vermiştir (Bağdadı, el-Fark, s89) Bu hadiste bildirildiği gibi müslümanlar fırkalara ayrılmıştır Hz Peygamber (sas) din hususunda sonradan ortaya çıkan şeylerden ümmetini sakındırmış, bunların bid'at olduğunu her bid'atın da insanı cehenneme sürükleyeceğini haber vermiştir (Ebû Dâvûd, sünne, 5) Bidatın din hususunda ashâb-ı kirâm ile tabiilerin yapmadığı ve şer'î delîlin gerektirmediği, sonradan ortaya çıkarılmış şeylerdir Ehl-i sünnet akîdelerine aykırı itikatta bulunan ve fakat ehl-i kıble olan kimseye de "bid'atçı" denir Bunlar, Cebriye, Kaderiye, Rafıziler, Haricîler, Muattıla (Mu'tezile) ve Müşebbihedir Bunların her biri oniki gruba ayrılmıştır Toplam yetmişiki fırkadır (Seyyid Œerif Cürcânî, et-Ta'rifât, s40 43) Bid'at; Peygamber (sas)'den nakli meşhur olan şeyin aksini itikad etmektir Fakat bu, inad sebebiyle değil, bir nevî şüphe ile olduğu ve bir delile dayandığı zaman bid'at kabul edilir Bizim kıblemize dönenlerden hiç biri, bid'at sebebiyle tekfir edilemez Şayet yaptıkları bu inkâr, bir tevil ve şüphe neticesi ise tekfir edilmezler Fakat bid'atçı, asla şüphe götürmeyen katî delillere karşı inad ederek bid'ata inanırsa dinden çıkar Mesela: Haşrı (ba's) veya kâinatın sonradan yaratıldığını kâbul etmemek gibi Şüphe ile tevile kalkışanın şüphesi fâsid bile olsa, onun küfürle suçlanmasına engeldir Meselâ: Allah Tealâ'yı görmenin mümkün olmadığını söyleyenlerin "O azamet ve Celâl'inden dolayı görülmez" demeleri gibi Bizim kıblemize dönenlerin hiçbiri, bir şüpheye dayanan bir bid'âttan dolayı tekfir edilemezler Ancak zarûriyât-ı diniyeden kabul edilen dini katı hükümlerden birinin inkâr edilmesi, hilâfsız küfürdür Meselâ: Bu âlemin sonradan meydana getirildiğine ve cesedlerin haşr edileceğine (ba's-ı cismânı) inanmayan kimse de dinden çıkar Hz Ebû Bekr ve Ömer (ranhum)'in hilâfetlerini inkâr eden ve onlara söven kimse, bu yaptığını bir şüpheye binâen yapsa dinden çıkmaz Hz Ali (ra)'ın Allah olduğunu ve Cibril'in hata ettiğini iddia edenler, dini çizginin dışına çıkar Çünkü bu bir şüphe ve içtihaddan dolayı değil, sırf hevâ ve heveslerinden dolayı bir inkâr niteliğindedir Bid'atlardan sayılan Allah'ın sıfatlarının zâtı üzerinde zâid manalar olduğunu kabul etmeyen, kabir azabını, şefaati, büyük günah işleyenin cehennemden çıkacağını ve Allah'ı görmeyi inkâr eden Mu'tezile tâifesi gibi câhil bid'atçılar tekfir edilemese de sapıklıkta sayılırlar Çünkü Kur'an ve sahih sünnetin bu konudaki delilleri açıktır Çünkü ehl-i kıble tekfir edilmemiştir Diğer yandan onların şâhidliklerinin kabul edileceğine dair icmâ vâki olmuştur Halbuki bir kâfirin müslüman aleyhine şahidliği geçerli değildir Günahı mübah saymanın küfür olması meselesi ise, şöyle açıklanmıştır: Şayet inaddan dolayı ve delilsiz ise küfürdür Şer'i delilden dolayı inkâr ise, ma'zur değildir Kullarının kalblerini en iyi Allah bilir (İbn Abidin, Reddu'l-Muhtar, 1, 560, 561) İtikâdı konulardaki inancımız kesin delil ve naslarla tesbit edildiği için, itikad şüphe ve tereddüd mahalli değildir Fıkhi bir mezhebe taraftar olanlar bilmeli ki, bir konuda müctehid hatalı veya isabetli, bir diğer konuda bir başka müctehid hatalı veya isabetli olabilir Fakat itikadi meselelerde bu hüküm geçerli değildir Bid'atçi da haklı olabilir, biz de haklı olabiliriz denilemez İbn Abidin bu konuyu şöyle açıklar: İtikadımızdan murad, hiçbir kimseyi taklid etmeksizin her mükellefe inanılması vacip olan meselelerdir Bizim itikadımız, ehlü's-sünne ve'l-cemaât mezhebidir Ehlü's-sünnet; Selefiler, Eş'arîlerle Mâtûridîlerdir Bu iki fırka itikadda genellikle bir gibidirler Sayılı meselelerde, aralarında küçük farklar vardır Bazıları, aralarındaki ihtilâfın genellikle lâfzı olduğunu söylemişlerdir Hasımlarımızdan maksat, itikatları küfre varan bid'atçılarla, küfre varmayanlardır Küfre varan bid'adlara örnek: Âlemin kadim olduğunun iddia edilmesi, Peygamberin bi'setinin inkârı gibi Küfre varmayan bid'atlara örnek: Kur'an'ın mahlûk olduğunu ve Allah'u Teâlâ'nın kulları için kötülüğü irade etmediğinin iddia edilmesi gibi (İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtar, 1, 48, 49,) Rafızilere ve bid'at ehline benzememeye çalışmak ve onlara muhalefet etmek gerekir Bid'at ehline benzemek câiz değildir Ancak onlara teşebbüh kasdıyla yapılan benzemek ve onların kötü hallerini taklid etmek uygun değildir (İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtar, V, 472) Bid'atçılar hakkında ki bu genel hükümlerin açıklanmasından sonra; ilk bid'at fırkalarının ortaya çıkışını ele alabiliriz: İlk çıkışları Hz Ali (ra)'ın hilâfeti dönemindedir Şehristâni (549/1154) İslâmi fırkaları; Kaderiyye, Sıfatiyye, Hâriciyye, ve Şiâ olarak dört ana gruba ayırmış, yetmişüç fırkanın bunlardan yayıldığını belirtmiştir (Şehristânî, age, 1, 15) İbn Hazm ise, (ö457/1065),İslâmi mezhepleri: Ehl-i sünnet ve cemaat, Mu'tezile, Mürcie, Şîâ ve Hariciler olarak beş grupta toplamış, bunlardan ehl-i sünnet'i hak ehli", onun dışındakileri ise, bâtıl ehli" olarak belirttikten sonra, ehl-i sünnet'i, sahabe ve tabiînin seçkinleri, ehl-i hadis ile onlara uyanlar olarak tarif etmiştir (İbn Hazm, el-Fısal, II, 113) Hz Ali (ra)'ın hilâfeti döneminde ortaya çıkan bid'at fırkalarının ilki olan Hâriciler başlangıçta bir siyâsi fırka olarak ortaya çıkmıştır Şîâ ise, bir Yahûdi olan, Yemenli İbn Sebe'nin tahriki ile, Hz Ali taraftarlığı iddiasıyla ortaya çıkmıştır Şîa'nın ilk ortaya çıkışında şüphesiz ki, Abdullah İbn Sebe'nin etkisi inkâr edilemez İbn Sebe' Yemenli bir yahudidir İslâm'ı içten tahrip etmek için Yemen yahudilerinin planı gereği müslüman gözükerek, yahudi ve mecûsî kültüründen aktardığı sapık görüşleri İslâm'a sokmaya çalışmıştır Velâyet, vesâyet, ric'at, ilâhı hak kavramlarını ilk defa İslâm'a sokan bu şahıstır Şîâ âlimleri de, İbn Sebe'nin yaptığı bu tahribatı kabul ederler Önde gelen Şiâ ulemâsından en-Nevbahtî bunlar arasındadır Bütün bu gelişmeler konusunda hicrî ikinci yüzyıldan itibaren İslâm ülkelerinde yaygın hale gelen siyâsi, dinî, itikâdı ve fıkhı görüşler arasında Hz Peygamberin ve ashabının yolunu savunmak için ortaya çıkan imamlar, ehl-i sünnet akîdesini sistemleştirmişler, ehl-i bid'ate karşı mücadele etmişlerdir Hasanü'l-Basrî (110/128) Bu hareketi sistemleştirenlerin ilki sayılmaktadır Ehl-i sünnet akîdesinin esaslarını ortaya koyması yönüyle İmam-ı Azam Ebû Hanife'yi de bu ekolün öncülerinden saymak gerekir Ehl-i sünnet ve'l-cemaât'in selefilerden farklı metotlarıyla tanınan Ebû Mansur-el-Mâturîdî (ö333) ve Ebu'l-Hasan el-Eş'arî (ö324), sünnetin izleyicisi düşüncenin olgunlaşmasında özel role sahiptirler İslâmî fırkaların ortaya çıkmasında siyâsi ve sosyal sartların da rolü olmuştur Tarihin belli dönemlerinde, Sünnilik, Şîa ve Mu'tezile biribirlerine üstünlük sağlamışlar, zaman zaman sırayla devletin resmi mezhebi olmuşlardır Bu rekabet, mezhep taassuplarına, düşmanlık ve çatışmalara sebep olmuştur Ehl-i sünnet âlimleri arasında, zamanla bazı görüş ayrılıkları olmuştur Ancak hepsinin de dayandığı temel; Kitap, Sünnet ve bu iki kaynağa uygun olan sarih ve sahih akıldır Aralarındaki bazı farklı görüşler esasa taalluk etmeyen ve teferruat sayılan konularda görülmüştür Bu ihtilâfların çoğu, lâfzîdir Ehl-i sünnet, önceleri; ehl-i sünnet-i hassa olarak bilinirdi Daha sonraları Ehl-i Sünnet-i âmme adıyla şöhret buldu Gerçek şu ki; Kur'an ve sünnette yer verilmeyen, ashâb ve tâbiînin de üzerinde görüş beyan etmedikleri meselelere dalmayıp, dinî nasları yorumlamadan onları olduğu gibi alanlara, Ehl-i sünnet-i hassa, ehl-i tevhid veya Selefiyye denildi Hakkında nass, Sahabe ve tâbiînin görüşü bulunmayan bazı itikâdı meseleleri de yeni bir metodla inceleyerek, gerektikçe akli yorum ve te'vile gidenlere ise ehl-i sünneti âmme adı verildi Eş'âriyye ve Mâtûridîyye gibi (İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlmî Kelâm, s97) Ehl-i Sünnet âlimleri; Başta İmam Eş'ârî, İmam Mâturîdî olmak üzere, İmam Gazâlı, Fahriddün er-Râzı, Sadeddin Taftazanî, Seyyid Ali el-Cürcânî ve İbn Teymiye, ehl-i sünnet akîdesini aklı ve naklî delillerle güçlendirmişler, başta Mu'tezile ve diğer bid'at ehl-i mezhep ve fırkalarla mücadele etmişler, onların Kitap ve sünnete aykırı, görüşlerini reddetmişler, Aristo ve O'nun gibi düşünen Yunan ve Müslüman filozofların sapık, mesnedsiz ve batıl fikirlerini çürütmüşlerdir Kısaca ehl-i sünnet: Selefiyye ve Mâtûridîyye ve Eş'âriyye olarak metod bakımından üçe ayrılmaktadır Yukarıda da işaret edildiği gibi selefiyye, yorum ve teşbihe kaçmadan nasları olduğu gibi kabul edenlerin mezhebidir Meselâ İmam Malik: "Şüphesiz ki Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra da Arş üzerinde istivâ etti" (el-A'râf, 7/154) âyetinin tefsirinde: "İstivâ malumdur, keyfiyyeti ise meçhuldür Bu konuda soru sormak bid'attır" demiş, teşbih ve te'vile gitmemiştir (Kurtubî, Tefsir, V11,217-218) İmam Mâturîdî ve Eş'arî'nin temsil ettiği ehl-i sünnet-i âmme ise, Cenab-ı Hakkı mahlukata benzetmekten tenzih gayesiyle müteşâbih nassları te'vil etmişlerdir Arş üzerinde istiva etti sözünü "Arşda hükümran oldu" Allah'ın eli sözünü Allah'ın kudreti ve rahmeti olarak te'vil etmeleri gibi Maturidîler ile Eş'ariler arasında da bazı lâfzi ihtilâflar vardır Bu ihtilâfları onüçten elliye kadar çıkaranlar olmuştur (Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi, 146) Öte yandan mezhepler, siyâsi fıkhı ve itikâdı olarak birçok meselede biribirleriyle bağlantılıdırlar Aynı mezhep içinde birçok farklı eğilimler bulunabilmektedir Meselâ; Fıkhi, ameli konularda Sünnîlerin önemli bir kısmı, Hanefi'dir Hanefilerin büyük çoğunluğu itikâdı konularda Mâtûridî'dirler Ehl-i Sünnetten Şafîi ve Maliki olanların çoğu itikatta Eş'âri, Hanbeliler ise genelde Selefîdirler Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfii, Ahmed b Hanbel, Mâtûridî, Eş'âri, Ebû Bekr el-Bakıllânı, Abdulkâdir el-Bağdâdi, İmamu'l-Harameyn el-Cüveyni, İmam Gazzâli, Fahreddin er-Râzî ve Nasıruddin el-Beyzâvi gibi âlimler, ehl-i sünnetin önde gelen simâlarıdır İbni Teymiyye ile İbnü'l-Kayyim el-Cevaziyye gibi selef mesleğini tercih eden bazı âlimler son asırlarda, Selefiyye diye bilinen Ehl-i Sünnet-i Hassâ mezhebini ihya ve neşre çalışmışlardır İslâm âleminin büyük çoğunluğu itikadda Eş'âri veya Mâtûridî diye şöhret bulan ehl-i sünnet-i Âmme mezhebi üzeredirler Abdulkâdir el-Bağdâdi'ye göre, ehli sünnet sekiz zümreden meydana gelmektedir: 1- Ehl-i bid'atın hatalarına düşmeyen kelâm âlimleri, 2- Sevri, Evzâî, Dâvûd ez-Zahiri dahil büyük müctehid fakihler ve mensupları, 3- Muhaddisler, 4- Ehl-i bid'ate meyletmeyen sarf,Nahv, lugat ve edebiyat âlimleri, 5- Ehl-i sünnet görüşüne sadık kalan kıraat imamları ve müfessirler, 6- Müteşerrî Sufiyye, yani şeriate bağlı tasavvuf ehli, 7- Ehl-i sünnet yolundan ayrılmayan müslüman mücahidler, 8- Ehl-i sünnet akîdesinin yayıldığı memleket ahalisi (el-Bağdâdı, el-Fark beynel-Fırak, s313-318; Bekir Topaloğlu, age, s109-110) İslâm dünyasının büyük bir çoğunluğunu oluşturan Sünnîlik sadece bir isim, sıfat veya mezhep değil, bütünüyle bir yaşam tarzıdır ki, tamamen Kitap ve Sünnete uygun olarak İslâm'ın hayata tatbikidir İtikadda orta yol, ehl-i sünnetin yoludur Ümmet-i Muhammed (sas)'in ana özelliği, itidaldir Cenab-ı Hak, bunu şu şekilde belirtiyor: "İşte böylece biz, sizi orta (dengeli) bir ümmet yaptık" (el-Bakara: 2/143) Câbir b Abdullah'tan gelen sahih bir rivâyete göre, Hz Peygamber, toprağa düz bir çizgi çizdi ve bu çizginin üstüne elini koyup, şöyle buyurdu: "İşte bu, Allah'ın yoludur" Daha sonra o çizginin sağına ve soluna da çizgiler çizdi "Bunlar da değişik tefrika yollarıdır Herbirinin basında ona çağıran bir şeytan vardır" dedi Bilahare şu âyeti okudu: "Bu benim dosdoğru yolumdur Öyleyse ona uyun Sizi o'nun yolundan ayıracak başka yollara uymayın" (en-En'âm, 6/153) (İbn Mâce, Mukaddime, 2; Dârimî, Mukaddime, 23; Ahmed b Hanbel, Müsned, 1/435) Hz Peygamber (sas) burada dinde sağa sola sapmalara işaret etmiş, doğru yolun ortadaki ehl-i sünnet yolu olduğunu belirtmiştir İmam Tahâvî, ehl-i sünnet yolunu şöyle özetlemektedir: Bu din, ifratla tefritin ortası, teşbihle ta'tilin ortası, cebr ile kaderciliğin ortası, ümitsizlikle aşırı güvenin ortası, korku ile ümidin ortası bir yoldur İşte dinimiz, zâhiren ve bâtınen budur Tefrika görüşlerden, merdûd mezheplerden, müşebbihe, mûtezile, cehmiyye, cebriyye, kaderiyye vs gibi ehl-i sünnet ve'l cemaat'e muhalefet eden, dalâlete sapan mezheplerin görüşleri ehl-i sünnet âlimlerince incelenmiş ve delillere dayanan ikna edici cevaplar verilmiştir (Tahâvi, Şerhû akiteti't- Tahaviyye, 586-588) |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #230 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükEHL-İ TERTİB Tertibe uyan kimseler, tertip ehli düzen ehli Tertibin sözlük anlamı; tanzim etmek, dizmek, sıralamak ve düzene koymak, tedârik edip hazır hale getirmek, bir şeyi bir yere sâbit ve dâîmî kılmak, mertebelere göre davranmak, hile ve aldatmak Hedeflenen bir neticenin meydana gelmesi için lâzım olan sebeplerin sıralarına göre tanzim edilmesi, bir neticeye varmak için sırasına riâyet edilmesi gereken sebepler de, tertibin tanımına girmektedir Ehl-i tertib, yukarda anılan fiilleri yapan kimselere, yani tertibe riâyet edenlere verilen isimdir Ancak asıl mevzu, bu terimin ıstılâhî yönüdür Istılah olarak "ehl-i tertîb", farz olan beş vakit namazı, ara vermeden vaktinde ve muntazam olarak kıtanlar hakkında kullanılan bir tâbirdir Bu duruma göre, üzerinde beş vakitten az veya en çok beş vakit kaza namazı olan kimse "ehl-i tertîb" sayılır Üzerindeki kaza namazı altı vakti bulan kimse "ehl-i tertîb" olmaktan çıkar Hanefi mezhebine göre, "ehl-i tertîb" sayılan bir kimsenin, kazaya kalmış namazları arasında ve kazâ namazıyla vakit namazları arasında tertîbe riâyet etmesi gerekir Kaza namazını kılmadan vakit namazını kılması câiz değildir Aynı şekilde öğlenin kazaya kalmış namazını, sabahın kazaya kalmış namazından önce kılması da doğru olmaz Üzerinde altı vakitten az kazâ namazı bulunan kimse, vaktin farzını edâ ederken bunu hatırlarsa, kılmış olduğu vakit namazı geçici olarak bozulmuş olur İkinci, üçüncü, dördüncü ve beşinci vakit namazlarını da bu şekilde, kaza namazlarını hatırladığı halde kılar ve hiç birini iâde etmezse, beşinci vakti kılmakla bütün namazları sahih olur Çünkü namazdaki bozulma mevkûfen -geçici- duruyordu Beşinci vakte kadar böyle mevkûf olarak bulundurulur ve beşinci vaktin farzı kılınırsa hepsi de sahih olmuş olur Beşinci vakti kılmadan kaza namazını kılacak olsa, bundan önce kılmış olduğu dört vakit namazı nâfileye dönüşür, böylece tümünü kazâ etmesi gerekir Tertib, şu üç husustan dolayı bozulur: 1- Kazaya kalan namazlar beş vakti aşarsa, 2- Vakit, ancak hazır namazı kılacak kadar daralırsa, 3- Vakit namazı edâ edilirken kazâ namazı unutulursa Üzerindeki kaza namazları sayısını beş veya beşten daha aşağı bir sayıya indiren kimse, bir görüşe göre tekrar "ehl-i tertîb"den sayılır (Merginânî, el-Hidâye, 1 cüz, bâbü kadâi'l-fevâit; Ö Nasuhi Bilmen, Büyüt İslâm İlmihali, Celal Yıldırım, Büyük İlmihal, kaza namazlarında tertib |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #231 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükEHLİYET İnsanın leh ve aleyhindeki haklara sahip olabilmesi, teklife muhâtap olma hâli Lügatta ehliyet; lâyık ve yeterli olmak demektir Ayrıca; iktidar, liyâkat, istihkak, mahâret ve mensubiyet mânâlarına da kullanılır Arapça "ehl" kelimesinden türemiş bir isim olan ehliyet, usûl-u fıkıhta akid ve tasarruflarda hüküm bahsinde bir ıstılah olarak kullanılır Sıhhat ve bâtıl olma durumlarındaki bütün fiil ve tasarruflarda mükelleflerin ehliyeti önem kazanır Istılahta ehliyet; "insanın kendisine hüküm taalluk edecek bir durumda olması" seklinde târif edilmektedir (Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1986, I, 178) Ehliyet, şahısların akıl ve beden bakımından tedricî gelişmelerine bağlı bir vasıftır Bu gelişme ile şahıs önce lehinde sonra aleyhinde hakların sübûtuna, sonra bazı muâmele ve tasarruflarının sıhhatine ve sonra da hukukun gereklerini ihlâlden sorumluluk, taahhüt ve bağlantıları sebebiyle borçlanma hususlarına tedricen ehil hâle gelir Hukuk ıstılahında ehliyet ikiye ayrılır: Vücûb ehliyeti, edâ ehliyeti Vücûb ehliyeti: İnsanın leh ve aleyhine olan meşrû' hakların şahıs hakkında sübûtu, hak ve vecibelere yetkisidir Başka bir deyimle şahsın borçlandırma ve borçlanma yetkisidir (Abdülkerim Zeydan, İslam Hukukuna Giriş, Çev: Ali şafak, İstanbul 1976, 455; H Karaman, age" s179) Vücûb ehliyeti zimmetle yüklenme ve mükellef olma durumu ile olur Zimmet, insanın leh ve aleyhinde birtakım hak ve vazifelerinin vücûbunu gerektiren şer'î vasfıdır (H Karaman, Fıkıh Usulü, İstanbul 1964, 168) Zimmet, ahd ve taahhüddür İslâm ülkesinde oturan gayr-i müslimlere "ehlü'z-zimme", "ehlü'l-ahd " denilir Ahdi bozmak kınamayı gerektirdiği için bunlara zimmet denmiştir Vücub ehliyetinin dayanağı insanlık sıfatıdır, haklardan yararlanmak sağ olan herkes için sabittir; yaş, akıl ve rüşd ile alakalı olmayıp, her insan için bir haktır İtibân bir durum olan zimmet, buna sahip olan kişinin mal varlığıyla bağlı kalmaksızın sınırsız bir genişliğe sahiptir Bu sebeple kişinin gücüne, servetine, tasarrufunun sıhhatine bakılmaksızın bütün borçlanmaları sahih kabul edilmiştir Edâ ehliyeti: Hukuk bakımından mûteber olması akla bağlı olan işleri şahsın bizzat yapma salâhiyet ve ehliyetidir (H Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, 180) Bu, temyiz çağında eksik olarak baslar, büluğ ve rüşd ile tamamlanır Şahıs reşid olduktan sonra her hak ve borcun sahibi, taşıyıcısı ve âmili olma ehliyetini kazanır Yani edâ ehliyetinin esâsi temyiz ve akıldır Temyiz, akidler meydana getiren sözlerin manalarını, hüküm ve sonuçlarını, çok veya az aldatma ve aldatılmayı bilmektir Kişi yedi yaşında akıl ve temyiz kudreti kazanır Vücûb, haklardan yararlanma ehliyeti; edâ, hakları kullanma ehliyeti olarak insanın doğumundan ölümüne kadar tâm yahut eksik olur Ehliyetlere göre insanların hukukî neticeler doğuran fiilleri iki kısma ayrılır: Fâilde aklın varlığına bakılmaksızın neticenin sırf maddî fiile bağlı bulunduğu hukukî fiiller ile hukukî neticelerinin husulü fiilinin akıl ve anlayış sahibi olmasına bağlı olan fiiller Bütün akitler, kavlı ve fiilî medenî tasarruflar bu kabildendir Namaz, oruç, hacc gibi ibadetler de bu ikinci türe girer Edâ ehliyetine giren fiiller de ikiye ayrılır: Tam edâ ehliyetini gerektiren hibe, vakıf vb fiiller ve eksik edâ ehliyetinin mûteber olmalarına yeterli geldiği fiiller Bazı akit ve tasarruflar ve bazı ibadetler böyledir Dolayısıyla insanın ehliyeti ana rahmine düşmesiyle başlar, temyiz, büluğ, rüşd devrelerince değişir, tamamlanır Ehliyetin değişme ve gelişmelerinin beş ana merhalesi tesbit edilmiş ve sözkonusu ehliyetler de bunlara bağlanmıştır Bu devreler cenin, çocukluk, temyiz, büluğ, rüşd cağlarıdır Cenin Devresi: Ana rahmine düşmesinden doğuma kadar çocuğa cenin denir ve onun vücûb ehliyeti noksan sayılır Bunun bu devrede edâ ehliyeti yoktur İctihadlarla cenin için dört hakkın sübûtunda görüş birliği vardır: Neseb, miras, vasiyyet, vakıf Sağ olarak dünyaya geldiği takdirde bunlara fiilen sahip olur Ahmed b Hanbel'e göre cenin mirasçısı olduğu kimsenin vefâtı anından itibaren miras hakkına sahip olur Çocukluk Devresi: Doğumdan temyize kadar olan çağdır Temyiz, şahısta basit de olsa bir şuur ve anlayışın başlamasıdır ve bu dereceye gelmemiş çocuğa gayr-i mümeyyiz denir Bu devrede edâ ehliyeti bulunmaz, vücûb ehliyeti de iki yönüyle yani lehinde ve aleyhinde olarak sâbit olur Ancak onun bedenî cezâ ehliyeti bulunmaz Çocuk, cinâî fiillerde aleyhine tazminatı yüklense de, alışveriş, teslim, vb medenî fiillerinde mûteber addedilmemiştir: "Hacr, fiiller için değil, kaviller içindir' şeklinde formüle edilmiştir Temyiz Devresi: Temyizden büluğa kadar olan devredir Mümeyyiz, iyi ile kötüyü ayırdedebilen kişidir Fukâha, yedi yaşını başlangıç olarak kabul etmiştir Mümeyyizin dinî edâ ehliyeti başlar, medenî edâ ehliyeti eksiktir; tamamen zararına olan tasarrufları sahih değildir, menfaatine olan tasarrufları sahihtir; iki duruma da ihtimali olan tasarruflarda kanunî mümessilinin izin ve muvâfakati geçerlidir Muvâfakata kadar tasarruf sahihtir fakat mevkuf sayılır; izin verilmemiş olanlar hacr altındadır, bunlara mahcur denir; izin verilmiş olanlara me'zun denir Büluğ Devresi: Ergenlik ile birlikte çocuk, bütün mükellefiyetleri yüklenir Ergenliğin asgari haddi kızlarda dokuz, erkeklerde oniki yaştır Bu biyolojik gelişmenin objektif ve açık belirtisinin âzamı sınırı da, Ebû Hanife'ye göre kızlarda onyedi, erkeklerde onsekiz yaştır (H Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, 186) Tercih edilen görüş diğer müctehidlerinkidir; bu, her iki cinste de onbeş yaştır Büluğun asgarî ve âzamı hadleri arasındaki kişiye mürâhik denir Fiilen büluğ; kızın ay hali, hamilelik; erkeğin ise ihtilâmıdır Bâliğ, iman, ibadet, sosyal ve hukukî bütün vecîbeleri yüklenir Rüşd Devresi: Reşid, malını koruma konusunda boş yere tüketmek, saçıp savurmaktan uzak olan kimsedir Zıddı sefihtir Kişi şer'î ve cezaî mükellefiyete ehil olâbilir fakat malı tasarrufları bakımdan reşid olmayâbilir Rüşd, büluğ demek değildir; ondan önce ve sonra da olabileceği gibi büluğlâ da olabilir Kişi sadece büluğa erince değil, reşid olunca edâ ehliyetini bütünüyle kazanmış olur, üzerinden vesâyet kalkar, veliye ihtiyacı kalmaz, malında tasarruf hakkı doğar, mallarını teslim alır (bk en-Nisa, 4/5) Rüşd yasının tesbiti ulu'l-emre bırakmıştır Ebû Hanife'ye göre, büluğa eren şahıs sefîh ve müsrif de olsa tasarruf hürriyetine kavuşur ancak malı tedbir açısından reşid oluncaya kadar veya yirmibeş yaşına kadar alıkonur Diğer fukahâ ise, reşid olmadan büluğa eren şahsın mahcuriyeti devam eder ve rüşdü beklenir demiştir Ehliyetin Arızaları: Ehliyetleri tamamen ortadan kaldırarak veya değiştirerek tesir eden arızalar, ehliyete müessir haller bulunmaktadır Arızalar, semâvî ve müktesebe şeklinde ikiye ayrılır Semâvî Arızalar: Şahsın irâdesi dışında olanlardır Akıl hastalığı (cünun), bunama (ateh), bayılma (iğma), uyku (nevm), ölümle sonuçlanan hastalık (Maradu'l-Mevt), kölelik (rıkk), küçüklük (sığar), unutma (nisyan), ölüm (mevt), ay hali (hayız), lohusalık (nifas) Mükteseb Arızalar: İrâdîdir, ihtiyârîdir Sarhoşluk (sekr), sefâhet (sefeh), yolculuk (sefer), bilmemek (cehl), yanılmak (hatâ) gayr-i ciddîdavranmak (hezl) Ancak bunlardan küçüklük, unutma, ölüm, ay hali, lohusalık, cehl, yanılma ve hezl mutlak anlamda bir eksiklik değildir Semâvî ve müktesebe arızalar vücûb ehliyetini kaldırmamakta, edâ ehliyeti açısından birtakım özel durumları ortaya çıkarmaktadır Bazısı edâ ehliyetini tamamen kaldırır; akıl hastalığı gibi Bazısı daraltır; ölüm hastalığı gibi Edâ ehliyetini ortadan kaldıran arıza, şahsı çocukluk çağına döndürmüş olur, daraltan arıza da temyiz çağına indirmiş sayılır Delilik: Deliden bütün ibadetler düşer Arıza yirmidört saati geçerse namaz, bir ayı geçerse oruç, bir yılı geçerse hacc düşer Gelip geçici deliliklerde tasarruflar mûteberdir Delilik, hacr sebeplerinden biridir Bunama: İdrak ve temyiz kudreti kalmamış bunak, deli gibidir; vücûb ehliyeti vardır, edâ ehliyeti bulunmaz İdrak ve temyiz kudreti olsa da akıllılarınki gibi tam olmayan bunak, mümeyyiz çocuk gibidir; edâ ehliyeti eksik sayılır, ibadetlerini yerine getirip getirmemesi bir şey değiştirmez, kul haklarıyla sorumludur Borçlandığı takdirde velisi borçlarını ödemekle yükümlüdür Sarhoşluk: Bazı âlimler sarhoştan edâ ehliyetinin düştüğünü, bir kısmı da sarhoşun tasarruflarını mûteber kabul ederler Ancak mübah sarhoşlukla tedâvi için ilaç almak gibi durumlarda hüküm baygınların durumu gibidir; bunların beyânı sahih değildir, kanunî hüküm işlemez, tasarruflar meydana gelmez İhtilâf, haram olan sarhoşluktadır Zâhirîler, Câferîler, Tahâvî, Kerhî, Ebû Yûsuf, Züfer, İbnu'l-Kayyım, Leys ve bir görüşünde Ahmed b Hanbel haram yolla sarhoş olan kişinin hiçbir sözünü mûteber saymazlar (Abdülkerim Zeydan, age, 483) Genelde Hanefi mezhebi, Mâlikîler, Şâfiîler ise sarhoşun sözlerini ve hukukî neticelerin kabul eder, sözlü tasarruflarını mûteber sayar Uyku: Geçici, ve doğal bir arızadır Edâ ehliyetini kaldırır, ibadetleri düşürmez fakat edâ vaktini geciktirir Uyanınca kaza vacibdir, uyuyanın sözleri mûteber değildir Bayılma: Doğal olmayan bir arıza dır, sahibinin sözleri geçersizdir, uzarsa namaz düşer, oruç ve zekatı düşürmez Sefeh: Hafiflik denen sefâhet, bir çeşit irade zayıflığıdır; insanı akıl ve dinin gerektirdiğinden başka türlü davranmaya sevkeder Malını yerli yersiz tüketen, harcamalarında haddi asan ve servetini israf eden kişiye sefih denir Vücûb ve edâ ehliyeti olmasına rağmen sefih olarak ergenlik çağına gelen kişiye reşid oluncaya kadar mallarının verilmeyeceğinde ittifak vardır (Bk en-Nisâ, 4/5-6); Ebû Hanife ergenlikten sonra sefih olanın tasarruflarını geçerli kabul eder Ebû Yûsuf ile İmam Muhammed ise onun hacr altına alınmasını savunurlar Unutkanlık: Böyle kişilerin vücub ve edâ ehliyetleri sahihtir Kul haklarında özür olamaz; Allah haklarında ise unutma özürdür Zira Hz Peygamber: "Ümmetimden unutma ve yanılmanın hükmü kaldırılmıştır" buyurmaktadır (Suyûtî, Câmiu's-Sağır, Harfü'r-Râ) Diğer bir görüşe göre, unutanın işlediği fiile hüküm terettüb eder, ancak iki şartı vardır: Unutana üzerinde bulunduğu işi hatırlatacak bir durumun olması ve unutarak işlediği fiile onu sevkeden bir şeyin bulunmaması Namazda unutarak konuşmak namazı bozar Bu iki şarttan biri olmazsa unutma halinde işlenen fiilin hükmü olmaz (Unutarak oruç sırasında yemek gibi) Küçüklük: Küçüğün bütün işlerini velisi idare eder Hayz ve Nifâs: Bu iki durum vücûb ve edâ ehliyetini düşürmez Hayızlı veya Nifaslı kadınlar oruç ve namaza temizlendikten sonra devam ederler Ancak bu dönemde Ramazan orucu geçirilmişse temizlendikten sonra kaza orucu tutarlar Hastalık: Ehliyeti yok etmez, bütün akitleri mûteberdir İbadetler imkâna göre olur Eğer hastalık ölümle sonuçlanırsa hasta başlangıçtan ölüme kadar mahcur sayılır Varise vasiyet mûteber değildir Ölüm: Sorumluluk gerektiren bütün hükümler düşer Fıtır sadakası, nafaka borcu gibi vazifeleri eğer vasiyyet etmemişse düşer, etmişse malının üçte birini geçmemek üzere harcanır Zimmetinde olan borçlar, bir mal veya kefil bırakmamışsa düşer Aynı hakları, vedialar, emânetler, gasbettiği mallar vs sahiplerine verilir Ölünün kendi ihtiyacından dolayı meşrû kılınan hakları düşmez, çünkü meyyit de bir mahluktur ama acz içindedir, bu yüzden techiz, tekfin ve defni için gerekli masraflar borcundan öne alınarak ifâ edilir Daha sonra sırasıyla, önce borçları ödenir, vasiyetleri yerine getirilir, kalan malları varislere taksim edilir Ölünün kısas hakkı varsa, bu veliye kalmıştır; dilerse affeder, dilerse kısasın uygulanmasını ister, dilerse kan diyeti alır Cehl: Kişinin bilmesi gereken şeyi bilmemesi demektir Bilmemek basit bir cehalet, bilmediği halde bildiğini iddia etmek ise mürekkeb cehâlettir Allah'ı, birliğini, kemâl sıfatlarını bilmemek mazeret sayılmaz İkincisi, mâzeret sayılmayan ama birinci derecede olmayan cehldir (Mutezile ve bir kısım filozofların ilâhı sıfatları inkârları gibi) Bir müctehid, meşhur sünnete veya icmaa aykırı bulunan ictihadında mâzur sayılmaz üçüncüsü ceza ve keffâretlerin düşmesi hususunda şüphe ve mâzeret sayılan cehldir (hatalı ictihadlar gibi) Dördüncüsü, doğrudan doğruya mazeret sayılan cehldir ki, vekil ile müvekkil arasındaki cehl gibi Hezl: Ciddiyetin zıddı olup, kendisiyle hakikî veya mecazî bir mana kastedilmeyen söz ve fiilleri ifade eder (H Karaman, Fıkıh Usulu, 177) Vücûb veya edâ ehliyetine engel değildir Akâid ve iman konularında hezl hükümsüzdür, yani mazeret olamaz, hattâ küfrü gerektirir (bk et-Tevbe, 9/65) Mâlı olmayan tasarruflarda, talâk, azad, kısası af, yemin, nezir vb hususlarda fesha kabiliyeti olmayan kısımda netice ve hükmün meydana geleceği ve hezlin bunlara tesir etmeyeceği ittifakla kabul edilmiştir Sefer: Kişinin yaya olarak onsekiz saat sürecek bir mesafeyi katetmek niyetiyle bulunduğu yerden ayrılması seferdir Seferinin vücûb ve edâ ehliyeti tamdır, ancak bazı kolaylık ve ruhsatları vardır; Orucun kazâ edilmek üzere açılması, namazların kasrı ve İmâm-ı Şâfii'ye göre kasr ve cem'i Hatâ: Birşeyin kusurlu bir kasıtla yapılması demektir Ehliyetleri düşürmez Cezayı düşürür, keffâreti düşürmez, kul haklarında özür olamaz krâh: Bir kimseyi haksız olarak istemediği bir şeyi yapmaya zorlama, ve bunun için korkutma ve tehditle bunu yapmaya sevketmektir Ehliyeti kaldırmaz Ancak zorlanandan meydana gelen tasarruflar sözlü veya uygulamalı olur ki, bunlardan sözle olanlar bozulması mümkün olmayan türden olursa zorlama halinde de geçerli sayılır: Boşama, azad etmek, nikâh, ric'at, kısası affetmek, yemin, nezir, uhar, i'lâ, fey vb hususlar Feshi mümkün olanlar ise fâsittir Zorlama ile meydana gelen fiilî tasarruflarda mânevî sorumluluk zorlayana aitse de hüküm zorlanana nisbet olunur Ancak zorlayan da sorumluluktan kurtulamaz ve hüküm yer ve fiilin işleniş durumuna bakılarak verilir Eğer suçun yer ve hükmü değişiyorsa fâile, değişmiyorsa zorlayana yüklenir (Zorlama ile satış veya öldürmek gibi) Öldürmek doğrudan doğruya zorlayana nisbet edilir Malı ödeme, kısas, diyet ve keffâret zorlayana düşer Haram üç türlüdür: Hiçbir suretle sâkıt olmayan öldürmek gibi fiilleri zorlanan da yapsa haramdır Zarûret halinde ortadan kalkan haramlar ise leş yemek, şarap içmek gibi haramlardır Üçüncüsü de düşmeyen fakat bazı hallerde ruhsata tabi olanlardır İmanın dille ifadesi ve namaz, kalben inkâr edilmemek üzere mülcî zorlama halinde terkedilebilirler (bk en-Nahl, 16/105) (Ayrıca bk Akid, Mükellef, Velâyet, Vekâlet) İslâm hukukçularının bütün dinî, hukukî, medenî ve sosyal nazariyelerini dayandırdığı bir zimmet nazariyesi vardır (Fahri Demir, İslâm Hukukunda Mülkiyet ve Servet Dağılımı, İstanbul 1981, s159) Zimmet nazariyesi, usûlcülerce "mahkum aleyh" bahsinde ehliyet münâsebetiyle incelenmektedir Vücûb ehliyetinin temelde leh ve aleyhteki haklara sahip olmaya elverişliliğe dayandığı konusunda ve istisnasız her insanın doğuştan leh ve aleyhindeki haklara sahip olmaya elverişli bir zimmetinin bulunduğu yolunda icma vardır Zimmet, mukavele, ahd, misak demektir (Bk Ahzab, 33/72; Araf, 7/172; et-Tevbe, 9/10; en-Nisâ, 4/58) Bu târiflere göre ehliyet, bir vasıf olarak insanda bulunmakta ve onun ruh ve bedence gelişmesine paralel olarak gelişmektedir Bu gelişim ile insan, lehinde ve aleyhindeki haklardan istifade imkânına ve bazı hukukî tasarrufların mûteber olmasına, sonra da fiil ve tasarruflarından sorumlu olmaya ve borçlanmaya ehil hale gelmektedir |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #232 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükEHVEN-İ ŞER Ehven, kelime anlamı itibariyle, "daha hafif"; şer ise, hayrın karşıtı olup, "meşru olmayan her türlü iş" demektir Terkip olarak da ehven-i şer, diğerlerine kıyasla zarar ve fenalık bakımından daha hafif olan kötülük anlamında kullanılır Mecelle'de, "İki şerden, daha hafif olanı (ehven-i şerreyn) ihtiyâr olunur" (Mecelle, md 29) şeklinde bir genel kural bulunmakta olup, bununla anlatılmak istenen şudur: Câiz ve meşrû olmayan iki şeyden birinin işlenilmesi durumunda kalınırsa, bunlar arasında kötülük ve fenalık bakımından daha az ve hafif olanı tercih edilir Çünkü, haram olan bir şeyi işlemek, ancak zarûretten dolayı mübah kılınmaktadır (Mecelle, md 21) Zarûretler de kendi miktarlarınca takdir olunacağına göre (Mecelle, md 22), daha hafif olan dururken, daha ağır ve büyük bir haramı işlemek zarûret sınırını aşmak olur Aynı içerikte olmak üzere, "İki kötülükle karşı karşıya gelince daha hafif olanı işlenerek, büyüğünün çaresine bakılır" (Mecelle, md 28) ve "Daha şiddetli olan zarar, daha hafif olan zararla izâle olunur" (Mecelle, md 27) şeklinde iki genel kural daha vardır ve bunların her üçü de yaklaşık olarak aynı anlamı ifâde eder Bu genel kuralı, pekçok alana uygulama imkânı vardır Bu kuralın uygulama örneklerinden biri şöyledir: Bir kimsenin çok değerli bir incisi yere düşüp, bir tavuk tarafından yutulmuşsa, incinin sahibi, tavuğun değerini ödeyerek tavuğu sahibinden satın alır (Mecelle, md 902) Bu durumda tavuğun sahibi, tavuğu satmamazlık edemez Şayet direnecek olursa, fiyatı kendisine ödenerek, tavuk ondan cebren alınır Kural olarak bir kimsenin malını, rızası hilâfına satmak câiz değilse de, burada daha büyük zararı gidermek amacıyla, daha hafif olan zarara katlanılmış ve sözkonusu kural gereğince, mülkiyetin dokunulmazlığı prensibine bir nevî sınırlama getirilmiştir Diğer bir örnek de şöyledir: Bir kimse, arsasını, şuf'a hakkına sahip olan komşusuna (şefi') teklif etmeden başka birine satarsa, şefi' bu arsayı müşteriden geri alabilir Ancak, müşteri, böyle bir tarzda satın aldığı arsa üzerine, bir ev yaptırmışsa, bu durumda iki ihtimal sözkonusudur Birincisi, ev cebren (telâfisi olmayacak şekilde) yıkılarak arsa, müşterinin elinden alınır ve arsaya ödediği fiyat kendisine iâde edilir İkincisi, şuf'a hakkına sahip olan kişi, arsayı kendisi satın almak istemesi halinde, müşterinin yaptırdığı evin kıymetini de ödemeye icbâr edilir Birinci ihtimalde müşteri için sözkonusu olan zarar, yaptırdığı evin, kendisine hiçbir karşılık verilmeden yıkılması olup, ağır bir zarardır Çünkü, müşteri, uğradığı zararı hiç kimseden talep edememektedir İkinci ihtimalde ise, zarar, "şuf'a hakkına sahip olan kişi hakkından olup, daha az para ödeyerek çıplak alması mümkün olan bir arsayı, bir de üzerindeki eve para ödeyerek satın alma durumunda kalması şeklindedir Bu olayda iki taraflı bir zarar sözkonusudur Şu kadar ki, şuf'a hakkına sahip olan kişinin uğrayacağı zarar, karşılığında hiç değilse bir bedel bulunduğu için yani şefi' evin mülkiyetine sahip olduğu için, bu zarar müşterinin telâfisi olmayan zararından daha hafif (ehven) sayılmıştır Bu ve benzeri prensiplerle, akıl ve mantığın rahatlıkla kabul edebileceği bir sistem dahilinde genelde, hukukî hayata bir esneklik ve istikrar kazandırmasına ve adil bir dengenin kurulmasına çalışılmıştır |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #233 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükEDEBÜ'L-KÂDÎ Bu tamlama "edeb" ve "kâdı" kelimelerinden oluşmuştur "Edeb" kelimesi insanın diğer insanlarla olan münâsebetlerinde veya günlük hayatında güzel ahlâk ve vasıflara sahip olması mânâsına gelir "Kâdı" kelimesi de Arapça bir kelime olup hâkim veya diğer bir tanımla mahkemede taraflar arasında hüküm veren kişiye denir Buna göre edebü'l-kâdı tabiri, "mahkemede yargılama ve hüküm verme yetkisine sahip olan bir hâkimin, kişisel ve tüzel kişiliğinde bulundurması gereken şartlar ve mahkemede adâleti hâkim kılmak suretiyle zulmü ve haksızlıkları kaldırmak ve İslâmî hükümleri korumak için izlenmesi gereken usuller" şeklinde târif edilebilir Fıkıh ve hadis kitaplarının hemen hemen hepsinde bu veya bu konuları ihtivâ eden bir başlık bulunur ve bu başlık altında sözünü ettiğimiz konular uzun uzun ele alınarak işlenir Fakat ilgili konu her zaman "edebü'l-kâdı" şeklinde yer almaz Meselâ el-Mavsîlî'nin el-İhtiyar'ında: "Kitâbu Edebi'l Kâdî" şeklinde (bk, age, İstanbul 1980, II, 82); bazan aynı konular, "Kitâbü'l-Akdıye" (Ebû Dâvud, es-Sünen), bazen "Kitâbu'l-Ahkâm" (el-Buharı, es-Sahîh, İstanbul, 1401/1981, VIII, 104; et-Tirmizî, es-Sünen, İstanbul, 1401/1981, III, 612), bazen de Kitâbü'l-Kadâ" (şeyhızâde, Mermeu'l-Enhur, İstanbul, 1301, II, 142) ve Kitâbu'l Akdıyeti'l-Ahkâm (eş-Şevkânî, Neyızî'l-Evtâr, Şerhu Müntekâ'l-Ahyâr, Kahire, VIII cüz, s255) başlıkları altında yer alır Konu, bilhassa fıkıh kitaplarında genellikle adâletli bir hâkimlik görevinin, ibadetlerin ve farzların en üstünü olduğu ve ilgili konudaki tartışmalara yer verilerek başlar Çünkü bazı hadislerde bu göreve talib olmanın veya bu görevi elde etmek için aşırı bir hırs içinde bulunmanın cezası haber verilmekte (Ebû Dâvud, age Akdiye, I; en-Nesaî, es-Sünen, Adâbü'l-Kudât, 4; Buhâri, age, Ahkâm, 7; eş-Şevkânî, age, VIII cüz, s256 vd), buna mukâbil, bazı hadislerde de, âdil davranabilen bir hâkimin faziletlerinden bahsedilmektedir (Buhâri, age Ahkâm, 4; et-Tirmizî, age, Ahkâm, 1) Bu tartışmalar, genellikle kişinin ehliyetine göre, bu görevin farz ile haram arasında değişen hükümler gerektirdiğine dair açıklamalarla sona erer (el-Mavsılî, age, II, 82; Şeyhî-Zâde, age, II 143) Tarihte, bilhassa İmâm-ı Azam gibi birçok İslâm âliminin, tevkif edildiği hattâ kırbaçlandığı halde böyle bir göreve gelmek istemedikleri bilinmektedir Bu âlimlerin sözkonusu görevden çekinmelerinin sebebi olarak dâ, bunların işin mesuliyetinin idrâkinde olmaları gösterilmiştir Dahâ sonra bu görevi âdil bir şekilde yürütebilecek kadılarda bulunması gereken şartlar sayılır Bu şartlar genelde şâhitlik yâpâbilecek kişilerde âranan şartlar olup, özelde ise akıllı, âdil, dindar, anlayışlı, İslâm hukukuna tâm vâkıf, Kur'ân'ı, Sünnet'i ve Sahâbenin görüşlerini bilen, ayrıca toplumun âdetlerine vukufiyet, insânda olması gereken hususiyetlerdir Kadı'nın bilhassa doğru sözlü olması; hilekâr ve rüşvet almayan bir şahsiyete sahip bulunması, her yönüyle güvenilir, vakar ve şeref sâhibi, dinin emir ve yasaklarına uyan, güzel ahlâklı bir kişiliği temsil etmesi gerekir Ayrıca, müctehid olursa bu, kişinin kadılık görevine daha lâyık olması demektir Dolayısıyla tam câhil, çocuk, köle, dilsiz, kör, tam sağır ve delinin kadı olamayacağı belirtilir Kadılık görevinde erkek olmanın şart olmadığı, bir bayanın da, şâhitliği kabul edilen konularda kadılık yapabileceği, dikkati çeken diğer önemli bir meseledir (el-Mavsılî, age, II, 84; Bilmen, age, VIII 214) Bu ve buna benzer şartlar açıklandıktan sonra, kadılık makamına gelen kişinin yapacağı ilk işlerden başlayarak mahkemede nasıl davranacağı, taraflara nasıl hitap edeceği, tutacağı siciller, hediye kabul etmemesi ile ilgili açıklamalar, özel dâvetlere gidemeyeceği, hüküm verirken mahkemenin adâletle sonuçlanmasına halel getirecek her durumdan kaçınılmasına dair tembihler; meselâ aç iken, öfkeli iken, uykusu ağır basmış iken dâvâya başlamaması gerektiği uyarıları yer alır Ayrıca kadının, dâima yanında danışmanlık görevini yürütecek bilgili kişileri bulundurmasının gerekliliğine de işaret edilir Bir yazıcının (kâtibin) de mutlaka mahkemede hazır bulunmasının zaruretine de değinilir (İbn Âbidin, Hâşiye Reddü'l-Muhtâr, İstanbul, 1984, V, 360-460; el-Mavsılî, age, II, 85; Şeyhî-Zâde, age, II, 148 vd; Bilmen, age, VIII, |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #234 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükEDİLLE-İ ERBAA Dört delil: Kur'ân, Sünnet, İcmâ, Kıyas Edille, delil kelimesinin çoğuludur Erbaa dört demektir "Dört delil" anlamına gelir Bu tâbir İslam hukukunda fıkhın dayandığı dört ana kaynağı ifade eder Bunlar; Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas'tır 1) Kitap: Kur'ân-ı Kerîm'dir Hz Muhammed'e yüce Allah katından Cebrâil (as) vasıtasıyla 22 yıl, 2 ay ve 22 günde nâzil olmuştur Kur'ân, önceki semâvî kitaplar gibi yalnız inanç kitabı değil, hem inanç ve hem de insanlar arası münâsebetleri düzenleyen ve hayatı düzenleyici hükümleri kapsayan bir kitaptır Âyetlerde şöyle buyurulur: "Biz Kitap'ı sana her şeyi beyân için indirdik" (en-Nahl, 16/89) "Kitapta hiçbir şeyi ihmal etmedik" (el-En'âm, 6/38) Kur'ân-ı Kerîm Hz Muhammed'e ilk defa tefekkür ve ibadet için gittiği Hıra mağarasında, Ramazan ayının Kadir gecesinde inmeye başlamıştır İlk inen âyetler: "Yaratan Rabbinin adıyla oku O, insanı alâk'tan (kan pıhtısı biçimindeki embriyodan) yarattı Oku, Rabbin sonsuz kerem sahibidir Ki O, kalemle (yazı yazmayı) öğretendir İnsana bilmediğini O öğretti " (el-Alâk, 96/1-5) Son âyet ise Vedâ Haccı sırasında Zilhiccenin dokuzuncu günü inmiştir Bu âyet de şudur: "Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim Üzerinizde olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı verip ondan hoşnut oldum" (el-Mâide, 5/3) İbn Abbâs'a göre, Bakara sûresinin 281'inci âyeti bundan daha sonra inmiştir Kur'ân'ın ilk inen âyetlerinde daha çok ahiretle ilgili bilgiler yeralır İnsanlar İslâm'a alıştıktan sonra helâl ve harama dâir âyetler inmiştir Âyetlerin çoğu ya bir soru ya da bir olay üzerine inmiştir Buna "Esbâb-ı nüzûl * (iniş sebebi)" denir Kur'ân nâzil oldukça Hz Peygamber, inen ayetleri vahiy kâtiplerine yazdırırdı Hangi âyetin nereye yazılacağını söylerdi Âyetlerin tertibinin yazılışı sırasında Vahye dayanıldığında görüş birliği vardır Sûrelerin sıralanışının da Vahye dayandığı kuvvetli bir görüştür 2) Sünnet: Hz Peygamber'in söz, fiil ve takrirleridir "Bir kimse uyuyarak veya unutarak namazı geçirirse, hatırlayınca kılsın" (Ebû Dâvud, Salât, II; Dârimî, Salât, 26) hadisi sözlü sünnetin; "Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın" (Buhâri, Ezan, 18, Edeb, 27, Ahad, I) hadisi fiili sünnetin; su bulamadığı için teyemmümle namaz kılan bir sahabenin, namazdan sonra su bulduğu halde namazını iâde etmemesi ve Hz Peygamber'in onu tasvip etmesi takrîrî sünnetin örnekleridir Fıkıhta Kur'ân'dan sonra ikinci ana kaynağın Sünnet olduğunda görüş birliği vardır Sünnetin delil oluşu âyetlerle sâbittir Bazı âyetler şunlardır: "Peygamber size neyi verirse onu alın; size neyi yasaklarsa, ondan da uzak durun" (el-Haşr, 59/7) "Hayır, Rabbına andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem kılıp; verdiğin hükme, içlerinde bir sıkıntı duymadan rıza ve teslimiyet göstermedikçe iman etmiş olmazlar" (en-Nisâ, 4/65) ''Peygambere itaat eden Allah'a itaat etmiş olur'' (en-Nisâ, 4/80) "Ey iman edenler, Allah'a itâat edin, Peygamber'e ve sizden buyruk sahibi olanlara (ulû'l-emr'e) itâat edin" (en-Nisâ 4/59) ''Allah ve Rasûlü birşeye hükmettiği zaman, iman eden erkek ve kadına artık işlerinde muhayyerlik yoktur" (el-Ahzâb, 33/36) Sünnet, Hz Peygamber'in Rabbinden aldığı elçilik görevini tebliğinden ibarettir Bu konuda âyette: "Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et; eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun " (el-Mâide, 5/67) Kur'ân'ı Kerîm Hz Peygamber'in vahiyle konuştuğunu haber vermektedir: "O, kendiliğinden konuşmamaktadır Onun konuşması ancak indirilen bir vahiy iledir" (en-Necm, âyet, 3-4) Diğer yandan Kur'ân âyetleri, Peygamber'e iman edilmesini açıkça bildirir: ''Allah'a ve okuyup yazması olmayan (ûmmî) Peygamber'e ibâdet edin; o Peygamber de Allah'a ve O'nun sözlerine iman etmiştir ve Ona itâat edin ki hidâyete eresiniz'' (el-A'raf, 158) Sünnetin Kur'ân'ı Kerîm karşısında üç fonksiyonu vardır Sünnet Kur'ân'ın müphem ve mücmel olan âyetlerini açıklar; umûmî hükümlerini tahsis eder; nâsih ve mensûh'u bildirir; Kur'ân'da asılları sâbit olan nasslara tamamlayıcı hükümler getirir; Kur'ân'da bulunmayan bir kısım hükümler koyar Kur'ân'daki namaz ve zekât emirlerinin edâ şeklinin sünnetle açıklanması; karısı zinâ eden ve bunu isbat edemeyen erkeğin mulâane yoluna gitmesi halinde evliliğin sonra ereceği hükmü ile ehlî eşeklerin ve yırtıcı kuşların etinin yenmesini yasaklayan hadisler bunun örnekleridir (Muhammed Ebû Zehra, Usulü'l Fıkh, s113, 114) 3) İcmâ: Sözlük anlamı; ittifak ve görüş birliği demektir Bir terim olarak; Hz Peygamber'den sonraki bir çağda İslâm müctehidlerinin, bir konu üzerinde ittifak edip aynı görüşü paylaşmalarıdır Bu târife göre icmâda şu şartların bulunması gerekir: a) Müctehid olmayanların ittifakı, dini bir delil sayılmaz Müctehid; delillerden dinî hükümler çıkarma yeteneğine sahip olan kimsedir b) Müctehidlerin ittifakı, dinî bir meselenin hükmü üzerinde ilk görüş birliği meydana geldiği zaman aranır Daha sonra görüş değiştirmekle icmâ bozulmaz İcmâ için müctehidlerin bir mecliste toplanması şart değildir Bütün dünyadaki İslâm bilginleri bir meselede görüş birliği etmekle icmâ oluşturulmuş olur c) İcmâ, bir asırdaki bütün müctehidlerin ittifakı olduğundan, bir grup müctehidlerin ittifakı icmâ sayılmaz d) Dinî yönü bulunmayan konulardaki görüş birliği icmâ sayılmaz Zaten İslâm'da dini ilgilendirmeyen bir mesele olmaz Dünyada meydana gelen her olayın dinî yönü vardır Ve İslâm her konuda hüküm koymuş her meseleye çözüm getirmiştir İşte bu şartlar yerine gelince icmâ bir delil olur Artık müslümanların bu meseleye uymaları gerekir Ayette; "Kim kendisine hidâyet belli olduktan sonra, Rasûl'e karşı gelir, mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa ona döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız" (en-Nisâ, 4/115) buyurulur İcmâ'ın bir delil olduğunu ifade eden hadisler de vardır: "Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da güzeldir" (Ahmed b Hanbel, Müsned, I, 379) "Ümmetim dalâlet üzerinde birleşmez" (İbn Mâce, Fiten, 8) Hz Ömer'den şöyle nakledilmiştir: "Kim cennetin ortasında olmak yani oraya girmek istiyorsa, cemaatten ayrılmasın; çünkü şeytan boş kalan kimse ile beraber olup iki kişiden uzaktır" (İmam,Şâfii, er-Risâle, s474) İcmâ; sarih, sükûtî ve meselenin belli bir kısmı üzerinde görüş birliği etmek üzere üçe ayrılır Sarih icmâ; her müctehidin icmâ konusu mesele üzerindeki görüşünü açıkça söylemiş olduğu icmâdır Sükuti icmâ; herhangi bir asırda, ictihad yetkisi olan bir ilim adamı belli bir görüşe varır ve bunu ilân ederse ve kendisini tenkid eden çıkmazsa buna sükûti icmâ denir İmam Şafii ve bazı bilginler bunu delil saymaz Meselenin bir kısmı üzerinde icmâ'a gelince; meselâ miras konusunda sahâbiler, ölenin kardeşleriyle birlikte mirasa giren dedesinin üçte birden az olmamak üzere mirasçı olacağını, kimisi de mirasın tamamen dedeye kalacağını söylemiştir Burada dedenin her iki durumda da miktarı değişmekle birlikte mirasçı olacağı konusunda görüş birliği oluşmuştur (Muhammed Ebû Zehra, İslâm Hukuku Metodolojisi, s179) 4) Kıyas: Bir şeyi başka bir şeyle ölçmek, karşılaştırmak anlamına gelir Bir terim olarak; hakkında âyet ve hadislerde bir hüküm gelmemiş olan bir meseleyi ortak özelliklerinden dolayı, hakkında hüküm gelmiş olan bir mesele ile karşılaştırmak, onun hükmünü buna da vermek demektir Kur'ân ve hadiste bulunmayan yeni bir olay, Kur'ân ve hadisteki benzerleriyle karşılaştırılır Aralarında ortak benzerlik olunca birinin hükmü diğerine verilir Buna şarap örnek verilebilir Şarap Kur'ân-ı Kerîm'de yasaklanmıştır Ancak daha sonraki dönemlerde rakı, votka, şampanya, viski gibi değişik adlarda içkiler ortaya çıkmıştır Bunlar Kur'ân-ı Kerîm'de isim olarak zikredilmez Şarabın sarhoşluk verdiği için yasaklandığı, üzerinde düşünülünce anlaşılacağı gibi, çeşitli hadisler de bunu belirtmiştir Bu yeni içki çeşitleri de sarhoşluk verir Bu ortak özellikten dolayı şarabın hükmü kıyas yoluyla diğerlerine şamil olur Kıyasın delil oluşu âyet ve hadislerle sâbittir Ayette; "Ey iman edenler Allah'a itâat edin, Peygamber'e itâat edin ve sizden buyruk sahiplerine itâat edin Eğer bir şeyde çekişirseniz, Allah'a ve Peygamber'e havale edin " (en-Nisâ, 4/59) buyurulur Birşeyi Allah'â ve Rasulüne havale etmek, ancak Kur'ân ve Sünnetin işaret ettiği amaçları bilmekle olur Bu da kıyas demektir Bazı sahâbîler, Ebû Bekir'e bey'at ederken, Peygamber (sas)'in Onu namaz için İmam olarak seçtiğini gözönüne almışlar ve hilâfeti, namaz imamlığına kıyas ederken; ''Peygamber, onu din işimizde İmam tâyin etmiştir Öyleyse biz onu, dünya işimizde niçin İmam tanımayalım'' (es-Serahsı, Usûl, II, 131, 132; İbn Kayyim el-Cevziye, İ'lâmü'l-Muvakkıîn, Kahire, 1325-1326, I, 253) Kıyas dört rükünden meydana gelir: a) Asl: Bu, hükmü beyan eden nass olup "hüküm kaynağı" adını da alır b) Fer: Bu, hakkında nass bulunmayan meseledir c) Hüküm: Bu, kıyas vasıtasıyla asl'dan fer'e geçmesi istenilen şeydir d) Ortak illet: Bu da hem asl hem fer'de bulunan bir vasıftır Kıyasın dayanmış olduğu esası teşkil eder İlletle hikmet birbirinden farklıdır Hikmet, hükme uygun bir vasıf olup, çoğu hallerde gerçekleşen mazbut ve mahdut olmayan bir şeydir Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre hükümler hikmete değil, illete dayanırlar İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre bazan kıyas nass'la çatışabilir Bu Kur'ân ile sünnetin âmm (umûmî) ifadeleri veya haber-i vâhid olduğu zaman meydana gelir Hanefilere göre âmm delâlet bakımından kesindir Kıyas ise nasıl olursa olsun zannîdir Ancak âmm herhangi bir delil ile tahsis edilirse zannı olur Çünkü âmm, tahsis edildikten sonra şâmil olduğu fertlerden bazısına delâlet etmez Bu yüzden Hanefiler, âmm'ın ilk tahsisten sonra artık kıyas ile de tahsis edileceğini söylerler Meselâ; "Bunlardan başkası size helâl kılındı" (en-Nisâ, 4/24) âyeti, Hz Peygamber'in ittifakla kabul edilen "Kadın, erkek kardeşinin kızı ve bacısının kızı üzerine nikâh edilmez" (Buharı, Nikâh, 27; Müslim, Nikâh, 37-39) hadisi ile tahsis edilmiştir Bu şekilde bir defa tahsise uğrayan bir âyet, zannı bir delil ile tekrar tahsisi kabul edebilir |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #235 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükEDİLLE-İ ŞER'İYYE Şer'î deliller, şer'î hükümleri çıkarma yolları Edille, delil kelimesinin çoğuludur Delil de, kendisiyle, arzulanan bir amaca ulaşılan rehber, kaynak, dayanak demektir Usûl-i Erbaa, Edille-i Erbaa da denir Edille-i Şer'iyye, yahut şer'î deliller, en genel anlamda İslâm hukukunun kaynaklarını teşkil eder Diğer bir ifadeyle, edille-i şer'iyye, hüküm çıkarmada başvurulan esaslar olarak ifade edilebilir Kavramın ortaya çıkışı Etbau't-Tâbiin devrinden sonradır Üzerinde düşünülmesi veya kavranılmasıyla, istenilen hükme ve sonuca ulâştırân şeydir (Hayreddin Karaman, Fıkıh Usûlü, 42) Kesin veya zannı olarak genel hüküm ifâde eder Genel bir sınıflama ile şerî deliller, "Sem'î" ve "aklî" olmak üzere iki grupta ele alınabilir Sem'î olanlar; Kitap, Sünnet, İcma olup bunları değişik olaylara uygulama aracı olan Kıyas da bunlara ilâve edilen ve "aklı deliller" olarak değerlendirilen diğer deliller ve bunların sıralaması hakkında farklı görüştedirler Bu deliller, "istishâbu'l-hâl", "istihsan", "mesâlihu'l-mürsele", "örf", "sahâbe sözü" ve "İslâm'dan önceki şeriâtler" gibi delillerdir Edille-i Şer'iyye'nin dört ile sınırlândırılmasının gerekçeleri için şunlar söylenir: Delil, menşe itibariyle ya vahiy kaynaklıdır ya da değildir Eğer vahiy kaynaklı ise, bu vahiy ya "metlüvv" ki bu Kur'an'dır veya "gâyr-i metlüvv" olur ki bu dâ Sünnettir Delilin vâhiy kaynaklı olmaması durumunda ise şu iki ihtimal söz konusudur: Bu delil, bir asırdaki bütün müctehidlerin ortak görüşü ise "icmâ", her müctehidin ferdî görüşü ise "kıyas" adını alır (Büyük Haydar Efendi, Usûl-i Fıkıh Dersleri, 20) Aslındâ, Kur'ân ve sünneti aslı ve sâbit kaynaklar olarak; bu ikisi dışında kalan diğer bütün delilleri ise Kur'an ve sünneti yorumlama ve uygulama metodu ve vasıtası olarak değerlendirmek mümkündür Kitap, sünnet, icma, kıyas "aslı deliller", istihsan, istislah, istishab, örf, sahâbî sözü, geçmiş şerîatler "fer'î" delillerdir (Sava Paşa, İslâm Hukuk Nazariyesi, 11, 47-51) Kitap Kitap, İslâm hukuk literatüründe "Kur'an" yerine kullanılan bir terimdir Kur'ân ise, lügatte, okumak anlamında olup, ıstılahta Hz peygamber (sas)'e inen, mushaflarda yazılı olan ve en ufak bir şüphe olmaksızın mütevâtir olarak nakledilen, Cenâb-ı Allah'ın sözü (kelâmullah) anlamında kullanılır (Molla Hüsrev, Mir'at, 16-17) Kur'ân Allah'ın kitabı ve apaçık vahyidir Tedricî olarak indirilmiştir Bir harfini bile inkâr küfürdür Kur'ân'ı en iyi bilen Rasûlullah; sonra ashâbıdır Kur'an, İslâm teşrîinin (yasama) temelini teşkil eder Kur'ân'da dinî hukuk sisteminin (şerîat) esasları açıklanmış; inanç, ibadet ve hukuk konuları genel hatları itibariyle belirtilmiştir (Şâtibî, el-Muvâfakat, IV, 92) Bu itibarla, Kur'an, İslâm teşrîinin "aslı kaynağı", diğer bir deyişle yegâne değişmez kaynağı olarak kabul edilir Rasûlullah Vedâ Haccında şöyle buyurmuştur: "Sizlere iki şey bırakıyorum: Allah'ın kitabı ve Rasûlünün sünneti Bunlara sarıldığınız müddetçe dalâlete düşmezsiniz" Kur'ân, hükümleri genel çizgileriyle belirtir; pek az konu dışında bunların detayına inmez Nitekim, Kur'ân'da, keyfiyet ve detayı belirtilmeksizin namaz kılmak ve oruç tutmak emredilmiş; bunların nasıl yapılacağım ise, Hz Peygamber, sözlü ve fiilî olarak açıklamıştır Aynı şekilde, Kur'ân akitlerin yerine getirilmesini emretmiş, alım-satımın helâl, ribânın haram olduğunu belirtmiş, fakat hangi akitlerin sahih, hangilerinin bâtıl ya da fâsit olduğunu açıklamamıştır Bu ayırımın temel ölçülerinin belirlenmesini de ilk planda sünnet yüklenmiştir Diğer taraftan, Kur'ân'da detayları ile birlikte zikredilen bazı konular da vardır; miras, karı-koca arasındaki liân'ın nasıl yapılacağı ve bazı cezaî müeyyideler bunlar arasındadır Kur'ân'ın bu genel ifâde (icmâl) tarzının önemi, özellikle muâmelât hukuku alanında ortaya çıkmaktadır Bu tarz, mücmel nassların değişik şekillerde anlaşılıp uygulanmasına imkân vermekte ve böylece değişik zamanlardaki maslahatlara ayak uydurmasına ve genel amaç ve prensiplerden ayrılmaksızın onların gereklerine göre hüküm verilebilmesine yardım etmektedir Meselâ, Kur'ân'da, özel bir şekil belirtilmeksizin "şûrâ"dan bahsedilmektedir Genel bir şekilde ifade edilen bu şûra, istibdâd ve baskının bulunmadığı, halk içerisinde belli ölçüde bilgi ve kanaat sahibi olanların görüşlerine saygı duyulup başvurulduğu bir yönetim biçimini kapsamaktadır Bütün bunlara rağmen, Kur'ân nasslarının bu genel ifade tarzının, bazı noktalarda sünnetle açıklanmasına ihtiyaç vardır Bu sebeple, Kur'ân'da pekçok yerde, sünnet'e atıfta bulunulmuştur, "Allah'a ve Rasûl'e itâat edin" (Al-u Imrân, 3/32); "Peygamber size neyi vermişse onu alın, neyi yasaklamışsa ondan kaçının" (el-Haşr, 59/7) ve "Ey inananlar, Allah'a itâat edin, Peygamber'e ve Ulû'l-Emr'e itâat edin Bir şeyde anlaşamazsanız onu Allah'a ve Peygamber'ine arzedin Bu en iyi ve netice itibariyle en güzeldir" (en-Nisâ, 4/59) Kur'ân'ın delîl olması demek, Kur'ân'ın hakkıyla bilinmesi demektir Kur'ân ilmine sahip olmadan, Arapça'ya vâkıf olmadan, sünnete başvurmadan, ilim ehli olmayanlar için fıkhı manada değil, ahlâkı manada okunan bir kitap olabilir İmam Câfer-i Sâdık bu konuda şöyle demiştir: "Kur'ân'ın bir kısmını diğeriyle çarpıştırdılar Nasih zannederek mensuhu delil gösterdiler Amm zannederek hâs ile delil getirdiler Âyetin te'vîlini delil göstererek sünnetin onu te'vil şeklini terkettiler Sözün başını ve sonunu düşünmediler Onu kaynak edinip yollarını bilemediler Ehlinden almadılar, böylece saptılar ve saptırdılar" (Suphi es-Salih, İslâm Mezhepleri ve Müesseseleri, Çev: İ Sarmış, İstanbul 1981, 176) Kur'ân'ın bütün âyetlerinin sübutu kat'idir Ancak, ifade ettikleri mana ve kavrama delâletleri her zaman kat'i olmaz Bu bir kısım âyetlerin delâlet bakımından zannı olması farklı mezheplerin farklı görüşler ortaya koymasına yol açmıştır Şer'i hükümlerin kaynakları kitap, sünnet, icmâ, kıyas olunca mukallidin ilmi, târifin dışında kalmaktadır Çünkü müctehidin kavli her ne kadar mukâllid için delil olsa da, delillerin kendisi değildir (İbn Abidin, Reddü'l-muhtâr Haşiyesi Terc: Ahmed Davudoğlu, İstânbul, 1982, I, 35) Kur'ân-ı Kerîm'e "vahy-i metlüvv" da denilir Kur'ân'ın fıkıhta delil olarak kullanılmasında, onun lâfzı kanunlarının bilinmesi gerekir Lâfızlar, manaya delâletleri itibariyle hâss, âmm, müşterek ve müevvel kısımlarına ayrılır ve bunlardan her biri özel bir hüküm için kullanılır Lâfızlar, delâlet ettikleri mânâya zâhir, hâss, müfesser, muhkem olarak açık bir tarzda delâlet ederler Kapalı tarzda delâletlerinde ise hafî, müşkil, mücmel, müteşâbih diye kısımlara ayrılırlar Ayrıca delâlet ettikleri manada veya başka bir münâsebetle olan mânâda açık veya kapalı kullanılmaları itibariyle hakîkat, mecâz, sarih, kinâye kısımlarına ayrılırlar Yine ne gibi manalara delâlet ettikleri ve hangi maksatlarla söylenilmiş olduklarına işitenlerin vukufları itibariyle "Dal bi'l ibâre", "Dal bi'l-işâre", "Dal bi'd-delâle", "dal bi'l-iktizâ" diye ayrılırlar Kur'ân hükümleri de birkaç kısma ayrılmaktadır: Akîde, (itikâdı hükümler), ahlâk (ahlâkı hükümler) ve mükelleflerin söz ve işleriyle ilgili hükümleri "ibadetler" ve "muâmeleler" diye iki grupta ele alır Kur'ân'da hükümler ya küllî, ya da icmâlî olarak açıklanmıştır Bütün hükümlerin özelliği, îman ile içiçe geçmiş olmasıdır Kur'ân hem yasa koyar, hem hidâyete erdirir, hem irşâd eder, hem öğüt verir Yalnızca bir kanun kitabı değildir Üslûbu mu'cizdir Konular defalarca tekrarlanmıştır ve âyetler hüküm koyarken iman ve ahlâktan ayrı değildir Kur'ân'ın âhkâm âyetleri daha ziyade Medenî sûrelerde yer almaktadır Âyetlerden hüküm çıkarılırken müctehidler arasında meydana gelen ihtilâf, mücmel ifadeleri tefsirden ve bir kısım lâfızların delâletlerini ele alma metodundan doğmaktadır Rasûlullah vefât ettiğinde Kur'ân âyetleri vahiy kâtiplerinin ellerinde bulunan sahifelerde ve ashâbın hafızalarındaydı Hz Ebû Bekir Kur'ân âyetlerini toplattırdı ve bir Mushaf haline getirdi Hz Osman bu Mushaf'tan Kur'ân nüshaları çoğalttı ve bütün merkezlere gönderdi Sahâbe, Kur'ân âyetlerini hem ezberler, hem anlar, hem de amel ederdi Bir âyetle amel etmeden başka âyete geçmeyenler vardı Sahâbe nesli Kur'an'ı en iyi bilen nesil olup, bildikleriyle amel eden, bilmedikleri ile ilgili olarak da susan insanlardı Tâbiin devrinden sonra ise her asırda Kur'ân tefsiri o asırdaki ilmî-dinî hareketten etkilendi Âyetlerin tefsirinde ictihad farklılıkları açıkça ortaya çıktı Sünnet Sünnet, Arap dilinde iyi olsun kötü olsun gidilen veya benimsenen yol anlamına gelir Istılahta ise, Hz Peygamber'in Kur'ân dışındaki söz, fiil ve takriri anlamında kullanılır Hz Peygamber mü'minler için her alanda bağlayıcıdır: ''Peygambere itâat eden, Allah'a itâat etmiş olur" (en-Nisâ, 4/80) Hz Peygamber mü'minler için ahlâken veya hukuken en güzel ve vazgeçilmez tek örnektir Hadis olarak da adlandırılan sünnet, Hz Peygamber'in çeşitli vesilelerle söylediği sözlerdir Meselâ: "Zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur " (İbn Mâce, Ahkâm, 13) ve "Ameller niyetlere göredir" (Buhâri, Bedu'l- Vahy, I) hadisleri böyledir Fiilî sünnet ise, Hz Peygamber'in şekil ve şartlar ile namaz ve hacc ibadetlerinin yerine getirilmesi, muhâkeme usûlü alanında bir ahit ve yemin ile hüküm vermesi gibi işlerdir Hz Peygamber, "Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın'' buyurarak (Buhâri, Ezan 18, Edeb, 27) yol göstermiştir Takriri sünnet, Hz Peygamber'in sahâbenin yaptığı bazı işlere olumlu ya da olumsuz bir müdahalede bulunmaması veya o işi tasvip ettiğini belirtmesidir (Abdulvahhab Hallaf, İslâm Hukuk Felsefesi, Çev: Hüseyin Atay, 181-182) Su bulamadığından teyemmümle namaz kılan bir sahâbînin namazdan sonra su bulduğu halde namazı iâde etmemesin Rasûlullah'ın tasvibi gibi Sünnet, Kur'ân'ın mücmelini beyân etmesi, müşkilini açıklaması, mutlakını kayıtlaması ve onda olmayan bazı hükümleri belirtmesi açısından Kur'ân'dan sonra ikinci teşrî' kaynağı olarak yer alır Sünnet, Kur'ân'da olmayan bazı hükümleri getirmesiyle de, bir yönden müstakil bir teşrî' kaynağıdır Kur'ân'ın çizdiği genel çerçeve ve ilkelerin dışına çıkmadan onun açıklayıcısı olması bakımından da Kur'ân'a tâbi sayılır Her iki yönüyle de sünnetin hüccet olması, bazı âlimler tarafından dinî bir zaruret olarak ifade edilmiştir Ancak hemen belirtelim ki, yasamaya kaynak teşkil edebilecek sünnet, belirli şartları taşıyan sahih sünnettir Sünnet Kur'ân'a nisbetle ikinci derecede bir teşrî' kaynağı olmakla beraber, sünnete başvurmadan Kur'ân'ı anlamak pek mümkün gözükmemektedir İmam Şâfii sünneti üç grupta ele alır Birincisi, Allah'ın Kur'ân'da zikrettiği bir hususu benzer bir ifadeyle Hz Peygamber'in de belirtmesi; ikincisi, Allah'ın çok kısa ve özlü bir şekilde bildirdiği bir âyetle neyin kastedildiğini Hz Peygamber'in açıklamasıdır Bu iki çeşit sünnet hakkında İslâm hukukçuları arasında ihtilâf yoktur Üçüncüsü ise, hakkında Kur'ân'da hiçbir hüküm bulunmayan bir konuyu Hz Peygamber'in uygulamaya koymasıdır Bu sünnet çeşidi hakkında genelde iki görüş mevcuttur Bir kısım müctehid Hz Peygamber'in bağımsız bir yasama yetkisine sahip olduğunu, dolayısıyla Kur'ân'da sözkonusu edilmeyen konularda hüküm koyabileceğini ileri sürmüşler; bir kısmı da Hz Peygamber'e böyle bir yetki vermeyip onun tatbiki olan herşeyin Kur'ân'da bir aslı bulunduğunu ileri sürmüşlerdir (Şafii, Risale, s91-92) Sünnet, Kur'ân'ın tefsiridir "Namazı kılın" buyruğunu sünnet olmadan anlamak ve tatbik etmek mümkün değildir Rasûlullah namazı nasıl kılmışsa, müslümanlar da ona uyarak kılmışlardır (Ahmed b Hanbel, V, 53) Sünnetin hadisle aynı manada kullanılabilir Hadisler, birtakım kısımlara ayrılır (Bk Hadis) Sahih hadisler, bütün ümmet için bağlayıcıdır, hüküm kaynağıdır Bunlar reddedilemezler Nur sûresinin altmışüçüncü âyeti bunu bize bildirmektedir: "Öyle değil Rabbine andolsun ki, onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çekiştirip durdukları şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiç sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar" (en-Nur, 24/63) Kur'ân'ın bütün delilleri, Rasûlullah'ın bütün hükümleri, emir ve nehiyleri eştir (Şâtibî, el-Muvâfakat, I, 14) Sünnet kaynak olmasaydı, meselâ "Kur'âniyyun" fırkası gibi sadece Kur'ân kaynak alınsaydı, onların yaptığı gibi İsra sûresinin 78 âyetine istinaden günde iki rekât namaz kılınması gerekecekti Oysa bu, küfürdür (İbn Hazm, el-İhkâm fi Usûli'l-Ahkâm, II, 80) Zahiri mezhebinin en büyük müctehidi İbn Hazm, sünnet hakkında "O, kendi hevasından söylemez O, ancak kendisine gönderilen bir vahiydir'' (en-Necm, 53/3, 4) âyetini zikrettikten sonra şöyle der: "Buna göre Allah'ın peygamberine göndermiş olduğu vahyi ikiye ayırabiliriz: Vahy-i Metlüvv (tilâvet edilen vahiy) ki, bu, icazkâr bir üslûba sahip olan kitab (Kur'ân)dır Vahy-i Mervi (rivâyet olunan vahiy) ki, bu, icazkâr üslûba sahip olmadığı gibi metlüvv de değildir Menkul olduğu halde kitap halinde rivâyet edilmemiştir Fakat makru' (okunmuş)dur Yani bu Peygamber'den vârid olan haber olup Allahu Teâlâ'nın muradını açıklayıcı mâhiyettedir Kur'ân-ı Kerîm'de bu hususta şöyle buyurulmuştur: " Tâ ki insanlara kendilerine indirileni açıkça anlatasın'' Buna göre Allahu Teâlâ nasıl vahyin birinci kısmını teşkil eden Kur'ân'a itâât etmemizi emretmişse, vahyin bu ikinci kısmına da itâat etmemizi emretmiştir Bunlar arasında hiçbir fark yoktur" (Muhammed Ebû Zehra, İslâm 'da Fıkhı Mezhepler Tarihi, Çev: Abdulkadir Şener, Ankara 1969, s83) Cumhur ulemâ sika râvinin rivâyet ettiği ahad haberin hüccet olduğunu ve onunla amel etmek gerektiğini söylemiştir Hadislerin çoğu hasen lizâtihidir ve onu kabul etmek kaçınılmazdır Zayıf hadis ise kesinlikle kaynak olamamaktadır Sünnet derken, bunun, fıkıhta hadislerin kısımlara ayrılarak hükümlerin çıkarıldığı bir kaynak olması anlaşılır Yani râvîlere göre mütevâtir, meşhur, ahad diye ayrılan ve ahad hadislerin de sahih, hasen, zayıf diye kısımlara ayrılması hâdisesinde de ihtilâf olup, bu konu mezheplerin ayrılmasında bir başka ihtilâf noktasıdır Mütevâtir sünnetler, "Bana yalan yere bir şeyi isnad eden ateşte oturacağı yere hazırlansın'' hadisi gibi, büyük bir cemaatçe işitilen ve her asırda binlerce zevât tarafından rivâyet edilegelen yalan üzerine ittifak mümkün olmayan rivâyetlerdir Namaz rek'atlarına dâir haberler bu nevidendir Bunlar asl'dır Meşhur sünnetler, Rasûlullah'tan birkaç zatın rivâyet ettiği, ikinci ve üçüncü hicrî asırlardan beri tevâtüren nakledilen haberlerdir "Ameller niyetlere göredir" gibi Bunları reddetmek fâsıklıktır Haber-i ahad, bir zatın diğerinden veya bir cemaatten, bir cemaatin bir râviden rivâyet ettiği sünnettir Tevâtür derecesinde olmayan râvilerin, iki üç zatın naklettiği sünnet de böyledir Bunun inkârı bid'at'tır Mezheplerin sünnet târifinde farklılıklar vardır: Hanefi mezhebi müctehidlerinden es-Serahsı şöyle der: "Bize göre sünnetten murad hukukî açıdan Hz Peygamber ve ondan sonra sahâbenin yaptıklarıdır" (Usûlu's-Serahsı, I, 113) İmam Şâfii ise, (ö204/819) sünneti yalnızca Hz Peygamber'in sünneti olarak alır Sahâbenin sünneti, Hz Peygamber'in itikad, ibadet, ahkâm esaslarıyla ilgili olarak Kur'ân dışındaki söz, hareket, davranışları, takrirleri, tasdikleri, örfleri, va'zettiği esaslar, koyduğu ilkelerdir Sahâbe ve Tâbim, herhangi bir konuda tatbik edecekleri şeyde "Hz Peygamber nasıl yaptı?" diye sormuşlardır Sünnet anlayışı, üçüncü halife Hz Osman zamanında fitnelerin çıkmasıyla değişime uğradı, bid'atler dine karıştı; sünnetten uzaklaşıldı Tâbimin büyük âlimleri Kur'ân'da geçen (el-Bakara, 2/151, 231; Âlu İmrân, 3/164; en-Nisâ, 4/113; Cumâ, 62/2; Ahzâb, 33/34) 'hikmet' kavramını 'sünnet' şeklinde anlamışlardır İmam Şâfii de bu görüştedir Kendisine kitapla birlikte onun bir benzerinin verildiğini söyleyen Hz Peygamber'in (Müsned, IV, 134) sünneti böylece zikr, hikmet, misl olmaktadır Rivâyetlere göre Cebrail (as) vahyi getirirken, onun açıklamasını (sünneti) de getirdi (Câmiu'l-Beyâni'l-İlim, II, 34) Hem Kur'an'ı hem de sünneti indiriyor, Hz Peygamber'e öğretiyordu Sünnet, İslâm toplumunun ve islâm devletinin oluşmasında âmil olan en mühim faktördü Sahâbe, bu sünneti, gelecek nesillere kalması için aktardı ve "hadis" bir bakıma böyle doğdu Ancak ashâb hadis rivâyetinde çok titiz davranmasına karşılık, tedvin asrında sapık akımlar ve İslâm düşmanlârı hâdis uydurdular İhtilâflı meselelerde kendi görüşlerini destekler mâhiyette hadis uyduruldu İbn Haldun, Ebû Hanife'nin sıhhati kesin kabul ettiği hadis sayısının 17 olduğunu yazmıştır Hadis ehli bu durum karşısında hadis tenkidine yöneldi ve hadis usûlu geliştirildi Ehli sünnet, Şia'nın Hz Ali hakkındaki rivâyetlerini cerh edip sahih kabul etmezken Abdullah b Mes'ud'un rivâyetlerini esas almış, Şia da ehl-i beyt hakkındaki rivâyetlerde taassuba düşmüştür Cerh ve ta'dil * ilminde bu yüzden fıkıhçılardan ayrı yöntemler meydana gelmiş, hükümlerin fer'î olanlarında bu açığa çıkmıştır Katâde, İbn İshak'ı överken Nesaî onun kuvvetli olmadığını; Dârekutnî ise onun sözüyle delil getirilemeyeceğini söyler İmam Mâlik de aynı şahsın yalancı olduğuna şehâdet eder Öte yandan ikinci yüzyılda ehli hadis okulu ile ehli rey okulu arasında şiddetli münâkaşalar oldu (Geniş bilgi için bk Şâtibî, el-Muvafakat; Gazalı, el-Mustasfa; İbn Kayyım, İ'lâmu'l-Muvakkıîn) Ebû Hanife ile İmam Mâlik, kesin bir delile aykırı olmayan haber-i vâhidi delil olarak kullanırken; Şâfii, sıhhat şartlarını taşıyan haber-i vâhidi kabul eder Hanefilere göre bu haberler şâz'dır, reddedilmesi gerekir İmam Şâfii, sünnetin ancak sünnetle neshini câiz bulur (er-Risâle, 89) Gazzâlî, Kur'ân ile sünnetin, sünnetle de Kur'ân'ın neshini kabul eder "Her ikisi de vahiydir, dolayısıyla birbirlerini neshedebilirler" der (el-Mustasfa, Bulak 1 322, 1, s124) Cumhur ise, Kitab; Kitab'ı ve sünneti; sünnet sünneti ve mütevâtir sünnet kitabı nesheder görüşündedir Hadisler tâbiîn devrinde toplanmış ve yazılmış, daha sonraları fıkıh kitaplarındaki bölüm adlarına göre tertip ve tasnif edilmiş, İmam Mâlik Muvatta'ını, Ahmed b Hanbel Müsned'i yazmış, Kütüb-i Sitte* adı verilen hadis mecmuâları ortaya çıkmıştır İcmâ ' İcmâ' lügatte, bir işe azmetme ve bir konuda görüş birliği etme gibi anlamlara gelir Istılahta ise, Hz Peygamber'in ölümünden sonra bir asırdaki müctehidlerin, herhangi bir şer'î hüküm üzerinde görüş birliği etmeleri anlamında kullanılmaktadır Bu itibarla, halk tabakasının, şer'î bir konudaki ittifak ya da ihtilâfları mûteber değildir (Mehmet Şener, İslâm Hukukunda Örf, s34-35) İcmâ', İslâm hukukçularının çoğunluğu tarafından belli bir asır ile sınırlı olmayan bir müessese ve Kur'ân ve sünnetten sonra gelen üçüncü bir teşrı kaynağı olarak kabul edilmektedir Bu hususa delil olarak çoğunlukla zikredilen âyet, "Kendisine doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber'e karşı gelir ve mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yolda bırakırız Ve cehenneme sokarız Ne kötü bir gidiş yeridir orası" (en-Nisâ, 4/115) meâlindeki âyet; çoğunlukla kullanılan hadis de, "Ümmetim yanlış yolda (dalâlet) birleşmez" (İbn Mâce, Fiten, 18) meâlindeki hadistir İcmâ herhangi bir konuda gerçekleşmişse bu icmâ'ın o konudaki bir delile dayanması gerekir İslâm hukukçularının, şer'î bir dayanak olmaksızın keyfî bir şekilde bir konu üzerinde görüş birliğine varmaları düşünülemez Bu sebepledir ki, sonraki İslâm hukukçuları, bir konudaki icmâ'ı öğrenmek istediklerinde, o icmâ'ın delilini değil, böyle bir icmâ'ın var olup olmadığını, eğer varsa sahih bir şekilde nakledilip nakledilmediğini araştırırlar Diğer bir ifadeyle, icmâ'ın şer'î bir delile dayanması gerekli olmakla beraber, bu delilin icmâ' ile birlikte nakledilmesi ve bilinmesi, icmâ'ın mûteberlik şartı değildir İcmâ', sözlü ve sukûtî olmak üzere iki çeşittir Sözlü icmâ' bir asırda yaşayan bütün müctehidlerin, bir konuda açık ve sarih bir şekilde görüş birliği etmeleriyle meydana gelir Sukûtî icmâ ise, bir müctehidin bir konuda görüş beyân edip, diğerlerinin, bundan haberdar olmalarına rağmen başka bir görüş ileri sürmemeleri durumunda meydana gelir Sözlü icmâ', İslâm hukukçularının çoğunluğu tarafından delil olarak kabul edilmekle beraber, sukûtî icmâ'ın delil oluşu ihtilâflıdır (Abdülkadir Şener, Kıyas, İstihsan, Istıslah, s29-41) Sonuç olarak söylemek gerekirse; icmâ'ın, kolektif bir ictihad olarak değerlendirilmesi mümkün ise de, İslâm hukukçuları genelde "ictihad, ictihadı nakzetmez" prensibini icmâ'a da uygulamaya pek yanaşmamışlardır Başka bir deyişle, herhangi bir konuda icmâ'a varsa, aynı konuda ikinci bir icmâ'a imkân tanımamışlardır Bununla birlikte, Sahâbe icmâ'ının da hemen tamamını teşkil eden ibadet yönü ağır basan dinî meselelerde bu görüş kabul edilse bile, özellikle muâmelât hukuku sahasında ikinci bir icmâ'a imkân tanıması, gelişen şartlara uyum sağlama ve kamu yararını temin etme açılarından yararlı gözükmektedir Her asırda, çok az konuda ittifak edildiği malumdur Molla Hüsrev, "Bir asırda müctehid olan bütün fukahânın ittifakı esastır" der Bu durumda olanların biri dahi o meseleye muhâlefet etse icmâ' oluşmuş sayılmaz (Molla Hüsrev, Miratü'1-Usûl fî Şerhi Mirkatü'l-Usûl, İstanbul 1307, 1I, s50) İcmâ', naklî ve tabii bir kaynaktır Rasûlullah'ın vefâtından sonra ümmet, işlerini Kur'ân'ın koyduğu kurala göre "şûrâ ile" yürüttü, dalâlet üzerinde olmadılar İcmâ', sarih, sukûtî ve iki görüşün varolması durumunda bir üçüncüsünün doğması şeklinde ortaya çıkmaktadır Sarih icmâ' bağlayıcıdır; amel etmek, hükmünü icrâ etmek zorunludur Sukûtî icmâ'da bağlayıcılık kesin değildir Üçüncü icmâ' şekli câiz değildir İcmâ'ı huccet sayan fukahâ, icmâ'ın kendisi konusunda aynı görüşe sahip değildir Mâlikîler icmâ'ın sadece Medine fukahâsına âit olduğunu, Şâfiiler İslâm âlemindeki bütün âlimlerin ittifakını; Hanbeli ve Hanefiler de sukûtî icmâ'ı kabul etmektedirler İbrahim b Yesar en-Nazzâm (ö331) icmâ'ın huccet olmasını reddeder Üzerinde icmâ' edilen hüküm kâfi bir delile dayanırsa, delilin kendisi huccet olur, kapalı ve zannı bir delile dayanırsa, insanların değişik görüşlere sahip olmaları sebebiyle icmâ' gerçekleşmez demiştir (Suphi es-Sâlih, age 182) Câferiler de, icmâ'ı ancak toplananlar arasında bir masum İmam bulunmasıyla kabul ederler, diğer icmâ'ları reddederler Kıyas Kıyas, lügatte birşeyi ölçmek, takdir etmek, karşılaştırmak ve iki şey arasındaki benzerlikleri tesbit etmek anlamlarında kullanılır Istılahta ise, her ikisinde de hükme esas teşkil eden illet aynı olduğu için, hakkında nass bulunmayan bir olayın hükmünü, hakkında nass bulunan bir olayın hükmüne eşit kılmaktır Kur'ân'da, ''Halbuki o haberi Rasûl'e ve kendilerinden olan Ulû'l-Emr'e arzetselerdi, onlardan hüküm çıkarabilenler, işin aslını anlar ve bilirlerdi" (en-Nisâ, 4/83) buyurulur Şer'î delillerin dördüncüsü sayılan kıyas; kitap, sünnet, ve icmâ' gibi kesin bilgi ifade etmeyip tecviz edici bir mâhiyete sahiptir Diğer bir ifadeyle kıyas, zan bildirir ve yeni bir hüküm ortaya koymayıp, diğer üç delilden biriyle sâbit olan ve delili gizli bulunan bir hükmü ortaya çıkarır (Abdülkadir Şener, age, s67; İ Hakkı İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, Hazırlayan: Sabri Hizmetli, s21) İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, kıyas ile amel etmek aklen ve şer'an câizdir Meşhur Muaz hadisin'de, Yemen'e vali tâyin edilen Muaz'a ne ile hükmedeceğini soran Peygamber'e Kitap, Sünnet, İctihad ile demesi ve Rasûlullah'ın onu övmesi kıyasa dâir en önemli belgedir (Ebd Dâvûd, Akdiye, 11; Tirmizî, Ahkâm, 3 Hâris b Amr'dan rivâyet etmişlerdir) Şafii, kıyas ile ictihadı aynı mânâdâ kullanır (Şâfii, Risâle, s66) Re'y ile kıyası aynı mânâda kullanmaz Kıyasın, bir delil olmaktan çok, bir metod, diğer bir deyişle, yorum ve uygulama vasıtası olarak değerlendirilmesi mümkün gözükmektedir Nitekim, bu husus, kıyasın meşru olduğunu göstermek için dayanılan şu aklı gerçekte açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır; Kur'ân ve sünnetin nassları sınırlı ve sonludur Halbuki, meydana gelen ve gelecek olan olaylar sonsuzdur Sonlu ile sonsuza cevap vermek mümkün olmadığına göre, yeni çıkan olayların hükmü ancak re'y ile, ictihad yoluyla belirlenebilir ki bunun başında kıyas gelmektedir (İzmirli, age, s19) İslâm hukukuna canlılık kazandıran da bir noktada, sâbit ve değişmez kaynaklardaki hükümlerin yorumlama vasıtalarının çokluğu ve çeşitliliği ve bunun yanında, kamu yararının ve beşeri ilişkilerin düzenlemesinde, genel doğrultudan sapmamak kaydıyla "re'y (bağımsız görüş)e" ile hüküm verebilmesidir Bu deliller dışında geliştirilen ve daha ziyade beşerî ilişkilere akıcılık ve esneklik kazandırmaya yönelik daha birçok delil vardır ki bunların başında "mesâlih-i mürsele" gelir Kıyas aklı bir kaynaktır Nassı benzetme yoluyla hüküm çıkarma metodudur Aslın hükmünü fer'e uygulamaktır Nass vârid olan ve olmayan iki hükmün benzerliğinde, hükümde de aynı olmasını sağlamaktır Vahiy asrında (h 622-632) kıyas, Muâz hadisiyle sâbit olmuş, kıyası Hz Ömer delillere katmıştır Kıyası en çok Hanefiler kullanmış, âdeta kıyas onlarla özdeşleşmiştir Kıyasla varılan hükümler zann-ı gâlib ifade eder Fıkıhta ana kural, "nass olan yerde içtihadın olmayacağı"dır Hz Ali, "Din, kıyasla olsaydı meshin içi dışından daha çok meshedilmeye lâyık olurdu" demiştir Ebû Hanife, "Kıyas yapsaydım, kadın erkekten zayıf olduğundan mirasta ona iki hisse verirdim" demiştir Hicrî üçüncü yüzyılın sonlarında son sahâbî olan Ebû't-Tufeyl Amir b Vâsila el-Leysî el-Kinânı'nin (öl h 100) vefâtıyla tâbiin dönemine giren İslâm'ın ikinci asrında, İslâm devletinin sınırları Mısır'dan İran'a, Yemen'den Irak'a yayılmış ve şerîatın tedvini gerekmişti İlk fıkıh medresesi Medine'deydi Fıkhı hareket Medine medresesinin meşhur yedi fakihi olan Saîd b el-Müseyyeb, Urve b Zübeyr, Kasım b Muhammed, Ebû Bekir b Abdurrahman, Harice b Zeyd, Ubeydullah b Abdullah, Selman b Yesâr ile başlamıştır Etbaut-tâbiîn nesli, ictihad nesli oldu Mezhebler doğdu, halklar bu mezheblere intisap ederek dini öğrendiler II ve III asırlar en parlak ilim asırları oldu Kur'ân ve sünnetin tedvini, sahâbe fıkhının tedvini, tefsir ve hadisin tedvini, cedel ve kelâmın çıkışıyla ferdî-Sevrî, Evzaî veya cemaî mezhebler (dört mezhep) doğdu Mezheblerin şer'i delilleri değerlendirme açıları farklıdır Şöyle ki: İmam Ebû Hanife (80-150) birçok ahad haberi reddetmiştir O, ahad haberi bazı şartlarla kabul etmektedir: Nassa aykırı olmaması, Kur'ân'ın zâhir ve umûmuna, meşhur sünnete muhâlif olmaması, sahâbe ve tâbiînin ameline aykırı düşmemesi, râvinin yazısı dışında kaynağının da zikredilmiş olması, râvinin rivâyet ettiği hadise aykırı amel etmemesi İmam Mâlik (93-179), Medine halkının ameline mütevâtir hadis derecesinde itibar eder İçtihad ve re'ye mecal göstermeyen sahâbenin sözlerini delil sayar Sahâbi sözü içtihada müsâitse araştırdığı mesele ile sebep ve illete, ona ortak ve bilinen başka bir mesele arasında benzerlik ilgisini kurarak kıyasa gider İmam Şâfii (150-204), icmâ'ı Medine ehlinin ameliyle mukayyed saymaz, kıyasla da amel eder Bu kıyasın Kur'ân ve Sünnet temeline dayanması gerekir İstihsan ve mesâlih-i mürsele geçerli delil olamaz Şâfii istihsan yapanın teşri' etmiş olacağını söyleyerek şiddetle karşı çıkar Ancak o da başka adla istihsanı kullanmıştır Ahmed b Hanbel'e (164-241) göre kıyas en zayıf delildir İmam Câfer es-Sâdık'a (ö147) göre sünnet, Hz Ali'nin ve ehl-i beyt'in rivâyetlerini kapsar Masum imamların söz ve fiillerini de delil alır ve sahâbe sözlerine tercih eder Kıyası reddeder ve delil saymaz Rasûlullah, "Ben en güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim" buyurdu (İmam Mâlik, Muvatta, 211) Yönetim işinde, ashâbıyla istişâre etti Vahiy çağında fıkıh kaynakları kitap, sünnet, re'y içtihadı idi Re'y ile içtihad bazan kamu yararına, bazan kıyasa göre yapıldı Sahâbe döneminde "icmâ" dördüncü delil oldu (İbn Haldun, Mukaddime, s375 vd) Nasslarla çatışmayan örf ve âdet de hukukî teşri'de kullanıldı II asır, tâbiîn devridir Bunlar fıkhın kaynaklarında kitab, sünnet, re'y ile içtihad ve icmâ'ı esas aldılar Etbau't-tâbiîn ve müçtehid imamlar döneminde (III ve IV yüzyılda) fütuhat ve yeni gelişmeler hayatın ve toplumların değişmeleriyle fıkhı doktrinler ortaya çıktı Çoğu zaman her tâbi kendi üstadının görüşünü delil aldı Etbau't-tâbiîn ve içtihad çağında fıkıh çok gelişti, genişledi İstihsan, örf, maslahat vb deliller çıktı Ebû Hanife'nin delilleri Kitab, Sünnet, sahâbe fetvası, İcmâ', Kıyas, İstihsan, örf iken; İmam Mâlik'in, Kitab, Sünnet, sahâbe fetvâsı, Medine icmâ'ı, kıyas, istihsan, maslahat-ı mürsele, zerayi', örf ve âdet'di İmam Şâfii Kitab, Sünnet, sahâbe icmâ'ı, sahâbenin ihtilâflı sözlerini ve kıyası delil olarak alırken; Hanbel, maslahat-ı mürsele, zerayi', istihsan, istihsab'ı da ekledi mamiyye Kitab, Sünnet, icmâ', akıl kaynaklarıyla fıkhı koydu Ancak edille-i şer'iyye diye ortaya konan dört delilde bütün mezhepler ittifak ettiler |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #236 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükEF'ÂL-İ MÜKELLEFİN Yükümlülük sahibi olanların yaptıkları işler, fiiller Ef'âl "fiil", mükellefin de "mükellef" kelimesinin çoğuludur "Teklif" mastarından türetilmiş olan bu kelime "yükümlülük sahibi kişi" anlamındadır Şer'i ıstılahta: "İslâmî emir ve yasakların muhatabı olan ve bunlara uymakla yükümlü bulunan kimse" demektir Bu terkip "yükümlülerin fiilleri" diye Türkçeleştirilebilirse de fıkıh ıstılahında "yükümlülerin fiillerinin şer'î hükümleri" anlamında kullanılmıştır Ef'âl-i mükellefin sekiz tanedir: Farz, vâcib, sünnet, müstehab, mübah, haram, mekruh ve müfsid Bu taksim Hanefi hukukçularına göredir 1 Farz: Sübûtu ve ifâde ettiği anlamı (delâleti) kesin olan delillerle Allah veya Rasûlünün emrettiği fiiller "farz" adını alır Farzlar, te'vile (başka anlama) gelme ihtimali bulunmayan âyet veya mütevâtir hadislerle sâbit olur Namaz, oruç, hac, ibâdetleri gibi Bunlarla ilgili hem kesin âyetler vardır, hem de Hz Peygamber (sas)'in tevâtüre varan yollarla nakledilmiş hadisleri mevcuttur Farzın hükmü işleyene sevap, terkedene ceza olması; inkâr edenin veya küçümseyenin dinden çıkmasıdır Bu da farzı ayrı ve farz-ı kifâye olmak üzere ikiye ayrılır: a) Farz-ı Ayn: Her yükümlü müslümanın bizzat yerine getirmesi gerekli olan farzlardır Bir kısmının işlemesiyle diğerlerinden yükümlülük kalkmaz Abdest, beş vakit namaz, ramazan orucu, mükellef olana hacc ve zekât ile İslâm toprakları saldırıya uğradığında cihada çıkmak gibi b) Farz-ı Kifâye: Yükümlü müslümanlara ayrı ayrı değil, topluca emredilen şeylerdir Bir kısım müslümanlar bunu yerine getirince diğerleri sorumluluktan kurtulur Cihad etmek Kur'ân-ı Kerîm dinlemek, Kur'ân-ı Kerîm ezberlemek, selâm almak, cenaze namazı kılmak gibi Farz-ı kifâyenin sevabı yalnız onu işleyenlere âit olur Bu farzı hiçbir kimse yerine getirmezse bütün toplum günahkâr olur Bir ibâdetin rükünleri ve şartları kabilinden olan farzlardan birinin terkedilmesi ibâdetin sıhhatine engel olur Terk kasten olsun yanlışlıkla olsun hüküm değişmez Kasten terk halinde ayrıca günâha girme vardır Namaz kılarken rükû veya secde etmeyi terketmek gibi 2 Vâcib: Farzla sünnet arasında kalan ve amel bakımından farz gibi kabul edilen emirlerdir Bunları işleyene sevap, özürsüz terk edene ceza gerekir İtikadı açıdan, inanma bakımından farzın hükmü gibi değildir Yani vâcibi inkâr eden dinden çıkmaz Bir ibâdetin vâciblerinden birisini kasden terketmek tahrimen mekruhtur, Sehven (yanlışlıkla) terketme hâlinde ise sehiv secdesi gerekir Vâcibin de kifâye olânı vardır Şâban ve Ramazan ayı sonlarında hilâli gözetlemek vacibtir Fakat herkese vâcib değildir Diğer vâcib amellere örnek: Kurban kesmek, vitir ve bayram namazı kılmak, yakın hısımlardan ihtiyaç içinde olanlara yardım etmek gibi Vâcib; sübûlu kat'ı ve delâleti zannı olan delille sabit olur Bu delil te'vile uğramış âyet veya hadis şeklinde olabilir Mesela: Kur'ân-ı Kerim'de: "Namaz kıl, kurban kes" (el-Kevser, 108/2) buyurulur Burada, bayram namazı kılma ve kurban kesme emrinin muhâtabı Hz Peygamberdir Yani bunlar Hz Peygamber için farz hükmünde olur Ancak emrin, diğer müslümanları kapsayıp kapsamadığı kesin değildir Ancak bu emirlerin diğer müslümanların kapsadığı daha kuvvetli görüştür Böylece sünnetten daha kuvvetli, fakat âyetteki delâletin kesin olmaması yüzünden farz derecesine ulaşmayan bir emir çeşidi ortaya çıkmış olur ki buna vâcib denir (Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1938, VIII/, 6200 vd) 3 Sünnet: İyi ahlâk, iyi huy Hz Peygamber'in sözleri, fiilleri, işleri ve takrirleri Misvak kullanmak, cemâatle namaz kılmak gibi Sünnet, müekked ve gayr-i müekked olma küzere iki kısma ayrılır a) Müekked Sünnet: Hz Peygamber (sas)'in devamlı işleyip nâdiren terk ettikleri farz ve vâcib olmayan amelleridir Terkedilmesinde "itâb" vardır Sabah, öğlen ve akşam namazlarındaki sünnetler ve çocukların sünnet ettirilmesi gibi b) Gayr-i Müekked Sünnet: Hz Peygamber'in çok defa edâ edip, bazan terkettikleri sünnet Namazda uzun okuma, ikindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetleri gibi Gayr-ı müekked sünnetlere müstehab ve mendûb isimleri de verilir Usûl bilginleri sünneti ikiye ayırmışlardır a) Sünnet-i Hudâ: Bunlar ibâdetlerle ilgili dinin tamamlayıcı olan sünnetleridir Terkeden kınanır Ezan okumak, kamet getirmek ve cemaatle namaz kılmak gibi b) Sünnet-i Zevâid: İbâdetlerle ilgili olmayan Hz Peygamber (sas)'in sünnetlerine denir Bunları terkeden kınanmaz Namazın rükünlerini uzatmak ve Hz Peygamber'in yemesi, içmesi, oturması, kalkması gibi fiillerinin taklit edilmesi Âyet-i kerimede şöyle buyurulur: "Allah'ın Rasûlünde sizin için güzel bir örnek vardır" (el-Ahzâb, 33/21) Sünnet mutlak olarak kullanıldığında Hulefâ-i Râşidîn'in sünnetini de kapsar Ayrıca farz ve vâcibde olduğu gibi sünnetin kifâyî çeşidi de bulunur Ramazan'ın son on gününde itikaf yapmak ve terâvih namazını cemaatle kılmak gibi Farz namazlarda cemâat sünnet-i ayn'dır Yani bir kısım müslümanların cemâatle namaz kılması, diğerlerinden sünnet yükümlülüğünü kaldırmaz Sünnet hükmü, farz ve vâcibden az sevap kazandırır Kasden terk halinde ceza değil, kınama gerekir 4 Müstehab: Buna mendub da denir Hz Peygamber'in bazan işleyip, bazan terk buyurdukları, selef-i sâlihinin sevip işlediği ve rağbet ettikleri işlerdir Bazı nâfile namaz ve oruçlar gibi Müstehabın hükmü; işlenmesinde sevap olup, terkinde kınama bulunmamasıdır Müstehab genellikle gayr-i müekked sünnet ile eş anlamlıdır 5 Mübah: Yükümlünün yapıp yapmamakta muhayyer bulunduğu işlerdir Bunun hükmü işlenmesinde veya terk edilmesinde sevap veya kınamanın bulunmamasıdır Eşyada asıl olan mubahlıktır Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "O Allah arzda olan şeylerin hepsini sizin için yaratmıştır" (el-Bakara, 2/19) Bazan şartlar değişince, hükümler de değişir Meselâ, haram olan şeylerden yemek içmek mübahtır Ancak ölmemek için ihtiyaç miktarınca haram olan şeylerden de yiyip içmek farz olur Eğer yenilen mal, başkasına aitse, yiyen bunu tazmin eder Bu şekilde yiyip kendisini ölümden kurtarmakla sevap bile kazanır Yemenin namazı ayakta kılacak ve oruç tutmaya kolaylık olacak ölçüde tutulması mendub ve müstehabdır Şişmanlık için yemek mekruh, misafire ikram dışında doyduktan sonra yemeğe devam etmek haram sayılmıştır Ancak cihad gibi bir hizmet için güçlenmek üzere fazla yemekte bir sakınca görülmemiştir Mübah ve meşrû' eş anlamlıdır 6 Haram: Yasaklanmış olan ve terk edilmesi istenen şeylere gayr-ı meşrû denir Bunlardan sübût ve delâlet bakımından kesin delille sâbit olanlara "haram"; yalnız sübût veya delâletten birisi ile yasaklanmış bulunanlara ise "mekruh" denir Harama, mahrem veya mahzur adı da verilir Haramın hükmü; terkine sevap, islenmesine ceza gerekmesi ve helâl ve mübah sayanın dinden çıkmasıdır İçki içmek, kumar oynamak, anaya-babaya âsi olmak gibi 7 Mekruh: Subûtu kat'i delâleti zannı veya subûtu zannı, delâleti kat'ı delille sâbit olan şeyler mekruh adını alır Mekruhun hükmü amel bakımından haramın hükmü gibidir Terkine sevap, işlenmesine ceza korkusu vardır Mekruhun helâl olduğuna inanan kimse dinden çıkmaz Midye istiridye, ıstakoz ve benzeri balık cinsinden olmayan deniz hayvanlarını yemek, cuma saatinde alış-veriş etmek, abdest ve gusülde suyu israf etmek Mekruhun harama yakın olanına "tahrimen mekruh"; helâle yakın olanına ise "tenzîhen mekruh" denir Birincisi vâcib karşıtı olarak kullanılır Ebû Hanife ve İmam Ebû Yûsuf'a göre tahrimen mekruh, haram değilse de, ona yakındır İmam Muhammed'e göre ise gayr-i meşrû, haram demektir Ancak haramlığına kesin delil bulunmadığı için "Mekruh" tâbirini kullanmıştır Mutlak sünnet kelimesi "müekked sünnet" anlamında kullanıldığı gibi, mekruh ifadesi de prensip olarak "tahrîmen mekruh" anlamında kullanılır Ebû Hanife, mücerred mekruh kelimesiyle "tahrîmen mekruhu" kasdettiğini Ebû Yûsuf'un sorusu üzerine açıkça ifade etmiştir (Mehmet Zihni, Nimet-i İslâm, İstanbul 1316, s4-12) Tahrîmen mekruh ifadesi de tenzihen mekruh ifadesi yerine kullanılır Meselâ; Başka su varken kedi artığı olan suyu içmek ve kullanmak tenzîhen mekruhtur Abdestte suyu israf etmek mekruh olduğu gibi, çok az kullanarak guslü mesh derecesine getirmek de mekruhtur 8: Müfsîd: Başlanan bir ameli bozan ve ibtal eden kimsedir Müfsidin yani başlanan bir ameli bozanın hükmü, bunu özürsüz olarak kasden yapmışsa cezanın gerekmesi, sehven yapmışsa cezanın gerekmemesidir Başlanan bir orucu veya namazı bozmak gibi Sonuç olarak akıllı ve ergenlik çağına gelmiş olan her mü'minin günlük hayatta yapmış olduğu fiiller yukarda açıkladığımız sekiz maddeden birisine girer Meselâ; meşru yoldan kazanç elde etmek helâl; rüşvet almak haram, ihtiyaç halinde karz-ı hasen almak mübah (câiz); muhtâca ödünç para vermek mendub; borcunu ödemek farz; sıkıntıda olan borçluya genişlik zamanına kadar süre vermek vâcibdir Dinin emir ve yasaklarını öğrenmek her müslüman kadın ve erkeğe farz-ı ayn; başkalarına fayda verecek derecede ilim öğrenmek farz-ı kifâye; şer'î ilimlerde ihtisas sahibi olmak mendub; övünmek için öğrenmek mekruhtur Satım akdinin gerektirmediği ve taraflardan yalnız birisinin yararına olân bir şârt müfsid ve böyle bir akid fâsittir Her insan gücü dâhilindeki fiilleri yapmakla mükelleftir Gücünün dışındaki işlerle sorumlu tutulmaz (Fakir olana zekât ve hacca gitmenin emredilmesi gibi) "Teklif-i mâ lâ yutak" yani yapılması mümkün olmayan zor işlerden sorumlu tutmak Zira "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler" (el-Bakara, 2/286) İnsana görev teklif edilebilmesi için, sorumluluğu yüklenmeye ehliyetli olması lâzımdır Ehliyet kişinin lehine ve aleyhine olan şer'î teklifleri yerine getirmeye salâhiyetli bulunmasıdır Ehliyet, "vücûb ehliyeti" ve "edâ ehliyeti" olmak üzere iki kısımdır: a) Vücûb Ehliyeti: Mükellefin, insanın kendi lehine ve aleyhine âit meşrû hakların gerekliliğine salâhiyet sahibi bulunması (vâris olma hakkını lüzûmuna salâhiyetli bulunması gibi) b) Edâ Ehliyeti: İnsanın kendisinden şer'ân mûteber olacak şekilde fiillerin meydana gelmesine salâhiyet sahibi olması Bu da, kâmil ehliyet (akıllı ve buluğa ermiş bir insanın sahib olduğu ehliyet; kendisinin nikâh akdini kabulü, alış-veriş, icâre gibi fiilleri meydana getirmeye tam salâhiyetli olması gibi) ve kasır ehliyet (mümeyyiz bir çocuğun veya matuh (bunamış) bir kimsenin yaptığı işlerin bir kısmının sahih ve mûteber, bir kısmının ise mûteber olmaması gibi) olmak üzere iki kısımda mütâlaa edilir (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuku İslâmiyye Kamusu, I, 31) Allah ve Rasûlünün müslüman fertleri sorumlu tuttuğu fiiller önem sırasına göre itikat, ibâdât, muâmelât ve ukûbat'tır Bunlar da ayrıca delillerinin sağlamlığı, lâfızlarının delâletinin katiliğine göre kendi içlerinde sıralanır İslâmi bir toplumun imanı ve tâğutî olanı tefrik edebilmesi için yükümlülüklerini Allahu Teâlâ'nın rızasına uygun olarak bilmesi gerekmektedir |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #237 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükEFDAL En faziletli, daha faziletli Efdal, f-d-l- kökünden gelmektedir İki şey arasında izâfiyet ifâde eder Yani bir şeyi başka bir şeyle karşılaştırmak suretiyle kullanılır Dolayısıyla bu tâbiri kullanmada iki taraf sözkonusudur Birisi en faziletli veya daha fazîletli şey, diğeri ise kendisinden daha faziletli olunan şey ki; birincisine "mufaddal", ikincisine ise "mafdûlun aleyh" veya "mufaddalun aleyh" denir Efdal tâbiri, fıkıh kitaplarında sık sık kullanılmaktadır Bunun anlamı şudur: Efdal olan şey ile mafdûlun aleyh olan şeyin her ikisinde de fazîlet vardır; ancak efdal olanda daha fazladır Dolayısıyla böyle bir durumda her iki şeyden birini tercih etmek câiz ise de, efdal olanı yapmak daha iyi ve sevabı daha çoktur Meselâ hacda dışardan gelenler için farz dışındaki tavâfı yapmak nâfile namazdan efdaldir denildiği zaman; hem tavâfta hem nâfile namazda fazilet olduğu, ancak tavâftaki faziletin nâfile namazdan daha çok olduğu; dolayısiyle ikisinden birini yapmak gerekirse, tavâfı nâfile namazına tercih etmenin daha iyi olduğu anlaşılmaktadır Fıkıh kitaplarında buna benzer ifadeler çoktur İslâm askeri için kışla yapmak, nâfile hacdan efdaldir (İbn Abidin, Reddu'l-Muhtâr, I, 186) Havuzdan abdest almak, nehirden almaya nazaran efdaldir Farz, nâfileden efdaldir Ancak şu konular bundan müstesnâdır: 1- Namaz vakti girmeden önce abdest almak mendub, vakit girdikten sonra ise farzdır (namaz için) Ancak burada mendub, farzdan efdaldir 2- Bir alacaklının darda olan borçlusundaki alacağından vazgeçmesi mendub; onu müsâit bir zamana kadar tehir etmesi ise vâcibdir Ancak buradaki mendub vâcibden efdaldir 3- Karşıdakine önce selâm vermek sünnet; verilen selâmı almak farzdır Ancak burada yine sünnet farzdan efdaldir (İbn Abidin, age, I, 126) Cenaze namazında safların en faziletlisi son saftır Sadaka verirken en faziletlisi, sadakanın sevabını bütün müslümanlara bağışlamaya niyet etmektir (İbn Âbidin, age, II, 357) Bu tâbir hadis-i şeriflerde de çok kullanılmıştır: "Veren el alan elden efdaldir" (Ahmed b Hanbel, II, 480); "Allah yolunda bir saat nöbet beklemek, kişinin oruç ve gece namazından efdaldir" (İbn Mâce, Cihâd, 8); "Amellerin en faziletlisi Allah için sevmektir" (Ebû Dâvûd, Sünnet, II); "En faziletli cihad, (zâlim) yöneticinin yanında hak (doğru) sözü söylemektir" (Ebû-Dâvûd, Melâhim, 17); "İnsanların en fazîletlisi, Allah yolunda malıyla, nefsiyle cihad edendir" (Buhâri, Cihâd, 2); "Namazdan sonra en faziletli amel cihaddır" (Ahmed b Hanbel, II, 22); "En faziletli sadaka müslüman kişinin bir ilim öğrenmesidir" (İbn Mâce, Mukaddime, 20); "En faziletli dinar (para), kişinin çoluk çocuğuna harcadığı dinardır" (İbn Mâce, Cihâd, IV) Bir adam, "Ya Rasûlullah, en faziletli müslümanlık hangisidir" diye sordu Rasûlullah (sas), "Senin dilinden ve elinden müslümanların selâmette olmasıdır" diye cevap verdi Peki en faziletli hicret hangisidir? diye sordu Hz Peygamber (sas), "Allah'ın hoşlanmadığı bir şevden hicret etmen (onu yapmamandır)" dedi |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #238 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükEHL-İ BEYT Hz Peygamber (sas)'in ev halkı Ehl-i Beyt, bir evde yaşayan aile fertleri, aile demektir İslâm fıkıh terminolojisinde bir terim olarak Hz Peygamber (sas)'in hısımlarından kendilerine zekât verilmesi yasaklanan aile fertlerinin tamamını ifade etmek için kullanılmıştır Bu anlamda ehl-i beyt; Hz Peygamber (sas) ve ailesi, Ca'fer, Âkil, Abbâs ve aileleridir Şia'ya göre ise; Hz Peygamber (sas)'in ailesi, eşleri ve çocuklarıyla Hz Ali, Hz Hasan ve Hz Hüseyin'dir (Sahih-i Müslim, II 751-752; IV, 1873) Rasûlullah (sas) ile ehl-i beyt'e de salât ve selâm getirmek müslümanların bir görevidir (Ahmed b Hanbel, Müsned, VI, 323) Ehl-i beyt terimi Kur'ân-ı Kerîm'de Ahzâb sûresindeki şu âyette açıklanmıştır: "Ey Peygamber hanımları, evlerinizde oturun; eski câhiliyedeki gibi açılıp saçılmayın; namazı kılın, zekâtı verin;Allah'a ve Peygamber'e itâat edin Ey Peygamber'in ev halkı, Allah sizden kusuru giderip sizi tertemiz yapmak ister" (el-Ahzâb, 33/33) Rasûlullah (sas)'in eşlerinin, diğer bir deyimle mü'minlerin annelerinin ev halkından olduğu bu âyetten anlaşılmaktadır Ayette, "Ey ev halkı" ifadesiyle onlar kastedilmektedir Çünkü âyetin başında "Ey Peygamber'in hanımları" hitâbı vardır (Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur'ân terc İstanbul 1983, IV, 370) Bu terim, bir adamın hanımlarını ve çocuklarını kapsamaktadır İbn Abbâs, Urve b Zübeyr ve İkrime bu âyetteki ehlü'l-beyt lâfzından Hz Peygâmber (sâs)'in hânımlarının kastedildiğini söylemişlerdir Hz Ali ve ailesi de ehl-i beyt'tendir Enes b Mâlik'in rivâyetine göre: Hz Peygamber (sas), altı ay boyunca Fâtıma'nın kapısının önünden geçtiğinde, sabah namazına giderken, "Ey ehl-i beyt namaz, namaz" demiş ve Ahzâb suresinin otuzüçüncü âyetini okumuştur Ebû Ammâr'ın ve başkalarının rivâyet ettiği hadis de şudur: ''Rasûlullah (sas), beraberinde Ali, Hasan ve Hüseyin olduğu halde geldi Her birinin elini kendi eli içine almıştı İçeri girdi ve Hz Ali ile Fâtıma'yı önüne oturttu; Hz Hasan ve Hz Hüseyin'i de kucağına aldı; sonra elbisesini onların üzerine örterek şu âyet-i kerimeyi okudu: 'Ey ehl-i beyt, Allah sizden eksikliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister ' Sonra devamla, 'Allah'ım, bunlar benim ehl-i beytimdir Benim ev halkımın temizlenmeye en fazla hakları vardır' diye dua etti" Bu hadis, çeşitli muhaddisler (Ahmed b Hanbel, İbn Cerû et-Taberî, Müslim) tarafından birçok râvîden rivâyet edilen sahih bir hadistir Hâdislerde, Rasûlullah (sas)'in eşleri Ümmü Seleme veya Hz Âişe'nin, Hz Peygâmber'e kendilerinin de ehl-i beyt'ten olup olmadıklarını sorduğu, bunun üzerine Rasûlullah'ın ona: ''Sen benim için seçilmişsin" buyurduğu nakledilmiştir Zeyd ibn Erkam, "Rasûlullah (sas)'in hanımları da ev halkındandır Ancak onun ehli beyti kendisinden sonra onlara zekât verilmesi haram kılınmış olan Ali, Akîl, Ca'fer ve Abbâs aileleridir" demiştir Mevdûdî, Rasûlullah'ın bir örtü altına alarak ehl-i beyt'ine dua ettiğine dâir hadisler Müslim, Tirmizî, İbn Hanbel, İbn Cerir, Hâkim, Beyhâki gibi muhaddislerin ve Ebû Said el-Hudrî, Hz Âişe, Hz Enes, Hz Ümmü Seleme ve başka birçok râviden bu hadisin nakledildiğine değinerek; Kur'ân'ın Hz Peygamber'in hanımlarının ev halkından olduğunu açıklıkla beyân ettiğini, Hz Peygamber'in buna ilâveten Hz Ali, Hz Fâtıma, Hz Hasan ve Hz Hüseyin'i de dahil ettiğini vurgulamaktadır (Mevdûdi, age aynı yer) Ehl-i beyt, kavram olarak ortaya çıkışından beri birtakım ihtilâflı konulara yol açmıştır Hatta siâ'nın doğuşuna ilişkin önemli bir yol ayrımıdır Hem Sünnî hem Şii kaynakları, Gâdir-i Hum hadisi ile Sekâleyn hadisi diye bilinen iki hadis kaydetmektedirler Sekâleyn hadisi Şiî literatüründe önemli bir yer tutmaktadır (Cemal Sofuoğlu, Gâdir-i Hum Meselesi, AÜİFD, XXVI, Ankara 1983, 468) Gâdir-i Hum'da Hz Peygâmber'in ''Size iki ağır emanet bırakıyorum; onlara sımsıkı sarıldıkça hiçbir zaman sapıtmazsınız" buyurduğu rivâyet edilmiştir Nesaî, Gâdir-i Hum hadisi ile Sekaleyn hadisini bir arada vererek ikisinin de Gâdir-i Hûm'da söylendiğini yazmaktadır (Ayr bk Müslim, Fadâilü's-Sahâbe, 36; Ebd Dâvûd, Menâsik, 56; Tirmizî, Menâkıb, 32; Nesaî, Hasâis, 15; İbn Mâce, Mukaddime, 11; Menâsik, 84; Hâkim, Müstedrek, III, 109; Ahmed b Hanbel, II, 114, IV, 367; İbn Kesir, el-Bidâye, IV, 414) Hadîsin Müslim'deki Zeyd b Erkam (ö68/687) rivâyeti şöyledir "Mekke ile Medine arasında Hûm denilen bir su başında bulunurken Rasûlullah hutbe irâd etmek üzere ayağa kalktı; Allah'a hamd ve sena etti, vaaz ve hatırlatmalarda bulundu; sonra, 'Haberiniz olsun ki ey insanlar, ben ancak bir insanım; Rabbimin elçisinin gelmesi ve benim ona icâbet etmem yaklaşıyor Ben size iki ağır emanet bırakıyorum: Bunların birincisi, Allah'ın kitâbidir; onda mutlak hidâyet ve nur vardır Bundan dolayı sizler Allah'ın kitâbına tutununuz ve ona sımsıkı sarılınız' buyurdu Böylece Allah'ın kitâbına teşvik edip gönülleri ona rağbet ettirdi; sonra da şöyle dedi: 'Diğeri de ehl-i beyt'imdir Ben, ehl-i beyt'im hakkında sizlere Allah'ı hatırlatıyorum' (Râsûlullah bu son cümleyi üç kere tekrarlâmıştır) (Müslim, Fedâilü's-Sâhâbe, 36; Ayrıca bk Sahîh-i Müslim ve Tercemesi, Terc M Sofuoğlu İstanbul 1970, VII, 311-314) Zeyd b Erkâm, ayrıca Hz Peygamber'in eşlerinin de ehl-i beyt'ten olduğunu, asıl ehl-i beyt'ten kasdın Peygamber'den sonra sadaka almaları haram olanlar yani Ali, Akîl, Ca'fer ve Abbâs aileleri olduğunu belirtmektedir Hz Peygamber (sas)'in bir başka hadisi şöyle nâkledilmiştir: "Zekât, Muhammed 'e de Muhammed 'in akrabalarına da gerekmez; o insanların kiridir'' (Müslim, Zekât, 167; Ahmed b Hanbel, V, 166) "Biz ehl-i beyt 'iz bize zekât helâl değildir" (Ebû Dâvûd, Zekât, 29; Müslim, Zekât, 161) Ebû Hureyre'nin Buhârî'deki rivâyetinde de, "Hasan b Ali-çocukken- zekât hurmalarından bir hurma aldı Hz Peygamber (sas) atması için 'kaka kaka' dedi Sonra 'Sen bilmiyor musun ki biz zekât yemeyiz ' buyurdu" ifadesi vardır (Buhâri, Zekât, 57, 60; Cihad, 188; Müslim, Zekât, 161; Ahmed b Hanbel, I, 200) Müctehidlerin Hz Peygamber'in yakınları ile onlara haram olan zekât konusunda farklı görüşleri vardır Ebû Hanife ile İmam Mâlik onların Hâşimîler olduğunu söylerken, İmam Şafii, Hâşimîler ve Muttaliboğulları'dır demektedir Ebû Yûsuf ile İbn Teymiyye, Hz Peygamber (sas)'in yakınlarının yabancılardan zekât almalarının haram, birbirleri arasında ise câiz olduğunu savunmuşlardır Yûsuf el-Kardâvî günümüzde yaşayan ve Hz Peygamber soyundan gelenlerin zekât alabileceklerini belirtmektedir İbn Teymiyye ganimetlerden beşte birinden pay alamayan ehl-i beyt'in darda kalmamaları için zekât almalarının câiz olduğunu söylemiştir Yûsuf el-Kardâvî buna işaret ederek Âlu Muhammed'in, Hz Peygamber'in yaşadığı dönemdeki yakınları olduğunu vurgularken; Ebu Hanife, İmam Muhammed ve bir görüşe göre İmam Mâlik'in de böyle anladıklarını belirtmektedir Yine o, Alu Muhammed'in zekât alamazken nâfile sadaka alabileceklerinin câiz kabul edilmesinin, minneti daha íazla olan nâfile sadakayı alırken farz olan zekâtı almamanın tutarlı olmadığını söylemektedir Hz Peygamber'in yakınlarına zekât yasağı koyarken, yakınlarını zekât almaktan menetmek, afif yaşamanın örneğini göstermek, kendisini ve ailesini töhmetten kurtarmak istemiştir Bu yasağın kıyâmete kadar devam etmesinde bir hikmet bulunmamaktadır Üstelik ganimet ve fey gelirlerinden de bugün yaşayan yakınlarını mahrum etmenin onları yoksulluğa ve fakirliğe mahkum etmek demek olduğunu savunmaktadır (Kardâvî, Fıkhü's-Zekât, Beyrut 1969, II, 732-733) Gâdir hadîsinin Şiî kaynaklardaki anlatımında Hz Peygamber'in Vedâ Haccı dönüşünde Gâdir-i Hûm'da önemli bir hususu tebliğ etmek için konaklayarak ashâbına, "Allah bana; 'Ey Peygamber, Sana indirileni tebliğ et; eğer bunu yapmazsan O 'nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun Allah seni insanlardan korur Doğrusu Allah kâfirlere yol göstermez' (el-Maide, 5/67) âyetini indirdi" buyurarak, Cebrâil'in şu emri getirdiğini söylemiştir: "Ali b Ebû Tâlib benim kardeşim, vâsim, halifem ve benden sonra imamdır Ey insanlar Allah onu size velî ve İmam olarak tâyin etti; ona itâat etmeyi herkese farz kıldı Ona muhâlefet eden mel'un, saygı gösteren ise merhamete erecektir Dinleyiniz ve itâat ediniz Allah mevlâmız Ali ise imamınızdır İmâmet ondan sonra onun soyundan kıyâmete kadar devam edecektir" Ayrıca Ebû Sâd el-Hudrî şöyle demiştir: "Mâide sûresinin 67 âyeti Hz, Ali hakkında nâzil olmuştur'' (Mecmau'l-Beyân, III, 223; Dairetü'l-Maarifü'l-İslâmiyye eş-Şiâ, 37; Vahidi, Esbâbu'n-Nüzûl, 115) Bu ibareler, Şiî kaynaklarda bu şekliyle kaydedilmektedir Şiâ tefsirinde, sözkonusu âyette Rasûlullah'ın tebliğ etmesi istenen şey Hz Ali'nin hilâfetidir Hasan el-Basrî'nin (ö110/728) rivâyetine göre; Cebrâil Hz Ali'nin velâyeti konusunda Hz Peygamber'e delil olmasını istemiş, o da 'amcasının oğlunu korudu' diye düşünmesinler niyetiyle bunu tebliğ etmemiş, âyet bunun üzerine inmiştir Hz Peygamber daha sonra "Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır" buyurmuştur İbn Teymiyye bu hadisin mevzû olduğunu yahut bu rivayetin Şiîler tarafından arzuları ve görüşleri doğrultusunda değiştirildiğini kaydetmektedir (bk İbn Teymiyye, Minhacü's-Sünne, Gâdir-i Hum) Sekaleyn hadisi Ehl-i Sünnet'ten otuz dokuz, Şiâ'dan sekseniki rivâyet yoluyla gelmiştir Bu kadar çok rivâyet yoluyla gelmesinin sebebi, Hz Peygamber (sas)'in bunu birçok yer ve zamanda tekrar tekrar söylemiş olmasıdır Şiâ, bu hadisten ehl-i beyt'in mâsum olduğunu ve Kur'ân'dan ayrılmazlığı anlamını çıkarmış; bunların yalnız birine değil her ikisine de tutunmak gerektiğini, çünkü Hz Peygamber'in "iki emanet"ten kasdının bu olduğunu söylemişlerdir Ehl-i beyt, kıyâmete kadar Kur'ân'ın yanındadır (Muhammed Takiy el-Hakim, Usûlü'l-Fıkhi'l-Mukârin, 167) Sünni alimler ise hadisin lâfzını, "Allah'ın Kitabı ve Râsûlullâh'ın sünneti" şeklinde açıklamaktadırlar (Bk İbn Hişâm, es-Sıre, IV, 251; Ebû Dâvud, Menâsik, 56; İbn Mace, Menasik, 84; Ahmed b Hanbel, IV, 267; İmâm Mâlik, Kader, 3; Buhâri Târih, 375; Askalânî, Tehzib, VII, 327; İbn Abdilberr, el-İstiâb, II, 473; İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye, V, 214, İbnü'l-Esir, Üsdü'l-dâbe, 111, 307) Ehl-i beyt'in Kerbelâ* katliamından sonra siyasetle ilgisini kesip kendisini tamamen ilme vermesine rağmen Emevi ve Abbâsilerin onlar üzerindeki baskısı her zaman varolmuştur Ali Zeynelabidin, oğulları İmam Zeyd ve Muhammed Bâkır (ö114) Hz Peygamber'den tevârüs ettikleri ilmi sürdürmüşlerdir, Muhammed Bâkır'ın oğlu İmam Câfer-i Sâdık (ö148) ehl-i beyt'in fikri, fıkhı ve ilmî mirasını sistemleştirmiş, o, İmam Zeyd'in, Hz Ali'nin torunlarından en-Nefs-üz-Zekiye'nin, İbrahim'in, Abdullah b el-Hasem'in şahâdetlerini görmüştür Onun zamanında başta Irak olmak üzere İslâm ülkelerinde Ehl-i Beyt olduklarını öne süren "Dâî" * ler ortaya çıkmış; bunlar helâli haram kılarak, hattâ İmam Câfer'i tanrılaştırarak İslâm'dan sapmışlardır İslâm tarihinde ehl-i beyt'in Hz Ali'den sonra tarihte çeşitli aşamalar geçirdiği ve her bir dönemde ayrı ayrı şekil ve kalıplar alarak bugünkü hale ulaştığı bilinen bir husustur İlmin kapısı olan Hz Ali'ye ashâb arasında sevgi ve hürmet besleyenler, hattâ onun halife olacağını savunanlar vardı; ancak onlar mezhep oluşturmamışlardı Ebû Zerr, Mikdât b el-Esved, Câbir b Abdullah, Ubey b Kâb, Ebû'l-Tufeyl, Abbas ve çocukları, Ammâr b Yasir, Ebû Eyyub el-Ensârı bunlar arasındadır Daha sonrâları Hz Osman zamanında fitneler başlamış, aşın tarafçılık eğilimleri belirmiş, Emeviler zamanında ehl-i beyt'e büyük bir zulüm gösterilmesi bütün ümmetin Emevilere karşı nefretini doğurmuştur Irak'ta gelişen Şiîlik, aşırılarıyla ve mûtedilleriyle tarihte önemli bir hareket olmuştur Hz Ali yoluyla gelen ehl-i beyt; Hasan, Hüseyin, Muhammed İbn el-Hanefiyye, Abbâs ve Ömer'den yayılmıştır Hz Ali şehid edildikten sonra (661) yerine Hz Hasan halife seçilmiş ve halifeliğinde suikasta uğramış, iyileştikten sonra hutbesinde şöyle demiştir: "Ey Irak halkı bizim için Allah'tan korkun Biz sizin emirleriniz ve misafirleriniziz Biz ev halkıyız Çünkü Allahu Teâlâ bizim hakkımızda, "Ey ehlü'l-beyt, Allah sizden eksikliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister" diye bahsetmiştir" Şiâ'ya göre mâsum olan ve ehl-i beyt'den gelen on iki İmam şunlardır: Hz Ali, Hz Hasan Hz Hüseyin, Ali Zeyne'l-Abidin, Muhammed el-Bâkır, Câfer-i Sâdık, Musa el-Kâzım, Ali er-Rıza, Muhammed el-Cevad, Ali el-Hâdî, Hasan el-Askerî, Muhammed el-Mehdi Ehl-i beyt'in Hz Ali'den gelen imamlarına tarih boyunca zulmedilmiş, bunların birçoğu şehid edilmiştir Hz Hasan'ın soyundan: Muhammed en-Nefsü'z-Zekiye (145/763), İbrahim, Hüseyin b Ali (169/785), Muhammed b Tabat (199/814), Muhammed b Süleyman (814), Zeyd b Musa el-Kâzım ve Ali b Muhammed, İbrahim b Musa, el-Hasan b Zeyd (250/864), el-Hüseyin, İsmail b Yûsuf, Muhammed b Zeyd, Ahmed b Muhammed, Hasan b Ali gibi kimseler gelip ehl-i beyt'in liderliğini yapmış Emevi ve Abbâsilere karşı kıyam etmişlerdir Hz Hüseyin'in soyundan gelip de ehl-i beyt davası uğruna şehid olanlar ise şunlardır: Zeyd b Musa el-Kazım, Muhammed b Câfer es-Sâdık, el-Hüseyin el-Aftas, Muhammed b Kasım, el-Hasan el-Karkî, Muhsin b Câfer (404) (Mes'ûdî, Murûcü'z-Zeheb) Hz Peygamberin ehl-i beytinden gelenler günümüzde İslâm âleminin değişik yerlerinde yaşamaktadırlar Hz Hüseyin soyundan gelenlere Seyyid, Hz Hasan soyundan gelenlere Şerif denilmektedir Hz Peygamber'in ehl-i beyt'inin işleriyle meşgul olan görevlilere tarihte Nakîbü'l-Eşrâf denilmiştir Nakîbü'l-Eşrâf, Peygamber hânedânı efrâdının umûmî bir vâsisi hükmünde olup, gördüğü vazifenin şerefinden ötürü en yüksek mansıblardan sayılmış, İslâm devletlerinde her zaman bunlara hürmet ve ta'zimde bulunulmuştur (Ayrıca bk: Ehl-i Sünnet) |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #239 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükEHL-İ BİD'AT Bid'at ehli, hevâ ehli, dalâlet ehli, şüpheler (şubûhât) ehli, tefrika ehli İlim ehline göre bunlar aynı şeyin değişik isimleridir Bunlar Kitap ve Sünnet'e ve Ümmetin, ashabın yolunu ve metodunu izleyen selefinin anlayışına aykırı görüşler ortaya koyan kimselerdir İslâm dininde bid'at, Allah'ın ve Rasûlünün teşri' buyurmadığı, farz veya müstehap türünden olmayan, bunlarla ilgili olarak hiçbir şekilde emretmediği şeylerdir Ancak şer'î deliller ile bilinen hususlar ise, Allah'ın göndermiş olduğu dinin kapsamı içerisindedir Bu konudaki bir kısım emirlere dair ilim adamlarının farklı görüşleri durumu değiştirmez Bid'at ehline "hevâ ehli" adı verilmesinin izahı ile ilgili olarak İmam Ebu İshak İbrahim b Musa eş-Şâtıbî (v 791/1388) şunları söylemektedir: "Ehl-i Bid'at şer'î delilleri onlara ihtiyaç duyulan bir eda ve bu delilleri esas alan bir üslup ve yaklaşım ile ele almadılar Aksine hevalarım şer'î delillerin önüne geçirdiler, kendi görüşlerine itimad edip güvendiler Hatta şer'î delilleri ise bu esaslara göre ele alınıp değerlendirilecek bir mertebede gördüler" (el-İ'tisâm, II, 176) Hevâ ise insanın sevmek veya nefret etmekten kaynaklanan eğilimleridir "Sünnet ve hadis ehli dışında bütün fırkalar hadis imamlarından sahih olan bir görüş ile ayrılmış değillerdir Bununla birlikte bunların İslâm dininden hak olan bazı şeylere de sahip olmaları kaçınılmazdır İşte bundan dolayı şüphe sözkonusu olmuştur Yoksa katıksız bir bâtıl hakkında kimsenin şüphesi olmaz Bundan dolayı bid'at ehline "şüphe ehli" denilmiştir Ayrıca Onlar hakkında: "Onlar, hakkı batıla karıştıranlardır" denilmektedir" (Minhacü's Sünne, V, 167) Dinde tefrikaya düşmek "bir tek fırkayı" fırkalara dönüştürür Onların bu noktaya düşmelerinin sebebi ise hevâlarına uymalarıdır Dinden uzaklaşmalarıyla, hevaları da bölük bölük olmuş ve sonunda dağılmışlardır Bu bakımdan yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Dinlerini fırka fırka edip gruplara ayrılan kimselerle senin hiçbir ilişkin yoktur" (el-En'âm, 6/ 1 59) Burada yüce Allah, Rasûlünü böyle kimselerden uzak tutmuştur Bunlar da bid'at ve dalâletlere gömülen Allah'ın ve Rasûlünün izin vermediği hususlara dair söz söyleyen kimselerdir Kişiyi hevâ ehli arasına sokan bid'at ise sünneti bilen ilim adamlarınca meşhur olan görüşe göre Haricilerin, Rafızilerin, Kaderiyenin ve Mürcie'nin bidatleri gibi, kitap ve sünnete aykırı düşen bid'attir Allah Rasulü'nün sünnetini bilen âlimlerce dinden oldukları zaruri olarak bilinen hususlarda tartışmaya girişen bir kimse başkaları bu konuda şüphe etse yahut nefyetse dahi- aslı konularda muhalefet eden kimselerin bid'at sahibi olduğu hüküm üzerinde İslâm'ın ileri gelen âlimleri arasında ittifak vardır Meselâ; sünnet âlimlerince mütevatir olarak kabul edilen Rasûlullah (sas)'ın şefâatine, havzına, kebâir ehlinin ateşten çıkartılacağına dair hadisler ile yine onlarca mütevâtir kabul edilen sıfat ve kadere dair hadisler Cenâb-ı Allah'ın celâl ve azametine yakışır şekilde arşı üzerinde olduğuna dair hadisler ve buna benzer, Rasûlullah'ın sünnetlerini bilen ilim ehlinin ittifak ettikleri esaslar bu türdendir Hz Peygamber (sas)'den gelen ilmi bilen ilim adamlarının mütevâtir kabul edilen şuf'aya dair hüküm, davalıya yemin ettirmek, muhsan zâninin recm edilmesi, hırsızlıkta nisabın muteber kabul edilmesi gibi hususlar bu türdendir İşte bundan dolayı İslâm'ın önde gelen âlimleri bu gibi aslı meselelerde sünnet âlimlerine muhalefet edenlerin bid'atçi olacakları üzerinde ittifak etmişlerdir Kişi, bid'at sahibi olan bir kimsenin bid'atini bizzat görür veya işitirse yahut da o kişinin bu bid'ate sahip olduğu yaygınlık kazanacak olursa bid'at ehlinden olmakla nitelendirilir ve cerh edilir Bu konuda görüş ayrılığı yoktur Bütün müslümanlar günümüzde de geçmiş asırlardan bu yana da Ömer b Abdülaziz, Hasan-ı Basri vb ilim ve din ehli ancak yaygınlık kazanması ile bilinebilecek hususlar ile bid'at sahibini cerhetmişlerdir Aynı şekilde Haccac b Yusuf ve Gaylan el-Kaderi ile benzeri zulüm ve bid'at sahipleri hakkında haberlerin yaygınlık kazanmasından başka bir şekilde bilinemeyecek durumlarda da bid'at sahibi olduklarına şehâdet edilir Bu konudaki delil ise Enes b Mâlik (ra)'ın yaptığı şu rivayettir: "Bir seferinde Rasûlullah (sas)'ın yanından bir cenaze götürüldü Yanında bulunanlar ondan hayırla söz etti Peygamber: 'Vacib oldu' dedi Daha sonra bir başka cenaze geçirildi Ondan kötülükle söz edildi Peygamber: 'Vacip oldu' dedi yine Bu sefer Ömer b Hattab: 'Vacib olan nedir?' diye sorunca Hz Peygamber: "Siz daha önce geçen hakkında güzel konuştunuz, iyilikle söz ettiniz o bakımdan cennet onun için vacip oldu Ötekinden kötülükle söz ettiniz, ona da cehennem vacip oldu Sizler Allah'ın yeryüzündeki şâhitlerisiniz " (Buhârî, Cenâiz, 86; Müslim, Cenâiz, 60) Onun şahitliğinin veya velâyetinin reddedilmesi için fâsık olduğunu ortaya koymak böyledir Şayet maksat onun kötülüğünden sakınmak için uyarmak ise bundan daha da aşağı deliller ile yetinilir Bid'atin mahzurlarına ve hoşa gitmeyen yanlarına dair söylenmiş sözlerin bir kısmını İmam Şâtibî şöylece dile getirmektedir: "Bid'at ile birlikte namaz, oruç, sadaka vb Allah'a yaklaştırıcı hiçbir ibadet kabul edilmez Bid'at sahibi ile birlikte oturup kalkan kimseden Allah'ın koruması kalkar ve o kişi kendi haline bırakılır Bid'at sahibinin yanına giden ona saygı gösteren, İslâm'ın yıkılmasına yardımcı olur İslâm'ın aslını bozacak davranış ve anlayışta olan bid'at sahibi kimse lânetlik kabul edilir Bid'at sahibinin ibadeti kendisini Allah'tan uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramaz Düşmanlığın ve karşılıklı kinin kaynağı bid'at sahibidir Bid'at, Muhammed (sas)'in şefâatine engeldir Her bir bid'at bir sünneti ortadan kaldırır, o bid'at gereğince amel edenlerin günahı kadar da bid'atleri ortaya koyana da yazılı! Bid'at sahibine Allah gazab eder, onu zelil kılar Rasûlullah (sas)'in havzından uzaklaştırılır Dinden çıkan kâfirler arasında sayılacağından ve dünya hayatından ayrılırken, âkıbetinin kötü olacağından, âhirette yüzünün kararacağından ve cehennem ateşiyle azab göreceğinden korkulur Allah Rasûlü, bid'atçiden beri ve uzaktır Müslümanlar da ondan uzaklaşmıştır Dünya hayatındaki fitneden başka ahiret azabının da artacağından korkulur" (Şâtibî el-İ'tisâm, I, 106-107) Bid'at sahibi kimselere uygulanacak ceza herhangi bir şekilde artırılması veya eksiltilmesi sözkonusu olmayacak şekilde tesbit edilmiş değildir Bu konuda müctehidler nass ile belirtilen bir takım bid'atler hakkındaki rivayetlerden hareketle görüşlerine göre bazı hükümler ortaya koymuştur Meselâ Haricilerin, öldürüleceğine dair haberler ile Ömer b el-Hattâb (ra)'ın Sâbi el-Irâkî hakkında söylediği rivayet edilen sözler bunlardandır Müctehidlerin bu konuda bazı görüşleri vardır Bid'at sahibi irşâd edilir, öğretilir ve görüşlerine karşı deliller ortaya konulur Onunla konuşulmaz, selâm verilmez Beldesinden sürgün edilir Hallâc'ın öldürülmeden önce senelerce hapse atıldığı gibi hapse atılır Sakınmalarını sağlamak maksadıyla bid'atleri ilân edilir, yayılır Onlarla savaşılır Tevbe etmeyecek olurlarsa öldürülür Genel olarak cerhedilir ve şehâdetleri rivayetleri herhangi bir şekilde kabul edilmez bu konuda etraflı görüşler vardır Hastalandıkları takdirde ziyaretlerine gidilmez Cenazelerinde bulunulmaz Ömer b el-Hattâb'ın Sabiğ'i vurduğu gibi vurulurlar Delil ile kâfir oldukları ortada olanların tekfir edilmesi Meselâ eğer bid'at, İbâhiyye gibi açık bir küfrü gerektiriyorsa tekfir edilirler Vahdeti vücûd, hulûl ve ittihadı savunanlar da aynı gruba dahildir Buna göre bizzat bid'atin durumunun farklılığınâ göre verilecek cezalar dâ farklılık arzeder Bu konuda bid'atin dinde fesat çıkartacak kadar büyük olması ile olmamasına dikkat edilir Bid'at sahibinin bunun açıkça ortaya koyup o bid'at ile tanınacak durumda olmasıyla olmaması, bid'atçinin propagandasını yapmasıyla yapmaması, açıktan açığa onu kabul edip uyması ile uymaması bu konuda insanlara karşı ayaklanmasıyla ayaklanmaması, bid'ât ile bilmediğinden dolayı amel edip etmemesi durumları nazarı itibara alınır Bid'at ehlinin kullandıkları deliller ile bid'atlerin ortaya çıkış şekillerini şöyle özetlemek mümkündür: 1 Senedi oldukça zayıf ve Rasûlullah'a yalandan uydurulan hâdislere güvenmeleri ve bunları delil almaları: Hz Peygamber (sas)'ın cübbesi omuzlarından düşünceye kadar sema edip harekete gelmesini delil göstermeleri buna misaldir 2 Maksat ve mezheplerin uygun olmayan şekilde vârid olmuş olan hadisleri reddedip bunların akla uygun olmadığını ileri sürmeleri, kabir azabını inkâr edenler gibi 3 Allah ve Rasûlünden gelen buyrukları anlamak için gerekli olan Arap dili ilmine sahip olmamakla birlikte Arapça olan Kur'ân ve Sünnet hakkında zan ve tahminlere dayanarak söz söylemeleri ve böylelikle kendi anlayış ve kanaatlerini şerîatın önüne geçerek geçmiş ve ilimde derinlik sahibi olan "Râsihûn"a muhalefet etmeleri 4 Açık nasları bir kenara bırakarak muhkem nassların ışığında ele alınması gereken müteşabih naslara tâbi olmaları ve muhkem olanları da kalplerindeki eğrilik sebebiyle tevile kalkışmaları Meselâ taklid edici lâfızları tetkik etmeden mutlak lâfızları delil almak Tahsis edici lâfızları var mı yok mu düşünmeksizin umûmî lâfızları kabul etmek gibi Sahih hadislerin Kur'ân-ı Kerîm ile çelişki teşkil ettiğini veya bu hadislerde çelişki olduğunu, akla aykırı olduğunu söylemeleri bid'atlere düşmelerinin sebepleri arasındadır 5 Delilleri yerli yerince kullanmamak Meselâ delilin herhangi bir illet sebebiyle bir hüküm hakkında vârid olmasına rağmen onların bu delili o hüküm hakkında değilmiş gibi ele almaları ve bu hükmün illetinden uzaklaştırarak her iki illetin de bir olduğu vehmini vermek suretiyle başka bir hükme tahvil etmeleri 6 Bid'at ehlinden bazı grupların şer'î açık hükümleri aklın kabul edemeyeceği şekilde tevil edip asıl maksat ve muradın bu olduğunu ileri sürmeleridir ve Arap dilinden anlaşılan manânın kasdedilmediğini söylemeleridir Bu tür şeyleri ise ancak geneliyle, özeliyle şerîatı iptal etmek isteyenler yaparlar Bunlar ise Bâtınî fırkalarından İsmailiye ve Nusayriye ile hulûl görüşlerini kabul edenlerdir 7 İmam ve şeyhlerin ta'ziminde aşırıya giderek onları hak etmedikleri makam ve mevkilere çıkartmak Meselâ filân kişinin Allah'ın en büyük velisi olduğunu ileri sürmeleri, yahut bunların fazilet itibariyle Peygamberle (sas) eşit olduğu, ancak onlara vahiy gelmediğini aradaki tek farkın bu olduğunu ileri sürmeleri, hattâ bazı hurafecilerin şeyhin kimi zaman bizzat tanrı olduğunu söylemeleri bu türdendir Meselâ Hallâc'ın mensupları onun hakkında bu tür iddialarda bulunmuşlardır Bazı Şiî grupların imamları masum kabul etmeleri, sûfilerin şeyhleri hakkındaki görüşleri bu türdendir 8 Âlim ve şeyhleri körü körüne taklit etmek ve bu konuda yine kör bir taassub ile onlara bağlanmak Bunların ileri sürdükleri en büyük delil ise şudur: "Biz, filan salih adamı gördük de, o da bize şunu yapmayın bunu yapın dedi" Hattâ kimileri: "Ben rüyamda peygamberi gördüm, bana şöyle dedi, şunu emretti" diye söyleyip buna dayanarak amel etmesi ve bazı şeyleri terketmesi Bunu yaparken de şeriatla bulunan sınırlardan yüz çevirir Bu ise apaçık bir sapıklıktır 9 Bid'at sebeplerinin en büyüğü olan sünneti iptal etmek: bid'atin başlangıcı zan ve hevâ ile sünneti eleştirmeye kalkışmaktır Zu'l-Huveysira'nın birtakım ganimetleri dağıttığı esnada Peygamber (sas)'in sünnetini tenkid ve ta'n ederek: "Allah'a yemin ederim bu paylaştırmada adalet gözetilmedi ve Allah'ın rızası nerededir de bulunmak istenmedi" (Buhâri, Humûs 19; Müslim, Zekât 140) sözünü söylemesi de bu türdendir Yine İblîs kendi görüş ve havâsını esas alarak Rabbi'nin emrine karşı çıkıp tenkid etmiştir Halbuki aslolan sünneti seniyeye tâbi ve teslim olmaktır Allah'tan gelmiş olan risâlete uymak ve ona teslim olmak işte budur 10 Sünneti, yani şeriâtı ve maksadlarını bilmemek Şeriatın gösterdiği yolu bilmeyen kimse onun yerine bid'atçilerin yolunu izler I I Ashâb-ı kirâmı ve onlara tâbi olan selef-i sâlihin'i izlemeyi terketmek İmam Ahmed b Hanbel der ki: "Bize göre sünnetin esası Hz Peygamber (sas)'ın ashabının izlediği yola sıkı sıkıya yapışmak demektir" 12 Zındıklık ve ilhad Büyük bid'atin pek çoğunun menşei Râfizîlik bid'ati gibi ilahı sıfatları reddetmek ve bâtıl tasavvufa meyletmek gibi zındıklar olmuştur Velev ki bu bid'atler imân ve İslâm'a bağlı fakat şerîatı bilmediği için ve hevâsına bir dereceye kadar tâbi olduğu için iman ve İslam'a tâbi kimselere intikal etmiş olsun 13 Can ve mallar üzerinde egemen olan yöneticilerin şerîatı Muhammediye'den sapıp uzaklaşmaları Nitekim Ahmesli bir kadının: "Cahiliyyeden sonra yüce Allah'ın bize göndermiş olduğu bu doğru yol üzerinde biz ne kadar süre kalmaya devam edeceğiz?" şeklindeki sorusuna Hz Ebu Bekir: "Sizin yöneticileriniz şeriat üzerinde dosdoğru oldukları sürece" diye cevap vermiştir (Buhâri, Menâkibu'l Ensâr, 26) Ebûbekir es-Sıddık (ra)'ın bu sözleri söylemesinin sebebi şudur: Yöneticiler dosdoğru oldukları sürece insanlar da dosdoğru olurlar Hz Ali (ra)'ın halifeliğinin son dönemlerinde bid'atler zuhur etmeye başlamıştır ki, bu da Haricilik ve Rafızilik bid'atidir Bu bid'atler ise imâmet, hilâfet ve buna bağlı diğer İslâmî hükümlerle ilgilidir Şunu söyleyebiliriz: İlim ehlinin doğru kabul edilen görüşlerine göre bid'at ehli gruplarını sayı olarak tam olarak tesbit etmek imkânsızdır Ancak bunların en ünlüleri şöyledir: 1 Hâricîler: Bunlar, İmam Ali (ra)'a karşı çıkan ve ayaklananlardır Bunların ayaklanmaları Irak'ta başlamıştır Bid'atleri ise, müslüman olup büyük günah işleyenlerin kâfir olduğunu söylemek ve ashabı kiramı tân etmek şeklinde ortaya çıktılar Daha sonra pek çok bid'atleri ilave ettiler ve yirmiden fazla fırkaya bölündüler (Ayrıca bk Hariciler, Hariciye mezhebi) 2 Râfîzîler: Bunların bid'atleri ise Hz Peygamber (sas)'ın Hz Ali'nin hilafetini nâss ile tayin ettiğini, Hz Ebu Bekir (ra)'ın ve Hz Ömer'in Allah'ın Rasulünün emrine muhalefet ettiklerini ileri sürmeleridir Daha sonraları bunlardan Hz Ebu Bekir, Hz Ömer, Hz Osman'ı ve başka ashabı yoluyla rivâyet edilmiş hadisleri de reddederler, Kurân-ı Kerim'in manâlarına aykırı görüşler serdederler, yalan söylemeyi helâl kabul ederler 3 Kaderiye: Bunlar da Allah'ın kadım ilmini kabul etmezler Bunlar, Kaderiyye'nin gulâtı (aşırı) olanlarıdır Avâmı ise Allah'ın kadim ilmini kabul etmekle birlikte, kulların fiilleri Allah tarafından yaratılmış değildir derler Ashâb döneminin sonlarında İbn Abbas ile Câbir b Abdullah'ın hayatta olduğu sırada Basra'da ortaya çıkmışlardır 4 Cehmiyye: Cehm b Safvân'a uyan kimselerdir Bunlar yüce Allah'ın sıfatlarını te'villere saparak nefyederler Şanı yüce Allah'ın arsının üzerine yükseldiğini kabul etmezler Onun konuşmasını, her gece dünya semasına nüzulünü vb diğer sıfatlarını ederler Bu görüşler kısmen veya tamamen Kuran ve Sünnetin neye delalet ettiğini bilmemekten dolayı, sünnet ehline mensup bazı kimselere de geçmiş bulunmaktadır Cehmiyye II asrın başlarında Horasan'da ortaya çıkmıştır, imamların pek çoğu onların küfrüne hükmetmiştir 5 Mutezile: Bunlar da Allah'ın sıfatını kabul etmezler, büyük günah işleyenleri ebediyyen cehennemde kabul ederler Hz Peygamber (sas)'ın şefâatini inkâr eder, Allah'ın mahlûkatı üzerinde yükselmesini kabul etmezler Bunlar da Hasan-ı Basrî'nin vefatından sonra Basra'da ortaya çıkmışlardır 6 Mutasavvıflar: Bid'at olarak ortaya çıkmış ve ibadet şekline girmiş çeşitli davranışları dinden ve dinin bir emri olarak kabul eden ve şeyhler hakkında aşırılığa giden kimselerdir Bazıları yüce Allah'ın şeyhe hûlul ettiğini söyleyecek kadar sapıklığa varırlar Onların pek çoğu da vahdet-i vücûda, hulul ve ittihada, yani hâlikin mahluk ile birleşmesine inanırlar Bu icmâ ile küfürdür Onlar ayrıca, nassların te'vilinde Batınilerin yollarını izler Kanaatlerine göre bu gibi şeyler ise arifbillahın bilebileceği şeylerdir Bu taife yalan ve iftira olarak ehli sünnete nisbet edilen taifelerin en kötü olanlarıdır Hasan-ı Basri'nin vefatından sonra Basra'da ortaya çıkmışlardır 7 Mezhebî taassub bid'ati: Bu, zaman itibariyle yukarıdakilerden daha sonra ortaya çıkmıştır Böyle bir bid'at dört imamın vefatından bir süre sonra görülmeye başlandı Bu gibi bid'atçiler dilleriyle imamların masum olduğunu kabul etmemekle birlikte vakıada böyle bir masumiyeti kabul ederler Meselâ, bu bid'ate sahip bir kimse: İmam herhangi bir hadisi bilmeyebilir veya imamların hata edebileceği doğrudur ancak bizim imamımızın hata ettiği sabit olmamıştır derler Hatta müteahhirlerden birisi şöyle der: Bizim mezhebimize aykırı olan her bir hadis ya te'vil yahut mensuhtur Ancak ilim ehli bilirler ki bu bir bid'at ve bir dalalettir Müslüman olan her kişinin görevi, Kur'ân ve sahîh Nebevî sünnete tâbi olmak, Peygamber (sas)'in ve ashabının izlediği yolu izlemektir Asıl Fırka-i Naciye onların izlediği ve onların izinden gidenlerin gittiği yoldur |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #240 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükEHL-İ DALÂLET Doğru yoldan, sırat-ı müstakîmden, Hz Peygamber'in sünnet yolundan ayrılmış, bütün İslâm dışı din ve düşünce akımları Doğru yoldan çıkıp kaybolmak anlamıyla kullanılan dâlle (yalın hali dalâle, dalâl), Kur'ân'da çeşitli kullanımlarla geçmektedir Dalâlet veya dalâl; doğru yoldan sapma, sapıklık, sapkınlık demektir Dalâl; doğru yoldan bilerek veya bilmeyerek sapmak anlamına da gelir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, I, 135) Gaflet, hayret, gaybûbet, helâk mânâlarına da kullanılır Dâllîn, sapıklar demektir ve Kur'ân buyruklarınâ göre onlar dost edinilmeyecek, Allah'ın gazâbına uğramış azıp-sapmış kişilerdir, dinlerini bölük bölük yapanlardır (el-Fâtiha, 1/5-7; el-Enbiyâ, 9/159) Allâh, cemaatten ayrılmamayı emretmiş, dinde çekişenleri reddetmiştir Hz Peygamber (sas) dinde her yeni şeyin bid'at, her bid'atin de dalâlet olduğunu söylemiştir (İbn Mâce, Mukaddime, 46) Kur'ân'da hak ehli müminlere dalâlet ehli olan kâfirlerin nasıl karşı durdukları birçok âyetlerde anlatılır Hz Peygamber zamanında insanlar mümin, kâfir (müşrik) ve münâfık diye üç ayrı gruptu Müminler ehl-i İslâm, kâfirler ve münâfıklar ehl-i dalâlet olarak tanımlanmıştır Bunlar için Rasûlullah, "Ben onlardan uzağım, onlar da benden " buyurmuştur Bunlar ayrıca "siyah yüz sahipleri" diye tanımlanır (Âlu İmrân, 3/106) Onlar, müteşâbih âyetlere uyarlar (Âlu İmrân, 3/7) Ehl-i Sünnet âlimleri onları ehl-i kitab (Yahudi ve Hristiyanlar), ehl-i İslâm'dan sapan sapık bid'at firkaları (Bâtınîlik, Dürzîlik, Hulûliye, Cehmiye, Cebriye, Kaderiye, Neccâriye, Müşebbihe, Hàriciye, Keşfiyye, Habıtiyye, Bahâiye vb ) şeklinde târif etmişlerdir İslâm'da ehl-i dalâlet'in öncüleri; İslam şeriatının ahkâm ve akîdesini zedeleyen sapık yollar ve bid'atlere dalan Cehmiye, Mu'tezile ve filozoflardır Çağdaş dünyada dalâlet ehlinin tarifini belirlemek için Kur'an-ı Kerîm'deki dalâl ifadelerinin anlaşılması gerekmektedir İman; doğru yola girmek,İslâm'a teslim olmak demektir Küfr ise imanın, ihtidânın karşıtıdır; doğru yoldan çıkıp kaybolmaktır Kur'an-ı Kerîm küfrü bu dalâl anlamında çeşitli kullanımlarla bize göstermektedir: "Doğrusu babamız apaçık bir dalâl içindedir" (Yusuf, 12/8) âyetinde Hz Yâkub'un oğullarının, kardeşleri Yusuf'u kıskanmalarına ilişkin olarak; "Erkek onun aklını basından almış, doğrusu biz kendisini apaçık dalâl içerisinde görüyoruz dediler" (Yusuf, 12/30) âyetinde Mısır hükümdarına karşı şehirli kadınların sözü olarak; doğru yoldan ayrılmak manasını ahlâkı bağlamda kullanarak ele alınmaktadır Dalâl'ın dinî kullanım alanı ise Kur'an'ın bütün âyetlerinde sık sık vurgulanmaktadır: "her kim yoldan şaşarsa (dâlla) kendi zararına şaşar" (el-İsrâ, 17/15); "Doğrusu O'nun yolundan kimin şaştığını (yadillu) ve kimlerin doğru yolda olduğunu en iyi Rabbin bilir" (el-En'âm, 6/117); "Onlar, huda (irşad)dan mahrumiyet pahasına dalâleti (sapıklığı) ve aftan mahrumiyet pahasına da cezayı satın alanlardır" (el-Bakara, 2/175); "Hayır! Ahirette iman etmeyenler azab ve derin bir dalâl içerisindedirler" (Sebe, 34/8); "Onlar bundan evvel bâriz dalâl içindeydiler" (Âlu İmrân, 3/164); "Onların sürüden farkı yoktur; onlar yollarını daha da çok şaşırmış durumdadırlar" (Furkan, 25/44); "Doğrusu iman etmeyip Allah'ın yoluna engel olanların sapması (dâllu) büyük bir sapmadır" (en-Nisâ, 4/167); "İşte Rablerine iman etmeyenlerin misâli: Onların amelleri fırtınalı bir günde rüzgârda kalan küllere benzer; elde ettiklerini elde tutamazlar Dalâl'in büyüğü işte budur" (İbrahim, 14/18) Kâfirler de mü'minleri dalâlde olmakla suçlarlar!: "Ne zaman kendilerine bir uyarıcı gelse, kâfirler ona yalancı demekte ve şunu söylemektedirler: Allah birşeyi indirmemiştir, siz büyük dalâl içindesiniz" (el-Mülk, 67/9) Hz Peygamber ise şöyle cevap verir: "O merhametlidir Biz O'na inanır ve O'na bağlanırız ümitle Siz kimin gerçekten dalâl içerisinde olduğunu az zaman sonra öğreneceksiniz" (Muhammed, 47/29) Her ümmete hak yolu göstermek üzere peygamberler gönderilmiş ve genelde o ümmetlerin ileri gelenleri peygamberlere şöyle demişlerdir: "Doğrusu biz seni apaçık bir dalâl içerisinde görüyoruz" Meselâ Hz Nuh şöyle cevap vermiştir: "Ey milletim, bende dalâlet yok; ancak her bir yaratığın Rabbi olanın elçisiyim" (el-Ârâf, 7/59-61) Kur'an'da küfrün en karakteristik görünümlerinden biri olarak şirkin, putperestliğin bir dalâl hali olarak zikredildiğini görürüz: "Müşrik, Allah'tan başka kendisine ne zarar verebilecek ne de faydası dokunabilecek olanı anar Bu gerçekten dalâlin derin olanıdır" (el Hacc, 22/12); "İbrahim, babası Azer'e 'Putlara ilahlık mı yakıştırıyorsun? Doğrusu ben seni de senin milletini de açık bir dalâl içersinde görüyorum dedi" (el-Enâm, 6/74) Küfür, her türlü şekliyle gerçekten dalâldir İşte vahyi yalanlayanlar için inen buyruklar: "O halde seyredin siz saşkınlar (dâllun), kıyâmet gününe yalandır diyenler; cehennemin zakkum ağacından yiyeceksiniz siz" (Vâkıa, 56/52) Ve onların sonları, acıklı âkıbetleri için şöyle buyurulur: "Her kavimden elçiler yolladık; Allah'a kulluk edin, putlardan uzak durun diye Kimini Allah yola koydu ama onlardan bazıları dalâlete eğilimliydiler Gez, gör, yeryüzünü, bak iftiracıların sonu ne olmuş" (en-Nahl, 16/36) Kalpleri katılaşanlar hakkında: "Yazıklar olsun kalbi Allah'ın zikredilişine karşı katı olanlara Bunlar açıkça dalâl içerisindedirler" (Zümer, 39/22) Kötülük haksızlık yapanlar ile zâlimler de dalâlet ehlidir: "Vay haline o masum gündeki toplantıda iman etmeyenlere; kötü işleri isleyenler, bu gün apaçık dalâl içerisindedirler" (Meryem, 19/37-39; Ayr bk Lokman, 31/11) Şüpheciler, Allah'tan ümit kesenler de aynı yoldadır: "İman edenler son vakitten yana korku içerisinde, onun hakikat olduğunun iyice farkındadırlar Evet, hakikaten o saatten yana kuşkuları bulunanlar derin bir dalâl içindedirler" (Es-Şûra, 42/18); "Rabbinin rahmetinden, yoldan ayrılanlardan (dâllune) başka kim ümit keser ki " (el-Hicr, 15/56) Dâlla kelimesinin eşanlamlı kullanışları da aynı maksatla doğru yoldan sapanlar için zikredilmektedir: Gâviye, gevâ, gâvi gibi "Cennet müttakîlerin, cehennem ise gâvilerin yanına getirilecektir Orada birbirleriyle çekisip dururken cehennem ateşindeki kafirler, 'Allah'a yemin olsun, muhakkak sizi bütün varlıkların Rabbi ile eşit ilâhlar kılmakla apaçık dalâlde bulunmuşuz Gerçek su ki, bizi yoldan çıkaran günahkârlar oldu' diyecekler" (eş-şuarâ, 26/96-99) İrşâd olunmak anlamındaki ihtidânın aksi itâatsizlik için: "Adam, ebediyet ağacının meyvesinden yiyerek Rabbine itâatsizlik etti ve yoldan uzaklaştı Ne var ki sonra Rabbi onu seçti, yeniden ona doğru döndü ve onu tekrar yolun doğrusu üzerine koydu" (Tâhâ, 20/121-122) âyetleri örnektir Zâğâ fiili de yan dönmek, doğru yoldan sapmak anlamındadır: "Sana bazı âyetleri tek anlamlı, bazı âyetleri ise çok anlama gelebilecek o kitabı indirmiş olan O 'dur Kalplerinde zeyğ (sapma eğilimi) olanlar bu şüpheli kısma eğilirler; amaçları ihtilâf çıkarmaktır İlmen ehil olanlar ise şöyle der: 'Biz ona iman ediyoruz; hepsi Rabbimizdendir Ey Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi döndürme" (Âlu İmrân, 3/7-8) Emihe yahut Emehe fiili, gözleri kapalı ve kafası hangi yola gireceği konusunda tamamıyle karışmış olarak sonu belirsiz yollara düşme diye anlamlandırabileceğimiz, bu dünyada bir o yana bir bu yana giden, doğru istikamete de asla ulaşamayan kâfirlerin halini ifade için kullanılmıştır: "Doğrusu âhirete iman etmeyenlere gelince; biz onlara yaptıkları işleri güzel göstermekteyiz ki, yolların karıştırsınlar" (en-Neml, 27/4) Kayıtsızlık, dikkatsizlik anlamındaki gaflet de dalâle yakındır: Dalâl'ın dini kullanımdaki anlamının irşâd çizgisinden kopmak olmasına karşılık gafletin manası ona karşı tamamıyle kayıtsız kalmaktır: "Onlar sığır sürüsü gibidirler Hayır, daha da şaşkındırlar Bunlar, aldırışsızlardır" (el-A'raf, 7/179) Kur'an'a muhâtap olmayanları gâfiller olarak niteleyebiliriz: "Biz sana bu Kur'an'ı vahyetmeden önce sen de gâfillerdendin " (Yûsuf, 12/3); "Ey Muhammed bunu sana babalarının uyanmamış olması yüzünden kendileri de gaflete düşmüş olanları uyarmak için Kadir ve Rahîm olan vahyetmektedir" (Yâsin, 36/5-6) Şu âyette de aldırmazlık, küfr zulüm ve şirk ile yakın alakalıdır: "Hak olan vaad (cehennem azâbı) yaklaştığı zaman, gör kâfîrlerin gözleri nasıl yuvalarından fırlayacak gibi bakar Vay başımıza gelenlere derler; biz, bundan yana vurdumduymaz, gaflet içinde idik; biz zâlimlerdik Doğrusu siz ve Allah'tan başka taptığınız ne varsa hepsi cehennem için yakacaktır şimdi gireceksiniz oraya" (el-Enbiyâ, 21/98) "Allah, kâfirlere rehberlik etmez O onların kalplerine, kulaklarına, gözlerine mühür vurmuştur Onlar aldırmazlar" (en-Nahl, 16/107-108) "Ey Muhammed onlara o üzücü günün haberini ilet ki, onlar gaflet içinde ve inanmaz iken son karar verilecektir" (Meryem, 19/39) Hevâ ehli olarak dalâlet: "Ben sizin ahvânıza uyacak değilim Zira o takdirde yolumu şaşırırım ve doğru yolu bulanlardan olmam de" (el-En'âm, 6/56); "Allah'tan bir irşâd olmaksızın kendi hevâsına uyandan daha şaşkın kim olabilir? Doğrusu Allah zâlimleri, doğru yola iletmez" (el-Kasas, 28/50); "Geçmişte yolunu kaybetmiş ve birçok insanı da yoldan çıkarmış, şimdi de düz yoldan kopmuş olanların ehvâma tâbi olma" (el-Maide, 5/77) İnançsızlara ehl-i ehvâ denilmiştir İmam Eş'arî şöyle der: "Hakîkaten ayrılmış olan Mu'tezilileri ve Kaderîleri kendi ehvâları, önderlerine ve atalarına körü körüne itâate, Kur'an'ı da oldukça rastgele bir biçimde anlamaya itmiştir" Bütün bu misâllerden ve Kur'an'daki genel anlatım düzeninden dalâlet ehlinin: Küfür hevâ, isyan, nankörlük, iftirâ, yalancılık, büyüklenmek, inançsızlık, Allah'ın elçisine tâbi olmamak, Kur'an'a inanmamak, sünneti terketmek, kalplerini katılaştırmak, şirk koşmak, âhirete inanmamak, hakka karşı aldırışsızlık, müteşâbihlere uymak, inançta şüpheli davranmak, bilgisizce âyetler hakkında tartışmak, haklara tecâvüz etmek, vahiyle alay etmek, haddi asmak, fâsıklık, fâcirlik, zâlimlik, müsriflik, Allah'ın indirdiği ile hükmetmemek gibi özellikleri olduğu anlaşılmaktadır Dalâlet ehli, yani "Kâsitûn'a gelince onlar cehennemin yakıtıdırlar" (el-Cin, 72/14-15) (Ayrıca bk Ehl-i Bid'at, Ehl-i Sünnet) |
|