Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Eğitim & Öğretim > Tarih / Coğrafya

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
din, hulefai, raşidinden

Hulefâ-İ Râşidîn'den Sonra Dîn

Eski 08-02-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Hulefâ-İ Râşidîn'den Sonra Dîn




HULEFÂ-İ RÂŞİDÎN'DEN SONRA DÎN


İnsanların hak ve hürriyetlerinin Hukuka uygun olarak kesinlikle korunduğu; onların renklerine, soylarına, milliyetlerine veya görüşüne bakılmaksızın eşit muamele gördükleri; iyiliğin ve adaletin yegane sistemi, sonraki devirlerde, temeldeki karakterini kaybederek monarşi şekline dönüştü Bu değişim sırasında, bazgn bozulmanın önüne geçilmesi İmkânları da belirmesine rağmen, ne yazık ki özel olarak islâm Ümmeti ve genelde bütün insanlık için bu değişmenin, tesirlerini izaleye ve ıslaha yer vermeyecek kadar güçlü olduğu vâkidir Mevcut İmkânlardan gereği gibi faydalanılamadı Netice itibariyle idare tarzının mahiyeti, Hilafet sisteminden monarşiye dönüşerek yapısı ve karakteri itibariyle bütünüyle değişti

1-Bu süreçte ilk köklü değişiklik Ümmet'in liderinin seçiminde oldu Hilafet için genel geçerli kural, kimsenin bu göreve kendisini teklif etmediği ve elde etmek için her hangi bir çaba sarfetmediğidir İnsanlar karşılıklı görüş alış verişi ile uygun birini seçer, iş başına getirir, ümmetin hayatını tanzim vazifesini ona tevdi ederlerdi Aslında bîat fiili, iktidarın neticesi değil, fakat sebebidir Bunun manası, iktidarda olan kişiye biat edilmez, belki kendisine biat edilmek suretiyle bir kimse iktidara getirilir Halktan bîat almak maksadıyla herhangi bir şekilde çalışılmaz, el altından iş görülmez, nüfuz kullanılmaz Ne şekilde olursa olsun, bu hususta hiçbir teşebbüste bulunulmaz İnsanlar, bîat edip etmemekte tamamen serbesttir Bir insan, kendisine isteyerek ve hür iradeyle bîat edilmediği sürece bu makamı kabul etmemelidir Hulefa-i Raşi-dîn'in hepsi de bu yolla göreve gelmiştir Hiçbiri, hilafet makamım elde etmek için özel gayret göstermemiştir Hatta tam tersine, onlar kendilerine teklif edildiğinde kabul etmekle karşı karşıya kalmışlardır Bu hususta, Hz Ali için 'bu makamın kendi hakkı olduğu' şeklinde ortaya sürülen iddia da mesnetsiz kalmaktadır Zira, onun bu konuda en küçük, dolaylı bir yolla dahi bir çaba gösterdiği, Halifeliği kendisi veya bir akrabası için elde etmeye çalıştığı yolunda her hangi bir sahih tarihî delil gösterilemez Hatta, onun kendisini halifelik makamında hak sahibi görmesi de bu kaideyi ihlal etmez Gerçekte dört halife de Hilafet'in kendilerine teklifi ve herhangi bir şart altında zorla bîat alınmadığı hususunda eşittirler

Melikliğin (mulukiye) ortaya çıkması bu kaidedeki değişiklik sonucu olmuştur Muavi-ye'nin hilafeti, yukarıda açıklanan şekilde, yani müslümanların toplanarak, müşavere ederek, karar vermek suretiyle halifeliği onun eline tevdi etmesi şeklinde olmamıştır Tam tersine, o halife olmak istemiş, savaşarak ve dövüşerek bu makamı elde etmiştir Bu sebeple onun hilafeti, müslümanların rızasına bağlı bir hilafet şekli değildir O bu makama seçilmemiş, kendi kendini halife ilân etmiştir Kuvveti ele geçirdikten sonra insanların ona bîat etmekten başka tercihleri yoktu Eğer biat edilmeseydi, elde ettiği makamdan geri çekilmeyecekti Çünkü iktidarı zorla, gücü ve kuvvetiyle elde etmişti Aksi takdirde, kan dökülecek, düzensizlikler, karışıklıklar ve anarşi halleri birbirini kovalayacaktı Bu yüzden insanlar, kan dökülmesine ve karışıklığa karşı sükûnu ve düzeni seçerek ona bîat ettiler Hicrî 41 yılının Rebiulevvel'inde, Hz Hasan'ın Halife adaylığından geri çekilmesinden sonra, bütün sahabiler, tabiîn ve ümmetin ileri gelenleri Muaviye'ye bîatta hemen hemen ittifak ettiler Bu durum dahilî savaşın önünü almış, akan kanlan durdurmuştur

Aslında bizzat Muaviye de bu durumu iyi biliyordu Bu, hilafetinin ilk yıllarında Medine'de yaptığı konuşmadan da bellidir: "Allah'a yemin ederim ki, emareti elime aldığım zaman, iktidara geçmiş olmamdan hiç hoşlanmadınız Bunu bilmiyor değilim Hatta bu hususta kalplerinizdeki kuruntuları da biliyorum Fakat ben bu makamı kılıcımın kuvveti ile elde ettim Devlet işlerini belki istediğiniz gibi yürütemem Fakat siz de yapabildiğim kadarıyla iktifa ediniz" (İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, c VIII, sh 132)

Bu şekilde başlayan değişiklik Yezid'in bu makama veliaht olmasından sonra o kadar kabul gördü ki bundan sonra hiçbir zaman sarsılmadı, hatta tehdit bile görmedi Daha sonra makamın kuvvet ve soya dayalı mülkiyet esası ile kazanılması âdeti tesis edildi ve müslümanlar seçimli hükümet sistemine dönecek fırsatı hiçbir zaman elde edemediler Onların otoriteleri gönüllü biat ile değil, iktidarlarının gücü İle zoraki olarak sağlanıyordu Daha doğrusu müslümanlar biat etmediler, ettirildiler Böylece biat müessesesi iktidarda olmak ve kuvvet sahibi bulunmakla birlikte yürütüldü İnsanların, gücü eline geçirmiş kişiye biat etmemesi, bu suretle onu makamından uzaklaştırmasına da imkân yoktu Zaten onlar biat etmeseler dahi hilafet makamını zorla ele geçiren kimseyi oradan uzaklaştırmaları mümkün değildi Hatta bu hâl, zorbalığı daha da artıracaktı

Müslümanların serbest muvafakatim almadan, kuvvete dayalı olarak meydana çıkmış bir hilafet veya otoritenin şer'î açıdan statüsünü tartışmak yerine burada esas dikkat edilmesi gereken husus şudur: Onlar İslâm'ın gerçek usulleriyle mi halife olmuşlardır? Yoksa tam ve eksiksiz usûl Hilafetin Hulefa-i Raşidîn'in yolu ile mi tesis edilmesi gerektiğidir? Veya Muavİye ve takipçilerinin usûlü mü takip edilmelidir? Hulefa-i Raşidîn'in usûlü bize, tutacağımız yolu açıkça göstermiştir Diğer usûle gelince, ancak şu kadarı-kabul edilebilir: Bu şekil reddedildiği takdirde daha kötü bir durumun meydana gelmesi ihtimali, buna ruhsatın verildiği hâlidir Fakat bunun sebebi, sadece kan dökülmesinin ve kargaşanın önlenmesi içindir Her kim bu iki usûlün doğruluk bakımından birbirinin aynı olduğunu iddia ederse, hakka ve hakikate karşı büyük bir zulüm etmiş olur Çünkü, as-lolan ve arzu edilen (maîîub) İlkidir Diğerine izin verilmişse de bunun sebebi kan dökülmesini ve karışıklıkları uzak tutabilmek ölçüsündedir Yoksa arzu edilen veya hoşa giden bir şey olduğundan değil {Khüafat-o-Muiukiyai)






Alıntı Yaparak Cevapla

Hulefâ-İ Râşidîn'den Sonra Dîn

Eski 08-02-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Hulefâ-İ Râşidîn'den Sonra Dîn




İkinci önemli değişiklik halifelerin yaşayış tarzında vuku bulmuştur Monarşi döneminin en başlarında halifeler Kayser ve Kisralara has bir hayat sürdüler Rasûlullah 'in ve Hulefa-i Raşidîn'in sâde yaşayışları terkedil-di Saraylarda yaşamaya ve her gittikleri yerde kendilerine refakat eden muhafızlar taşımaya başladılar Halk ile doğrudan temasları kesildi Kendi tebalannm hâl ve vaziyetlerin-hi öğrenmek, haber almak için bazı kimselerin varlığına ihtiyaç duyuldu Hükümdarın halk ile doğrudan doğruya teması ordan kalktı Dolayısıyla halkın da idarenin gidişatını kontrol imkânı kalmadı Halk vasıtasız, doğrudan doğruya şikâyet ve dertlerini bildire-mez oldu Bu tarz yönetim, Hulefa-i Raşidîn'inkinden tamamiyle farklıdır Onlar sokakta, pazarda halkın arasında dolaşır, her isteyen halifeyi durdurup şikâyetini, derdini bildirebilirdi Her gün beş defa halkın karşısına çıkıp namaz saflarının başında bulunurlardı Haftada bir defa, Cuma günlerinde, hutbede Allah'ın birliği ve dinin esasları halka hatırlatıldıktan sonra idarenin takip ettiği siyaseti izah eder ve icra faaliyetlerine dair haberler verirlerdi Halk tarafından, şahıslarına ve yönetimlerine yöneltilen her türlü soru ve itirazlara, yine halkın karşısında cevap vermeyi prensip edinmişlerdi Hatta bu usûle, Kufe'de Hz Ali'nin hayatının tehlikede olduğu bir zamanda bile devam edilmiştir Fakat saltanat devri başlayınca bunların hepsi ortadan kalktı Yerlerine Bizans ve Pers saraylarının usûl ve âdetleri kondu Bu değişiklik ilk önce Mu-aviye devrinin başlangıcında vuku buldu Daha sonra da devam edip gitti

Alıntı Yaparak Cevapla

Hulefâ-İ Râşidîn'den Sonra Dîn

Eski 08-02-2012   #3
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Hulefâ-İ Râşidîn'den Sonra Dîn




Üçüncü değişiklik, Beytü'l-mal'''in yapısında ve kullanımında olmuştur İslâm'daki ideal hali ile Beytü'l-mal halifeye ve İdaresine, halkın ve Allah'ın bir emanetidir Hiç kimsenin onu kendi arzuları doğrultusunda kullanma hakkı yoktur Hulefa-i Raşidîn, Beytü'l-maf den usulsüz olarak ne kendileri bir kuruş harcar ne de başkasına verirlerdi Bu bir tek kuruşun bile hesabını vermek hususunda kendilerini sorumlu kabul ederlerdi Şahsî masrafları için Beytü' l-mal"den aldıkları para ise ancak vasat bir kişiye yetecek kadardı

Saltanat döneminde Beytü'1-maV konusundaki düşünce tarzı tamamen değişerek hükümdar ve hanedanın şahsî tasarrufuna geçti İnsanlara sadece vergi mükellefi gözü ile bakılıyordu ve hiç kimsenin hesap sorma hakkı yoktu Bu dönemde meliklerin, şehzadelerin, valilerin ve ordu komutanlarının lüks ve tantanalı hayatları Beytü'1-maV'm gayri meşru kullanımıyla sürdürülüyordu Hilafeti sırasında Ömer b Abdülaziz, şehzade ve emirlerin gayri meşru servetleri ile beraber, kendisine babasından intikal eden ve yıllık 40000 dinar gelir getiren emlâkim Beytü'l-mal'e devretti Beytülmal gelirlerine göz atıldığında meşruiyet sınırına önem verilmez olmuştu Benî Ümeyye'nin saltanatı devrinde halka yüklenen bir seri gayri meşru vergiler Ömer b Abdülaziz tarafından kaldırıldı Beytülmal gelirlerine şöyle bir göz atınca bu insanların şeriat kanunlarını nasıl ihlâl ettikleri açığa çıkar

Benzer bir haksızlık da gayri müslimlerden (zımmî) usulsüz olarak alınan cizyeler konusundadır Onlardan müslüman olduktan sonra dahi cizye alınmaya devam edilmiştir Sebep olarak da, cizyeden kaçmak için müslüman oldukları bahanesi ileri sürülmüştür Aslında esas sebep, İslâm'ın yayılması ile gelirdeki bir düşüşten korkulmasıdır İbni'l-Esîr'in bildirdiğine göre, Irak valisi Haccac İbni Yusuf, pek çok zımmî'nin müslüman olup Basra ve Kûfe'ye yerleştiği, bu yüzden de cizye ve haraç gelirlerinde bir düşme olduğu konusunda tahsildarları tarafından bilgilendirmesi üzerine, bu kimselerin şehirlerden geri çevrilmesini ve eskisi gibi cizyenin üzerlerinde bırakılmasını emretti Bu emirden sonra da yeni müslümanlar Basra ve Kûfe'den çıkarılınca "Vâ Muhammeda, Vâ Muhammeda" diye ağlayıp bağırmışlar ve haksızlığa karşı şikâyetlerini kimseye anlatamamışlardır Bununla beraber bu hareketler Basra ve Kûfe'deki âlimlerin infialine sebep oldu İlim adamlarıyla fâkihler yeni müslümanlann davalarına ortak olarak şehirleri terk etmişlerse de mesele halledilmedi, aksine bu kimselere de yapılmadık zulüm kalmadı

Ömer b Abdülaziz halife olunca, Horasan'dan, İslâm'a girdiği halde binlerce kişinin üzerinden cizyenin kaldırılmadığı hakkında bir şikayet geldi Ömer b Abdülaziz: "Allah, Hz Muhammed aleyhissalâtu vesselamı Peygamberlik vazifesiyle ve dine davet eden bir memuriyetle göndermiştir, tahsildar olarak değil" diyerek valiyi azletti (Taberî, c V, sh 314; İbni'1-Esir, c IV, sh 158; el-Bidâye, cIX,sh 188)

Alıntı Yaparak Cevapla

Hulefâ-İ Râşidîn'den Sonra Dîn

Eski 08-02-2012   #4
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Hulefâ-İ Râşidîn'den Sonra Dîn






Fikir Hürriyetinin Sonu


Dördüncü değişiklik fikir hürriyetinin sona ermesidir Bu dönemde müslümanlann İyiliği emretmek, kötülükten menetmek (emri bil maruf ve nehyi anil münker) hakkı ellerinden alındı Gerçekte, bu müslümanlar için hak değil İslâm şeriatına göre bir görevdir İslâm sosyal hayatın normal işlemesi ve devletin müstakim yolda kalabilmesi halkın vicdanının ve dilinin her yanlış harekette en yüksek otoriteyi bile kontrol edebilecek ve korkmadan doğruyu söyleyebilecek kadar serbest olmasına dayanır

İslâm'ın bu ruhunu destekleyen Hulefai Raşidîn devrinde halk, bu haktan istifade etmek hususunda tam manasıyla serbestti O dönemde doğru sözlü İnsanlar beğenilir ve övülür, tehdit edilmez veya azarlarım azlardı Yapılan tenkitler güç kullanarak bastırılmaz, makul cevaplarla ve delillerle halkın mutmain olmasına çalışılırdı Fakat saltanat devrinde, vicdanlar bastırılmış ve diller bağlanmıştı Artık yeni kurulan sistemde ağızlar ancak idarecileri medhetmekve pohpohlamak için açılabilirdi Eğer vicdanı doğruyu söylemekten alıkoyamayacak kadar kuvvetli ise dayağa, hapse ve hatta Ölüme bile hazır olmalıydı Kendilerini doğru söylemekten alıkoyamayan ve yanlış işlerde itirazlarım yükseltenler bütün milletin kalbine korku salınması için çok şiddetli cezalara maruz bırakılıyordu

Bu yeni siyaset Muavİye devrinin ortalarına doğru görünmeye başladı ve sahabenin önde gelenlerinden ve muttaki bir zât olan Hicr b Adiy'in katli başlangıçtı Muaviye devrinde Hz Ali'ye lanet yağdırılmaya başlandığında, halk çok üzüldü ve incindi, fakat bir tek kelime dahi söyleyemediler Kufe'de bulunan Hicr b Adiy bu duruma sessiz kalamadı, Hz Ali'yi açıkça methetmeğe başladı ve Muaviye'nin fenalıklarını sayıp döktü Hz Mugeyre'nin Küfe valiliği süresince emniyetteydi, fakat Küfe Ziyad'ın valiliği altında Basra ile birleştirilince, hicretin 51 yılında Muaviye'nin emri üzerine, arkadaşları ile beraber katledildi Bu hâdise, ümmetin bütün sâlih mensuplarını derinden sarstı Muaviye, Hz Aişe'yi görmeye geldiğinde, Hz Aişe "Ey Muaviye, Hicr'i öldürürken Allah'tan hiç mi korkmadın?" diye sordu Bu haberler Horasan valisi Rebiy' İbni Ziyâd elHarisî'ye ulaştığında o: "Ey Allah'ım, senin yanında, kalbimde zerre kadar iyilik kalmışsa, beni bu dünyadan, daha fazla geciktirmeden, ötelere al" dedi (Taberi, c IV, sh 208) Hasan Basri der ki: "Muaviye'nin dört işi vardır ki, eğer bunlardan sadece birini bile herhangi biri yapmış olsaydı, bu onun için çok kötü olurdu Birincisi, ümmetin rızasını almadan ve danışmadan kılıcının gücü ile hükmetme sidir Hatta o zamanlar ümmet içinde sahabiler de vardı İkincisi, oğlunu veliaht seçmesİdir ki o içkici ve keyfine düşkün tanbur çalmakla meşgul biriydi Üçüncüsü, Ziyâd'ı nesebine almasıdır Halbuki bu konuda Rasûlullah @'in son derece açık mesajı vardır "Çocuk kimin yatağında doğarsa ona aittir ve zânüerİn hakkı taşlanmaktır" Dördüncüsü, Hicr ve arkadaşlarım katlettirme sidir (İbni'lEsir, c III; elBidâye, c VIII)

Bundan sonra halk, zulüm ve zorbalıklarla susturuldu Medine valisi iken, kendisine ilerigeri lâflar söylendiği için, Mervan b Hakem, Misvar b Mahzeme'yi dövdürmüştür Bir keresinde Abdullah b Ömer'in cuma namazında Haccac b Yusuf'u hutbeyi uzatıp namazı tehlikeye sokmaması ikazı üzerine, Haccac "Şu anda, senin şu iki gözünü bir vuruşta çıkarmayı ne kadar isterdim" diye mukabelede bulunmuştur (İbni Sa'ad, Tabakat, c IV)

Abdülmelik b Mervan, Medine'de Rasûlullah @'in minberine çıkarak halka şöyle hitab etmişti: "Ben bu ümmete arız olan hastalıkların tedavisi için kılıçtan başka çare göremiyorum Şimdi, içinizden birisi çıkar da bana 'Allah'tan kork!' (itteki'ilahe) derse hemen kellesini uçururum" dedi (İbni'1Esir, c IV; Cas$âs,Ahkâmü'lKur'an, c)

Bir keresinde de Velid b Abdülmelik cuma hutbesini o kadar uzattı ki, neredeyse ikindi namazının vakti geçecekti Cemaatten bir kişi ayağa kalkarak: "Ey emîrülmüminîn, zaman sizi beklemiyor Namazı geciktirmenizden dolayı Allah'ın huzuruna nasıl bir özürle çıkacaksınız?" dedi Velid: "Ey adam, doğru söylüyorsun Fakat burası doğru konuşanların yeri değildir" diye cevapladı Nitekim o sırada bir muhafız tarafından tutulup öldürüldü (İbnil Abdi Rabbihi, eîİkdü'lFerîd, cI)

Bu siyaset Müslümanların maneviyatım zaafa uğrattı ve onları aşağılık kompleksine itti Hayatları pahasına doğruyu konuşan insanların sayısı gittikçe azaldı Hadiseleri oluruna bırakan, bir nevi vurdum duymaz kimselerin yükselirken, doğru sözlü ve dürüstlerin değeri düştü Kabiliyetli, bilgili, dirayetli ve iman sahipleri yönetimden uzaklaştılar Halkın devlet işleriyle alâkası kesildi İslâm toplumunun gayesi, aktivitesi, üretkenliği ve İlim elde etme arzusu yok olduğu için halk sessizce ve gününü gün ederek yaşamaya devam etti




Alıntı Yaparak Cevapla

Hulefâ-İ Râşidîn'den Sonra Dîn

Eski 08-02-2012   #5
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Hulefâ-İ Râşidîn'den Sonra Dîn




Adlî Bağımsızlığın Sona Ermesi


Beşinci önemli değişiklik, hâkimlerin muhakeme (kaza) hürriyetlerinde olmuştur İslâm devletinin Hulefai Raşidîn devrinde görülen temel esaslarından birisi de, hâkimleri tayin ettikleri halde, halifelerin onlar üzerinde baskı uygulayamamalarıdır Onlar sadece Allah'tan korkarak, ve vicdanları ile hükmediyorlardı En yüksek makamlardakiler bile hâkimin İşine karışamazdı Hatta, daha önce de açıklandığı gibi, hâkim bizzat halifeyi mahkemeye celbeder, aleyhindeki davaya bakabilirdi Saltanat ile beraber bu usûle de son verildi Adlî meselelere müdahaleler başladı Bu müesseseyi siyasî ve şahsî niyetlerine âlet ettiler Arzu ettikleri zaman, istedikleri şahsı dava edebiliyor, istedikleri hükmün çıkmasında müessir oluyorlardı Böyle olunca Hâkim(Kadı)erin serbest hüküm verme imkânları ortadan kalkıyordu Sonuçta olaylar öyle bir mertebeye ulaştı ki, yalnızca sultan ve veliahtları değil, yönetimin her kademesindeki memurundan, saraydaki kapıcılara kadar herkes adlî kararlarda nüfuzlarını kullanabiliyorlardı

Bu ve benzer sebeplerden ötürü, o devirde sâlih âlimler ve imanlı şahsiyetler hâkimlik vazifesini kabul etmekten daima kaçınmışlardır



Alıntı Yaparak Cevapla

Hulefâ-İ Râşidîn'den Sonra Dîn

Eski 08-02-2012   #6
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Hulefâ-İ Râşidîn'den Sonra Dîn




Şûraya Dayalı İdarenin Sonu


İslâmî yönetimin esaslı unsurlarından biri de müşavere müessesesidir Bu prensibe göre, memleket işlerinin idaresinde ümmet nazarında muteber bilgili, dürüst, muttaki şahsiyetlere danışarak karar verilmelidir Hulefa-i Raşidîn devrinde, halifelerin müşavirleri dirayeti, ilmi, takvası, diyaneti ve isabetli reyleri ile tanınan kimselerden oluşmaktaydı Ümmet, onların hükümetin yoldan çıkmasına hiçbir zaman müsaade etmeyeceklerine tam bir gönül rahatlığı ile güveniyordu Bunlar, ümmetin karışık ve zor problemlerini çözen kimseler (ehl-i hal ve'l-akd) olarak biliniyorlardı Fakat saltanat gelince, bu prensip bile değişti Şûra yerine zulüm ve baskı genel kural haline geldi Hakkı bilen dürüst insanlar sultanlardan uzak durmaya başladılar Sultanlar da devlet meselelerinde bu kimselerden sakınmaya başladılar Artık sultanların müşavirleri valiler, maiyetinde bulunan memurlar, aile fertleri, yakınları ve saraya sığınmış bulunan yaltakçılardı Görüş sahibi, dirayetli ve kabiliyetli, imanlı, bilgili ve âdil şahsiyetler bu İşten uzaklaştı

Bunun neticesinde karşılaşılan en önemli kayıp, yepyeni ve karmaşık bir medeniyetin ortaya çıkması oldu Meseleleri hukuk çerçevesinde çözecek, muhtelif problemlerin götürülebileceği ve kma edilen veya şura ile belirlenen görüşmelerin İslâm hukukunun bir parçası olabileceği resmî bir merkez kalmadı Keyfî çözüm yolları ittihaz edildi İdarî mekanizma bir esasa dayanmayan, uydurma usûllerle çalışmaya başladı Emniyet ve asayiş ile ilgili meselelerde, genel İç ve dış siyasetin belirlenmesinde iyi-kötü bu sultanların hükmü kabul ediliyorsa da, hukukî meselelerde karar vermek ve hükmetmek onların yetkisinde değildi Hukukî mevzuları keyfi kararlarla halletmek pek öyle kolay değildi Eğer hukukî mevzulara da el uzatmış olsalardı zaman ümmetin sosyal düşüncesi böyle bir müdahaleyi çok zor hazmederdi Esasında ümmet, onları fâsık ve fâcir olarak kabul ediyordu Doğruluk noktaİ nazarından kendilerinin ahlâkî ve dinî hürmet ve itibarları yoktu Bununla beraber Müslüman âlimler ve fâkihler bu eksikliği dolduracak bir çekirdek bırakmadılar, onların çabaları münferit plandaydı Her alim fıkhî meseleleri kendi ilim kürsüsünde ve fetva makamında açıkladı Her kadı kendi bilgisini, anlayışını, içtihadını temel alarak veya bir başka fâkihin hükümlerine veya kural kabul ettiklerine dayanarak hüküm verdi Her ne kadar saltanat ülkelerinde fıkhın gelişmesi ve sürekliliği kesintiye uğra-nıadıysa da, İslâm devletinde bir hukuk anarşisine sebep oldu Asırlar boyunca ümmet devletin bütün mahkemelerinin takip ettiği ve en küçük meselelerde bile aynı hükmü vermesine sebep olacak bir hukuk sistemine sahip olamadı

Alıntı Yaparak Cevapla

Hulefâ-İ Râşidîn'den Sonra Dîn

Eski 08-02-2012   #7
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Hulefâ-İ Râşidîn'den Sonra Dîn




Irkçılık Ve Kavmiyetçiliğin Zuhuru


Saltanat devrinde meydana gelen bir diğer önemli ve fevkalâde zararlı değişiklik de ırk ve kabile taassubuna dönüştür İslâm bütün müslümanları eşit haklarla eşit seviyeye getirmekle bunları yok etmişti Başından beri Benî Ümeyye yönetimi Arap hükümeti ren-gİndeydi Arap olanlar ve olmayanlar arasında haklar hususunda farklılıklar oluşturulmuştu Daha Önce açıklandığı gibi yeni müs-lüman olanlardan cizye toplamakla Allah'ın emirlerini apaçık İhlâl ettiler Bu gibi davranışlar, sadece İslâm'ın yayılışını önlemekle kalmadı, aynı zamanda Arap olmayanlar arasında da bazı yanlış fikirlerin yayılmasına sebep oldu Buna göre, fethedilen topraklarda yaşayan Arap olmayan unsurlar arasında, İslâm fetihlerinin gerçekte kendilerini Araplara köle yaptığını, müslüman olsalar bile onlarla aynı seviyede kabul edilmeyecekleri kanaati yerleşiyordu

Saltanat sahipleri kavmiyet taassubunu o derece ileri götürmüşlerdi ki, bir kimseyi vali, kadı, hatta cami imamı tayin edeceklerinde dahi Arap olup olmadığı hususunu araştırıyorlardı Haccac b Yusuf, Kûfe'de bulunduğu sırada, Arap olmayanların camilerde imamlık yapamayacakları hükmünü vermişti (Ikdû'l-Ferîd, c II) Said b Cubeyr tutuklu olarak Haccac'a getirilince, Araplardan başkasının imam tayin edilmediği halde kendisine bu görevin verilmesinin büyük bir ihsan ve bağış olduğu hatırlatıldı (İbnİ Hallikan, Vefiyat Elayan, c II) Ve Said b Cubeyr Küfe kadılığına tayin edildiğinde şehirde büyük bir patırtı kopmuştu Çünkü Araplardan başkasının kadılık makamına lâyık olamayacağı düşünülmüyordu Sonunda Ebû Musa Eş'arî'nin oğlu onun yerine kadı tayin edildi (İbni Hallikan, c II) Bu siyaset o kadar keskinlikle takip ediliyordu ki Arap olmayan birinin cenaze namazı kıldırmasına müsaade edilmiyor, uygun bir Arap çocuğu bulunana kadar cenaze bekletiliyordu

Eğer biri Arap olmayan müslüman bir kızla evlenmek isterse, evlilik iznini almak için kızın babası veya akrabaları ile değil, kızın veliliğini üzerine alan bir Arapla görüşmesi gerekiyordu (Ikdû'l-Ferîd, c VIII ) Ebu'l-Ferec Isfahanî'nin rivayetine göre, Benî Su-leym'den bir zat kızını, yeni müslüman olmuş Arap olmayan biriyle evlendirdi Mu-hammed b Beşîr el-Haricî bunu Medine valisine şikâyet etti Vali hemen çiftin boşanmasını emrettikten başka müslümanı kamçılattı, saçını sakalım kestirdi ve şehirde teşhir ettirdi (İbni Kuteybe, Uyunu'l-Ahbar, c Iİ)

Benî Ümeyye'nin bu tür davranış ve muamelesi Arap olmayanlar arasında diğer ırkî asabiyelerin uyanmasına sebep olarak, Benî Ab-bas'ın gayretleri ve Arap olmayan unsurların, özellikle İranlıların yardımı ile devrilmesinde aktif rol oynadı Emevİlerin bu siyaseti sadece ırkî taassubun oluşmasına ve Arap olanlarla olmayanlar arasına nefret sokmakla kalmadı, aynı zamanda eski Arap kabile taassubunu ve rekabetini tekrar alevlendirdi Kabilecelİk, aşiretçilik, ülkecilik ve bölgecilik hareketlerini doğurdu Neticede, bir kabile bir başka kabile mensubunun ardında namaz kılmaz oldu

Yemanîler ve Mudarîler için camilerde minberler ve mihrablar ayrılmıştı Artık minberler gibi imam ve hatipler de çifter çifterdi Hatta her iki kabileye mensup fertler birbirlerinin yanında namaz bile kılmıyorlardı, (el-Bidaye, c X)


Alıntı Yaparak Cevapla

Hulefâ-İ Râşidîn'den Sonra Dîn

Eski 08-02-2012   #8
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Hulefâ-İ Râşidîn'den Sonra Dîn




Hukukun Üstünlüğünün Terkedilmesi


Saltanat döneminde yükselen en büyük ve en ciddi musibet hukukun üstünlüğünün ortadan kalkmasıdır Halbuki bu prensip, İslâm devletinin temelini teşkil etmektedir

İslâm, dünya nizamı olarak vazedildiği zaman, şeriatın herşeyden üstün olduğu fikrini de beraber getirmişti Bu temel prensibe göre devlet reisi, yöneticiler, kanun uygulayıcıları, muhafızlar ve muhafaza edilenler, ileri gelenler, sıradan kimseler eşit şartlarda bu hukuka tâbi idi Hiç kimse ona uyup-uymamakta serbest veya muaf değildir Dost veya düşman, harbî kâfir veya anlaşmalı gayri müslim, müslüman veya zimmî, mûtî veya âsi, kısaca herkes Hayatın her safhasını kuşatan karar ve hükümlere tâbi idiler O hükümler ki, zerre kadar ihlâl edilemezler

Hulefa-i Raşidîn devrinde hem devlet reisleri, hem de halk bu genel kaideye son derece bağlılık gösterdi Hatta Hz Osman ve Hz Ali, son derece nazik durumlarda ve en şiddetli provakasyonlarda bile şeriatın sınırlan dışına bir tek adım bile atmamışlardı Doğru yolda yürüyen halifelerin mümtaz vasıflarından birisi başıboş, gayesiz ve baskıcı değil şeriatı bilen ve hükümlerine riayet eden idareci oluşlarıydı

Fakat saltanat dönemi başladığında, sultanlar kendi şahsî veya siyasî meseleleri ve özellikle hükümetlerinin kurulması ve devamı için şeriatın koyduğu yasaklan aşmakta ve hudutları çiğnemekte hiç tereddüt etmediler Devirlerinde, şeriat devletin hukuku olarak kalmaya devam etti Onlann hiçbiri Allah'ın kitabının ve Elçisinin sünnetinin statüsünü asla reddetmediler Mahkemelerde aynı kanunlara göre hüküm verilirdi Bütün meseleler genel olarak Allah'ın emirlerine ve şeriata uygun şekilde hükme bağlanıyordu Fakat bu sultanlar, siyaset bakımından dine ve hukuka tâbi değillerdi Arzu ettikleri, istedikleri her gayri meşru şey, meşru; hoşlarına gitmeyen meşru şeyler de hemen gayri meşru oluyordu Hatta helal ve haram sınırlarına dikkat etmiyorlardı

Şeriata karşı bu çıkışlar Benî Ümeyye devrinin ilk zamanlarında başladı ve yavaş yavaş kanuna aldırış etmeksizin her istediğini yapma saltanat mensuplarının imtiyazı haline geldi Muaviye, valilerinin kanundan üstün olduğunu ilan etti ve şeriat kanunlarına uymayan adaletsizliklerine ve çıkışlarına karşı her türlü hareketi reddetti Bir olayda diyeti ödeyeceğini, fakat valilerine kısas uygulamasının sözkonusu olamayacağım söyledi (İb-ni'1-Esir, c III; el-Bidaye, c VIII) Ziyâd'm şeriata aykırı fiilleri hiçbir karşılık bulmuyordu (Taberi, c IV; İbni'1-Esir, c HI) Valisi ve kumandanı Busr b Ertat'm zulüm ve baskılarının sonu yoktu İbnİ Ertat Yemen'de iken kendinden önceki vali Abdullah b Abbas'ın iki küçük çocuğunu yakalatarak öldürdü Çocukların annesi bu muameleye dayanamayarak çıldırdı Bu zulme şahit olan Benî Kinâne'ye mensup bir kadın kendini tutuma-yarak: "Erkekleri öldürmeniz yetmiyormuş gibi, şimdi sıra çocuklara mı geldi? Cahiliyye devrinde bile onlara dokunulmuyordu Ey ib-ni Ertat! Çocukları ve yaşlıları öldüren merhametsiz bir hükümet, kardeş kanı dökmeksi-zin yaşayamaz Böyle bir iktidardan daha zâlim kim olabilir?" diye bağırdı (Taberî, cIV; İbnİ'l'Esir, c III; el-Bidaye c VIII) O zamanlar Hz Ali'nin elinde bulunan Heme-dan'ı istilâ etmek üzere görevlendirilen İbni Ertat orada yapmadığını bırakmadı Muharebede yakalanan müslüman kadınları alıp götürdü ve cariye olarak kullandı

Bütün bu olup biten zulümler, valilerin ve kumandanların her türlü tecavüz, baskı ve adaletsizliği yapabilecekleri ve şeriatın hudutlarını çiğneyebileceklerini, siyasî meselelerde herhangi bir kanunla, şeriatla veya başka bir şeyle bağlı olmadıklarını ilan ediyordu Bu baskılar daha sonraki dönemlerde yavaş yavaş sultanların, şehzadelerin ve valilerin tabîi adaletleri hâline geldi Hukukun üstünlüğü bu kimseler tarafından kendi şahsî ve siyasî ihtirasları için tamamıyle parçalandı Saltanat mensupları ve memurları kendilerini hukukun üstünde kabul ederken, şeriatın hükümleri halka karşı kullanıldı İslâm ümmeti dejenere oldu ve İslâm'ın ruhu gözden silindi İnsanlar İslâm nizamının hürriyet, insan haklan, hukukun üstünlüğü ve şûraya dayalı yönetim gibi ebedî cevherlerini yitirdiler İnsanlığın bu faziletleri ve cevherleri diğer milletler tarafından toplandı ve onların kültürlerini ve müesseselerini zenginleştirdi Fakat müslümanlar bir kez kaybettikten sonra tekrar kavuşma şansı elde edemediler Zamanla büyüyen siyasî sistemleri bu meselelerde en büyük engel olmuştur





Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.