Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Genel Kültür & Serbest Forum > ForumSinsi Sözlük Ağı

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
islami, sözlük

İslami Sözlük A

Eski 11-04-2012   #136
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük A



Arş - İslami Sözlük

Tavan, çatı, dam, çardak Bir eve nisbetle tavanı; tavanına nisbetle üstündeki çatısı, kubbesi, tepesindeki köşkü Çadır ve çardak gibi yükselen, gölge veren her şeye arş denir İfade ettiği kelimelerden anlaşıldığı gibi ulviyyet, yükseklik manasını içerir Bu münasebetle hükümdarların üzerine oturdukları "taht" manasında da kullanılmıştır Hükümdarların tahtı, mülk ve saltanatın remzi olduğundan arş kelimesi, kinayeli olarak mülk ve saltanat manasını da taşır Ayrıca, bir işi ayakta tutan şey; bir şeyin temeli; bir cemaatin reisi; tabut, kuyunun dibinden adam boyu kadar taşla örüldükten sonra ağzına kadar yukarısına yapılan ahşap bölme; ayağın parmak tarafına doğru yüzündeki yumruca tümsek; kuşun yuvası gibi manâlar da arş kelimesi ile ifade edilmiştir Bazıları Âyetü'l-kürsî'de geçen Kürsî* ile Arş'ın (ikisini de taht manasında kullanarak) aynı şey olduğunu sanmışlarsa da Arş, Kürsî'nin üzerindedir Bu suretle Kürsî taht manasında düşünülürse Arş, onu kuşatan saray ve sarayın tavanı olarak kabul edilir Bir rivayette Kürsî, Arşın ayağının konulduğu yerdir

Bu iki mana itibarıyla Arş, İslâm'a göre, bütün alemi kuşatan, sınırlandırılması ve takdir edilmesi beşer aklının dışında kalan ve gerçeğini Allah'ın bildiği yüce bir makamdır Yedi kat gök, Cennet, Sidre, Kürsî Arş'ın altında tasavvur edilir Arş'ın sınırı, alemi tasavvurun son sınırıdır Arş'tan evvelki Sidre-i Müntehâ* geçilmeden Allah'ın cemâli = (Cemâlullah) * müşahede edilemez Resulullah (sas) Mirac gecesinde (bk İsrâ, 1, Necm, 1 vdayetler) Sidre-i Müntehâ'yı geçerek Arş'a ulaşmıştı Yukarda da belirtildiği gibi Arş'a taht ve tahttan kinaye olarak mülk ve saltanat manası verilmişti (Arş, 7/54) Ayette: "Sonra Arş üzerine istiva buyurdu" denilmektedir

Bilinen manasıyla taht, bir hükümdarın hükûmet işlerini yürütürken üzerine kurulduğu bir cisimdir Fakat "tahta çıktı" denilince, "hükûmet işlerini yani saltanatı eline aldı" manası anlaşılır Yedi kat sema'nın üstünde ve bütün âlemi içine alan Arş'ın, bilinen taht manasıyla sınırlanamayacağı şüphesizdir Binaenaleyh bahse konu olan "el-Arş" kelimesi mecazî ve kinayi bir mânâ ifade eder O halde Arş'ın cisim olduğu iddia edilemez Arş'ı bütün bir cisim tasavvur etsek bile, cihet ve cismaniyyetin hepsi Arş'ın sınırında sona erdiğinden, bunun üstünde bir cisim, mekan ve cihet tasavvuru tezat olur Allah'ın Arş'a istivası da yine mecazî manadadır Allah'ın Arş'a istivasının keyfiyetini soran birine İmam Malik İbn Enes: "İstiva malûm, keyfiyeti akılla idrak edilemez, buna iman vacip ve bu konuda soru sormak bid'attır" diye cevap verir

Râgıp el-İsfahânî, "İstiva" * kelimesine: Müsâvî olmak; kendi kendine itidal manasını vermiştir Arapça olan bu kelime "alâ" takısı ile "istilâ", "ilâ" takısı ile "nihayete erme" manasında kullanılır Bu suretle istiva lügatte: İstikrar etmek, karar kılmak, kararını bulmak ulüvv-i isti'lâ; yükselmek, yüksek olmak, üstün olmak müsâvî veya mümâsil veya denk olmak; dosdoğru varmak, veya kastetmek, istilâ etmek manalarına gelir Bu lügat anlamlarına göre, âyette geçen "Sonra Allah Arş'a istiva etti" cümlesinin manası:

a) Arş'a mülkiyet ve saltanat manası verilmesi halinde: "Allah bütün mahlûkatı üzerinde düzenli ve sırayla işleri düzene koydu, hükümlerini muntazam bir şekilde yerine getirdi, hiçbir engel olmaksızın kudretini tesir ve mahlûkâtı üzerinde "meşîetini" (dilemesini) cereyan ettirdi"

b) "Mahlûkâtı yarattıktan sonra da başından sonuna kadar hepsini kudret ve galebesi velâyet ve hâkimiyeti altında tuttu" Bu ifadede istiva, istilâ manasında kullanılmıştır

c) Arş'a mülk ve memleket, istivaya da istila manası verilmesi halinde "Sonra Allah mülkünü hâkimiyeti altında tuttu"

d) İstivaya "müsavî" manası verilmesi halinde de: "Allah Arş üzerine öyle bir istîlâ ile istiva etmiştir ki Sema ve Semada bulunanlar O'na daha yakın, arz ve arzda bulunanlar daha uzak bir mevki ve mesâfede değil, hepsi müsâvî bir nisbettedirler" demektir Bu cümlede geçen mevki ve müsâvîlik maddî mânada değil, mecazî manadadır

"O gün Rabb'ının tahtını, bunların da üstünde sekiz (melek) taşımaktadır " (el-Hakka, 69/17) Arş'la ilgili olan bu ayetin tefsirinde İbn İshak Hz Peygamber'in: "Onlar, yani Hamele-i Arş* (Arş'ı taşıyanlar) bugün dörttür Kıyamet günü olduğunda Allah onları diğer bir dört ile te'yid edecek sekiz olacaklar " buyurduğunu söylüyor Bir başka izaha göre Hamele-i Arş olan bu sekizden maksat, Allah'ın hayat, ilim, kudret, irade, kelâm, semî, basar ve tekvin sıfatlarıdır

(Arş'la ilgili ayetler: 7/54, 9/129, 10/3, 11/7, 13/2, 20/5, 21/22, 23/86, 116, 25/59, 27/26, 32/4, 39/75, 40/7, 15, 43/82, 57/4, 85/15, 69/17)

İmrân İbn Husayn Peygamberimiz'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "(Ezelde)Allah vardı ve Allah'tan başka bir şey yoktu Ve Allah'ın Arş'ı su üzerinde bulunuyordu Sonra Allah (levh'de) kâinatın tamamını takdir ve tesbit etti Ve göklerle yeri yarattı " Arş'ın ıtlak olunduğu pek çok şeylerin hepsinde yücelik ve yükseklik mânâları vardır Padişahların oturduğu tahta Arş denilmesi de bu yükseklik münasebetiyledir Allah'ın ilk yarattığı ve yükseklik ifade eden mevcuda da Arş, ve Allah'a nisbet edilerek Arşullah denilmiştir ki, Allah'ın kudretinin tecellî ettiği ilk mahlûktur Kelam âlimleri ile eski düşünürler Arş'ı, kâinatı her yönden kuşatan yuvarlak bir felektir, diye tarif ederler Dokuzuncu felek ve felek-i atlas da derler Rivayet âlimleri bu tahtın ayakları bulunduğunu da kabul etmişlerdir Fakat meseleyi tahkik eden âlimlere göre, şerîat örfünde vârid olan arşın hakikatini tahdit ve takdir, beşerin aklı ve idraki haricindedir Bu konuda vârid olan haberlerde arşın mahiyeti değil, diğer varlıklara nisbetle büyüklüğü bildirilmiştir Meselâ Peygamberimiz bir kere Ebu Zerr-i Gıfârî'ye: "Ya Ebâ Zer, yedi kat gök ile yedi kat yerin kürsî yanında büyüklükleri, ancak bir çölün ortasına atılmış bir kapı veya yüzük halkası gibidir Arş'ın da kürsîye göre büyüklüğü, o çölün o halkaya nazaran büyüklüğü derecesindedir" buyurmuştur" (Tecrid-i Sarih, IX, 7)

Arş hakkında İmam Gazalî'nin İhyasında geçen bir hadis-i şerif "Abdullah b Amr b el-Âs'a, ölen müminlerin ruhları nerededir, diye sorulduğunda: "Arş'ın gölgesinde, beyaz kuşların kursağında; kâfirlerin ruhları da yedi kat yerin dibindedir " dedi "

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük A

Eski 11-04-2012   #137
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük A



Arkadaş, Arkadaşlık - İslami Sözlük

Kendisine yakınlık ve dostluk duyulan kimse Bir işte, bir ortamda beraber olma Huyları ve düşünceleri birbirlerine yakın olan kimselerin kurduğu dostluk

Rebâh b Rebî şöyle anlatıyor: "Peygamber (sas) ile birlikte bir savaşa çıkmıştık Resulullah her üç kişiye bir deve vermişti İki kişi deveye biniyor, üçüncüsü de deveyi çöllerde sürüyordu Dağları inmekte iken Resulullah yanıma geldi Ben o sırada yürüyordum Bana: "Rebâh, yürüyorsun ha" dedi "Ben deveden henüz indim Şimdi sıra arkadaşlarımda", diye karşılık verdim Daha sonra Hz Peygamber (sas) arkadaşlarımın yanına geldi Onlar hemen deveyi çöktürerek indiler Yanlarına varınca bana: "Şu deveye bin ve geri dönünceye kadar da inme, biz seni takip ederiz," dediler" "Niçin", diye sordum "Çünkü Resulullah senin için; "Doğrusu salih bir arkadaşınız var ona iyi davranın," buyurdu" diye cevap verdiler" (Y Kandehlevî, Hayatü's-Sahabe, III, 1086)

İşte böyle salih arkadaşlar edinmek her insan için çok önemli bir konudur Resul-u Ekrem: "Mü'min, mü'min kardeşinin aynasıdır " (Tirmizî, Birr, 18) buyurmuştur Bir düşünür de: "Arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim" demiştir Başka bir hadis-i şerifte de: "İnsan sevdiği kişi ile beraberdir" (Buhârî, Fezâilu Ashabi'n-Nebî, 7) buyurulmuştur Arkadaşlar, sevilen insanlar arasından seçilir İnsan sevdiğinin kusurunu görmez eksikliklerini farketmez Onun ahlâkını benimser Bunun için arkadaş seçerken dikkatli olmak gerekir Rastgele bir arkadaş seçimi insanı felâketlere sürükleyebilir Akıllı, Allah'tan korkan güzel ahlâklı insanlarla arkadaş olmaya çalışılmalıdır Kötü arkadaş, başkalarının bizim için besledikleri iyi duyguları yok eder Kötülüklerine bizi de bulaştırır Akılsız dost, akıllı düşmandan daha çok zarar verir

Anne ve babalar, arkadaş seçiminde çocuklarına yardımcı olmalı, onlara yol göstermelidirler Çocukların kimlerle dost ve arkadaş oldukları devamlı kontrol edilmeli, kötü arkadaşın insanı sürükleyeceği kötülükler hakkında uyarılmalıdır Gerekirse iyi kişilerle arkadaş olmaları sağlanmalıdır Unutulmamalıdır ki iyi arkadaş; bizi insanlara sevdiren, ihtiyaç duyduğumuzda ve yalnız kaldığımızda yanımızda olan, düştüğümüzde elimizden tutan kişidir

Saîd Cubeyr'den şöyle rivayet edilmiştir: "Ensar'a mensup birisi Resulullah'ın huzuruna geldi Adam mahzundu Resulullah buyurdu ki:

"-Seni üzgün görüyorum, neden?"

Adam dedi ki:

"-Ya Resulallah, beni bir şey düşündürüyor "

"-Nedir? "

"Biz her gün akşam sabah sizin huzurunuza geliyoruz Yüzünüze bakıyor meclisinizde bulunuyoruz Yarın siz resuller birlikte olacaksınız Yücelere varacaksınız Ama biz, size nasıl vasıl olabiliriz ki?"

Resulullah (sas) hiç cevap vermedi Cibril-i Emin Cenâb-ı Hakk'dan Nisâ Suresi'nin 69 ayetini getirdi:

"Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse işte onlar, Allah'ın nimet verdiği, resuller, sıddîklar, şehitler ve salihlerle beraberdir Onlar ne güzel arkadaştır "

Kur'an'ın müminlere bu müjdesi, ne engin bir mutluluktur Dünyada biri birini Allah için sevmiş, biribirine destek verip yardım ederek kardeşlik kurmuş müminler, ahirette, kerim olan Allah'ın huzurunda şerefti bir arkadaşlık içindedirler Mümin, bu saadeti, Allah'a ve Resulüne itaatle elde etmiştir Mümin, Allah ve Resulüne itaat edenlerle arkadaşlık kurarak ve onlarla birlikte İslâm toplumunu oluşturarak bu mertebeye ulaşmıştır

Enes b Mâlik'den rivayet edilen bir hadîs-i şerif şöyledir:

"Resulullah'a, bir topluluk tarafından sevilip de onlara ulaşamayan kimse hakkında soru sordular Efendimiz şöyle buyurdu:

"-Kişi sevdiği ile beraberdir "

Enes b Mâlik diyor ki: "Müslümanlar bu hadîse sevindikleri kadar hiçbir şeye sevinmemişlerdir

İslâm toplumu, müminlerin oluşturduğu ve esası iman üzerine kurulu bir kardeşlik ve arkadaşlık toplumudur Bu arkadaşlıkta bağlar, akide bağıdır, Allah'a itaat ve resulüne itaat bağıdır Bu cemiyette arkadaşlıklar ve dostluklar, dünya menfaati için kurulmaz Arkadaşlıklar, ahirette resullerle, sıddîklarla, şehitlerle ve salihlerle beraber olmak ve Allah'ın ahiretteki nimetine nail olmak için kurulur Bu ulvî gaye için kurulan arkadaşlıkları Allah'u Teâlâ "görülmeyen askerleriyle" desteklemektedir:

"Eğer siz o (Resulullah)'a yardım etmezseniz, iyi bilin ki Allah ona yardım etmişti Hani yalnız iki kişiden biri olduğu hâlde (Mekke'den) kâfirler tarafından çıkarılmıştı İkisi de mağarada iken arkadaşına: "Üzülme, Allah bizimle beraberdir" diyordu Allah ona yardım etti, kalbini yatıştıran huzur ve güvenini indirdi O'nu sizin görmediğiniz askerlerle destekledi İnanmayanların sözünü alçalttı Yüce olan yalnız Allah'ın sözüdür Allah, daima üstündür ve hikmet sahibidir" (et-Tevbe, 9/40)

Bu ayet-i celilede, İslâm tarihinde meşhur bir olaya, Resulullah (sas)'ın Mekke'den Medine'ye hicretine işaret vardır Hatırlanacağı üzere Ebû Bekr es-Sıddîk ile birlikte Medine-i Münevvere'ye hicret eden Resulullah (sas)'ı müşrikler yolda yakalamak için çok sıkıştırmışlar, her ikisi de bir mağaraya saklanmışlardı Hz Ebû Bekr Sıddîk'ın bu arkadaşlığına ve desteğine Allah Azze ve Celle de görünmez ordularla destek olmuştur Allah sabredenlerle beraberdir

Buna karşılık isabetle seçilemeyen arkadaş ve dostlar insanı hem dünyada hem ahirette felâkete sürükler Felâket gelip çatınca da hemen uzaklaşır giderler Onları çevrelerindeki insanlara bağlayan şey menfaatleridir Menfaatlerinin bittiği yerde dostlukları yok olur gider Halbuki hakiki arkadaş kişinin, "kara gününde", felâket anında yanında bulduğu arkadaş ve dostudur

Kur'an-ı Kerîm, dünyada sapıklığa düşenlerin ahirette şöyle söyleyeceklerini haber veriyor:

"Orada putları ile çekişerek: "Vallahi biz apaçık bir sapıklıkta idik; çünkü biz sizi alemlerin Rabbına eşit tutmuştuk Bizi saptıranlar ancak suçlulardır Şimdi şefâatçımız, yakın bir dostumuz yoktur Keşke geriye bir dönüşümüz olsa da inananlardan olsak, derler" (eş-Şuarâ, 26/96-102)

Şu halde, bizi hak yoldan ayırarak ahirette pişmanlığa sürükleyecek kötü arkadaşlardan özellikle uzak durmalıyız Dost ve arkadaşlarımızı mutlaka doğru yoldan ayrılmayan samimi müslümanlardan seçmeliyiz

Dost ve arkadaşlarını Allah'a kavuşmayı reddeden, arzu, hevâ ve şehvet düşkünü kişilerden seçenlerin dostluklarına şeytan destek olmakta ve onları yalnız bırakmamaktadır Bunların, Allah'ı anmaktan uzaklaştıkça şeytan ile dostlukları artar Şeytan devamlı olarak ona fısıldamaktadır Yaptıkları fenalığı hoş göstermekte, gittikleri yolun doğruluğunu onlara telkin etmektedir Ama:

"Nihayet bize gelince der ki: "Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arasındaki kadar bir uzaklık olsaydı Ne kötü arkadaşmışsın sen" (ez-Zuhruf, 43/38) hükmü gereğince, kötü arkadaş seçen gerçeği anlayacaktır Ama şeytan ve kötü arkadaş görevlerini yapmışlar, hakdan onu uzaklaştırmış ve Allah'ın azabına hazırlamışlardır

'Onlardan bir sõzcü "Benim bir arkadaşım vardı " dedi "

"(Alayla) Der ki: "Sen doğrulayanlardan mısın?"

"Biz ölüp toprak ve kemik olduğumuz zaman mı, biz mi (diriltilip) cezalandırılacağız?"

"(Sonra yanındakilere): "Bakar mısınız" dedi "

"Sonra onu Cehennem'in ortasında gördü "

"Tallahi, dedi, sen az daha beni de alçaltacaktın "

"Rabbimin nimeti olmasaydı ben de şimdi oraya getirilenlerden olurdum" (es-Saffât, 37/51-57)

Arkadaşını Cehennem'in ortasında görmesi, kendi ve arkadaşları olan ihlâslı kulların sahip olduğu nimetlerin büyüklüğünü hissetmesine vesile olur Bu nimetleri anmak, devamlılığından emin bulunmak mümin için en büyük mutluluktur Bu, arkadaşının vesvese ve kandırmasına inanmayıp onunla birlikte uçuruma düşmekten kurtulmanın ve Allah'ın nimetlerine ermenin mutluluğudur Allah'ın lütfu ile arkadaşının kötülüklerine uymamış, onu dinlememiş, hatta ondan uzaklaşarak Allah'a ve Resulüne gönülden itaat eden ihlâslı kulları arkadaş edinmiş ve bu engin saadete mazhar olmuştur

Kötü arkadaşına uymuş olsaydı, onun eliyle Cehennem'in ateşini davet etmiş olacaktı Şeytanın eliyle, ateşlerini yakmış olacaktı Ama Allah'a hamdolsun ki kötü arkadaştan uzaklaşmış ve azaptan kurtulduğu gibi sonsuz nimetlere de kavuşmuştu Şimdi, resuller, sıddîkler, şehitler ve salihlerle beraberdir

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük A

Eski 11-04-2012   #138
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük A



Âriyet - İslami Sözlük

Geçici olarak, vadesiz alınan yahut verilen şey, ödünç

Âriyet veya âriyyet, emanet verilen şeye veya âriyet akdine ait bir isimdir "Âre" fiilinden alınmış olup, mastarı gidip-gelmek demektir Teâvür' den geldiği de söylenmektedir Emanet bir şey istemek âr ve ayıp olduğu için "âr" kelimesine nisbet edilmiştir Ancak Hz Peygamber de âriyet aldığı için, bu akdin ayıp bir iş olmadığı söylenmiştir (el-Mu'cemü'l- Vasît, I-II, s 642; es-Serahsî, el-Mebsût, XI, 133; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, VII, 99 vd; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, IV, 524)

Es-Serahsî ve Malikiler âriyet vermeyi şöyle tarif ederler: "Âriyet akdi, yararlanmayı bir bedel olmaksızın temlîk etmektir" Şafiî ve Hanbelîlerin tarifi ise şöyledir: "Âriyet akdi, yararlanmayı bedelsiz olarak mübah kılmaktır" Yine âriyet, bir malın birine meccânen, yani herhangi bir bedel almaksızın ve geri alınmak üzere temlîk olunmasıdır (es-Serahsî, age, XI, 133; el-Mevsılî, el-İhtiyar, III, 55; Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, IV, 144, 145)

Buna göre, âriyet akdi, bir maldan meccânen yararlanmayı sağlayan bir akittir

Âriyet akdinin meşrû oluşu Kitap, Sünnet ve İcmâ delillerine dayanır

Kur'an-ı Kerim'de doğrudan âriyet akdinden söz eden bir ayet yoktur Ancak karşılıklı yardımlaşmayı teşvik eden, yardımlaşmayı engelleyenleri kötüleyen ayetler bu akdi de kapsamına alır

Ayetlerde: "İyilik ve takvâ üzerine yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın" (el-Mâide, 5/2); "Onlar zekâtı da menederler" (Mâûn, 107/7) buyurulur Zekât olarak ifade edilen "mâûn" çeşitli tefsirlerde kap-kacak, çanak-çömlek, iğne, balta, kova, su, ateş ve tuz gibi âriyet olarak verilmesi âdet olan şeylerdir (Hafîdu İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, Mısır (ty), II, 359) Bu iki ayet, insanların muhtaç oldukları şeyleri birbirine âriyet yoluyla vererek ihtiyaçlarını gidermelerini öngörmektedir Bu mendûb bir ameldir

Resulullah (sas), Ebû Talha'dan emanet olarak bir at aldı ve ona bindi (Buhârî, Müslim, Enes b Mâlik'ten, Ahmed b Hanbel, eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, V, 299) Başka bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Hz Peygamber Huneyn gününde Safvân b Ümeyye'den bir zırhı emanet olarak aldı Bunun üzerine Safvân şöyle dedi: "Bunu gasp olarak mı aldınız ya Muhammed" "Resûlullah (sas): Hayır, tazmin edilecek bir âriyet olarak aldım " buyurdu " (Ebû Dâvud, Nesâî, Ahmed b Hanbel, Zeylaî, Nasbü'r-Râye, IV, 116; eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, V, 299)

Hanefilere göre âriyet akdinin rüknü, malın sahibinin icab (teklif)ından ibarettir Âriyeti alanın kabûlü ise istihsâna göre bir rükün olmayıp, kıyasa göre rükün sayılır (el-Kâsânî, age, VI, 214)

Âriyet akdinin şartları: a) Âriyet verenin âkil (akıllı) olması gerekir Hanefilere göre bülûğ şartı yoktur Diğer fakihlere göre ise, âriyet verenin teberrua ehil olması gerekir b) Âriyet isteyenin kabzı Çünkü bu, bir teberrû akdidir Âriyet hükmü, hibede olduğu gibi kabzsız sabit olmaz c) Âriyet verilen şeyden istihlâk edilmeksizin yararlanmanın mümkün olması (el-Kâsânî, age, VI, 214; Vehb ez-Zühaylî, el-Fıkhu 'I-İslâmî ve Edilletühu, V, 56-57)

İslâm âlimleri ev, arazi, elbise, hayvan, nakil aracı gibi devam etmesiyle birlikte kendisinden yararlanmak mümkün olan her şeyde âriyet akdinin geçerli olduğunu kabul ederler

Harbîye silâh ve atı; mümin olmayana mushafı ve bu nitelikteki kitabı âriyet olarak vermek haramdır (es-Şirâzî, el-Mühezzeb, I, 363)

Âriyet akdi mutlak ve mukayyed olmak üzere iki kısma ayrılır: 1) Mutlak âriyet: Bir kimsenin bir şeyi, bizzat kendisinin mi yoksa başkasının mı kullanacağı ve nasıl kullanılacağı gibi hususları belirtmeden âriyet olarak almasıdır Bir hayvanı binmek veya yük yüklemek için aldığını belirtmeden âriyet almak gibi Bu durumda örfe göre sahibi imiş gibi hareket edebilir (es-Serahsî, age, XI, 144; el Kâsânî, age, VI, 215; İbnü'l-Hümâm, VII, 107; İbn Âbidîn, age, VI, 527) 2) Mukayyed âriyet: Bu, süre ve yararlanma veya bunlardan birisi hakkında kayıt konulmuş âriyettir Burada mümkün olduğu kadar kayda uyulur (el-Kâsânî, age, VI, 215-216; İbnü'l-Hümâm, age, VII, 107 vd; es-Serahsî, age, XI, 137 vd)

Âriyet verenin borçları: Âriyet verilen şeyi teslim etmek Âriyet alanın aldığı şeyden yararlanabilmesi için, malın kendisine teslim edilmiş olması gerekir Çünkü âriyet malı kullanmak ona sahip olmayı gerektirir

Faydalanmaya elverişli malı vermek Bazı mallardan yararlanma ancak istihlâkla mümkün olur Bunlar ölçü, tartı veya sayıyla satılan misli şeylerdir Nakit para, buğday, şeker gibi Bazı mallar tüketilmeksizin yararlanmaya elverişlidir Bu tür kullanım şekline "âriyet" denir

Yararlanmanın karşılıksız olması Âriyet veren kimse malı kullanandan ücret isteyemez (Mecelle, mad: 812) Eğer maldan yararlanma karşılığında bir bedel sözkonusu olursa bu akde "kira akdi" denir (es-Serahsî, age, XI, 133; İbn Rüşd, age, II, 359; el-Mevsılî, el-İhtiyâr, III, 55; Bilmen, age, IV, 144)

Âriyet verenin hakları: Âriyet verilen şeyi geri isteme İmam Ebû Hanîfe ve İmam Şâfiî'ye göre âriyet akdi her zaman feshi mümkün olan bir akittir Âriyet veren dilediği zaman verdiği şeyi geri isteyebilir (el-Kâsânî, age, VI, 216; Mecelle, madde: 807)

Âriyet verilen şeyin akde veya şeyin niteliğine yahut tahsis maksadına uygun olarak kullanılmasını istemek

Âriyet alanın aldığı şeyi, mülk sahibinin istemesi veya sürenin sona ermesi üzerine geri vermesi gerekir Âriyet malı belirlenen şartlara veya örfe göre kullanmak; bu konuda sınırı aşmamak gereklidir Âriyet verilen şeyin koruma ve bakım masraflarını âriyet alanın karşılaması asıldır Bu malı kendi mülkü gibi koruması gerekir

Âriyet alanın, emanet malı aşırı bir şekilde kullanması ve bu yüzden telef olması hâlinde, bedelini ödemesi gerekir (Mecelle, madde: 814) Mal sahibi emaneti geri istediği hâlde, âriyet alan vermez ve bu arada telef olursa yine bedelini öder (es-Serahsî, age, XI, 143; el-Kâsânî, age, VI, 216; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, VI, 215) Hadiste: "El, aldığı şeyden onu geri verinceye kadar sorumludur " (Ebû Dâvud, Büyû, 88; İbn Mâce, Sadakât, 5; Ab Hanbel, V, 8, 13)

Âriyet şeyin izinsiz olarak üçüncü kişiye verilip zayi olması da bedelin ödenmesini gerektirir (es-Serahsî, age, XI, 144)

Şu durumlarda âriyeti tazmin gerekmez: Normal olarak kullanılırken zayi olan âriyet Âriyet, âriyet alanın elinde emanet hükümlerine tabidir Emanet, kasıt veya ihmal olmadıkça tazmin edilmez (Mecelle, madde: 813) Kullanma şekli sınırlandırılmış âriyette sınırı aşmaksızın kullanmaktan dolayı mal zayi olsa bedelin ödenmesi gerekmez Kullanma için şart konulmamışsa bu konuda örfe uyulur (İbn Rüşd, age, II, 360)

Âriyet akdi, âriyet verenin malı geri istemesi veya taraflardan birisinin vefat etmesi yahut da kullanma süresinin bitmesiyle sona erer (es-Serahsî, age, XI, 143; el-Kâsânî, VI, 215; Bilmen, age, IV, 198, 201)

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük A

Eski 11-04-2012   #139
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük A



Arazi - İslami Sözlük

Arzlar, yerler, topraklar

İslâm'ın çıkışından bu yana, değişik dönemlerde araziler için farklı uygulamalar görülmüş ve bunlar hukukî statülerine göre çeşitli isimler almıştır Mülk, mîrî, haraç, öşür, vakıf, metrûk, mevat (ölü) arazi bunlar arasındadır Yine mîrî arazinin kullanım şekillerinden olan tımar, zeâmet ve has daha sonraki devirlerin arazi çeşitlerindendir İslâm'da arazi uygulamasının menşe ve delillerine göz attıktan sonra bu arazi çeşitlerini açıklayacağız Bir belde arazilerinin statüsü, başlangıçta fethedilme şekline göre belirlenir

Kendileriyle savaş yapılan düşman İslâm'ı kabul ederse mallarını ve canlarını korumuş olur Savaş yapılmaksızın müslüman olan toplumlar hakkında da hüküm böyledir Hadis-i Şeriflerde şöyle buyurulur: "Bir kavim, bir topluluk müslüman oldukları zaman canlarını ve mallarını korumuş olurlar " "Bir mala sahip olan kimse müslüman olduktan sonra da onun malikidir" (Ebû Ubeyd, Kitâbü'l Emvâl, Kahire 1968, s 397; Ebû Dâvud, Bâbu İktaı'l-Ardıyn, III, 234, No: 1067) Bu hüküm menkul ve gayri menkul bütün mallar hakkında geçerlidir İmam Ebû Yusuf bu çeşit toprakların, İslâm'a giren Medineli müslümanların toprakları gibi öşür arazisi olacağı kânaatindedir (Kitabü'l-Harâc, s 74, 75)

Düşman, İslâm'a girmeyip de toprakları sulh yoluyla fethedilmişse, anlaşma şartlarına uyulur Hadis-i Şerifte şöyle buyurulmuştur: "İleride siz bir toplulukla savaşacaksınız, savaştığınız bu kimseler, bazı durumlarda mallarını kalkan yapmak suretiyle canlarını ve ailelerini koruyacaklar ve sizinle sulh anlaşması yapacaklardır Bu takdirde onlardan, yaptığınız anlaşma hükümleri dışında birşey istemeyiniz, almayınız Çünkü; bu sizin için helal olmaz" (Ebû Dâvud, ibn Mâce, Ebû Uheyd, age, s 210) Bu şekilde gayri müslim maliklerinin elinde kalacak olan araziler "Harac arazisi" olur Hz Peygamber Necran, Eyle, Ezriat, Hecer ve diğer yerler halkından anlaşma yaptığı kabileleri mülklerinde serbest bırakmış, sadece bunlarla yapılan anlaşmada kararlaştırılan cizye ve harac vergisini almakla yetinmiştir Hz Ömer devrinde Necran halkı, Irak ve Suriye'ye nakledilirken, bunların herbirine Necran'da sahip oldukları arazi ve meskenlerin yerine, buradan boş araziler verilmesi ve kendilerine kolaylık gösterilmesi valilerden istenmiştir (Kitabü'lEmvâl, s 274; Kitâbü'l-Harâc, s 75)

Düşman toprakları zorla fethedilmişse, İslâm devlet başkanı bu topraklar ile ilgili olarak üç çeşit yetkiye sahiptir:

a) Topraklar eski sahiplerinin ellerinde bırakılır ve halk İslâm'a girince bunlar öşür arazisi olur Hz Peygamber'in Mekke arazileri için uygulaması bu yolda olmuştur

b) Bu araziler ganimet sayılarak, beşte dördü gazilere, beşte biri beytü'l mâle* bırakılır (el-Enfal, 8/41) Böylece bu topraklar onların mülkü ve öşür arazisi olur Hz Peygamber zorla fethedilen Hayber arazisini eski sahiplerinin ellerinde bırakmamış, beşte dördünü bu gazveye katılan gazilere, beşte birini ise beytü'l-mâl'e tahsis etmiştir

c) Hz Ömer'in ilk olarak Suriye ve Irak toprakları için tuttuğu yol, daha sonra fethedilen ülkelerin toprakları hakkında uygulanan genel kaide olmuştur Irak, Suriye ve Mısır toprakları fethedilince Zübeyr, Abdurrahman b Avf ve Bilal ile aynı görüşü paylaşan bir grup sahabi, bu toprakların ganimet olarak kabulü ile Resulullah (sas)'ın Hayber topraklarını dağıttığı gibi dağıtılmasını istediler Halife Hz Ömer bu teklifi kabul etmedi Muaz b Cebel ve Hz Ali gibi sahabe büyükleri de Hz Ömer'i destekledi

Hz Muaz şöyle diyordu "Müminlerin emiri! Bu toprakları gazilere dağıtırsan hoşa gitmeyen şeyler ortaya çıkar Toprakların büyük kısmı müslümanların eline geçer Sonra, bu toprak sahipleri zamanla ortadan kalkar ve büyük topraklar bir kişinin elinde toplanır Onun için bu topraklara şimdiki müslümanların da, sonra gelecek olanların da faydalanmasını sağlayacak bir statü ver" Hz Ali de şöyle diyordu: "Bu toprakların sahiplerini topraklarında bırak ki, müslümanlara yardımcı olsunlar" (Kitâbü'l-Emvâl, s 83-85, No: 152-153) Hz Ömer de, "Bu toprakları dağıtırsam sizden sonra gelecek müslümanlara ne kalır? Sonra, taksim edersem sular yüzünden aranızın bozulmasından da korkarım" demiştir (Kitâbü'l-Emvâl, s 85) Müzakereler sonucunda Ensar'ın ileri gelenlerinden on kişi şûrâ için çağrıldı Şûrâ, Hz Ömer'i dinledikten ve işi müzâkere ettikten sonra, Hz Ömer'in ictihadına uydu Yani bu bölgelerin arazileri, gayr-i müslim olan eski maliklerinin elinde bırakıldı Kendilerine arazileri için haraç vergisi, şahısları için de cizye bağlandı Böylece bu topraklar haraç arazisi statüsüne girdi (M el-Hudarî, Târihu't-Tesrîi'l-İslâmî;, Mısır 1964, s 124-126) Hz Ömer'in bu uygulamasıyla arazilerin geliri müslümanlar için harcanacak şekilde bir statüye kavuşturuldu İslam devlet başkanı artık bu nitelikteki toprakları zımmîlerin elinden geri alamaz, kendilerine haracın dışında topraktan dolayı güçlerinin yetmeyeceği bir mükellefiyet yükleyemez (Kitabü'l-Harâc, s 75)

Osmanlılarda araziler, İslâm'ın ilk yıllarındaki bu uygulamaların ışığında: Mülk, mîrî, vakıf, metrûk ve mevat (ölü) kısımlarına ayrılmış ayrıca mîri arazi üzerinde hâs, tımar ve zeâmet uygulamaları olmuştur Şimdi bunları kısaca açıklayalım:

a) Mülk arazi (arazi-i memlûke): Bu kısım araziler ferâiz hükümlerine tabidir Şu araziler bu kabildendir:

Kõy ve kasaba içlerinde bulunan arsalarla, köy ve kasabaların kenarlarında bulunup da meskenlerin mütemmimi sayılan en çok yarım dönüm yerler

Mîrî araziden ifraz edilerek, şer'i müsaadeye mebnî, mülk olarak tasarruf olunmak üzere temlik edilen araziler

Öşür arazisi: fetih sırasında, gazilere ganîmet olarak dağıtılıp temlik olunan arazilerdir

Haraç arazisi: fetih sırasında gayri müslim olan yerlilerin ellerinde bırakılan arazilerdir (Bilmen, Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu, V, 389; H 1274 Tarihli Arazi Kanunu, madde 2)

b) Mîrî arazi: Kuru mülkiyeti (rakabesi) beytülmâle ait olup, ihale ve tefvîzi devlet tarafından yürütülen tarla, çayır, yayla, kışlak ve korularla, bağ, bahçe, değirmen, ağıl, çiftlik ve mandıra zeminleri gibi yerlerdir Bu çeşit araziye arz-ı memleket de denir Bunların ortaya çıkışı şöyle olur: Bir ülke müslümanlar tarafından fethedilince arazileri kimseye verilmeyip beytü'l-mâl için alıkonulan veya fetih zamanında ne şekilde işlem yapıldığı bilinmeyen, yahut mülk araziden yani öşür ve haraç arazisi iken maliklerinin mirasçı bırakmaksızın ölümüyle devlete geçen ve yine mülk arazi iken zamanın geçmesiyle malikleri meçhul kalan, yahut rakabe (kuru mülkiyeti) ve mülkiyeti devlette kalmak üzere ihya olunan araziler miri arazidir Yine tımar ve zeâmet sahiplerinin ve bir aralık mültezim ve muhassılların izin ve tefviziyle tasarruf olunurken, tımar ve zeâmetlerin hicri 1255 tarihinde lağvedilmesi üzerine devlet tarafından, bu iş için yetkili kılınan kimselerin izin ve tefvizleriyle tasarruf olunup, mutasarrıflarının ellerine tapu senedi verilen araziler de bu statüye bağlıdır Bu çeşit arazilerin varislere intikali devletin çıkaracağı arazi kanunlarına göre olur (Bilmen, age, V, 389; AH Berkî;, Miras ve Tatbikat, İstanbul 1947, s 107; Ali Şafak, İslâm Arazi Hukuku, İstanbul 1977)

c) Vakıf arazisi: İslâm'da gayri menkuller, geliri İslâm'a uygun bir amaç için sarfedilmek üzere vakfedilebilir İki kısma ayrılır: Sahih ve gayr-i sahih vakıf Birincisi önce mülk arazi iken İslâm hukuku esaslarına uygun olarak vakfedilen arazidir Bu çeşit vakfın rakabe ve diğer bütün tasarruf hakları, vakfedenin koyduğu şartlara göre kullanılır Gayr-i sahih vakıf ise önce mirî arazi iken ifraz sûretiyle bizzat devlet başkanı veya onun yetkili kıldığı kimseler tarafından vakfedilmiş arazidir Bunlara, "irsâd ve tahsisat kabilinden vakıf" da denilir

d) Metrûk (terkedilmiş) arazi: Bu arazi türü de iki kısımdır Birincisi, herkesin yararlanması için terkedilen yerler Umuma açık meralar, yaylak ve kışlaklar gibi İkincisi bir köy, kasaba veya komşu köy ve kasabaların halkına terk ve tahsis edilen yerler, yollar, pazarlar, panayır ve namazgahlar gibi Bunlara âmme hukuku taalluk ettiğinden şahıslara intikal etmezler Bu gibi yerlerde ne feraiz ve ne de intikal kanunları uygulanmaz

e) Mevât (ölü) arazi: Hiç kimsenin mülk ve tasarrufunda bulunmayan, hiç kimseye tahsis edilmemiş olan, kendi hâline terkedilmiş ve bir şehrin en son banliyösündeki evden yüksek sesli bir kimsenin sesinin bağırmasıyla sesinin işitilemediği noktadan itibaren başlayan arazilerdir Bu mesafe genellikle bir insanın normal bir yürüyüşü ile şehirden yarım saat sonra başlayan noktadır Bu noktadan sonraki yerler de mevât arazî olarak kabul edilmiştir Bu arazîleri mulk edinebilmek için dört şart gerekir:

1-Arâzî hiç kimsenin mülkiyetinde olmamalı,

2-Arâzî bir köy veya kasabanın meralığı veya baltalığı olmamalı,

3-Arazî tamamen boş yani hiç işlenmemiş olmalı,

4-Arazî şehirden uzak olmalıdır Bu uzaklık miktarı da yukarıdaki tarifte açıklandığı gibidir

Şer'i müsaadeye dayanılarak bir kimseye temlik edilen ölü arazi hakkında, İslâm miras hukuku hükümleri uygulanır Bir kimse böyle bir araziyi ihya edip mülkiyetine geçirmiş, hakkında İslâm'ın genel arazi kanunu hükümleri geçerlidir

Hamdi DÖNDÜREN

1274 Hicrî; Tarihli Arazi Kanunu 103'ncü madde

"Tapu ile kimsenin tasarrufunda olmayan, eskiden beri köy ve kasabalar halkına tahsis kılınmayan ve yerleşme merkezinin en kenar yerinden (aksâ-yı umrân), yüksek sesli bir kimsenin, sesi işitilmeyecek derecede kõy ve kasabalara uzak bulunan kûhi, taşlık, kıraç, pınarlık ve otlak gibi hâli yerler ölü arazi olup, bu gibi yerlerden birini zarureti olan kimse, rakabesi beytü'l-mâl'e ait olmak üzere, meccânen, yetkili memurun izniyle yeniden yer açıp tarla edinebilir Diğer ekilip biçilen araziler hakkında şer'i olan kanun hükümleri bu gibi yerlerde de caridir"

Yukarıdaki arazi çeşitlerinden öşür ve haraç arazileri, sahiplerinin mülkü olup; bunlarda tasarruf, tevarüs, intikal ve diğer hükümler fıkıh kitaplarına göre cereyan eder Miras konusunda ferâiz hükümleri uygulanır Ayrıca bir arazi kanunu çıkarılmasına ihtiyaç görülmez Fakat rakabesi (kuru mülkiyeti) beytü'l-mâl'de alıkonulan mîrî arazinin tasarrufu ve intikal durumu ile diğer hükümleri, beytü'l-mâl için görülecek menfaat ve maslahata göre devlet başkanı tarafından tanzim edilmesi gerektiğinden, bu çeşit araziler hakkında uygulanmak üzere zaman zaman arazi kanunları çıkartılmıştır İlk arazi kanunu 761 Hicrî tarihinde Osmanlı hükümdarı 1 Murat dâvendigâr tarafından çıkarılmış, bunu diğer arazi mevzuatı izlemiştir Nihayet 1331/1913 tarihli Arazi İntikal Kararnâmesi yürürlükte iken bütün diğer İslâmî kanunlar ve hükümler gibi geçersiz kılınıp Cumhuriyet dönemine geçilmiştir

1913 Tarihli Arazi İntikal

Kararnâmesi:

Sultan Reşat tarafından çıkarılan bu kanunla, farklı intikal kanunlarına bağlı bulunan mîrî ve mevkûf arazilerin intikal hükümleri birleştirilmiş, intikal sınırı daha da genişletilmiş, zevi'l-erhâm * denilen hısımlar da intikal ashabı arasına girmiştir Bu kanun, 1926 tarihinde Türk Medeni Kanunu yürürlüğe girinceye kadar devam etmiştir Bu tarihten sonra da, Türk Medeni Kanunu'ndan önce doğan haklar bakımından yürürlüğünü korumaya devam etmiştir Arazi intikal kararnâmesi 12 madde olup, şöyledir:

1) "Bir kimse vefat edince, uhdesinde bulunan mîrî ve mevkuf (vakfedilmiş) arâzi, aşağıda zikredilecek dereceler üzere bir veya daha fazla şahıslara intikal eder ve bunlara (ashab-ı intikal) denir"

2) "Ashâb-ı intikalin birinci derecesi müteveffânın fürûu yani çocukları ve torunlarıdır Bu derecede intikal hakkı, evvel emirde çocuklara ve ondan sonra onlara halef olmak üzere ahfâda yani torunlara ve çocukların torunlarına aittir Binâenaleyh müteveffânın vefatı sırasında hayatta bulunan her fürüu, kendi vâsıtasiyle müteveffâya bağlanan fer'ileri intikal hakkından düşürür Müteveffâdan önce vefat etmiş olan fer'in fürûu kendi makamına kâim olurlar Yani ona intikal edecek hisseyi alırlar

Müteveffânın müteaddid çocukları olup da hepsi daha önceden vefat etmiş bulunursa, herbirinin hissesi kendi vasıtasiyle müteveffaya bağlanan fürûa intikal eder Çocuklardan bazısı fer'i bırakmaksızın vefat ettiği takdirde intikal hakkı münhasıran diğer çocuklara veya onların fürûuna kalır Batınlar taaddüd ettikçe hep bu ûsül üzere muâmele olunur Çocukların ve torunların erkeği ve kızı, intikal hakkında müsâvidir"

3) "İntikal ashabının ikinci derecesi, müteveffânın ana-babası ile onların fürûudur

Ana-babanın ikisi de hayatta ise eşit olarak intikal hakkına nail olurlar Bunlardan birisi, daha önceden vefat etmiş bulunursa, onun fürüu birinci derecede yazılı olan hükümlere uygun olarak, derecelerine göre makamına kâim olurlar Fürûu bulunmadığı takdirde hayatta bulunan baba veya ana münhasıran intikal hakkına nail olur

Ana-babanın ikisi de daha önceden vefat etmiş bulunursa, babanın hissesi kendi fürûuna ve annenin hissesi de kendi fürûuna dereceleri üzere intikal eder Şayet birinin fürûu yoksa, onun hissesi de diğerinin fürûuna kalır"

4) "Ashab-ı intikalin üçüncü derecesi, müteveffânın büyük anne ve büyük babalarıyla, bunların fürûudur

Ana ve baba tarafından, büyük ana ve büyük babalar hayatta iseler müsâvat üzere intikal hakkına nail olurlar

Bunlardan birisi evvelce vefat etmiş bulunursa fürûu derecelerine göre onun makamına kâim olur Fürûu yoksa ona isabet edecek hisse, hayatta bulunup onun kan veya kocası olan büyük ana veya büyük babaya intikal eder Bu da hayatta değilse onun fürûuna intikal eder

Ana veya baba tarafından olan büyük ana ve büyük batalar hayatta olmadıkları gibi fürûuları dahi mevcut değilse, diğer cihetteki büyük ana ve büyük babalar veya fürûuları münhasıran intikal hakkına nail olurlar

Bu madde gereğince, ana-baba veya büyük ana ve büyük babalara halef olan fer'iler, birinci derecenin intikalinde belirtilen hükümlere tabi olurlar "

5) "Birinci, ikinci ve üçüncü derecedeki fürûudan hangisi müteaddid cihetlerden intikal hakkına nail olursa cümlesini alır"

6) "Yukarıdaki maddelerde zikredilen derecelerden mukaddemi mevcut iken muahharı intikal hakkına nail olamaz

Şu kadar ki: Müteveffânın çocukları ve torunları olduğu hâlde anası ve babası veya bunlardan birisi mevcut ise altıda bir hisse bunlara intikal eder "

7) "Müteveffânın kan ve kocası birinci derecedeki hakk-ı intikal ashabiyle birlikte bulununca 1/4 hisseye ve ikinci derecedeki hakk-ı intikal ashabiyle veya büyük ana ve büyük baba ile birlikte bulununca 1/2 hisseye nail olur

Eğer dördüncü madde gereğince büyük ona ve büyük baba ile beraber onların fürûu da intikal hakkına nail olmak icap ediyorsa işbu fürûua isabet edecek hisseyi de karı veya koca alır

Birinci ve ikinci derecedeki ashab-ı intikalden veya büyük ana ve büyük babadan hiçbiri bulunmazsa karı veya koca münhasıran intikal hakkına nail olur"

8) "Yukarıda geçen maddelerin hükümleri, icâreteyn ve icâre-i vahîde-i kadîmeli müsakkafât ve müstegallâtı vakfiyye ile mukâtaa-i kadîmeli müstegallât hakkında dahi câridir"

9) İntikal sınırlarının yukarıda geçen maddeler mûcibince genişlemesinden dolayı müsakkafât ve müstegallâtı vakfiyenin icârât-ı hâliyye ve mukâtaat-ı kadîmeleriyle mevkûf arazinin öşür bedeli mukâtaaları vergi kıymetlerine nisbetle binde yüz paradan az ise, o miktara iblağ olunacaktır

Mevkûf arazi için, yeniden tahsis olunacak mukataalar da bu nisbette uygulanacaktır Bundan başka yukarıda geçen usûle uygun olarak intikal haddi genişletilmemiş olan müsakkafât ve müstegallâtı vakfiyye için vergi kıymetleri üzerinden binde otuz kuruş hesabiyle ifası lâzım gelen resmî tevsî altmış yıla taksim olunarak yıllık binde yarım hesabiyle ifa kılınacaktır "

10) "Vakfedenin şartı gereğince intikal hudutları daha geniş olan vakıflarda kemakân şarta riayet olunacak ve icârât-ı muhassasa hâliyle ibka edilecektir "

II) "İşbu kanun neşri tarihinden itibaren mer'î olacaktır "

12) "İşbu kanun hükümlerinin icrasına maliye ve vakıflar nezaretleri memurdur "

Mîrî ve vakıf arazi ile ilgili bu intikal kanunlarında dereceleri gösterilen intikal hakkı sahiplerinden hiçbiri bulunmazsa gayri menkul hazineye döner (mahlûl olur) ve diğer mirasçılara intikal etmez Artık hazine bunu başkasına usulüne göre yeniden verebilir

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük A

Eski 11-04-2012   #140
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük A



Asabiyet - İslami Sözlük

Sinirlilik; akrabalık, soy yakınlığı Akraba, soy, kavim, vatan, millet, din gayreti gütmek, bir toplumun ileri gelenleri Bir kimsenin baba tarafından akrabaları

İslâm öncesi Arap toplumunda bir kimse kabilecilik his ve gayretiyle baba tarafından olan akrabasını yahut da umumiyetle kendi kabilesinden olan birini, haklı haksız her konuda başkalarına karşı korur, ona destek olurdu Bu anlayışa göre, korumada önemli olan, kişilerin zalim veya mazlum olmaları değil, himaye edenlerin kabilesine mensup olup olmamalarıdır Aynı telâkki, bir cahiliye devri şiirinde şu şekilde ifade edilmiştir: "İster zalim olsun ister mazlum, kandaşın olan kişinin yardımına koş " Kur'an-ı Kerim'de asabiyet kelimesine rastlanmaz Ancak, akraba olsun ya da olmasın bir cemaat anlamı ifade eden "usbe" tabiri geçer Bunun yanısıra kavmiyetçiliği reddeden ayetler vardır Asabiyet kelimesi Peygamber Efendimiz (sas)'in hadislerinde görülmektedir Bu hadislerden birinde asabiyet, "Bir kimsenin kavmine zulümde yardım etmesidir" şeklinde tanımlanmış ve bu şekilde zulümde yardımlaşmayı sağlayan asabiyet şiddetle men edilerek "İnsanları bir asabiyet için toplanmağa çağıran bir asabiyet için savaşan ve asabiyet uğrunda ölen bizden değildir " buyurmuştur (Ebû Dâvûd, Edeb, 112) Hadis bilginleri içerisinde, bu hadiste geçen asabiyet kelimesini yalnız "zalime yardımcı olma" şeklinde yorumlayanlar olmuştur Halbuki İslâm'da, "zalimin zulmüne engel olma" emredilmiştir Nitekim Ashab-ı Kiram "Mazlum da olsa zalim de olsa din kardeşinize yardımcı olunuz" şeklindeki Hz Peygamber'in ifadesini açıklamasını isteyince, "Zalimi zulmünden engellemek ona yardımcı olmaktır" buyurmuştur

Büyük tarihçi ve sosyolog İbn Haldun, asabiyeti tarihî hadiselerin meydana gelmesinde önemli rol oynayan etkenlerden biri olarak görmüştür Ona göre, insanlar arasında karşılıklı yardımlaşma, nesep birliğinden veya çeşitli yollarla meydana gelen sebebî akrabalıktan hasıl olur Bir insanın yakınına yapılan zülüm, onun ağırına gider "Keşke akrabamın maruz kaldığı haksızlıkları önleyebilsem" diye arzu eder İnsanın akrabalarını düşünmesi, onların meselelerini kendi meselesi gibi telâkki etmesi asabiyet duygusundan kaynaklanmaktadır Asabiyet hissi çoğunlukla nesep birliğine dayandığından, nesebin karışmamış veya çok az karışmış olduğu Bedevîler arasında daha çok yaşatılmıştır Şehirlerde ise nesep karışıklığının fazlalığı, hukukî ve idarî işlerin bir yönetim tarafından tanzim edilmesi gibi sebeplerle asabiyet şuuru azalmış hatta giderek kaybolmuştur Kuvvetli bir asabiyete sahip olmaları sebebiyle Bedeviler, lüks ve refah içinde yaşayan şehirlilere göre daha savaşçıdırlar Bir bedevî kabilesinin içinde çeşitli aileler vardır Bunlar içinde en kuvvetli asabiyete sahip olan bir reis, diğerlerine üstünlük sağlayarak, onları kendine tâbi kılar Daha sonra gücü oranında diğer kabilelere hakim olur Zevk ve sefaya dalmadıkça, daha da genişleyerek büyük devletler kurabilir

İbn Haldun'a göre, tebliğ ve irşad faaliyetleri asabiyete dayanmadan tamamlanamaz Hatta peygamberlerin başarıya ulaşmalarında da asabiyetin büyük bir rolü vardır Zira toplumlarda ortaya çıkan sosyal değişmelere karşı tabiî bir mukavemet ve muhalefet mevcut olduğundan peygamber bunu kıracak kadar asabiyet sahibi güçlü bir kabileden değilse, şüphesiz zor durumlarda kalacaktır Nitekim Hz Peygamber (sas): "Allah, bir peygamberi, sadece kavminin metin ve bahadır (şerefli ve güçlü) taifesinden gönderir" buyurmuştur Bundan dolayıdır ki, peygamberler en şerefli kabîlelerden gelmişlerdir

Asabiyetin gayesinin mülk (hâkimiyet, iktidar) olduğunu söyleyen İbn Haldun asabiyeti kötüleyen hadisleri şu şekilde telif eder: "Resulullah'a göre dünya ve dünya işleri âhiret için bir binek ve vasıtadır Vasıtadan mahrum olan, maksada ulaşmaktan da mahrum olur Resulullah insanın bir fiilinin terk edilmesini isterse, bundan maksadı, o fiilin tamamen atılması, fiilin kaynağını teşkil eden tabiî kuvvetlerin ve vasıfların işlemez hâle getirilmesi değildir Maksadı, o fiilleri ve kuvvetleri doğru olan hedeflere yöneltmek için son haddine kadar gayret sarf etmektir

Resulullah, insandan "gadab (hiddet)"ın tamamen kalkmasını istememiştir Zira insandan "gadab kuvveti" gidecek olsa, "Hakka yardımcı olma" özelliği yok olur, bunun neticesinde de cihad ihmal edilir Çünkü cihat yapma sadece gadab kuvvetinin varlığıyla mümkün olur O sadece kötü maksatlar uğrunda kullanılan gadabdan sakındırmıştır Yoksa gadab Allah rızası için olursa arzu edilen hedef ve noktaya ulaşılır

Hz Peygamber'in şehvetleri kötülemesi de böyle olup, gayesi bunları tamamen yok etmek değildir Bir kimsede şehvetin bulunmayışı onun için eksiklik olur Şehvetten maksat, onun, meşru yollarla bazı faydalar ihtiva edecek şekilde kullanılmasıdır

Resulullah'ın asabiyetini yermesi de, aynen bunun gibidir "Akrabalarınızın ve evlâtlarınızın size bir faydası olmaz" (Mümtehine, 60/3) ayetinden maksat cahiliye döneminde olduğu gibi asabiyetin, batıl ve batılla ilgili haller üzerine olması; bir kimsenin diğerine karşı gururlanması ve asılsız yere hak iddia etmesidir Bunlar da akıllı kimselerin özellikleri olmayıp faydasız şeylerdir Ancak asabiyet, bir iyiliğe binaen ve Allah'ın emrini yerine getirmede olursa arzu edilen birşey olur"

Yine ibn Haldun'a göre İslâm, asabiyetin zararından çok faydasını görmüştür Asabiyet, grup hissi, hizip duygusu, cemaat dayanışması, belli grup üyelerini birbirine bağlayan manevî rabıta, birlik şuuru gibi şekillerde görülmesi halinde çok daha geniş uygulama alanları bulunabilmekte, millî topluluklara bağlı kalmamaktadır Meselâ, belirli din, mezhep ve ideolojilere bağlı olan fertler, asabiyet bağı ile birbirine bağlanarak, diğer din, mezhep ve ideoloji sahiplerine karşı birbiriyle bütünleşmiş bir toplum olarak ortaya çıkmakta, asabiyet şuuru ile varlıklarını devam ettirmektedirler Bu sebeple asabiyeti, sadece kavmî tesanüt olarak değil, aynı zamanda ideoloji ve din tesanüdü şeklinde görmek gerekir Yoksa kavmiyetçilik ya da onun izlerini taşıma düşüncesi İslâm'da kesinlikle yasaklanmıştı

Zira Ebû Hureyre (ra)'den rivayet edilen bir hadîste de asabiyet duygusuna kapılanların İslâm ve Allah nazarındaki durumları en güzel bir şekilde dile getirilmiştir Hz Peygamber (sas) şöyle buyurmaktadır: "Allah cahiliyetten kalma bir duygu olan babalar ve atalarla övünmeyi yasaklamıştır Bu atalar ister mü'min ve muttakî, ister fâcir ve günahkâr olsun farketmez Siz Adem'in neslindensiniz ve Adem de topraktan yaratılmıştır Sizden kavimlerle övünen bir kimse olmasın (kavimlerinizle övünmeyesiniz) Atalarla övünenler Cehennem kömürlerinden bir kömürdürler Onların bu hali Allah nazarında burnuyla pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha kötüdür " (Ebû Dâvud, Edeb, 112)

Peygamber Efendimiz (sas)'in koyduğu bu ölçü ve prensipler İslâm'ın asabiyete ve ırkçılığa bakış açısını en güzel bir şekilde değerlendirmektedir

Fransız ihtilalinin getirdiği yeni fikirlerden birisi de milliyetçilik fikridir Bu fikirlerden sonra gerek Balkanlarda, gerek Ortadoğu'da asabiyete dayalı hareketler olmuş, Allah'ın nizam ve İslâm kardeşliği unutularak asabiyete bağlı olarak devletler kurulmuştur Asabiyet, dinin bağlarını gevşetmiş, yerine aşiret, kabile ve kavim temellerine dayanan devletler kurulmuştur O günden bu yana İslâm'a ters gelen bu uygulama müslümanlar arasında halâ devam etmektedir

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük A

Eski 11-04-2012   #141
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük A



Ashab - İslami Sözlük

Peygamber Efendimize iman ederek O'nu gören ve müslüman olarak ölen kimseler

Lügat itibariyle ashab, arkadaş manasına gelen "sâhib" kelimesinin çoğuludur İslâm ıstılâhında "Hz Peygamber'in arkadaşları" için, daha geniş kapsamıyla Resulullah'ı gören müminler için kullanılmıştır Sahabî ve çoğulu olan sahabe terimleri de aynı manayı ifade eder

Sahabî sayılabilmek için az da olsa Resulullah ile görüşmek şarttır Bu sebeple Hz Peygamber döneminde yaşamış, O'na iman etmiş, hatta O'nunla haberleşip yazışmış, O'na destek sağlamış kişiler ashâbtan sayılmaz Meselâ o dönemin meşhur Habeşistan Kralı Necâşî Ashame böyledir İyiyi kötüden ayırdedebilecek temyîz yaşında Peygamber Efendimiz'i gören çocuklar ise ashabtandır Meselâ Hz Peygamber'in iki torunu Hasan ile Hüseyin'in durumu böyledir Hz Peygamber'e iman eden ilk kişi olarak ilk sahabî, Resulullah'ın mübarek eşi Hz Hatice'dir Son sahabî ise, genellikle kabul edildiğine göre 100/719 senesinde vefat eden Ebü't-Tufeyl Âmir b Vâsile el-Leysî el-Kinânî'dir Bu tarihten sonra yaşayan bir sahabînin varlığı bilinmemekle beraber İslâm âlimleri, Hz Peygamber'in hayatının sonlarında söylediği: "Yüz sene sonra bugün yaşayanlardan hiç kimse hayatta kalmayacaktır " (İbn Hacer, el-İsâbe, Mısır 1328, I, 8) hadîsine dayanarak ashabın bulunabileceği son zaman sınırı olarak 110/729 senesini belirlemişlerdir İslâm aleminde çok sonraki dönemlerde bile zaman zaman görüldüğü gibi artık bu tarihten sonra sahabî olduğunu iddia edenler çıksa da onlara itibar edilmez Sahabenin mutlaka Hz Peygamber (sas)'i bir an da olsa görmüş veya sohbetinde bulunmuş olması gerekir Amâlık, sağırlık veya dilsizlik gibi sebeplerle, görme ve sohbetten biri gerçekleşemezse, bu durum sahabî olmaya engel değildir Nitekim Ashabın ileri gelenlerinden ve Peygamberimiz'in müezzinlerinden olan Abdullah İbn Ümmi Mektûm, âmâ olduğu için Hz Peygamber'i görememiş fakat, sohbetlerinde bulunmuştur

Hz Peygamberi dünya gözüyle görmek şarttır O'nu (sas) rüyasında görenler sahabi sayılmaz

Hz Peygamber (sas)'i kendisine peygamberlik gelmeden önce gören veya O'nunla sohbet eden, fakat peygamberlikten sonra göremeyen kişi de sahabî sayılmaz

Peygamberlikten sonra Resulullah (sas)'i gören kimsenin müslüman olması ve daha sonra dinden çıkmış olmaması gerekir Binaenaleyh; henüz müslüman değilken Peygamberimizi gören bir kimse daha sonra müslüman olsa ve Hz Peygamber (sas)'i göremese, sahabi sayılmaz Yine, müslümanken Hz Peygamber (sas)'i gören ve sahabî olan bir kişi, daha sonra irtidat edip dinden çıksa, sahabîlikten de çıkar Ancak, tekrar müslüman olur ve Hz Peygamber'i görürse yine sahabî olur

İslâm'ın en güzel ve doğru bir şekilde öğrenilebilmesi için Hz Peygamberin, dolayısıyla Ashab-ı Kirâm'ın hayatını iyi bilmek gerekir Çünkü Hz Peygamber (sas) ve O'nunla içiçe yaşamış olan Ashab-ı Kirâmın hayatında müslümanlar için çok güzel örnekler vardır Alimler, Hz Peygamberin hayatını tafsilatlı bir şekilde tesbit ettikleri gibi, ashabın hayatıyla ilgili bilgileri de tesbite gayret etmişlerdir İslâm'ın ilk asırlarından itibaren sahabe biyografilerini tesbit için pek çok eser yazılmıştır Bu kitaplarda sahabe, ya Hz Peygambere yakınlık ve fazilet derecelerine göre veya isimlerine göre alfabetik bir şekilde ele alınmıştır Bu tür kaynaklarda toplam olarak ancak, 10000 kadar sahabenin hayatı hakkında bilgi verilmektedir Aslında ashabın sayısı kesin olarak tesbit edilebilmiş değildir Ancak genellikle Hz Peygamber vefat ettiği zaman 114000 sahabînin bulunduğu kabul edilir Hayatları kitaplara geçen sahabîler; tanınan, bilinen, çeşitli özellikleriyle meşhur olan kimselerdir Hayatlarıyla ilgili bilgiler sonraki asırlara intikal etmeyen veya Mekke-Medine gibi önemli merkezlerden uzakta yaşıyan sahabîlerin isim ve hayatları bu kaynaklarda yer almamıştır

Hz Peygamber'in arkadaşları ve yakın dostları olan Sahabe-i Kirâm, O yüce Peygamber (sas)'in şahsiyet ve dostluğundan çok istifade etmiş, kendilerine örnek alarak O'nun istediği gibi müslüman olmaya çok gayret göstermişlerdir İslâm'ın güçlenip yayılması için canlarıyla başlarıyla çalışmışlar, bu yolda, ölüm de dahil olmak üzere hiç bir şeyden çekinmemişler, Allah ve Resulunu, çoluk-çocuklarından, mallarından, hatta canlarından daha çok sevmişlerdir; Allah yolunda hiç çekinmeden yurtlarından hicret etmiş ve kanlarını akıtarak canlarını vermişlerdir Böylece Ashab-ı Kirâm'ın, Hz Peygamber'le beraber olmaktan kazandıkları üstünlükleri ortaya çıkmaktadır Nitekim bu ve benzeri özelliklerinden dolayı sahabe, Kur'an-ı Kerîm'in müteaddit yerlerinde bizzat Allah'u Teâlâ tarafından, hadîsi şeriflerde de Peygamberimiz tarafından methedilmektedir

"Böylece sizi (Ashab-ı Kirâm) vasat bir ümmet yapmışızdır; insanlara karşı hakikatin şahitleri olasınız, bu Peygamber de sizin üzerinize tam bir şahit olsun diye" (el-Bakara, 2/143)

"Siz (sahabe) insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız " (Âli İmrân, 3/ 110)

"İslam'da birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar yok mu? Allah onlardan razı olmuştur Onlar da Allah'dan razı olmuşlardır Allah bunlar için, kendileri içinde ebedî kalıcılar olmak üzere, altlarından ırmaklar akan Cennetler hazırladı İşte bu, en büyük bahtiyarlıktır" (et-Tevbe, 9/100)

"O ağacın altında müminler sana bey'at ederlerken, andolsun ki Allah onlardan razı olmuştur da kalplerindekini bilerek üzerlerine manevî bir kuvvet (moral) indirmiş ve onları yakın birfetih ile mükâfatlandırmıştır" (el-Feth, 48/28)

"Muhammed Allah'ın Resulu'dur O'nunla beraber olanlar (ashab) da kâfirlere karşı çetin ve metin, kendi aralarında merhametlidirler Onları rükû' edici, secde edici olarak görürsün Onlar Allah'dan daima fazl-u kerem ve rıza isterler Secde izinden meydana gelen nişanları yüzlerindedir" (el-Feth, 48/29)

Ehl-i Sünnet nazarında ashabın büyük bir değeri vardır Bu ve bunlara benzer bir çok Kur'an ayetinde açıkça veya îmâ ile ashabın faziletinden bahsedilmiştir Peygamber Efendimiz'in pek çok hadîslerinde toplu olarak, ya da fert fert ashabın faziletine yer verilmiştir ki, hemen hemen bütün ilk ve mûteber hadîs kaynaklarında bu hadîsler, "Fedâilü's-Sahabe= Sahabenin Faziletleri': veya benzeri başlıklar altında toplanmıştır Meselâ bu hadîslerinden birisinde Peygamber Efendimiz: "Nesillerin en hayırlısı, benim neslimdir " buyurmuştur (Buhârî, Fedâilü Ashabi'n-Nebî, 1; Müslim, Fedâilü's-Sahabe, 210-215)

Bir başka hadîslerinde de şöyle demiştir: "Ashabım hakkında Allah'tan korkun, ashabım hakkında Allah'tan korkun! Benden sonra onları kendinize hedef haline getirip düşmanlık etmeyin! Kim onları severse bana olan sevgisinden dolayı sever Kim de onlara kin beslerse bana olan kini dolayısıyla böyle yapar Kim onlara eziyet ederse bana eziyet etmiş olur Kim bana eziyet ederse Allah'a eziyet etmiş demektir Her kim de Allah'a eziyet ederse çok geçmeden Allah onun belâsını verir" (Ahmed b Hanbel V, 57)

Peygamber Efendimiz'in Allah'tan alarak tebliğ ve yaşayışında tatbik ettiği veya bizzat kendisinin koyduğu dînî esasların, daha sonraki müslüman nesillere ancak ashaba dayanan sıhhatli nakillerle ulaşabildiği düşünülecek olursa, İslâm açısından ashab-ı kirâmın gerçekten bu övgülere ve kendilerine saygı gösterilmesi konusundaki ikazlara lâyık oldukları açıkça anlaşılır Bu sebeple ashabtan birinden bahsederken isminin arkasından "Radıyallâhü anh = Allah ondan razı olsun!" demek, bize düşen saygı görevinin gereğidir İslâm dîninin sıhhatli bir şekilde sonrakilere aktarılmasında temel unsur ashab olduğu içindir ki Ehl-i Sünnet âlimlerine göre Kur'an ve Sünnet'in de övgüsüne nail olan ashab-ı kirâm, tamamıyla adalet ve itimat sahibidirler

Sahabe-i Kirâm bir pervane gibi Peygamberimiz'in etrafında dolaşır ve O'ndan (sas) bir şeyler öğrenmeye gayret ederdi Çeşitli dünya meşgalelerinden dolayı Hz Peygamber'in yanına gelemeyenler, ertesi günü başkalarına sorarak eksiklerini giderirlerdi Bazıları İslâm'ı öğrenmek için, boğaz tokluğuna Peygamberimizi (sas) takip eder bazıları da Efendimiz'in sözlerini yazarak tespit etmeye çalışırdı Ashab, Hz Peygamber'i dinlerken sanki başlarında birer kuş var da, hareket etseler uçup gidecekmiş gibi pür dikkat kesilir, ayrıldıktan sonra da duyduklarını daha iyi öğrenebilmek için aralarında müzakere ederlerdi

İslâm'dan önceki ümmetler, peygamberlerinin hayatı, sözleri ve davranışları ile ilgili bilgileri daha sonraki nesillere sıhhatli bir şekilde ulaştıramamışlardır Diğer hususlarda olduğu gibi, müslümanların bu hususta da üstünlüğü vardır Ve bu üstünlük Ashab sayesinde olmuştur O da, Hz Peygamber'in hayatı ile ilgili -en ince ayrıntısına kadar- bilgileri, O'nun sözlerini, davranışlarını, takrirlerini, ahlâkî ve cismanî özelliklerini sonraki nesillere sağlıklı bir şekilde aktarmadır Bugün, Hristiyanlar Hz İsâ'nın, Yahudiler Hz Mûsâ'nın sözlerini -İncil ve Tevrat dışındakileri- ancak kulaktan dolma, esâtîr (uydurulmuş hikâyeler) halinde, mesnetsiz bilgiler olarak elde edebilmektedirler Halbuki müslümanlar, Peygamberimiz'in binlerce, onbinlerce hadis ve sünnetine, senedli bir şekilde ve tâ o zamana kadar uzanan yazılı belgeler halinde sahip durumdadırlar Müslümanlar bunu Ashab'a borçludur Onlar, Peygamberimiz'den duydukları, yazdıkları hadisleri hiçbir değişikliğe uğratmadan, kendilerinden sonrakilere ulaştırmışlar ve bunu bir ibadet vecdi ile yapmışlardır Daha sonra gelen nesiller de hadisleri aynı şekilde bir sonrakilere naklederek günümüze kadar sağlam bir şekilde gelmesine hizmet etmişlerdir

Peygamberimiz'in vefatından ve Hz Ömer zamanındaki fetihlerden sonra İslâm devletinin muhtelif bölgelerine dağılan bazı sahabîler, oralarda bereketli birer ilim merkezi oluşturmuşlar ve yeni müslüman olanlara İslâm'ı ve Hz Peygamber'in sünnetini öğretmişlerdir Böylece, İslâm dininin sağlam bir şekilde Arap yarımadası dışına yayılması da, Ashab'ın yaptığı hayırlı hizmetlerdendir

Ancak Ashab'ın İslâm'a girişleri ve hizmetleri, İslâm uğruna çektikleri çileler ve gösterdikleri çabalar, hicretler ve gazvelerdeki durumlarının üstünlüğü yanısıra; her şeye rağmen birer insan oldukları da gözönünde bulundurulduğunda, Ashab'ın hepsinin birbiri ile aynı değerde olmayacağı âşikardır Bu bakımdan, farklı görüşler de bulunmakla beraber derece itibâriyle ashab-ı kirâm genellikle oniki tabakaya ayrılmıştır:

1 Aşere-i mübeşşere (Cennet'le müjdelenen on sahabî ki bunların başında ilk dört halife gelir) ve Hz Hatice, Hz Bilâl gibi ilk müslüman olanlar,

2 Hz Ömer'in müslüman oluşu sırasında müşriklerin Dâru'n-Nedve'de durum müzakeresi yaptıkları zamana kadar müslüman olanlar,

3 I ve II Habeşistan hicretine katılan ashab,

4 I Akabe Bey'atı'nda bulunan sahabîler,

5 II Akabe Bey'atı'na katılanlar,

6 Peygamber Efendimiz, hicreti sonunda Kubâ'ya geldiği zaman orada

Resulullah'a kavuşup Medine'ye yerleşen muhacirler,

7 Bedr Gazvesi'ne katılan Ashabı Kirâm,

8 Bedr Savaşı ile Hudeybiye Musâlahası arasında hicret edenler,

9 Hudeybiye'de yapılan Bey'atü'r-Rıdvân'a* katılanlar,

10 Hudeybiye Musâlahası ile Mekke fethi arasında hicret edenler,

11 Mekke'nin fethedilmesi üzerine müslüman olan Kureyşliler,

12 Hz Peygamber'i Mekke Fethi sırasında, Vedâ Haccı'nda veya bir başka yerde gören çocuklar (Hâkim en-Neysâbûrî, Ma'rifetü Ulûmi'l-Hadîs, Beyrut 1977 s 22-24)

Diğer taraftan Ashab arasında büyük değeri haiz olanlar, Muhacirun (Mekke Fethi'ne kadar Medine'ye hicret edenler) ve Ensar (Hz Peygamber'e ve müslümanlara kucak açıp destek olan Medineli müslümanlar) diye adlandırılan iki temel zümre olmuştur

İslâm âleminde, Ashab'ın faziletine, menkıbelerine ve hayatlarına dair bir çok eser yazılmıştır Bunlar içerisinde en hacimli ve muhtevalısı, İbn Hacer el-Askalânî'nin (ö 852) el-İsâbe fi Temyîzi 's-Sahabe adlı kitabıdır Bunun dışında şu iki kaynak da büyük önem taşımaktadır:

İbn Abdilberr (ö 463), el-İstîâb fî Ma'rifeti'l-Ashab;

İbnu'l-Esîr (ö 630), Üsdu'l-Gâbe fî Ma'rifeti's-Sahabe

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük A

Eski 11-04-2012   #142
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük A



A'râf - İslami Sözlük

Her şeyin tümseği yüksek yer, burç, sırt, tepe, örfler, âdetler, iki şey arasında kalan kısım arf kelimesinin çoğulu Bu nedenle atın yelesine, horozun ibiğine de arf denmiştir Kur'an'da üç ayette geçer:

"İki (taraf) arasında (surdan) bir perde ve A'râf üzerinde de, (Cennetlik ve Cehennemliklerin) her biri simalarıyla tanıyacak adamlar vardır ki onlar henüz oraya (Cennete) girmemiş, fakat onlar girmeyi şiddetle arzu eder olarak Cennet yârânına: "Selâmün Aleyküm " diye nidâ ederler

Gözleri ehl-i Cehennem tarafına çevrildiği zaman da "Ey Rabbimiz bizi zalimler gürûhu ile beraber bulundurma" derler

(Yine) A'râf yaranı (kâfirlerden) simalarıyla tanıdıkları (elebaşı) bir takım adamlara şöyle nidâ ederek derler: "Ne çokluğunuz (yahut topladığınız mallar), ne de (hakka karşı) yeltenmekte devam ettiğiniz o kibr (ve azamet) size hiç bir fayda vermedi " (el-A'râf, 7/46-48)

Müfessirlere göre bu ayetlerdeki A'râfdan maksad, Cennetle Cehennem arasındaki sur benzeri bir perdenin yüksek tepeleridir

İbn Cerîr'in rivayetine göre Huzeyfe (ra)'e A'râf'ın ne olduğu sorulduğunda şöyle demiştir: "A'râf; iyilikleri ile kötülükleri eşit gelen insanlardır Kötülükleri Cennet'e girmelerine, iyilikleri de Cehennem'e girmelerine mani olmuştur Bunlar, Cenâb-ı Hak onların hakkında hüküm verinceye kadar bu sur üzerinde kalacaklardır"

Kimler A'râf'ta bulunacaktır? Bu hususta çeşitli rivayetler varsa da konuyu şöyle özetlemek mümkündür: İyilikleriyle kötülükleri denk gelenler A'râf'ta bekletileceklerdir Nitekim İbn Merdûye'nin Câbir b Abdullah'dan merfu olarak rivayet ettiği bir hadis'te: "Peygamberimiz (sas)'e iyilikleriyle kötülükleri denk gelenlerin durumu sorulduğu zaman, Hz Peygamber, "Onlar A'râf'ta bulunacaklardır Onlar oraya isteyerek girmemişlerdir" buyurmuştur Daha sonra bunlar Allah'ın lûtfuyla Cennet'e gireceklerdir (Muhtasaru Tefsîr, ibn Kesîr, II, 22)

Bazılarına göre de fetret devirlerinde ölenlerle müşriklerin çocukları da burada kalacaklardır

A'râf konusunda daha başka açıklamalar da yapılmıştır Ez cümle Hasan-i Basrî Hazretleri "A'râf marifetten gelir Bu da Cennetliklerle Cehennemlikleri simalarından tanıyan bazı kimseler demektir Belki de şimdi aramızda olanları vardır" şeklinde izah etmiştir

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük A

Eski 11-04-2012   #143
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük A



ASHÂBU'L-YEMİN

Sağa mensup olanlar, bereketli ve uğurlu insanlar, kıyamet gününde amel defterleri sağ taraflarından verilecek olan mutlu kimselerdir (M Hamdi Yazır, Hak Dini, Kur'an Dili, VII, 4706)

Ashabû't-Yemin Kur'an-ı Kerîm'de altı defa zikredilmektedir (el-Vakıa 56/27, 38, 90, 91; el-Müddessir, 74/39)

Allah'u Teâlâ ashabu'l-yeminin ahirette nail olacakları mükâfatı şöyle anlatır: Ashab-ı yemin, ne mutlu ashab-ı yemine! Onlar dikensiz sedir ağaçları, uzamış gölge altında, çağlayarak akan sular kenarlarında; bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen, bol meyveler arasında; yüksek döşekler üzerindedirler Biz ashab-ı yemin için ceylan gözlü hurileri yeniden yaratmışızdır Onları bakire, ellerine düşkün ve hepsini bir yaşta kılmışızdır " (el-Vakıa,56/27-38)

Bunlara ashab-ı meymene de denir (bk Ashab-ı meymene)

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük A

Eski 11-04-2012   #144
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük A



ASABE

Sarmak, kuşatmak, şiddet, kuvvet, yardım ve himaye, baba tarafından olan yakın akrabalar Bir miras hukuku terimi olarak ise; yalnız başına olduğunda bütün mirası Ashabü'l Ferâiz'den* mirasçı bulununca onlardan artanı alan ve ölene (mûris'e) araya kadın girmeksizin bağlanan erkek hısımlarla bu hükümde olan diğer kimselerdir Oğlu, oğlun ilânihaye oğlu gibi Bunların belirli miras hisseleri ayet ve hadislerde belirlenmemiştir

Asabe önce ikiye ayrılır: Kan hısımlığı sebebiyle asabe, köle ve câriyeyi hürriyetine kavuşturmaktan doğan asabe

Kan hısımlığı sebebiyle asabe üçe ayrılır:

A) Kendi başına asabe olanlar (Binefsihi asabe) Bunlar ölenle (mûrisle) aralarına kadın girmeyen erkek hısımlardır Bunlar dört sınıf olup şunlardır:

1) Ölenin araya kadın girmeyen erkek fürûu Oğlu, oğlunun oğlu gibi Ayette: "Ölenin çocuğu (oğul veya kız) varsa ana ve babadan herbirine terikenin altıda biri vardır" (en-Nisâ, 4/11) buyurulur Burada, babaya belli hisse verilerek, oğul asabelikte (artanı almada) ondan öne alınmıştır

2) Ölenin araya kadın girmeyen erkek usûlü Babası, babasının babası gibi Ayette: "Ölenin çocuğu olmayıp da, O'na ana ve babası mirasçı olduysa, üçte biri anasınındır" (en-Nisâ, 4/11) buyurulur Burada annenin hissesi belirlenmiş, artanın da babaya ait olacağına işaret edilmiştir

3) Ölenin babasının araya kadın girmeyen erkek fürûu Ölenin ana-baba bir veya baba bir erkek kardeşleri ile bunların ilânihaye oğulları gibi Bununla ilgili olan Kur'anî hüküm şudur: "Eğer (mirasçı) erkek kardeş ise çocuksuz (ve babasız) ölen kız kardeşinin (ölümüyle) bıraktığı mirasın tamamını alır" (en-Nisâ, 4/176) Cenâb-ı Allah'ın hükmüne göre çocuğu ve babası olmayan kimse ölür ve geride ana-baba bir veya baba bir erkek kardeşi kalırsa, mirasın tamamı, ashabü'l-ferâiz'den kimse varsa, bunlardan artanı bu erkek kardeşindir

4) Ölenin dedesinin erkek fürûu Ana-baba bir veya baba bir amcalarla, bunların ilânihaye erkek çocukları Hadiste şöyle buyurulur: "Nebî (sas) mirası ana-baba bir erkek kardeşe, sonra baba bir erkek kardeşe, sonra ana-baba bir erkek kardeşin oğluna, sonra baba bir erkek kardeşin oğluna verdi Amcaların durumunu da aynen bunlar gibi zikretti" (el-Mavsilî, el-İhtiyar, V, 93; Hafidu İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, II, 321-322)

Birden çok asabe birlikte bulunursa en yakın ve en kuvvetli olan tercih edilir Diğerleri mirastan düşer Resulullah (sas): "Ashabü'l-Ferâize hisselerini veriniz Onlardan artan miras, en yakın erkek hısımındır" (Buhârî, Ferâiz, 5, 7, 9-10; Müslim, Ferâiz, 2-3; Tirmizî, Ferâiz, 8) buyurmaktadır

Buna göre asabeye miras verilirken şu prensiplere uyulur:

1) Yakın olan uzak olanı düşürür Bu da ikiye ayrılır:

a) Sınıfta yakınlık: Bir önceki sınıftan asabe varken sonraki sınıfta bulunanlar miras alamaz Meselâ, oğul varken baba veya erkek kardeş miras alamaz Ancak baba aynı zamanda ashabü'l-ferâiz'den olduğu için bu durumda altıda bir alır

b) Derecede yakın olan uzak olanı düşürür Bu durum aynı sınıfta, birden çok asabe bulunması hâlinde sözkonusu olur ve ölene en yakın olan tercih edilir Meselâ; birinci sınıftan oğul ile oğlun oğlu birlikte mirasçı olsalar, derecede (batında) yakın olan oğul, torunu düşürür

2) Kuvvetli olan zayıfı düşürür Bu durum, sınıf ve derecesi aynı olan birden çok asabe birlikte bulunursa sözkonusu olur Meselâ; ana-baba bir erkek kardeş ile baba bir erkek kardeş birlikte bulunsalar, hısımlığı kuvvetli olan öz kardeş, baba bir kardeşi düşürür

Asabe'ye miras verilirken bu, sınıf, derece, yakınlık ve kuvvet durumlarının daima gözönünde tutulması gerekir Ana-bir erkek kardeşlerle, ana bir amcalar zevi'l-erham* grubu içinde yer alırlar

B) Başkası ile birlikte asabe olanlar (Bigayrihi asabe) Bunlar kadınlardan olmak üzere dört çeşit hısımlardır Erkek kardeşleri ile birlikte müşterek asabe olurlar

1) Ölenin kızları Bunlar ölenin oğulları ile müşterek asabe olurlar Cenâb-ı Allah; "Allah size (miras hükümlerini şöylece emir ve) tavsiye eder Çocuklarınız hakkında, erkeğin hissesi iki kızın hissesi kadar" (en-Nisâ, 4/11) buyurur

2) Ölenin oğlunun kızları Bunlarda ölenin aynı derecede (batındaki) oğlun oğlu ile asabe olurlar Yukarıdaki ayette evlad kelimesi oğul ve kız anlamı yanında bunlar olmayınca oğlun oğlu veya kızı anlamına da gelir (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, II, 311-312)

3) Ana-baba bir kız kardeşler Bunlar öz erkek kardeşlerle birlikte olunca asabe olurlar (en-Nisâ, 4/176)

4) Baba bir kız kardeşler Bunlar da baba bir erkek kardeşlerle birlikte asabe olurlar (en-Nisâ, 4/176)

C) Başkasının bulunması ile asabe olanlar (Maagayrihi asabe) Bunlar ölenin kızları veya oğul kızları ile birlikte bulununca asabe olan kız kardeşlerdir Bunlar iki kısımdır:

I) Ana-baba bir kız kardeşler Ölenin kızı veya oğlunun kızı ile asabe olurlar Hz Peygamber (sas): "Kız kardeşleri, kızlarla birlikte bulununca, asabe yapınız" (Buhârî, Ferâiz, 12; Dârimî, Ferâiz, 4) buyurmaktadır

2) Baba bir kız kardeşler, yine ölenin kızı veya oğlunun kızı ile asabe olurlar Bu konudaki delil, yukarıda zikrettiğimiz hadistir Ana-baba bir kız kardeş bulunmayıp da, kız veya oğul kızı ile beraber baba bir kız kardeş bulunursa asabe olur

Burada asabe olan kız kardeşler, ölenin kızı veya oğul kızı ashabü'l-ferâiz sıfatıyla belirli hissesini aldıktan sonra, artanı alırlar Aynı kuvvette sayıları birden fazla olunca, artanı kendi aralarında eşit olarak paylaşırlar Üç tane ana-baba bir kız kardeşin asabe olması gibi (Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, Şahıs, Aile, Miras Hukuku, İstanbul 1983, s 495-507)

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük A

Eski 11-04-2012   #145
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük A



Arz-ı Mev'ud - İslami Sözlük

Va'dedilmiş yer Hz İbrahim ve onun soyundan gelenlere verileceği va'dedilen arazî Bu tabir Kur'an-ı Kerîm'de "Bereketli arz" olarak kaydedilmektedir (el-Enbiyâ, 21/71) Hz Yusuf (as)'ın Mısır'a götürdüğü İsrailoğulları zamanla Firavunların yönetimi altında zulme uğramış, mustaz'af* bir kitle haline gelmişti Kur'an'da Hz Musa (as)'ın onlara şöyle dediğini biliyoruz "Ey Kavmim, Allah'ın size takdir ettiği Arz-ı Mukaddes'e girin arkanıza dönmeyin Yoksa hepiniz nice zararlara uğrayanlardan olursunuz " (el-Mâide, 5/12) Hz Musa'nın sözleriyle Allah'ın İsrailoğullarına mukaddes kıldığı belde bildirilmiş ise de bunun neresi olduğu kesin olarak bilinmemektedir Ken'an ili olarak bilinen yer Filistin, Şam, Ürdün'deki Ken'an bölgesi yahut Kudüs şehri midir, bu hususta kesin bir bilgiye sahip değiliz Ancak o dönemlerde bu bölgede büyük bir devlet hüküm sürdüğünden, israiloğulları buraya gelmek istememişler, bunun için de Hz Musa'ya: "Git sen ve Rabbin, savaşınız; biz buracıkta oturacağız" demişlerdi (el-Mâide, 5/24) Bundan sonra İsrailoğulları'nın buraya gidemeyeceği, ancak bu bölgeye salih kulların mirasçı olacakları Hz Dâvud'a vahyedilen Zebur'da belirtilmiştir: "Andolsun ki biz zikir (Tevrat)'dan sonra (Davud'a indirilen) Zebûr'da yazdık ki "Arz'a (arz-ı Mev'ud 'a) benim salih kullarım varis olur"(el-Enbiyâ, 21/105) Arz-ı Mev'ud'un değerini takdir edemeyen İsrailoğulları yeryüzünün salihleri olamamış fakat daima bunun özlemini duymuş ve bu toprakları ele geçirmek için her türlü hileye başvurarak her şeyi mübah görmüşlerdir Arz-ı Mev'ud Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahûdiler tarafından kutsal kabul edildiği için her üç ümmet de buraları ele geçirme gayreti içine girmiş ve bu bölgede tarih boyunca mücadeleler sürmüştür Yahudiler Allah'ın Peygamberlerini öldürüp onun dinine ve emirlerine sırt çevirdiklerinden Allah onların bu kutsal yerlere mirasçı olamayacaklarım belirtmiştir Yukarıda ifade edildiği gibi yeryüzüne Allah'ın salih kulları varis olacaktır Bu ilâhi hüküm bütün kutsal kitaplarda mevcuttur (bk el-Enbiyâ, 21/105; Mezmurlar, 37/29, 69/32-36) İslâm'dan önceki dinler ve Hz Peygamber'den önceki kutsal kitap ve şerîatler, Kur'an ile neshedildiği için, bütün insanların İslâm'a ve Kur'an'a tabi olması halinde Allah'ın salih kulları olmaları mümkündür Arz-ı Mev'ud'a ancak Allah'ın son şerîatı olan İslâm'a iman etmekle vâris olunabilir

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük A

Eski 11-04-2012   #146
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük A



Arz -

Bir şeyi bir âmire, üstada veya büyüğe göstermek, takdim etmek

Hadîs usulünde kullanılan bir terim olup râvinin elinde bulunan hadisleri şeyhine okuması anlamına gelmektedir Hadîs şeyhine okunan hadisler isterse ezberden, isterse yazılı bir metinden okunabilmektedir Şeyh de kendisine arz edilen bu hadis metinlerini kontrol maksadıyla dinlerken, ister elindeki bir metinden takip eder isterse hafızasından izler (Ali Haydar Efendi, Usul-i Fıkıh Dersleri, İstanbul 1326, 406) Râvî, bu hadisleri şeyhinin huzurunda okursa artık bunları üstadından rivayet yetkisine sahip olmuş demektir

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük A

Eski 11-04-2012   #147
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük A



ARŞ

Tavan, çatı, dam, çardak

Bir eve nisbetle tavanı; tavanına nisbetle üstündeki çatısı, kubbesi, tepesindeki köşkü Çadır ve çardak gibi yükselen, gölge veren her şeye arş denir İfade ettiği kelimelerden anlaşıldığı gibi ulviyyet, yükseklik manasını içerir Bu münasebetle hükümdarların üzerine oturdukları "taht" manasında da kullanılmıştır Hükümdarların tahtı, mülk ve saltanatın remzi olduğundan arş kelimesi, kinayeli olarak mülk ve saltanat manasını da taşır Ayrıca, bir işi ayakta tutan şey; bir şeyin temeli; bir cemaatin reisi; tabut, kuyunun dibinden adam boyu kadar taşla örüldükten sonra ağzına kadar yukarısına yapılan ahşap bölme; ayağın parmak tarafına doğru yüzündeki yumruca tümsek; kuşun yuvası gibi manâlar da arş kelimesi ile ifade edilmiştir Bazıları Âyetü'l-kürsî'de geçen Kürsî* ile Arş'ın (ikisini de taht manasında kullanarak) aynı şey olduğunu sanmışlarsa da Arş, Kürsî'nin üzerindedir Bu suretle Kürsî taht manasında düşünülürse Arş, onu kuşatan saray ve sarayın tavanı olarak kabul edilir Bir rivayette Kürsî, Arşın ayağının konulduğu yerdir

Bu iki mana itibarıyla Arş, İslâm'a göre, bütün alemi kuşatan, sınırlandırılması ve takdir edilmesi beşer aklının dışında kalan ve gerçeğini Allah'ın bildiği yüce bir makamdır Yedi kat gök, Cennet, Sidre, Kürsî Arş'ın altında tasavvur edilir Arş'ın sınırı, alemi tasavvurun son sınırıdır Arş'tan evvelki Sidre-i Müntehâ* geçilmeden Allah'ın cemâli = (Cemâlullah) * müşahede edilemez Resulullah (sas) Mirac gecesinde (bk İsrâ, 1, Necm, 1 vdayetler) Sidre-i Müntehâ'yı geçerek Arş'a ulaşmıştı Yukarda da belirtildiği gibi Arş'a taht ve tahttan kinaye olarak mülk ve saltanat manası verilmişti (Arş, 7/54) Ayette: "Sonra Arş üzerine istiva buyurdu" denilmektedir

Bilinen manasıyla taht, bir hükümdarın hükûmet işlerini yürütürken üzerine kurulduğu bir cisimdir Fakat "tahta çıktı" denilince, "hükûmet işlerini yani saltanatı eline aldı" manası anlaşılır Yedi kat sema'nın üstünde ve bütün âlemi içine alan Arş'ın, bilinen taht manasıyla sınırlanamayacağı şüphesizdir Binaenaleyh bahse konu olan "el-Arş" kelimesi mecazî ve kinayi bir mânâ ifade eder O halde Arş'ın cisim olduğu iddia edilemez Arş'ı bütün bir cisim tasavvur etsek bile, cihet ve cismaniyyetin hepsi Arş'ın sınırında sona erdiğinden, bunun üstünde bir cisim, mekan ve cihet tasavvuru tezat olur Allah'ın Arş'a istivası da yine mecazî manadadır Allah'ın Arş'a istivasının keyfiyetini soran birine İmam Malik İbn Enes: "İstiva malûm, keyfiyeti akılla idrak edilemez, buna iman vacip ve bu konuda soru sormak bid'attır" diye cevap verir

Râgıp el-İsfahânî, "İstiva" * kelimesine: Müsâvî olmak; kendi kendine itidal manasını vermiştir Arapça olan bu kelime "alâ" takısı ile "istilâ", "ilâ" takısı ile "nihayete erme" manasında kullanılır Bu suretle istiva lügatte: İstikrar etmek, karar kılmak, kararını bulmak ulüvv-i isti'lâ; yükselmek, yüksek olmak, üstün olmak müsâvî veya mümâsil veya denk olmak; dosdoğru varmak, veya kastetmek, istilâ etmek manalarına gelir Bu lügat anlamlarına göre, âyette geçen "Sonra Allah Arş'a istiva etti" cümlesinin manası:

a) Arş'a mülkiyet ve saltanat manası verilmesi halinde: "Allah bütün mahlûkatı üzerinde düzenli ve sırayla işleri düzene koydu, hükümlerini muntazam bir şekilde yerine getirdi, hiçbir engel olmaksızın kudretini tesir ve mahlûkâtı üzerinde "meşîetini" (dilemesini) cereyan ettirdi"

b) "Mahlûkâtı yarattıktan sonra da başından sonuna kadar hepsini kudret ve galebesi velâyet ve hâkimiyeti altında tuttu" Bu ifadede istiva, istilâ manasında kullanılmıştır

c) Arş'a mülk ve memleket, istivaya da istila manası verilmesi halinde "Sonra Allah mülkünü hâkimiyeti altında tuttu"

d) İstivaya "müsavî" manası verilmesi halinde de: "Allah Arş üzerine öyle bir istîlâ ile istiva etmiştir ki Sema ve Semada bulunanlar O'na daha yakın, arz ve arzda bulunanlar daha uzak bir mevki ve mesâfede değil, hepsi müsâvî bir nisbettedirler" demektir Bu cümlede geçen mevki ve müsâvîlik maddî mânada değil, mecazî manadadır

"O gün Rabb'ının tahtını, bunların da üstünde sekiz (melek) taşımaktadır " (el-Hakka, 69/17) Arş'la ilgili olan bu ayetin tefsirinde İbn İshak Hz Peygamber'in: "Onlar, yani Hamele-i Arş* (Arş'ı taşıyanlar) bugün dörttür Kıyamet günü olduğunda Allah onları diğer bir dört ile te'yid edecek sekiz olacaklar " buyurduğunu söylüyor Bir başka izaha göre Hamele-i Arş olan bu sekizden maksat, Allah'ın hayat, ilim, kudret, irade, kelâm, semî, basar ve tekvin sıfatlarıdır

(Arş'la ilgili ayetler: 7/54, 9/129, 10/3, 11/7, 13/2, 20/5, 21/22, 23/86, 116, 25/59, 27/26, 32/4, 39/75, 40/7, 15, 43/82, 57/4, 85/15, 69/17)

İmrân İbn Husayn Peygamberimiz'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "(Ezelde)Allah vardı ve Allah'tan başka bir şey yoktu Ve Allah'ın Arş'ı su üzerinde bulunuyordu Sonra Allah (levh'de) kâinatın tamamını takdir ve tesbit etti Ve göklerle yeri yarattı " Arş'ın ıtlak olunduğu pek çok şeylerin hepsinde yücelik ve yükseklik mânâları vardır Padişahların oturduğu tahta Arş denilmesi de bu yükseklik münasebetiyledir Allah'ın ilk yarattığı ve yükseklik ifade eden mevcuda da Arş, ve Allah'a nisbet edilerek Arşullah denilmiştir ki, Allah'ın kudretinin tecellî ettiği ilk mahlûktur Kelam âlimleri ile eski düşünürler Arş'ı, kâinatı her yönden kuşatan yuvarlak bir felektir, diye tarif ederler Dokuzuncu felek ve felek-i atlas da derler Rivayet âlimleri bu tahtın ayakları bulunduğunu da kabul etmişlerdir Fakat meseleyi tahkik eden âlimlere göre, şerîat örfünde vârid olan arşın hakikatini tahdit ve takdir, beşerin aklı ve idraki haricindedir Bu konuda vârid olan haberlerde arşın mahiyeti değil, diğer varlıklara nisbetle büyüklüğü bildirilmiştir Meselâ Peygamberimiz bir kere Ebu Zerr-i Gıfârî'ye: "Ya Ebâ Zer, yedi kat gök ile yedi kat yerin kürsî yanında büyüklükleri, ancak bir çölün ortasına atılmış bir kapı veya yüzük halkası gibidir Arş'ın da kürsîye göre büyüklüğü, o çölün o halkaya nazaran büyüklüğü derecesindedir" buyurmuştur" (Tecrid-i Sarih, IX, 7)

Arş hakkında İmam Gazalî'nin İhyasında geçen bir hadis-i şerif "Abdullah b Amr b el-Âs'a, ölen müminlerin ruhları nerededir, diye sorulduğunda: "Arş'ın gölgesinde, beyaz kuşların kursağında; kâfirlerin ruhları da yedi kat yerin dibindedir " dedi "

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük A

Eski 11-04-2012   #148
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük A



Ashabu'l-Eyke

Sık ağaçlık, ağaçları birbirine sarmaş dolaş olmuş bir orman, yumuşak ağaçlıklı bir bataklık bölgesinde yaşayan kitle Ashabu'l-Eyke son derece verimli bir arazî üzerinde yaşıyorlardı İklimi son derece güzel ve mutedil idi Buranın Kızıldeniz sahillerinde olan Medyen şehri olduğu bilinmektedir Ashabu'l-Eyke tabiri Kur'an-ı Kerîm'de bir kaç kez geçmektedir "Ashabu'l-Eyke de gerçekten zalim kimselerdi"(el-Hicr, 15/78)"Ashabu'l-Eyke resullerini yalanladılar" (eş-Şuarâ, 26/176) Ayrıca Sad, 38/13 ve Kaf, 50/14 ayetlerinde de bu kavimden söz edilmektedir

Medyen veya Ashabu'l-Eyke halkına Hz Şuayb (as) gönderilmişti

"Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı gönderdik Dedi ki: 'Ey kavmim Allah 'a ibadet edin Sizin ondan başka bir ilâhınız yoktur " (Hûd, 11/84) Allah'ın dinini ve emirlerine uymayı, onun emir ve yasaklarından başka emir ve yasak kabul etmemeyi onlara son derece güzel bir belâgat ve fesahetle anlatan Hz Şuayb'ın davetine icabet etmeyip, küfür ve inadlarında ısrar ettiler Onların vazgeçemedikleri son derece kötü bir alışkanlıkları da vardı Ölçü ve tartılarda halkı aldatmak; sahte para basıp kalpazanlık yapmak; hile yapmak Hz Şuayb (as) onları bu hâllerinden bir türlü alıkoyamadı Tevhid'e davet, onlara fayda vermedi ve bu davete kulak asmadılar Bunun üzerine Cenâb-ı Allah onlara yedi gün, yedi gece şiddetli bir sıcaklık musallat etti Nefeslerini tıkadı Çok bunaldılar O anda gördükleri bir bulutun altına koşarak toplandılar Allah'u Teâlâ da gölgelik diye koştukları bulutu ateş haline getirip onları mahvetti Bu onların istekleriydi Gerçekten Şuayb (as)'ı yalanlarken: "Eğer doğru söyleyenlerden isen gökten üstümüze bir parça düşür " "Sen de bizim gibi bir insansın Senin gerçekten yalancılardan olduğunu zannediyoruz " (Hûd, 11/185-187) demişlerdi Ama hakkı tasdikten uzak durdukları, Allah resulüne muhalefet ettikleri için gerçek yalancı kendileriydi Nihayet istedikleri oldu ve hak ettikleri cezaya kavuştular

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük A

Eski 11-04-2012   #149
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük A



Ashabu'l-Eser

Eser, meydana getirilen şey, nişan ve alâmet demektir Terim olarak ise gerek Hz Peygamber (s a s)' den ve gerekse sahabeden rivayet edilen şeylere denir (Riyazü's-Sâlihîn ve Tercemesi (Mukaddime), 1-2) Ashâbu'l-Eser de eser sahipleri, eser taraftarları ve eserciler demektir

Hz Peygamber (sas)'in bu dünyadan göçmeleriyle başlayarak İmam Şafiî'nin yaşadığı asra kadar gelip geçen fıkıh bilginleri iki kısma ayrılır:

a) Ashâbu'l-Eser Buna ashab-ı rivayet de denir

b) Ashâbu'l-Rey Buna ehl-i rey de denir (M Ebû Zehra, Ebû Hanife, (O Keskioğlu Tercümesi) Üçdal Neşriyatı, s 161)

Asr-ı saadette müslümanlar, ortaya çıkan problemlerini Hz Peygamber (sas)'e arzediyorlar, gerekli cevabı alarak dönüyorlardı Hz Peygamber (sas)'in vefatından sonra İslâm devletinin hudutları genişledi Örf ve âdetleri başka başka olan yeni milletler İslâmiyet'e girdiler Ashab'ın bir kısmı da Hicaz bölgesinden çıkıp başka yerlere dağıldılar Hayat hadiseleri çoğaldı Ortaya yeni yeni meseleler atıldı Halk bu meseleleri sahâbelere sordular

Ashab'ın bazıları Hz Peygamber (sas)'den hadis rivayet ederek esere bağlanmayı tercih ettiler Rivayete çok yer verdiler Allah'ın dinine kendi reylerini karıştırmaktan kaçınmak için fetva vermemeyi tercih ettiler (M Ebû Zehra age, s 164-166) Vuku' bulmayan hadiseler hakkında peşin hüküm vermiyorlardı Bunlar Hicaz bölgesinde bulunuyorlardı Medine, merkezleriydi Burada başka ırktan insanlar ve hâlli gerekli hukuki meseleler yok denecek kadar azdı Çok nadir durumlarda rey ile fetva verilirdi Medine ekolüne mensup hukukçular Ömer b el-Hattab, Zeyd b Sabit, Abdullah b Ömer, Hz Âişe ve Abdullah b Abbâs'dır (Allah hepsinden razı olsun) (Hayreddin Karaman, İslâm Hukukunda İctihad, s 102) Bu ekole bağlı tabiin âlimlerinin başlıcaları şunlardır: Sâid b el-Müseyyeb, Urve b Zübeyr, Kasım b Muhammed, Ebû Bekir b Abdurrahman b Hâris, Ubeydullah b Utbe, Süleyman b Yesâr, Harice b Zeyd (Dr M Esad Kılıçer, İslâm Fıkhında Rey Taraftarları, Ankara 1975, s 29-31; HKaraman, age, s 101-102)

Alıntı Yaparak Cevapla

İslami Sözlük A

Eski 11-04-2012   #150
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslami Sözlük A



Arafat

Mekke'nin yirmi km uzaklığında ve doğusunda bulunan bir dağ Aynı adı taşıyan ova içinde yaklaşık yetmiş metre kadar yükseklikte bir tepe görünümündedir Tepeye koyu yeşil taş yığınları hakimdir Arafât'a "Cebelü'r-rahme" (Rahmet Dağı) da denir

Hac-ibadetinin rükünlerinden biri olan Vakfe'nin* yapıldığı yer olmasından dolayı büyük bir önem taşımaktadır Bu dağın, ismini nasıl aldığı hakkında çeşitli görüşler vardır:

Rivayetlere göre Hz Âdem (as) ile eşi Hz Havva Cennet'ten çıkarıldıktan sonra yeryüzüne indirilmiş ve bir müddet ayrı kalıp nihayet Arafât Dağı'nda buluşmuşlardır Buluşma anlamına gelen "Ta'arrefe" kelimesinden alınmış ve buraya Arafât denmiştir Bu ismin ve rivayetin Hz Âdem (as) zamanından beri nesilden nesile aktarılmış olduğu ifade edilmektedir ismin nereden geldiğine dair diğer bir rivayet de hacıların Arafât dağındaki vakfeleri sırasında Allah'ın yüceliğini, kendilerinin ihtiyaç ve kulluklarını "i'tiraf" ettiklerinden dolayı buraya Arafât adının verildiği söylenmektedir Bu konu ile ilgili diğer bir üçüncü görüş ise şöyledir: Hac ibadetinin önemli bir rüknü olan vakfeyi tamamlayanlar manevî bir kokuya ("Arf") büründükleri için bu anlamda bu dağa Arafât adı verilmiştir

Cenâb-ı Hak bu dağın adım Kur'an-ı Kerim'de söyle zikretmiştir: "Arafât'tan ayrılıp (seller gibi) akın edince Meş'ar-i Harâm'da* Allah'ı zikredin " (el-Bakara, 2/198)

Hac ibadetini yerine getirmek üzere orada bulunan müslümanlar Terviye'den (yani Zilhicce'nin sekizinci günü sabah namazını Mekke'de kıldıktan) sonra Mina'ya, sonra Arefe günü sabah namazını kıldıktan sonra Arafât'a çıkarlar Haccın farzlarından biri olan vakfe Arefe günü zeval vaktinden başlar, nahir günü yani bayramın birinci günü sabah namazı vaktine kadar süren zaman içinde yapılır Genellikle Arefe günü akşamı Arafât'tan ayrılma işlemleri başlar

Hz Peygamber (sas)'in bir hadîsine göre Arafât'ın her yeri vakfe yeridir Buna göre vakfe için belli bir yer söz konusu değildir Arafât dağında vakfe sırasında Allah'a dua etmek ve isteklerde bulunmak müstehabtır Arefe günü Arafât'ta vakfe yapmanın önemi ve fazileti hakkında Resulullah şöyle buyururlar: "Cenâb-ı Hakk'ın, Arefe günü (vakfe sırasında) Cehennem'den azad ettiği kulların sayısı diğer günlerde azad edilenlerle kı yaslanmayacak kadar çoktur Allah, Arefe günü vakfe yapanlara yaklaşır Sonra onlarla meleklere karşı iftihar ederek 'bunlar ne istiyorlar ki bütün işlerini bırakıp burada toplandılar' der" (Müslim, Hacc, 1348) Ebû Katâde Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Ben Allah'dan umuyorum ki Arefe günü tutulan oruç, içinde bulunulan seneden önceki ve sonraki seneye keffâret olur " (İbn Mâce, Siyam,40; Dârimî, Savm, 54; Ahmed b Hanbel, V, 296-297) Bu hadis şöyle yorumlanır: Eğer küçük günahlar işlemişse yahut işleyecekse onlar afvedilir, eğer küçük günahı yoksa büyük günahları hafifletilir, büyük günahı da yoksa derecesi yükseltilir (et-Tâc, el-Câmi'u li'l-Usûl, II, 95) Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulur: "Ben şurada kurban kestim, Mina'nın her tarafı bir kurban yeridir Konakladığınız yerde kurban kesiniz Ben şurada vakfe yaptım Arafât'ın her tarafı vakfe yeridir" (Müslim, Hacc)

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.