Edep_Yahuu.... |
08-24-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Edep_Yahuu...."Bir kimsenin Hakk'ı sevmesinin alameti, kendisine şu üç meziyetin verilmiş olmasıdır Deniz gibi cömertlik, güneş gibi şefkat, yer gibi tevazu" (Beyazid-i Bistami) "Olgun insan, zenginlere haset ile değil, nasihat edinme nazarıyla; fakirlere kibirle değil, tevazu ile kadınlara şehvet ile değil şefkatle bakandır" (Marufi Kerhî) "Müminin alameti dörttür: Sözü zikir, sükutu fikir, nazarı ibret, ameli hayırdır" (Ebu Bekir Verrak) "Muhasebe ve mukayese dört yerde bahis konusudur: İmanla küfür, doğru ile yalan, tevhitle şirk, ihlasla riya arasında" (Haris bin Muhasibi) "Kim Allah'ı tanırsa, her şey boyun eğer, zira onda mülkünün eserini görürler" (Ebu Abbas Seyyari) "Ne kadar mutludur o hasta ki, bütün yer ve gök ehli onu tedavi için toplanır de yine şifâ bulamaz" (Ebu Hasan Harakânî) "Affın en güzeli, hasmını ezmeğe muktedir iken yapılandır" (Ömer b Abdülaziz) "İlmin neticesi olmayan bir hal, ne kadar büyük ve önemli olursa olsun, sahibine menfaatten çok zarar verir" (Ebu Amr bNüceyd) "Mert odur ki, hem alır, hem de verir, yarı mert odur ki, verir ama almaz, nâmert odur ki, ne verir nede alır" (Şeyh Ebû İshak) "Başkalarının kusurlarından bahsetmek istediğin vakit, kendi kusurlarını hatırla O zaman başkalarının kusurlarıyla alakadar olmaya hakkın olmadığını anlarsın" (Hadis-i Şerif) "Amel ve ilim bakımından kendini din kardeşinden üstün görenin ameli de ilmi de heba olur" (Süfyan-ı Sevri) "Bir ülkede küçük insanların gölgeleri uzuyorsa, o ülkede güneş batıyor demektir" (Güzel söz) "İnsani hayvandan ayıran akildir İnsan, akıldan uzaklaştığı zaman hayvan olarak ortaya çıkar" (Güzel söz) |
Edep_Yahuu.... |
08-24-2012 | #2 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Edep_Yahuu....Osmanlı devrinde yaşamış arif ve meşhur şâir Yusuf Nâbî (rah), 1678 yılında bir kafile ile hacc yolculuğuna çıkmıştı Kafilede devletin ileri gelen paşaları da bulunuyordu Kafile hicaz bölgesine girince Hz Peygamber’i ziyaret aşkı Nâbî’yi iyice sardı öyle ki, vücudu bir hoş oldu, uykusu kaçtı, hiç uyumadı Bir gece yarısı kafile Peygamber şehri Medine-i Münevvere’ye yaklaştı Kafilede bulunan Eyüplu Râmi Mehmed Paşa o esnada kıble tarafına doğru ayaklarını uzatmış uyuyordu Rasul-i Kibriya’nın beldesine girerken arkadaşlarında gördüğü bu manzara Nâbî’ye hiç de hoş gelmedi Paşayı uyandıracak bir şekilde şu meşhur beyitleri söylemeye başladı: Sakın terk-i edepten, kûy-i mahbûb-ı Hüdâdır bu! Nazargah-i ilahîdir, Makam-ı Mustafadır bu Mürâât-ı edep şartıyla gir Nabî bu dergaha, Metâf-ı kudsiyadır, bûsegâh-ı enbiyadır bu Açıklaması şöyledir: Edebi terketmekten sakın! Zira burası Allahu Teala’nın Habibinin beldesidir Burası, Hak Teala’nın devamlı nazar kıldığı bir yerdir; Muhammed Mustafa’nın makamıdır Ey Nâbî, bu dergaha edebin şartlarına dikkat ederek gir Sakın edebi basite alma Burası, büyük meleklerin etrafında pervane gibi döndüğü, peygamberlerin eğilip eşiğini öptüğü bir yerdir Bu beyitleri işiten paşa, gözünü açtı, hemen kendine geldi, ikazın sebebini anladı, ayaklarını topladı, doğruldu Nâbî’ye dönerek: -Ne zaman yazdın bunları? Senden başka duyan oldu mu onları? diye sordu Yusuf Nâbî: -Bunları daha önce herhangi bir yerde söylemiş değilim şimdi, sizi bu halde görünce elimde olmadan yüksek sese söylemeye başladım ikimizden başka bilen yok! dedi Paşa: -öyleyse bu aramızda kalsın, diye ikaz etti Nâbî sustu, yola devam ettiler Kafile, sabah ezanına yakın Hz Rasulullah’ın mescidine yaklaştı Bir de baktılar ki, mescidin minârelerinden müezzinler, ezandan önce, Nâbî’nin: “Sakın terk-i edepden” beytiyle başlayan nâtını okuyorlar Nâbî ve paşa hayret ettiler Mescide girdiler, namazı kıldıktan sonra, hemen müezzinin yanına koştular Nâbî, heyacanla: -Allah adına, peygamber aşkına söyle, sen ezandan önce okuduğun o beyitleri kimden, nereden ve nasıl öğrendin? diye sordu Müezzin önce cevap vermek istemedi, Nâbî ısrar ve rica etti Bunun üzerine müezzin: -Resûl-i Kibriya (sav) Efendimiz, bu gece bütün müezzinlerin rüyasını şereflendirerek: “ümmetimden Nâbî isimli birisi beni ziyarete geliyor Bana olan aşkı her şeyin üzerindedir Kalkın, ezandan önce, onun benim için yazdığı beyitleri okuyarak kendisini karşılayın, mescidime girişini kutlayın!” buyurdu Biz de Efendimizin emirlerini yerine getirdik, dedi Nâbî, hepten şaşırdı ve heyecanlandı, dayanamayıp ağladı Göz yaşları içinde müezzine tekrar: -O iki cihanın Efendisi, gerçekten Nâbî mi dedi, o benim ümmetimdendir mi buyurdu? diye sordu Müezzin : -Evet, Nâbî dedi, o benim ümmetimdendir buyurdu, deyince, Nâbî bu iltifata daha fazla dayanamadı, sevincinden düşüp bayıldı Bir zaman sonra ayıldığında paşayı ve müezzini yanında ağlarken buldu |
Edep_Yahuu.... |
08-24-2012 | #3 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Edep_Yahuu....GÜLME ÂDÂBI “Çokça gülmeyiniz! Gülmenin aşırısı kalbi öldürür ” (Tirmizî, Zühd, 2) Gülmek insanoğlunun umûmiyetle huzûrunu, sürûrunu ve bediî duygularını dışa yansıtan bir husûsiyettir Kişinin îcâb ettiği hallerde gülmesi, tabiî ve müspet bir davranıştır Tabiî olmayan ise gerektiği zaman gülmemek veya aşırılık göstererek gülmeyi kontrol edememektir Dolayısıyla yerinde ve kararında gülmek, âdâb açısından önem arzeder Mâlum olduğu üzere gülmenin tebessüm etme, kahkaha atma gibi çeşitleri vardır Bu husûsta dengeyi yakalamak için üsve-i hasenemiz Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in tatbikatına bakmak gerekir Hz Aişe -radıyallâhu anhâ- diyor ki: “Allâh Resûlü'nün küçük dili görünecek şekilde kahkahayla güldüğünü hiç görmedim O (ekseriyetle) tebessüm ederdi” ( Buhârî, Tefsîr, 46/2) Cerîr bin Abdullah anlatıyor; “Fahr-i Kâinât Efendimiz , Müslüman olduğum günden beri beni huzuruna girmekten alıkoymaz ve her gördüğünde gülümserdi” (Buhârî, Edeb, 68) Abdullah bin Hâris ise; “Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-'den daha çok tebessüm eden bir kimse görmedim” demiştir (Tirmizî, Menâkıb, 10) Hadis-i şeriflerden anlaşıldığına göre, Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- genellikle beşûş çehreli, güleç yüzlü idi Yani o, en sıkıntılı anlarında bile umumiyetle üzüntülerini belli etmez ve yanındakilere hüzün verecek bir tavır sergilemezdi Bilhassa çok sevdiği kimselerle karşılaştığında tebessümü bir kat daha artardı Öte yandan Sevgili Peygamberimiz'in, hoşuna giden bazı sözler veya olaylar karşısında, azı dişleri görünecek kadar güldüğü de nakledilmektedir Meselâ Hz Âişe'nin naklettiği bir rivâyette kuraklıktan muzdarip olan halkın şikâyeti üzerine Habîb-i Ekrem Efendimiz musallâ denen açık bir alanda kısa bir hutbe iradından sonra namaz kılıp dua etmişti Çok geçmeden gök gürleyip şimşek çakmaya başlamış ve bol miktarda yağmur yağmış, seller akmıştı İşte bu arada insanların yağmurdan korunmak için koşuştuklarını gören Efendimiz, azı dişleri görününceye kadar gülmüştür (Ebû Dâvûd, İstiska, 2) Ebû Zerr -radıyallâhu anh- anlatıyor; Peygamber Efendimiz buyurdu ki, “Ben cehennemden en son çıkacak ve cennete en son girecek olan kimseyi yakînen bilirim Bu öyle bir adamdır ki kıyâmet gününde, getirilir ve, «Küçük günahlarını kendisine gösterin, büyük günahlarını ise gizleyin» denilir Bunun üzerine ona küçük günahları gösterilir ve: – Sen falan gün şunu şunu, falan günde şunları yaptın değil mi? denilir Adamcağız da inkâr edemeyerek: – Evet, der Ancak bunların ardından büyük günahlarının da gösterilmesinden korkmaya başlar Tam bu esnada ona: – Senin için her kötülüğün yerine bir iyilik vardır, denilir Bunun üzerine adam: – Yâ Rabbî, ben bir kısım (günah) işler yaptım ki onları burada göremiyorum, der” Ebû Zerr -radıyallâhu anh-'ın belirttiğine göre Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- bu haberi anlattıktan sonra azı dişleri görününceye kadar gülmüştür (Müslim, İmân, 314) Abdullah bin Mesûd'un naklettiği şu rivâyette de Efendimiz'in güldüğünü görmekteyiz; “Allâh Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle bir hâdise anlattı: «Ben cehennemden en son çıkacak olan insanın durumunu bilirim O, cehennemden sürünerek çıkar Kendisine: – Haydi git, cennete gir! denilir Bunun üzerine o adam cennetin yolunu tutar Varıp kapısından içeri bakınca cennet ehlinin tamâmen yerlerini aldıklarını, her tarafın dopdolu olduğunu görür Geri döner ve: – Ya Rabbi, herkes yerini almış, her taraf tıklım tıklım dolu, girecek yer kalmamış! der Kendisine denilir ki: – Önceki bulunduğun zamanı (n yani dünyânın ne kadar geniş olduğunu) hatırlamıyor musun? O da: – Evet ya Rabbi! der Sonra ona: – Öyle ise gönlünden ne geçiriyorsan dile, denilir O da dilediğini ister Neticede kendisine: – Sana bu isteklerinin hepsi ve ayrıca dünyanın on katı daha verilecektir, denilir Bunun üzerine adam: – Yâ Rabbi, der Benimle istihzâ mı ediyorsun! Sen ki şânı yüce bir Hükümdarsın!» ” Abdullah bin Mesûd -radıyallâhu anh-, Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in bu hâdiseyi anlattıktan sonra azı dişleri görülecek derecede güldüğünü ifâde eder (Müslim, Îmân, 308; Tirmizî, Cehennem, 10) Gülme âdâbı husûsunda Nebiyy-i zî-şân Efendimiz'in sünnetinden, mütebessim bir çehreye sâhip olmamız gerektiği anlaşılmaktadır Bunun yanında güzel bir davranış veya söz karşısında gülmenin tabiî olacağı da âşikârdır Ancak katıla katıla gülmek, güldürmeyi meslek edinerek bunun için saatlerce proğram yapmak gibi aşırı tavırlar uygun değildir Zîra aşırı gülmek şakacılığın, nüktedanlığın veya güler yüzlü olmanın değil, Allâh'tan gâfil olmanın bir netîcesidir Nitekim Fahr-i Kâinât Efendimiz : “Çokça gülmeyiniz! Gülmenin aşırısı kalbi öldürür ” (Tirmizî, Zühd, 2) buyurmak sûretiyle bu gerçeğe dikkat çekmiştir Hatta Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-; “Eğer sizler benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız ” (Buhârî, Tefsîr, 5/12) hadisiyle de âhireti kurtarma endişesiyle ağlamanın gülmeye tercih edilmesi gerektiğine vurgu yapmaktadır Zira, ancak Allâh'ın azametini hissedenler ağlayabilir Çok gülmek azamet-i ilâhîden habersiz olmaktan kaynaklanır Bu sebeple Allâh Teâlâ : “Artık yaptıkları şeylere karşılık az gülsünler, çok ağlasınlar!” buyurmaktadır (et-Tevbe 9/82) |
Edep_Yahuu.... |
08-24-2012 | #4 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Edep_Yahuu....ŞAKALAŞMA ÂDÂBI Latîf olsa latîfe hoştur elbet Velâkin hâriç olmaya edepten Kastamonulu Beyânî Türkçemizde mizah veya latîfe gibi kelimelerle de ifâde edilen şaka tâbiri, genellikle güldürme ve eğlendirme gâyesi taşıyan söz veya davranışlar için kullanılır Şakalaşma; samîmiyet netîcesinde insanları rahatlatma, gönüllere ferahlık verme, dostluk ve muhabbeti geliştirme gibi yararları göz önüne alındığında esas itibariyle meşru bir davranıştır Gönüller Sultânı Efendimiz de zaman zaman şaka yapmış, bazı sahâbîlerin kendisine yaptıkları şakaları tasvip etmiş ve tebessümle karşılamıştır Bununla birlikte yalana dayanan, incitici, alaycı, küçültücü, müstehcen ve ifrata kaçan şakalar yasaklanmıştır Zîra Resûlullâh'ın gerek yapmış olduğu nezih şakaları gerekse bu husustaki sözlü tavsiyeleri latîfenin latîf olması gerektiğini açıkça telkin etmekte, böyle olmayanların benimsenmediğini göstermektedir Fahr-i Kâinât Efendimiz'in şakalarının mutlaka gerçek bir yönü bulunurdu O, yalana ve laubâli hallere şakacıktan da olsa tenezzül etmemiş ve böyle yapılmasını da münâsip görmemiştir Ebû Hureyre -radıyallâhu anh-'in naklettiği bir habere göre ashâb: – Ya Resûlallâh! Bizlerin şaka yapmasını yasaklıyorsunuz, fakat kendiniz şaka yapıyorsunuz! demişler, Allâh Resûlü: “– Evet! Ancak ben, doğru olandan başkasını söylemem” cevabını vermiştir ( Tirmizî, Birr, 57) Bir başka hadis-i şerifte ise bu husûsla alâkalı olarak şu uyarıda bulunmuştur; “Yazıklar olsun milleti güldürmek için yalan söyleyen kimseye, yazıklar olsun, yazıklar olsun!” ( Ebû Dâvûd, Edeb, 80) Efendimiz'in yaptığı doğru söze dayalı, incitici olmayan güzel ve nezih şakalarına gelince onlardan bir kaçını şöyle zikredebeliriz: Safça bir adam bir gün Resûlullâh'tan binmek için bir hayvan istemişti Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-: “– Peki, seni bir dişi deve yavrusuna bindirelim ” buyurdu Adam ise hayretle: – Yâ Resûlallâh! Ben dişi deve yavrusunu ne yapayım, o beni nasıl taşır, diyerek şaşkınlığını ifâde edince Lâtifler Lâtifi Efendimiz: “– Devenin küçüğü de büyüğü de muhakkak bir dişi deveden doğmamış mıdır?” diye latîfede bulundu (Tirmizî, Birr, 57) Bir defâsında da ihtiyar kadının birisi Peygamberimiz'e gelerek: – Yâ Resûlallâh! Cennete girmem için Allâh'a dua et! der Efendimiz ise: “– Cennete yaşlı kadınlar giremez! ” diye mukâbelede bulunur Verilen cevabın nüktesini anlayamayan kadıncağız üzülür ve ağlamaya başlar Bunun üzerine Âlemlere Rahmet Efendimiz durumu ona şöyle açıklar: “– Yaşlı kadınlar cennete o hâlleriyle değil, genç ve güzel olarak girerler Zîra Allâh Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de; «Biz (cennete giren kadınları) defterleri sağdan verilenler için yeniden yaratmışızdır; onları eşlerine düşkün ve yaşıt bâkireler kılmışızdır» (el-Vâkıa 56/35-38) buyuruyor” (Heysemî, X, 419; Tirmizî, Şemâil , s 91-92) Bir keresinde Abbas bin Mirdâs isimli şâir kendisine verilen ganimet malını az bularak Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-'e hitâben sitemkâr bir şiir söylemişti Efendimiz bu haberi duyunca onu çağırdı ve: “– Senin dilini keseceğim” dedi Peygamberimiz Bilâl-i Habeşî'ye daha önce; “Sana onun dilini kesmeni emrettiğimde kendisine bir elbise ver!” diye tenbih etmişti Sonra da: “– Ey Bilâl haydi götür şunu, kes dilini!” buyurdu Bilâl Abbâs'ın elini tutup götürürken Abbâs: – Ya Resûlallâh! Dilimi mi kesecek, ey Muhâcirler dilimi mi kesecek, ey Ensâr dilimi mi kesecek, diye çığlık atmaya başladı Bilâl ise Abbas'ı çekip götürmeye devam ediyordu Abbas feryadı çoğaltınca Bilâl: – Sus! Bir elbise vererek Resûlullah seni susturmamı emretti, dedi Neticede Bilâl-i Habeşî, sakinleşen Abbâs'a fazladan bir elbise daha verdi (İbn-i Sa'd, IV, 273) Enes bin Mâlik anlatıyor; Çöl halkından Zâhir adında bir şahıs vardı Bu zat Allâh Resûlü'ne her gelişinde çölde yetişen mahsüllerden hediyeler takdim ederdi Döneceği zaman da Peygamber Efendimiz, ihtiyacı olan şeylerle onun heybesini doldurur ve şöyle buyururdu “– Zâhir, bizim çölümüz biz de onun şehriyiz” Resûlullah Efendimiz onu çok severdi Görünüm itibâriyle fazla güzel değildi Zâhir, bir gün elindekileri satmakla meşgul iken Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- onu arkasından kucaklayıp, mübârek elleriyle gözlerini kapadı Zâhir ise: – Kimsin sen? Bırak beni, diyerek kurtulmaya çalıştı, ancak gözlerini tutan zâtın Resûlullah olduğunu anlayınca rahatladı ve sırtını Fahr-i Kâinât Efendimiz 'in göğsüne iyice yapıştırmaya başladı Bunun üzerine Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-: “– Bu köle satılıktır, almak isteyen var mı?” diye seslendi: Zâhir boynu bükük ve hüzünlü bir edâ ile: – Yâ Resûlallâh! Benim gibi değersiz bir köleye, vallâhi kuruş veren olmaz, dedi Fahr-i Kâinât ise: “– Hayır yâ Zâhir! Sen Allâh katında son derece kıymetli ve pahalısın!” buyurdu (İbn-i Hanbel, III, 161) Zâhir normalde hür bir insandı Efendimiz onun için kul, köle gibi anlamlara gelen “abd” kelimesini kullanarak onun Allâh'ın kulu olduğunu kastetmiştir Mahmud bin Rebî de, “Ben beş yaşlarında iken Resûlullah'ın, evimizdeki kovadan ağzına aldığı suyu yüzüme püskürttüğünü hatırlıyorum” demiştir (Buhârî, İlim, 18) Burada Allâh Resûlü'nün, çocukların seviyesine inerek onların mizacına uygun şakalar yaptığını, oyunlarına iştirak ettiğini ve bu sûretle fiilî bir örnek oluşturduğunu görüyoruz Bu tutum Peygamberimiz'in çocuklara karşı muhabbet ve alâkasının bir yansımasıdır Aynı zamanda bu yolla o çocuğa Fahr-i Kâinat Efendimiz manevî bir bereket de ulaştırmış olmaktadır Ayrıca çocuk yaşlarda Allâh Resûlü'nün hizmetinde bulunma şerefine nâil olan Enes bin Mâlik'e, Efendimiz 'in zaman zaman “Ey iki kulaklı!” diye takıldığı rivâyet edilmektedir (Ebû Dâvûd, Edeb, 84) Resûl-i Ekrem Efendimiz kendisi bizzat şaka yapmakla birlikte bazı sahâbîlerin şakalarını da müsâmaha ile karşılamıştır Sahâbeden Nuayman el-Ensârî isimli şakacı bir zat, bir gün Medîne'ye taze meyve ve sebze geldiğini görünce hemen onlardan alarak Resûlullah'a takdim eder: – Ya Resûlallâh bunu senin için satın aldım, sana hediye ediyorum, der Bir müddet sonra satıcı Nuayman'dan malının parasını istediğinde, onu Resûlullah'a getirip: – Ey Allâh'ın Resûlü! Şu adamcağızın ücretini versene, der Efendimiz ise: “– Ey Nuaymân, sen onu bize hediye etmedin mi?” diye sorar Nuayman da: – Ya Resûlallâh, alırken param yoktu, senin ondan yemeni de istiyordum Bu sebeple aldım, der Bunun üzerine Efendimiz güler ve meyvelerin ücretini öder (İbn-i Hacer, el-İsâbe , III, 570) Nüktedân ve hazır cevap bir mizaca sâhip, aynı zamanda İslâm'ın ilk çilekeşlerinden olan Suheyb-i Rumî isimli sahâbî de Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- ile olan bir hatırasını şöyle anlatır; “Allâh Resûlü'ne uğradığımda sofrasında ekmek ve hurma vardı Bana: “– Buyur ye!” dedi O sırada göz ağrısı çekiyordum Hemen sofraya oturup yemeye başladım Fahr-i Kainât Efendimiz bana takıldı ve: “– Hem gözün ağrıyor hem de hurma yiyorsun ha!” dedi Ben de: – Ağrımayan tarafıyla çiğniyorum yâ Resûlallâh! dedim Bu cevâbım üzerine Efendimiz azı dişleri görününceye kadar güldü (İbn Mâce, Tıb, 3) Bir keresinde de Âişe vâlidemiz harîra isimli bir çorba yapmış ve Sevde validemizi buyur etmişti Sevde'nin buna olumsuz cevap vermesi üzerine Hz Âişe, “Ya yersin ya da yemeği yüzüne sürerim” dedi Yemeyince de elindeki bulaşığı Sevde vâlidemizin yüzüne sürmek istedi Orada bulunan Resûl-i Ekrem Efendimiz araya girerek, benzer şekilde mukâbele etmesi için Hz Sevde'ye yardımcı oldu Aynı zamanda bu hâdise cereyan ederken tebessüm hâlinde idi (Heysemî, IV, 315-316) Netice itibariyle yukarıda kaydedilen haberler, zarif ve sevimli şakalaşmalar için birer misâldir Bilhassa yarının büyüğü çocuklarla, aile saâdetinin devamını canlı tutacak olan eşlerle, toplumda pek iltifat görmeyen fakir fukara zümresiyle ve sevgi bekleyen kimselerle şakalaşmak, biz mü'minlere Peygamberî ölçü olarak takdim edilmektedir Ancak şakalaşmada yalan sözden ve kırıcı olmaktan kaçınmak işin özünü teşkil eder Ayrıca zaman ve zemîne riâyet etmeksizin daima şaka yapmanın bir aşırılık olduğu da unutulmamalıdır Aşırılık ise itidâli emreden sünnetin uygun görmediği bir durumdur usve-i hasene |
Edep_Yahuu.... |
08-24-2012 | #5 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Edep_Yahuu....TÂZİYE ADABI “Herhangi bir musîbete uğrayan Müslümanlar, benim vefâtımla başlarına gelen musîbeti düşünerek tesellî bulsunlar ve sabretsinler” (Muvatta, Cenâiz, 14) Musibetle karşılaşan kişiyi teselli etme ve sabra teşvik etme mânâlarını ihtivâ eden tâziye, umumiyetle cenâze sâhibine başsağlığı ve geçmiş olsun dileklerini bildirmek için yapılan ziyârete denir Bir felâkete uğrayan kimseye, sabır tavsiyesinde bulunmak, meydana gelen musîbetle kaderin tecellî ettiğini ve bunu geri çevirmenin artık mümkün olmadığını ve kadere teslim olmanın kişiyi ruhî rahatlığa erdireceğini telkin etmek gerekir Ayrıca Cenâb-ı Hakk'ın başa gelen belâlara ecir verdiğini hatırlatmak, “Allâh ecrini artırsın”, “Sabr-ı cemil versin”, “Şükretmeyi nasîb etsin” gibi dualar etmek de tâziyenin en mühim hususiyetlerindendir Bu özelliğinden dolayı tâziye, acıları azaltıcı bir tesire sâhiptir Tâziye, bizzat giderek yapılabileceği gibi, bu mümkün olmadığı takdirde telefon, mektup gibi diğer haberleşme vâsıtaları ile de gerçekleştirilebilir Hz Zeynep -radıyallâhu anhâ-, Resûl-i Ekrem Efendimiz 'e: – Oğlum öldü, lütfen bize kadar geliniz, diye haber gönderdiğinde Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-: “– Alan da veren de Allâh'tır O'nun katında her şeyin belli bir vakti vardır Sabretsin ve ecrini Allâh'tan beklesin!” buyurarak kızına selâm göndermiş, meşguliyeti bittikten sonra da bizzat gitmiştir (Buhârî, Cenâiz, 33) Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- tâziyenin mühim bir insânî vazîfe olduğunu belirterek şöyle buyurmuştur; “Bir musibeti sebebiyle din kardeşine tâziyede bulunan mü'mine, Allâh Teâla kıyâmet günü kerem elbiselerinden giydirir (şeref bahşeder) ” (İbn-i Mâce, Cenâiz, 56) Peygamber Efendimiz 'in Medîne dışında bulunan Muâz bin Cebel'e, oğlunun vefâtından dolayı yazdığı şu mektup, ne muazzam bir incelik ve ne güzel bir tâziye örneğidir: “ Bismillahirrahmanirrahim Allâh'ın Resûlü Muhammed'den Muâz bin Cebel'e Allâh'ın selâmı üzerine olsun! Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allâh'a hamdettiğimi sana iletmek isterim İmdi; Allâh ecrini artırsın, buna karşılık sana büyük mükâfâtlar ihsân etsin ve sabretme gücü versin Bizi ve seni şükre muvaffak kılsın Zîrâ canlarımız, mallarımız, evlâd ü iyâlimiz, Azîz ve Celîl olan Allâh'ın bize tatlı hibeleri, geçici bir süre için yanımıza bıraktığı emânetleri cümlesindendir Allâh sana o çocuğu vermekle seni sevindirdi Şimdi de onu büyük bir ecir karşılığında senden aldı Onun karşılığında Allâh'tan rahmet, mağfiret ve hidâyet bekliyorsan, sabret! Üzüntü ve kederin, ecrini yok etmesin! Sonra pişman olursun! Bil ki ağlayıp sızlamak hiçbir şeyi geri getirmez, hüzün ve kederi de defedemez Başa gelecek olan zaten gelmiştir, ve's-selâm” (Hâkim, III, 307) Aziz Mahmûd Hüdâyî hazretleri Efendimiz'in bu mektubunun muhtevâsını şöyle şiire dökmüştür: Alan Sen'sin, veren Sen'sin, kılan Sen Ne verdinse odur, dahî nemiz var! Başına bir sıkıntı gelmiş veya yakınlarından birisini kaybetmiş olan kimseye, sözle tâziyede bulunarak mânen destek olmak gerektiği gibi îcâbında fiilen de yardımcı olmak gerekmektedir Nitekim Ca'fer-i Tayyâr -radıyallâhu anh- 'in şehâdet haberi geldiği zaman Fahr-i Kâinât Efendimiz; “Ca'fer'in ailesi için yemek yapın! Çünkü onlar şu durumda mutfakla meşgul olamazlar!” buyurmuştur (Ebu Dâvûd, Cenaiz, 25-26) Bu sünnet-i nebeviyyenin bir tatbîki olarak Anadolu'da, cenâze evine birkaç gün süreyle komşuları tarafından yemek hazırlanıp götürülmesi güzel bir âdet hâlinde devâm etmektedir Bir mü'mine tâziyede bulunmak İslâm ahlâkındandır Ancak cenâze sâhiplerinin acısını yenilememek için üç günden sonra tâziyede bulunmak mekruh sayılmıştır Bununla birlikte cenâzenin defninde bulunamayan uzaktaki kimseler, üç günden sonra da tâziyede bulunabilirler |
Edep_Yahuu.... |
08-24-2012 | #6 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Edep_Yahuu....ESNEME VE AKSIRMA ÂDÂBI Esnemek, uykusuzluk, yorgunluk veya can sıkıntısı sebebiyle kişinin gayr-i irâdi bir şekilde ağzını açarak uzunca nefes alıp vermesidir Bu hâl, bir bakıma dalgınlık ve gaflet göstergesidir Halk arasında “hapşırma” diye de bilinen “aksırma” ise nefes kaslarının basınçlı hareketiyle kişinin içerisindeki havayı bir anda ağız ve burun yoluyla şiddetlice dışarı atmasıdır Aksırmak vücûtta meydana gelen bir zorlama sonucu olur ve bu ihtiyâcı duyan kimse aksırdığı an ferahlar Dolayısıyla bu durum esnemenin aksine vücût için bir zindelik vesilesidir Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- de aksırmanın Allâh Teâlâ'nın hoşlandığı bir durum olduğuna, esnemenin ise şeytandan geldiğine dikkat çekerek: “Biriniz esneyeceği zaman gücü nisbetinde onu gidermeye çalışsın (Ağzını açarak hâh demesin) Çünkü bir kimse esnediğinde şeytan ona güler ” (Buhârî, Edeb, 125) buyurmuş, bir başka rivâyette ise, “Biriniz esnediğinde eliyle ağzını tutsun Zîra şeytan onun ağzına girer ” diye uyarmıştır (Müslim, Zühd, 57-58) Hadis-i şerifte şeytandan geldiğine dikkat çekilen esneme, genellikle çok yiyip içmek, karnı tıka basa doldurmak, hareketsizlik ve uyku hâlinin öne geçmesi gibi durumlardan kaynaklanır Ayrıca esnemeye sebep olan durumlardan her biri şeytanın hoşlandığı işlerdir Bu sebeple esnemek uygun bir davranış değildir Mümkün mertebe önüne geçilmesi, her şeye rağmen engellenemediği durumlarda ise ağzın el ile kapatılması gerekir Gaflet sebebiyle meydana gelen esnemeden kurtulmanın değişik yolları vardır Özellikle namazda esnememek için şu hususlara dikkat etmek lâzımdır: - Tuvalet âdâbına riayet etmek, - Her namaz için yeni bir abdest almak, - İftitah tekbiri alırken elinin tersiyle masivayı arkaya attığının farkında olmak, - Euzü besmeleyi şuurlu bir şekilde söylemek esn Allâh Teâlâ'nın kullarına bir ihsânı olduğu anlaşılan aksırmanın âdâbıyla alâkalı Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in tavsiyeleri şöyledir: “Sizden biriniz aksırdığı zaman, «elhamdülillah» desin Kardeşi veya arkadaşı da ona, «yerhamükellah» (Allâh sana merhamet etsin!) diye mukâbelede bulunsun Aksıran ise, «yehdîkümullahu ve yuslihu bâleküm» (Allâh sizi hidâyette kılsın ve hâlinizi ıslah etsin) , desin! ” ( Buhârî, Edeb, 126) Aksırma, beyin, burun ve boğazla alâkalı ise de gerçekte bütün uzuvlar ondan etkilenir ve sarsılır Neticede bu durum vücut için zindelik ve sağlık vesilesi kabul edilir Sağlık ise en büyük nimettir Her nimete hamd ve şükür gerekir İşte bu sebeple aksırma nimetine karşı da Allâh'a hamdedilir 1 Hamd eden kimseye yanındaki mü'min kardeşlerinin “yerhamukellâh” diye duâ etmesi tavsiye edilmiştir Aksırdığında hamdetmeyene ise mukâbelede bulunmaya gerek yoktur Nitekim Enes -radıyallâhu anh- diyor ki, Nebî -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in yanında iki kişi aksırdı Efendimiz onlardan birine “yerhamükellah” dedi, diğerine ise demedi Kendisine yerhamükellâh duâsı yapılmayan kişi: – Yâ Resûlallâh! Filân kimse aksırdı, ona “yerhamükellâh” dediniz; ben aksırdım, benim için bunu söylemediniz, deyince Efendimiz : “ – O kişi «elhamdülillâh» dedi, sen ise bunu söylemedin” buyurdu (Buhârî, Edeb, 127) Efendimiz 'in burada elhamdülillah diyen kişiye mukabelede bulunması, o kişinin hamd şuurunda olduğundan dolayıdır Diğeri ise bu şuurdan uzak olduğu için duadan mahrum kalmıştır Nezle sebebiyle çokça aksıran kimseye, her aksırmasında mukâbele edilmesi gerekmez Zîra hadîsi şerifte bu duruma şöyle açıklık getirilmektedir: “Kardeşine üç kez «yerhamukellâh» de, şâyet üçten fazla hapşırırsa artık o nezle olmuş demektir ” ( Ebû Dâvûd, Edeb, 92) Diğer taraftan toplumumuzda aksırana “çok yaşa” diyen ve bunun karşılığında “sen de gör” diye mukâbelede bulunanlar vardır Bunlar da karşıdaki insan için iyilik temennîleridir Ancak, mânâ açısından çok zayıf kaldıkları için, bu tür ifadelerin sünnette tavsiye edilen duâların yerini tutmayacağı âşikardır Bütün bunlarla birlikte aksırma esnasında kişinin eliyle veya bir mendille ağzını kapatması ve aşırı derecede ses çıkarmaması sünnete uygun bir davranıştır Zîrâ Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- aksırırken ağzını bazı kere eliyle, bazen de bir mendille kapatır ve sesini de oldukça kısardı ( Ebû Dâvûd, Edeb, 98) usve-i hasene |
Edep_Yahuu.... |
08-24-2012 | #7 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Edep_Yahuu....YATMA VE UYUMA ÂDÂBI Yatma seherde, uğrarsın derde Söyle her yerde elhamdülillâh Yüce Rabbimiz, gündüzü daha çok maişetin temini için çalışma, geceyi de uyku ve dinlenme vakti yapmıştır Âyet-i kerimelerde şöyle buyrulur: “O (Allâh) , geceyi sizin için (örtünecek) bir elbise, uykuyu bir dinlenme, gündüzü de kalkıp çalışma zamanı yapmıştır” (el-Furkân 25/47) “Uykunuzu dinlenme (vasıtası) yaptık Geceyi de (sizi örten) bir elbise yaptık” (en-Nebe' 78/9-10) Gece karanlığı, örtücü ve gizleyici olduğu için elbiseye benzetilmiş ve uyku dinlenme vasıtası olarak takdim edilmiştir Çünkü uyuyan çalışmayı bırakmak ve hareketsiz kalmak sûretiyle istirahat eder Gerçekten geceler, sıhhî, ictimâî, ahlâkî ve bediî bir libâs, yâni örtüdür Dünya boyuna göre biçilmiş bir kudret, huzur ve nîmet elbisesidir İzdivaç kanunu bakımından da bir seâdet libâsı, mahremiyeti koruyan bir sır perdesi, maddî ve mânevî olarak gizlenme isteyenler için de bir sığınaktır Bu bakımdan geceler, bir taraftan Hak âşıkları için bir vuslat demi olurken diğer taraftan mücrim ve nefsine mağlûb olanlar için de büyük bir aldanıştır Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-; “Uyku ölümün kardeşidir” buyurmuştur (Suyûtî, II, 162) “Sizi geceleyin öldürür (gibi uyutan) , gündüzün de ne işlediğinizi bilen O'dur…” (el-En'âm 6/60) âyetinde de bu gerçeğe işâret edilmiştir Bunun mânâsı, tefekkür-i mevt için başkalarının cenâzesinde bulunmaktan daha yakînî bir sûrette, insanın kendi uykusunu tefekkür ederek ölümün hakîkatini idrâk etmesidir Bu sebeple Müslüman, gecenin karanlığında kendisini uykunun kollarına bırakırken, bir daha dönüşü mümkün olmayan bir gidiş olabilir mülâhazasıyla hazırlıklı bulunmalıdır Sevgili Peygamberimiz, ümmetine yatma ve uyumanın nasıl olması gerektiği noktasında çok güzel edep kâideleri tâlim etmiş ve bunu örnek yaşayışıyla göstermiştir O, uyumak istediği zaman sağ yanının üzerine yatar, sağ elini sağ yanağının altına koyar, sonra da şöyle dua ederdi: “Allâhım! Kendimi Sana teslim ettim, işimi Sana havâle ettim, yüzümü Sana çevirdim (Rızânı) isteyerek ve (azâbından) korkarak sırtımı Sana dayadım, Sana sığındım Sana karşı yine Sen'den başka sığınak yoktur İndirdiğin kitaba ve gönderdiğin Peygamber'e inandım” Bir sahâbîsine de şöyle demişti: “Eğer bu duâyı yapıp yattığın gece ölürsen, îmân üzere ölürsün Bunlar yatmadan önceki son sözlerin olsun” (Buhârî, Deavât, 7) Fahr-i Kâinât Efendimiz'in yatağının duruş şekli, mevtanın kabre konuş istikâmetindeydi Uyumak üzere yattığı zaman başı mescide doğru gelirdi (Ebu Dâvûd, Edeb, 97) Uyurken altına serdikleri örtü de kabre konanların üzerindeki kefene pek benziyordu Es'ad Erbilî hazretleri Farsça bir beytinde Efendimiz'in bu hâlini şöyle anlatır: “Marifet nurlarının tecellî ettiği yer mâdem ki topraktır; benim vücûdum yataklar üstünde yatmak arzusunda değildir” ( Divân , s 14) Müslüman, uyumasının bile bir ibadet olduğu şuuru içinde bir hayat sürmelidir Çünkü o, her ânının Allâh'ın murâkabe ve müşâhedesi altında olduğunu, Allâh'ın kendisini her an gördüğünü, her işlediğini bildiğini, her söylediğini duyduğunu, hatta kalbinden geçirdiği her şeyden ânında haberdar olduğunu bilir İşte bu sebeple, Allâh'tan bir an olsun gâfil olmamaya çalışır Cenâb-ı Hak mü'min kullarına uyku vâsıtasyla nice mânevî ikramlarda bulunur Bunlardan biri de sâdık rüyâlardır 1 Efendimiz'in tavsiyelerine uygun olarak yatmak, kişinin uykusunu bile ibadete çevirmekte ve onu Allâh'ın güvencesine almaktadır Allâh'ın güvencesine inanmış bir insana Allâh'ın izni olmaksızın hiç kimse ve hiçbir şey zarar veremez Son derece açık ve net ifadelerden ibaret olan bu duanın anlamını her birimiz derinden düşünürsek, sanki Allâh'a son defa hâlimizi arzediyormuşuz gibi bir hisse kapılırız Zîrâ yaptığımız bir dua son duamız, kıldığımız namaz son namazımız, tuttuğumuz oruç son orucumuz, kısacası yaptığımız herhangi bir iş son işimiz olabilir Peygamber Efendimiz'in sünnetlerinden biri de her işe sağdan başlamaktı Dolayısıyla o, yatarken de sağ tarafı üzerine yatmayı tercih etmiştir Üstelik, bu şekilde yatmak sağlık açısından da faydalıdır Bilindiği gibi, insanın kalbi ve midesi sol tarafındadır Her iki uzvumuz da çok önemli olup, sıkışmaları sağlık açısından son derece zararlıdır Bu sebeple doktorlar kalp ve mide üzerine yatmamayı tavsiye etmektedirler Habîb-i Ekrem Efendimiz'in, sefer ve benzeri sebeplerle hâne-i saâdetlerinin hâricinde olduğu zamanlarda, yatma ve uyuma tarzı biraz daha değişik olmuştur Bu durumda sağ tarafına yatıp sağ dirseğini dikerek, sağ elinin ayasını sağ yanağının altına destek yaparak yatmıştır (Müslim, Mesâcid, 313) Bu yatma şekline daha çok arâzide baş altına yastık yapacak bir nesne bulunmadığı takdirde, onun yerini tutsun diye başvurulur Yine Efendimiz kısa süreli uyumak istediğinde ve bilhassa zarûret îcâbı geç yattığında sabah namazını geçirme endişesi ile böyle yapmıştır (Buhari, Deavât, 5; Müslim, Misâfirîn, 121-122) Efendimiz'in yatarken ve uykudan uyanırken okuduğu başka dualar da vardır Yatarken: “Allâhım! Senin isminle ölür ve dirilirim” diye dua eder; uykudan uyandığı zaman da: “Öldürdükten sonra bizi dirilten Allâh'a hamd olsun Dönüş ancak O'nadır” derdi (Buhari, Deavât, 8) 2 Fahr-i Cihân Efendimiz, Allâh'ı zikretmeden yatan kimsenin eksik bir iş yaptığını belirtirdi (Ebu Dâvûd, Edeb, 25) Kendisi de her gece yatağına girdiği zaman İhlâs, Felak ve Nâs sûrelerini okuyarak ellerine üfler ve onları vücuduna sürerdi (Buhari, Fedâilü'l-Kur'an, 14) O, çalışmaktan elleri yara bere içinde kalıp kendisinden bir hizmetçi talebinde bulunan kızı Fâtıma'ya, yatağına girip istirahata çekileceği zaman; “Otuz üç defa Allâhuekber, otuz üç defa sübhânellâh ve otuz üç defa da elhamdülillâh” demesini tavsiye etmiştir Böyle yapmasının, hizmetçi istihdam etmesinden daha hayırlı olacağını söylemiştir (Buhari, Deavât, 11) Efendimiz Hz Fatıma'nın, gündelik işlerden yorulup yatmak isteyince bu zikirleri yapmak sûretiyle, bir anlamda günün yorgunluğunu üzerinden atmasını da hedeflemiştir Yatmadan önce, yatılacak yerin gözden geçirilmesi, herhangi bir zararlı şeyin olup olmadığının kontrol edilmesi gerekmektedir Resûl-i Müctebâ Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Biriniz yatağına yatacağı zaman elbisesinin bir ucuyla yatağını silkelesin Çünkü yatağından ayrıldıktan sonra oraya hangi zararlının girdiğini bilemez Sonra da şöyle desin; «Rabbim! Sen'in isminle yatağıma yattım, yine Sen'in isminle yatağımdan kalkarım Eğer uykuda canımı alacaksan, bana merhamet edip bağışla! Şayet hayatta bırakacaksan, iyi kullarını muhafaza ettiğin gibi beni de fenalıklardan koru!»” (Buhârî, Deavât, 13) Muntazam evlerde, apartmanlarda yaşayan kimseler bu hadîs-i şerifteki tavsiyenin sebebini gereği gibi anlamakta zorlansalar da kapısı, bacası düzenli olmayan çöl ve köy evlerinde yaşayanlar bunun ehemmiyetini çok iyi bilirler Ancak bu edep, şehir hayatı için de geçerlidir Zira buralar da iğne ve benzeri tehlikeli şeylerden tamamıyla uzak değildir Ayrıca Efendimiz, kişinin korkuluğu olmayan dam gibi tehlikeli yerlerde yatmasını da yasaklamıştır (Tirmizi, Edeb, 82) Peygamber Efendimiz'in yasakladığı yatış şekilleri de vardır Bunlardan biri yüzüstü yatmaktır Allâh ve Resûlü'nün hoşlanmadığı bu durumlardan uzak durmalıdır Tahfe bin Kays -radıyallâhu anh- şöyle anlatmaktadır: “Bir ara mescitte yüzükoyun yatmıştım Baktım ki bir adam ayağıyla bana dürtüyor ve: “Bu, Allâh'ın kızgınlığına sebep olan bir yatış tarzıdır” diyordu Bir de baktım o, Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- imiş! ( Ebû Dâvûd, Edeb, 94) Bu yatış şekli Allâh ve Resûlü'nün hoşnutsuzluğuna sebep olduğu gibi insanın sağlığına da zararlıdır Mide ve kalp gibi âzâların sıkışmasına sebep olur Aynı zamanda edebe aykırı ve görüntüsü çirkindir Netice itibariyle, Efendimiz'in sakındırdığı bu yatış biçiminden uzak durmak bizler için en uygun ve en doğru yoldur Abdullah bin Yezîd -radıyallâhu anh-, Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-'i mescidde bir ayağını diğer ayağı üzerine atmış, sırt üstü yatarken gördüğünü nakletmektedir (Buhârî, Salât, 85) Diğer bir sahih rivâyette ise; “Uzanıp yattığın vakit ayaklarını birbirinin üzerine koyma!” buyrulur (Müslim, Libas 73) Bu hadisler arasında bir zıtlık yoktur İkinci hadis, avret mahallinin tamamıyla veya bir kısmı açılacak şekilde, sırt üstü uzanarak bacak bacak üstüne koymayı yasaklamaktadır Önceki ve bizzat Efendimiz'in davranış tarzını gösteren hadis ise açılıp saçılmaya meydan vermeyecek tarzda câiz olan şekli göstermektedir Efendimiz geceleyin uyandıkları zaman, ihtiyaçları varsa kaza-i hacette bulunurlar, ellerini ve yüzlerini yıkarlar, sonra tekrar uyurlardı (Ebu Dâvûd, Edeb, 105) Allâh Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, gündüz ve gece hayatını ölçülü bir şekilde tanzim ederdi Genel bir kâide olarak yatsı namazından önce yatmaz, yatsıdan sonra da sohbet ve konuşmaya yer vermezdi (Buhari, Mevâkît, 23) İbn-i Mes'ud -radıyallâhu anh-; “Resûlullâh bize yatsı namazından sonra gece sohbetini yasakladı” demektedir (İbn-i Mâce, Salât, 12) Bu, tavsiye niteliğinde bir yasaktır Fakat buna ittiba ederek yatsıdan sonra hemen yatabilmek; radyo, televizyon gibi fuzuli şeylerden kurtularak geceyi iyi değerlendirmek, özellikle teheccüde kalkabilmek açısından çok büyük önem arzetmektedir Bu sünnetin ihyasına Müslümanlar, günümüzde daha çok muhtaçtırlar 3 Resûl-i Muhterem Efendimiz'in uykusuna gelince, şüphesiz onun uykusu bizimki gibi değildir Belki ona uyku demek bile zordur Zira onun hayatının hiçbir ânında gaflet söz konusu değildir İmâm Bûsirî şöyle der: Rüyâda vahy aldığın inkâr eyleme sakın Kalbi uyumaz onun uyusa da gözleri Uyku halinde uyuyan ve faaliyetten kesilen sâdece organizmadır Bu bakımdan Efendimiz'in zâhiren gözü uyusa da kalbi yani ruh, şuur ve idraki dâima Allâh'ın zikri ile uyanıktır (Buhari, Menâkıb, 24) 4Çünkü zikrin feyiz ve bereketinden âzamî derecede istifâde edebilmek için onun uykuda da inkıtasız devam etmesi gerekmektedir Bununla alâkalı olarak âriflerden biri şöyle der: Sabah yapılan zikrin bereketinin akşama, akşam yapılan zikrin bereketinin de sabaha erişebilmesi için uyku anında bile zikre devam etmek gerekir Hakk tâlibi kimseler böylece büyük faydalar elde edip ilâhî fütühât ve kemâlâta nâil olabilirler Resûl-i Ekrem Efendimiz'in uyku vakti, genellikle yatsı namazından sonra ve sabah namazından önceki zamandır Efendimiz, imkân varsa öğle namazından sonra bir saat kadar uyurdu Buna “kaylûle” denir Peygamber Efendimiz bununla alakalı olarak da: “Gündüzün orucuna sahur yemeği ile, gecenin ibadetine de öğle uykusu ile yardımcı olunuz!” (Hâkim, I, 588) buyurmuş ve bu uykunun daha ziyade gece ibadetine yardımcı olacağını ifade etmiştir 5 Güneşin doğuşundan yaklaşık 45 dakika geçinceye kadarki zamanda uyumak iyi karşılanmamıştır Aslolan erken yatıp erken kalkmaktır Sabah namazını kıldıktan sonra tesbih, zikir, Kur'ân ve ilimle meşgul olmalı ondan sonra işe başlamalıdır Sabahın bereketinden istifade etmek lazımdır İkindi ile akşam arasında da yatmak uygun değildir Herkes bu vakitte yatmanın zararını bizzat tecrübe ederek görmüştür O vakitte yatıp da kalkan kişi sersem gibi olur ve kendine gelmekte güçlük çeker 6 Sabah vakti olduğu gibi ikindi ve sonrası da zikir ve tefekkürle değerlendirilmelidir usve-i hasene |
Konu Araçları | Bu Konuda Ara |
Görünüm Modları |
|