Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Sinsi Eğlence > Bir Tutam Hikaye

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
hikaye, kütük|masal, özetleri

Kütük|Masal Ve Hikaye Özetleri

Eski 10-23-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Kütük|Masal Ve Hikaye Özetleri




Kütük

Alacakaranlık içinde sivri, siyah bir kayanın belli belirsiz hayali gibi yükselen Şalgo Burcu uyanıktı Vakit vakit inlettiği trampete, boru seslerini akşamın hafif rüzgârı derin bir uğultu halinde her tarafa yayıyor… Kederli bağrışmalarıyla ölümü hatırlatan küfürbaz karga sürüleri, bulutlu havanın donuk hüznünü daha beter artırıyordu Mor dağlar gittikçe koyulaşıyor, gittikçe kararıyordu Yamaçlardaki dağınık gölgeler, kuşsuz ormanlar, hıçkıran dereler, kaçan yollar, ıssız korular, sanki korkunç bir fırtınanın gürlemesini bekliyorlardı
Burcun tepesinde beyazlı siyahlı bir bayrak, can çekişen bir kartal ıstırabıyla, kıvranıyordu İki bin kişilik muhasara ordusunun çadırları, kaleye giden geniş yolun sağındaki büyük dişbudak ağaçlarının etrafına kurulmuştu Yerlere kazıklanmış kır atlar, yabancı kokular duyuyor gibi, sık sık başlarını kaldırarak kişniyorlar, tırnaklarıyla kazmaya çalıştıkları toprakların nemli çimenlerini otluyorlardı Dallarda kırmızı çullar, sırmalı eğerler asılı duruyordu Cemaatle kılınmış akşam namazından dağılan askerler, çadırların arasından gürültü ile geçiyorlardı Kısa emirler, çağırılan isimler, bir kahkaha, bir söz… başlayacak suskunluğu bozuyor, atların yanında itişen birkaç gencin şen naraları duyuluyordu Çifte direkli yeşil çadırın kapısı önüne serilmiş büyük bir kaplan postu üzerinde kehribar çubuğunu fosur fosur çeken koca bıyıklı, iri vücutlu, ateş nazarlı şair kumandan, gözlerini, alacağı kalenin sallanan bayrağına dikmişti Karşısında diz çökmüş kâhyasının anlattıklarını dinliyordu Ordugâha yarım saat evvel dörtnala gelen bu adam, yaşlı, şişman bir askerdi İşte kaç hafta oluyor, kumandanının “Göndersdref Baronu Erasm Tofl’u beraber vurmak” teklifini içeren mektubunu tek başına, Hadım Ali Paşa’ya götürmüştü Ama, paşa çok meşguldü Zaman bulup cevap verememişti Dregley Kalesini sarıyordu Kuşatmanın başlangıcından sonuna kadar hazır bulunan kahya, şimdi orada gördüklerini söylüyordu; bu kale sarp, gayet dik bir kayanın üzerine yapılmıştı
Arslan Bey sordu:
“Bizim kaleden daha yüksek mi?”
“Daha yüksek beyim
Kumandanın, “Bizim kale” dediği, henüz çırpınan bayrağına hasretle baktığı Şalgo Burcu idi Fakat o, burasını birkaç gün içinde zaptedeceğini iyice biliyordu Daha birkaç hafta önce Boza Kulesi’nde hücumlarına karşı durmak isteyen Adrenaki, Mihal Terşi, Etiyen Soşay, nasıl kendisine kuleyi teslim etmişler; nasıl kahramanlığını, cesaretini alkışlayarak iyi davranışına teşekkürler ederek çekilip gitmişlerdi…
“Ben, bir kalenin karşısında çok duramam” dedi, “Hiç sabrım yoktur Ama Ali Paşa çok sabırlı maşallah!”
Kâhya başını kaldırdı:
“O da sabırsız… Ama ne yapsın? Dregley, pek yalçın, pek sarp… Borsem Dağları içinde baş kale bu imiş diyorlar
“Paşa, muhafızlara önce teslim teklif etmedi mi?”
“Etti
“Kabul etmediler mi?”
“Hayır, etmediler
“Kalenin kumandanı kimdi?”
“Zondi isminde bir kahraman…”
“Ben onların kahramanlıklarını bilirim Verdikleri sözü tutmazlar… Vire’yi bozarlar Elçiye hakaret ederler
“Hayır, Arslan Bey, Zondi bildiklerinizden değil Çok mert bir adam
“Paşa, teslim teklifini kiminle gönderdi?”
“Papaz Marten Uruçgalo ile…’
“Ne ise… Türk elçi gönderseydi, mutlaka kafasını keserler, kale bedenlerinden aşağı fırlatırlardı
“Paşa Türk elçisi gönderseydi, Zondi bunu yapmazdı
“Ne biliyorsun?”
“Papaz Marten’e söylediği sözlerden anladım?
“Ne demiş?”
“Demiş ki; git, paşaya söyle Bana teslim teklif etmesin Bir askere bundan büyük hakaret olamaz O nasıl savaş adamı ise, ben de savaş adamıyım Ya ölürüm, ya galip gelirim Ama görüyorum ki, benim işim bitti O durmasın, bütün kuvvetiyle hücum etsin Ben mutlaka, yıkılacak kalenin taşları altında kalmak isterim
“Sahi, namuslu bir askermiş…” Kâhya;
“Yalnız namuslu bir asker değil, Arslan Bey” dedi, “Hem de gayet yüce ruhlu bir mert
“Nasıl?…”
“Bakın anlatayım Papaz Marten, ordugâha ret haberini getirmek için dönerken, Zondi onu tutmuş Eskiden esir aldığı iki Türk delikanlısını yanına getirmiş Bunlara gayet kıymetli erguvani elbiseler giydirmiş Ceplerini altınla doldurmuş ‘Al bunları paşaya götür Benimle beraber ölmelerini istemiyorum Çok yiğit gençlerdir Terbiyelerine dikkat etsin Devletine iki büyük asker yetiştirmiş olur’ demiş
“Sahi yüce bir adammış…”
“Sonra, elimize diri geçen esirlerden işittik: Kalenin avlusuna silahlarını, gümüş takımlarını, en kıymetli eşyalarını yığarak, yakmış Ahırındaki savaş atlarını, ağlayarak, kendi eliyle öldürmüş Son hücumda bizim asker, kalenin kapısını zorladı Kırdı Yeniçeriler, bir kurşunla yaralanan Zondi’yi diri diri yakalamaya çok çalıştılar Ama mümkün olmadı O, diz üstü sürünerek, her tarafı kılıçla, mızrakla delik deşik olup, ölünceye kadâr vuruştu
“Demek paşa, bu mert düşmanla konuşamadı
“Evet, konuşamadı Vücudu ile kesik başını kalenin karşısına gömdürdü Mezârının üstüne bir mızrak, bir bayrak dikilmesini emretti” ‘
“Aşkolsun! Ben olsam bir türbe yaptırırım vallahi…”
Arslan Bey, düşmanın cesurunu, kahramanını, yılmazını severdi Onca, savaş bir mertlik sanatıydı Düşman ordusundan kaçıp, kendisine iltica edenlere hiç aman vermez, ‘Hain, her yerde haindir’ diye hemen boynunu vurdururdu
Ortalık bütün bütün kararıyor, gece oluyordu
Kâhya, uzun uzadıya anlattığı Dregley Kalesi’nin hikâyesini hâlâ bitiremiyordu Yatsı namazı için aptes suyu taşıyan angaryacılar, meşalelerle geçmeye başladılar Arslan Bey, Şalgo’nun, ıslanmış, hasta, ateşböcekleri gibi sönük sönük parlayan ışıklarına bakıyor, kâhyanın sözlerini işitmeyerek, kendi planını düşünüyordu O biliyordu; düşmanların hepsi Zondi gibi, Plas Batanyus gibi, Lozonci gibi kahraman değildi İçlerinde tavşan kadar korkakları da vardı Mesela Seçeni Kalesi’nin muhafızları, daha Ali Paşa yaklaşırken, toplarını, tüfeklerini, cephanelerini, erzaklarını, mallarını, hattâ ihtiyarlarını, çocuklarını bırakıp, bir kurşun atmadan kaçmışlardı Birkaç güne kadar burası da alınınca Holloko, Boyak, Sağ, Keparmat kaleleri kalıyordu Ama Allah kerimdi
“Hepsinin alınması belki bir ay sürmez…” diye mırıldandı Kâhya, kumandanın ne düşündüğünden haberi yoktu Anlamadı Sordu:
“Bu kalenin alınması mı beyim?”
“Hayır, canım… Bu, birkaç günlük iş! Hele hava biraz kapansın… Fulek’e kadar dört beş kale var… Onların hepsini diyorum
“Bir ayda dört beş kale… Bu güç beyim
“Niçin?”
“Daha bu kaleye bir tüfek atılmamış… Ben attan inerken yoldaşlar söylediler
“Ben burasını, bir kurşun atmadan alacağım
“Nasıl beyim?”
“Senin aklın ermez Hava biraz kapansın, görürsün…”
“Hiç topa tutmadan hücum mu edeceğiz?”
“Hayır
“Ya ne yapacağız?”
“Havanın kapanmasını bekle, dedim ya… Göreceksin…”
Arslan Bey, planlarını en yakın adamlarından bile saklardı “Yerin kulağı var” derdi Ağzından çıkan bir sır mutlaka işitilecekti Kâhya gibi bu sessiz, bu manasız beklemeden bütün askerler sıkılıyorlar, bir şey anlatmıyorlardı Kumandanın yardım, cephane, top beklediği söyleniyordu İhtiyar sipahiler, “Biz burasını yardım gelmeden alamaz mıyız? İki top yetmez mi? Ne duruyoruz?” diye
çadırlarında dedikodu yapıyorlardı Buraya gelindiği günden beri askeri istirahat ettiren Arslan Bey, her sabah erkenden atına biniyor, tek başına gerilerdeki ormanların içine dalıyor, saatlerce kalıyor, gülerek dönüyor
“Hava bozmayacak mı? Ah, biraz sis olsa…” diye gözlerini gökten, kalenin sallanan bayrağından ayıramıyordu
İşte kâhyanın getirdiği mektupta Ali Paşa da teklifini kabul ediyordu Onunla birleşince ordusu yedi bin kişi kadar olacaktı O vakit şüphesiz Tofeli, Pallaviçini’yi diri diri esir tutabilecekti
Koyu karanlık içinden uzaktan uzağa Şalgo Burcu’ndaki nöbetçilerin attıkları acı naralar, acı köpek ulumaları işitiliyordu Gökte hiç yıldız yoktu Arslan Bey, hademesinin tuttuğu billur bardaktaki yakut suyu içti Yeniden doldurulan çubuğunu çekiyor, kâhyasıyla öteden beriden konuşuyordu Konuşurken düşündüğü hep kendi planıydı Yine göğe dalmıştı Birdenbire sordu:
“Hava kapanıyor gibi, değil mi?”
“Evet
“Bakalım yarın…”
“Hücum mu edeceğiz beyim?”
“Hayır canım, hava bozsun, görürsün
Kâhya, yine bir şey anlamadı…
Bir sabah…
Binlerce bacadan henüz tütmüş soğuk, nemli bir duman kadar koyu bir sis her tarafı kaplamıştı Ordugâh, sancaklar, tuğlar, çadırlar, dişbudak ağaçları, atlar, hiç, hiçbir şey görünmüyordu Evvela birbirlerini çağıranların sözleri duyuluyor, sonra iki hayal, ses yordamıyla bu beyaz karanlığın içinde buluşuyordu Arslan Bey atını hazırlatmıştı Yine yapayalnız, her günkü gittiği yere doğru kaybolacaktı
O kadar neşeli idi ki…
Bütün subayları, çavuşları çağırttı Hepsi hücum var sanıyordu At divanı yapar gibi, bir ayağı yerde, bir ayağı üzengide
“Ağalar” dedi “Bugün kaleyi alacağız Ben iki saate kadar geleceğim Şimdi hepiniz hazır olun
Nihayetleri görünmeyen beyaz, büyük sakalının çerçevelediği yüzü sis içinde asılı duruyor sanılan ihtiyar topçubaşı sordu:
“Siz gelmeden ben dövmeye başlayım mı, beyim?”
Arslan Bey güldü:
“Hayır… Senin iki topunun güllelerine ihtiyacımız yok Yalnız bize çok gürültü yap
“Nasıl gürültü beyim?”
“Toplarını boşuna yerinden kımıldatma Topçularını kalenin bedenlerine doğru yaklaştır Avazları çıktığı kadar, ‘Heya, mola, yisa!’ diye bağırt!”

“Anlamıyor musun? Yalnız gürültü istiyorum
“Pekâlâ beyim
Sonra diğer subaylara döndü:
“Siz de bütün askerlerinizi savaş düzeniyle bunlara yaklaştırın Mümkün olduğu kadar çok gürültü yaptırın ‘Heya, mola…’ çektirin Angarya naraları attırın İş türküleri söylettirin
İhtiyar topçubaşı gibi subaylar da, çavuşlar da, bu emirden bir şey anlamadılar Fakat onlar anlamadan yapmasını pek iyi bilirlerdi
“Baş üstüne, baş üstüne…”
“Haydi, ama çabuk…”
Hepsi iki adım ayrılınca sisin içinde görünmez oldular Arslan Bey tepinen atına binince yuları tutan kâhyasına;
“Sen de koş, yanına bir adam al, gerideki Değirmenli Çiftliği’nde biriktirdiğim elli mandayı hemen buraya sür Burca giden yolun yanında hazır tut… Orada beni bekle Haydi!”
“Başüstüne…”
“Ama çabuk…”
Hızla mahmuzlanan azgın at, şaha kalkarak sisin içine atıldı Üzerindeki sırmalı kaftanın etekleri altın kanatlara benzeyen Arslan Bey’le bir masal kuşu gibi uçtu
Biraz sonra…
Nereden geldiği belli olmayan derin bir gürültü sis içinde kaynıyor; ileri geri, yaklaşıyor, uzaklaşıyor, dalgalanıyordu Kös, kalkan, boru sesleri at kişnemelerine karışıyor; alınan emirler, verilen kumandalar yüzlerce ağız tarafından ayrı ayrı tekrarlanıyordu Bastıkları yerleri görmeyen askerler, savaş düzeninde bağrışarak, duyduklarını tekrarlayarak, dirsekleriyle, kalkanlarıyla birbirlerine dokunarak duman içinde ilerliyorlardı
Sağ taraftan topçuların “heya, mola”ları işitiliyordu Etrafını saran gürültüden hücumun başladığını kale de anladı Boru, trampet, hurra sesleri aksetmeye, tek tük tabanca tüfek atılmaya başladı Gözcüler kale bedenlerinin dibine kadar gidip geliyorlardı Safların arasında topçubaşının büyük bir lağım açtığı söyleniyordu
Askerler, subayların emriyle oldukları yerlerde bağdaş kurmuş bekliyorlar, gürültü ediyorlardı
Nihayet, Arslan Bey, terden sırılsıklam olmuş atı ile duman içinde savaş sıralarının arasında, adım adım göründü Her adımda;
“Yiğitlerim!… Sis açılmaya başladı mı hemen susun Hep birden ayağa kalkın, hücum edecek gibi durun Ama ileri gitmeyin Ateş de açmayın Ben düşmana teslim teklif edeceğim…” diyordu
Topçuların, topçulara karışan angaryacıların “heya, mola” naraları gittikçe artıyor, büyüyor, tüyleri ürpertecek heyecanlı yankılarla görünmeyen dağları, taşları inletiyordu
Öğleye doğru sis açılmaya başladı Askerler, sallanan siyahlı beyazlı bayrağı ile Şalgo’yu bir hayal gibi gördüler Sesler kesildi Kuzeyden esen bir rüzgâr dumanları dağıtıyor; gerilere, ormanlara doğru sürüyordu
Artık herkes birbirini görüyordu
Kaleye pek yaklaşmıştı Askerler, gözleriyle kumandanlarını aradılar O burç kapısına giden yolun gediğinde atıyla dolaşıyordu Gediğin önünde büyük bir manda sürüsü vardı Burcun tepesinde, siperlerin arasında, kalkanlı, tüfekli adamlar geziniyordu
Cesur Arslan Bey, kır atını ileriye sürdü Kaleye yüz adım kadar yaklaştı Arkasındaki kâhyasıyla, genç tercüman koştular… Gür sesiyle haykırdı:
“Hey bre Şalgo muhafızları!… Ben, padişahımın dedesine sizin kralınızın memleketlerinden büyük yerler zaptetmiş Bosna Valisi Yahya Paşa’nın torunlarındanım Atam Hamza Bali Bey, daha on dört yaşında iken sizin ordularınızı perişan etmiş, Viyana kuşatmasında, Viyenberg önünde şan almıştır Ben, hangi kaleye gittimse geri dönmemişim, daha geçen gün iki küçük topla Boza Kalesi’ni yerle bir ettim Mihal Terşi, Etiyen Soşay, Andrenaki gibi kahramanlarınıza canlarını bağışladım Vadiye çekildim Gerip gitmeleri için yol vardım Haydi gelin Siz de teslim olun Boş yere kanınızı döktürmeyin…”
Kale ile beraber bütün ordunun işittiği bu teklifi, tercüman, avazı çıktığı kadar bağırarak tekrarladı
Derin bir sessizlik…
Arslan Bey’in atı duramıyor, şaha kalkıyor, sağa, sola tepiniyordu, kâhya, dizgininden tutmaya çalışıyordu
Burcun tepesinden bir cevap verdiler Tercüman tekrarladı:
“Ne gibi şartlarla, diyorlar beyim
Arslan Bey, deminkinden daha sert bir sesle haykırdı:
“Şartım filan yok Biz teslim olanın canına kıymayız Teslim olmazsanız, beş dakika sonra kalenin içinde bir canlı adam kalmaz Karşınızdaki yolun gediği üzerinde gördüğünüz nedir? Anlamıyor musunuz? Babalarınızdan işitmediniz mi? Elli manda ile buraya getirdiğim bu topun iki güllesiyle binlerce Şalgo kuvvetinde olan İstanbul kaleleri tuzla buz oldu İşte İstanbul’u alan bu top… Bir kere ateş edeceğim İkinci atıma gerek yok Ne kaleniz kalacak, ne de kendiniz Acıyorum size…”
Genç tercüman, bu sözleri, yine avazı çıktığı kadar tekrarlarken, bütün askerler, gözlerini yolun gediğine çevirdiler Mandaların yanında, uzun, büyük, gayet büyük, gayet kalın, gayet siyah müthiş bir topun korkunç bir ejderha gibi uzandığını gördüler Safların arasında sevinç sadaları yükseldi Herkes Arslan Bey’in bir haftadır ne beklediğini şimdi anlıyordu Demek bu top geliyormuş…
Biraz sonra…
Şalgo’nun tepesinde, şan, namus kefeni olan uğursuz beyaz bayrak dalgalanıyordu Demir kapılar açılmıştı Korkudan sapsarı kesilen tuğla kumandan, altın kılıçlı asilzadeler, zırhlı şövalyeler, Arslan Bey’in önünde dize gelmişlerdi Silahları alınan düşman ikişer ikişer bağlanıyor, takım takım ordugâhın arkasına götürülüyordu Kalenin içindeki kıymetli şeylerden bir dağ ortada kabarıyor; al yeşil bayraklarla kalenin tepesine dolan askerler bağırışıyorlar, aralarındaki dervişler, bedenlerden sarkarak ezan okuyorlar, tekbir çekiyorlardı
Teslim olan kumandanla erkânına Arslan Bey;
“Korkmayınız Hayatınız bağışlanmıştır Biz Vire’yi bozmayız Gelin, size elli manda ile buraya getirdiğim topu seyrettireyim…” dedi
Tercüman bunu tekrarlayınca hepsi birbirlerine bakıştılar Bu müthiş, bu korkunç aleti yakından görmeyi hem merak ediyorlar, hem çekiniyorlardı Arslan Bey’in arkasına takıldılar Büyük topa doğru yürüdüler Yaklaşınca Arslan Bey;
“İşte” dedi, “Sizin böyle topunuz var mı?”
Düşman kumandanı tercümanla cevap verdi:
“Hayır
“Niçin yapmıyorsunuz?”
“Bilmiyoruz
Genç irisi bir şövalye tercümana bir şeyler sordu Arslan Bey;
“Ne diyor?” dedi
“Bey bu topu kaç günde İstanbul’dan buraya getirmiştir, diyor
“Sen de ki: İstanbul’dan getirmemiş Burada bir hafta içinde kendisi yapmış
Tercüman bu sözleri söyleyince esirler afallaştılar Arslan Bey, daha ziyade yaklaşıp elleriyle yoklamalarına, daha yakından görmelerine müsaade ettiğini söyledi Mağrur kumandan, kahraman asilzadeler, cesur şövalyeler, büyük topun etrafında toplandılar Bir elini hançerinin elmas sapına dayayan Arslan Bey, öteki eliyle, gülümseyerek pala bıyıklarını büküyor, arkasındaki kâhya, başını kaşıyarak gülmekten katılıyor, tercüman aptallaşıyordu Yirmi adım uzakta duran mızraklı nöbetçiler de gülüşüyorlardı Esirler topa elini sürdüler Deliğini aradılar Bulamayınca sarardılar Sonra kızardılar Birbirlerine bakıştılar Öyle kaldılar Kolların, çaprazlayarak yere bakan kale kumandanı titreyerek mırıldandı Arslan Bey, tercümana baktı;
“Ne diyor?”
“Bu mertlik değil… diyor
“Ona sor ki: Henüz bir kere patlamayan bir toptan korkarak, hemen teslim oluvermek mi mertliktir?”
Tercüman sordu
Kale kumandanı, gözlerini yerden kaldırıp cevap veremedi Asilzadeler, şövalyeler, birbirlerinin yüzlerine bakmaya cesaret edemediler, ani bir ölüm darbesiyle vurulmuş gibi oldukları yerde donup kaldılar
Bir güllesiyle kaleyi yıkacak olan bu korkunç top, siyaha boyanmış kocaman bir kütükten başka bir şey değildi!…



Alıntı Yaparak Cevapla

Kütük|Masal Ve Hikaye Özetleri

Eski 10-23-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Kütük|Masal Ve Hikaye Özetleri




Bir "görkemli kütük" hikâyesi!

Bir yangını söndürmek için diyarlar aşan civanmertlere bedel, bunlar kılını bile kıpırdatmadan yanında yöresinde ne varsa kara delik gibi yutmaya çalışır “Görkemi”, istismar etmeye çalıştığı çevreyi uyutabilmek için bir cümlede bir düzine yalanı art arda dizmekten ve dizdiği yalanlara uygun şekiller almaktan gelir “Kütüklüğü” ise gerçekler ortaya çıkınca belli olur

‘Gidiyoruz… Bana bir dünya haritası getir evlat!’

Nerede mazlum, mağdur, kimsesiz ya da terkedilmiş bir insan varsa onun ıstırabını duyar duymaz, çılgına dönen mesuliyet şuuruna sahip kişileri anlatıyor bu cümle Ve yürek taşıyan herkesi aynı sorumluluk altında buluşmaya çağırıyor…

Tıpkı merhum Mehmet Akif Ersoy Bey’in dediği gibi:

“Kanayan bir yara görsem yanıyor ta yüreğim/ Onu dindirmek için tekme yerim çifte yerim/ Adam aldırma da geç git, diyemem, aldırırım” hassasiyetine sahip insanlara sesleniyor

***

Âdem oğullarının insaniyetine yapılan çağrılar zaman tünelinde yankılanır çok zaman… bir aksi sada arar

“Kim var?” diye sağına soluna bakınmadan, “Ben varsam, başkasını aramaya ne hacet!”, düşüncesiyle hemen harekete geçenler vardır bir de…

Engellere aldırmadan, hiçbir şeye takılmadan, hatta bahsini bile etmeyi israf kabul edip, sadece hedefe kilitlenirler

“Karşımda bir yangın var Alevi göklere yükseliyor İçinde evladım tutuşmuş yanıyor (Ya da dünya tutuşmuş yanıyor) Onu kurtarmaya koşarken birileri beni kösteklemeye kalkmış ne ehemmiyeti var!” cümlelerinde ifadesini bulan şahlanmış ruhlar gibi…

***

Bir de yangını çıkartanlar, zulmü irtikâp edenler, mazlumu inletenler vardır Tabii olarak bunlar, yaptıklarını engellemek isteyenlere geçit vermemek üzere her türlü tedbiri alır aynı zamanda

Ama bir de…

Evet, bir de sureti haktan görünenler vardır

Abi kadar, kardeş kadar yakın…

Komşu kadar kapı kapıya…

Ama sınırları aşan, diyarları geçen hassas insanların ocağına ateş düşürmek, sırtına hançer saplamak üzere her saniye fırsat kollayan…

Mahremine göz dikip, ganimet sayan…

Pişkin mi pişkin…

Gözünü zayıflara diken…

Kendi küçük problemlerinde boğulmuş, mümin ferasetiyle bakmaya mecali kalmamış çaresizleri avlamak, içine kâğıt doldurup, vitrininde sergilemek üzere ağını germiş…

“Görkemli kütükler” vardır

İşte şimdi onların dünyasına bir göz atacağız Daha doğrusu kapı aralığından, yalancı dünyalarından sadece bir kesitini alıp, geçeğiz

***

Öncelikle bunlar Allah’ın rızasını kazanabilmek için her şeyini ortaya koyabilen, rahmete mazhar olmuş insanların karşıtıdır

Yani hiçbir şey ortaya koymayan, rahmetten nasipsiz tipler…

Bütün hünerleri, güzel sözler sarf ederek ortama en uygun görüntüleri vermekten ibarettir

İslam tarihinin ilk örneğini oluşturanlar Hz Peygamber’in huzurunda bile yalan söyleme cesareti göstermiş, inanmadıkları halde bir de Allah’ı şahit tutarak imanlarını ikrar emiştir Gizli gündemlerinde ise insanları Allah’tan uzaklaştırma planlarından başka bir şey bulunmaz

Ve bu tipler tarih boyunca isimleri, dönemleri ayrı ayrı da olsa aynı vasıfları sergileyerek her devirde varlığını sürdürmüştür

***

Vatan, millet, devlet, egemenlik, din yahut milli kültür…

Revaçta olan ne ise onun içine girer, en güzel cümlelerle o işin misilsiz, nazirsiz adamlarından biri olduğunu her fırsatta dile getirir

Bir hiç için tarifi imkânsız dolaplar çevirir Sözleriyle hayran bırakır; kılık-kıyafet ve duruşuyla göz kamaştırır

Bir el uzansa, bu kartondan dünyayı dürtüverse, makyajlı yüz hemen bozuluverir

Ardından ne gizli ajandalar çıkar!

Kültürü bozmaya, birlikleri parçalamaya, dirliği dağıtmaya hasılı nesli bozup, geleceği tehdit etmeye varıncaya kadar, planın bin bir türlüsü dökülmeye başlar

***

Bir yangını söndürmek için diyarlar aşan civanmertlere bedel, bunlar kılını bile kıpırdatmadan yanında yöresinde ne varsa kara delik gibi yutmaya çalışır

“Görkemi” istismar etmeye çalıştığı çevreyi uyutabilmek için bir cümlede bir düzine yalanı art arda dizmekten ve dizdiği yalanlara uygun şekiller almaktan gelir

“Kütüklüğü” ise gerçekler ortaya çıkınca belli olur

Aklını olup-biten şeyleri kavramakta güçlük çekenlerin istismarında ve onların arkasına gizlenerek maksadını gerçekleştirmekte kullananların bilmediği bir şey vardır

Tarih denilen arşivde sayılamayacak kadar “görkemli kütük” bulunur Bunların toz kaldırma, gürültü çıkarma mahareti yer alır Ağlattığı, inlettiği kavimler kabileler sıralanır; çökerttiği devletler birer ibret levhası oluşturur

Ama hepsinden daha gerçek olan şudur ki, dünya bu görkemli kütüklerden hiç birine kalmamıştır Dünyada da dünya sonrasında da akıbet insan olmanın hakkını verebilmek için tir tir titrercesine dikkatli yaşayanlarındır

Ve bir gerçek daha vardır: Zayıf olduklarında yalanlarla sarmalanmış bin bir suratlı görüntü sergilemeleri, güçlendikleri zaman zulmün envai çeşidini uygulamaları aynı kökten kaynaklanır:

Aslında görkemli bir kütükten başka bir şey olmadıklarını gizleyebilme telaşı!

Ve o korku ile her sesi, her soluğu, her çıtırtıyı kendi aleyhinde zannetmekten doğan cinnet hali…

Saadet asrında bunların sembol ismi İbn Selül’ün oğlundan geliyordu Kıyamete kadar da “Selüloğulları” olarak anılmaktan kurtulamayacaklardır

***

İbn Selül’ün oğlu ne yapardı?

Mescitte Müslüman görünürken, dışarıda organizasyonlar yapar, Mekkelilerle ya da Yahudilerle diyaloglar geliştirerek Hz Peygamber’i arkadan vurmaya çalışırdı Selüloğulları tayfası ganimeti görünce en acı cümlelerle hak davasında bulunur; düşmanı görünce kaçmanın türlü türlü yollarını arardı

Sadece kaçmak da değil, Hz Peygamber’i düşmanlarla baş başa bırakıp hayatlarını kurtarmaya bakmaları istikametinde Medine halkını kışkırtmaya çalışırdı

Kendisini aziz görür dünyanın en aziz insanlarını aşağılamaya çalışırdı

Geçen zaman gösterdi ki, Hz Peygamber ve ashabı azizlerden azizmiş


Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.