İslam Ansiklöpedisi (H) |
11-04-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Ansiklöpedisi (H)İslam Ansiklöpedisi Habîs Bozuşmuşluk, kokuşmuşluk ve değersizlik nedeniyle kendisinden iğrenilen şey; Kur'anî anlamıyla ise, itikadî bâtıl, sözde yalan ve davranışlarda çirkinlik demektir Cenâb-ı Allah, şu imtihan dünyasında iyinin kötüden, güzelin çirkinden ve temizin kirliden ayrılması için izafî gerçekler ve birtakım şerlerde yerleştirmiştir İnsanların ve hayvanların gıdalarını aldıkları yiyecekleri metabolizma sindirimle ayrıştırır ve yararlılarını ve temizlerini alarak hayatın kaynağı hâline getirirken, işe yaramaz olan posalarını ise dışarı atar Bu bakımdan, posası var diye ne hayata gıda olan yiyecek ve içeceklere itiraz edilir, ne de insan yemek ve içmekten vazgeçebilir Hatta öyle ki, metabolizma gıda olacak bölümle posayı ayırma işleminden bir lezzet alır ve yaptığı bu işlem sonucu hayatiyet ve canlılık kazanır Yine, sözgelimi altın madeni toprakta som altın şeklinde bulunmaz; belki o çok kıymetli altının bir gramını elde etmek için kilolarca ağırlıktaki taş-toprak fazlası diğer tarafa ayrılır Aynen bunun gibi, insanın yaratılışına da, bedenî, zihnî ve kalbî melekelerini işletsin, hem bu çalışmasının sonucunda manevî bir zevk duysun ve hem de sonuçta altın olan gerçek insaniyetini elde etsin diye birtakım şerler, posa olup atılacak nitelikler yerleştirilmiştir Yaratılışındaki bu aslî değil, şerlere ve çirkin görülen yönlere meyleden insan, sonunda inancıyla, sözüyle ve davranışlarıyla altın niteliğini yitirip, posa yığını hâline gelir; buna karşılık, insana yakışır zihnî ve kalbî bir mücâhedeyle şer cihetine galip gelen insan ise, mücâhedesinin derecesine göre belli ayar da altın olur İşte, fıtratın ve kalb-i selîmin de onayladığı bu altın özellikler, itikad, söz, davranış ve sonuçta bizzat insanın kendisi- Kur'an'da "tayyib' kelimesiyle nitelenir ve kökü yerde sağlam, dalları göklerin derinliğine uzanmış ve her yıl meyvesini düzenli veren bir ağaca benzetilirken; posa olan özellikler ve posalaşmış insanlar ise, kökünü kurtların kestiği veya hiç kök atamamış, gövdesi sürünüp duran ve dolayısıyla meyve vermek şöyle dursun, ancak yakılacak odun özelliği kazanmış bir ağaca benzetilir; böyle bir ağaç ve bu ağacın hâli de "habîs' kelimesiyle adlandırılır (İbrahim 14/24-26) Bu bağlamdan olmak üzere, gönüle ferahlık ve zihne açıklık veren "tayyib' beldenin ve toprağın bitkisi, ürünü, meyvesi Allah'ın izniyle en tatlı ve yararlı şekilde çıkarken; "habîs', yani çürümüş, kokuşmuş ve biteklik özelliğini kaybetmiş belde ve toprakta ise çer-çöpten başka birşey bitmez (el-A'râf 7/58) İyi-kötü tüm yönleri ve hâdiseleriyle hayat insanlar için, altını tortusundan ve taş-topraktan ayıran bir kazan gibidir ve bu kazanda kaynayan insanların "tayyib'iyle" habis'i birbirinden ayrılır; "tayyib"le "habis", bir başka deyişle "temiz"le "murdar" bir arada bulunamaz (el-Mâide 5/100) Zinâ ve zinâ iftirası gibi ameller "habîs' amellerdir ve habislere yakışır; mü'minler ise tertemiz olarak her türlü habislikten uzaktır; bu nedenle habis kadınlar habis erkekler tayyib kadınlar da tayyib erkekler içindir (en-Nur 24/26) Resulullah da müminlere habislere haram kılarken, tayyibleri helâl kılar; dolayısıyle her helâl tayyib, her haramsa habîstir (el-A'raf 7/157) Ali ÜNAL Hablullah Allah'ın ipi, zimmeti Hablullah tâbiri Kur'ân'da Allah'a izafe edilerek yalnız bir yerde geçmektedir Habl; ip mânâsınadır Aynı zamanda bu kelime Allah'a verilen söz, zimmet, güvenme, ağırlık, ulaşma, ulaştırma ve sebep anlamlarına gelir Cenâb-ı Hak, Hz Peygamber'e bir takım emirler vermekle, Ehl-i Kitaba karşı tavrını koymasını istemekte ve onlara cevap vermesini emir buyurmaktadır Sonra Allah (cc) mü'minleri ele almakta, onların ehl-i kitab'tan bir gruba uydukları takdirde tekrar küfre dönebilecekleri tehlikesine dikkat çekmekte Söz ehli kitabı ve mü'minleri hedef almakta ve neticede, "Hep birlikte Allah'ın ipine (Kur'an'a, İslâm'a) sımsıkı yapışın, parçalanmayın" (Âlu İmrân, 3/103) denilmektedir Bu âyetten açıkça anlaşılmaktadır ki, "hablullah"tan kasıt evvelemirde Kur'ân ve onun, teklif ettiği din olan İslâm'dır İnsanlar ancak Kur'ân'a ve İslâm'a sımsıkı sarıldıkları takdirde parçalanmaktan uzak durabilirler Dar bir yolda, bir patikada yürüyen kimsenin ayağının kaymasından korkulur Ama ö kişi, iki tarafı sâbitleştirilmiş bir ipe (bağa) tutunarak yürürse korkusuzca yoluna devam eder İşte aynı şekilde Hakk'ın yolu da çok ince bir yoldur Birçokları o yolda yürürken kayabilirler Hak yolda yürümek için de Allah'ın açıklamasına ve O'nun rehberliğine ihtiyaç vardır Öyleyse burada bağ (habl) kavramı, din yolunu takip ederek kendisiyle amaçlanan yere ulaşmamız imkânını bahşeden herşey için kullanılır "Meğer ki Allah'ın ahdine ve mü minlerin ahdine sığınmış olsunlar" (Âlu İmrân, 3/112) âyetinde geçen "habl", ahd (söz), bağ olarak tefsir edilmiştir Çünkü ahd, bağ gibi amaçlanan yere giderken kişiden korkuyu gidermektedir (Fahreddin er-Razî, Mefatihu'l-Gayb, 8/162) Buradaki (habl) kelimesi bazılarına göre Allah'ın insanlara gönderdiği din anlamına gelmektedir (Tefsîru'l-Celâleyn) Bundan başka, âyette "hablullah" ile kasdedilen şeyin Kur'ân-ı Kerîm olduğu birçok müfessir tarafından beyan edilmiştir Bu müfessirler görüşlerine delil olarak şu hadîsleri zikrederler: 1- Zeyd b Erkâm'dan gelen bir rivâyete göre Peygamberimiz (sas) şöyle buyurdu: "Dikkat edin, ben sizin aranızda iki ağır yük bırakıyorum Bunların biri Allah'ın kitâbdır O, Allah'ın ipidir Her kim ona tâbi olur sa doğru yolda ve kim de onu terkederse dalâlette (sapıklıkta) olur" (Müslim, Faadailü's-ashab, 37) 2- Peygamberimiz (sas) Kur'ân hakkında; "Bu Kur'an hablullahtır, nurdur ve faydalı bir şifadır Kendisine yapışanı korur; ona uyanı kurtuluşa götürür" buyurmuştur (Dârımî, Fezailü'l-Kur'an, I) 3- Diğer bir rivâyette de yine Kur'ân-ı Kerîm'in Allah'ın ipi olduğu vurgulanarak şöyle denilmektedir: "Allah'ın kitâbı (Kur'ân) gökten yere uzatılmış bir iptir, yani hablullahtır" (Ahmed b Hanbel, II/17, 26) Zemahşerî, âyetin anl****** "Allah'a güveniniz de ve O'ndan yardım isteğinizde bir olunuz, ayrılıp dağılmayınız veya, Allah'ın kullarına olan ahdine sarılmada bir olunuz, ki, bu ahd iman ve tâattir" şeklinde tefsir eder Veya Hz Peygamber, "Kur'ân Allah'ın sağlam bir bağıdır" dediği için buradaki habl'den maksat "Allah'ın kitabıdır, yani Kur'an dır" (Zemahşerî, Keşşâf, I, 191) Üstad Mevdûdî de hablullah'ı, Allah tarafından belirlenen bir hayat tarzı olarak ele almakta ve onun sayesinde insanların Allah'la olan ilişkilerinin sağlam olacağını ve aynı zamanda onları birbirine bağlayacağını açıklamaktadır (Mevdûdî, Tefhim'ul-Kur'an, I, 218) Dursun Ali TÜRKMEN HAC İslâm'ın temel ibadetlerinden biri Arafat'ta belirli vakitte bir süre durmaktan, daha sonra Kâbe-i Muazzama'yı usûlüne göre ziyaret etmekten ibaret olan ve İslâm'ın şartlarından birisini teşkil eden ibadet Hac, HCC kökünden bir mastar olup; müslümanlara göre, bir farzın edası, hristiyanlara göre ise ibadet ve teberrük amacıyla mukaddes toprakları ziyaret etmek, demektir Kur'an-ı Kerîm'in 22 suresinin adı da "Hac Suresi"dir Hac ibadeti maksadıyla ziyaret edilecek olan yerler; Kâbe, Arafat ve çevresidir Zamanı ise hac ayları diye isimlendirilen; Şevval, Zilkâde ve Zilhicce aylarıdır Hac'da her fiil için özel zamanlar vardır Ziyaret tavafının, kurban bayramı sabahından, ömrün sonuna; Arafat'ta vakfenin ise, arefe günü zevalden, kurban bayramı sabahı şafak sökünceye kadar yapılabilmesi gibi Diğer yandan bu büyük ziyarete hac niyetiyle ve ihramlı olarak yönelmek de gereklidir Ebû Hureyre'den (ö 58/677) şöyle dediği nakledilmiştir: "Allah elçisine hangi amelin daha faziletli olduğu sorulunca şöyle buyurdu: Allaha ve Resullüne iman' Sonra hangisi? denildi Allah yolunda cihad', buyurdu Sonra hangisi sorusuna ise; "mebrûr hac", cevabını verdi" (Buhârî, Cihad l; Hac, 4, 34, 102; Umre, 1; Müslim, İman,135,140; Tirmizî, Mevâkît, 13, Hac, 6,14, 88; Dârimî, menâ**** 8, Salât, 24, 135) "Umre, ikinci bir umreye kadar olan günâhlara keffârettir Mebrûr haccın karşılığı ise ancak cennettir" (Nesaî, Hac, 3, Zekat, 49, İmân, 1; Dârimî, Menâ**** 7, Salât, 135; Tirmizî, Hac, 6; Ahmed b Hanbel, I, 387, III,114, 412, IV, 342) Mebrûr hac; kendisine hiçbir günâh karışmayan, eksiksiz olarak ifa edilen makbul hac, anlamına gelir eş-Şevkânî (ö 1255/1839) amellerin fazileti ile ilgili birbirinden farklı olan hadisleri, Hz Peygamber'e soru soran muhatabın durumuna göre verilmiş cevaplar olarak değerlendirir (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, el-Matbaatü'l-Osmâniyye, Mısır (FY), IV, 282 vd) İmam Mâlik (ö179/795)'e göre, farz hatta nafile hac düşman korkusu olmadıkça cihaddan daha üstündür Ancak düşman korkusu olursa, cihad, nafile hactan önde gelir (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1985, III, 11) Hac ve umre ile, her yıl Kabe'nin ihyâsı gerçekleşir Umre'yi bir yılın veya ömrün herhangi bir gününde ifa imkânı vardır Umre, belirli günlerde yapılabilen hac ibadetinden daha kolaydır Hac küçük günâhlara keffâret olur ve ruhu ma'siyet kirlerinden temizler Hatta bazı Hanefi bilginlerine göre, büyük günâhları da örter Mebrûr hac yapanın cennete gireceğini bildiren hadisle, yine Hz Peygamber'in şu hadisleri bu konuda önemli delil teşkil eder " Kim hac yapar, bu esnada cinsî temastan korunur, çirkin söz ve davranışlardan uzak durursa, annesinden doğduğu gündeki gibi günâhlarından kurtulur" (Buhârî, Muhsar, 9,10; Nesaî, Hac, 4; İbn Mâce, Menâ**** 3; Dârimî, Menâ**** 7; Ahmed b Hanbel, II, 229, 410, 484, 494) "Hac ve Umre yapanlar Allah'ın misafirleridir O'ndan birşey isterlerse, onlara cevap verir Af isterlerse, onları affeder " (İbn Mâce, Menâ**** 5) "Allah'ım, hac yapanı ve hacının kendisine dua ettiği kimseleri mağfiret et" (İbn Huzeyme, Sahîh; el-Hâkim) Kâdî Iyâz (ö 544/1149) şöyle demiştir: Ehli sünnet, haccın büyük günâhlara, ancak tövbe edilirse keffâret olacağı konusunda görüş birliği içindedir Namaz ve zekât gibi Allah'a ait veya para borcu gibi kula ait bir borcun düştüğünü söyleyen bilgin yoktur Kul hakları zimmette devam eder Allahu Teâlâ kıyamet günü hak sahiplerini, haklarını almak üzere toplar Ancak yüce yaratıcının bu alacaklılara vereceği birtakım nimetlerle onları razı etmesi ve bir ikram olmak üzere borçlulara müsamaha göstermesi de mümkündür (ez-Zühaylî, age, III, 12) Hac ibadeti, dünyanın çeşitli yörelerinden, renk, dil ve ülke ayırımı gözetilmeksizin, milyonlarca müslümanı bir araya getirir Tanışıp, görüşmelerine, ekonomik bakımdan bütünleşmelerine, düşmanları karşısında tek saf hâlinde yardımlaşmalarına zemin hazırlar Böylece, şu ayetlerdeki mana tecelli eder "İnsanları hacca davet et ki, gerek yaya olarak ve gerekse uzak yollardan gelen çeşitli vasıtalarla sana varsınlar Böylece onlar dünyevî ve uhrevî menfaatlerini görsünler ve belli günlerde, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanları kurban ederken, Allah'ın adını ansınlar Siz de onlardan yeyin, yoksula ve fakire yedirin " (el Hac, 22/27, 28) Hac, dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan müminler arasındaki kardeşlik bağlarını güçlendirir İnsanlar, gerçekten eşit olduklarını birlikte yaşayarak gösterirler Arap olanla olmayanın, beyazla siyahın takva dışında bir üstünlüğünün bulunmadığı inancı vicdanlara yerleşir Haccın Hükmü ve Delilleri: İslâm âlimleri haccın ömürde bir defa farz olduğu konusunda görüş birliği içindedir Delilleri; Kitap ve Sünnettir Kur'an'da şöyle buyurulur: "Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe'yi ziyaret edip haccetmek farzdır" (Âl-i İmrân, 3/97) "Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın" (el-Bakara, 2/196) "İnsanlarıhacca davet et ki, gerek yaya olarak ve gerekse uzak yollardan gelen çeşitli vasıtalarla sana varsınlar" (el-Hac, 22/27) Hadislerde şöyle buyurulur: "Şüphesiz Allah size haccı farz kıldı, haccı ifa ediniz" (Müslim, Hac, 412; Nesaî, Menâ**** 1; Ahmed b Hanbel, II, 508) " Îslâm beş şey üzerine bina edilmiştir: Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (sas)'in, Allah'ın elçisi olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât' vermek, Beytüllah'ı haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak"(Buhârî, İman, l, 2; Müslim, İman,19-22; Tirmizî, İman, 3; Nesâî, İman, 13) Hz Peygamber haccın farz kılındığını ashab-ı kirâma duyurunca, içlerinden birisi; "Her yıl mı?" demiş, Resulullah (sas) susmuştur Bu soru üç defa tekrar edilince; " Eğer evet deseydim, hac üzerinize her yıl farz olurdu, buna da güç yetiremezdiniz" buyurmuştur (Müslim, Hac, 412; Nesaî, Menâ****1, Ahmed b Hanbel, II, 508) İbn Abbas (ra)'dan yapılan rivayette, soru soranın el-Akra' b Hâbis olduğu belirtilir ve şu ilave yeralır: "Kim birden fazla hac yaparsa bu nafile hac olur" (İbn Hanbel, II, 508; Nesâî, Menâ****1; eş-Şevkânî, age, IV, 279) Bu hadis, haccın farz olarak tekrarının gerekmediğini gösterir İslâm hukukçuları, haccın bir defadan fazla farz olmadığı ve fazla haccın nafile sayılacağı konusunda görüş birliği içindedir (İbnü'l-Humam, Fethu'l Kadîr, Kahire 1316, II, 122; eş-Şevkânî, age, IV, 280) Hadiste şöyle buyurulur: " Hac ve umreyi peşi peşine yapınız Bu ikisi, körüğün; demir, altın ve gümüşün pasını yok ettigi gibi, fakirliği ve günâhları yok eder Mebrûr haccın sevabı ancak cennettir" (Tirmizî, Hac, 2; Nesâî, Hac, 6; İbn Mâce, Menâ**** 3) Bazı durumlarda birden fazla hac yapmak gerekebilir Adak harcı ve bozulan bir nafile haccı kaza etmek gibi Bazen hac haram olur Haram para ile haccetmek gibi Bazen de mekruh olur Hizmete muhtaç olan ana-babanın iznini almadan haccetmek gibi Ebeveyn bulunmayınca dede ve ninelerden, borcunu ödeyecek başka malı bulunmayan borçlu ve kefilin alacaklılardan izin almaksızın, hac yapması da mekruhtur Hanefilere göre bu kerâhet, tahrîmendir Hanefî, Şâfiî ve Mâlikîlere göre, haram para ile yapılan hac, gasbedilen arazide kılınan namazda olduğu gibi farz veya ikinci defa hac yapılıyorsa nafile olarak sahih olur Bu kimsenin üzerinden farz veya nâfile düşer Hanbeliler ise, haram malla yapılacak hacca icazet vermezler Çünkü bu mezhep, gasbedilen arazide kılınacak namazı da sahih kabul etmez (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', II, 223; ez-Zühaylî, age, III, 223) Haccın Fevri veya Ömrî Oluşu: Ebû Hanife, Ebû Yûsuf, iki görüşten tercih edilende Mâlikîler ve Hanbelîlere göre, hac fevrîdir Yani yükümlünün, gerekli şartları taşıdığı ilk yılda haccetmesi gereklidir Haccı, yıllar boyunca geciktirirse fâsık olur ve şahitliği reddedilir Çünkü haccı geri bırakmak küçük ma'siyettir Bunda ısrar etmek kişiyi fıska götürür Böyle bir kimse hac yapmadan malı telef olsa, borç para alıp haccetmesi hâlinde, ilâhî mağfirete nail olacagı umulur Haccın geciktirilmeden ifasına, hacla ilgili âyetler delâlet ettiği gibi, şu hadisler de bunu destekler: "Hac yapmakta acele ediniz Çünkü sizden biriniz ölümün kendisine ne zaman geleceğini bilmez" (Ebû Davûd, Mena**** 5; İbn Mâce, Menâ**** 1; İbn Hanbel, I, 214, 225) " Bir kimseyi hastalık, açık bir ihtiyaç, bir sıkıntı veya zalim bir sultan alıkoymaksızın hac yapmazsa; ister yahudi, isterse hrıstiyan olarak ölsün"(eş-Şevkânî, age, IV, 284) Şâfîlere ve imam Muhammed'e göre, hac ömrî (terâh)dir; Yani, hac için gerekli şartları taşıyan yükümlü, bunu ilk yılda yapmak zorunda değildir Ancak bu kimsenin hac veya umreyi, geciktirmeksizin yapması sünnettir Çünkü tâat sayılan amelleri çabuk yapmak, hayırlı işlerde acele etmek İslâm'ın tavsiye ettiği hususlardandır Ayette; "Ey müminler, hayır işlerine koşunuz, birbirinizle yarış ediniz" (el-Bakara, 2/148) buyurulur Hac kendisine farz olan kimse, mesken yapma, çocuğunu evlendirme gibi sebeplerle, hatta sebepsiz olarak haccı başka bir yıla geciktirebilir Çünkü hac farîzası hicretin altıncı yılında geldiği halde, Hz Peygamber bunu, bir özür olmaksızın onuncu yıla tehir etmiştir Eğer geciktirmek caiz olmasaydı, bunu onun da yapmaması gerekirdi Bu görüş, müslümanlara kolaylık sağlayacağı için daha uygundur Çünkü çoğunluk İslâm hukukçularının dayandığı hadisler zayıf olduğu gibi, haccın, hicretin altıncı yılında Âl-i İmrân Suresinin nüzulü sırasında farz kılındığında şüphe yoktur (eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, I,199; ez-Zühaylî, age III, 17, 18) Haccın Şartları: Haccın Şartları erkekleri ve kadınları içine alan genel veya yalnız kadınlarla ilgili özel şartlar olmak üzere ikiye ayrılır Bunlar tam olarak bulununca hac ve edası farz olur Aksi halde farz olmaz Genel Şartlar Bunlar; farz oluşunun, sıhhatinin veya edasının şartları kabilinden olur Müslüman, akıllı, ergin, hür ve haccetmeye gücünün yeter olması gibi 1 Müslüman Olmak! Kâfire hac farz olmaz İbadeti eda ehliyeti bulunmadığı için, onun yapacağı hac geçerli değildir Münkir hac yapsa, sonra İslâm'a girse, ona İslâm'ın haccı farz olur Hanefilere göre, kâfir, şeriatın furûu ile muhatap olmadığı için haccı terkten dolayı hesaba çekilmez Çoğunluk hukukçulara göre ise o, furû (İslâmî emir ve yasaklar)a muhataptır ve ahirette bunlardan hesaba çekilir 2 Ergin ve akıllı olmak: Çocuk ve akıl hastaları hacla yükümlü değildir Çünkü bunlar şer'î hükümlerle yükümlü tutulmamışlardır Akıl hastasının yapacağı hac veya umre, ibadet ehliyeti bulunmadığı için sahih olmaz Bu ikisi hac yapsa, sonra çocuk büluğ çağına ulaşsa, akıl hastası iyileşse, bunlara hac farz olur Çocuğun bülûğdan önce yaptığı hac nafile sayılır Hadiste şöyle buyurulur: "Üç kişiden kalem kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar uyuyandan, gençlik çağına girinceye kadar çocuktan, şifa buluncaya kadar akıl hastasından" (Ebû Davûd, Hudud,17; İbn Mâce, Talâk, 15) Akıl hastalığı, bayılma, sarhoşluk ve uyku ihramı ortadan kaldırmaz (el-Kâsânî, age, II, 120-122, 160; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, II,120 vd; el Meydânî, el Lübâb, I,177; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, I, 308 vd; İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 218-222, 241, 248-250) 3 Hür olmak: Köle, esir ve mahkûma hac farz değildir Çünkü hac, süresi uzun, belli bir yolculuğu gerekli kılan ve yolculuğa güç yetirilmesi şart kılınan bir ibadettir: Hürriyetten yoksun olan kimsenin bunu ifa etmesi mümkün olmaz 4 Vakit: Arafat'ta vakfe ve ziyaret tavafı için belirli vakitlere yetişmedikçe hac farz olmaz Şu ayetler haccın vakitli bir ibadet olduğunu gösterir: " Sana yeni doğan aylan (hilaller) sorarlar De ki: "O, insanların faydası için vakit ölçüleridir" (el-Bakara, 2/189) " Hac ayları bilinen aylardır" (el-Bakara, 2/197) Hanefi ve Hanbelîlere göre, hac ayları; Şevvâl, Zilkâde ve Zilhicce'nin ilk on günüdür Buna Abadile adıyla anılan (İbn Mes'ud İbn Abbâs, İbn Ömer ve İbnü Zübeyr)'den nakledilendir "En büyük hac (hacc-ı ekber) günü, kurban bayramı günleridir" hadîsi delil olarak gösterilir (Buhârî, Hac, 33, 34, Umre, 9; Müslim, Hac, 123; Nesâî, Menâ**** 77; Dârimî, Menâ**** 38; Muvatta ; Hac, 63) Bu sürenin dışındaki vakitler, farz hac için ihrama girmeyi ve haccın rükünlerini ifaya elverişli değildir Ancak hac niyetiyle ihrama, bu aylardan önce girilse, ihram geçerli ve yapılacak hac sahih olur Delili: "Hac ve umreyi Allah için tamamlayınız" ayetidir (el-Bakara, 2/196) Bu durumda hac ayları girmedikçe hac fiillerinden birşey yapmak caiz olmaz Hanefilere göre ihram bir şart olup, bunun öne alınması, abdestin namaz vaktinden öne alınması gibidir Çünkü ihram, hac yapacak kişinin kendisine bazı şeyleri yasaklaması ve bazı şeyleri de gerekli kılmasıdır Yine bu, ihramı, Mîkat'tan önce başlatmak gibi olur Bununla birlikte hac aylarından önce ihrama girmek mekruhtur İbn Abbâs'ın (ö 68/687) naklettiği; "Hac için, ancak hac aylarında ihrama girilmesi sünnetlerdendir" hadisi delildir (Buhâri) Mâlikîlere göre, hac ayları tam üç aydır İhramın vakti, Şevvâl'in başından, yani Ramazarı bayramının ilk gecesinden itibaren başlar, Kurban bayramı sabahı şafak sökünceye kadar devam eder Bir kimse bayram sabahı şafak sökmezden önce, bir an, ihramlı olarak Arafat'ta dursa hacca yetişmiş olur Geride ziyaret tavafı ve sa'y gibi ibadetler kalır (İbnü'l-Hümâm, age, II, 220 vd; İbn Kudâme, el Muğnî, III, 271; eş-Şirâzî, el Mühezzeb, I, 200; ez-Zühaylî, age, III, 63-65) 5 Haccı ifaya gücünün yetmesi (istitâa) Bu; beden, mal veya yol emniyeti ile ilgili olabilir Ayette, "Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe yi ziyaret edip haccetmek farzdır" (Âl-i İmrân, 3/97) buyurulur Ayetteki "hacca yol bulabilen, hacca gitmeye gücü yeten" ifadesi Hanefîlere göre "bedenî, mâlî ve emniyet" unsurlarını kapsamına alır Bunlar haccın edasının şartlarını oluşturur a Beden sağlığı ve sağlamlığı Buna göre; yatalak, hasta, kör, felçli, iki ayağı ke**** binit üzerinde kendi başına duramayan yaşlı kimse, tutuklu bulunan ile zalim yöneticilerin hac için vize vermediği kimseler üzerine hac farz olmaz Çünkü Allahu Teâlâ, haccın farz olması için "gücün yetmesi"ni şart koşmuştur İbn Abbâs "istitâa"yı yol azığı (zâd) ve binit (râhile) olarak tefsir etmiştir Ayette, "Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez" (el-Bakara, 2/286) buyurulur b Gerekli maddî güce sahip olmak Bu yolda tüketeceği yiyecek ve oraya varabilmek için bineceği vasıtadan ibarettir Buna göre, bir kimseye haccın farz olabilmesi için, hac süresince hem kendisinin, hem de bakmakla yükümlü olduğu kimselerin nafakalarını ve nakil vasıtasını temin gücüne sahip olmalıdır Mekkeliler ve Mekke çevresinde oturanlar için nakil aracına sahip olmak şart değildir; yaya yürüyecek durumda bulunmaları yeterlidir c Yol emniyeti Haccın farz olması için yol güvenliğinin bulunması şarttır Bu, Ebû Hanife'ye göre, vücûbunun, bazılarına göre ise edasının şartlarındandır Kadın için yol emniyeti; beraberinde neseb veya sihrî (evlilikle doğan hısımlık) hısımlardan fâsık olmayan akıllı, ergin veya murâhık (12 yaşla buluğ arası erkek çocuğu) mahrem birisinin veya kocasının bulunmasıyla gerçekleşir Kadının yanında kocası veya mahrem bir hısımı olmaksızın, Mekke'ye üç gün üç gece (sefer mesafesi) ve daha uzak yerden gelerek hac yapması tahrîmen mekruhtur O, mahremsiz hac yaparsa kerâhetle birlikte caiz olur Mahremin bulunması vücûb şartıdır Eda şartı diyenler de vardır Günümüzde yaygın fesat sebebiyle, kadın süt erkek kardeşiyle yolculuk yapamaz Çünkü genç sıhrî hısımlarda olduğu gibi, süt hısmıyla başbaşa kalmak (halvet) mekruhtur Şâfiîler buna "kadının, kafilede güvenilir diğer kadınlarla birlikte hac yapabileceği" esasını ilave ederler (el-Kâsânî, age, II, 121-125; el-Meydânî, el-Lübâb, I,177; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, II,194-199; eş-Şîrâzî, age, 196-198; ez-Zühaylî, age, III, 25-32) Haccın Yalnız Kadınlarla İlgili Özel Şartları: Kadınlarla ilgili iki şart vardır 1 Hacda yol arkadaşının bulunması: Hac yapacak kadının yanında kocası veya mahrem bir hısımının bulunması gereklidir Aksi halde kendisine hac farı olmaz "Kadın, yanında mahrem hısımı bulunmadıkça üç günden fazla yolculuk yapamaz" (eş-Şevkânî, age, IV, 290) "Bir kadın, yanında kocası bulunmadıkça hac yapmasın" (eş-Şevkânî, age, IV, 491) hadis-i şerifleri buna delildir Şâfiîler ise, kadına, güvenilir kadınlarla birlikte olunca, haccı gerekli görürler Yol arkadaşı olarak tek kadın yeterli değildir Mâlikilere göre ise, kadın, yalnız kendilerine emanet edilmiş kadın arkadaşları veya yalnız erkekler yahut da erkek-kadın karışık bir toplulukla birlikte hac yapabilir Bu iki mezhebin dayandığı delil; "Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe yi ziyaret edip haccetmek farzdır" (Âl-i İmrân, 3/97) ayetinin genel anlamıdır Bu yüzden, kadın kendisi aleyhine kötülükten güvende olunca, ona hac gerekli olur Mahrem hısım ifadesi, nesep, süt veya sıhrî hısımlık yüzünden kendisiyle evlenmek ebediyyen haram olan kimseleri içine alır Oğul, torun, baba, dede, süt oğul, süt kardeş, damat, kayınpeder gibi Kızkardeşin, hala veya teyzenin kocası olmak geçici evlenme engeli doğurduğundan, eniştelerle hac yolculuğu caiz olmaz Şâfiî ve Mâlikîlerle diğer fakihler arasındaki bu görüş ayrılığı, bir farzı ifa için yapılacak yolculuğa mahsustur Hac yolculuğu böyledir İhtiyârî yolculuklar icmâ' ile buna kıyas edilmez Resulullah (sas) şöyle buyurmuştur: "Bir erkek, bir kadınla yanlarında mahrem bir hısımı bulunmadıkça yalnız kalmasın Kadın, yanında mahrem hısımı bulunmadıkça yolculuk yapamaz" Bir adam kalktı "Ey Allah'ın elçisi, karım hac yolculuğuna çıktı Ben ise falanca gazveye yazıldım Hz Peygamber şöyle buyurdu: "Git ve karınla birlikte haccet" (Buhârî, Nikâh, III, Cihâd,140,181; Müslim, Hac, 424) 2 İddetli Olmaması Hac yapacak kadının boşanma veya vefattan dolayı iddetli olmaması gereklidir Çünkü yüce Allah şu ayetle iddetli kadınların evden çıkışını yasaklamıştır: "Boşadığınız kadınları evlerinden çıkarmayın Kendileri de çıkmasınlar" (et-Talâk, 65/1) Haccın başka bir vakitte edası mümkündür İddet ise ancak özel bir vakitte sözkonusu olur (ez-Zühaylî, age, III, 36,37) İslâm'da haccın bazı engelleri vardır, bu engeller İslâm âlimleri tarafından şöyle tesbit edilmiştir 1 Ebeveyn: Ana veya baba Mekkeli olmayan çocuğunu nafile hac veya umre için ihrama girmekten alıkoyabilir Ancak bu ikisi farz hacca engel olamaz Çünkü ebeveyne hizmet, bir cihaddır Farz hacda ana babadan izin almak sünnettir 2 Evlilik: İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, koca, karısının farz haccına engel olamaz Çünkü bu, ilk yükümlülük yılında (fevrî') farz olmuştur Şâfiîlere göre ise, koca, karısını farz veya sünnet hacdan alıkoyabilir Çünkü kocanın hakkı önceliklidir Hac ibadeti ise ömür boyu ifa edilebilir 3 Kölelik: Efendinin kölesini farz ve sünnet hacdan alıkoyma hakkı vardır Ancak köle onun izniyle ihrama girmişse, artık hac veya umreyi tamamlamasına engel olamaz 4 Hapis: Haksız olarak veya maddî sıkıntı içinde olduğu halde bir borçtan dolayı hapiste bulunmak hac engelidir 5 Borçluluk: Vâdesi gelen borcunu ödemek için başka bir malı olmayan borçlunun hac yapmasına, alacaklı engel olabilir Vâdesi gelmeyen borçlar hac engeli teşkil etmez 6 Hacr altında bulunmak: Sefîh olan kimse veli veya vasînin izni olmadıkça hac yapamaz 7 İhsâr: Hac veya umre için ihrama girmiş olan kimsenin, düşmanın engel olması veya hastalık gibi bir sebeple hac veya umreyi tamamlayamadan ihramdan çıkmak zorunda kalmasıdır Böyle bir engelle karşılaşan kimseye de "muhsar" denir Ölüm veya malını 'verme dışında engeli aşmaya gücü yetmeyen, hacı, engelin kalkması umulan bir süre bekledikten sonra ihramdan çıkabilir Ancak bu durumda kurban kesmesi gerekir 8 Hastalık: Bir kimse ihrama girdikten sonra hastalansa, Ebû Hanife'ye göre, muhsar sayılır ve ihramdan çıkabilir Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b Hanbel'e göre ise; ihramda iken hastalanan kimse, uzun sürse bile, iyileşinceye kadar ihramlı olarak kalır (el-Kâsânî, age, II, 130, İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 240; İbn Âbidîn, age, II, 200): Haccın Sıhhatinin Şartları Yapılacak haccın geçerli olması için dört şartın bulunması gereklidir: 1 İslâm: Haccın, hem farz olma ve hem de sıhhat şartıdır 2 Özel yerler: Arafat ve Kâbe 3 Özel vakit: Arafatta vakfe, arafe günü zevalden itibaren, Kurban bayramı sabahı şafak sökünceye; ziyaret tavafı ise, bayram sabahından, ömür sonuna kadar yapılabilir Ancak ziyaret tavafını bayramın ilk üç gününde yapmak vacib olduğu için, ziyaret tavafını bundan sonraya bırakana, vacibi terkettiği için, kurban kesmek gerekli olur 4 İhram: Hac veya umre niyetiyle, diğer zamanlarda helâl olan bir kısım, fiil ve davranışları, kişinin kendisine hac veya umre süresince haram kılması demektir Halk arasında ihramlı erkeğin örtündüğü iki parça örtüye de "ihram" denilmektedir İhrama Girme Yerleri (Mikatlar) Mîkat, ihrama girme yeri ve zamanı demektir Çoğulu mevâkît'tir Bir terim olarak, Mekke çevresinde, çeşitli bölge ve ülkelerden hacca gelenlerin ihrama girecekleri özel yerleri ifade eder Bir kimsenin, hac veya umre için, mikatları ihramsız geçmesi caiz olmaz Aksi halde kurban veya mikat yerine dönmek gerekir Ancak mikat yerinden önce ihrâma girmek ittifakla caizdir Hatta Hanefilere göre, bir sakınca doğmayacaksa, ihramı öne almak daha faziletlidir "Hac ve umreyi Allah için tamamlayınız" (el Bakara, 2/196) ayetinde buna delâlet vardır Mikatları beklemeksizin, ailesinin bulunduğu yerden ihrama girmek hac ve umreyi eksiksiz tamamlamak demektir Hz Ali (ö 40/660) ve Abdullah b Mes'ud'un (ö 32/652) görüşü budur Çünkü bunda daha çok meşakkat ve daha büyük tazîm vardır İhrama girme yerleri, Mekke'de, Mekke (Harem) ile mikatlar arasında (hıl bölgesi) veya mikatların dışında kalan bölgelerde (âfâkî) oturanlara göre değişiklik gösterir (el-Kâsânî, age, II, 163-167; İbnü'l-Hümâm, age, II, 131-134; el-Meydânî, el-Lübâb, I, 178 vd; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, I, 202-204; İbn Kudâme, el-Muğnî, III; 257-267) 1 Mekke'de oturanlar: Bunların hac için ihrama girme yeri yine Mekke'dir Hz Peygamber ashab-ı kirâma hac için ihrama, Mekke'nin içinde girmelerini emir buyurmuştur (ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III,16) Mekke dışında, harem dâhilinde evi olanlar da böyledir Mekkelilerin umre için mikat yeri ise, dilediği herhangi bir yerden, hıll'in harem bölgesine en yakın olan yeridir Ancak umrede ihrama girmek için hıll'in en fazîletli yeri Hanefi ve Hanbelîlere göre "Ten'îm", sonrâ "Ci'râne", sonra "Hudeybiye"dir Resulullah (sas) Abdurrahman b Ebî Bekr'e Hz Âişe'ye Ten'îm'de ihrama girerek umre yaptırmasını emir buyurmuştur (Buhârî, cihâd, 125, Umre, 6; Müslim, Hac,135,136; Ahmed b Hanbel, III, 309, 394; Tirmizî, Hac, 91) 2 Hıll'de oturanlar: Harem bölgesiyle, beş mikat yerinin çevrelediği alan arasındaki bölgeye "hıll" denir Hıll'de oturanların hac veya umre için ihrama girme yeri (mikat), ailelerinin bulunduğu yer veya bu yerle harem arasında kalan, hıll'den dilediği herhangi bir yerdir Hac ve umreyi tamamlamayı emreden ayetle (el-Bakara, 2/ 196) Hz Ali ve İbn Mes'ud'un görüşü buna delildir Hanefîler bu görüşü benimsemiştir İmam Mâlik'e göre, bunların mikat yeri, kendi evleridir 3 Mikatların çevrelediği alan dışında oturanlar (âfâki): Arabistan'da mikatlar dışında oturanlarla, dış ülkelerden hac veya umre niyetiyle Hicaz'a gidenler için geldiği bölge veya ülkeye göre ihrama girme yerleri (mikat) belirlenmiştir İbn Abbâs (ra)'tan şöyle dediği nakledilmiştir: "Nebî (sas), Medineliler için Zülhuleyfe'yi, Şamlılar için el-Cuhfe'yi, Necidliler için Karnü'l-Menâzil'i ve Yemenliler için Yelemlem'i mikat olarak belirledi Bunlar, belirtilen bölge veya ülke tarafından gelen diğer belde yolcuları için de mikat yeridir" (Buhârî, Hac, 7, 9, 11,12, Sayd,18; Müslim, Hac,11-12; Ebû Dâvûd, Menâ**** 8; Nesâî, Menâ****19, 20, 23; Ahmed b Hanbel, I, 238) Câbir (ra)'den merfû olarak rivayet edilen Müslim hadisinde bunlara, Iraklılar için Zat-ı ırk ilâve edilmiştir (Ebû Dâvûd, Menâ**** 8) Gelinen ülkelere göre mikatlar şöyledir: a Türkiye, Suriye, Mısır, Mağrib ve Avrupa tarafından deniz yoluyla gelenlerin mikatı Cuhfe (Râbiğ)'dir Cuhfe ile Mekke aiası yaklaşık 187 km dir b Medine'den gelenlerin mikatı Zülhuleyfe (Âbâr-ı Ali) olup, Mekke'ye yaklaşık 464 kmdir En uzak mikat yeri burasıdır c Irak, İran ve diğer doğu ülkelerinden gelenlerin mikatı Zât-ı Irk'tır Bu yer Mekke'ye yaklaşık 94 kmdir d Kuveyt ve Necid yönünden gelenlerin mikatı bugün es-Seyl denilen Karnü'l-Menâzil'dir e Yemen'den gelenlerin mikatı Mekke'nin güneyinde bulunan Yelemlem olup, Mekke'ye 54 kmdir, İhrama girme yerlerini Hz Peygamber tayin ettiği için hac, umre, ticaret veya başka bir amaçla gelen her müslümanın buralarda veya daha önce ihrâma girmiş olması lâzımdır Eğer yol, bu noktalardan geçmiyorsa buraların hizalarından ihrâma girilir Medine'ye gelenler, hac için Mekke'ye doğru yola çıkınca Zülhuleyfe'de bugün Âbâr-ı Alî denilen yerde ihrama girerler Mikatlardan içeride bulunan kimseler, ihramsız Mekke'ye girebilirler Fakat hac veya umre için, bulundukları yerden ihrama girerler Mikat içinde, fakat Mekke dışında bulunan, bulunduğu yerde; Mekke'nin içinde oturanlar ise, kaldığı evde ihrama girerler Dışarıdan hac veya umre için gelen kimse mikatı ihramsız geçerse ya bir kurban keser veya geri dönüp mikat yerinde ihrama girer Mekke'ye girme niyeti olmaksızın mikatı ihramsız geçene birşey lâzım gelmez İhram: Hac dışında yapılması mübah olan bazı şeyleri kendisine haram kılmak demektir Hanefilere göre, ihram haccın rüknü değil şartıdır Bu da niyet ve telbiye ile gerçekleşir Hac veya umreye yahut her ikisine niyet etmek ve Allah için telbiye getirerek ihrama girmekle hac ibadeti başlamış olur İhrama girerken yapılması sünnet veya müstehap olan fiillerin başlıcaları şunlardır: 1 Abdest veya boy abdesti almak Temizlenmek için abdest veya boy abdesti alınır Hz Peygamber ihram için boy abdesti almıştır (ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III,17) Bu, temizlenmek için olup, taharet (abdestlilik) için değildir Bu yüzden, hayızlı ve nifaslı kadınlar da bunu yaparlar İbn Abbâs'ın merfû olarak naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur: "Nifaslı ve hayızlı kadınlar boy abdesti alır, ihrama girer, Beytullah'ı tavaf dışında, haccın bütün menâsikini ifa ederler" (Tirmizî, Hac, 98; Ahmed b Hanbel, I, 364; Ebû Dâvûd, Menâ**** 9) Diğer yandan Hz Peygamber (sas), Esmâ binti Umeys'e nifaslı (lohusa) iken boy abdesti almasını emir buyurmuştur (Müslim, Hac, 109, 110) İhrama girecek kimsenin tırnaklarını kesmesi, tıraş olup, bıyıklarını kısaltması, koltuk altlarını ve edep yerini tıraş etmesi müstehaptır 2 Erkekler, dikişli elbiselerini çıkarır ve birisi göbekten aşağısını örtmek, diğerini omuzuna almak üzere iki temiz ve yeni peştemela bürünür Başı açık, ayakları çıplak olup, terlik veya nalın giyebilir Hadiste şöyle buyurulur: "Sizden biriniz, bir izâr (alt peştemal), bir ridâ (üst peştemal) ve iki nalınla ihrama girsin Nalın bulamazsa, mest giysin, mestlerin topuklarından aşağısını ayırsın" (eş-Şevkânî, age, IV, 305) İbn Abbâs rivayetinde "topuklardan aşağısını ayırma" ifadesi yoktur (Buhârî, Hac, 21; Müslim; Hac, 1-3; Dârimî, Menâ**** 31; Tirmizî, Hac, 19; Ahmed b Hanbel, I, 215, 221, 228, 279, II, 3, 4, 8, 34, 47) İhrama giren kadınlar, elbiselerini çıkarmazlar başlarını ve ayaklarını açık bulundurmazlar Yalnız yüzleri açık bulunur, telbiye ederken seslerini yükseltmezler 3 Çoğunluğa göre, ihramdan önce bedenini kokulamak caizdir Hanefî ve Hanbelîlere göre, elbiseyi kokulamak caiz değildir Şâfiîler elbise konusunda da aksi görüştedir Delil, Hz Âişe'den nakledilen şu hadistir: "Ben Nebî (sas)'i, ihrama girerken bulabildiğim en güzel koku ile kokuluyordum"(Buhârî, Hac,18, Libâs, 79, 81; Müslim, Hac, 37; Dârimî, Menâ**** 10; Tirmizî, Hac, 77) Buna göre, kokunun eserinin ihramdan sonra devam etmesinde bir sakınca yoktur Ancak artık ihram süresince yeniden kokulanmak, hatta kokulu sabun kullanmak caiz görülmemiştir 4 İhram namazı Boy abdesti veya abdest alındıktan ve ihramdan önce; ittifakla iki rekat ihram namazı kılınır Delil şu hadistir: "Nebî (sas) Zülhuleyfe'de iki rekât namaz kıldı, sonra ihrama girdi" (ez-Zeylaî, age, III, 30 vd) Bu namazın birinci rekâtında Kâfirûn, ikinci rekâtında ise İhlâs suresini okumak sünnettir Mâlikî ve Hanbelîlere göre, ihrama farz namazın arkasından girilir Çünkü İbn Abbâs (ra)'tan, Resulullah'ın böyle yaptığı nakledilmiştir 5 Telbiye Hanefîlere göre, ihram namazından sonra telbiye getirilir Çünkü Hz Peygamber böyle yapmıştır Efdal olan da budur Vasıtaya bindikten sonra telbiye getirip, sonra niyet edilebilir (ez-Zeylaî, age, III, 21) Telbiye şudur: "Lebbeyke Allahumme Lebbeyk, Lebbeyke Lâ şerîke Leke Lebbeyk Inne'l-hamde ve'n-ni'mete leke ve'l-mülke, Lâ şerîke leke" (Buharî, Hac, 26, Libâs, 69; Müslim, Hac,147, 269, 271; Dârimî Menâ**** 22, Tirmizî, Hac, 97) Hanefilere göre bir kimse mikatta niyet ederek telbiye getirince ihrama girmiş olur Telbiye, yolda, iniş çıkışlarda, yol arkadaşlarıyla karşılaşmalarda namazların ardından tekrarlanır ve zaman zaman ses yükseltilir Telbiye, Mâlikîler dışında çoğunluğa göre, Kurban bayramı günü Akabe cemresine ilk taşın atılmasıyla kesilir Çünkü Hz Peygamber böyle yapmıştır (Nesâî, Menâ**** 229, İbn Mâce, Menâ**** 69; Ebû Dâvud, Menâsîk, 27, 28; Tirmizî, Hac, 78, 79) Ancak taşlamadan önce tıraş olunursa, telbiye kesilir Umre yapan ise tavafa başlamakla telbiyeyi keser |
İslam Ansiklöpedisi (H) |
11-04-2012 | #2 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Ansiklöpedisi (H)Had, Hadler Sınır çekmek, bilemek dikkatle bakmak, ayırmak ve ceza tatbik etmek Bir isim olarak; sınır, son, bıçak vb ağzı, tarif ve şer'î ceza Çoğulu hudûd gelir Bir hukuk terimi olarak hadler; İslâmî ölçüler, İslâm Dininin ortaya koyduğu helâl-haram sınırları, miktarı ve niteliği nasslarda belirlenmiş olan şer'î cezalar demektir Mükellef, yani akıllı ve ergin kişilerin yaptığı işlerin Allah ve Resûlünün rızasına uygun olup olmadığını gösteren ölçüler vardır Bu ölçüler Kur'ân ve Sünnetle bildirilmiştir İslâm'da mükelleflerin yaptığı işlerin (ef'al-i mükellefi) değer hükmünü gösteren ölçüler şunlardır: Farz, vacip, Sünnet, Müstehap, Helâl, Mübah, Mekruh, Haram, Sahih, Fâsit, Batıl Mükellefin yaptığı her iş, şer'î sınırları gösteren bu ölçülere göre değerlendirilir Sonuçta ona göre ceza veya mükâfaat alır; yapılan iş ya geçerli (sahih) veya geçersiz (fâsid, bâtıl) olur Şer'î hadlerin genel anlamı Allah'ın koyduğu helâl-haram ölçüleridir Bu mana aşağıdaki âyet ve hadislerden anlaşılmaktadır: Nisâ suresi 12 âyette mirasla ilgili hükümler açıklandıktan sonra şöyle buyurulmaktadır: "Bunlar Allah'ın sınırlarıdır, Kim Allah'a ve elçisine itaat ederse Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar, orada ebedî kalırlar İşte büyük kurtuluş budur Kim de Allah'â ve O'nun Elçisine karşı gelir, O'nun sınırlarını aşarsa, Allah onu ebedi kalacağı ateşe sokar Onun için alçaltıcı bir azab vardır" (en-Nisa, 4/ 13, 14) Burada Allah'ın emirleri "O'nun sınırları' olarak ifade edilmiş, bu sınırları aşanların ceza ile karşılaşacakları haber verilmiştir "Allah'ın yasak sınırına uyup o sınırı aşmayanlar kendilerine Cennet va'dedilen mutlu kişilerdir Allah onlarla alış-veriş yapmış, Cennet karşılığında mallarını ve canlarını satın almıştır (et-Tevbe, 9/111) "(Bu alışverişi yapanlar), tevbe eden, ibadet eden, hamdeden, rükü' eden, secde eden, iyiliği emredip kötülükten meneden ve Allah'ın (yasak) sınırlarını koruyan (onları çiğnemeyen) insanlardır O mü'minleri müjdele" (et-Tevbe, 9/ 112) Allah'ın yasak sınırları, şüphesiz O'nun haram kıldığı işlerdir Allah'ın haram kıldığı fiiller yani günahlar, büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrılır (bkz en-Necm, 53/32; el-Kehf, 18/49) Büyük günahların sayısı hakkında kesin bir rakam yoktur Doğruya en yakın olanının 125 olduğunu ifade eden A Ziyaeddin Gümüşhânevî (v 1311/ 1893) kitabında bunları tek tek açıklamıştır (bkz Gafillerin Kurtuluş yolu Terc Ali Kemal Saran, İkbal Yayınları, Ankara, (Tarihsiz) Hadis-i Şerifte Allah'ın haram kıldığı şeyler "Allah'ın korusu" olarak nitelendirilmiştir: "Muhakkak helâl belli, haram da bellidir İkisinin arasında çok kimselerin bilemeyecekleri (birtakım) şüpheli şeyler vardır Kim şüpheli şeylerden sakınırsa dinini ve ırzını kurtarmış olur Kim şüpheli şeylere dolarsa, korunun etrafında (sürüsünü) otlatan çoban gibi, çok sürmez içine düşer Haberdar olun! Her hükümdârın bir korusu vardır Dikkat edin Allah'ın yeryüzündeki korusu da haram kıldığı şeylerdir Haberiniz olsun! Cesed içinde bir parça et vardır ki o iyi olursa bütün cesed iyi olur O bozuk olursa bütün cesed bozuk olur Biliniz ki o, (et parçası) kalbdir" (Riyazüssalihîn, 419, 420, M Emre terc) İslâm ceza hukuku (Ukûbat) terimi olarak hadler; "belirli bazı suçlara İslâm'ın tayin ettiği cezalar" dır Bu cezayı gerektiren suçlar beş tanedir: zina, hırsızlık, içki içmek, kazf (namuslu kadına zina iftirası) ve yol kesme (hırâbe) İslâm ceza hukukunda "had"ler "Allah hakkı" olarak kabul edilmiştir Yani haddi (İslâm'ın tesbit ettiği cezayı) gerektiren suçlar amme hukukuna tecavüz anlamı taşımaktadır Kısas kul hakkı olduğu için buna had denilmemiştir Haddin dışında kalan yani Kur'an ve Sünnetle tayin edilmeyip hâkimin takdirine bırakılmış cezalara ta'zir cezaları denir Hapis, teşhir, sürgün vb (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, 2 baskı, Dimaşk 1405/1985, IV, 284 vd) İçki içme cezası dışındaki hadler Kur'an'la, içki içme cezası ise Sünnetle sabittir 1 Zina cezası (hadd-i zina): Evli erkek ve kadın için recm (taşlayarak öldürme), bekâr erkek ve kadın için yüz sopa (celde) vurmaktır: "Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüz değnek vurun Allah'a ve ahiret gününe inanan (insan) lar iseniz Allah'ın dini (ni uygulama hususu)nda sizi, onlara karşı acıma duygusu tut (up engelle) mesin Mü'minlerden bir grup da onlara yapılan, uygulanan cezaya şahid olsun" (en-Nûr 24/2) Recm cezası Hz Peygamber'in uygulamasıyla sabittir: "Cüheyne'den bir kadın zinadan gebe olduğu halde Rasûlullah (sas)'e gelerek: "Ey Allah'ın Rasûlü! Haddi icap eden bir iş yaptım, bana hadd(i şer'îyi) icra et' dedi Peygamber (sas) kadının velisini çağırdı: Buna iyi bak, çocuğu doğurduğunda bana getir' buyurdu (Velisi denileni) yaptı Peygamber (sas) emretti Kadının elbisesi sıkıca bağlandı, sonra emir verdi, kadın taşlandı Daha sonra (cenazesi) üzerine namaz kıldı Bunun üzerine Hz Ömer; Ey Allah'ın Rasûlü, onun üzerine namaz kıldınız, halbuki o zina etmişti' dedi Rasûlullah (sas): "O öyle bir tevbe etti ki Medine halkından yetmiş kişiye taksim olunsa hepsine kâfı gelirdi Allah için canını vermesinden daha faziletli bir şey biliyor musun?' "buyurdu (Müslim Hudûd 28; İbn Mâce, Diyet, 36' Malik, Müslim, Muvatta" Hudûd, 11) Zina cezasının tatbik edilebilmesi için dört âdil erkek şahidin hakim huzurunda açıkça şahitlikte bulunması ve zina eden kişinin zinanın haram olduğunu bilmesi gerekir 2 Hırsızlık cezası (hadd-i sirkat): "Akıllı ve ergin (baliğ) bir kimsenin nisab miktarı bir malı bulunduğu yerden çalması"na hırsızlık denir Cezası Kur'ân-ı Kerîm'de bildirilmiştir: "Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak ellerini kesin! Allah daima üstündür, hikmet sahibidir" (el-Mâide, 5/38) El kesme cezasının tatbik edilebilmesi için iki âdil şahidin şahitlik yapması ve hakimin de sorgulaması (muhakemesi) neticesinde suçun sabit olduğuna kanaat getirmesi gerekir Hakim şahitlere sırasıyla: Hırsızlığın mahiyetini, çalınan malın cinsini, kıymetini, nasıl çalındığını, hırsızlık yerini, hırsızlığın ne zaman yapıldığım, malı çalan şahsın kim olduğunu sorar Hırsızlığın nisabı (el kesme cezasını gerektirecek en az miktarı) Hanefi mezhebine göre on dirhemdir Cezanın tatbik edildiği dönemdeki dirhemin değeri esas alınır (bk el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyî', VI, 67; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr; IV, 220, 230; Nesaî, Sârık, 10; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III, 359, 360) El kesme cezası tatbikatına örnek olarak ve Allah hakkı olan bu cezada herhangi bir şefaatçının kabul edilemeyeceği konusunda şu hadisi zikredebiliriz: " Mahzum kabilesine mensub bir kadının hali Kureyş (kabilesin)i üzdü Onlar: Kim Rasûlullah'a (gidip de) bu kadın (a şefaat) için konuşacak' dediler Bir kısmı da: "Bu işe Rasûlullah'ın sevgili (sahabî)si Üsâme b Zeyd'den başkası cesaret edemez' dediler Üsâme (kadına şefaat için) Resûl-i Ekrem'le konuştu Bunun üzerine Rasûlullah buyurdular ki: "Yüce Allah'ın hadlerinden bir hadd(in yapılmaması) hususunda şefaat mı ediyorsun?" Sonra kalkıp bize bir hutbe irad etti Daha sonra buyurdu: "Sizden evvelkilerden (şerefli bir kimse hırsızlık yaptığında (suçluyu) bırakırlardı (Şeref itibariyle) zayıf olan kimse çaldığında haddi tatbik ederlerdi Allah'a and olsun ki, Muhammed'in kızı hırsızlık yapmış olsaydı elbette onun elini de keserdim " (Eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VII,' 131, 136) 3 İçki İçme Cezası (hadd-i şürb): İçki içmek Mâide suresi 90 âyetle kesin olarak yasaklanmıştır Fakat cezası Hz Peygamberin sünneti ve uygulamasıyla sabittir Hz Peygamber ve Hz Ebû Bekir, içki içene 40 sopa (celde) vurdular Hz Ömer zamanında içki içenler çoğalınca o, arkadaşlarıyla istişare etti Haddin en az miktarı olan 80 değnek vurulmasını kararlaştırdılar (bk Dârimî, Hudûd,10; A b Hanbel, IV, 389) İçki içme cezası uygulanabilmesi için içen kimsenin akıllı, ergin müslüman ve konuşabilen bir kimse olması lâzımdır Sarhoş olarak yakalanan ve içki içtiği şahidler vasıtasıyla tesbit edilen kimseye bu ceza uygulanır "Rasûlullah (sas)'a şarab içmiş bir adam getirdiler Rasûl-i Ekrem: "Ona hadd vurunuz" buyurdu Ebu Hüreyre demiştir ki: Bizden bir kısmı eliyle, (bazıları da) ayakkabısı ve elbisesiyle dövdüler (Dayaktan sonra) çekilip gidince: Allah seni rüsvay etsin!' dediler Peygamber (sas): "Böyle söylemeyiniz, ona karşı şeytana yardım etmeyiniz' buyurdu" (Buhârî, Hudûd, 4; Müslim, Hudûd, 35; Ebû Dâvud, 35, 36; Tirmizî, Hudûd,14, 15) 4 Zina iftirası cezası (hadd-i kazf): Namuslu (muhsan) kadınlara zina iftirasında bulunmanın cezası Nûr suresinde açıklanmıştır: "Namuslu kadınlara (zina suçu) atıp da sonra (bu suçlamalarını ispat için) dört şahid getirmeyenlere ****en değnek vurun ve artık onların şahitliğini asla kabul etmeyin Onlar yoldan çıkmış kimselerdir" (en-Nûr, 24/4) Namuslu bir erkeğe yapılan zina iftirası da 80 değnekle cezalandırılır Namuslu olmanın şartları şunlardır Hür olmak, akıllı ve ergin olmak, müslüman olmak, iffetli olmak 5 Yol kesme cezası Yoldan geçenlerin önünü kesmek, kuvvet kullanarak geçişi engellemek ve yolcuları soymak Yol kesme suç, tek kişi veya topluluk, silah veya silahsız, meskun alanda veya kırda yahut şehir içinde ya da şehir dışında işlenmiş olabilir Bütün bu durumlarda suç işlenmiş sayılır ve şu âyette belirlenen ceza uygulanabilir: "Allah ve Rasûlüne karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri veya asılmaları, yahut ayak ve ellerinin çaprazlama kesilmesi ya da yeryüzünde başka bir yere sürgün edilmeleridir Bu dünyada onlar için bir zillettir Âhirette ise, onlar için büyük bir azap vardır Ancak kendilerini yakalamanızdan önce tevbe edenler olursa, bilin ki, Allah, "Gafûr'dur, Rahîmdir" çok bağışlayan ve çok merhamet edendir" (el-Mâide, 5/33, 34) Bu âyete ve İslâm hukukçularının bundan çıkardığı hükümlere göre, yol kesenin cezası şu şekilde belirlenmiştir a) Soygun yapıp, adam öldürmüşse, yol kesici öldürülür ve ibret için asılır ' b) Yalnız adam öldürmüş olup, soyguna katılmamış bulunursa, asılmaksızın öldürülür c) Adam öldürmeksizin, yalnız soygun yapmışsa, çapraz bir şekilde eli ve ayağı kesilir d) Adam öldürmeden ve soygun da yapmaksızın, yalnız yolda korku ve terör meydana getirenlere "sürgün cezası" uygulanır Mâlikîlere göre ise; yalnız soygun yapılmışsa Devlet başkanı öldürme, asma ve çapraz kesim konusunda seçimlik hakka sahiptir Yolda öldürme soygun yapmaksızın yalnız korku ve terör yaratırsa, Devlet başkanı, öldürme, asma, çapraz kesim ve sürgün için seçimlik hakka sahip olur (İbn Teymiyye es-Siyâsetü'ş-Şer'iyye, Mısır 1951, s 82, 83; İbn Kudâme, el-Muğnî,1367, yy VIII, 228) İslâm'ın koyduğu bu cezaları uygulamakta titiz davranılması ve kesinlikle taviz verilmemesi gerektiği birçok hadis-i şerifle bildirilmiştir Bu konuda acıma duygusuna kapılınmaması uyarısı da yukarıda ilgili âyet meâlinde geçmiştir Hadlerin uygulanması konusunda bazı hadisler: "Allah'ın hadlerini yakında ve uzakta yerine getiriniz Hiçbir kınayanın kınaması sizi Allah'ın hakkını yerine getirmekten alıkoymasın " "Allah'ın yasaklarına uyan kimseyle o yasakları (hududu) ihlâl eden kimse, bir gemiye binip, kur'a çekerek bir kısmı alt kata bir kısmı üst kata yerleşen topluluk gibidir Aşağı katta olanlar su almak istedikleri zaman yukarı katta olanlara gidip: "Sizi zarara sokmadan biz kendi katımızda bir delik açsak!" derler Eğer yukarıdakiler onları serbest bırakırsa hepsi helâk olur, mani olursa hepsi kurtulur" (et-Terğib ve't-Terhib, 4/25, 27) Şer'î hadlerin tatbiki konusunda gözden uzak tutulmaması gereken bazı hususlar vardır: Her şeyden önce had cezaları bütün müessese ve kurumlarıyla işleyen İslâm Devletinde ve Devletin hakiminin kararlarıyla uygulanır Toplumda suça sebeb olabilecek bütün unsurların ortadan kaldırılmış olması, insanların islâmî eğitimle yetiştirilmiş olması, fertlerin maddî manevî ihtiyaçlarını devlet tarafından eksiksiz giderilmiş olması gerekir Suça götüren yolların tamamen kapatılamaması, şüphelerden sanığın faydalanması, suçun sübut bulması için gerekli şartların tam teşekkül etmemesi gibi sebeplerle geçmişte had cezaları nadir olarak uygulanmıştır Buna, yöneticilerin bu cezaları uygulamakta gösterdikleri ihmal, acz ve gevşekliği, kayıtsızlığı da eklemek gerekir Hadis-i Şerifte: "Şüphelerden dolayı hadleri kaldırınız (uygulamayanız)" " (Ebû Dâvud, Salât,14; Tirmizî, Hudûd, 2) buyurulmuştur İslâm ceza hukukunda bu önemli bir prensiptir Bu prensibe göre, Hz Ömer'in tatbikatıyla, kıtlık yılında hırsızlık yapanın eli kesilmemiş; efendisinin veya akrabasının malından çalan kimseye de, o malda hakkı olabileceği şüphesiyle, bu had uygulanmamıştır Aşağıdaki örnekler de bu prensiple ilgilidir: - Dört kişi bir şahsın zina ettiğine şehâdette bulunur; ancak bunlardan ikisi gönüllü diğer ikisi ise gönülsüz olarak şahitlik yaparlarsa Ebû Hanife'ye göre, bunların hiçbirine yani erkeğe, kadına ve şahitlere had tatbik edilmez - Suçluya celde (dayak cezası) uygulanırken şahitlerden birisi şehadetinden dönse, kalan kırbaçlar vurulmaz - İki kişiden birisi bir şahsın "içki içtiğine", diğeri ise, o şahsın "içki içtiğini ikrar ettiğine" şehadette bulunurlarsa yine sarhoşluk haddi uygulanmaz - Bir kimse önce hırsızlık yaptığını ikrar eder; sonra bu ikrarından döner ve daha sonra da bu malın bir kısmını çaldığını tekrar ederse eli kesilmez (Geniş bilgi iç in bkz Cevat Akşit, İslâm Ceza Hukuku ve İnsanî Esasları, İst 1987, 2 bak) Halit ÜNAL HADES Sonradan meydana gelme; pislik, necâset; abdestin bozulması anlamında fıkhî bir terim Abdest, boy abdesti veya teyemmümle giderilen ve varlığı hükmen kabul edile" pislik Ayrıca buna "necâset-i hükmiyye" de denir Namazın altı şartından birincisi hadesten tahârettir Hades; hades-i asğar (küçük hades) ve hades-i ekber (büyük hades) diye ikiye ayrılır Küçük hades; abdestsizliktir Büyük hades (hades-i ekber), boy abdestidir; yani guslü gerektiren hallerdir bunlar cünüblük, aybaşı (hayız) ve lohusalık halleridir Kendisinde büyük hades meydana gelen kimse; namaz kılamaz, camiye giremez, Kur'ân-ı Kerîm okuyamaz Kur'ân-ı Kerîm'i tutamaz Kur'ân âyetlerine el süremez, hayızlı ve lohusa ise eşiyle çiftleşemez Hades-i asğar (küçük hades): yalnız namaz kılmaya, Kur'ân-ı Kerîm'i tutmaya ve Kur'ân âyetlerine el sürmeye engeldir Küçük hades, abdest ile giderilir Büyük hades ise boy abdesti (gusül) ile giderilir Su bulunmadığı yerlerde; gerek hades-i asğar, gerekse hades-i ekber için teyemmüm yapılır (Geniş bilgi için bk Abdest, Gusül, Namaz, Teyemmüm) Yahya ALKIN el-HÂDÎ Allah'ın Esma-i Hüsnâ'sından biri, Hâdî, doğru yolu gösteren, demektir Allah'ın, kendisini tanıma yollarını kullarına gösterip tanıtması, yaratıklarına hayatlarını devam ettirme yollarını öğretmesi ve onları buna yöneltmesi anlamına gelir O, bu yönüyle insanlara kurtuluş yolunu; dünya ve âhiret mutluluğunun yollarını gösterir Allah, hayvanlara içgüdü vermiştir Onlar içgüdüleriyle kendilerine yararlı olanı bulurlar İnsanlara ise, akıl verilmiştir İnsanlar, akıllarını kullanarak bilinçli seçim yapma imkânına sahiptirler ve bu sebeple de yükümlü tutulmuşlardır Bununla birlikte yüce Allah, akıllarının yanısıra onlara peygamberler de göndermiştir Hattâ yüce Allah, insanlara akıl vermek ve peygamber göndermenin yanında, fıtratlarına hakkı kabul etme eğilimini vermiştir Her insan, hak dini kabul edecek istidatta yaratılmıştır: "Biz ona vermedik mi; iki göz, bir dil, iki dudak? Ona iki tepe (iki hedef hayır ve şer yolunu) gösterdik" (el-Beled, 90/8-10) "Rabbimiz, herşeye yaratılışını (varlığını ve biçimini) verip sonra ona doğru yolu gösterendir" (Tâhâ, 20/50) Hz Peygamber (sas) de, "Her doğan çocuk (İslâm) fıtratı üzerine doğar Sonra ebeveyni onu Yahudileştirir, Hıristiyanlaştırır veya Mecûsileştirir" (Buhârî, Cenâiz, 92; Ebû Dâvûd, Sünnet, 17) buyurmaktadır Allah bizi bu fıtrat üzere yaratmakla birlikte yükümlü tutulmamızın bir gereği olarak dilediğimizi seçebilmemiz için akıl ve irade de vermiştir Akıl ve irademizi kullanarak doğru yolu bulmamızı istemektedir Kur'ân-ı Kerîm'de insanın çevresine bakıp ibret almasını teşvik eden birçok âyet vardır "İnsan (bir kere) yiyeceğine baksın (Nasıl) biz suyu döktükçe döktük Sonra toprağı güzelce yardık, orada bitirdik;' tâne(ler), üzümler, yoncalar, zeytinler, hurmalar, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyvalar ve çayırları sizin ve hayvanlarınızın geçimi için"(Abese, 80/24-32) " Allah gökten bir su indirdi, onunla yeri ölümünden sonra diriltti Şüphesiz bunda işiten bir kavim için bir âyet (Allah'ın kudretine işaret) vardır Hayvanlarda da sizin için ibret (alınacak dersler) vardır Onların karınlarından, fers (yarı sindirilmiş gıdalar) ile kan arasından (çıkardığımız) hâlis, içenlere (içimi) kolay süt içiriyoruz" (en-Nahl, 16/65-66) Yüce Allah bu delilleri gözler önüne sererek insanlara yol göstermektedir Peygamberler, öğüt vermek, mucizeler göstermek sûretiyle insanları hakka dâvet ederler Hidâyet yolunu gösterirler ama, hidâyetin yaratıcısı, Allah'ın kendisidir Hidâyet vermek O'na âittir: "Ey Peygamber sen, sevdiğini doğru yola iletemezsin; fakat Allah dilediğini doğru yola iletir O, yola gelecek olanları daha iyi bilir" (el-Kasas, 28/56) "Allah kimi doğru yola iletirse o, yolu bulmuştur, kimi de sapıklığında bırakırsa, artık onun için yol gösteren bir dost bulamazsın " (el-Kehf, 18/17) Allah'ın Hâdî oluşu Kur'ân'ın birçok âyetinde dile getirilmiştir İnsanın hidâyet vasfı, sadece hak dine dâvet ve yol gösterme şeklindedir Peygamber de olsa, bundan öte bir etkinliği yoktur Allah'ın hidâyetinden mahrum kalanlar ise, zâlimlerdir Onlar apaçık delillerle karşılaştıkları halde inat ederek yüz çevirirler: "İman ettikten, Rasûlün hak olduğunu gördükten ve kendilerine açık deliller geldikten sonra, inkâr eden bir kavme Allah nasıl yol gösterir? Allah, zâlim kavmi doğru yola iletmez" (Âlu İmran, 3/86) ; "Allah zâlim toplumu doğru yola iletmez" (el-Bakara, 2/258) Kula yaraşan, çevresinde olup bitenleri ibretle değerlendirmek; Allah'ın gözler önüne serdiği delilleri gözardı etmemek, daima âciz bir kul olduğunun şuurunda olup Allah'tan hidâyet dilemektir M Sait ŞİMŞEK Hz HADİCE, HATİCE (ra) Hz Hatice, Hz Muhammed (sas)'in temiz, iffetli ve yüce ahlâk sahibi olan hanımlarının ilki O, Arapların en asil kavmi olan Kureyş kavminden ve Kureyş kavminin de, en asil, pak ailelerinden idi Babası Huveylid, annesi Fâtıma'dır (İbn İshak, es-Sîre, Neşr Muhammed Hamidullah, s 60) Hz Hatice'nin baba tarafından soyu Kusay'da Peygamberimizin baba tarafından soyu ile birleştiği gibi, annesi tarafından da soyu yine Peygamberimizin baba tarafından dedesi olan Lüey'de bileşmektedir (M Asım köksal, İslâm Tarihi, Mekke Devri, 96) Hz Hatice, ticaretle uğraşan zengin, haysiyetli, şerefli bir kadındı Ücretle tuttuğu adamlarla Şam'a ticaret kervanları düzenlerdi Hz Muhammed (sas)'in doğru sözlü, güzel ahlâklı ve son derece kendisine güvenilen bir insan olduğunu öğrenince, O'na ticaret ortaklığı önerdi Hz Muhammed (sas) Hz Hatice'nin bu teklifini kabul etti Hz Hatice O'nun başkanlığında bir ticaret kervanını Şam'a gönderdi Aynı zamanda kölesi Meysere'yi de O'nunla beraber gönderdi Meysere, yolculuk sırasında Hz Muhammed (sas)'de harikulade hallere şâhid oldu Gittikleri yerde, Peygamberimiz (sas) satacaklarını sattı ve alacaklarını da aldı Ondan sonra geri döndüler Hz Hatice bu ticaret kervanından çok memnun oldu Daha önce gönderdiği ticaret kervanlarına nazaran, bu sefer daha fazla kâr elde etti Hz Peygamber (sas) hakkında Meysere'yi de dinleyince, O'na olan itimadı ve sevgisi daha da arttı O'na anlaştıkları ücretten fazlasını verdi ve Hz Muhammed (sas)'e evlenme teklifinde bulundu (İbn İshak, age, 59) Hz Peygamber (sas) durumu amcası Ebu Talib'e anlattı Ebu Talib Hz Hatice'yi Hz Muhammed (sas) için istedi İki aile anlaştı Düğünleri o zamanın örf ve adetlerine göre, Hz Hatice'nin evinde yapıldı düğünde Ebû Talib ve Hz Hatice'nin amcası Amr b Esed birer konuşma yaptılar İkisi de konuşmalarında hikmetli ifadelerde bulundular ve evlenecekler hakkında güzel şeyler söylediler Ondan sonra misafirlere ikram yapıldı, yemekler yenildi Ebû Talib nikâhlarını kıydı Mehir olarak 500 dirhem altın tesbit edildi (İbn, Sa'd Tabakat, VIII, 9) O zaman, rivâyetlerin ekseriyetine göre, Hz Muhammed (sas) 25 ve Hz Hatice 40 yaşında idiler Aralarında 15 yaş fark vardı (İbn Hacer, el-İsâbe, 539) Bazı rivâyetlerde bu yaş farkının daha az olduğu kayıtlıdır Rasûlullah (sas)'in evlendiği ilk kadın, Huveylid'in kızı Hatice'dir Hz Hatice ilk olarak Atik b Aziz'le evlendi, ondan bir kızı oldu Onun ölümünden sonra, Temim oğullarından Ebû Hale ile evlendi Ondan da bir oğlu ve bir kızı oldu Onun da ölümünde sonra, Rasûlullah (sas) ile evlendi (İbn İshak, age, 229) Hz Hatice'nin Rasûlullah (sas)'den Fâtıma, Ümmü Gülsüm, Zeyneb ve Rûkiyye adında dört kızı, Kâsım ve Abdullah adında da iki oğlu dünyaya geldi Kelbî'nin rivâyet ettiğine göre, önce Zeynep, sonra Kâsım, sonra Ümmü Gülsüm, daha sonra Fâtıma, ondan sonra Rûkiyye ve en sonunda Abdullah dünyaya geldi Ali b Aziz el-Cürcânî de, Kâsım'ın Zeynep'ten daha önce doğduğunu nakletmiştir (İbn el-Esir, Usdü'l-Ğâbe, I, 434) Hz Hatice(ranha), Rasûlullah (sas)'e, Peygamberliğinden evvel son derece saygı gösterip onu mutlu ettiği gibi, Peygamberliği döneminde de, ona ilk inanan, onunla beraber namaz kılıp ona ilk cemaat olan kişi vasfını kazandı Daima Hz Muhammed (sas)'e destek oldu, ona moral verdi, son derece güzel davranış ve sözleri ile, onun başarılarına katkıda bulunmaya çalıştı Hz Hatice, Rasûlullah (sas)'e (Allah kendisini Peygamberlikle şereflendirdiği zaman) teskin etmek için; "ey amca oğlu, beni melek geldiği zaman haberdar edebilir misin?" diye sordu Resûlullah (sas); "evet" cevabını verdi Bir gün Hatice'nin yanında iken, ona Cibril geldi ve; "Ey Hatice! İşte bu Cibril'dir, bana geldi" dedi Hatice "Şu anda onu görüyor musun?" diye sordu "Evet" karşılığını verdi Hatice bu kez sağ tarafına oturmasını söyledi Rasûlullah (sas) Hatice'nin sağ tarafına oturdu Hz Hatice; "Şimdi görüyor musun" sorusunu tekrarladı Rasûlullah (sas) yine olumlu cevap verince, Hz Hatice örtüsünü çıkarıp attı O sırada Rasûlullah (sas)in hâlâ kucağında oturuyordu "Onu, şimdi görüyor musun?" diye tekrar sordu Rasûlullah (sas) bu kez "hayır" cevabını yerince, Hz Hatice; "Bu şeytan değil; bu kesinlikle melek, ey amca oğlu! Sebat et, seni müjdelerim" dedi (İbn İshâk, age, 114) Hz Hatice(ranha), Allah'ın selâmına ve Rasûlullah (sas)'in övgüsüne nâil olacak derecede faziletli ve şerefli bir kadındı O, imanda, sabırda, iffette, güzel ahlâkta, kısacası her yönü ile örnek olan bir anneydi Rasûlullah (sas); "hristiyan kadınlarının en hayırlısı İmrân'ın kızı Meryem, müslüman kadınlarının en hayırlısı ise Hüveylid'in kızı Hatice'dir" buyurdu Bu konudaki diğer bir hadisinin meali şöyledir: " Dünya ve âhirette değerli dört kadın vardır İmran'ın kızı Meryem; Firavun'un karısı Asiye, Hüveylid'in kızı Hatice ve Muhammed (sas)'ın kızı Fâtıma" (İbn İshak, age s 228) Bir gün Cebrâil (as) Rasûlullah (sas)'e gelerek şöyle buyurdu: "Hatice'ye Allah'ın selâmlarını söyle" Rasûlullah (sas): "Ya Hatice, bu Cebrâil'dir, sana Allah'tan selam getirdi" deyince, Hz Hatice, Allah'ın selamını büyük bir memnuniyetle kabul etti ve Cebrâil'e de iadei selâmda bulundu (İbn Hişâm, es-Sîre,, I, 257) Allah'ın rızasını, yuvasının mutluluğunu, dünya ve âhiretin huzur ve saadetini düşünen bütün anneler için en güzel örneği teşkil eden Hz Hatice (ra), nübüvvetin onuncu yılında, Ramazan ayında vefât etti ve Mekke'deki Hacun kabristanına defn edildi (M Asım Köksal, age s 302) Nureddin TURGAY HADİD SÛRESİ Kur'ân-ı Kerîm'in elli yedinci sûresi Yirmi dokuz âyet, beş yüz kırk dört kelime, bin dört yüz yetmiş dört harften meydana gelir Fâsılası, be, dal, ra, ze, mim ve nun harfleridir Sûre adını yirmi beşinci âyetinde geçen demir anlamındaki "hadid" kelimesinden almıştır Mekkî mi Medenî mi olduğu konusunda ihtilâf olmasına rağmen sûrenin Medenî olduğuna dair görüş daha kuvvetlidir, ulemânın çoğunluğu da bu görüştedir Nitekim onuncu âyette geçen, "Zaferden önce İslâm'ı yayma yolunda mallarını sarfedip, canlarıyla savaşanlar elbette (zaferden önce mal ve canlarıyla savaşan)larla bir değildir" seslenişi müslümanların zaferler kazandıgı Medine döneminde yaşanan bir durumu anlatmaktadır Rivâyetler sûrenin Uhud savaşından sonra Hudeybiye antlaşması öncesi hicri 4-5 yılların da nâzil olduğu yolundadır Haşr, Saff, Cum'a, Teğabun sûreleriyle birlikte bu sûreye "Müsebbihat" sûreleri de denmiştir Sûre genel olarak müslümanları terbiye etmeyi hedef almakta, onlara İslâm toplumunu oluşturacak insanların ne gibi özellikler taşıması gerektiğini öğretmekte Kur'ân'ın genelinde olduğu gibi bu emirleri âhiretteki ceza ve mükafatla desteklemekte, onlara Allah'ın azâbını hatırlatmaktadır Sûre Allah'a hamd ile başlamakta ve altıncı âyetin sonuna kadar Allah'ın bazı sıfatları mü'minlere hatırlatılmaktadır O, Öldüren, Dirilten, Evvel, Ahir, Zahir, Batın, Alimdir Mülk onundur Sonunda bütün işler ona döndürülür Ardından mü'minlere bir uyarı gelir: "O, göğüslerde saklı olanı bilir" (6) Yedi ilâ on birinci âyetler arası mü'minleri Allah yolunda infak etmeye ve gerçekten iman etmeye çağırıyor: "Size ne oluyor ki Allah yolunda infak etmiyorsunuz" (10) tehditvari emrinin ardından Allah'a güzel bir borç verecek olanın bunu âhirette kat kat geri alacağı müjdesi verilmektedir On üçüncü âyette bu vasıftaki mü'minlerin nurlu yüzlerle cennete gireceği haberi verildikten sonra, müslümanlardan görünüp de onları arkadan çekiştiren münâfıklara dönülüyor ve on üç ilâ onbeşinci âyetle de onlar başlarına gelecekler konusunda uyarılıyorlar: "Artık bu gün sizden herhangi bir fidye alınmaz Barınma yeriniz ateştir"(15) Mü'minler ve münâfıklar uyarıldıktan sonra on altıncı âyette müslümanım dediği halde Allah'ın dini konusunda hiçbir endişesi olmayanlar saygılı, korkulu, yumuşak bir kalp ile gerçek imana çağrılıyor Ardından yine mü'minlere dönülüyor ve yapmaları gerekenler hatırlatılarak; sadaka vermeye, sözü ile fiillerinde uyumlu olmaya, gerektiğinde Allah için canlarını verip şehid olmaya, iyilikte yarış yapmaya, elden çıkana üzülmeyip verilen nimet için de şımarmamaya, kibirli olmamaya, cömertliğe ve onu teşvik etmeye dâvet ediliyorlar Bütün bunların arasında tarih boyunca gönderilen peygamberlerin hangi amaçla gönderildiğine değiniliyor: "İnsanlar adâleti ayakta tutsunlar diye, apaçık âyetlerle gönderdiğimiz Peygamberle birlikte, kitabı ve mizanı da indirdik (âyetlerden, haktan, adâletten yüz çeviren, nasihat ve uyarının yola getiremediği insan için de) kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için çeşitli yorarlar bulunan demiri indirdik" (25) buyurarak peygamberlerin aynı zamanda adâleti ayakta tutacak siyasî ve askerî güçle donanmaları gerektiği beyan edilmekte ve sonraki âyetlerde bu peygamberlere Nuh, İbrahim, İsa, örnek verilmekte, onlara uyanların sonradan fâsıklâr olup kendilerine gelen dini bozan ruhbanlar gibi olmamaları konusunda mü'minler uyarılmaktadır: "Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve O'nun Rasûlüne iman edin (sadece iman ettiğinizi söylemekle kalmayın, imanınızı amellerinizle de gösterin)" (28) Sûre boyunca Allah yolunda harcamaya teşvik edilen mü'minlere sûrenin bitiminde güvence veriliyor: Eğer siz karşılık beklemeden onun yolunda cömertlik yaparsanız, zenginlik Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir Size de verir çünkü"Allah büyük fazl sahibidir"(29) Fedakâr KIZMAZ HADÎS Hz Peygamber (sas)'in sözleri, fiilleri, takrirleri ile ahlâkî ve beşerî vasıflarındarı oluşan sünnetinin söz veya yazı ile ifade edilmiş şekli Bu mânâda hadis, sünnet ile eş anlamlıdır Hadis kelimesi, "eski"nin zıddı "yeni" anlamına geldiği gibi, söz ve haber anlamlarına da gelir Bu kelimeden türeyen bazı fiiller ise haber vermek, nakletmek gibi anlamlar ifade eder Hadis kelimesi, Kur'ân'da bu anlamları ifade edecek biçimde kullanılmıştır Sözgelimi, "Demek onlar bu söze (hadis) inanmazlarsa, onların peşinde kendini üzüntüyle helâk edeceksin" (el-Kehf, 18/6) âyetinde "söz" (Kur'ân); " Musa'nın haberi (hadîsu Mûsa) sana gelmedi mi?" (Tâhâ, 20/9) ayetinde "haber" anlamına gelmektedir "Ve Rabbinin nimetini anlat (fehaddis)" fiili de "anlat, haber ver, tebliğ et" anlamında kullanılmıştır Hadis kelimesi zamanla, Hz Peygamber'den rivâyet edilen haberlerin genel adı olarak kullanılmaya başlanmıştır Kelime, bizzat Rasûlullah (sas) tarafından da, bu anlamda kullanılmıştır Buhârî'de yeralan bir hadîse göre Ebû Hüreyre, "Yâ Rasûlullah, kıyâmet günü şefâatine nâil olacak en mutlu insan kimdir?" diye sorar Hz Peygamber şöyle cevap verir: "Senin "hadîse" karşı olan iştiyakını bildiğim için, bu hadis hakkında herkesten önce senin soru soracağını tahmin etmiştim Kıyâmet günü şefâatime nâil olacak en mutlu insan, "Lâ ilâhe illâllah" diyen kimsedir" (Buhârî, İlim; 33) Hadisin Dindeki Yeri ve Önemi: Rasûlullah (sas), Allah'tan aldığı vahyi yalnızca insanlara aktarmakla kalmamış, aynı zamanda onları açıklamış ve kendi hayatında da tatbik ederek müşahhas örnekler hâline getirmiştir Bu nedenle O'na "yaşayan Kur'ân" da denilmiştir İslâm bilginleri genellikle, dinî konularla ilgili hâdislerin, Allah tarafından Hz Peygamber'e vahyedilmiş olduklarını kabul ederler; delil olarak da, "O (Peygamber), kendiliğinden konuşmaz; O'nun sözleri, kendisine gönderilmiş vahiyden başkası değildir" (en-Necm, 54/3-4) âyetini ileri sürerler Ayrıca, "Andolsun ki; Allah, mü'minlere büyük lütufta bulundu Çünkü, daha önce apaçık bir sapıklık içinde bulunuyorlarken, kendi aralarından, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir elçi gönderdi" (Âlu lmrân, 3/164) âyetinde sözü edilen "hikmet" kelimesinin, "sünnet" anlamında olduğunu da belirtmişlerdir Nitekim, Hz Peygamber ve O'nun ashâbından nakledilen bazı haberler de, bu gerçeği ortaya koymaktadır Rasûlullah'tan (sas) şöyle rivayet edilmiştir: "Bana kitap (Kur'ân) ve bir de onunla birlikte, onun gibisi (sünnet) verildi" (Ebû Dâvûd, Sünen, II, 505) Hassan İbn Atiyye, aynı konuda şu açıklamayı yapmıştır: "Cibrîl (as) Rasûlullah (sas)'e Kur'ân'ı getirdiği ve öğrettiği gibi, sünneti de öylece getirir ve öğretirdi" (İbn Abdilberr, Câmiu'l Beyâni'l-ilm, II, 191) Yukarıda zikredilen âyet ve haberlerden de anlaşılacağı gibi, Kur'ân ve hadîs (daha geniş ifadesiyle sünnet), Allah (cc) tarafından Rasûlullah (sas)'a gönderilmiş birer vahiy olmak bakımından aynıdırlar Şu kadar var ki; Kur'ân, hadîsin aksine, anlam ve lâfız yönünden bir benzerinin meydana getirilmezliği (i'câz) ve Levh-i Mahfûz'da yazı ile tesbit edildiği için, ne Cibrîl (as)'in ve ne de Hz Peygamber'in, üzerinde hiçbir tasarrufları bulunmaması noktasında hadîsten ayrılır Hadîs ise, lâfız olarak vahyedilmediği için, Kur'ân lâfzı gibi mu'ciz olmayıp, ifade ettiği anlama bağlı kalmak şartıyla sadece mânâ yönüyle nakledilmesi câizdir Hz Peygamber'den hadîs olarak nakledilen, fakat daha ziyade, O'nun (sas) sade bir insan sıfatıyla, dinî hiçbir özelliği bulunmayan, günlük yaşayışıyla ilgili sözlerinin, yukarıda anlatılanların dışında kaldığını söylemek gerekir O'nun (sas) bir insan sıfatıyla hata yapabileceğini açıklaması (Müslim, Fedâil, 139-140-141) bunu gösterir Nitekim bazı ictihadlarında hataya düşmesi, bu konularda herhangi bir vahyin gelmediğini gösterir Ancak bu hataların da, bazan vahiy yolu ile düzeltildiği unutulmamalıdır Vahye dayalı bir fıkıh kaynağı olarak hadis, Kur'ân karşısındaki durumu ve getirdiği hükümler açısından şu şekillerde bulunur: 1 Bazı hadisler, Kur'ân'ın getirdiği hükümleri teyid ve tekit eder ana-babaya itâatsizliği, yalancı şâhitliği, cana kıymayı yasaklayan hadisler böyledir 2 Bir kısmı hadisler, Kur'ân'ın getirdiği hükümleri açıklar, onları tamamlayıcı bilgiler verir Kur'ân'da namaz kılmak, haccetmek, zekât vermek emredilmiş, fakat bunların nasıl olacağı belirtilmemiştir Bu ibadetlerin nasıl yapılacağını hadislerden öğreniyoruz 3 Bazı hadisler de, Kur'ân'ın hiç temas etmediği konularda, hükümler koyar Hadîsin başlı başına müstakil bir teşri' (yasama) kaynağı olduğunu gösteren bu tür hadislere, ehlî merkeplerle yırtıcı kuşların etinin yenmesini haram kılan, diyetlerle ilgili birçok hükmü belirten hadisler örnek olarak verilebilir Buraya kadar anlatılanlar, hadîsin (sünnet) İslâm dinindeki önemli yerini gözler önüne sermektedir Din açısından, Kur'ân'dan hemen sonra gelen bir hüküm kaynağı olarak hadislere gereken önemin verilerek Hz Peygamber'in sünnetine uyulması, başta Allah (cc) olmak üzere, O'nun Rasülü Hz Muhammed (sas) tarafından da çok kesin ifadelerle emredilmiştir Bu konuda Kur'ân'da şu âyetlere yer verilmiştir: "Ey Peygamber de ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyunuz ki; Allah da sizi sevsin ve günâhlarınızı bağışlasın"(Âlu İmrân, 3/31); "Ey Peygamber de ki: Allah'a ve peygamber'e itâat ediniz Eğer yüz çevirirseniz, biliniz ki Allah kâfirleri sevmez" (Âlu İmran, 3/32; "Allah'a ve Peygamberlere itâat ediniz, umulur ki rahmet olunursunuz" (Âlu İmrân, 3/132); "Peygamber size neyi getirmişse onu alın, neyi yasaklamışsa ondan sakının" (el-Haşr, 59/7) Görüldüğü gibi bu âyetlerde, Rasûlullah (sas)'e itâat, Allah'a (cc) itâat ile birlikte emredilmiş, hatta Peygamber (sas)'e itâatin Allah'a (cc) itâat demek olduğu açıkça belirtilmiştir Rasûlullah (sas) da bir hadîsinde: "Şunu kesin olarak biliniz ki, bana Kur'ân ve onunla beraber onun bir benzeri (sünnet) daha verilmiştir Karnı tok bir halde rahat koltuğuna oturarak;' Şu Kur'an'a sarılın; O'nda neyi helâl görürseniz onu helâl, neyi koram görürseniz onu da haram kabul ediniz' diyecek bazı kimseler gelmesi yakındır Şüphesiz ki, Allah Rasûlünün haram kıldığı şey de Allah'ın haram kıldığı gibidir" (Ebû Davûd Sünnet, 5; İbni Mace, Mukaddime, 2; Ahmed b Hanbel, Müsned, IV,131) buyurarak, sünnetini küçümseyip dinden ayırmak isteyenlere karşı müslümanları uyarmış ve dinin sünnetsiz düşünülemeyeceğini vurgulamıştır Nitekim, Hz Peygamber'in burada geleceğini ikaz ettiği kişi ve gruplar Hicri birinci ve ikinci asırlarda ve bir de XIX-XX asırlarda müsteşriklerin etkisiyle, Hindistan (Ehl-i Kur'an Cemiyeti) ve Mısır'da (Tevlik Sıdkı, Mahmud Ebû Reyye) ortaya çıkmış, fakat bunların hadis ve sünnete hiçbir etkisi olmamıştır Hadisin Yapısı: Hadisler yakından incelendiği zaman, birbirinden farklı iki ana kısımdan oluştuğu görülür: Sened ve metin Sened: Güvenmek, dayanmak anlamın gelen "sened" kelimesi, bir hadis terimi olarak, metnin başında yeralan ve biri diğerinden almak ve nakletmek suretiyle hadîsi rivâyet eden kişilerin, Rasûlüllah'a varıncaya kadar sayıldığı kısımdır Başka bir deyişle, râvîler zincirinin adı olup bu zincir, hadîsin Hz Peygamber'den kimler aracılığıyla ve hangi yollarla bize ulaştığını gösterir: Meselâ: "Haddesenâ Muhammed İbn Beşşâr, kâle; haddesenâ Yahyâ kâle; Haddesenâ Şu'be, kâle; haddesenâ bu't-Teyyâ'h, an Enes, ani'n-Nebiyyi sallellahü aleyhi ve sellem kâle: (Enes'ten Ebu't-Teyyâh, ondan Şu'be, ondan Yahyâ, ondan da Muhammed İbn Beşşâr naklederek, Rasûlullah (sav)'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir" Senette geçen "haddesenâ" (bize nakletti, rivayet etti) ve "an" (ondan) kelimelerine "rivâyet lâfızları" denir "Kâle", dedi anlamındadır Senedi, yani râvîler zincirini zikretmeye "isnâd" adı verilir Râvîlerin hadisleri nakletmesine "rivâyet", rivâyet ettikleri hadise de "mervî" denir Senede "târik" veya "vecih" adı da verilmektedir Sened daha çok hadis uzmanları için, hadisin sıhhatini, yani, hadîsin Hz Peygamber'e âit olup olmadığını kontrol edebilmek açısından önem taşımaktadır Metin; Senedin, ya da râviler zincirinin kendinde son bulduğu, rivâyet edilen asıl hadis kısmına metin denir Yukarıda örnek olarak verdiğimiz sened, metni ile birlikte şu şekilde kaydedilir: "Enes'ten Ebiı't-Teyyâh, ondan Şu'be, ondan Yahyâ, ondan da Muhammed İbn Beşşâr naklederek, Nebi (sas)'in şöyle dediğini rivâyet etmişlerdir: "Kolaylaştırınız güçleştirmeyiniz, müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz " Hadislerin Sınıflandırması: Sağlamlık yönünden hadisler üç kısma ayrılır: Sahih, hasen, zayıf Hadislerin çeşitli yönlerden değerlendirilmesi yapılmıştır Bu değerlendirmelerde doğruluğu (sıhhati) araştırılan, hadîsin Hz Peygamber'e âit olan metin kısmı değil; metnin Rasûlullah (sas)'e âit olup olmadığını gösteren sened kısmıdır Bu durumda değerlendirme sonunda bir hadîse sahih, hasen veya zayıf denildiğinde bu, Hz Peygamber'in söz veya fiilinin sahih veya zayıf olduğu anlamında değil, hadis metnindeki ifadenin Rasûlullah'a (sas) âit oluşunun sahih veya zayıf olduğu anlamındadır 1 Sahih hadis: Adâlet ve zabt sahibi râvîlerin, yine aynı durumdaki râvîler vasıtasıyla Hz Peygamber'e kadar ulaşan kesintisiz bir senedle rivâyet ettikleri, şâz ve illetli olmayan hadistir Bu tür hadislerin Hz Peygamber'den geldiğinde herhangi bir şüphe yoktur Yukarıdaki tariften de anlaşılacağı gibi, bir hadisin sahih olabilmesi için bazı şartların bulunması lâzımdır Bu şartlar şunlardır: a) Hadîsi nakleden râvîler âdil olmalıdır Burada sözü edilen adâlet, zulmün zıt anlamlısı değil; şirk, fısk ve bid'at gibi bütün büyük ve küçük günâhlardan sakınmak ve takvâ sahibi, samimi bir müslüman olmak anlamındadır Bu özelliğe sahip kimselere hadis ıstıladımda, "adl" (âdil) denir Hakkında gerekli araştırmalar usûlüne uygun şekilde yapılıp, adâlet prensibine aykırı davranışları nedeniyle "âdil' olmadıkları anlaşılan (mecruh) râvîler ile kim oldukları bilinmeyen, ya da durumları belirsiz olduğu için adâletleri tesbit edilemeyen kimselerin (meçhûl) rivayet ettikleri hadisler, "sahih" hadislerin dışında kalır b) Râvîler, rivâyet edecekleri hadisleri, doğru bir şekilde öğrenme, aradan uzun bir zaman geçse bile aynen hatırlayabileck ölçüde "öğrendiğini koruma" (zabt) yeteneğine sahip olmalıdır Öğrenme ve öğrendiğini koruma yeteneğine sahip olamayan râvîlerin naklettikleri hadisler de "sahih" kabul edilmez c) Hadîsi nakleden râvîlerin her biri, kendisinden hadis naklettikleri kimseler ile bizzat görüşerek hadis almış veya en azından, görüşme imkân ve ihtimaline sahip, çağdaş (muâsır) kişiler olmalıdır Râvîler arasında gizli veya açık bir kopukluğun (inkıta') bulunması, yani senedin muttasıl olmaması hadîsi "sahih"likten çıkarır d)Güvenilir (sika) bir râvî tarafından rivâyet edilen hadis, daha güvenilir bir veya birden fazla râvînin rivayetine ters düşerek, tek (şâzz) kalmamalıdır Çünkü bu durum, hadîsin sihhatine engeldir e) Hadîsin metin veya senedinde, onu zaafa düşüren herhangi bir kusur bulunmamalıdır İlletli (muallel) kabul edilen bu tür hadisler, sahihlik vasfını kaybeder İşte bu beş şartın hepsini taşıyan hadisler sahihtir; yani teknik olarak bu hadislerin Hz Peygamber'e âit olduğunda şüphe yoktur 2 Hasen hadis: Sözlükte "güzel" anlamına gelen "hasen" kelimesi, hadis ıstılahında sahih hadisle zayıf hadis arasında yer alan, fakat sahih hadîse daha yakın olan hadis türüne verilen addır Daha açık bir ifade ile, hasen hadisle sahih hadis arısındaki fark, hasen hadîsin râvîlerinin durumu kesin olarak bilinmemekle birlikte, yalancılıkla suçlanmamış, dürüst ve güvenilir olmalarına rağmen, titizlikleri (itkân) ve hâfızalarının sağlamlığı (zabt) açısından sahih hadis râvîlerinden daha aşağı derecede bulunmasıdır Hasen hadis, bu iki özellik dışında sahih hadîsin bütün özelliklerini taşır Bir de, hasen hadislerin mütâbi'teri olmalıdır Mütâbi', bir râvînin naklettiği hadîsin başka râvîler vasıtasıyla da rivâyet edilmesidir Böylece hasen hadis râvîlerindeki zabt eksikliği takviye edilmiş olur Hasen hadis terimi, yaygın şekilde ilk defa Tirmizî tarafından kullanılmıştır Tirmizî'den önce hadisler, sahih ve zayıf diye ikiye ayrılır, zayıf hadis de; terkedilmiş, terkedilmemiş olmak üzere iki kısımda değerlendirilirdi "Terkedilmeyen zayıf hadisler", Tirmizi (279/892) tarafından hasen cerimiyle "zayıflıktan" çıkarılmış oldu Bunun tabii sonucu olarak da Tirmizî'nin Câmi'i, hasen hadîsin başlıca kaynağı sayılmıştır Ebû Dâvûd'un Sünen'i de, hasen hadîsin çokça bulunduğu eserlerden biri olarak kabul edilir 3 Zayıf Hadis: Zayıf hadis, sahih veya hasen hadîsin taşıdığı şartların birini veya birkaçını taşımayan hadistir Bu şartların bulunup bulunmadığı, hadisin çeşitli yönlerden tetkik ve tenkide tâbi tutulmasıyla anlaşılır Sözgelimi, hadîsin râvîsi adâletindeki kusur sebebiyle, zabtının zayıflığı, seneddeki kopukluk, râvînin kendindan daha sikâ bir râvî veya râvilere aykırı rivâyeti sebepleriyle hadîsin Hz Peygamber'e âit olduğu zayıf kabul edilir Hadis bilginleri, zayıf hadisleri çeşitli yönleriyle pek çok kısma ayırmışlardır Hadis âlimleri, zayıf hadisle amel edilip edilemeyeceği konusunda üç görüş ileri sürmüşlerdir a) Hiçbir konuda zayıf hadisle amel edilmez Yahya b Maîn'den nakledilen bu görüşü, Buhârî ve Müslim'in yanısıra İbn Hazm ve Ebû Bekr İbnu'l-Arabî benimsemiştir b)Her konuda zayıf bir hadisle amel edilebilir Ahmed b Hanbel ve Ebû Dâvûd "zayıf hadis re'y, yani kıyastan daha iyidir" diyerek bu görüşü tercih etmişlerdir c) Bazı şartları taşıması hâlinde, amellerin fazileti ile ilgili konularda zayıf hadisle amel edilebilir İbn Hacer el-Askalânî bu şartları şöyle sıralar: aa Hadis aşırı derecede zayıf olmamalıdır bb Zayıf hadis, kitap veya sünnete dayalı olarak amel edilen bir aslın kapsamına girmelidir cc Zayıf hadisle amel edilirken sâbit olduğuna kesin gözle bakmamalı, ihtiyaten amel edildiği bilinmelidir Bazı alimlerin ileri sürdüğü, "gerek şer'î hükümler ve gerekse fezâil konusunda, elimizde zayıf hadîse lüzum bırakmıyacak kadar çok sahih ve hasen hadis vardır" görüşü, tercihe şâyân bir görüş olsa gerektir Kudsi ve Nebevi Hadis: Mânâsı Allah'a, lâfızları Hz Peygamber'e âit olan hadislere kudsi hadis; mânâ ve lâfzı Hz Peygamber'e âit olan hadislere de nebevî hadis denir "İlâhî hadis" ve "Rabbânî hadis" diye de adlandırılan kudsî hadis: Ha Peygamber'in, anlam bakımından Allah'a dayandırdığı, başka bir deyişle O'ndan nakiller yaparak söylediği sözdür Kur'ân ile nebevî hadis arasında yeralan bu tür hadislerin "kutsal"lığı, mânâsının Allah'a âit olmasından; "hadis" diye adlandırılması ise, Hz Peygamber tarafından dile getirilmiş olmasından kaynaklanmaktadır Allah tarafından gelen vahiy olmaları bakımından, Kur'ân âyetleriyle kutsî hadisler arasında bir fark yoktur Fakat Kur'ân hem anlamı, hem de lâfızları yönünden Allah'a âit iken, kutsî hadis, sadece mânâ açısından Allah'a âittir Kur'ân ile kutsî hadis arasındaki diğer farklar şunlardır: a) Kutsî hadis, namazda okunmaz b) Abdestsiz olarak dokunulması câizdir c) Lâfzı Allah'a âit olmadığı için Kur'ân gibi mu'ciz değildir d) Lafzî rivâyeti şart olmayıp, sadece anlam olarak rivâyet edilmesi câizdir Kutsî hadîsin ilk kaynağı Allah olduğu ve esasen hitap O'ndan geldiği için, rivâyet edilirken başına, "Hz Peygamber'in rivâyet ettiğine göre Allahu Teâlâ şöyle buyurdu:" veya "Rasûlullah (sas), Rabbinden rivâyet ettiği hadiste şöyle buyurdu:" şeklinde bir rivâyet lafzı getirilir Diğer hadislere göre kutsî hadislerin sayısı çok azdır Hadisin dindeki önemli yeri zamanla müstakil bir ilim hâline dönüşmesine sebep olmuştur Hadis âlimleri, İslâm'da Kur'ân'dan sonra en önemli yeri işgal eden bu ilim dalını, sahih olanlarını sahih olmayanlardan ayırmak için, hadîsin sened ve metninin araştırılmasını konu edinen bir ilim olarak tanımlamışlardır Hadis ilmi üzerinde devamlı gelişen çalışmalar, bazı konularının bağımsız araştırma alanına dönüşmesine yol açmıştır Bu ilim dalları şunlardır: 1 Rivâyetü'l-Hadis İlmi: Hz Peygamber'in sünnetini (hadisler) toplayan, nakleden ilim Hadislerin yazılı şekillerini ihtivâ eden bütün hadis kitapları (Sahihler, Câmiler, Sünenler, Müsnedler)'bu ilme âit malzemeyi oluştururlar 2 Dirâyetü'l-Hadis İlmi: Hadislerin sıhhat durumlarını tesbit için, sened ve metnin durumlarını anlamaya imkân veren ilim dalıdır 3 Cerh ve Ta'dil İlmi: Sahâbeden itibaren bütün hadis râvîlerinin doğruluk ve güvenirlik durumlarının incelendiği bir ilim dalıdır Genellikle râvîler isimlerine ve künyelerine göre alfabetik bir tarzda sıralanır ve her birinin hayatı, kimlerden hadis rivâyet ettiği, kimlere hadis naklettiği, râvîler arasındaki yeri, adâlet ve zabt yönünden durumu, kendisi hakkında hadis münekkidlerinin görüşü teknik tâbirlerle ifade edilir İlk asırlardan itibaren pek çok kıymetli eserin kaleme alındığı bu ilim dalında, İbn Ebi Hâtim er-Razi'nin "el-Cerh ve't-Ta'dil" adlı kıymetli bir kitabı vardır 4 Râvîler Tarihi İlmi: Hadis rivâyeti açısından ravilerin biyoğrafilerini, tabakalarını veren ilimdir İbn Sa'dın "Tabakat" ı, Buhârî'nin "Tarîh"i, İbn Hacer'in "el-İsâbe"si, bu ilmin en meşhur kaynaklarındandır 5 Hadislerin Vürûd Sebepleri İlmi: Hadislerin söyleniş sebeplerini tesbit etmeye çalışan ilim dalıdır Hadislerin daha iyi anlaşılmasını sağlayan bu dalda, Suyûtî'nin "el-Lüma" isimli bir eseri vardır 6 Garîbu'l-Hadis İlmi: Hadis metinlerinde geçen, az kullanıldığı veya Arapça'ya sonradan girdiği için anlaşılması zor olan kelimelerin açıklanması bu ilmin konusunu teşkil eder Ebû Ubeyd ve İbn Kuteybe'nin "Garîbu'l-Hadis"adlı eserleri ile, Zemahşerî'nin "el-Fâik" ve İbnü'l-Esîr'in "en-Nihâye" si, bu ilim dalının önemli kaynaklarıdır 7 İlelü'l-Hadîs İlmi: Herkesin farkedemediği, ancak hadis uzmanlarının tesbit edebildiği ve hadisin sıhhatine engel olan gizli kusurları araştıran bir ilimdir Ahmed b Hanbel'in "Kitabu'l-İlel" i bunlardandır 8 Muhtelifu'l-Hadîs İlmi: Bu ilim, gerçekte olmadığı halde dış görünüşü bakımından aralarında çelişki var gibi görünen hadisleri ele alır ve görünürdeki bu çelişkiyi giderir Bu sahada İbn Kuteybe'nin yazdığı "Te'vilu Muhtelifi'l-Hadis" adlı eseri, hadis Müdafaası adıyla Türkçe'ye çevrilmiştir 9 Nâsih ve Mensûh İlmi: Biri diğerinin hükmünü ortadan kaldıran hadisleri konu edinen bir ilimdir Bu sahanın en önemli kaynağı Hâzimî'nin "el-İ'tibâr" adlı eseridir Hadisler Günümüze Nasıl İntikal etmiştir? Kur'ân âyetleri nâzil oldukça onları vahiy kâtiplerine bizzat yazdıran Hz Peygamber, önceleri kendi hadislerinin yazılmasını yasaklamış, fakat hadisleri birbirlerine rivâyet etmelerine izin vermişti Bu yasağın sebebi, ashâbın Kur'ân'la hadisleri birbirine karıştırma tehlikesiyle Arap yazısının henüz gelişmemiş olması, okuma-yazma bilenlerin azlığı, yazı malzemesinin kıtlığı gibi sebepler olabilir Daha sonraları bu mahzurlar ortadan kalkınca veya azalınca Hz Peygamber'in, hadislerin yazılmasına izin verdiğini görmekteyiz Nitekim, hadis yazan 30-40 kadar sahâbîden biri olana Abdullah b Amr 1000 civarında hadis yazmış ve bunları bir sahife (kolleksiyon) hâline getirmiş, adına da "es-Sahîfetü's-Sâdıka" (Doğru Sahife) demiştir Sağlığında Hz Peygamber'den pekçok hadis öğrenen sahâbe, O'nun (sas) vefâtından sonra bunları başkalarına nakletmiş, böylece hadisler hem sözlü, hem de yazılı bir halde sonraki nesillere intikal etmiştir Hz Peygamber'in vefatından sonra başlayan hadis toplama yolculukları (rıhle) ve hicrî birinci asır ortalarından itibaren görülen "tedvin" (dağınık haldeki hadis malzemesini bir araya toplama) faaliyetleri H 99-101 yıllarında halife Ömer İbn Abdülaziz (H 101) zamanında vâliliklere gönderilen emirnamelerle resmî tedvin hâlinde devam etmiş; toplanan bu hadisler konularına göre tasnif edilerek hicrî ikinci asır ortnlarından itibaren hadis kitapları meydana getirilmeye başlanmıştır Günümüze kadar gelen en eski hadis kitapları bu devrelere âittir Bu kitaplardan sonra hicrî üçüncü asırda " Kütüb-i Sitte" (altı kaynak eser) denilen hadis külliyâtının meydana getirilmesiyle hadis tasnifi altın çağına ulaşmıştır Kütüb-i Sitte; Buhârı ve Müslim'in "el-Câmiu's-Sahîh" leri ile, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce'nin "Sünen" lerinden oluşmaktadır Hadis Kitaplarının Dereceleri: İhtiva ettikleri hadislerin güvenilir olup-olmamalarına göre hadis kitapları şu derecelere ayrılır: Birinci Tabaka: Mütevâtir, meşhûr, sahîh ve hasen hadisler Buhârî ve Müslim'in "Sahih"leri ile İmam Mâlik'in " Muvatta"adlı eserleri Bu kitaplardaki hadislerle amel edilir İkinci Tabaka: Birinci tabakadaki kitaplar seviyesine çıkamayan, fakat, müelliflerinin titizlikle bazı şartları uygulayarak hadisleri aldıkları kitalar Bunlar da hadis kaynağı olarak benimsenmiş, asırlar boyu faydalanılmıtır Tirmizî'nin Câmi'i, Ebû Dâvûd'un Sünen'i Ahmed b Hanbel'in Müsned'i, Nesâî'nin Sünen'i (Müctebâ) bu tabakadandır Üçüncü Tabaka: Bu tabakadaki kitaplarda sahih hadisler yanında zayıf hadisler de olduğu gibi, râvîleri içinde halleri meçhul olanlar da vardır Abdürrezzâk'ın "Musannef" i, Beyhakî, Taberânî ve Tahâvî'nin kitaplarıgibi Bu kitaplardaki hadislerden ancak, hadis uzmanları yararlanabilir Dördüncü Tabaka: Bu dereceye giren kitaplar, büyük muhaddisler döneminden ve "tasnif" devrinin bittiği tarihlerden sonra ortaya çıkan, hadis ilmiyle ilgisi olmayan ve bu yolu bir menfaat kapısı haline getiren ehliyetsiz kişilerin yazdığı, içi uydurma ve hurafelerle dolu olan kitaplardır İbn Mürdeveyh, İbn Şâhîn, Ebû'ş-Şeyh gibilerin kitapları bu tabakadan olup, bunlardan, amel edilmek üzere asla hadis alınamaz İsmail Lütfi ÇAKAN Akif KÖTEN HÂDİS Varlığının başlangıcı olmayan, varlığı kendinden olan; kadîm'in zıddı Lügatte; vâki olmak, yok iken var olmak, yeniden meydana gelmek anlamına gelen (ha-de-se) kökünden ism-i fâil Istılahta ise lügat anlamını korumakla birlikte, daha ziyâde âlem için kullanılmakta olup, bir şeyin yokluktan (adem) sonradan meydana gelmesi, öncesinin yokluk olması ve mevcut olmasının bir var ediciye (mûcide) muhtaç olmasıdır Bilindiği üzere İslâm kelâmına göre, temelde iki tür varlık vardır Bunlar; vâcib ve mümkün olan varlıklardır Bir de hüküm itibâriyle yokluğu zâtının gereği olan mümteni' varlık vardır ki, bu varlığın özelliği var olmamaktır Bu iki tür varlıktan vâcib varlık, varlığı zâtının gereği olan, var oluşumda bir başkasına muhtaç olmayan, özelliği var olmak olan varlıktır ki, buna kadîm (öncesiz) varlık denir Mümkün varlık ise, ne varlığı ne de yokluğu kendinden olmayan, kendine nisbetle varlığı da yokluğu da birbirine eşit olan varlıktır İşte hâdis tabiri ancak bu tür, yani mümkün varlık için sözkonusudur Kadîm varlık için bir var edici sözkonusu değildir; zâtı (özü) varlığını gerektirir Buradan hareketle kelâm ilminde fazlaca kullanılan hudûs delilinde âlemin mümkün varlık olması dolayısıyla hâdis olduğu kabul edilerek, buradan, Allah'ın varlığının isbâtına gidilmektedir Bu delili ilk defa kullanan, Ca'd b Dirhem (ö 118/736)'dir Ancak İslâm aleminde sistemli bir şekilde ilk olarak bu delilden bahseden el-Kindî (ö 252/866) olmuştur Bu delil şöyle ifade edilir: Âlem hâdistir (sonradan meydana gelmiştir) Her hâdisin de bir muhdisi (meydana getiricisi) vardır O halde, âlemin de bir muhdisi vardır; o da Allah'tır Bizim için burada sözkonusu edilen "hâdis" meselesini, yani birinci öncülü ele alırsak, bunu kelâm âlimleri şöyle açıklamışlardır: Âlem cevherlerden, cisimlerden ve arazlardan meydana gelir Cevherler ârazlardan hâli değildir Yani, cisim arazsız olamaz Ârazlar ve sıfatlar ise daima değişmekte, dolayısıyla daima yenilenmektedirler Yenilenen ve değişen şeyin ise ezelî yani kadîm olması mümkün değildir Buna göre; cevher, cisim ve arazlardan meydana gelen âlemin de hâdis olması gerekir; zirâ bunlar hâdistir Âlem hâdis olunca, var olup olmaması da eşit olmuş olur Bu eşitliği var olma yönüne kaydıran bir yaratıcı gerekir ki, o da irade ve kudret sahibi olan yüce Allah'tır İki türlü hâdis vardır Bunlar, yaratılmış olan, yok iken sonradan var olan, öncesi zaman itibariyle yokluk olan zamanî hudûs ile, varlığı kendinden olmayan, var olmak için başkasına muhtaç olan zâtî hudûs'tur Zâtî hudûs, zamanî hudûstan daha umûmîdir Her ikisinin zıddı da, her iki şekliyle zamanî ve zâtî kıdemdir (Curcânî, Ta'rîfât, Beyrut,1983, s 81-82) Fahreddin er-Râzî, cisimlerin hâdis olması konusunda ihtilâfın söz konusu olduğunu, ancak bu hususta mümkün olan görüşlerin şu dört ihtimali aşmadığını söyler: a) Özü (zâtı) ve sıfatları hâdis olur: Bu görüş müslümanların, hristiyanların, yahudilerin ve mecûsîlerin görüşüdür b) Özü ve sıfatları kadîm olur: Aristo, Thophrastus, Samistiyos, Proclus ve Farâbi ile İbn Sinâ gibi filozofların görüşüdür c) Özü kadîm, sıfatları hâdis olur: Bu görüş de, Aristo'dan önce yaşamış olan Tales, Phisagor ve Sokrat gibi filozofların görüşüdür d) Özü hâdis, sıfatları kadîm olur: Bu görüş kâinatın sıfatlarının kadîm, özünün hâdis olması demektir ki, bunu hiçbir âlim iddia edemez (Fahreddin er-Râzî, el-Muhassa, Kelâma Giriş çev Hüseyin Atay, Ankara 1978, s109-113) Yukarıda işaret edilen cevher ve cisimlerin hudûsundan âlemin hudûsuna ve dolayısıyla da Allah'ın varlığına ulaşmanın Hz İbrâhim'in metodu olduğu söylenir Zirâ, Hz İbrâhim Kur'ân-ı Kerîm'de geçtiği üzere yer ve gökte hüküm süren ilâhî kudretin tecellîsini görmek ve sağlam bir kanâate varmak için yıldızlardan başlayarak, sonra ayın ve daha sonra da güneşin doğup batmasını yani önce görünüp sonra yok olmasını dikkate alarak, "Ben sönen, batanları sevmem" demiştir (el-En'âm, 6/75-79) Hz İbrahim'i bu sonuca ulaştıran şey, değişikliğe uğrayan cisimlerin hâdis oluşu ve O'nun anlayışındaki ilâhî tecellînin ise, doğup batmayan, kaybolmayan yani hâdis olmayan; kısacası, dâim ve kadîm olan bir varlık olmasıdır İşte o da Yüce Allah'tır Abdurrahim GÜZEL |
İslam Ansiklöpedisi (H) |
11-04-2012 | #3 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Ansiklöpedisi (H)Hakku'l-irtifak Gayr-i menkullerdeki yararlanma hakkı İrtifak; bir şeyden yararlanmak demektir İslâm hukuku terimi olarak irtifak hakkı; bir gayr-i menkul lehine, başkasına ait gayri menkul üzerinde kurulmuş bir yararlanma hakkıdır İslâm hukukuna göre mülkiyet tam ve eksik olmak üzere ikiye ayrılır Bir şeyin hem kendisi ve hem de yararlanma hakkı üzerinde sabit olan mülk, tam mülktür Böyle bir mülke sahip olan kimse, bu mülkle ilgili bütün meşrû haklardan yararlanabilir; satış, hibe, miras ve vasiyet gibi hükümler cereyan eder Bu hak, mal var olduğu sürece var olur, kendiliğinden düşmez Sahibi onu telef etse, tazmin etmesi gerekmez Çünkü mülk sahibi olma ve tazmin bir kişide toplanmaz Ancak malı gereksiz olarak telef etmek haram olduğu için bu kimse dinî bakımdan sorumlu tutulur Ehliyetsizlik varsa, mahkemece kısıtlanması da mümkündür Eksik mülk ise, bir şeyin yalnız kendisi veya yalnız menfaat hakkı üzerinde mülkiyet hakkına sahip olmaktadır Bir mal üzerindeki yararlanma (menfaat) mülkiyetine "intifa hakkı" denir İntifa hakkı ya şahsa bağlı olur veya bir mala bağlı bulunur İşte mala bağlı olan intifa hakkı, "irtifak hakkı" adını alır Bu, yalnız gayr-i menkullerde sözkonusu olur Bu duruma göre eksik mülk üçe ayrılır: a) Mal üzerinde yalnız kuru mülkiyet hakkı: Burada malın mülkiyeti birisine, yararlanma hakkı başkasına ait olur Bir kimsenin, ömür boyunca veya beş yıl süreyle başka birisinin kendi evinde oturmasını veya arazisini ekip-biçmesini vasiyyet etmesi gibi Burada, vasiyyet eden ölüp, lehine vasiyyet edilen vasiyyeti kabul edince, evin kuru mülkiyeti miras yoluyla vârislere geçerken, lehine vasiyyet yapılan da ömür boyu veya belirlenen süre kadar intifa (evde oturma) hakkına sahip olur b) İntifa hakkı: Bu hakkın sebepleri beş tanedir İâre, icâre, vakıf, vasiyyet ve ibâha İâre; yararlanılması bir bedel karşılığında olmaksızın, rucü'u kabil olmak üzere başkasına temlik olunan maldır İcâre; cins ve miktarı belli bir menfaati, muayyen bir bedel karşılığında satmak yani kira akdi yapmaktır Vakıf; bir malın kendisini herhangi bir kimseye temlikten alıkoymak ve lehine vakıf yapılana intifa hakkı sağlamaktır Vakıf, vakfedilene yararlanmanın temlikini ifade eder Bir şeyden yararlanmayı vasiyyet, yalnız intifa hakkı verir İbâha ise; bir şeyin tüketimi veya kullanımı için izin vermektir Gıda maddesi veya meyveleri yemeğe izin vermek gibi İzin, umûma âit yollardan geçiş; genel veya otomobile binmek gibi belirli şahsın malını kullanmaya yönelik özel olabilir c) İrtifak hakkı: Bu, bir gayr-i menkul üzerinde, başkasına âit diğer bir gayr-ı menkul lehine tesis edilen eksik aynî bir haktır İki gayr-i menkul mevcut olduğu sürece, mâliklerine bakılmaksızın irtifak hakkı devam eder Su alma, geçit, kat çıkma, kanal veya kanalizasyon geçirme hakkı gibi Hanefilere göre, irtifak hakları bir mal sayılmaz Bunlar, sahibine sadece yararlanma hakkı veren mâlî haklardan ibarettir Bunun hukukî bir sonucu olarak irtifak hakları, bağlı olduğu gayr-i menkulden ayrı olarak satılamaz, hibe veya tasadduk edilemez Çünkü mücerred haklar temlîke elverişli değildir Ancak mâlî bir hak olduğu için ayıp muhayyerliği gibi, irtifak hakları da mirasla intikal eder Ayrıca gayr-i menkulden yararlanmayı (irtifak hakkını) vasiyyet de geçerlidir Diğer yandan, irtifak hakları istisna edilerek gayr-i menkulün satışı geçerlidir Satım akdinde açık bir ifade veya irtifak hakkına delâlet eden durumlar olmadıkça, bir gayr-i menkulün satımına, şirb (su alma) hakkı gibi irtifak hakkı girmez "Bu gayr-i menkulü bütün haklarıyla, az veya çok bütün kapsamıyla sattım" ifadesine, irtifak hakları dahil olur (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', VI, 189-190; İbnü'l-Hümâm, Tekmiletü Fethi'l-Kadîr, VIII, 144; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletühu, IV, 56 vd, V, 588-591; Ali Şafak, İslâm Arazi Hukuku, İstanbul 1977, s 314, 315; Fahri Demir, İslâm Hukukunda Mülkiyet ve Servet Dağılımı, İstanbul 1981, s 46-47, 99-120) İrtifak haklarının genel özelliklerini iki maddede toplayabiliriz: 1) İrtifak hakkının "zarar ve zarara karşılık zarar verme yoktur" prensibine göre, başkasına zarar verici nitelikte kullanılmaması gerekir Geçit hakkını kullanırken, başkasının gayr-i menkulüne zarar vermeme gibi 2) İrtifak haklarının genel veya özel mülk gayr-i menkullerde sözkonusu olması gerekir Dicle, Fırat ve Nil Nehri gibi akarsular umûma âit yollar, bir şahsa âit olmayan kanal ve köprüler üzerindeki irtifak hakları Hanefiler dışındaki fakihlere göre, hiçbir kimseden izin almaksızın kullanılabilir Şahıs veya şahıslara âit özel gayr-i menkullerde ise irtifak hakları, ancak mâlikin izni ile sâbit olur İrtifak ve intifa hakkı arasındaki farklar: Her iki hak da şahsa değil mala (ayna) bağlı haklardır Aralarında şu fark vardır: a)İrtifak hakkı yalnız gayr-i menkule bağlı olarak söz konusu olur Bir araziden diğerine geçit hakkı, ikinci arazi için sâbit olan bir haktır İkinci araziye sahip olan herkes bu haktan yararlanabilir İrtifa hakkı ise, sadece yararlanan şahsa âit bir haktır Bu kimse ölünce, hakkı da sona erer Akit, icâre ve iâre gibi diriler arasında olsun, vasiyyet ve vakıf gibi ölü ve diri arasında vukûbulsun hüküm değişmez b) İrtifak hakkı süreklidir, bir süre ile sona ermez; Mezheplerin ittifâkına göre, mirasla geçer İntifa hakkı ise, süre ile sınırlı olur Meselâ, lehine bir araziden yararlanma vasiyyet edilen kimse ölünce intifa hakkı sona erer c) İrtifak hakkı, sürekli olarak gayri menkul üzerinde sâbit olur Bu yüzden, gayr-i menkulün kıymeti, kendisinde böyle bir hak bulunmayan gayr-i menkullere göre azalır İntifa hakkı ise menkul veya gayr-i menkul üzerinde belli bir şahsa âit hak olarak bulunur Âriyet verilen arazi veya kitap gibi Hanefilere göre en önemli irtifak hakları altı tanedir Su alma (şirb), geçiş hakkı (murûr), su yolu (mecrâ), kanalizasyon (mesîl), kat çıkma (taalli) ve bitişik komşu olmaktan doğan haklar (civâr) Bunlardan başka irtifak hakkı tesisi câiz olmaz Çünkü prensip olarak mülkiyet hakkının mutlak olması ve sınırlandırılmaması gerekir Bu hakların varlığı ise istisnâdır 1) Su alma hakkı (hakku'ş-şirb): Ekin ve hayvan sulamak için su alma ve su nöbeti hakkı demektir İnsan ve hayvanların su içmesi de buna dâhil olup, şefeh (hakku'ş-şefeh) adı verilir Sular bu hak bakımından dörde ayrılır a) Özel kaplara konulmuş sular Desti, bidon, su deposu ve benzeri özel kaplara doldurulan sular, sahibinin imi olmadıkça kimse yararlanamaz Sahibi bunlar üzerinde satış, hibe vb dilediği tasarrufu yapabilir Hz Peygamber, özel olarak taşınan sudan başka suyun satılmasını yasaklamıştır (İbn Sellâm, el-Emvâl, s 302) b) Kaynak, kuyu ve sarnıç suları: Bu, bir kimsenin kendisi için çıkardığı su olup, temelde mübâhtır Sahibinin bu suda özel bir hakkı vardır Mübah bir araziden çıksın veya mülk edinilmiş araziden elde edilmiş bulunsun müsavidir Hadiste; "Însanlar üç şeyde ortaktırlar su, ateş, ot" buyurulmuştur (Zeylaî, Nasbu'r-Râye, IV, 294) Bu hadis, içmek veya evde kullanmak üzere su alımına izin verir Suyun sahibi engellerse, gerekirse silah kullanarak sudan yararlanma hakkı vardır Hz Ömer'in uygulaması böyledir (Ebû Yûsuf, Kitâbu'l-Harâc, s 97) c) Şahsa âit özel kanal ve akarsular: Bir önceki sularda olduğu gibi, bunlarda da herkesin yahut kendisi ve hayvanları için (şefeh) su alma hakkı vardır Ekim ve ağaç sulama için sahibinin izni gerekir d) Umûmî nehirlerin suları: Bunlar bir kimseye âit olmayan umûmî yatakta akan sulardır Topluma aittir Dicle, Fırat gibi Bunlarda hiçbir kimsenin mülk hakkı yoktur Her isteyen kendisi, hayvanları, ekin veya ağaçları için bu sulardan yararlanabilir Ancak yararlanma başkalarına zarar verirse, her müslüman için bunu engelleme veya sınırlama hakkı doğar 2) Geçiş hakkı (hakku'l-mürûr): Bir kimsenin kendi mülküne ulaşabilmek için, başkasının mülkü üzerinden geçme hakkı vardır Geçiş hakkının esası şudur: Bir kimse ölü bir araziyi ihyâ etse, daha sonra bu arazinin dört yanını başkaları ihyâ etse, ilk ihyâ edenin mülkü ortada kalacağından, arazisine gidip-gelmek için başkasının mülkünden geçmek zorundadır (İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, V, 303) 3) Su geçirme hakkı (hakku'l-mecrâ) Tarım ürünlerini sulamak için başkasının arazisi üzerinden kanal açarak veya boru döşeyerek su geçirme hakkı vardır Bu kanal bazan komşu arazi sahiplerince ortaklaşa veya devlet tarafından yaptırılabilir Bir arazi sahibi, komşu arazi sahiplerinin su geçirmesini engelleyemez Bu konu ile ilgili olarak Hz Ömer'in uygulaması delil gösterilir Dahhâk b Halîfe, el-Ureyz mevkiinden bir pınar çıkarır, bu suyu Muhammed b Mesleme'nin arazisinden geçirmek ister Muhammed b Mesleme engel almak isteyince, Dahhâk; bunun kendisine pek zararı olmayacağını üstelik aynı kanaldan sulama için Onun yararlanabileceğini belirtmesine rağmen, diğeri razı olmaz Halife Ömer tarafları dinledikten sonra, Muhammed b Mesleme'ye kendisi için de yararlı olacak bu su yoluna niçin izin vermediğini sorar Muhammed, yeminle izin vermeyeceğini söyleyince, Hz Ömer; "Yemin ederim ki, karnını üzerinden de olsa o suyu oradan geçiririm" der ve kanalın açılmasını emreder (Mâlik b Enes, Muvatta', II, 218; Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, VII, 405; Ali Şafak, age, s 315, 316) 4) Kanalizasyon geçirme hakkı (hakku'l mesîl): Ev, fabrika veya araziden ihtiyaç fazlası suları, kirli ve pis kulan veya sıvı anıkları açık kanal veya altyapı tesisleriyle başkasının mülkünden geçirme hakkı vardır Su geçirme hakkı ile kanalizasyon geçirme hakkı arasında şu fark vardır Birincisi ev veya arazi için içme, kullanma veya sulamaya elverişli suyu geçirme, ikincisi ise, kullanılmış su, sıvı anık ve benzerlerinin, başkasının mülkü üzerinden veya altyapı tesislerinden geçirerek dışarı akıtma hakkıdır Altyapı tesislerinin masrafı, kendi mülkünde olsun, başkasının mülkünde olsun, bunlardan yararlanan kimse veya kimselere âittir Bunlar umûma âit yerlerde olursa, tesis ve tamir masrafları devlete aittir (ez-Zühaylî, age, V, 606, 607) 5) Kat çıkma hakkı (hakku't-taallı): Bir kimse, mülkünün alt ve üstünden, başkalarına açık zarar vermemek şartıyla dilediği şekilde yararlanabilir Kendi dairesinin üstüne başka daireler inşa ederek başkasına satabilir Yeni mâlikler için, kat irtifakı hakkı doğar Bu, kat çıkma hakkına sahip olana âit sürekli, sâbit bir haktır Binanın veya alt katın yıkılmasıyla kat çıkma hakkı sona ermez Mirasla geçer Mâlikîlere göre, iki kat arasındaki beton, alt kata âit olup, yıkılırsa bunu tamir etmek onun görevidir Üst kat mâlikinin bunun üzerinde oturma hakkı vardır Hanefilerde de durum böyledir Şâfiîlere gör ise, iki kat arasındaki beton, iki mülk arasındaki duvar gibi ortaktır Çünkü bunlarda yararlanma ortaktır Üst kat sahibi, çatıdan örfe göre yararlanabilir Hanefîlere göre, kat çıkma hakkı bir mal sayılmadığı için, bağımsız olarak satılamaz Bir kimsenin kendi mülkünde, irtifak hakkı sahibinin rızası olmadıkça tasarrufta bulunması sakıncalıdır Çünkü o, başkasına âit muhterem bir hakkın bağlı bulunduğu bir konuda tasarruf etmiş olur Buna göre, alt kat mâliki, kendi katında, üst kat mâlikinin rızası olmadıkça pencere açma, duvar kaldırma gibi değişiklikler yapamaz Üst kat mâliki de, alt katı zayıflatacak ilâveler yapamaz Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre ise, irtifak hakkı sahibinin tasarrufları prensip olarak mübahtır Çünkü o, kendi mülkünde tasarrufta bulunmuş olur Ancak bu tasarruflar başkasına zarar verecekse engel olunabilir Hanefilerde fetvâya esas olan görüş bu olup, istihsana dayanır (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi, VI, 264 vd; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, V, 502 vd; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, IV, 375-377; ez-Zühaylî, age, V, 608-610) 6) Bitişik yan komşu olmaktan doğan irtifak hakkı (hakku'l-civâr): Bitişik yan komşulardan her biri, diğerinin gayr-i menkulü üzerinde bazı irtifak haklarına sahiptir Komşusuna açık bir zarar vermeksizin bunu kullanabilir Hadiste; "Komşusunun Şerrinden emin olmadığı kimse cennete giremez" buyrulur (Müslim) Komşu kendi mülkünde, pencere açma, duvarları yıkma, kuyu kazma, ev veya ticarethane yapma gibi dilediği tasarruflarda bulunabilir Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed istihsan deliline dayanarak şu görüşü benimserler: Gayr-i menkul mâlikinin kullanım ve tasarrufu, yan komşularına açık zarar vermemekle sınırlanır Delil şu hadistir: "Zarar ve zarara karşılık zarar yoktur" (el-münavî, Feyzu'l-Kadir, VI, 431), es-Serâhsî, el-Mebsût, XV, 21; el-Kâsânî, age, VI, 264 vd; İbnü'l-Hümâm, age, V, 506; Şafî, el-Ûmm, III, 222 vd; Emîriyye) Hamdi DÖNDÜREN HAKKU'L-MECRÂ Su geçirme hakkı Sulanacak akarı, suyun geçtiği yerden uzak olan kimsenin, komşu akarlardan kendi akarına kadar suyu geçirme ve akıtma hakkı Tarım ürünlerini sulamak için başkasının arazisi üzerinden kanal açarak, boru veya künk döşeyerek sulama suyunun geçirilmesi irtifak haklarından birisidir Hz Peygamber (sas) "insanlar üç şeyde ortaktırlar; su, ateş, ot" buyurmuştur (Zeylaî, Nasbu'r-Râye, IV, 294) Suyun sahibi veya suyun geçirileceği arazinin sahibi suyun kullanılmasını engellerse, gerekirse silah kullanarak sudan yararlanılır Hz Ömer (ra)'in uygulaması böyledir (Ebû Yûsuf, Kitâbü'l-Harac, s 97; Mevsılî, İhtiyâr, III, 71), Eğer suyu geçirecek şahsın kendi arazisi ile su arasında kalan arazide hakkı varsa ortaklık hakkına dayanarak suyu geçirebilir Şayet bir ortaklığı yok ise irtifak hakkı ile suyu araziden geçirir, arazi sahibi veya komşu arazi sahipleri bunu engelleyemez Dahhâk b Halîfe, el-Ureyz mevkiinden bir kaynak suyu çıkartır Suyunu Muhammed b Mesleme'nin arazisinden geçirerek kendi arazisini sulamak ister: Muhammad b Mesleme izin vermeyince Hz Ömer (ra)'a başvururlar Hz Ömer Muhammed b Mesleme'ye kendisi için de yararlı olacak olan bu suyun kullanılmasına niçin izin vermediğini sorar Muhammed b Mesleme yemin ederek bu suyun geçmesine izin vermeyeceğini söyleyince; Ömer şöyle der: "Yemin ederim ki, karnının üzerinden geçmesi gerekse bile o suyu oradan geçiririm" (Mâlik b Enes, Muvatta', II, 218) Suyun geçtiği yol (mecrâ) birkaç kişi arasında ortak ise bunlardan birisi, diğerlerinin sulamasını engelleyecek şekilde suyu kapatamaz Ancak nöbetleşe su kullanılsa kendi nöbetinde suyun mecrâsını tamamen tarlasına çevirebilir Ortak mecrâ hakkında, ortaklardan birisinin arazisini sulaması için mecranın önünü kapatıp su biriktirmesi gerekiyor ise ihtiyacım görecek, diğerlerine zarar vermeyecek şekilde suyun önünü kapatabilir Bütün irtifak haklarının kullanımında olduğu gibi burada da şart, suyun üzerinden geçtiği hâdım akara önemli zarar vermemektir (Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku" III, 128) Mecrâların bakım ve temizliğini devlet veya hususî şahıslar üstelenecektir Bu cihetten mecrâlar üçe ayrılır: a) Bakım ve temizlik masrafı devlete âit olan mecrâlar; Fırat, Dicle gibi büyük nehirler b) Masrafı hususî şahıslara âit olup bakımı ihmal edildiğinde devletin zorlama hakkı olan mecrâlar Belirli beldedeki insanların istifade ettiği akarsu ve ırmak kolları Bunların ıslahı, temizlenmesi faydalanan kimselere âittir c) Masrafı hususî şahıslara âit olup ihmal edilme durumunda cebir bahis mevzûu olmayan mecrâlar Nehr-i hass denilen hususi akarsular Bu sular on kişiye, kırk kişiye veya bir köye âit sular diye tarif edilir Ancak hangi suyun hususî akarsu sayılebileceği hâkimin kararına bağlıdır (Ali Haydar, Duraru'l-hukkâm fi Şerh-i Meceletti'l-Ahkâm, III, 499, 1224 maddenin şerhi) İA HAKKU'L-MESÎL Başkasına âit arsa, bahçe veya araziden, kullanılmış veya ihtiyaç fazlâsı suyun geçeceği kanal veya kanalizasyon geçirme hakkı Bir kimsenin ev, bahçe veya arazisindeki ihtiyaç fazlası saçak, tuvalet ve benzeri yerlerin temiz veya pis sularını, ev veya fabrikasının sıvı artıklarını kendi mülkü dışına akıtma hakkı vardır Bu sıvıların en kolay geçebileceği komşu gayr-i menkul sahipleri buna katlanmak zorundadır Artık sulan geçirme, ya toprak zeminine açılacak kanalla, ya dâ toprak altına döşenecek boru, kanalizasyon gibi altyapı tesisleriyle olur Bu, bir gayr-i menkul lehine, diğer gayr-i menkul aleyhine bir irtifak hakkıdır Su geçirme hakkı (hakku'l-mecrâ) ile bunun arasındaki fark şudur: Birincisi, içme, kullanma veya araziyi sulamaya elverişli suyu bir boru veya kanalla başkasının gayri menkulûnden geçirmeyi; mesîl hakkı ise kullanılmış suları ve pis sıvı artıkları, başkasının mülkünden geçirip dışarı akıtmayı ifade eder Kanalizasyon, bazan yararlanana âit özel mülk olur, bazan içinden geçtiği komşu arazi sahibine âit bulunur, bazan da umuma âit olabilir Kanalizasyon geçirme hakkı sâbit olunca, açık bir zarar söz konusu bulunmadıkça komşu gayr-i menkul sahibi bunu engelleyemez Bu hak, gayr-i menkulün tarım arazisi iken, ev veya fabrika arazisine dönüşmesi gibi yollarla niteliği değişse bile devam ederMesîl hakkı eskiden beri geliyorsa, umûmî veya husûsî maslahata zarar vermedikçe eski hâli üzere kalır Başkasına zarar veriyorsa bu zarar kaldırılır Zararın eskiden beri gelmesi sonucu etkilemez Çünkü zarar kadîm olmaz Kanalizasyonun tamir masrafları, yararlananın mülkü olsun veya üçüncü bir şahsın mülkü bulunsun yararlanana âittir Ancak, umûma âit yerlerdeki kanalizasyonların onarım masrafları devlete âittir (ez-Zühaylî, 'el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletühu, IV, 65, V, 606, 607; Fahri Demir, İslâm Hukukunda Mülkiyet ve Servet Dağılım, 1981, s 46, 47) Mecelle de mesîl hakkı şöyle düzenlenmiştir:: "Birinin arsasından, diğer kimsenin kanal veya su yolu normal olarak akarken, arsa sahibi bundan sonra akıtmam diye alıkoyamaz Bunlar onarıma muhtaç olduğunda mümkünse sahibi kanala girerek bunları onarır Fakat o arsaya girmedikçe onarımları mümkün olmadığı taktirde, sahibi arsasına girmeye izin vermezse, hâkim tarafından kendisine; ya arsana girmek üzere izin ver veya kendin onar, diye mecbur edilir" (madde, 1228) "Bir evde, normal olarak akan bir pis su borusu dolup yahut yarılıp da ev sahibine fâhiş zararı olsa pis su borusunun sahibi bu zararı ödemeye zorlanır" (madde, 1233, bkz madde, 1229-1232) Hamdi DÖNDÜREN HAKKU'L-MÜRÛR Geçiş hakkı Mürûr, merre fiilinin mastarı olup, geçmek, gitmek ve uğramak demektir Mürûr hakkı, bir kimsenin kendi ev, arsa, bahçe ve arazi gibi gayr-i menkulüne ulaşabilmek için, başkasına âit bir gayri menkuldeki yoldan geçiş hakkını ifade eder Bu yol, ya umûmî, ya da kendisine veya üçüncü şahsa âit özel bir yol olabilir Geçiş hakkı, irtifak haklarından olup, bir gayr-i menkul lehine başkasına âit bir gayr-i menkul üzerinde kurulmuş bir yararlanma hakkıdır (bk Hakku'l-İrtifâk)" Geçiş hakkının esası İslâm hukukçularınca şöyle açıklanır: Bir kimse ölü (mevât) bir araziyi ihyâ etse, daha sonra başkaları bu arazinin dört yanını ihyâ ettiği için, geçiş yolu kalmasa, en son ihyâ edilen arazinin geçiş hakkı tanıması kesinleşir Çünkü ortada kalan arazinin giriş-çıkış yolunu en son kapatan bu arazidir (İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, V, 303; Fahri Demir, İslâm Hukukunda Mülkiyet ve Servet Dağılımı, İstanbul 1981, s 46) Geçiş hakkı, yolun umûmî veya husûsî oluşuna göre bazı özellikler arzeder a) Umûmî yollar: Herkesin bu yollardan yararlanma hakkı vardır Bu, geçiş olabileceği gibi, yola karşı pencere veya çıkmaz aralık açma, balkon ve benzeri çıkıntılar yapma şeklinde de olabilir Ayrıca yolun kenarına otomobil, traktör vb araçlar konulabilir Yararlanma iki durumda sınırlanabilir: Birincisi, başkalarına zarar vermek Çünkü hadiste, "zarar ve zarara karşılık zarar vermek yoktur" buyurulur İkincisi de yetkili makamların iznidir Yoldan geçenler veya yararlananlar, geçişi engellemek gibi başkalarına zarar verirlerse men olunurlar Yoldan yararlananın fiilinde bir zarar yoksa, Ebû Hanife'ye göre hâkimin izniyle intifa câiz olur Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre ise izin şart değildir Şâfiîlere göre de bu durumda yetkililerden izin şartı aranmaz Çünkü hadiste; "Mübah bir şeyi başkalarından önce kullanan kimse, onda daha fazla hak sahibidir" (Ebu Dâvûd, İmâre 36) buyurulur Şâfiî'ye göre, yol kenarlarına yoldan geçenlere zarar verecek şeyler yapılamaz Çünkü hak bütün müslümanlara âittir Mâlikîler umûmî yola tecavüz eden yapı, eklenti vb şeylerin engellenmesi gerektiğini söylerler (İbnü'l-Hümâm, Tekmiletü Fethi'l-Kadîr, VIII, 330 vd; Zeylaî, Tebyînü'l-Hakâik, el-Emîriyye, VI, 142 vd; İbn Âbidîn, age, V, 3I9 vb) b) Husûsî yollar: Başkasının arsa, bahçe veya arazisinden geçirilen özel yoldan, yalnız, geçiş hakkı sahibi, onun aile fertleri veya ortakları yararlanabilir Bunlardan başkası, özel yola doğru, izinsiz olarak kapı veya pencere açamaz Umûmî yolda trafik çok sıkıştığı zaman, herkesin husûsî yollardan da yararlanma hakkı doğar Hak sahipleri, toplumun bu hakkına saygı göstererek, husûsî yolu kapatma veya kaldırma cihetine gidemezler Geçiş hakkı sahiplerinden hiçbirisi, diğer hak sahiplerinin izni olmadıkça, özel yol tarafına; oda, balkon, oluk vb şeyler yapmak gibi, örfe uygun kullanım dışı irtifak hakkı kuramaz (İbnü'l-Hümâm, age, VIII, 330 vd; Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuhu, V, 607, 608; Mecelle, madde, 1224-1227) Hamdi DÖNDÜREN HAKKU'L-YAKÎN Hakta (gerçek) ilim, müşahade ve hal ile fani olma Yalnızca ilim ile değil, görerek ve hali yaşayarak gerçeği bilme ve bu durumu devam ettirme Bilgi edinme merhalelerinin son ve kâmil şekli "hakkü'l-yakîn" bilmedir Bir yoruma göre İlmü'l-yakîn; Şerîat'ın zâhiri; aynü'l-yakîn, ihlâs; hakku'l-yakîn, Şerîatın ahkâmını ihlâs ile tatbik ederek yaşama, hakikatine nüfuz etmedir Aklı yerinde her insanın ölümün varlığını bilmesi ilmü'l-yakîndir Ölüm meleği geldiğinde ölüm ile karşılaşması ise aynu'l-yakîndir Ölüm meydana gelip ölüm tadıldığında ise hakku'l-yakîn gerçekleşmiş olur (Seyyîd Şerif Cürcânî, et-Ta'rifât, s 90) Hak, sahih, sabit, şüphesiz ve doğru olan şey anlamındadır Bu anlamda Kur'ân'da "Günahkârlar istemese de, Allah'ın hakkı gerçekleştirmesi ve bâtılı ortadan kaldırması için ' (el-Enfâl, 8/8) kullanılmıştır Hak ve aynı kökten türeyen kelimeler Kur'ân'da ikiyüz ****en beş yerde geçmektedir Yakîn luğatte; şeksiz şüphesiz ilim anlamındadır Mesela "yahane'l-mau fi'l havd" su havuza yerleşti denilir Yakîn şekkin zıddıdır Felsefede doğruluğuna inanılan ve itirazsız kabul edilen hükme yakîn denir (Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, I, 201) Bu anlamıyla yakîn Kur'ân'da şöyle geçmektedir; "Gelmesi muhakkak olan yokîn (ölüm) sana gelinceye kadar Rabbine kulluk et" (el-Hicr,15/99) Ölüm kesin ve şüphesiz bir hakikat olduğu için bu âyette "yakîn" kelimesi ile mecâzî olarak ifade edilmiştir Hukukî bir terim olarak ta "yakîn" kesin bilgi, kesin,hüküm anlamını ifade eder Mecelle'de bu şöyle formüle edilmiştir" el yakînu lâ yezâlu bi şekki"yani; "kesin ilim şüphe ve tereddüt ile ortadan kalkmaz" Yakîn, istılahî anlamıyla şöyle tarif olunur; Bir şeyin kesinlikle bulunduğu şeklinde olduğuna, başka bir şekilde olmasının mümkün olmadığına; gerçeğe uygun olup, değişime uğramayacağına inanmak Tarifteki "bir şeyin bulunduğu şeklin doğru ve değişmez olduğuna inanmak" ifadesi, zanna dayanan bilgiyi tarifin dışında bırakır "Gerçeğe uygun olduğunu bilme", cehaleti, "bu gerçeğe uygunluğunun değişmeyeceğini bilme de'' hataen doğruyu bilme hâlini tarifin dışında bırakır Bu teknik tarifin dışında yakîni bilgi ve yakînî imanın, müslüman düşünür ve ilim adamlarını yakından ilgilendiren bir konu olduğu için, çeşitli tarifleri yapılmıştır Yakîn, hakikatleri delil ve burhan ile değil, iman kuvveti ile bilmedir gayb âlemini kalp temizliği ile müşâhede etmektir; fikir birikimi ile derin bilgileri mülahâza etmektir kalbin bir şeyin hakikatine olan itminan halidir Şek ve şüphenin giderilmesi ile gaybın doğruluğunun hakikatine ermektir Gayb ile ilmi konularda, şüphenin kaldırılması yakîndir Şekten sonraki derecede meydana gelen ilme yakîn denildiği de ifade edildiğinde variddir (Seyyid Şerif Cürcânî, et-Ta'rifât, s 259) Yakîn, elde edilmesi açısından üç mertebeye ayrılır: a) İlmu'l-yakîn: Bir şeyi görmeden, tecrübe ve deney sahasına intikal ettirmeden yalnız ilim yoluyla tereddütsüz bilmektir Dumansız açık bir havada, dağın arkasında yükselmekte olan dumanı görüp ateşin yanmakta olduğunu bilmek, yâni dumandan ateşin varlığına intikal etme Kesin ilim ifade eden âyet ve mütevâtir hadislerden intikal ile gayb âlemindeki varlıklara (Cennet, Cehennem, Melekler) olan bilgimiz ilmu'l-yakîn bilgidir b) Aynu'l-yakîn; Görerek elde edilen kesin ilim Ateşin yanına gidip engelsiz olarak bizzat görerek hakkında bilgi edinilmesi gibi c) Hakku'l-yakîn; Yakînin son mertebesidir Misalimizde; bütün duygularımızla ateş hakkında bilgi edinilmesi gibi Hakku'l-yakîn; yakin derecelerinin sonuncusu ve en yükseğidir İlim ve müşâhededen geçip fiilen içinde yaşanan hakikat demektir Bazı ilim sahibleri der ki: "Hakku'l-yakîn kulun Hak'da fâni olması ve yalnız ilmen değil; hem ilmen, hem müşâhade ederek, hem hal ehli olarak bekâ bulmasıdır" (Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, VI, 4726) Allah'ın ilmi hakkında yakîn kelimesi kullanılmaz Yâni; "Allah, bu mesele hakkında yakîn (kesin) ilim sahibidir" denmez İki sebepten dolayı bu ifade yanlış olur: a- Allah'ın isimleri ve sıfatları tevkîfîdir Yani Kur'ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerden öğrenilir Kur'ân ve sünnetde Allah hakkında yakîn kelimesi kullanılmamıştır b- Yakîn kelimesi; şek ve şüphe, şanından olanlar hakkında kullanılır Meselâ: "Şu mes'ele hakkında şüphem vardı, şimdi yakîn yâni kesin ilim hasıl oldu, şüphem ortadan kalktı" denilir Halbuki bu ifâde Allah hakkında kullanılmaz (Hamdi Yazır Hak dini Kur'ân Dili, I, 201) İman konusunda yakîn elde etmek mü'minin en yüce hedefidir Mü'minin iman esaslarına şeksiz ve şüphesiz, kesin bir şekilde iman etmesi gerekir Bu ise taklidî imanla değil, tahkikî imanla olur Tahkikî iman, tefekkür ve zikirle elde edilir Onun için Kur'ân-ı Kerîm'in yüzlerce âyetlerinde zikir ve tefekkür emir ve tavsiye edilir Tefekkürün merkezi dimağ, zikrin merkezi kalbtir Bu iki ana merkez, irtibatlı olarak şer'î mecrâlarında geliştirilmezse, insan-ı kâmil ve yakîn sahibi olma imkânı yoktur Fakat imanî mes'elelerde, hakku'l yakîn mertebesine ulaşmak bu dünyada mümkün değildir Bu, iman ehli bahtiyarlar için ebedî alemde gerçekleşecek yüce bir nimettir Zübeyir TEKKEŞİN Yahya ALKIN HAKKU'Ş-ŞİRB Su içme hakkı Şirb; içilecek su, su hissesi, su sırası, su içme zamanı Bir İslâm hukuku terimi olarak; genel veya özel bir nehirden bir tarlayı, bağ veya bahçeyi yahut hayvanları sulamak için zamanı veya miktarı belirlenmiş su hissesi demektir İnsan, hayvan ve ev ihtiyacı için su kullanma hakkına ise "hakku'ş-şefeh" denir Şefeh dudak demektir Su normal olarak dudaklar yardımıyla içildiği için bu ad verilmiştir Şefeh ve şirb hakkı aynı hükümlere tâbidir Bu haklara göre sular dört kısma ayrılır: 1) Denizler, büyük göl ve nehirler: Nil, Fırat, Dicle gibi Bunlardan herkes, başkalarına zarar vermemek şartıyla kendisi, hayvanları ve arazileri için yararlanma hakkına sahiptir Hadislerde şöyle buyurulmuştur: "Însanlar üç şeyde ortaktırlar Su, ot ve ateş" (Ebû Dâvûd Büyû, 60; İbn Mâce, Ruhûn,16; Ahmed b Hanbel, V, 364) "Zarar ve zarara karşılık zarar yoktur" (el-Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, Beyrut 1972, VI, 431, H No: 9899) 2) Bir şahsa âit kanallar ve özel akarsular: Bunlardan herkes, sadece kendisi ve hayvanları için su alma (şefeh) hakkına sahiptir Su geçirme (mecrâ) sahibinin izni olmadıkça başkasının bunlardan arazi sulama hakkı yoktur 3) Bir kişi veya topluluğa ait mülk edinilmiş sular: Bir köy halkına âit küçük nehir, kaynak veya kuyu suyu gibi Bir kimsenin mülkü içinden geçen büyük akarsulardan kanal, su motoru vb yollarla alınan sular da bu niteliktedir Bunlardan herkesin sadece, kendisi ve hayvanları için yararlanma hakkı (şefeh) vardır Suyun sahibi engel olur ve yakında başka bir su da bulunmazsa, ihtiyaç sahibi onunla, su alıncaya kadar çarpışabilir 4) Desti, bidon, damacana, depo gibi özel kaplara konulmuş sulardan sahibinin izni olmadıkça hiçbir kimse yararlanamaz Ancak susuzluk sebebiyle öleceğinden korkan kimse, bu sudan gerekirse kuvvete başvurarak ihtiyacı kadar alabilir, fakat aldığı suyun kıymetini de öder Çünkü darda kalma, başkasının hakkını ortadan kaldırmaz (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi, V, 146, VI, 188 vd; İbnü'l Hümâm, Tekmiletü Fethi'l-Kadîr, VIII,144,145; İbn Kudâme, el-Muğni, IV, 79, V, 531; eş-Şirâzi, el-Mühezzeb, I, 427 vd; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, V, 311, 312; ez-Zuhaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletühu, IV, 46, 450 vd) Su içme ve sulama hakkı, bağlı olduğu gayri menkulün mülkiyetinin başkasına intikali ile el değiştirir Topraktan ayrı olarak satılıp satılamayacağı İslâm hukukçuları arasında tartışılmıştır Şirb ve şefeh hakkı, irtifak haklarından olduğu için prensip olarak gayr-i menkule bağlanması gerekir (İbn Âbidîn, age, terc A Davudoğlu, İstanbul 1984, X, 375-376) İslâm hukukçuları, mülk edinilmiş olsa bile, suyun meccânen dağıtılmasının müstehab olduğunda görüş birliği etmişlerdir Ancak suyun sahibi, zarûret hâli dışında parasız su dağıtmaya zorlanamaz İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre, kuyu, kaynak ve özel kaplara doldurulmuş su gibi, başkalarına mübah olmayan suları satmak câizdir Bunlardan, sahibi kendisi yararlanır, başkalarını men edebilir Yakında başka bir su varsa, şefeh (içme ve hayvan sulama) hakkı sahibini de kendi mülküne girmekten men edebilir Yakında su yoksa, kuyu sahibine ya su çekmesi veya kuyuyu serbest bırakması bildirilir Delil şu hadistir: Bir yahudinin Rûme adında bir kuyusu vardı, kuyunun suyunu satıyordu Allah Rasûlü şöyle buyurmuştu: "Kim Rûme kuyusunu satın alır ve müslümanların hizmetine sunarsa, ona cennet vardır" (Müslim, Şirb, I; Tirmizî, Menâkıb, 18; eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, V, 146) Peygamberimizin bu sözünden sonra Hz Osman (ra) Rûme kuyusunu yahudiden satın alarak müslümanların hizmetine sundu Hamdi DÖNDÜREN HAKKU'Ş-ŞUF'A Bir şeyi diğer bir şeye ilâve etmek Satın alınan bir mülkü müşteriye, kaça mal oldu ise o miktar ile temellük etme hakkı Satılan bir gayr-i menkulde ortaklık hissesi bulunan veya gayr-i menkule âit yol, sulama kanalı gibi şeylerde hakkı bulunan, ya da gayr-i menkule komşuluğu bulunan şahıs, bu özelliklerinden dolayı o malı almaya diğer insanlardan daha çok hak sahibidir Böylece başkasının almasıyla ileride ortak veya komşu için gelmesi muhtemel zarar önlenmiş olacak veya bu akardan faydalanma hakkı öncelikle ortak veya komşuya tahsis edilmiş olacaktır Bir kimse evini, ortağı veya komşusu olmayan birine satsa, ortak veya komşunun satım bedelini ve diğer masraflarını ödeyerek satın alandan rızası olmasa da geri alma hakkı vardır Buna şuf'a hakkı; satılan gayr-i menkul akara "meşfû"; şuf'a hakkının doğmasına sebep teşkil eden akardaki ortaklık hisseye ve komşu akara "meşfu' bih"; gayr-i menkule âit yol ve sulama kanalı gibi şeylerde ortaklığı bulunan şahsa da "halît" denilir Şuf'a hakkı Hz Peygamber'in aşağıda belirtilen hadisleri ile sâbit olan bir haktır: "Şuf'a, şeriklerden herbirinin öbürlerin arzetmeden satmak hakkına hâiz olmadığı bir tarla, bir arsa, bir ev, bir bahçe üzerindeki ortaklık hakkıdır Kendisine teklif edilen ortak ya alır, ya da almaz bırakır " "Komşu komşuya en haklı şefı'dir " "Bir evin komşusu, o eve şefı' olmakta herkesten daha çok hak sahibidir " "Taksim olunmamış her şeyde Şuf'a vardır Sınırlar konup yollar açılınca artık Şuf'a hakkı olmaz" (Sahihi Buhârî, Tecrid i Sarih tercümesi, VII 11, 20) Fıkıhçıların çoğunluğuna göre şuf'a hakkı olan mal yalnız üzerindeki mallarla birlikte arsa ve arazi olan akardadır Gemi ve benzeri taşınabilir mallarda, vakıf akarında ve emîrî arazide şuf'a hakkı olmaz (Mecelle madde 1017) Zâhirî hukukçulara göre diğer eşyada da bu hak geçerlidir Ebû Hanîfe bölünmez akarda şuf'a hakkının olduğu görüşündedir Bir şahsın şuf'a hakkına sahip olabilmesi için öncelik sırasına göre; a) satılan akarda ortak olması, b) satılan akara mahsus irtifak haklarında (o akara âit yol, su kanalı gibi şeyde) ortak olması, c) satılan akara komşu olması gerekir Hisse sahibi ortağa "şerik" İrtifak hakkı ortağına "halît" Bitişik komşuya da "car-ı mülâsık" denir Akar iki veya daha fazla şahıs arasında ortak olup, içlerinden birisi hissesini satarsa, diğer ortakların satılan akarda hisseleri nisbetinde değil, ortak sayısına göre eşit olarak şuf'a hakları vardır Hanefiler binadaki şuf'a hakkını arsaya bağlı olarak kabul etmişlerdir Binadaki duvara ortak olanlar akarda ortak, üstüste oturan kat mâlikleri ise bitişik komşu sayılmışlardır Akarın irtifak haklarında ortaklık o akara âit hususî sulama (hakkı şirb), hususi yol ve hususi su tahliyesi (hakkı mecrâ, mesîl)'indeki ortaklıktır Satılan akara bütün sınırlarında veya bir kısmında akarı olan bitişik olan bütün komşular eşit olarak şuf'a hakkına sahiptirler Şuf'anın şartlan: a) Şuf'a hakkına konu olan mülkün bir bedel karşılığı başkasına intikal etmesi Miras karşılıksız hibe yoluyla mülkün el değiştirmesi şuf'a hakkını doğurmaz b) Meşfû'un mülk ve gayr-i menkul olması şarttır Gemilerde, taşınabilir mallarda, vakıf akarlarında, devlet arazisinde, emîrî arazilerde ve bunların üzerindeki bina ve ağaçlarda şuf'a hakkı olmaz c) Şuf'a hakkı iddia edilen akar mal satıldığı zaman bitişiğindeki akar, şefî'in gerçek mülkü olmalıdır Bitişik akardaki şahıs kiracı ise şuf'a hakkı iddia edemez d) Şuf'a hakkını gerekli kılan bitişik mülkün de akar olması şarttır Bitişik arazi vakıf malı ya da emîrî arazi olursa şuf'a hakkı iddia edilemez e) Üzerinde şuf'a hakkı iddia edilen akarın (meşfû'un), sahibi tarafından kesin satış ile elinden çıkmış olması lâzımdır Muhayyerlik şartı ile yapılan satışlar şuf'a hakkını gerekli kılmaz f) Meşfu' olan akarın şefî'a âit olması şarttır Şefî', mülkünün bir kısmını sattıktan sonra, komşuluk iddası ile sattığı kısımda şuf'a hakkı iddia edemez g) Şefî'in yapılan satışa razı olmaması gerekir Razı olursa şuf'a hakkı taleb edemez h) Şuf'a hakkı iddia eden şahısta hürriyet, akıl, büluğ, adâlet ve müslüman olma şartı aranmaz ı) Bir akarın ortakları arasında taksim edilmesinden dolayı şuf'a geçerli olmaz Bu taksim nedeniyle bitişik komşu durumuna geçen şahıs şuf'a hakkı iddia edemez Şuf'a hakkını taleb etme, sırasıyla şu üç yolun izlenmesiyle gerçekleşir: 1) Muvâsebe: Şefi' satış akdini duyduğu zaman, "Ben satılan malın şefi'iyim" veya "Şuf'a hakkı olarak o malı isterim" demek 2) Takrir ve ihşad talebi: Şefi' birinci ifadesinden sonra, "Bu akarı falan kimse satın almış, ben ise şu yönden (ortaklık-irtifak hakkındaki ortaklık- komşuluk) o malın şefî'iyim ve şuf'a talebinde bulunmuştum Şimdi de istiyorum, şâhid ol" demek 3) Takrir ve işhad talebinden sonra hâkim huzurunda dâvâ talep etmek Bu sıralamaya göre talep hakkı kullanılmazsa şuf'a hakkı düşer Müşterinin rızası ile teslim etmesi yahut hâkimin hüküm vermesi üzerine şefî' olan kimse satılmış akara satış bedelini ödeyerek sahip olur Malı görme muhayyerliği, maldaki ayıp muhayyerliği şuf'a hakkında da geçerlidir Şuf'a hakkında müslüman ve zimmî eşittir Bu hak vârislere intikal etmez (Ö Nasuhî Bilmen, Hukuku İslâmiyye ve Istılâhat-r Fıkhıyye Kamusu, VI, 12, 131) Bazı tasarruf ve davranışlar şuf'a hakkını düşürebilir Satımdan sonra şefi'in açık bir ifade ile hakkında vazgeçtiğini söylemesi veya dalâlet yoluyla anlaşılan bir irade şuf'a hakkından vazgeçmesi Şefi'in diğer Şefi'ler lehine hakkından vazgeçmesi şuf'a hakkını düşürür Ayrıca Şefi'in malın sadece bir kısmına tâlip olması da onu bu hakkindan mahrum kılar Ancak başka şefi'ler varsa bazı hukukçulara göre sadece kendi payına düşeni almayı istemesi bu hakkını düşürmez Zira şefî' malın bir kısmının başkasına satılmasına rıza göstermesi türünün satışına razı olduğu hükmüne varılır Dolayısıyla bütün hakkını kaybeder Cengiz YAĞCI |
İslam Ansiklöpedisi (H) |
11-04-2012 | #4 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Ansiklöpedisi (H)Hanbelî Mezhebi Ebû Abdillâh Ahmed b Hanbel eş-Şeybânî'ye nisbet edilen mezhebin adı İslâm'da dört büyük fıkıh mezhebin birisi Ahmed b Hanbel 164/780 yılında Bağdad'ta doğdu 241/855'te yine orada vefat etti Büyük babası Hanbel Horasan bölgesinde bulunan Serahs Vilâyeti'nin valisi idi Babası Muhammed b Hanbel de komutanlık görevi üstlenmiş bir askerdi Hanbel ailesi, Ahmed'in doğumuna yakın bir sırada Bağdad'a gelmiş ve orada yerleşmişti Ahmed b Hanbel önce Kur'ân'ı hıfzetmiş, daha sonra arapça, hadis gibi ilimleri, sahâbe ve tabiîlere ait rivâyetleri, Hz Peygamber'in, sahabe ve tabiîlerin hayatlarını incelemekle ilim çalışmalarına başlamıştır Özellikle hadis ilmi için Basra, Kûfe, Mekke, Medîne, Şam, Yemen ve el-Cezîre'yi dolaşmış, uzun bir süre İmam Şâfiî'ye (ö 204/819) talebelik etmiştir Hatta bu yüzden O'nu Şâfiî mezhebinden sayanlar bile olmuştur Böylece O'nun başlıca fıkıh üstadı İmam Şâfiî'dir Şâfiî, O'nun hakkında şöyle demiştir: "Ben Bağdad'tan ayrıldım ve orada Ahmed b Hanbel'den daha âlim ve daha faziletli kimse bırakmadım"(el-Hudarî, Târihu't-Teşrîi'l-İslâmî, terc Haydar Hatipoğlu, s 260, 261) Ahmed b Hanbel, Ebû Hanîfe'nin (ö150/767) öğrencisi ve devrin ünlü baş kadısı Ebû Yûsuf'tan (ö182/798) fıkıh ilmi aldı Rivâyetle dirayeti birleştiren bir yol izledi O, hükmü hadisten çıkarır, bu hükme yeni bir takım meseleleri kıyas ederdi Bu arada Yemen'e giderek, San'a'da Abdurrezzâk b Hemmâm'la (ö 211/826) görüştü Orada iki yıl kadar kalarak O'ndan ez-Zuhrî ve İbnü'l-Müseyyeb yoluyla gelen birçok hadisleri aldı(Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhî Mezhepler Tarihi, Terc Abdulkadir Şener, İstanbul 1976, s 423 vd) Adının ilim, zühd ve takvâ ile birlikte yayılışı toplumu onun ilmine yöneltti Mescid'eki derslerini izleyenlerin sayısının beş bine kadar ulaştığı nakledilir Derslerinde dikkati çeken üç husus şudur a) Onun meclisine ciddiyet, vakar, tevazu ve ruhî huzur hâkimdi Kendisi şaka ve alay etmeyi sevmezdi b) Dersinde, ancâk hadisleri rivayet etmesi istendiği zaman anlatırdı Hadis rivayetinde hafızasına güvenmez, Hz Peygamber'e söylemediği şeyi isnad etmemek için yazılı metne bakarak nakiller yapardı Kendisine sorulmadıkça konuşmazdı c) Verdiği fetvaların yazılıp nakledilmesini menederdi Ona göre yazılması gereken ilim, ancak Kitap ve Sünnet'ten ibaret idi Ahmed b Hanbel'in görüşü bu olmakla birlikte öğrencileri kendisinden ciltler dolusu kitaplar rivayet etmişlerdir(Zehebî, Tercemetü Ahmed b Hanbel, Müsned'in baştarafı, Mektebetü'l-Maarif tab'ı, Mısır, ty); Ebû Zehra, age, s 437) Hâlife Me'mûn'un ortaya attığı Kur'ân'ın mahlûk (sonradan yaratılmış) olduğu fikrini İbn Hanbel kabul etmedi, muhakeme edilerek zindana atıldı Dayak yedi, kendisine işkence yapıldı, fakat yine inancından taviz vermedi (Ahmed b Hanbel'in hal tercemesi için bk el-Hatîbü'l-Bağdâdî, Târihû Bağdâd, Mısır 1394/ 1931, IV, 412-423; Ebû Nuaym, Hılye, Mısır 1352/15, IX,161-233; el-Buhârî, et-Tarihu'l-Kebîr, Haydarâbâd 1360, I, 2, 5; İbn Hallikân, Vefeyâtü'l-Ayân, Kahire 1367/1948, I, 47-49; İbn Ebî Ya'lâ, Tabakâlü'l-Hanâbile, Kahire 1378/1952, I, 4-20: İbnü'l-Cevzî; Menâkıbu'l-İmam Ahmed, Mısır 1349; ez-Zehebî, Tezkiretü'l-Huffâz, Haydarâbâd 1375/1955, I, 431-432; Târihu'l-İslâm, I, 58-131 (Ahmed Muhammed Şâkir'in Müsned neşri mukaddimesi); Ebû Zehra, Ahmed b Hanbel, Kahire 1949; Fuat Sezgin, GAS, I, 502-509) Ahmed b Hanbel'in İctihad Usulü: Dört mezhep imamı içinde usul ve fetvalarını yazmaktan en çok çekinen zât Ahmed b Hanbel'dir O, daha çok hadisleri toplayıp tasnif etmeyi gaye edinmiştir Şâfiî gibi O da senedi sahih olunca başka hiçbir şart ileri sürmeksizin haber-i vâhidle amel eden hadis ehli müctehidlerindendir Ebû Hanîfe ise bu konuda râvinin güvenilir (sika) ve adaletli olması yanında rivayet ettiği şeye aykırı bir amelde bulunmamasını şart koşar Sahabe adı zikredilmeyen "mürsel hadis"i, Ahmed b Hanbel zayıf sayar ve konu ile ilgili başka bir hadis bulunmazsa, yani zarûret karşısında kalırsa bunu delil olarak kabul ederdi (Muhammed Ebû Zehra Usûlü'l-Fıkh, Dâru'l-Fikri'l-Arabî tab'ı, y ve ty, s 108 vd) Böylece O, mürsel ve zayıf hadisleri daha kuvvetli bir delil bulunmazsa kıyasa tercih ederdi Ancak O'nun devrinde henüz hadis için "sahih, hasen, zayıf" şeklinde üçlü taksim yapılmamış, hadisler genellikle sahih ve zayıf kısımlarına aynlmıştır Bu yüzden İbn Hanbel'in kıyasa tercih ettiği hadisler, bâtıl ve münker olmayan "hasen" nevinden hadisler olmalıdır (İbnti'l-Kayyim, İ'lâmil'l-Muvakkıîn, Mısır 1955, I, 29, 30) İbn Hanbel'e göre, aynı konuda aksi bir görüşün bulunduğu bilinmeyen sahabe kavlî "icmâ"' niteliğindedir Eğer sahabe görüşleri arasında ihtilaf varsa, ya bunlardan Kitap veya Sünnete yakın olanı tercih eder veya böyle bir tercih yapmaksızın sadece görüşleri nakletmekle yetinir konu hakkında sahabe görüşü nakledilmemişse, büyük tâbiî'lerin re'ylerini kendi re'yine tercih eder Mesele hakkında âyet, sahih hadis, sahabe kavli, zayıf ve mûrsel eser gibi deliller bulamazsa kıyas yoluna başvurur (İbnü'l kayyim, age, I, 32) " Hanbeliler, hakkında Kitap, Sünnet ve İcmâ'a dayalı bir delil bulunmayan maslahatı (kamu yararı) kıyastan sayarlar Çünkü bunlar Kitap ve Sünnet nass'larının toplamından elde edilen genel maslahatlardır Diğer yandan İbn Hanbel "Siyaset-i şer'iyye" de de maslahadı esas almıştır Siyaset-i şer'iyye, İslâm Devlet başkasının, toplumu islah amacıyla, insanları yararlı işlere teşvik etmek ve zararlı işlerden uzaklaştırmak için izlemiş olduğu yoldur Nass olmasa bile bu konuda bazı cezaların uygulanması mümkün ve caizdir İbn Hanbel'in konu ile ilgili bazı fetvaları şöyledir: Fesat ve kötülük çıkaranlar, şerlerinden,güvende olunabilecek bir ülkeye sürgün edilirler Ramazan ayında gündüz şarap içenlerin cezası arttırılır Sahabeye dil uzatan cezalandırılır ve tevbeye davet edilir Hanbelî mezhebine bağlı bazı bilginler de kamu yararına dayalı fetvaları sürdürmüşlerdir Meselâ; bir ev sahibi, eğer evi elverişli ise, kalacak yeri olmayan bir kimseyi evinde oturtması için zorlanabilir Bıı konuda İbnü'l-Kayyim (ö 751/1350) şöyle der: "Bir topluluk, herhangi bir şahsın ovinde oturmak zorunda kalsa, bundan başka bir ev veya otel (han) bulamasa, O kimsenin anlaşmazlığa düşmeksizin evini bunlara vermesi gerekir Bazı Hanbefîlere göre ev sahibi bunlardan ecr-i misil kadar kira bedeli alabilir (Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhî Mezhepler Tarihi, s 493, 494) Hanbefîler istihsan delilini de kabul ederler Çünkü istihsan; ya nass veya icmâ' gibi bir delile dayanmakta yahut da zaruret prensibine göre kabul edilmektedir Sedd-i Zerâyi, prensibini en şiddetli uygulayan mezhep hanefîlerdir Bu konuda Ibnü'l-Kayyim el-Cevziyye şöyle der: "Maksatlara, ancak onlara götüren vâsıta ve yollarla ulaşıldığına göre, bu vâsıta ve yollar da onlara tabi olur ve ayni hükmü alırlar Allah bir şeyi haram kılmışsa, bu harama götüren yol ve usulleri de yasaklamış demektir Aksi halde haram kılmanın hikmeti kalmazdı Meselâ; doktorlar, hastalığı önlemek için, hastayı buna sebep olan şeylerden menederler Aksi halde hasta daha kötü duruma düşebilir (İbnü'l Kayyim, age, I, 119) Hanbelîlerin çokça kullandığı başka bir metot "istishâb" adını alır Bu manası sabit olan bir hükmün, onu değiştiren bir delil bulununcaya kadar devam etmesidir Onların istishâb metoduna göre verdikleri ban fetvalar şunlardır: a) Yasaklandığına dair bir delil bulununcaya kadar eşyada aslolan mübahlıktır b) Pis olduğunu gösteren bir delil bulununcaya kadar suda aslolan temizliktir c) Eşini boşayan bir koca, daha sonra bir defa mı yoksa üç talakla mı boşadığında şüphe etse, bir talakla boşadığı esası kabul edilir Çünkü tek talakla boşama kesindir (Ebû Zehra, age, s 497, 498) İbn Hanbel istishabı; "daha önce var olanı sabit görme, önceden yok olanı yok sayma" şeklinde uygularken, aynı metodu bazı hanefîler, sâbit kılmada değil, sadece def'ide geçerli görürler Meselâ; kaybolan (mefkud) ve kendisinden haber alınamayan kimsenin hayatı, aksi sabit oluncaya kadar devam eder Hanefî ve mâlikîlere göre, kendi malları bakımından sağ kimseler gibi muamele görür, mülkiyet hakkı devam ettiği gibi, karısı da, onun ölümüne dair bir delil bulununcaya veya mahkeme tarafından ölümüne hüküm verilinceye kadar evlilik sıfatı devam eder; fakat bu kayıp kimse, kayıplığı süresince bir takım yeni haklar elde edemez Bu süre içinde ona, miras veya vasiyet yoluyla bir şey intikal etmez Bir yakını ölürse, kayıp kişinin payı bekletilir, sağ olarak döner gelirse bu pay ona verilir Hâkim onun ölümüne hükmederse, miras bırakan öldüğü vakit o da ölmüş sayılarak onun miras payı mûrise geri döner ve onun öteki varisleri arasında paylaştırılır Hanbelî ve Şâfiîlerin istihbab anlayışı ise "hem isbat hem de def etme" esasına dayandığı için, ölümüne hüküm verilinceye kadar, onu kayıplık sûresince sağ olarak kabul ederler Onlara göre, bu süre içerisinde o, kendisine ait malların mülkiyet hakkına sahip olduğu gibi kendisine miras, vasiyet ve benzeri yollarla mal da intikal eder (İbnü'l-Kayyim, age, Delhi tab'ı, I, 125; Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, s 299, 300) İstishâb delilinin re'y ve kıyas ictihadıyla yakın ilgisi vardır Kıyası tamamen inkâr eden Zahirîlerle, İbn Hanbel gibi çok az kullanan müctehidler, âyet ve hadislerin temas etmediği meseleleri İstishâba bırakarak; Allah'ın haram kıldığı haram, helal kıldığını helal, bunların dışında kalanları ise İstishâb esasına göre mübah kabul eder ve bu metodun alanını çok geniş tutarlar Hanbelî Mezhebinin Bazı Görüşleri: Ahmed b Hanbel'e göre; iman, kesin olarak inanmaktan ve amelden ibarettir Artar ve eksilir, yani iman, iyi amelle artar, kötü amelle de eksilir Kişi imandan çıkabilir, İslam'dan çıkmaz Tevbe edince yeniden imana döner İnsanı ancak Allah'a şirk koşmak veya farzlardan birini inkâr ederek yapmamak imandan dışarı çıkarır İnsan herhangi bir farz tembellik veya gevşeklik yüzünden terkederse, onun durumu Allah'a havale edilir Dilerse ona azap eder, dilerse onu affeder Hz Ali'nin hilâfetinden itibaren büyük günah (kebîre) işleyenlerin durumu bilginler arasında tartışılmıştır Hâriciler bu konuda sert bir yol izleyerek, büyük günah işleyenin dinden çıkacağı görüşünü benimsemiştir Hasan el-Basri bunların münafık olacağını söylerken Mürcie fırkasının sapıkları, iman olduktan sonra, günahın hiçbir zararı olmadığını savunmuşlardır Ebû Hanîfe ve çoğunluk İslâm hukukçularına göre büyük günah işleyen kimse, kesin tevbe ederse, Allah onun tevbesini kabul eder Eğer tevbe etmeden ölürse durumu Allah'a havale edilir O, dilerse azap eder, dilerse kulunu affeder Ahmed b Hanbel'in görüşü de, diğer fakihlerin görüşü gibidir O, şöyle demiştir: "Mü'min kendisine gizli olan şeyleri Allah'a havale eder, kendi durumunu da O'na bırakır Günahlarla Allah'ın mağfiret kapısını kapatmaz Herşeyin, hayır ve şerrin Allah'ın kaza ve kaderiyle olduğunu bilir İyilik yapan için Allah'tan ümidini kesmez, kötülük yapanın da âkıbetinden korkar Muhammed ümmetinden hiçbir kimse yaptığı iyilik sebebiyle cennete ve kazandığı günah sebebiyle cehenneme girmez Bu konuda Allah'ın dilediği olur" (İbnu'l-Cevzî, Menâkıbu'l İmam Ahmed b Hanbel, s 168) Ahmed b Hanbel'in İslâm Devlet Başkanı seçimi (İmam, halife) ile ilgili görüşü şu şekilde özetlenebilir: O, hilâfet ve halîfe konusunda sahabe tabiilerin çoğunluğuna tabi olur Buna göre, İslâm Devlet başkanı (halîfe), kendisinden sonra uygun gördüğü birisini hilâfet için aday gösterebilir Burada son söz mü'minlerin bîatıdır Nitekim Hz Peygamber, Ebû Bekir (ra)'in, kendi yerine geçmesine işaret buyurmuş, fakat bunu açıkça söylememiştir Şöyle ki, Hz Peygamber, hastalığı günlerinde Ebû Bekr'i namaz kıldırması için öne geçirmiştir Ashâbı kiram; "Peygamber (sas) O'nu din işimiz için seçmiştir O halde biz O'nu dünya işimiz için niçin seçmeyelim" diyerek, Hz Ebû Bekr'e bîat etmişlerdir Hz Ebû Bekir, kendisinden sonra Hz Ömer'i aday göstermiş, müslümanları O'na bîat edip etmeme konusunda serbest bırakmıştır Müslümanlar da kendi iradeleriyle Hz Ömer'e bîat etmişlerdir Daha sonra, Hz Ömer, peygamber (sas)'in rızasını kazanan altı kişiyi seçmiş ve bunlara içlerinden birini halife seçip, müslümanları buna bîata davet etmelerini tavsiye etmiştir Bunların dört tanesi Hz Osman'ı seçmiş ve müslümanlar da ona bîat etmişlerdir Hz Ali de O'na biat edenler arasındadır Ahmed b Hanbel, "Onların işleri, aralarında danışma (şüra) iledir" (eş-Şûrâ, 42/38) âyeti uyarınca, halifenin şûrâ ile seçilmesi prensibini benimser Diğer yandan sünnete uyarak halîfenin Kureyş'ten olmasını kabul eder Yönetimi zorla ele geçiren kimseye facir bile olsa itaâtın gerekli olduğunu söyler Böylece fitnelerin önüne geçilmiş olur O, bu konuda müslümanların maslahatını gözetmektedir O'na göre, düzenli ve kalıcı bir yönetim teessüs etmelidir Bu düzenin dışına çıkanlar, ümmetin gücünü bölmekte ve onu temelinden sarsmaktadır İbn Hanbel'i böyle düşünmeye sevkeden şey, Haricilerin o dönemdeki sert, bölücü ve şiddetli eylem ve hareketleridir Müslümanların nizamını bozmak isteyenler, zâlim yöneticilerin işledikleri suçtan daha fazla suç işlemiş olurlar (İbnü'l-Cevzî, el Menâkıb, s 176) Ahmed b Hanbel, meşru nizarıım korunmasını savunmakla birlikte kendi devrindeki yöneticilerle hiçbir şekilde temas kurmamış, onların hediye ve armağanlarını kabul etmemiştir O, hak ve adalete inanan, zulmü tanımayan, fitne, fesat, isyan ve karışıklığı istemeyen yüksek bir ruha sahipti Ahmed b Hanbel'in Hadisçilik Yönü: İbn Hanbel 40 yaşına kadar hadis öğrenmek ve ilmini artırmak için çalışmış, Irak, Hicaz ve Yemen arasında ilim seyahatlerinde bulunmuştur Fakat bu süre içinde hadis rivayet etmekten veya ders vermekten kaçınmıştır O, Hz Peygamber'in peygamberlik çağı olan 40 yaşında hadis rivayetine ve ders vermeye başladığı zaman ilminin en yüksek derecesine ulaşmış ve akranları arasında temayüz etmişti Şeyhi Abdurrezzâk İbn Hemmâm (ö 211/826) O'nu diğer hadisçilerle karşılaştırarak şöyle demiştir: "Bize en kudretli hâfız eş-Şazkunî geldi, hadis ricâlini çok iyi bilen Yahya b Maîn geldi, fakat bunların hepsini kendi şahsında toplayan Ahmed b Hanbel gibi bir İmam daha gelmedi (İbnü'l-Cevzî, el-Menâkıb, s 69) Ahmed b Hanbel te'lif ettiği Müsned adlı hadis eseriyle şöhret bulmuştur Müsned; üçüncü hicret asrında ortaya çıkan ve hadisleri, diğer hadis eserlerinden farklı bir şekilde tâsnife tabi tutan kitaplardır Sünen, musannef ve câmi' adı verilen hadis kaynaklarında tasnif, "konulara göre" yapılırken, müsnedlerde, hadislerin konuları dikkate alınmamış, fakat kitaba alınacak hadisler ya onları rivayet eden sahabî veya sahabîden sonraki râvilerden birinin ismi altında biraraya getirilmiştir Meselâ; Ebû Hureyre'nin Hz Peygamber'den rivayet ettiği hadisler, konuları dikkate alınmaksızın, Ebû Hureyre ismi altında biraraya getirilerek bir kitap içinde çeşitli sahabîlerin hadislerinden oluşan bir mecmua te'lif edilmiştir Müsned'in kelime anlamı "isnad edilmiş" demektir İşte İbn Hanbel'in Müsned'i de, diğer müsnedler gibi sahabe adlarına göre tasnif edilmiş, ve her sahabenin rivâyet ettiği hadis, konusu ne olursa olsun kendi ismi altında toplanmıştır Ebû Bekir es-Sıddîk'ın müsnediyle başlayan eserde sırasıyla Hulefâ-i Râşidîn ve diğer sahabelerin müsnedleri bunu izlemiştir Ahmed b Hanbel, Müsned'ini topladığı 700 binin üzerindeki hadisler arasında seçtikleriyle meydana getirmiştir Müsned'de tekrarlarıyla birlik te 40 bin, tekrarlar dışında yaklaşık 30 bin kadar hadis yer alır (el-Medînî, Hasâisu'l-Milsned (Ahmed Muhammed Şakir tarafından Müsned mukaddimesinde nakledilmiştir), I, 23; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-Râvî, Mısır 1379, s 101) Müsned'in bütün sahih hadisleri içine aldığı söylenemez Hatta Sahîhayn'da hadisleri bulunan 200 kadar sahabenin Müsned'te yer almadığı ileri sürülmüştür (es-Süyûlî, age, s 101) Müsned, Ahmed b Hanbel'in hayatında iki oğlu Salih ve Abdullah ile, kardeşinin oğlu Hanbel tarafından Ahmed'ten işitilmiş ve rivayet edilmiştir Ancak asıl nüshaya Abdullah'ın başkalarından işittiği bazı hadislerle, nüshayı Abdullah'tan rivayet eden Ebû Bekir el-Kati'î'nin bazı hadisleri de ilâve edilmiştir Ancak bunların sayısı bütünü etkilemeyecek kadar azdır (el Medînî, age, I, 21; es-Suyûtî, age, s 101) Sonuç olarak İbn Hanbel'in Müsned'i müslümanlar arasında büyük itibar görmüştür O'nun kaleme aldığı Kitabü'l-İlel ve Ma'rifeti'r-Ricâl incelendiğinde, hadisleri ve râvîlerini tanımada geniş bilgiye sahip olduğu anlaşılır Hanbelî Mezhebinin Yayılması: Ahmed b Hanbel usûl ve fetvâlarını yazmaktan kaçınmıştır Hatta o, fıkhının yazılmasını menetmiştir Bunun sebebi, İslâm'ın asıl ana kaynağını teşkil eden Kitap ve Sünnetle meşgul olmayı ön plâna çıkarmaktır O, bu düşüncesini şöyle ifade eder: "el-Evzâî'nin re'yi, Mâlik'in re'yi, Ebû Hanîfe'nin re'yi bunlar hepsi re'y'dir ve bana göre aynıdır Huccet ve delil olma sıfatı yalnız "âsâr'a aittir" (İbn Abdilberr, Câmiu'l-Beyâni'l-İlm, Mısır 1346, II,149) Delilini incelemeden hiçbir müctehidin söz ve re'yine uyulmaz Delili incelendikten sonra uyulunca buna taklid değil "ittiba" denir Burada artık müctehidin söz ve re'yi ile değil, onun dayandığı delil ile amel edilmiş olur İbn Hanbel bu görüşünü şu ifadeleriyle biraz daha aççıklar: "Ne beni, ne Mâlik'i, ne Sevrî'yi ve ne de el-Evzâî'yi taklit et, hüküm ve bilgiyi onların aldığı kaynaklardan al Dinini hiçbir müctehide ısmarlama, Hz Peygamber ve ashabından geleni al, sonra tabiîler gelir ki kişi onlar hakkında muhayyerdir" (Ibnü'l Kayyim, İ'lâm, Mısır 1955, II, 178,181, 182) Daha önce hanefi fıkhı İmam Muhammed'in kaleme aldığı ve Ebû Hanîfe (ö150/767), İmam Muhammed (ö 189l805) ile Ebû Yûsuf'un (ö 182/798) görüşlerini içine alan râhiru'r-rivâye ve nevâdir kitapları yoluyla nakledilmiş, İmam Şâfıî de (ö 204/819) kendi fıkhını bizzat yazmıştı Ahmed b Hanbel'e ait bazı fıkıh meselelerin yazılı metinleri nakledilmişse de bunlar, kendisi için tuttuğu notlardır Hanbelî fıkhı, ahmed b Hanbel'in talebeleri aracılığı ile nakmedilmiştir Bunların başında oğlu Salih (ö 266/879) gelir O, babasının fıkhını, yazdığı mektuplarla yaymış, kadılık yaptığı yerlerde bizzat pratikte uygulamıştır Diğer oğlu Abdullah da (ö 290/903) el-Müsned'i ve babasının fıkhını gelecek nesillere nakletmiştir Ahmed b Hanbel'in yanında uzun yıllar kalan ve onun fıkhını nakleden öğrencileri; Ahmed b Muhammed el-esrem (ö 273/886), Abdülmelik b Abdillah b Mihran (ö 274/887), Ahmed b Muhammed b el-Haccâc (ö 275/888) başta gelenleridir Bu öğrencilerden sonra Ebû bekir el-Hallâl (ö 311/923) Ahmed b Hanbel'in ilimlerini toplamak için bütün gücüyle çalışmış, bu amaçla seyahatlere çıkmış ve birçok kitap telif etmiştir (Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhî Mezhepler Tarihi, Terc Abdulkadir Şener, İstanbul 1976, s 499, 500) Ahmed b Hanbel, selefin metodunu benimseyen bir fakih sayılır Bu yüzden tercih yapmaktan sakınır, aynı konuda birden çok sahabe veya tabiî görüşünü terketmeyi gerektiren bir nass bulunmazsa, her iki veya daha çok görüşü mezhebinde ayrı ayrı kabul ederdi Meseleyi soran kimsenin içinde bulunduğu özel durumu dikkate alarak fetvâ verirdi Hanbeliler ictihad kapısının kapanmadığını ve her asırda, mutlak bir müctehidin bulunmasını farz-ı kîfa ye olduğunu söylerler Çünkü toplumda karşılaşılan yeni olaylar bunu gerekli kılar Bu, mezhebin Kitap ve Sünnetin üzerine çıkmaması için de gereklidir Hanbelî mezhebinin fakihleri çok güçlü olduğu halde, istenilen ölçüde yayılmamıştır Halktan bu mezhebe bağlı olanlar azınlıkta kalmışlardır Hatta hiçbir İslâm ülkesinde çoğunluğu teşkil edememişlerdir Ancak Necid ile Saud (ö 795/1393) ailesi Hicaz bölgesine hâkim olduktan sonra Arabistan yarımadasında Hanbelî mezhebi oldukça güçlenmiştir Bu mezhebin fazla yayılmamasının sebepleri şunlardır: Hanbelî mezhebi teşekküt etmezden önce Irak'ta Hanef, Mısır'da Şâfıî ve Mâlikî, Endülüs ve Mağrib'te yine Mâlikî mezhebi hâkim durumda idi Diğer yandan Hanbelîler önceleri, başkalarına karşı delilden çok sert hareketlere başvuruyorlardı Güçleri arttıkça, iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma için insanlara baskı yapıyorlardı Hanbelîlerin bu gibi davranışları yüzünden insanlar bu mezhepten ürkmüşlerdir Bu sebeple Hanbelî mezhebi fazla taraftar bulamamıştır (Ebû Zehra, age; s 505, 506) Hamdi DÖNDÜREN HANEFÎ MEZHEBİ İmam-ı Âzam lâkabıyla şöhret bulan Ebû Hanîfe'ye izâfe edilen fıkıh ekolünün adı Ebû Hanife'nin asıl adı Numân, babasının adı Sâbit, dedesinin adı ise Zûta'dır Zûta, Irak ve İran'ın müslümanların eline geçmesinden sonra müslüman olmuş ve Kûfe'ye yerleşmiştir O ve oğlu Sâbit Kûfe'de Hz Ali ile görüşmüştür Ebû Hanîfe H 80 yılında Kûfe'de doğdu, varlıklı bir ailenin çocuğu olarak orada yetişti Irak ve Hicaz Ebû Hanife'nin yetiştiği dönemde önemli iki ilim merkezi hâlindeydi Çünkü Hz Ömer (ö23/643) devrinde Fustat (eski Mısır), Kûfe ve Basra gibi büyük İslâm şehirleri kurulmuş ve bu merkezlere aralarında birçok sahâbenin de bulunduğu binlerce müslüman yerleşmişti Hz Ömer Kûfe'ye fasih Arapça konuşan kabîleleri yerleştirmiş ve Abdullah b Mes'ûd (ö 32/652)'a onlara ilim öğretmesi için göndermiş, "kendisine ihtiyacım olduğu halde Abdullah'ı size göndermeyi tercih ettim" demiştir (İbnü'l-Kayyim, İ'lâmü'l-Muvakkin, I, 16, 17, 20) İbn Mes'ûd, Kûfe'nin kuruluşundan Hz Osman'ın halifeliğinin sonlarına kadar Kûfelilere Kur'ân ve fıkıh öğretmiştir Bu sayede orası, pekçok kurrâ, fıkıh ve hadis bilginiyle dolmuştur Onun talebelerinin dört bin dolaylarında olduğu söylenir Ayrıca Kûfe'de Sa'd b Ebî Vakkas (ö 55/675), Huzeyfe İbnü'l-Yemân (ö 36/656), Selmân-ı Fârisî (ö 36/656), Ammâr b Yâsir (ö34/657), Muğîre b Şu'be (ö 50/670), Ebû Mûsa-Eş'ar, (ö 44/664) gibi seçkin sahâbiler de bulunuyordu (en-Neysâbûrî, Ma'rifetu Ulûmi'l-Hadîs, nşr es-Seyyid Muazzam, Kahire 1937, s 191, 192) Bunlar İbn Mes'ûd'a yardımcı oluyorlardı Hz Ali Kûfe'ye geldiğinde buradaki fakihlerin çokluğuna sevinmiş, "Allah, İbn Mes'ûd'a rahmet etsin, bu şehri ilimle doldurmuş; İbn Mes'ûd'un öğrencileri bu şehrin kandilleridir" demiştir (el-Kevserî, Fıkhu Ehli'l-Irak ve Hadisühum, Nasbü'r-Râye mukaddimesi, I, 29, 30) Mısır'a yerleşen sahâbilerin üç yüz dolaylarında olmasına karşılık el-İclî, yalnız Kûfe'ye yerleşen sahâbilerin bin beş yüz dolaylarında olduğunu, bunlardan yetmiş kadarının Bedir savaşına katıldıklarını söyler Kûfe'de bu alim sahâbelerden feyiz ve ilim alarak ictihad yapabilecek dereceye ulaşan tâbiîlerden bazıları da şunlardır: Alkame b Kays (ö 62/681), el-Esved b Yezîd (ö 75/694), Şurayh b e1-Hâris (ö 78/697), Mesrûk b el-Ecda' (ö 63/683), Abdurrahmân b Ebî Leylâ (ö 148/765), İbrahim en-Nehâî (ö 96/714), Âmiru'ş-Şa'bi (ö 103/721), Said b Cübeyr (ö 95/714), Hammâd b Ebî Süleyman (ö 120/738) İşte Hanefi mezhebînin kurucusu Ebû Hanîfe (ö150/767) böyle bir ilim ortamında yetişti Ebû Hanife'nin fıkhı, kendisinden on sekiz yıl ders aldığı Hammad b Ebî Süleyman vâsıtasıyla, İbrahim en-Nehâî, Alkame ve Esved yoluyla, Abdullah b Mes'ûd, Hz Ali ve Hz Ömer gibi sahâbe bilginlerine dayanır Hz Ömer'in Irak ekolüne etkisi tbn Mes'ûd vasıtasıyla olmuştur Hz Ali ise kazâ ve fetvâlarıyla Iraklılara önderlik yapmıştır Kûfe aynı dönemlerde hadîs malzemesi bakımından da zengindi Müctehidlerin kullandığı ibâdet, muâmelât ve ukûbâtla ilgili hüküm hadislerinin sayısı sınırlı olduğu için, bu konularda Hicaz'ın hadis malzemesi bütün şehirlerin bilginlerince biliniyordu Çünkü onlar hacc dolayısıyla sık sık Mekke ve Medîne'yi ziyaret ediyorlardı Aralarında kırktan fazla hacc ve umre yapan vardı Sadece Ebû Hanife elli beş kere haccetmişti İmam Buhârî'nin (ö 256/869) hocalarında Affân b Müslim el-Ensârî el-Basrî'nin (ö 220/835) şu sözü Irak yöresinin hadîs bakımında ne kadar zengin olduğunu göstermeye yeterlidir: "Kûfe'ye gelip dört ay oturduk İsteseydik yüz bin hadis yazardık; ancak elli bin hadis yazdık Biz yalnız herkesin kabul ettiği hadisleri aldık Çok hadis yazmamıza Şerîk b Abdillâh (ö 177/793) engel oldu Kûfe'de Arapça'sı bozuk ve hadis rivâyetinde gevşeklik gösteren kimseye rastlamadık" (el-Kevserî, age,I, 35, 36) Affân hakkında, İbnü'l Medinî; "Hadisteki bir harfte şüphesi olsa o hadisi almazdı"; Ebû Hatîm ise; "imamdır, sikâdır" demiştir Böyle titiz bir hadisçi kûfe yöresinde dört ayda Ahmed b Hanbel'in (ö 241/855) Müsned'indekinden daha çok hadis toplayabilmiştir Ebû Hanife Kûfe'de önce Kur'ân-ı hıfzetti Sarf, nahiv, şür ve edebiyat öğrendi Kûfe, Basra ve bütün Irak'ın en önde gelen üstadlarından hadis dinledi ve fıkıh meselelerini öğrendi Doğuştan mantık, zekâ, hâfıza gücü ve çalışkanlığı ile ilim sahipleri arasında temayüz etti Onun ilme yönelmesinde Âmiru'ş-Şa'bî'nin etkisi olmuştur Numân, hacc seyahati sırasında, bizzat sahâbelerden hadis dinlemiş olan Atâ b Ebî Rabah (ö 115/733) ve İbn Ömer'in mevlâsı Nâfi' (ö 117/735) gibi tâbiîlerden bazıları ile temas etmiş ve onlardan da hadis dinlemiştir Hocası Hammâd'ın vefâtında Ebû Hanîfe kırk yaşlarında idi Onun vefâtıyla boşalan kürsüsünde ders vermeye başladı Ebû Hanife'nin ders ve fetvâ vermedeki usûlü, rivâyet ve anânecilerin sema' (dinleme) usûlünden farklıdır Onun ders halkasında iki türlü müzâkerenin oluştuğu anlaşılıyor a) Talebeleri için verdiği düzenli fıkıh dersleri b) Dışarıdan ve halk tarafından cevabı istenilen sorular (istiftâ) Hanefi mezhebi istişâre esasına dayandırılmıştır Ebû Hanife meseleleri tek tek ortaya atar, öğrencilerini dinler, kendi görüşünü söyler ve onlarla konuyu bir ay hattâ daha fazla süreyle münâkaşa ederdi Meselenin incelenmesinde hazırlığı olan ve ictihad derecesinde bulunanlar da düşünce ve ictihadlarını söyledikten sonra, bu mesele hakkında müzâkere bitmiş sayılır ve sıra Ebû Hanife'ye gelirdi O, meseleyi yeniden izah ve tasvir ettikten, kendi delillerini ve ictihadını ortaya koyduktan, gerekli düzeltmeler yapılıp cevaplar verildikten sonra, alınan karar çoğu defa delillerden tecrit edilerek son derece veciz cümlelerle, bizat kendisi tarafından imlâ ettirildi Bu imlâ vecizeleri daha sonra fıkıh kaideleri hâline gelmiştir (Hatîb, Tarihu Bağdâd XI, 307 vd; el-Kevserî age, I, 36 vd) Ebû Hanife'nin bu ilim halkalarında İslâm'ın bütün hükümleri yani ibâdât, muâmelât ve ukubâta âit emir ve yasaklarını yeni baştan gözden geçirilerek incelenmiştir Konularına göre tasnîf edilip tedvîn edilen bu hüküm ve meseleleri Zâhiru'r-Rivâye adıyla kaleme alan Muhammed b Hasen eş-Şeybânî'dir (ö189/805) eş-Şeybânî daha küçük yaşta iken Ebû Hanîfe'nin ilim meclislerinde hazır bulunmaya başlamış; eğitimini daha sonra Ebû Yusuf'un yanında tamamlamıştır Ebû Hanife, öğrencileri için şöyle demiştir: "İçlerinizde otuz altı tane yetişkin olanı var, onlardan yirmisekizi kadılık, altısı müftîlik, ikisi de hem başkadılık ve hem de fetvâ makamına lâyıktırlar (el-Bezzâzî, Menâkıb, II, 125) Bunlar da Ebû Yûsuf ve Züfer'dir" Zâhiru'r-Rivâye kitapları altı tane olup, daha sonraki bilginlere tevâtür yoluyla nakledilmiştir Bunlar; " el-Asl (veya el-Mebsût)", "el-Câmiu's-Sağîr", " el-Câmiu'l-Kebîr" " es-Siyeru's-Sağîr", "es-siyeru'l-Kebîr" ve "ez-Ziyâdât" adlarını alırlar Hanefi mezhebinin temellerini oluşturduğu için bunlara "Mesâil-i usûl"de denilmiştir Zâhiru'r-Rivaye'de Ebû Hanife, Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'in görüşleri toplanır Devrin özelliği olarak Ebû Hanife fıkıh meselelerini talebelerine imlâ ettirmiş olmalıdır Bu altı kitap metinlerinde kendisine isnad edelin meselelerin ona âit olduğunda şüphe yoktur Hattâ meselelerin ifadesinde vecîz metinlere bile Ebû Hanife'nin sözü ve uslûbu olarak bakılabilir Zâhiru'r-Rivâye kitapları Hâkim eş-Şehîd Ebû Fazl Muhammed el-Mervezî (ö 334/945) tarafından kısaltılarak bir araya getirilmiş ve eser el-Kâfr adını almıştır Kendi devrinde bu eser Hanefi mezhebinin görüşlerini, meselelerini öğrenmek isteyene yeterli görülmüştür el-Kâfı, bir buçuk asır kadar sonra Şemsü'l-Eimme es-Serahsî (ö 490/1097) tarafından şerhedilmiş ve el-Mebsût isimli bu eser otuz cilt hâlinde basılmıştır Ebû Hanife'nin kendisine isnad olunan ve günümüze ulaşan kitapları dah çok akaid ve kelâm konularına âittir el-Fıkhu'l-Ekber, Kitâbü'l-Âlim ve'l-Müteallim, Kitâbü'r-Risâle, beş tane el-Haşiyye kitabı, el-Kasidetü'n-Nu'mâniyye, Ma'rifetü'l-Mezâhib, Müsnedü'l-İmam Ebî Hanife (Bunların rivâyet, nüsha ve şerhleri için bk, Brockelmann, Galş Fuad Sezgin, Gas; Halim Sâbit Şibay, " Ebû Hanife ", İA, IV, 26, 27) Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed, mezhebin teşekkülünde etkili olmuş büyük Hanefi müctehidleridir Ebû Yûsuf, mal, vergi ve devlet hukukuna dair Kitabü'l-Harâc adlı eserini yazmış, hanefî meıhebinin devlet ricâli ve kitleler arasında yayılmasına katkıda bulunmuştur Abbâsî halifesi Hârun er-Reşîd zamanında "kâdıu'l-kudât (baş kadı)" olmuş, böylece mezhebin icrâ ve kazâda uygulanması yolunu açmıştır es-Serahsî'nin, el-Mebsût'undan sonra Hanefi fıkhını açıklayan ve geliştiren te'lifler devam etmiştir el-Kâsânî'nin (ö 587/1191) Bedâyiu's-Sanayi' fi Tertîbi'ş-Şerâyî' adlı eseri son derece sistemli ve değerli bir eserdir Daha sonraki önemli te'lîf ve şerhlerden bazıları da şunlardı el-Merginânî'nin (ö 593/1197) el-Hidvye adlı eseri Bunun başlıca şehrleri İbnü'l-Hümâm'ın (ö 861/1457) Fethu'l-Kadîr, es Siğnakı'nin (te'lif: 700/1300) en-Nihâye, el-Bâbertî'nin (ö 786/1384) el-İnâye ve el-Kurlânî'nin (ö VIII/XIV asır) el-Kifâye adlı eserleridir en-Nesefi'nin (ö 710/1310) Kenzü'd-Dekâik'i sonraki önemli te'liflerden olup, yine aynı müelif tarafından, el-Nâfı adıyla şerhedilmiştir Diğer önemli şerhleri; ez-Zeylaî'nin (ö 743/1342) Tebyînü'l-Hakâik'i ile İbn Nüceym el-Mısrî'nin (ö 970/1562) el-Bahru'r-Râik adlı eserlerdir Osmanlılar döneminde yazılan en önemli eserler şunlardır: Molla Hürsev'in (ö 885/1480) ed-Dürer'i ve buna Vankulî (ö 1000/1591) ile başkaları tarafından yazılan şerhler, el-Halebî'nin (ö 956/1549) el-Mülteka'l-Ebhur'u ile bunun Şeyhzâde (ö1078/1667) tarafından te'lif edilen Mecmau'l-Enhur adlı şerhi Timurtâşî'nin (ö1004/1595) Tenvîru'l-Ebsâr'ı ile el-Haskefî'nin (ö 1088/1677) ed-Dürrü'l-Muhtâr'ına yazılan şerh ve İbn Âbidîn (ö 1252/ 1836) tarafından yazılan Reddü'l-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr adlı büyük şerh de önemli eserlerdendir Yine Tanzimat devrinde Ahmed Cevdet Paşa başkanlığındaki bir komisyon tarafından 1869-1876 yılları arasında hazırlanan 1851 maddelik Mecelle medenî hukuk alanında meydana getirilmiş önemli bir çalışmadır Mecelle, şahıs, aile ve miras münâsebetlerine ve aynî haklara âit birçok önemli konuları fıkıh ve fetvâ kitaplarına bırakmıştır Mecelle'nin şerhleri arasında; Ali Haydar Efendi'nin (ö1355/1936) Düraru'l-Hukkâm adlı Türkçe şerhi ile Mes'ud Efendi'nin (ö 1310/1893) Arapça Mir'ât-ı Mecelle'si zikredilebilir 1875 M tarihinde Mısır adliye nâzın Muhammed Kadri paşa tarafından tedvîn edilen el-Ahkâmü'ş-Şer'iyye ile 1917 tarihli Osmanlı Hukuk Âile Kararnâmesi diğer kanun mecelleleridir Hanefi mezhebinin özelliklerine gelince bizzak Ebû Hanife ictihad ederken takip ettiği usûlü şu şekilde açıklamıştır: "Allah'ın kitabındakini alır kabul ederim Onda bulamazsam Rasûlullah'ın mûtemed alimlerce mâlûm, meşhur sünnetiyle amel ederim Onda da bulamazsam ashâb-ı kiramdah dilediğim kimsenin re'yini alırım Fakat iş, İbrahim en-Nehaî, eş-Şa'bî, el-Hasenü'l-Basrî ve Atâ'ya gelince, ben de onlar gibi ictihad ederim" (el-Mekkî, Menâkıb, I, 74-78; ez-Zehebî, Menâkıb, s 20-21) Ebû Hanife fıkhı; "kişinin leh ve aleyhte olanı, yani iyi ve kötüyü tanımak" diye tanımlar ve meselelerin hükümlerini kitap, sünnet, icmâ ve kıyas delillerinden birisine bağlar Herhangi fıkhî bir mesele önce Kur'ân âyetleri ile karşılaştırılır Âyetin İbâre, işâre, iktizâ veya delâletinde bir şey varsa ona bağlı olarak çözülürdü Kur'ân'da bir çözüm bulunmazsa, sünnete başvurulur Ancak Hanefilerin sünnetin Hz Peygamber'e dayanmasını tâyin hususunda özel metotları vardır Bu usûle göre, her an'ane bir sünnet olmayabilir Mütevâtir ve meşhur hadisler dışında kalan haber-i vâhid ve mürsel hadisler özel incelemeye tâbi tutulur Ebû Hanife haber-i vâhidi (tek râvînin rivâyet ettiği hadis), râvînin güvenilir (sika), fakih ve adâletli olması; rivâyet ettiği şeye aykırı bir amelde bulunmaması şartıyla kabul eder Meselâ Ebû Hüreyre'nin (ö 58/677) rivâyet ettiği; "Birinizin kabına köpek batarsa, birisi temiz toprakla olmak üzere, onu yedi defa yıkasın" (Buhârî, Vüdû', 33; Müslim, Tahâret, 89, 91, 92, 93) hadîsini Ebû Hanife kabul etmez Çünkü Ebû Hüreyre bu hadisle amel etmez ve böyle bir kabı üç kere yıkamakla yetinirdi Bu durum hadîsi rivâyet bakımından zayıflatmakta, hattâ, Ebû Hüreyre'ye isnadını bile şüpheli bir duruma sokmaktadır Ebû Hanife'nin âhâd haberleri kabulde esas aldığı prensipleri şöylece özetlemek mümkündür: a) Ahâd haber, İslâm hukukunun kaynakları tek tek incelendikten sonra elde edilecek ortak esaslara göre değerlendirilir Eğer âhâd haber bu esaslarla çatışırsa, iki delilden daha kuvvetli olanı alınır; çatışan tek râvili haber terkedilerek sözkonusu esasa dayanılır ve böyle bir haber "şâz" sayılır b) Âhâd haber Kur'ân'ın genel ifadesine (âmm'e) veya Kur'ân'da bulunan bir lâfza (zâhir anlama) aykırı düşerse, haber terkedilerek Kitap'la amel edilir Burada da iki delilden daha kuvvetli olanı tercih vardır Çünkü Kur'ân'ın sübûtu kat'îdir Ebû Hanîfe'ye göre, delâlet bakımından Kur'ân'ın zâhirleri ve genel ifadeleri kesindir Haber, Kur'ân'ın âmm ve zâhirine aykırı olmaksızın, onun mücmel'ini beyan ederse, bu haber kabul edilir Bu, âhâd haberler Kur'ân'da olmayan bir hükmü ona ilâve anlâmına gelmez c) Âhâd haberin meşhur sünnetle çatışması hâlinde, kuvvetli olan meşhur sünnet esas alınır d) Âhâd haber, kendisi gibi tek râvili bir haberle çelişirse, râvisi daha bilgili ve fakîh olan tercih edilir d) İki haberden birisinde, senet veya metin bakımından fazlalık varsa, ihtiyat yönü düşünülerek bıi fazlalık kabul edilmez e) Âhâd haberle, kaçınılması imkansız olan "umumî belvâ", yanı sık sık vukû bulduğu için herkesin yapmak zorunda kaldığı hususlarda amel edilmez Bu gibi durumlarda haberin mütevâtir veya meşhûr olması gerekir f) Yine Ebû Hanife âhâd haberlerin, seleften hiç kimse tarafından tenkid ve ta'n'a uğramaması; râvînin onu işittiği andan rivâyet ettiği ana kadar ezberinde tutması, haberi kimden aldığını hatırlamaması halinde, yazısına güvenmemesi; şüpheli hallerde uygulanmayan had cezalarında değişik rivâyetler bulunursa, ihtiyat yönünün tercih edilmesi; başka haberlerle desteklenene âhâd haberlerin alınması gibi prensipler geliştirmiştir (M Zahid el-Kevserî, age, I, 27, 28) Aynı Müellif; Te'nîbü'l-Hatîb,1361 Kahire, s 152-154) Mürsel hadisler için de bazı şartlar öngörülmüştür Senedi Hz Peygamber'e ulaşmayan ve senedinde kopukluk bulunan hadîse mürsel veya munkatı' hadis denir Şâfiîler mürsel için birtakım kabul şartları öne sürerken; Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik mürsel hadisi kayıtsız-şartsız kabul eder Yalnız hadîsi rivâyet eden râvinin sika olmasını yeterli görürler Diğer yandan mürsel hadis, kendisinden daha kuvvetli olan bir delille çatışmamalıdır İslâm'ın ilk devirlerinde mürsel hadislerle amel edilmiştir Hattâ İbn Cerîr et-Taberî (ö 310/922), "mürsel haberi mutlak olarak reddetmek hicrî ikinci yüzyılın başında ortaya çıkan bir bid'attır" demiştir Buhârî ve Müslim gibi mûteber hadisçiler eserlerinde mürsel hadislere yer vermişler, bunları delil olarak zikretmişlerdir (Buharî, Ezân, 95; Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, s 111) Ebû Hanife'nın az hadis bildiğini, hadise gereken önemi vermediğini veya hadislere muhâlefet ettiğini, ya da zayıf hadisleri aldığını öne sürenler, mezhep imamlarının hadisleri kabul için ileri sürdükleri şartları tetkik etmeyen kimselerdir Fitne ve yalanın yaygın olduğu bir devirde, Hz Peygamber şöyle buyurdu, diyerek hadis nakleden herkesin rivâyet ettiği hadîsi kabul edenler, Hanefîlerin hadislere muhâlefet ettiğini sanırlar Halbuki onlar, kitap, sünnet ve sahâbilerin hükümleri gibi nass'ların kaynaklarını araştırmada son derece titizlik göstermişler; nass'a dayanan ve kabule lâyık görülen, birbirine benzer meseleleri çıkardıkları temel prensibe dayandırarak bir kaide altında toplamışlardır Tarafsız âlimlerin incelemesini göre, Ebû Hanife'nin ictihad şûrâsında kendisine yardımcı olan hadis hâfızlarının bulunduğu ve ictihadlarında bizzat üstadlarından öğrendiği dört bin kadar hadis kullandığı açığa çıkmıştır Onun bazı hadisleri reddetmesi, hadisin sıhhati için ileri sürdüğü şartlara bu hadislerin uymaması yüzündendir Ebû Hanife sahih hadîsi reddetmek bir yana, mürsel ve zayıf hadisleri bile kıyasa tercih etmiştir (İbn Hazm, el-İhkâm fi Usüli'l-Ahkâm, Nşr AM Şakir Mısır (ty), s 929; el-Kevserî, Te'nîb, s 152; Mekkî, Menâkıb, II, 96) Ebû Hanife ictihadlarında kıyas ve istihsana çok yer vermiştir Kıyas; hakkında Kur'ân ve sünnette hüküm bulunmayan bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak illet dolayısıyla, hakkında nass bulunan meselenin hükmüne bağlamak demektir Aslında daha önce sahâbe devrinden müctehid imamlar devrine kadar kıyasa başvurulmuştu Ebû Hanife'nin yaptığı, kıyası kaideleştirmek, çok kullanmak ve henüz meydana gelmemiş hâdiselere de uygulamaktan ibarettir (İbnü'l-Kayyim, İ'lâmü'l-Muvakkıîn, l, 77, 227) Kıyas uygun düşmeyen yerde Ebû Hanife istihsan yapardı Ebû'l-Hasen el-Kerhî (ö 340/951) İstihsânı şöyle tarif eder: "Müctehidin daha kuvvetli gördüğü bir husustan dolayı, bir meselede benzerlerin hükmünden başka bir hükme başvurmasıdır" (Ebû Zehra, age, s 262) İmam Mâlik; "İstihsan ilmin onda dokuzudur" derken; İmam Şafiî, istihsanı şer'i bir delil saymamı ve onu " Bir kimsenin keyfine göre bir şeyi beğenmesi, hoş ve güzel bulmasıdır"sözleriyle reddetmiştir Hattâ o, el-Ümm adlı eserinde, "Kitâbü İbtâli'l-İstihsân" başlıklı bir bölüm ayırarak, istihsâna hücum etmiştir (bk el-Ümm, VII,267-277) İbn Hazm'a göre istihsan; "Nefsin arzuladığı ve beğendiği şekilde hükmetmektir" (İbn Hazm el-İhkâm, s 22; İbn Hazm İbtâlü'l-Kıyâs, s 5-6) Ancak hiçbir İslâm hukukçusu, bu arada Hanefiler istihsânı bu şekilde anlamamışlardır Aksi görüşte olanlar yanlış anladıkları için tenkitte bulunmuşlardır Kıyası kabul edenler arasında Hanefilerin kastettiği anlamda istihsan yapmayan yoktur Şafiilerin istihsânın aleyhinde öne sürdükleri deliller, doğru bulunursa, bu onların benimsediği kıyası da geçersiz kılar (M Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, s 270 vd) el-Kevserî'nin, Ebû Bekir er-Râzi'den (ö 370/980) nakline göre, istihsan iki alanda cereyan eder a) İctihad ve re'yimize bırakılmış miktarların miktar ve tespitinde re'yimizi kullanmak Mehir, nafaka, tazminat bedeli, yasak ava karşılık kesilecek hayvanın takdirlerinde olduğu gibi b) Daha kuvvetli bir delilden dolayı kıyası terketmek es-Serahsî (ö 490/ 1097) bunu şöyle açıklar: "Gerçekte istihsan iki kıyastan ibaret olup, birisi açık (celî) ve etkisi zayıftır Buna "kıyas" adı verilir Ötekisi kapalı (hafî) ve etkisi kuvvetlidir Buna da "İstihsân" adı verilir, yani "kıyas-ı müstahsen" denilir Bunlarda tercih, tesire göre olup, açıklık ve kapalılık sebebiyle değildir" (es-Serahsî, el-Mebsût, X, 145; el-Kevserî age, I, 24-27) Yukarıdaki kıyasa şu örneği verebiliriz: Kurt vb yırtıcı hayvanların etleri haram olduğu gibi, içtikleri suyun artığı da haramdır Aynı şekilde yırtıcı kuşların da hem etleri, hem de artıkları haramdır Bu zâhir (açık) kıyasın bir sonucudur İstihsana göre ise, hafi (gizli) kıyas yoluna gidilerek, başka bir sonuca ulaşılır Şöyle ki; yırtıcı hayvanların artıkları salyaları karıştığı için pistir, çünkü salyaları onların pis olan etlerinden meydana gelmektedir Yırtıcı kuşlar ise, suyu gagalarıyla içtikleri için artıkları salyalarıyla temas etmez Gagaları de kemik olduğu için artıkta herhangi bir eser bırakmaz Buna göre, istihsânen yırtıcı kuşların artığı olan su pislenmez, ancak ihtiyat bakımından böyle bir suya mekruh denilir Bazan şer'i bir delille çatışan kıyas terkedilerek istihsan yoluna gidilir Kıyasa göre, unutarak yiyip içen kimsenin orucu bozulur, fakat bu kimsenin orucunu bozulmayacağına dair Hz Peygamber'den rivâyet edilen bir hadis (Buharî, Savm, 26; Müslim, Sıyam,171) sebebiyle kıyas terkedilmiştir Yine namazda kahkaha ile gülenin, kıyasa göre yalnız namazının bozulması gerekirken, hadisle abdestinin de bozulacağı bildirilmiştir (Zeylaî, Nasbu'r-Raye, I, 47) İstisnâ' (sanatkâra bir iş ısmarlama) akdinde, akde konu olan şey, akid sırasında mevcut olmadığı için kıyasa göre akdin bâtıl olması gerekirken, her devirde bu türlü akitle muâmele yapılageldiğinden, onun sıhhati üzerinde icmâ' veya örf teşekkül etmiş ve bu yüzden kıyas terkedilmiştir Bazan zarûret yüzünden kıyas terkedilerek istihsan yapılır Meselâ; kadının bütün vücudu mahremdir Fakat, hastalık hâlinde doktorun onun bazı uzuvlarına bakması câiz olur Burada, "zarûretler haram olan şeyleri mübah kılar" kaidesi uygulanır Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı gibi, Hanefilerin uyguladığı istihsan ya nass'a, ya kıyasa, ya icmâ'a yahut da zarûrete dayanmaktadır Bu temele dayanan istihsânı, başka kavramlar altında da olsa Şâfiîlerin de kabul etmesi gerekir Şâfiî'nin itirazları belki, sadece örf sebebiyle istihsan çeşidini içine alabilir Çünkü örfün hüküm istinbâtı için bir temel teşkil edip etmemesi bu iki mezhep arasında ihtilâflıdır (bk eş-Şâfiî, el-Ümm, VII, 267 vd; el-Kevserî, age, I, 23-27; es-Serahsî, el-Mebsût, X, 145; es-Serahsî, el-Usûl, II, 201; Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, s 263-273) Hanefî mezhebi Irak'ta doğmuş ve Abbâsîler devrinde ülkenin başlıca fıkıh mezhebi olmuştur Mezhep özellikle doğuya doğru yayılarak Horasan ve Mâverâunnehir'de en büyük gelişmesini göstermiştir Birçok ünlü Hanefî hukukçu bu ülkelere mensuptur Mağrib'te Hanefîler V yüzyıla kadar Mâlikîlerle beraber bulunuyorlardı Sicilya'da ise hâkim durumda idiler Abbasîlerden sonra Hanefi mezhebinde bir gerileme görülmüşse de, Osmanlı devletinin kurulmasıyla yeniden gelişme olmuş; Osmanlı sınırları içinde, halkı başka bir mezhebe bağlı olan yerlere bile, İstanbul'dan Hanefi mezhebine sâlik hâkimlerin gönderilmesi, mezhebe buralarda resmîlik kazandırmıştır (Mısır ve Tunus'ta olduğu gibi) Günümüzde Afganistan, Pakistan, Türkistan, Buhara, Semerkand gibi Orta Asya ülkelerinde hanefîlik hakimdir Bugün Türkiye ve Balkan Türkleri", Arnavutluk, Bosna-Hersek, Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya müslümanları genel olarak Halefîdirler Hicaz, Suriye Yemen'in, Aden bölgesindeki müslümanların bir kısmı da Hanefidir (Ebû Zehra, Ebû Hanife, terc O, Keskioğlu, İst 1966, s 473 vd) Hamdi DÖNDÜREN HANÎF DİNÎ Hz İbrahim tarafından temsil edilen tevhid esasına dayalı hak din Hanîf kelimesine lügat itibâriyle çeşitli mânalar verilmişse de genellikle kabul edildiğine göre "hakka ve doğruya yönelen, istikamet üzere bulunan kimse" demektir İslâm literatüründe ise câhiliye döneminde her türlü sapıklıktan ve putperestlikten yüz çevirerek hakka yönelen, Hz İbrahim'in dinine tâlip olarak yalnız bir Allah'a inanan kimseler için ad olmuştur Hanîf kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'de tekil olarak "hanîf" şeklinde on yerde, çoğul olarak "hunefâ" şeklinde ise iki yerde kullanılmaktadır Bu âyetlerin sekizinde hanîf kelimesi, Hz İbrahim'le ilgili olarak zikredilmiştir Meselâ şöyle buyrulur: "Yahudi ve Hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız" dediler (Ey Habîbim), "Bilâkis biz, doğruya yönelmiş (hanîf) olan ve Allah'a eş koşanlardan olmayan İbrahim'in dinine uyarız' de!" (el-Bakara, 2/135), "İbrahim, ne bir yahudi, ne de bir hıristiyandı Ama doğruya yönelen (hanîf) bir müslümandı ve müşriklerden de değildi" (Alu İmrân, 3/67) Cenâb-ı Hak, Peygamber Efeandimize hanîf olan İbrahim dinine tâbi olmayı, yani onun yolunu devam ettirmeyi şöylece emretmiştir: "İbrahim, şüphesiz Allah'a boyun eğen ve O'na yönelen (hanîf) bir önderdi; puta tapanlardan değildi Şimdi (ey Habîbim!) sana Doğruya yönelmiş (hanîf) olan ve puta tapanlardan olmayan İbrahim'in dinine uy!' diye vahyettik" (en-Nahl,16/120,123) Bu sebeple hanîflik, İslâm için dahi kullanılmış ve samimi, ihlâslı bir müslümana da "hanîf" vasfı verilmiştir Nitekim Peygamber Efendimiz; "Ben, müsâmahakâr hanîf dini (el-Hanîfıyye es-Semha) ile gönderildim" buyurmuştur (İbn Hanbel, V, 266 Ayrıca bk Buhârî, İmân, 29; Tirmizî, Menâkıb 32, 64; İbn Hanbel III, 442) Peygamber Efendimizin nübüvvet ile görevlendirilmeden önce Arap Yarımadası'nda putperestliğin hâkim olduğu ve insanlığın dalâlet içerisinde bulunduğu cahiliye döneminde putlardan ve her türlü sapıklıktan yüz çevirerek, Hz İbrahim dini olan hanîfliğe tâbi olmuş, hakka yönelerek hak dinin arayışı içerisine girmiş kişiler, çok az da olsa mevcut idi İslâm tarihi kaynakları bunların bir kısmından ve faâliyetlerinden bahseder Meselâ bunlardan birisi Varaka b Nevfel idi Ahmet ÖNKAL HANİF, HANİFLER Hz İbrahim'in tebliğ ettiği tevhid akidesini koruyan ve Hz Peygamber (sas)'in peygamber olarak gönderilmesinden önce Allah'ın birliğine iman edenler Sözlükte; hanif masdarından bir sıfattır Hanef, dalaletten doğruluğa, çarpıklıktan düzgünlüğe meyletmek demektir Nitekim doğruluktan eğriliğe, haktan haksızlığa meyletmeye de "cim" ile cenef denir Şu halde hanifin asıl mefhumu, eğriliği bırakıp, doğrusuna giden demektir Bu mefhum ile örfte İbrahim (as)'ın milletine isim olmuştur ki; başka dinlerden, batıl ilanlardan kaçımp yalnız bir olan Allah'a eğilen " Müvahhid" demektir (Okyanus, Mütercim Asım Efendi, Hanef ve Hanîf maddeleri; Hak Dini, Kur'ân Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, VI, 3821) Hanif'in çoğulu Hünefâdır Bazı Müfessirler, haniflerin, hacılar, sünnetli olanlar, ananın, mahremlerin nikahını haram tanıyanlar, namazda kıbleye yönelenler, İbrahim'in dinine uyanlar, anlamlarına geldiğini yazmışlardır Bunlardan başka Ebu Kilâbe'ye göre: " Peygamberleri arasında hiç birini ayırt etmeyiz" (el-Bakara, 2/285) âyetinin işaretiyle peygamberlerin hepsine iman edenler anlamına gelir Dinin hepsini cami' olanlar diye de tarif edilmiştir ki, bu son iki tarif, birbirine yakındır Ancak bu tariflerin çoğu mefhumu ile değil, bazı özel durumlarda tarif edildiği için tam tarif değildir Bazı açıklamalar için nakledilir Din istilahında ise: Daha önce geçtiği gibi bütün bâtıl akidelerden İslâm'a meyletmektir Bütün peygamberlere iman ve her dini içine almak da bununla olur Bütün kitaplar ve Peygamberler dini yanlış akidelerden kurtararak "Allah katında gerçek din İslâm'dır" (Alû İmrân, 3/19) âyetinde olduğu gibi hak tevhid ve ihlas ile yalnız Allah'a ibadet etmek ve insanlığı kurtuluşa erdirmek için gönderilmişlerdir Onun için ehl-ı Kitab da bununla emrolunmuşlardı Kurân-ı Kerim'de Hanif kelimesi on yerde, hanifler ise iki yerde zikredilmiştir: 1- (Yahudi ve Hristiyanlar Müslümanlara) "Yahudî veya Hıristiyan olunki doğru yolu bulasınız" dediler De ki, (Habibim) Hayır (biz) Muvahhid (Allah'ı bir tanıyarak ve müslim) olarak İbrahim'in dinindeyiz O, Allah'a müşriklerden (eş tutanlardan) değildi" (el-Bakara, 2/135) Kur'ân-ı Kerîm'de hanif kelimesinin müslim kelimesiyle beraber zikredildiği her yerde, hanif kelimesi hacı anlamına gelmektedir Ancak, yalnız başına zikredildiği yerde ise Müslüman manâsına gelmektedir" (H Basri Çantay, Kur'ân-r Hakim ve Meâl-i Kerîm,, I, 40) 2- "İbrahim ne bir yahudî, ne bir hristiyandır Fakat o Allah'ı tanıyan (Hanif) dost doğru bir müslümandı Müşriklerden de değildi" (Alu İmran, 3/67) Görüldüğü gibi bu ayette hanif kelimesi müslüman manasına gelmektedir 3- " De ki; Allah (sözün) doğru(sunu) söylemiştir Onun için Allah'ı birleyici (hanif) olarak İbrahim'in dinine uyun O, müşriklerden değildi" (Alu İmran, 3/95) 4- " Îyilik yaparak kendisini Allah'â teslim edip Hakka yönelen Muvahhid İbrahim'in dinine uyandan din bakımından daha iyi kim olabilir? Allah İbrahimi dost edinmiştir" (en-Nisa, 4/125) 5- "Şüphekiz ki ben, bir müvahhid (Allah'ı bir tanıyıcı) olarak yüzümü o gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a yönelttim Ben müşriklerden değildim" (el-En'âm, 6/79) 6- "(şöyle) de: Şüphesiz Habibim beni dost doğru bir yola, dimdik ayakta duran bir dine İbrahim'in hakka yönelmiş (hanif) milletine iletmiştir O, Allah'a eş koşanlardan değildi" (el-En'âm, 6/161) 7- "Ve yüzünü Hanif (tevhîd) dinine döndür sakın müşriklerden olma" (Yunus, 10/105) 8- "Hakikaten İbrahim (başlıbaşına) bir ümmetti; Allah'a itaatkârdı, (batıl dinlerden uzak ve) Hanif (müvahid) bir müslümandı O (hiç bir zaman) müşriklerden olmadı (en-Nahl, 16/ 120) 9- "Sonra (Habibim) sana: Hanif bir müslüman olarak İbrahim'in dinine uy O hiç bir zaman müşriklerden olmadı" (en-Nahl, 16/123) 10- "O halde (İbrahim) sen yüzün bir Hanif (müvahhid) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki, O, insanları bunun üzerine yaratmıştır Allah'ın yaratışına (hiç bir şey) bedel olamaz Bu dimdik ayakta duran bir dindir Fakat insanların çoğu bilemezler" (er-Rum, 30/30) 11-"Allah'ın hanifleri (müvahhidleri), ona eş tutmayanlar olarak (kaçının çekinin) kim Allah'a eş koşarsa o yüksekten düşüp de (parçalanmış ve) kendini kuş kapmış, yahut rüzgar onu uzak bir yere atmış (nesne) gibidir" (el-Hacc, 22/31) 12-"Halbuki onlar Allah'a Onun dininde ihlas erbabı ve hanifler (müvahhidler) olarak, ibadet etmelerinden, namazı dosdoğru kılmalarından, zekâtı vermelerinden başkasıyla emr olunmamışlardı En doğru din de bu idi" (el-Beyyine, 98/5) Hadislerde de hanif, hanifler ile fıtrat kelimesi arasında bir irtibat olduğunu görmekteyiz Ebu Hüreyre'nin rivayet ettiği bir hadiste Peygamberimiz (sas) şöyle buyuruyor: "Her doğan çocuk muhakkak İslâm fıtratı üzerine doğar Sonra anası ile babası ona Yahudî yahut hristiyan veya mecûsî yaparlar Nasıl ki, her hayvanın yavrusu tam a'zalı olarak doğar Hiç o yavrunun burnunda, kulağında ek**** kesik bir şey görülür mü?" Sonra Ebu Hüreyre (ra); "Habibim, Allah'ın insanları Hakkı idrak ve kabule müsait yarattığı fıtrat-ı asliyeyi -ki, fıtratı İslâmiyyedir- rehber edinmekle Allah'ın yarattığı bu İslâm ve tevhid seciyesinin şirk ile değiştirmek uygun değildir: Bu İslâm ve Tevhid dini, en doğru bir dindir" (er-Rum, 30/30) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okumuştur (Buhârî, Cenâiz, 80) Bu hadis-i Şerifin öğrettiği en büyük bir gerçek de insanlarda din duygusunun ve hakikat aşkının fıtrî oluşu ve akıllara hayret veren şu hayatın ve iç, dış bir takım özelliklerle mücehhez bulunan şu muazzam insanlık binasının, o din duygusu üzerine kuruluşudur Bu gerçeği, gerek konumuz olan hadis-i şerifteki Peygamberimizin sözlerinden gerekse zikredilen (fıtratullah) âyet-i kerîmesinden öğrenmiş bulunuyoruz Müfessirler, âyet-i kerimedeki "fıtrat"ı, Hak dini kabule kabiliyetli anlamına hamlederler ki, âyetin gereği budur Asıl yaradılış demektir İbn Atiyye diyor ki; fıtrat lafzının en iyi tefsiri, insanın Allah'ın yarattıklarını farketmeye, dünyevî işleri de birbirinden ayırabilen uygun bir kabiliyettir Bu kabiliyet açıldıkça, kul yaratıcısını bilir ve bulur, şerîattaki güzelliği idrak eder Fıtrî Din, İslâm Dinidir, Tevhîd Dinidir ve bir Allah'a İmân Dinidir Hz Âdem'den Hz Muhammed'e gelinceye kadar bütün peygamberler İslâm Dini esaslarını ve Tevhîd akidesini tebliğe memur edilmişlerdir Bu din müsait olduğu mükemmel gayeyi ancak son Peygamberde bulmuştur Dinleri, ihtiva ettikleri kaide ve hükmü ile, tebliğ ettikleri faziletli medeniyet ile hulasa insanlığın her türlü ızdırabına ilaç olabilmeleri yönüyle tetkik eden her insaflı âlim ve mütefekkir, Hak Dinin İslâm Dini olduğuna hükmetmekte tereddüt etmez Diğer dinler, tetkik yeri olabilecek bir tarihi açıklamayı haiz olmadıkları halde İslâm Dini, tarihi en yakın bir hayata sahip olması cihetiyle bütün hükümleri, güneş gibi açık olarak zamanımıza aktarmıştır Onun tarihi seyri, bir ilmî tekâmülü takip ettiği için asıl saffetiyle devam edip gidecektir Bir hadis-i Kudsîde Cenâb-ı Allah şöyle buyuruyor: "Ben kullarımı hanifler olarak istikamet ve selâmet üzere yarattım" (Aynî, Umdetü'l-Kârî, VIII, 179) Görüldüğü gibi Allah (cc) kullarım birer hanif olarak yaratmıştır Hanif, Allah'ın birliğine iman eden kişiye denir, buna muvahhid de denir Her doğan çocuğun İslâm fıtratı üzerine doğması demek, elest bezminde Cenâb-ı Hakka verdikleri söz üzere doğmaları demektir ki, Allah Onlara "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" (el-A'râf, 7/172) buyurdu Onlar da; "Evet, sen bizim Rabbimizsin " dediler İşte bu söz, Allah'ın "İnsanları hanif olarak yarattım" buyurmasının aslını oluşturmaktadır (Hâzın Tefsiri, V, 45) Ahmet YAŞAR |
İslam Ansiklöpedisi (H) |
11-04-2012 | #5 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Ansiklöpedisi (H)Hased Kıskanmak, çekememek, başkasında olan sağlık, zenginlik ve benzeri nimetlerden dolayı rahatsız olarak o kişiden o nimetin gitmesini istemek Kalpte bulunan ve insanı kötülüklere sürükleyen en önemli ve gayri ahlâkî özelliklerden, hastalıklardan birisidir Bilgisizlik ve tamahkârlığın birleşmesinden, kaynaşmasından doğar En çok da tanıdık ve akrabalar arasında kendisini gösterir: Haset, çirkin huyların en zararlılarındandır Herkeste bulunmakla birlikte dereceleri farklıdır Kimi insanda haset duygusu bir an için gelip gider; kiminde ise iyice yerleşir, bütün benliğe hâkim olur ve gittikçe artar İşte asıl üzerinde durulması gereken ve tehlikeli olan haset sonuncusudur İmam Gazalî'ye göre haset ancak bir nimete karşı olur Allah bir kimseye bir nimet bağışladığı zaman diğer insanda ona karşı iki türlü hal belirir Birincisi, o nimeti çok görerek onun elinden gitmesini istemektir; buna haset denir Hasedin tezâhürü de insanın elindeki varlığı, nimeti çok görmek ve yok olması halinde sevinmektir İkinci hal ise ne varlığa sevinmek, ne de yok olmasını istemektir Buna karşılık o insanda bulunan nimetin kendisinde de bulunmasını istemektir Buna da gıpta denilir "Mü'min gıbta; münâfık haset eder" sözü bu iki durumun farkım ve bulunduğu insanın niteliğini ortaya koymaktadır Haset, yani başkasının elinde bulunan bir nimetten hoşlanmayarak onun yok olmasını istemek haramdır Ancak bir fâcir veya kâfirde bulunup fitne uyandıran, insanlar arası ilişkilerin bozulmasına, herkese eziyet edilmesine neden olan nimetin ortadan kalkmasını istemek, bundan hoşnut olmamak haram ve günâh değildir Çünkü onun yok olmasını istemek bir nimeti çekemeyerek yok olmasını istemek değil; bir fitne ve zulüm aracının ortadan kalkmasını istemek demektir Hasedin haram olmasının sebebi Allah'ın kullar arasında yaptığı taksim ve takdire razı olmamayı, teslimiyet göstermemeyi ifade etmesi ve Kur'ân-ı Kerîm'de ifade ettiği gibi kâfirlerin özelliklerinden birisi olarak sayılmasıdır: "Size bir iyilik dokunsa, bu onları tasalandırır," size bir kötülük dokunsa, ondan ötürü sevinirler" (Âlu İmran, 3/120) Ehl-i kitabın içlerindeki hasetlerin kendilerini nasıl bir yola sürüklediği de şöyle anlatılmaktadır: "Kitap sahiplerinin çoğu, gerçek kendilerine belli olduktan sonra sırf içlerindeki hasetten ötürü sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler" (el-Bakara, 2/109) Kendilerine kitap ve ilim geldikten sonra insanların birbirlerine düşmelerinin sebebi de haset olarak ifade edilmiştir: "Onlar kendilerine ilim geldikten sonra sadece azalarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler Eğer belli bir süreye kadar (azabın ertelenmesi hakkında) Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında hüküm verilir (işlerileri bitirilir)di" (eş-Şurâ, 42/14) Hasedin dereceleri: İmam Gazali hasedi başlıca dört dereceye ayırarak inceler: 1- Haset ettiğin kimsenin elindeki nimetin yok olmasını istemektir Bu nimet ister kendi eline geçsin, ister geçmesin, yeter ki haset ettiği kişide bulunmasın Hasedin en kötü olanı budur 2- Haset ettiği insanın elindeki nimetin, kendi eline geçmesini istemektir Bunun isteği o nimetin kendi eline geçmesi, amacı o nimete kendisinin sahip olmasıdır 3- Başka birisindeki nimetin aynısının veya benzerinin kendisinde de olmasını istemesidir Eğer kendi eline geçmeyecekse, onun elinde de olmamasını arzu etmesidir, 4- Başka birisinde bulunan nimetin benzerinin kendi elinde de olmasını istemesi, fakat hased ettiği kişideki nimetin yok olmamasını istemesidir İşte hasedin bu son derecesi eğer sırf dünyalık nimetler ise affedilmiştir Eğer din hususunda ise tavsiye edilmiştir Çünkü bu, hayırda yarışma buyruğunun kapsamına girmektedir Hasedin ortaya çıkmasına bir çok sebepler vardır Bunların başlıcaları şunlardır: 1 Düşmanlık Bu, hasedin en önemli sebeplerinden birisidir Kur'ân'da şöyle buyurulmaktadır: "Onlar sizinle karşılaştıkları zaman "inandık" derler Kendi başlarına kaldıkları zaman size karşı öfkeden parmaklarını ısırırlar De ki, "Öfkenizden ölün Şüphesiz Allah göğüslerin özünü bilir" (Âlu İmran, 3/119) Böyle kin ve düşmanlık sebebiyle ortaya çıkan hased çok kere çekişme ve kavgalara da yol açar, hayat boyunca devam eder, hileli yollarla nimetin izalesine gidilir, insanın şerefi ile oynanır ve gizli işlerinin açığa çıkarılması için çaba harcanır 2 Teazzuz Bir kişinin üstünlük taslaması karşısında diğer bir kişinin ağırına gitmesidir Kişinin, emsallerinden, mevki, ilim veya servet sahibi olan birisinin kendisine karşı kibirlenmesi halinde bunu hoşgörü ile karşılayamadığı için hased etmesidir 3 Doğrudan doğruya kendisinin kibirlenmesinden, karşısındaki insanı küçük görüp onu kendine hizmet etmesi ve bütün arzularında kendi emrinde olması isteğinden kaynaklanan haseddir Müşriklerin "Kur'ân iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil miydi" (ez-Zuhruf; 43/31), demeleri böyle bir hasedin ifadesidir 4 Şaşkınlık ve hayranlık Kur'ân, geçmiş ümmetlerden bahsederken, onların kendileri gibi bir insanın risâlet, vahiy ve Allah'a yakınlık gibi bir mevkiye ulaşmasına şaştıklarını ve bunun sonucu olarak haset ettiklerini anlatır: "Siz de bizim gibi birer insansınız" (Yâsin, 36/15); "Bizim gibi iki insana mı inanacağız?" (Mü'minun, 23/47) ve "Kendiniz gibi insana itaat ederseniz hüsrana uğrayacağınızdan hiç şüphe yoktur" (Mü'minun, 23/34) 5 Amacına ulaşamama korkusu Kişilerin belli bir amaca ulaşmak konusunda birbirine üstünlük sağlama arzularına dayanır Diğerinin amacına ulaşmasına yardımcı olan her nimet, diğeri için bir hased kaynağıdır 6 Makam ve mevki sevgisi, önderlik isteği Sözgelimi bir kimsenin bir ilim dalında parmakla gösterilen tek adam olmayı istemesi, bu konuda kendisine rakip olabilecek veya göz diktiği yere ulaşmış kimselere hased etmesinin başlıca nedenidir Sürekli övülmek ve üstün gelmek isteğinde olan kimse, "işte bu adam kendi sahasında zamanın en büyüğüdür, eşi ve benzeri yoktur" denildiğinde nasıl sevinirse, başka bir kimsenin kendisine ortak gösterilmesi, yerini alması hafinde de kıskançlık duyar, hased eder 7 Kötü huyluluk ve Allah'ın kullarına verdiği nimetlere karşı cimrilik Kişinin mal, önderlik sevgisi ve derdi olmamakla birlikte; ona Allah'ın nimetler verdiği, iyi huylarla donattığı bir kimseden söz edilince bundan rahatsız olur, hased eder Buna karşılık birisinin içinde bulunduğu zorluk ve çektiği sıkıntılardan söz edildiğinde de sevinç duyar Böylesi kimseler başkalarının kötü durumda olmalarını sever ve Allah'ın lütuflarına karşılık cimrilik gösterirler Kalpten hasedi atmanın yollan: Hased daha önce de ifade edildiği gibi kalbin en büyük hastalıklarındandır Kalp hastalıkları ise ancak ilim ve amel ile tedavi edilebilir Hased hastalığını tedavi edebilmek için öncelikle hasedin din ve dünya için getirdiği zararları bilmek, bu hususta ilim sahibi olmak gerekir Üstelik hased, kendisine hased edilen kimseye zarar getirmez Bu nedenle kişinin kendine düşman olması anlamına gelen hasedden kurtulmak için, hasedin şu zararlarını iyice anlamalıdır: Hased eden, Allah'ın yaptığı taksim ve takdire rıza göstermiyor, onun iradesine karşı geliyor demektir O'nun bizce gizli olan hükümleri ile mülkünde gerçekleştirdiği adalete kızmak, onu çirkin bulmak anlamına gelmektedir Bu ise, kişinin tevhidin özüne ters düşmesinden, dolayısıyla imanının zedelenmesinden başka bir şey değildir Hasedden vaz geçmek için onun bu zararını bilmek bile yeterlidir Fakat bunun yanında hased eden kimsenin bir mü'mini aldatmak, ona nasihat etmeyi terketmek, mü'minleri sevmek yolundaki İslâm'ın açık emirlerini terketmek, mü'minlerin zarara uğramaları halinde bundan en çok sevinecek olan şeytan ve kâfirlerle birleşmiş olmak gibi hiç de küçümsenmeyecek suç ve günâhları işlemiş olacağı unutulmamalıdır Bütün bu özellikleriyle kalbin saflığını ve temizliğini gideren bir pislik olan hased, ateşin odunu yakıp yok etmesi gibi insanın iyi huy ve amellerini giderir, yok eder (Ebû Dâvud Edeb 44; İbn Mâce, Zühd 22) Hased eden kimsenin içinde sürekli bir ateş yanar Bu ateş onu yakar, yavaş yavaş eritir Çünkü birisine hased edildikçe Allah onun nimetini artırır Onun nimetinin artması da hasedçinin hasedini, dolayısıyla rahatsızlık ve sıkıntısını çoğaltır Hasedçinin göğsü daralır, uykusu kaçar Amansız bir hastalığa düşer Bu ise ancak kişinin düşmanlarının isteyebileceği bir durumdur hased edilenin perişanlığı istenirken, hasedçi perişan olur Bunun yanında hased edilen kimsenin durumunda bir bozulma, bir kötüleşme olmaz O halde, kişi bir âhiret hesabı ve korkusu çekmese bile, aklın gereği olarak bu yararsız azaptan kurtulmayı istemelidir Üstelik âhirette neden olacağı ceza da unutulmamalıdır Öyleyse insanın âhirette Allah'ın gazabına çarpılmak istemesinden, azaba uğramak için çalışmasından daha akıl dışı ne olabilir? Hasedin amelle tedâvî edilmesine gelince; amel ile hasedi tedâvî etmenin yolu, onun isteklerini yerine getirmeyerek, hatta aksini yaparak ona hükmetmesini öğretmektir Sözgelimi içindeki hased duygusu birisini kötülemesini istediğinde kişi, bunu şeytanın kendisi için hazırladığı tuzağa düşmek demek olduğunu anlayarak tersini yapmalı onu övmelidir Kendisinden birisine karşı kibirli davranmasını istediğinde karşı koyarak tevazu göstermeli; vermemeyi fısıldadığında, vermelidir Kişinin bu davranışları, karşısındaki insanı memnun eder ve onun tarafından sevilmesine neden olur Bu şekilde karşılıklı sevgi başlar ve zamanla hased hastalığı yok olur Baştan zorla yapılan bu davranışlar zamanla insanın kişiliği doğası hafine gelerek kökleşir Doğal olarak şeytan bu gelişmeden hoşnut olmayacak, olumlu gelişmeyi engellemek isteyecektir Bu davranışının güçsüzlüğünden, korkusundan ileri geldiğini öne sürerek onu iğfal etmeye çalışacaktır Fakat mü'min şeytanın vesvesesine kendisini kaptırdığında sapacağım, ziyana uğrayacağını unutmamak zorundadır Ahmet ÖZALP HASEN HADİS Lügatta güzel, hoş anlamına gelen bu kelimenin istılah mânâsı hakkında değişik görüşler vardır Bir hadisin "hasen" diye tanımlanması hadisin metin veya mânâsı nedeniyle değil hadisin râvî zincirindeki kişilerin durumundan kaynaklanmaktadır Buna göre; "Adâlet şartını taşımakla birlikte, zabt yönünden sahih hadis râvîlerinin derecesine ulaşamamış kimselerin muttasıl (kesintisiz) isnatla rivâyet ettikleri, şâz ve illetten uzak hadis" (İbn Hacer, Nuhbetü'l-Fiker, s 24); "Râvîsi doğruluk ve emânetle meşhur olmakla birlikte, zabt vasfındaki kusurundan dolayı sâhih derecesine ulaşamayan hadis" (Suyuti, Tedrib, s 89) şeklinde tarifler yapılmıştır Hasen olup olmama râvîlerden kaynaklandığı için bir hadis bir imama göre hasen olarak görülürken bir- başkası için zayıf ve sahih olabilir Hadis imamlarının hadîsin râvî zincirindeki kişiler hakkındaki kanâatleri o hadîsin sahih, hasen, olarak farklı şekilde tanımlanması sonucunu doğurur Bir hadisin senedi hakkında "sahih" veya "hasen" hükmü vermek hadîsin metnininde bu hükme girmesi anlamına gelmez Muhadisler bu konuda şu görüştedir: "Senedi sahih olan her hadîsin metni de sahih olmaz" (Subhi Salih, Hadis İlimleri ve Istılahları, terc M Yaşar Kandemir Ankara 1973, s 130) Sahih veya hasen olan metin midir, yoksa sened midir bu açıklanır Hasen hadîs tabirini ilk kullanan muhaddisin Tirmizî olduğu zikredilmekle birlikte, kendisinden önce Ahmed b Hanbel, Buhârî ve başka hadisçiler kitaplarında hasen hadis tabirini kullanmışlardır (Subhi Sâlih, Ulûmü'l-Hadîs, s 132) Başta Tirmizî'nin Câmi'i olmak üzere Ebû Dâvûd ve Dârekutnî'nin Sünen'leri hasen hadislerin yeraldığı önde gelen kaynaklardır Hasen hadis ikiye ayrılır a) Hasen lî zâtihi, b) Hasen lî gayrihi Hasen lî zâtihi hadis, girişte tarifi yapılan hasen hadistir Yani adâlet ve emânet yönünden güvenilir olmakla birlikte zabt yeteneği zayıf olan râvînin rivayet ettiği hadis Hasen lî gayrihi hadis ise; bir hadisin senedinde yeralan râvîlerden biri çok hata yapacak kadar dalgın ve ehliyetsiz ise, aynı hadis başka bir yolla da rivâyet edilmişse o takdirde kendi dışındaki isnadlar ile hasen durumuna yükseldiği için "hasen lî gayrihi" adını alır Tirmizî hasen hadis tabirini daha da inceleyerek küçük farklılıklarını dikkate almış ve gruplandırmıştır: "Hasen-Sahih", "hasen garib", "hasen-garip-sahih", "ceyyid-hasen" ifadelerini kullanmış Ancak bunlardan neyi kasdettiğini belirtmediği için bu terkiplerin ne anlama geldiği kesinlik kazanmamıştır Tirmizî, "Bu kitabımızda her nerede "hasen hadis" dedikse muradımız; senedi bizce hasen olandır Yalancılıkla itham edilmemiş bir râvî tarâfından rivâyet edilip, başka kanallardan da onun gibisi mervî olan şâz da olmayan her hadîs bizce hasendir" demiştir "Hasen-sahih-hadis" hasen ile sahih arasında değerlendirilen hadistir Tirmizî, "ceyyid-hasen" tabirini sahih derecesine yükselen hadis için kullanmıştır Muhaddisler bir hasen hadîsin sahih olma ihtimâli bulunduğu durumlarda, "sahih" veya "hasen" yerine, "ceyyid", "kavi", "sabit", "mahfuz", "maruf", "salih", "müstahsen" gibi sıfatlar kullanmışlardır Hasen hadis sahih ile zayıf hadis arasında bir derecede olmasına rağmen bazı hadisçiler (Hâkim, İbn Hibbân, İbn Huzeyme) onu sahih veya zayıf hadis grubuna dahil ederek değerlendirirler; onlara göre hadis ya sahihtir ya zayıf Hasen hadisler kendisiyle amel edilecek birer dini delil olarak kabul edilirler Ancak istinbata değil ihticaca selahiyetlidirler İA HASENE İyilik, güzellik, sevab, iyi âkibet, iyi söz ve iş, nimet Arapça'da iyiliğin ve güzelliğin her türünü anlatmak için kullanılan bir kelimedir Karşıtı, suç, kötülük, günah demek olan "Seyyie"dir Türkçeye de hemen hemen aynı anlamları taşıyarak girmiş olan bu kelime konuşma dilinde daha çok, hayır-hasenat biçiminde, bir deyim gibi kullanıla gelmekte ve özellikle kalıcı ve sürekli hayır işlerini ifade etmektedir "Hasene" kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'de yirmi sekiz yerde bu tekil haliyle, üç yerde de "hasenât" olarak çoğul şekliyle geçer Sözkonusu âyetlere baktığımızda hepsinde ortak nokta olarak "hasene"nin yüce Allah'tan gelen bir üstünlük oluşunun özellikle vurgulandığını görürüz Nitekim, kulların amellerinin övüleni ve buyurulanı "sâlih amel" olarak anılıp, bu fiil kula izafe edildiği hâlde; "hasene" için kesin bir biçimde "sana ne iyilik (hasene) gelirse, Allah'tandır" buyurulduktan sonra, "ne kötülük dokunursa, o da kendindendir" ifadesiyle, "hasene" yüce Allah'a hasredilir (en-Nisâ, 4/79) Aynı sûredeki bir önceki âyet de "Onlara bir (hasene) iyilik gelirse, "bu Allah'tandır' derler; bir kötülüğe uğrarlarsa "bu da senin tarafındandır" derler De ki, hepsi Allah'tandır" (en-Nisâ, 4/78) buyuralarak, bu durumun ön açıklaması da yapılır Kul planında "hasene", yapılan iyi işlerin/sâlih amellerin doğurduğu bir sonuç olarak belirir "İnsanlar ve salih amelde bulunanlar, onlar sakınırlar, inanırlar, yorarlı işler işlerler, sonra (haramdan) sakınıp inanırlar ve sonra (isyandan) sakınıp iyi davranırlarsa, daha önce tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur; Allah iyi davrananları sever" (el-Mâide, 5/93) mealindeki âyet, "hasene"ye ulaşmanın bir çok özellik gerektirdiğini belirttiği gibi, "sâlih amel" ile "ahsen amel" arasındaki farkı ve birinin diğerine götüren bir davranış biçimi olduğunu açık bir biçimde ortaya koyar "Âncak tevbe eden, inanıp yararlı iş işleyenlere, Allah merhamet eder" (el-Fûrkân, 25/70) âyet-i kerimesindeyse, bu durum çok açık görülür "Hasene" kulun gerçekleştirdiği değil, ulaştırıldığı bir olgudur "Hasene"; "Rabbımız, bize dünyada iyilik (hasene), âhirette de hasene ver, bizi ateşin azabından koru" (el-Bakara, 2/201) âyetinde olduğu gibi istenen bir nimet ve âkibet olmakla birlikte; zaman zaman "Biz onların yeryüzünde salihler ve aşağılıklar olarak bölük bölük ayırdık; (gerçeğe) dönerler diye onları iyilikler (hasenât) ve kötülükler (seyyiât) ile sınadık" (el-A 'râf, 7/ 168) âyetinde belirtildiği gibi, sınama öğesi olarak da gündeme gelebilir "Ey inananlar, andolsun ki, sizin için, Allah'a âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için, Rasûlullah en güzel örnektir" (el-Ahzâb, 33/21) âyetinde hasene'nin "en güzel" anlamına tanık oluruz "Hasenât ": İyilikler Âyet-i kerîmede "haseriât"ın kötülükleri gidereceği yok edeceği anlatılmıştır "Gündüzün iki tarafında ve gecenin de yakın saatlerinde namaz kıl Çünkü hasenât kötülükleri giderir"(Hûd, 11/114) Âyette geçen hasenâttan maksat beş vakit kılınan namazdı Beş vakit kılınan namaz, namaz aralarında işlenen küçük günâhlara keffârettir Hz Peygamber (sas) şöyle buyurur: " Ne dersiniz? Şayet birinizin kapısında bol sulu bir nehir olsa, her gün onda beş kere yıkansa, onun kirinden birşey bırakır mı?" "Hayır hiç bir şey bırakmaz" dediler Hz Peygamber de şöyle buyurdu: "İşte beş vakit namaz da böyledir Allâhu Teâla bununla günah ve hataları siler" (Müslîm, mesâcîd, 284) "Hasenât"; Subhânallah ve'lhamdülillah ve lâilahe illallah vallahu ekber" kelimelerini tesbih etmektir diye de tefsir edilmiştir (Kurtubî, e! Câmiu lî-Ahkâmi'l-Kur'ân, IX, 110) Zübeyr YETİK HÂSS Tek bir mânâyı ifade etmek üzere konmuş ve bir tek ferde delâlet eden lafız Bir fıkıh usûlü terimi Kelimenin kapsamında çokluk bulunmakla birlikte bu çokluk sınırlı ise, lâfız yine hâss sayılır İki,üç, dört, yüz gibi Hâss'ın konulduğu mânâya kesin bir şekilde delâlet ettiği ve aksine delil bulunmadıkça konulduğu mânâdan başka bir anlama çekilemeyeceği konusunda İslâm hukuk usûlü bilginleri görüş birliği içindedir Meselâ; "Onlaza ****en değnek vurun" (en-Nûr, 24/4) âyetindeki "****en (semânîn)" lâfzı, "Zina eden kadın ve zina eden erkeğin herbirine yüz değnek vurun" (en-Nûr, 24l2) âyetindeki " yüz (mie)" lâfzı ile miras âyetlerindeki "sülüsân (üçte iki)", "nısıf (yarım) ", "dörtte bir (rubu)" gibi lâfıılar hâss lafızlardır Bunların başka bir anlama çekilmeleri söz konusu değildir Âyet veya hadislerden hüküm çıkarırken lâfzın hâss veya âmm oluşu sonucu etkiler Meselâ; "Boşanmış kadınlar, kendi başlarına (evlenmeden) üç kuru' süresi iddet beklerler" (el-Bakara, 2/228) âyetindeki "kuru" lâfzı Hanefi ve Hanbelîlere göre "hayız hali" Şâfiî Mâlikîlere göre ise "tuhur (temizlik) günleri" anlamındadır Hanefiler konuyu şöyle açıklar: âyetteki üç (selâse) lâfzı, "hâss" bir lâfız olup, iddetin eksik veya fazla olmaksızın tam üç kur' olduğunu ifade etmektedir Bu durum ise, âyetteki "kuru"'un hayız olarak anlaşılması ile gerçekleşebilir, tuhur anlamı verilmesi hâlinde ise, hâss'ın yani ilç (selâse) lâfzının anlamı bozulmuş olurdu Çünkü, kadının içinde boşandığı tuhur (temizlik günleri) bir tuhur sayılsa, sayı da; iki tam, bir yarım şeklinde eksiklik; bu ilk tuhrun dikkate ahnması hâlinde ise; üç tam tuhur, bir de yarım tuhur şeklinde fazlalık ortaya çıkar Hâss'ın Çeşitleri: Bulunduğu durum veya sıyga bakımından hâss'ın birçok çeşitleri vardır Mutlak, mukayyed, emir ve nehiy bunlar arasında sayılabilir 1) Mutlak ve Mukayyed: Belirli olmayan bir ferdi veya fertleri gösteren ve kendisinin herhangi bir sıfatla kayıtlandığına dair delil bulunmayan lâfza "mutlak", herhangi sıfatla kayıtlanmış olan lâfza da "mukayyed" denir Meselâ; adam veya adamlar, kitap veya kitaplar "mutlak lafız" sayılırken, imanlı adam veya adamlar, kıymetli kitap veya kıymetli kitaplar "mukayyed lâfız" çeşidine girer (Zekiyüddîn Şa'bân, İslâm Hukuk ilminin Esasları (Usûlü'l-Fıkh), terc İbrahim Kâfi Dönmez, Ankara 1990, s 270) Âyet veya hadiste mutlak olarak gelen ve kayıtlandırıldığına dair bir delil bulunmadıkça mutlak haliyle amel edilir Örnekler: "Kim hasta olur veya yolculuk halinde bulunursa, tutamadığı günler sayısınca orucu, başka günlerde kaza etsin" (el-Bakara, 2/185) Bu âyetteki "günler (eyyâm)" kelimesinden sonra "peşpeşe" kaydı gelmediği ve kaza orucunun peşpeşe tutulmasını bildiren başka bir delil de mevcut olmadığı için, kelimenin mutlak anlamı ile amel edilecektir Buna göre, Ramazan ayında hastalık veya yolculuk nedeniyle oruç tutamayan kimse, bu oruçları Ramazandan başka günlere peşpeşe veya ayrı ayrı tutabilecektir "Ve karılarınızın anaları (ile evlenmek size haram kılındı)" (en-Nisâ, 4/23) âyetindeki "karılarınız (nisâikum)" kelimesi mutlaktır "Zifafa girilmiş olmak" kaydını taşımadığı ve bu konuda başka kayıtlayıcı bir delil de bulunmadığı için; bir kadınla zifafa girmeksizin mücerred nikâhlanmış olmak, bu kadının annesi ile damadı arasında ebedî evlenme engeli doğması için yeterlidir Bir nass'ta mukayyed olarak bulunan lafızla, bu kaydın kaldırıldığına dair bir delil bulunmadıkça, kayıtlı hâliyle amel edilir Örnek: "Ve kendileriyle cinsel temasta bulunduğunuz kanlarınızdan olup da, evlerinizde bulunan üvey kızlarınız (ile evlenmek size haram kılındı)" (en-Nisâ, 4/23) âyetinde; "karılarınızdan" kelimesi "zifafa girmiş olma" kaydını taşımaktadır Bunun sonucuna göre ise, bir kimse, evlendiği karısı ile cinsel temasta bulunmadan önce boşanır veya bu karısı ölürse üvey kızlarıyla evlenebilecektir Diğer yandan yukarıdaki âyette: "üvey kızlarınız" lafzı "evlerinizde bulunan" kaydını taşımaktadır Bu, üvey babanın evinde ve gözetiminde bulunan demektir Fakat bu kayıt âyetin devamında kaldırılmaktadır "Eğer onlarla (üvey kızlarınızın anaları ile) zifafa girmemişseniz (evlenmenizde) bir sakınca yoktur" (en-Nisâ, 4/23) Burada anne ile cinsel temasta bulunulmamışsa üvey kızı ile evlenmenin helâl olduğu bildirilmektedir 2) Emir: Fiili ileride yerine getirilmesi isteğine delâlet eden sözlerdir Bu talep şu şekillerde olabilir Emir sıygası ile: "Namazı kılın, zekâtı verin" (el-Bakara, 2/43) âyetinde olduğu gibi Başına emir lâm'ı gelmiş muzari sıygası ile: "Îçinizden kim Ramazan ayına yetişirse, farz olan onıcu tutsun" (el Bakara, 2/185) âyetinde olduğu gibi Talep anlamında kullanılan haber cümlesi ile: "Anneler çocuklarını emzirirler" (el-Bakara, 2/233) âyetinde amaç emzirmeyi haber vermek değil, bir görevi hatırlatmaktır Her emir sıygası farz anlamında istek bildirmez Emir bazan vücûba, bazan mübahlığa, bazan nedbe, irşada veya te'dıbe delâlet eder (bk Zekiyüd dîn Şa'bân, age, s 280 vd) 3) Nehiy: Fiilden el çekme ve fiili terketme talebine delâlet eden sözdür Bu yasaklama aşağıdaki şekillerde olabilir Nehiy sıygası ile: "Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın" (el-İsrâ, 17/33) Yasak anlamı taşıyan emir sıygası ile: "Ve alış-verişi bırakın" (el-Cum'a, 62/9) Nehiy mastarından türetilmiş fiil ile: "Çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar" (en-Nahl,16/90) Haram kılma (tahrîm) kökünden türetilmiş fiil ile: " Size, analarınız, kızlarınız (ile evlenmek) haram kılındi" (en-Nisâ, 4/23) veya helallığın kaldırılması ile: " Onlara (kadınlara) verdiklerinizden bir şey almanız helâl değildir" (el-Bakara, 2/229) âyetlerinde olduğu gibi İslâm hukukçularının çoğunluğuna,göre, âyet ve sahih hadislerdeki nehiy, prensip olarak haramlık bildirir Bunun dışında bir anlam taşıdığına dair bir delil veya karine bulunursa hüküm değişir Çünkü nehiy, bazı durumlarda işin çirkinliğini göstermek, irşad veya te'dib amacına ulaşmak için yapılmış olabilir Hatta bazan duâ anlamı da taşıyabilir (bk el-Cum'a, 62/9; el-Mâide, 5/121; Âlu İmrân, 3/8) Hamdi DÖNDÜREN HASTA NAMAZI Sıhhatini kaybeden bir müslümanın namazın tüm şartlarını yerine getirme imkânı olmadığı durumlarda yüce Allah bazı kolaylıklar göstermiş ve namazı "imkânı elverdiği" şekilde kılmasına izin vermiştir Hasta müslümanın tüm rükünlerini yerine getirmeyerek kıldığı bu namaza hasta namazı adı verilir İslâm'daki ibâdetlerin amacı insanı zora koşmak olmadığı için ibâdetler katı şekilci kurallarla çevrili değildir En önemli ibâdet olan namaz, günde beş defa müslümanlara farz kılınmıştır; ancak namazın amacı Allah'ı sürekli olarak hatırlamak, günde beş kez O'nun huzuruna çıkıp iki namaz arasında yaptıklarının muhâsebesini yapma fırsatını ona vermektir Bu şekilde günde beş kez Allah'ın huzuruna çıkan bir müslüman kötülük duygusunu kalbinden atıp onun yerine Allah korkusu ve sevgisini yerleştirir Namazın amacı bu olunca, yani insanları kendi rızalarıyla Allah'ın gözetimine sokmak olunca sıhhatli ya da sıhhatsiz olması bunu yapmaya, yani Allah'ın huzurunda boyun eğmeye engel değildir O halde hasta olan bir müslüman bu görevini gücünün yettiği şekilde yerine getirir Bunun bazı kuralları vardır: Namazda; farzlar, sünnetler, müstehablar vardır "Sıhhatli müslüman tüm bunları dosdoğru yerine getirerek namaz kılar Allah, "namazı dosdoğru kılın" emrini şekil açısından, sadece sıhhatli olanlara farz kılmıştır Hasta olanlar ise görünen şekil yönünün dışında kalben, ruhen ve tüm düşüncesiyle "dosdoğru kılmak" zorundadır Ona gösterilen kolaylık yapacağı hareketler yönündendir Hastalığı eğer ayakta duramayacak kadar şiddetliyse ve ayakta durması hastalığı arttıracaksa oturarak; oturarak kılınamayacaksa, yattığı yerde; hareket edemeyecek durumdaysa baş ile başını dahi oynatamıyorsa göz hareketiyle, bu da olmuyorsa düşünceyi yoğunlaştırarak namaz kılınır Ama hiçbir zaman terkedilmez Temel ölçü yapılabileceğinin en son şeklini yapmaktır Örneğin bir yere yaslanarak kılabilecekken yatarak kılmak nefsin kontrolüne girmenin göstergesidir ki bu yanlıştır Namazın diğer bir farzı olan okuyuşlarda da durum böyledir, dili ile okuyamıyor, dilini kullanamıyorsa kalbinden okur Diğer bir kolaylık okuyuşlarını kısaltabilir ve eksiltebilir Örneğin uzun süre rükû ve secdede kalması rahatsızlık veriyorsa, ta'dili erkan üzere kılınan namazda en az üç kez okunan "Sübhane rabbiyel azim" ve "sübhane rabbiyel a'lâ" cümlelerini birer kez söyler Örneğin son oturuşlardaki "Allahûmmâ salli ve barik" dualarını okumadan selâm verebilir Mümkün olanı en iyi şekilde yapmak, gücünün yettiği kadarını yapmak, terketmemek esastır Çünkü insanın açığa vurduğunu da kalplerde gizli olanını da bilen Allah, hastalığın şiddetini hastadan daha iyi bilir Ufak hastalıkları bahane edip namazları hafifletmek ve kolaya kaçmak ancak imanı zayıf olanların yapacağı bir tercihtir İmanda samimi olanların yapacağı, gücünün tamamını kullanarak namazı hâlis bir kalp ile kılmaktır Namaz öncesinde farz olan "maddî ve manevî pisliklerden temizlenmek" hasta için de farzdır Gusül abdesti ve namaz abdesti alması o an hastalığına zarar verecekse teyemmüm alarak namazını kılar Yatalak bir hastanın istenmeyen durumlar sonucunda yatağında maddî pislikler varsa ve yatağının değiştirilme imkânı yoksa görünen yüzeysel pislikler temizlenerek namazını kılabilir Elbise için de durum aynıdır Hastalık durumunda şartları tam olarak yerine getirilmeden kılınan namazlar hastalıktan kurtulduktan sonra tekrar kılınmaz Hasta, daha önceden kazaya kalan namazlarını da kılabildiği şekilde kılar Abdesti bozan durumlardan herhangi biri sürekli olsa; örneğin sürekli kanama durumu devam ettiği halde namaz kılınır Ancak bir sonraki namaz için yeniden abdest alınır, Özürlü halde kılınan bir namazın vakti çıkmadan özür hali sona erse kılınan namaz tekrar edilir Özür, bir namaz vaktinin tamamında sürerse geçerlidir Özür nedeniyle elbiseye bulaşan pislikler de bu hal devam ettiği sürece namaza engel değildir Ancak imkânı varsa Allah'ın huzuruna en güzel "zinetlerini (elbiselerini) giyip durmak daha güzeldir Fedakar KIZMAZ HASTA ZİYARETİ Hasta bir mü'mini ziyaret etmek Peygamberimizin (sas) sünnetidir O, hastaları ziyaret eder, mü'minlere de hasta ziyaretini tavsiye ederdi (Buhârî, Cenâiz, 2; Müslim, Libâs,114) Hasta bir mü'mini ziyaret eden kişi hem hastaya moral vermiş olur, hem de kendisi sevap kazanır (Tirmizî, Edep, 45; Nesâî, Cenâiz, 53) İnsan, hasta olmadıkça sağlığının kıymetini bilemez Hastalıklar imtihandır Kaza ve kadere inanan bir mü'min için hastalıklara karşı tevekkül göstermek ve istircâ etmek (Allah'a teslimiyet) gerekir Allah'ın her hastalığın şifasını yarattığı unutulmamalıdır (Buhârî, VII,158) "Rasûlullah, karın ağrısından şikayet eden bir hastaya "bal içmesini" tavsiye etmişti" (Buhâri, VII, 159) Bu, bir "tedavi" öğütüydü Peygamberimiz (sas) hastaların ziyaret edilmesini, cenazelerin takip edilmesini, zira bunların "ahireti" hatırlatacağını söylemiştir (Buhârî, Cihâd 171; Atime, I) Hastaları ziyaret ettiğinde elini hastanın alnına kor, hastanın elini kendi eli içine alır, şefkatle hatırını sorar: "Geçmiş olsun, inşallah hastalığın günahlarını temizler "buyurur (Buhârî, Tevhid 31) ve hasta için dua ederdi Kıyamet günü Allah Teâlâ'nın, " Falan kulum hastalandı da sen onu ziyaret etmedin, etseydin beni onun yanında bulacaktın" diyeceğini bir kudsî hadisinde bize bildiren Rasûlullah (Müslim, Birr, 43), Hz Âişe'nin nakline göre ailesinden hasta olan birine şöyle dua ederdi: "Ey insanların Rabbi olan Allah'ım! Bu ızdırabı gider Şifayı veren sensin, senden başka kimse şifa veremez" (Tirmizî, Cenâiz, 4; Ebû Dâvud, Tıb, 17) Yine o şöyle buyurmuştur: "Vücudunun ağrıyan yerine elini koy ve üç defa Bismillah dedikten sonra yedi kere şöyle de; " Hissettiğim hastalığın zararından ve tehlikesinden Allah'ın yüceliğine ve kudretine sığınırım" (Tirmizî Tıb, 32; Hanbel, I, 239) Eğer hasta, ölüm hastası ümitsizse, ona kelime-i tevhîd telkin edilir (Buhârî, İsti'zân, 29) Hasta yanında daima hayır konuşulur Ban rivayetlere göre Yasin ve Ra'd suresi okunur Rasûlullah (sas), mü'min, gayr-i müslim ayırdetmeden hasta olan bütün insanları ziyaret etmiştir (Ahmed b Hanbel, III, 175) Hasta ziyareti gerçek müslüman için bir görevdir Çünkü Rasûlullah, mü'mileri bir vücudun organları gibi birbirine bağlı görmüş, "Sevilmede, merhamet ve şefkatte mü'minleri bir vücut gibi görürsün O vücudun herhangi bir azası rahatsız olursa diğer azalar da onunla beraber ızdırap duyarlar" (Buhârî, VIII, 12) buyurmuştur Rasûlullah, müslümanın müslüman üzerindeki beş hakkından söz ederek şöyle buyurmuştur: "Onunla karşılaştığında selâm ver, seni davet ederse icabet et, senden nasihat isterse nasihat et, aksırır da Allah'a hamdederse ona yerhamükallah' de, hastalandığında ziyaret et, öldüğünde cenazesini takip et"(Tirmizî, Edeb,1; Nesâî, Cenâiz, 52; İbn Mace, Cenâiz, I) En güzel ahlâkı yaygınlaştıran Allah'ın Rasûlü Hz Muhammed (sas) en insanî duygularla donatılmış bir yardımlaşma ve kardeşlik ortamı oluşturmuştur Hasta ziyareti, insanî duygulardan biridir Çünkü hasta, kendini yalnız hissetmez, ölüm karşısında kendini biçare görerek bedbaht ve ümitsizliğe düşmez, acıları hafifler Yahudi bile olsa, Rasûlullah'ın yaptığı gibi hasta ise ziyaretine gidilir Enes b Malik'ten rivayet edilen hadiste şöyle denilmektedir: Rasûlullah (sas)'e hizmet eden bir köle vardı Bir gün bu köle hastalandı Hz Peygamber (sas) onu ziyaret için geldi ve başucuna oturdu Ona: " Müslüman ol" dedi Köle yanında, olan babasına baktı Babası: "Ebu'l Kasım'a itaat et" dedi Köle de müslüman oldu Nebi (sas) dışarı çıkarken şöyle buyurdu: "Onu ateşten kurtaran Allah'a hamdolsun" (Buhârî) Mü'min kullar hastalıklarından dolayı ziyaretçilerine şikayet etmezlerse, Allah onu azad eder, hastalıktan önceki etine karşılık daha iyi et, kanına karşılık daha iyi kan verir, sonra sıhhat bulur ve yeniden işe başlar Hastalık halinde ne hasta, ne de ziyaretçiler sabırsızlık göstermemelidirler Kahırlanmak, feryat ve figan ederek ağlanıp sızlanmak hatta ölümü istemek iyi değildir Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Kendisine isabet eden bir zarardan dolayı sizden biriniz ölümü istemesin Eğer mutlaka istiyorsa şöyle desin: Allah'ım Benim için hayat hayırlı ise bana hayat ver, ölüm hayırlı ise beni öldür" (Buhârî, VII, 157) Hasta olan birine sen hastasın yani şu hastalığın var denildiğinde hastanın "ben hastayım" demesi gerekir Çünkü bu durumda sadaka ve hastalıkların gizlenmesi (sünneti)ne aykırı gelinmiş olmaz İbn Mesud, bir gün Hz Peygamber'in yanına gitmiş ve onu sıtmadan titrerken bulmuştu Elini dokundurmuş ve ateşini yükseldiğini görmüştü Rasûlullah da " Evet sizden iki kişinin ateşi kadar" demişti Yani doğru davranış, ne hastalığı gizlemek, ne de onu abartmaktır (Hâkim, I, 339; Buhârî-Müslim) Erkeğin, kadın hastayı usulüne uyarak ziyaret etmesinde sakınca yoktur (Ebû Dâvûd, II, 85) Hatta mü'min, fasık müslümanı da ziyaret etmelidir Çünkü fasık da olsa müslümandır Ziyaretçinin bütün amacı hastayı yalnız olmadığına inandırmak, onu ümitlendirmek, moral ve yaşama sevinci vermektir Hastaların psikolojik hali ölüm düşüncesine meyillidir Bu durumda hastaya Allah'ın buyruklarından hiçbir nefsin zamanı gelmeden ölmeyeceği, her ömür için kararlaştırılmış bir zamanın bulunduğunu ve bu zaman gelince hiçbir gücün onu öne alamayacağı gibi geciktiremeyeceği de söylenmelidir (Sebe, 34/30; el-A'râf, 7/34; Hud, 11/3) Hastaya, canı çeken şeylerden hediye götürmek adaptandır Zaten hastalıkta insanın canı çekip alamadığı, yiyemediği şeyler vardır (İbn Mâce, Cenâiz, 1) ' Yine, hasta zaman zaman yakınlarından sorulmalıdır Bir ziyaretten sonra hastayla ilgiyi kesmek, sünnetten kaçınmak gibidir (Buhâr"ı, İstizan, 29) Rasûlullah bir müslüman hastayı ziyaret etmiş, ona şöyle dua etmeyi öğretmiştir "Allahümme atina fıddünya haseneten ve fıl ahireti haseneten ve kına azabennar Allah'ım Bize dünyada türlü türlü iyilik ver, ahirette de sayıya hesaba gelmez iyilik ver ve bizi cehennem azabından koru" (el-Bakara, 2/201; Tirmizî, Daavât, 112) İA |
İslam Ansiklöpedisi (H) |
11-04-2012 | #6 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Ansiklöpedisi (H)Hâtemü'l-enbiyâ "Peygamberlerin sonuncusu" anlamında Rasûl-ü Ekrem Efendimizin vasıflarından biri Beşer tarihi boyunca Cenâb-ı Hak, insanları sapıklıktan doğru yola iletmek, onların sâdece kendisine kul olup ibâdet etmelerini sağlamak üzere peygamberler göndermiştir Geçmişte insanoğlunun hak dinden uzaklaştığı her dönemde kavimlerini îkaz etmek üzere her millete mutlaka bir peygamber gönderilmiştir Bu gerçek, bizzat Hak Teâlâ tarafından şöylece ifade edilir: "Andolsun ki her ümmete Allah'a kulluk edin, azdırıcılardan kaçının diyen bir peygamber göndermişizdir" (en-Nahl,16/36) Bu şekilde sayısını ancak Allah'ın bildiği pek çok peygamber hak dini tebliğ etmiştir Bu peygamberlerin sonuncusu, Hz Muhammed Mustafâ Efendimizdir Artık O'ndan sonra peygamber gelmeyecektir Çünkü O'nun getirdiği din en son, en mükemmel din olup cihanşümuldur ve çağlar üstüdür Hükümleri, bütün bir beşeriyetin kıyâmete kadar bütün problemlerine çözümler getirecek üstünlüktedir Bu sebeple Peygamber Efendimiz "Hâtemü'l-Enbiyâ: Peygamberlerin sonuncusu" diye vasıflandırılır Peygamber efendimiz hakkında bu vasıf bizzat Kur'ân-ı Kerîm'de şu şekilde geçmektedir: "Muhammed içinizden herhangi bir adamın babası değildir Fakat O, Allah'ın Rasûlü ve peygamberlerin sonuncusu (hâtemü'n-nebiyyîn)'dir" (el-Ahzâb, 33/40) Hz Peygamber'in bu vasfı bazan "Hâtimü'l-enbiyâ" şeklinde de kullanıldığı gibi hâtem ya da hâtim kelimesine mühür manâsı da verilmiştir Çünkü Arap dilinde hâtem ve hâtim, mühür, damga, bir şeyin sonu ve sonuncusu anlamlarına gelir Bu kelimeyi mühür manâsına aldığımızda terkip "Peygamberlerin mührü" anlamını kazanır ki manâ da neticede "Peygamberlerin sonuncusu" demek olur Çünkü mühür, bir şeyin en sonuna onun sonunu kapatmak için vurulur Peygamber Efendimiz de peygamberlerin en sonuncusu olarak âdetâ O'nunla peygamberlik müessesesi artık mühürlenmiştir Gerek yukarıdaki âyet-i kerîmeden, gerekse Peygamberimizin bizzat kendi sözlerinden en ufak bir şüpheye yer vermeksizin Rasûlü Ekrem'in "hâtemü'l-enbiya" yani peygamberlerin hem sonuncusu, hem de peygamberlik müessesesinin sonu olduğu açıkça anlaşılmaktadır Ebu Hüreyre'den nakledilen uzun bir hadiste insanların âhirette, kendilerine şefâat etsin diye Hz Âdem (as)dan başla****** sırasıyla peygamberlerden şefâat isteyecekleri, ancak hiçbirinin şefâat edememesi üzerine neticede Hz Muhammed (sas)'e gelip: "ya Muhammed! Sen Rasûlüllah ve hâtemü'l-enbiyâ'sın Allah senin gelmiş geçmiş bütün günahlarını affetmiştir Bize Rabbin huzurunda şefâat eyle" diyecekler (Buhârî, Tefsir, sûre 17; Müslim, İman, Hadis no: 327) Ayrıca Hz Peygamber (sas); " Risâlet ve nübüvvet son bulmuştur Benden sonra ne bir rasûl ne de bir nebî gelmeyecektir" (Tirmizî, Menâkıb, 8; Dârımî, Mukaddime, 3) Bir diğer hadiste: "Bana özgü olan beş isim vardır Ben Muhammedim ve Ahmedim, ben o mâhî (yok eden, silen)yim ki, Allah benimle küfrü izale edecektir Ben o hâşirim ki insanlar beni takibederek haşrolunacaktır Ben akîb (hatemü'l-enbiya)im" (Buhârî, Menâkıb, 17) Yine Ebû Hureyre'den, Peygamber (sas): "Ben bütün insanlara gönderildim peygamberler de benimle son buldu" (Tirmizî, es-Sîre, 5) ve "Benim, benden önce gelen peygamberlere nisbetle durumum buna benzer: Bir adam büyük bir bina yaptırıp onu güzelce dayayıp döşedi, fakat bir köşede bir tuğlalık boş yer bıraktı Ahali binanın etrafında dolaşıyor, güzelliğine hayran kalıyor fakat şunu söylemeden edemiyordu: Niçin bu tuğlanın yeri boş? İşte ben o tuğlayım ve peygamberlerin sonuncusuyum" (Buhârî, Menâkıb,18; Müslim, Fedail 32, Ebû Davûd, Fiten, 1) Ahmet ÖNKAL HÂTEMÜ'L-MÜRSELÎN Arapça bir isim tamlaması olan bu terim sözlükte, "peygamberlerin sonu ve mührü" anlamına gelmektedir Arapçada noktalı "ha" ile yazılan "hateme" fiili, "mühür vurdu, bir işi bitirip serbest kaldı" demektir Mektubu okunmasın diye katlayıp mühürlemek, içine bir şey girip çıkmasın diye tencerenin ağzını sıkıca kapatmak, hiçbir şeyi anlamasın veya unûtmasın diye kalbe mühür vurmak" mânâlarına hep bu fiil veya masdarı kullanılmaktadır İkinci kelime "el-Mürselîn" ise "irsâl (göndermek)" fiilinin "ism-i mef'ûlü (edilgen ortacı)" olan "mürsel"in çoğulu olup "gönderilen peygamberler" mânâsına gelmektedir İslâm literatüründe "Hâtemü'l-Mürselîn" terimi aynı anlamda, hatta daha kapsamlı olarak "Hâtemü'n-Nebiyyîn" şeklinde şu âyetin metninde geçmektedir "Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir Fakat O, Allah'ın Rasûlü ve "Hâtemü'n-Nebiyyîn" Peygamberlerin sonu, mührüdür Allah herşeyi lâyıkıyle bilendir" (el-Ahzâb, 33/40) Âyet Hz Peygamber'in çevresindeki İslâm düşmanlarının, Hz Muhammed (sas)'in Zeyneb binti Cahş ile evlenmesi üzerine yönelttikleri suçlamaları bertaraf etmektedir Onlar Hz Muhammed'in, evlâtlığı olan Hz Zeyd'den ayrılan Zeyneb ile evlenmesini; gelini ile, gelini olmasa bile evlatlığının önceki karısı ile "yasak bir evlenme" sayıyorlardı Adı geçen âyet Hz Muhammed'in Zeyd dahil hiçbir adamın babası olmadığını, bir câhiliyye devri haramı olan "evlatlığın bıraktığı kadınla evlenme"nin aslında helal olduğunu ve bu sosyal değişikliğin son peygamber olarak Hz Muhammed'in görevlerinden olduğunu son derece açık bir şekilde ifâde etmektedir Âyette geçen "hâtem" kelimesi Âsım kıraatine göredir Diğer kıraat imamlarına göre "hâtim" şeklinde okunur Hâtem, "mühür", "hâtim" ise "sona erdiren ve mühürleyen" demek olur Mühür, bir şeyin doğru ve geçerli olduğunu, mühürden sonra eklenecek bir şeyin hiçbir hukûkî kıymetinin olamayacağını belirtmek için en sona basıldığından, hem "son", hem de "tasdîk" mânâsını içine alır Şu halde iki kırâat şekli de, "Hâtemü'l-Mürselîn"in ayrı ayrı iki anlamını belirtiyor Yani Hz Muhammed (sas), hem önceki peygamberleri tasdîk edip belgelendiren, hem de nebîler silsilesini hitama erdirip kendisinden sonra peygamber gelmeyeceğini vurgulayandır Eğer o gelmeseydi, Kur'ân-ı Kerîm'i getirmeseydi; önceki peygamberlerin hepsi unutulup gidecek; tarihteki varlıklarından ve peygamberliklerinin gerçek olduğundan ilmen söz etmek mümkün olmayacaktı Çünkü diğer peygamberlerin hayatları ve peygamberlikleri Hz Muhammed'inki kadar açık ve belgeli değildir Bugün Kur'ân olmasaydı, hatta Hz Musa ve Hz İsâ'nın bile varlıkları ciddiyetle isbat olunamazdı (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, VI, 3906) Hz Muhammed'in (sas) Hâtemü'l-Mürselîn olduğu, pek çok hadîslerde de izah edilmiştir Meselâ Câbir b Abdillah'dan rivayet edilen bir hadîs-i şerîf'de şöyle buyurulur: "Ben ve diğer peygamberler şuna benziyoruz; bir adam bir ev yaptırır ve binayı tamamlayıp süsler de yalnız bir tuğlası noksan kalır Bu durumda halk binayı gezmeye başlar ve (eksik yeri görüp) hayret ederek "şu tuğlanın yeri boş kalmasaydı"derler Rasûlüllah buyurmuşlar ki: "Îşte o noksan tuğla benim Geldim ve Peygamberleri (tamamlayıp) sona erdirdim" (Müslim, Fedâil 23) Bir başka hadîs-i şerîf: Hz Peygamber (sas) müslümanlar ordusunun başında Tebûk Gazâsına giderken, şehrin savunması için Hz Ali'yi Medîne'de bırakır ve ona; "Harun Mûsa'ya nasılsa, sen de bana öylesin" der Yani Mûsâ (as) Tûr dağına çıkarken, İsrâiloğullarına nezaret için arkasından nasıl Hârûn (as)'ı bıraktıysa, ben de seni Medîne'ye nezaret için öyle bırakıyorum, dedi ve bu mukayese yanlış anlamaya yol açmasın diye hemen şunu ilâve etti: "ancak benden sonra bir peygamber yoktur" (Tecrid-i Sarih tercümesi, X, 418 vd) Âhir zamanda Arap ülkesinde İsmail (as)'ın evladından "Hâtemü'l-Mürselin"in geleceği, önceki peygamberlere gönderilen kitaplarda yazılıydı Geçmiş peygamberlerden bazıları da onun, vasıflarını sayarak tarif etmişlerdi (Bkz Tevrat, V Sifir, 18 fasıl) Bu husus Kur'ân-ı Kerîm tarafından da şu âyet ile desteklenmiştir "Meryem oğlu İsâ: Ey İsrâiloğulları, ben size Allah'ın elçisiyim Benden önce gelen Tevrat'ı tasdîk edici ve benden sonra gelecek, ismi de Ahmed olacak bir peygamberi müjdeleyici olarak geldim" dedi Onlara belgeler getirince "bu apaçık bir sihirdir' dediler" (es-Saff, 61/6) İsrâiloğullarından gelen peygamberler Hâtemü'l-Mürselîn'i bazan "Ahmed", bazan da "Muhammed" diye zikretmiş ve alâmetlerini söylemiş olduklarından, o zamanki Yahûdî kâhinler arasında "Hâtemü'l-Mürselîn"e dair çok sözler konuşulur, geleceği beklenirdi Hâtemü'l-Mürselîn sünnetli ve göbeği kesilmiş halde doğmuştu İki kürek kemiği arasında, kalbinin hizasında da "hâtem-i nübüvvet (Peygamberlik mührü)" denilen bir nişan vardı Bu konuda Hz Aişe'den şu sözler rivayet edilir: "Hz Muhammed'in doğduğu gecenin ertesi günü Mekke'de bir yahûdî, Kureyş'in topluca bulunduğu yere gelip "bu gece aranızda bir oğlan doğdu mu?" diye sormuş; "evet" demişler, "Abdülmuttalib'in oğlu Abdullah'ın bir oğlu oldu" Bunun üzerine Yahûdî, "işte son peygamber O'dur ve arkasında da alâmeti vardır" diye haber vermiş Beraber gidip Muhâmmed'i görmüşler; Yahûdî o hâtem-i nübüvveti görünce aklı başında gitmiş ve "artık peygamberlik İsrailoğullarından alınmıştır Bundan sonra başka peygamber gelme ümidi de kalmamıştır Kureyşliler büyük bir devlete erişecek, şöhretleri doğudan batıya kadar ulaşacaktır" demiştir (Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârîh-i Hulefâ, İstanbul 1972, I, 59) Son zamanda gelecek Hâtemü't-Mürselîn'de böyle bir nübüvvet mührünün bulunacağını Busra'daki Râhip Bahîrâ'nın da bilmesi ve Hz Muhammed'in oniki yaşındayken gittiği Şam seferinde, bir münasebetle bu mührü görerek tanıması hadîs ve tarih kitaplarında meşhur bir vak'a olarak zikredilir Kısacası, Hz Muhammed (sas)'in en son ve en kâmil peygamber olduğu güneş gibi açıktır Hz Muhammed ile insanlık din konusunda tekâmülün zirvesine ermiştir O'ndan sonra başka bir peygamber beklemek boşunadır Tarihî rivâyetlerden anlaşıldığı gibi, Rasûlullah'ın aniden vefatı üzerine peygamberlik iddiasında bulunanlar ile bunları kabul edenlere karşı ashab-ı kirâm topyekün savaşmışlardır Özellikle Müseylimetü'l-Kezzab'ın, "risâlette Hz Muhammed'e ortak olduğu" iddiasına kendisini kâfir saymakla cevap vermişler, üzerine ordu göndermiş, mağlup edildiğinde kendisinin ve takipçilerinden kadın ve çocukların köle yapılması Hz Ebû Bekir tarafından bildirilmişti Öyleyse suçları âdî bir isyan suçu değil, "peygamberlik iddiası" ve bu iddianın taraftar bulmasıydı Hz Ebûbekir zamanında ve bütün sahabenin icmaı ile bu iddia bastırıldı Kıyamet alâmeti olarak Hz İsa'nın tekrar dünyaya gelişi de Hz Muhammed'in son peygamber olmasına ters düşmez Çünkü İsa (as)'ın kendisi, önceden gönderilmiş peygamberlerden birisidir İkinci kez geldiğinde Hz Muhammed'in şerîatının bir izleyicisi ve onun ümmetinin bir üyesi olarak gelecektir (en-Nesefî, Medâriku't-Tenzîl, 471; el-Beydâvî, Envaru't-Tenzîl, I,164) O sadece, Deccal'in sebep olacağı fitneyi ortadan kaldırmakla görevli olacaktır Dolayısıyla onun gelişiyle, Hz Muhammed'in "Hâtemü'l-Mürselîn" olmasına ters düşmeyecektir Hz Muhammed (sas)'in bu dünyada "peygamberlik ve hâtemü'l mürselîn" rütbesiyle şereflendirilmesi, onun ardından herhangi bir insan veya cinnin peygamberliğinin sözkonusu olmadığı anlamına gelir (Âlusî, Rühu'l-Meânî, XVIII, 32) Çünkü Rasûlullah Muhammed, "kendisinden sonra rasûl gelmeyecek biri" olduğundan, ümmetine İslâm Dinini tamamlamış ve eksiksiz bir kılavuzluk yapmıştır (el-Mâide, 5/3) Bilâl TEMİZ HATÎB Genelde, yazılı herhangi bir metne bağlı kalmadan, irticâlen bir toplum huzurunda konuşabilen kişiye denir Bu itibarla, meydanlarda seçim propagandası yapan siyasîler bir hatib sayılabileceği gibi, televizyonda belli konularda görüşünü irticâlen açıklayabilenler de hatîb sayılırlar Özel manâsıyla ve İslamî literatürde ise hatîb, cuma ve bayram namazlarında, minberlerde cemaati dinî konularda aydınlatan veya irşat eden resmî cami görevlilerine denir Hatîbler, o günün şartlarına veya haftanın özelliğine göre bir hutbe hazırla****** kabiliyetlerine göre ya irticâlen veya yazdıkları metinlerden okuyup halka İslâmî konularda bilgi verirler Hatîbler bu hutbelerini hem hazırlarken, hem de cemaate sunarken, halkın kültür seviyesini ve durumunu göz önüne tane, gür sesle ve tatlı bir üslupla okumaları sonuç açısından daha etkileyicidir Hatîblik mesleği, esasında oldukça eskidir Bazı bilgin ve devlet adamları hatîblikle meşhurdur Bilhassa İslâm öncesi câhiliyye çağında hatîblik mesleği oldukça revaçta idi Bu devirde hatîbler, yılın belli zamanlarında kurulan panayırlarda halka şiirler okurlar veya konuşmalar yaparlardı Özellikle İslâm tarihi açısından önemli olan bir hatîb vardır ki, adı Kuss b Sâide idi Bu zat hanîf dinine mensup olup, daha sonra Hz Peygamber, peygamberlikle görevlendirilmeden, söylediği meşhur bir hutbesinde, yakında bir peygamberin geleceğini haber vermiş ve halka putlara tapmamayı tavsiye etmiştir Talat SAKALLI HATİM Mühürlemek, sona erdirmek ve bitirmek Istılahta; Kur'ân-ı Kerim'i başından sonuna kadar okuyup bitirmeye hatim denmektedir Bir kimsenin Kur'ân-ı Kerîm'i hatmetmesi demek, Kur'ân'daki 114 surenin tamamını okuyup bitirmesi demektir Hatim, Kur'ân'ı yüzünden okumak suretiyle yapılabileceği gibi, ezberden okumakla da yapılabilir Kur'ân-ı Kerîm'i okumanın fazîletine dair Hz Peygamber'den pek çok hadis nakledilmiştir: "Ümmetimin ibadetinin en faziletlisi, Kur'ân okumaktır" (Suyûtî, Câmiu's-Sağîr,, I, 51), "Evlerinizi namaz kılmakla ve Kur'an okumakla nurlandırınız" (Suyûtî, Camiu's-Sağîr, II, 188) Bunlardan başka olarak, Kur'ân okunan yere melekler, rahmet ve huzurun indiği, Kur'ân okuyanın misk kabına benzediği, Kur'ân okumanın gıpta edilecek bir durum olduğu, Kur'ân'ı ezberleyenlerin toplumun en şereflileri olduğu sözkonusu hadislerde anlatılan hususlardır Bu nedenle sahabe Kur'ân okumaya büyük önem vermişler ve sabah evden çıkmadan önce bir miktar Kur'ân okumaya büyük önem vermişler ve sabah evden çıkmadan önce bir miktar Kur'ân okumayı alışkanlık haline getirmişlerdi Hatmin faziletleri hakkında da Hz Peygamber'den birtakım hadisler nakledilmiştir Ebû Hüreyre'den nakledilen bir hadiste, bir adamın kalkıp, ey Allah'ın Rasûlü, hangi amel daha faziletlidir veya hangi amel Allah'a daha sevimlidir, diye sorduğu, Hz Peygamber'in de: "Konup göçendir ki, Kur'ân sâhibi (hâfız) Kur'an'a evvelinden başlar, sonuna kadar okur, sonundan başlar, evveline döner ve hatmeder Böylece o, her zaman konup göçer" buyurduğu anlatılmaktadır (Hâkim, Müstedrek, I, 562) Enes b Mâlik'ten rivayet edilen bir hadiste de Hz Peygamber: "Âmellerin en hayırlısı,-Kur'an okumaya başlamak ve hatmetmektir" buyurmuşlardır (Kurtubî, Tezkâr, 127) Onun için müslümanlar, sahabe döneminden bu yana hatim indirmeyi, yani Kur'ân'ı baştan sona kadar okumayı bir alışkanlık haline getirmişlerdi Nitekim "arza" olayı da bu geleneğin dînî dayanağını oluşturmaktadır Burada önemli olan diğer bir nokta da, Kur'ân-ı Kerîm'in yüce manalarını ve ondaki hikmetleri düşünerek okumaya çalışmaktır Kur'ân okuyan kişinin dili lafızlarla meşgul olurken, kalbi de o lafızların manalarını düşünmekle meşgul olmalıdır İbn Abbâs şu sözleriyle bu konunun önemini dile getirmiştir: "Âğır ağır, manasını düşünerek yalnız sure okumayı, tamamını okumaktan daha çok severim" (Ebû Şâme, el-Mürşidü'l-Veciz,197) Kur'ân okuyan kişi, rahmetle ilgili bir ayet okuduğunda gönlü mesrur olur ve Allah'ın kendisine de o rahmeti vermesi için dua eder Bir azab âyeti okuduğunda da durur O âyetin mânâsı üzerinde düşünür, o âyet kafirlerle ilgili ise, kendisinin iman üzere olduğunu itiraf eder ve "Allah'a inandık, sadece O'na" der, sonra da kendisini Cehennem azabından koruması için Allah'a dua eder (Zerkeşî, el-Burhân, I, 450) Kur'ân tilaveti böylece canlılık kazanır, okuyucu dâima Kur'ân'ın kendisine hitap ettiğinin bilincinde olur Erdoğan PAZARBAŞI HATÎM Kesilmiş, bölünmüş Mescid-i Haram'ın içerisinde yer alan bölümlerden birinin adı Kabe'nin kuzey tarafında Rukn-ı Irâkî ile Rukn-ı Şâmî arasında Altın Oluğun altında bir metre yüksekliğinde ve bir buçuk metre eninde olup, iki ucu Kâbe duvarlarından ikişer metre kadar uzaklıkta, beyaz mermerden yarım dâire şeklinde bir duvarla çevrili olan yerdir Hatîm ile Kâbe arasında bulunan bu yarım daire şeklideki sahanın, yani Hatîm'in içinin önceden Kabe'nin bir bölümü olmasından dolayı, bu bölüm özel bir önem taşımaktadır Bu nedenle Kâbe tavaf edilirken, buraya ayak basılmaz Hatîm'in dış tarafından ve mümkün mertebe yakınından geçilir Fakat bu bölümün Kâbe'den olduğuna dair kesin bir delil bulunmadığı için, Kâbe'ye yönelmeden, sadece bu duvara karşı namaz kılınamamaktadır Bu bölüme "Hicr" veya "Hicr-i İsmail" denilmekte ve Hz İsmail ve annesi Hz Hacer'in kabirlerinin burada olduğu rivayet edilmektedir (Bkz AJ Wennsinck, "Kâbe"maddesi, İA, VI, 6-7; Eyilb Sabri, Mir'atü'l-Haremeyn, İstanbul, I, 1301) Erdoğan PAZARBAŞI HATİM DUASI Kur'ân-ı Kerîm'i başından sonuna kadar okuyup, bitirdikten, yani hatmettikten sonra yapılan duaya "hatim duası" adı verilir Peygamberimizden, Kur'ân'ı hatmetmeye teşvik; eden pek çok hadis nakledildiğini görmekteyiz Konuyla ilgili hadislerden birinde Hz Peygamber; "Kim Kur'ân'ı hatmederse, onun kabul olunmuş bir duası vardır" (Suyûtî Camiu's-Sağîr, II,175) buyurarak, gerek ezberden, gerekse yüzünden Kur'ân'ı hatmeden kişinin, duasının Allah katında makbul olduğunu ve bir diğer hadislerinde de Allah'ın bu kimselere "cennette bir ağaç ihsan edeceğini" haber vermişlerdir (Suyûtî, Câmiu's-Sağîr, I, 96) Hz Peygamber'in Kur'an'ı hatmettikten sonra dua yaptığına dair İbn Kesîr'den gelen bir rivayet de bulunmaktadır İbnü'l-Cezerî, Câbir b Abdullah'dan rivayet edilen; "Kur'an sahibinin kabul olunmuş bir duası vardır Allah isterse onu sahibine hemen dünyada verlr dilerse onu âhirete bırakır" hadisine işaret ederek, "Kur'an'ı hatmedenin bu hadisin zâhirî manasına göre, dua etmesi müstehaptır" demektedir (İbnü'l-Cezerî, Takrîbu'n-Neşr, 194) Kurtubî bu konunun önemini belirtmek üzere tefsirinde şu rivayetlere yer vermektedir: Hakem b Uteybe bir kısım insanların Kur'ân okuyup hatim indirecekleri sırada kendilerine haber verdiklerini; "Biz Kur'ân'ı hatmedeceğiz, sizin de hatim duasında bulunmanızı arzu ediyoruz, çünkü Kur'ân-ı Kerîm hatmedileceği zaman rahmet iner,yahut ilâhî rahmet hatim esnasında hazır bulunur" dediklerini anlatmaktadır (Kurtubî, Tefsir, I, 31) Mücâhid de, sahabenin hatim duasına iştirak etmeye özel bir önem verdiğini belirtmek üzere "Ashab-ı Kiram, ilâhî rahmet iner diye hatim esnasında hazır bulunurlardı" demektedir (Suyûtî, ltkân, I, 311) Enes b Mâlik'ten rivayet edilen bir hadise göre Hz Peygamber, hatim yapacağı zaman ehl-i beytini toplar ve hatim duası yapardı (el-Fûrî, Kenzü'l-Ummâl, I, 392) İbn Mes'ud'un rivayetine göre de, Hz Peygamber ehl-i beytini toplar, dua eder, onlar da "âmîn" derlerdi (Sehavi, Cemalü'l Kurrâ, vd 34) Sahabe her konuda olduğu gibi bu konuda da Hz Peygamber'i kendisine örnek almıştır Enes b Mâlik Kur'an'ı hatmedeceği zaman, ailesini, çocuklarını ve komşularını toplar ve hatmin sevabını umarak onlarla birlikte dua ederlerdi (Kurtubî, Tefsir, I, 30) Bu ve benzeri örneklerden hareketle, âlimler, hatim esnasında âile ve dostları toplayarak birlikte dua etmenin müstehap olduğunu ifade etmişlerdir (Kurtubî, Tefsîr, I, 30; Suyûtî, ltkan, I, 311) Hatim duasına geçmeden önce Nâs ve Fâtiha sureleri ile Bakara suresinin başından beş âyet okumak sünnettir Bu konuda Übey b Ka'b: "Rasûlullah, Nas suresini okuduğu zaman, Fatiha suresine başlar, sonra Bakara suresinin başından "ve ülâike hümü'l-müflihûn"a kadar okur, hatim duasını yapar, daha sonra da kalkardı" (Suyûtî, ltkân, I, 313) demektedir Rasûlullah'ın, Kur'ân-ı Kerîm'i terkedilmiş bir vaziyette bırakmamak için böyle yaptığı rivayet edilmektedir (Kurtubî, Tefsir, I, 30) Erdoğan PAZARBAŞI HAVA PARASI Bir dükkan veya işyerini kira ile tutacak kimseden, kira bedeli dışında karşılıksız olarak alınan bedel İslâm hukukuna göre kira akdinin geçerli olması için şu şartların bulunması gerekir: 1- Tarafların rızası Satım akdinde olduğu gibi, kira akdinde de tarafların rızası gerekir (en-Nisâ, 4/29) Malı malla mübâdele niteliği yüzünden kira akdi de ticârî bir muamele sayılır 2- Akdin konusu olan "yararlanma"nın, anlaşmazlığa yol açmayacak şekilde belirli olması Bu şart; kiralanan malın, kira süresinin ve iş akdinde, yapılacak işin belirlenmesini gerektirir Çoğunluk bilginlere göre, kira süresi kısa olsun, uzun olsun akit geçerlidir Hatta kiralanan malın var olabileceği süreye kadar akit yapılabilir Çünkü süre belli olunca yararlanma miktarı da belirlenmiş olur Ancak Hanefîlere göre, vakıf ve yetim mallarında kiracının mülk iddiasında bulunmaması için, bunlara ait gayr-i menkullerde en uzun kira süresi üç yıl, menkullerde ise bir yıl olarak sınırlandırılmıştır (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', IV, 179, 180; es-Serahsî, el-Mebsût, XVI, 43; İbnü'l-Hümâm, Tekmiletü Feti'l-Kadîr, VII, 150; el-Meydânî, el-Lübâb, II, 88) Diğer yandan kiralanan kiracıya tesliminin mümkün olması ve yararlanma şeklinin meşrû bulunması da gereklidir Bu duruma göre, bir kimse menkul veya gayri menkulünü, peşin veya ay, ya da yıl sonlarında alacağı kira bedeli ile kiraya verebilir Kira bedelinin bir bölümünü peşin, yani akit yapılırken topluca; geri kalanın da sözleşmeye veya örfe göre va'de sonlarında alabilir Peşin aldığı meblağ, akitte şart koşulan ücretin peşin bir parçası sayılır İleride ay veya yıl sonlarında ödenecek kira ise, peşin kirayı tamamlayan başka bir parçayı oluşturur Kısaca, mal sahibinin, gerek ilk kiraya vermede ve gerekse kiralananın başlaması hâlinde, daha sonraki kiraya vermelerinde bu hakkı vardır Kiracının, menkul veya gayr-i menkul üzerinde, kira akdinden doğan "yararlanma hakkı"ndan üçüncü bir şahıs lehine feragat etmesi karşılığında alacağı bedele gelince, şu temelde mücerred bir hakkı başkasına satmak demektir Hanefîler şuf'a hakkı gibi mücerred haklarını bir bedel karşılığında satılmasını câiz görmemişlerdir Ancak Hanefilerin çoğu, imamlık, hatiplik ve müezzinlik gibi görevlerden bir bedel karşılığında feragatın câiz olduğuna fetvâ vermişlerdir Bu fetva, zarurete ve örfe; Kıyas olarak ise, iki hanımlı bir evlilikte bir kadının kocasının nöbetini diğer eşe bırakmasının câiz olduğu esasına dayanır Çünkü bunlardan her biri, mücerred hakkı düşürmek anlamındadır Nitekim vakıf nâzırı da, hâkim önünde, görevinden başkası lehine bir bedel karşılığında feragat ederek kendisini azledebilir Hanefiler dışındaki İslâm hukukçuları ise yararlanma hakkı verme mücerred hakların satımını caiz görürler Ancak kira akdinde kiracının bir bedel karşılığında ferâgatının akit süresi içinde olması gerekir Şâfiîler bu konuda, bir görevden, bedel karşılığı feragatın caiz olduğu prensibine dayanır (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî fî Uslübihi'l-Cedîd, Dımaşk (ty) I, 566, 567) ez-Zühaylî bu konuda müteahhirûn âlimlerine ait "Tunuslulara Göre Hava parası ve Yararlanma Hakkından Ferâğat Konusundaki Ölçü ve Fetvâlara Toplu Bir Bakış (Cümletu Tekâdîr ve Fetâvâ fî'l-Huluvvât ve'l İnzâlât ınde't-Tûnusiyyîn)" adlı bir risaleden söz eder Burada, hava parasının örf ve âdet deliline göre câiz olduğu belirtilir ve şöyle denir: Kiracı, kiralanan maldan yararlanma hakkına sahiptir Bu hakkından kira akdinde olduğu gibi bir bedel karşılığında, âriyette olduğu gibi bedelsiz feragat edebilir Diğer yandan hava parasını mugâreseye (bk Mugârese) benzetenler de olmuştur Ancak hava parası yararlanma karşılığı olduğu için, bununla kuru mülkiyet üzerinde bir hak meydana gelmez (ez-Zühaylî, age, I, 567, 568) Hamdi DÖNDÜREN HAVÂİC-İ ASLİYYE Hâcet, çoğulu Havâlic; ihtiyaç Aslî; temel, esas Hâcet-i asliyye; temel ihtiyaç demektir Bir zekât terim olarak; zekâttan muaf tutulan ve bir kimsenin kendisi ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin temel ihtiyaç maddelerini teşkil eden şeylerdir Zekât yükümlüsü hür, müslüman, âkıl-bâliğ ve nisap miktarı mala sahip olan kişidir Nisap miktarı, aslî ihtiyaçların dışında hesaplanır Ayrıca zekât yükümlüsü olacak kimsenin mala tam mâlik olması, malda alış-veriş veya doğurmakla nemâ (gelişme-çoğalma) kabiliyetinin bulunması, malın temel ihtiyaç maddelerinden fazla olması ve nisap miktarına ulaşması dâ gereklidir (Yusuf el-Kardâvî, İslâm Hukuku'nda Zekât, Terc İbrahim Sarmış İstanbul 1984, c I, s 134-168) Kişiyi zekât yükümlüsü hâline getiren nisap miktarı malın üzerinden bir yıl geçmesi lâzımdır Hadîste: "Kim servet elde ederse, zekât bir yılın geçmesiyle farz olur" (Tirmizî, Mişkât, 6) Temel ihtiyaç ve yıllık zorunlu harcamalar zekâttan muaftır Buna geçim indirimi de denilebilir Bu geçim indirimi için, para yerine belli ihtiyaç maddeleri geçtiğinden mal sahiplerinin mağduriyeti sözkonusu olmaz Çünkü bir kimse önce temel ihtiyaç maddeleri ve borçları düşürdükten sonra geri kalan altın, gümüş, ticaret eşyası veya nakit para nisap miktarını aşar ve üzerinden de bir yıl geçmiş olursa zekât farz olur Âyette; "Sana, neyi fakirlere harcayacaklarını sorarlar; de ki; artan malı verin"(el-Bakara, 2/219) buyurulur İbn Abbâs, artan malın, "Aile fertlerinin ihtiyaçlarından arta kalanı" olduğunu belirtir (İbn Kesîr Tefsîri, Mısır (ty), I, s 255-256) Elmalılı, âyetteki "arta kalanı infâk ediniz" hükmünün şu anlama geldiğini belirtir: "Malınızın temel ihtiyaçlarınızdan fazlasını infâk ediniz Meşrû yoldan mal kazanınız ve bu maldan kendinizin ve aile fertlerinizin zorunlu ihtiyaçlarından fazlasını hayır için harcayınız Çeşitli âyetlerde belirtildiği üzere karı, küçük çocuklar, fakir durumdaki ana-baba, dede ve nineler aile ferdidir Bunların nafakası, bir kimsenin kendi nafakası kabilindendir Bu yüzden hayır yapacağız diye kendinizi ve aile fertlerini nafakasız bırakmak câiz olmaz" (Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1960, II, s 767) İşte bir kimsenin zekât yükümlüsü olması için kendisinin ve yukarıda belirtilen aile fertlerinin bir yıllık temel ihtiyaçlarını karşılayacak mâlî güce sahip olması, ayrıca nisap miktarı mala da bir yıl süreyle mâlik bulunması gerekir Altının zekât nisabı 80 gr gümüşün 640 gr olup, nakit para veya ticaret mallarının nisabı da bunlardan birisi esas alınarak belirlenir Nakit para veya ticaret malı nisabı aşınca, nisap miktarı da eklenerek kırkta bir zekâta tâbi olur Hadiste, "Ancak zengin olan, sadaka ile yükümlüdür", başka rivâyette, "Zenginden başkası sadaka (zekât) ile yükümlü değildir" (Ahmed b Hanbel, Müsned, H No: 7155) Hz Peygamber bir kimseye şöyle demiştir: "Sadaka vermekte önce kendinden başla; eğer senin ihtiyacından bir şey artarsa onu çoluk çocuğuna harca; eğer bundan da birşey artarsa yakınlarının muhtaçlarına harca; yakınlarına harcadıktan sonra birşey artarsa onu da sırayla yakınlık derecesine göre sağına soluna, önüne arkana (çevrendekilere) harca" (Müslim, c II, s 692, H No: 997) Buna göre temel ihtiyaç maddeleri ve ailenin bir yıllık zarûrî ihtiyaçları zekâttan muaftır Hadîste: "Müslümana atı ve kölesinden dolayı zekât yoktur" (Buhârî, II, s 121; Müslim, II, s 676) buyurulur Bunun dışındaki temel ihtiyaçlar isim olarak nass'larda yer almamış, ancak bu konuda "ma'rûf=bilinen, örfleşen, devirlere göre aslî ihtiyaç sınıfına giren şeyler" esas alınmıştır Aslî ihtiyaçlar şöylece sıralanabilir: 1) Bir kimsenin ömür boyu içinde oturacağı evi, bağ, bahçe ve tarlası 2) Binek ve koşum hayvanları, otomobil, servis arabası, traktör, su motoru, meslek ve sanatını ifa için kullandığı makine, tezgah, fabrika vb âletler Bunlar geliri üzerinden zekâta tâbi olur 3)Örfe uygun giyim ve ev eşyası Halı, kilim, altın ve gümüş olmayan yemek takımları, koltuk, çamaşır makinesi, buzdolabı, televizyon, radyo vb elektronik âletler 4) İlim adamlarının kütüphanesi 5) Kendisinin ve bakmakla yükümlü öldüğü kimselerin bir yıllık yeme, içme, giyim vb harcamaları 6) Nisap miktarına ulaşmayan ve ticaret için kullanılmayan süs ve zinet eşyası İbnü'l-Hümâm bunları "oturulacak ev, giyilecek elbise, ev eşyası, binilecek hayvanlar ve kullanılan silâhlar için zekât yoktur" (Fethu'l-Kadîr, I, 487) şeklinde özetler Hamdi DÖNDÜREN |
İslam Ansiklöpedisi (H) |
11-04-2012 | #7 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Ansiklöpedisi (H)Havz-i Kevser Âhiret yurdunda bulunan ve Yüce Allah tarafından Peygamber efendimize verilmiş olan ırmak ve havuzun adı "Doğrusu biz sana Kevser'i verdik" (el-Kevser,108/1) anlamındaki âyeti kerimede Peygamber efendimiz'e Kevser'in verilmiş olduğu bildirilmekle birlikte, Kur'ân-ı Kerîm'de gerek Kevser'in ne olduğu ve gerekse Havz hakkında başka bir bilgi yoktur Bu konudaki bilgilerimiz otuz kadar Sahabî'den çeşitli yollarla gelen ve tümü de muteber hâdis kitaplârında yer alan 50 dolayındaki hadis-i şerif'e dayanmaktadır Hadislerden bir bölümünde Havz, bir bölümünde de Kevser hakkmda bilgiler vardır Her ikisi hakkındaki ortak noktalar, havz ve ırmaktaki suyun tad, koku ve rengi ile ilgili olarak verilen bilgilerdir Diğer özellikler farklı bir biçimde sayılmıştır Nitekim, Havz, adından anlaşılacağı üzere bir havuz; Kevser ise, bir Cennet ırmağıdır Havz'ın genişliği hakkında bilgiler bulunmaktadır Birçok kez verilen bu bilgiler sırasında orada bulunanların anlayışlarına göre, Havz'ın genişliği bir aylık yol veya şu şehirden bu şehire şeklinde tanımlanarak, büyüklüğü hakkında fikir verilmek istenmiştir Havuzun kenarlarının ve açılarının eşit olduğu da gelen bilgiler arasında bulunmaktadır Kevser Irmağı'nın ise, vâdisi hakkında bilgiler vardır Buna göre, vâdi, yeryüzü ırmaklarının yataklarında olduğu gibi derin bir çukur biçiminde olmayıp, düz satıhtadır Akış, yüzeyin düz olmasına karşın, çevreye dağılmadan, kendi mecrasında sürüp gitmektedir Vâdinin tabanı, elmas, yakut ve inci gibi değerli taşlarla kaplıdır ve bu oluşum içindeki toprak, misk gibi kokmaktadır Irmağın iki yanı da altın ve yakutla çevrili olup, sahilinde, boydan boya içi boşaltılarak kubbeler biçimine sokulmuş inciden yapılar vardır Havz'ın suyundan bir yudum bile olsa içenler, ebediyen susamayacaklar ve yüzleri de asla kararmayacaktır; içmeyenler ise, susuzluktan kurtulamayacaklardır Havz'ın suyunun kardan daha serin olduğu, oraya ilk varanın Peygamberimiz Efendimiz'in olacağı, ilk içenlerin fakir olup zengin bir kadınla evlenmek yahut idarecilere baş eğmek yoluyla zenginleşmenin yollarını aramayan, yüzü gözü toprak içinde pejmürde kılıkla Allah yolunda cihad eden, İslâm'a hizmette bulunan, dünya nimetlerini tadamadan şehitlik şerefine ulaşan muhacirler ve sonraki mü'minler olacağı da rivayet edilen bilgiler arasında bulunmaktadır Havuz, ucu Cennete dek varan altın ve gümüş iki oluktan beslenmektedir Havuzu besleyen Cennet Irmaklarından bir ırmak olup, bu da Peygamber Efendimiz'e verilmiş bulunan Kevser Irmağı'dır Ebu Davud'ta zikredilen "Kevser nedir, bilir misiniz? O, Cennet'te bana vadedilmiş ırmaktır Onun üzerinde çok hayır vardır Onun üzerinde bir de bir Havuz vardır Kıyamet günü ümmetim oraya uğrayacaktır" (Ebû Dâvûd, Sünne, 26) anlamındaki hadis de, bu yoruma elverici manasıyla, Havuz ve Kevser'i bir arada Havz-ı Kevser olarak anmadaki gerekçeye açıklık getirmektedir Nitekim, Aliyyü'l-Kârî (Fıkh-ı Ekber Şerhi, çev Y V Yavuz s 240 da) " Hazret-i Peygamber'in nehri Cennet'te; havzı ise kıyametin koptuğu yerdedir" diyerek bu duruma açıklık getirmiştir Havzın Sırat'tan önce mi, sonra mı olduğu konusu tartışmalı olmakla birlikte, Kurtubî, biri Sırat'tan önce, diğeri Sırat'tan sonra iki Havuz olduğunu ifade etmiştir Kıyamet yerindeki bu Havuz'lardan, lâyık olmayanlar kovulacaklardır Her peygamberin birer havuzu olduğu, son peygamber'in havuzunun çevresinin daha kalabalık olacağı ve bu Havuz üzerinde minberinin de yer aldığı yine rivâyet edilen bilgilerdendir Kevser ise, yalnızca bizim peygamberimize verilmiş olan bir ırmaktır Gerek Havuz ve gerekse Kevser Irmağı'nın (burada, artık, Havz-ı Kevser diye ortak adı kullanabiliriz) ortak yanlarına gelince, suyun rengi kardan, sütten ve güneşten daha beyazdır Kokusu ise miskten daha hoştur Tadı, baldan daha tatlıdır İçecek olanların kullanması için, orada, sayıları gökteki yıldızların sayısından daha çok olan altın ve gümüşten yapılma cennet kapıları vardır Kevser ve Havz hakkında verilen bu bilgiler "tevâtür" derecesinde olduğu için, bunlara imanın farz olduğu belirtilmiştir Bununla birlikte, özellikle Kevser Sûresi'nin tefsiri sırasında, aşın mezhepler ve felsefi açıklama yönüne gidenler, gerek Havı, gerekse Kevser konusunda kimi bâtınî veya aklî yorumlar yapmaktan da uzak durmamışlardır "Kevser" kelimesinin ifade ettiği geniş manadan yola çıkarak, muteber âlimler de, bu kavrama "Cennet Irmağı" ile birlikte daha başkaca anlamlar da vermişlerdir Bu tutumda Kevser Suresinin iniş sebebi de rol oynamıştır Gerçekten de, Sure, Peygamber Efendimiz'e, oğlu Kasım'ın ölümünden sonra, "ebter/nesli kesik" diyen müşriklerin bu sözleri üzerine, alınandan daha fazlasının verildiğini belirtmek ve "ebter" olmadığını vurgulamak üzere gönderilmiştir Gerek kelimenin anlamındaki genişlik ve gerekse nüzul sebebi dolayısıyla, tefsirlerde, Kevser kelimesi, aynı zamanda "çok büyük bir hayır, taşkın hayırlar" anlamı çerçevesinde de ele alınmış ve "bu büyük hayr, Kur'ân-ı Kerîm'dir yahut İslâm dini'dir veya ümmetin çokluğudur ya da neslinin kesilmeyip, daha arttığı, artacağı, her yana yayılacağı gerçeğidir" yolunda yorumlarda bulunulmuştur Kısacası, Kevser, Cennet'teki ırmakla birlikte daha birçok iyi, güzel ve hayırlı olan olguyla anlatılmış ve bunların tümünün yüce Allah tarafından resûlüne verildiği üzerinde durulmuştur Zübeyr YETİK Hayâ Ar, utanma duygusu "Edeb, mahcubiyet, utanmak; ar ve namus; nefsin çirkin şeylerden sıkılması ve bunun için kötü şeylerdi terketmesi Hoş ve güzel olmayan bir olayın ortaya çıkmasından kalbte meydana gelen bir incelik ve ızdırabtır Haya herkese nasib olmayacak kadar değerlidir Ahmet Rıfat da Tasvir-i Ahlâk adlı sözlüğünde şunları söyler: "Bu güzel duygu, biri fıtrî, diğeri dinî olmâk üzere iki türü kapsamaktadır Fıtri olan, halk yanında açılması haram olan yerleri açmamak gibi şeyler olup, dinîsi, halk ve Halık huzurunda edeb ve hürmet müntehi olur Fahri âlem efendimiz, "Haya imandan bir şubedir" buyurdular "Utanmıyorsan dilediğini yap" nebevi hadisi de varid olmuştur ki, hikmetle damgalanmış bu hadis dünya ve içindekileri değer icazla düzenlenmiş bir kelâmdır İmam Ali -Allah onun yüzünü keremli kılsın ve ondan razı olsun-, "Bir kimse haya elbisesini giyinse, yani hayayı kendisine prensip edinse halk o kimsenin ayıbını göremez" buyurdular Gerçekten de haya öyle onur ve şeref verici bir elbisedir ki, onu giyinenler ayıp ve eksikliklerini örtmekle birlikte herkes tarafından saygı ve ikram görürler Haya elbisesini giyinmeyen kimseler ise ne kadar haysiyetli ve itibarlı olursa olsunlar kendilerinden aşağı kimselerden bile hakaret görürler Haya özellikle kadınlar için çok gereklidir Çünkü sahip oldukları yüz güzelliği bir kat daha artırır Hatta Aristotales, "Kadınlarda en çok sevilecek şey nedir?" sorusuna "Yüzlerinde hayadan dolayı ortaya çıkan kırmızılık" cevabını vermişti Haya sırf hayır ve hayra vesiledir Buna karşılık hayasızlık ve çirkin söz de şer ve şerre götürücüdür Allah Rasulü -salat ve selam ona ve âline olsun- "Haya ile sükut iman ağacının iki dalı, çirkin söz ile beyan da münafıklığın iki budağıdır" buyurarak bu gerçeği ifade etmiştir İmam Maverdî hayayı üç kısma ayırır: "1- Allah'tan utanmak, 2- İnsanlardan utanmak, 3- Kendi nefsinden utanmak" Maverdî, Allah'tan utanmayı şöyle tanımlar: "O'nun emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından sakınmaktır" Rasûlullah (sas), bir gün ashaba, "Allah'tan gerektiği gibi haya ediniz" demişti Onlar, "Yâ Rasulallah, Allah'a hamd olsun, haya ediyoruz" cevabını vermeleri üzerine, "Gerçek haya o değildir Fakat gerçek anlamda Hakk'tan haya eden başını (baçtaki duyu organlarını) ve başın (içindeki düşüncelerini) korusun, karnını ve karnının ihtiva ettiğini (yeme ve içmesini) kontrol etsin, ölümü ve musibetleri hatırlasın, âhireti isteyen dünya hayatının süsünü terketsin, böyle yapanlar Allah'tan hakkıyla haya etmiş olurlar" buyurmuştur Rivâyete göre Alkame b Ulase, "Ya Rasulallah, bana nasihat et" deyince Hz Peygamber (sas) "Kavminin etkileyici kişilerinden utandığın gibi Allah'tan da utan" buyurmuştur Allah, bütün yaratıklan sürekli görüp gözetlemektedir Kur'ân'da "Allah'ın gördüğünü bilmiyor mu?" (el-Alak, 96/16) buyurulmuş, Rasulullah (sas) de ünlü Cibril hadisinde, ihsanı, Allah'ı görüyormuşçasına ibadet etmek olarak tanımlamış ve eklemiştir: "Sen O'nu görmüyorsan bile O seni görüyordur" Şüphesiz Allah'ın kendisini gördüğünün bilincinde olan bir kimse O'ndan utanır, O'nun emir ve yasaklarına karşı gelemez Kuşeyrî, "Ândolsun kadın onu arzu etmişti, eğer Rabbi'nin doğruyu gösteren delilini görmeseydi, Yusuf da onu arzu etmişti" (Yusuf, 12/24) âyetinin tefsirinde şöyle bir kıssa anlatıldığını nakleder: "Zeliha evinin bir köşesinde bulunan putun üzerini örtmüş (sonra hadi demiş), fakat Yusuf (as) sormuştu; "Şu yaptığın işin manası nedir?" Zeliha, "Puttan utanıyorum" deyince Yusuf, "senin puttan utandığından ziyade ben Hak Teâlâ'dan utanmaktayım" demişti Allah'a karşı olan hayası, Yusuf (as)'ı fuhuş ve kötülükten korumuştur Gerçekten de haya, özellikle Allah'tan utanma duygusu dinin kuvvetinden ve imanın sağlamlığından ileri gelmektedir O nedenle Allah Rasûlü, "Haya'nın azlığı küfürdür" ve "Haya imandandır" (Buharî, İman, 16; Müslim İman, 57-59) buyurmuştur Allah'tan gereği gibi utanmamak, haya duygusunun azlığı Allah'ın emirlerine muhalefet sonucunu doğurduğu için giderek insanı küfre kadar götürebilecek tehlikeli bir yoldur Bir başka hadisinde de Rasulullah şöyle buyurarak, iman ile hayanın ilişkisini ortaya koymuştur: "Haya, imanın nizamıdır Bir şeyin nizamı bozulunca parçaları darma dağın olur her dinin bir ahlâkı vardır, İslâm'ın ahlâkı da haya'dır" (İbn Mâce, Zühd, 17) Maverdî, hayanın ikinci kısmı olarak ifade ettiği insanlardan utanmayı da şöyle tanımlar: "Kişinin insanlardan utanması ise, insanlara ezâ ve açıktan açığa kötülük etmemesidir" Nitekim Rasûlullah (sas) "Allah'tan sakınan, insanlardan da sakınır" buyurmuştur Maverdî'ye göre kişinin kendi nefsinden utanması, haya etmesi ise, iffetli olması ve yalnızlığında günahlardan sakınmasıdır Hayanın bu kısmı, nefsin erdemlerinden ve ahlâkın güzelliğinden ileri gelmektedir O halde insanın hayası bu üç yönden tam olursa onun hayır nedenleri de tam ve kötülük nedenleri kendinden uzaklaşmış olur Kuşeyrî, hayanın bir çok çeşidinden söz etmiştir Maverdî'nin tasnifinden tamamen farklı olan bu bölümleme de şöyle: Cinayet (günah işlemek) hayası: Adem (as) bunun örneğidir Hz Adem, "Benden firar mı ediyorsun?" denilince, "Hayır, tersine senden haya ediyorum" cevabını vermişti Kusur hayası: "Seni tesbih ve tenzih ederiz, sana hakkıyla ibadet edemedik" diyen meleklerin hayası gibi Ta'zim (iclâl) hayası: Aziz ve celil olan Allah'tan haya ettiği için kanadını kapayan İsrafil (as)'in hayası gibi Kerem hayası: Ümmetinden haya ettiği için "evden çıkın" diyemeyen Rasûlullah'ın (sas) hayası gibi Aziz ve Celil olan Allah bu konuda, "Ey mü'minler, Peygamber'in evlerine yemeğe çağrılmaksızın vakitli vakitsiz girmeyin; fakat davet edilirseniz girin ve yemeği yiyince dağılın, söze dalmayın Bu haliniz Peygamber'i üzüyor, fakat o size bir şey söylemekten utanıyordu Ama Allah gerçeği söylemekten utanmaz" (el-Ahzab, 33/53) buyurmuştur Haşmet hayası: Hazreti Ali'nin hayası gibi Hazreti Afi, kızı Fatıma ise evli olduğu için mezinin çıkmasının dini hükmünü Rasûlüllah'a soramamış ve bunu sormasını Mikdat bin Esved'den rica etmişti Hakir görme (istihkar) hayası: Musa (as)'ın hayası gibi Hazreti Musa, "Dünyevi bir ihtiyacım zuhur ediyor, fakat bunu izale etmesini Rabbımdan dilemekten haya ediyorum" demiş; yüce Allah da ona, "Hamurunun tuzuna ve koyununun otuna varıncaya kadar her şeyi benden iste" buyurmuştu Nimet hayası: Bu, Rab Teâlâ'nın hayasıdır Sırat (köprüsünü) geçen kula mühürlü bir mektup verir, kul açar bakar ki içinde, "Sen yaptığını (ve yapmak istediğini) yaptın, fakat ben bu konuda aleyhinde bir açıklama yapmaktan haya ettim, hadi (Cennete) git, affıma mazhar olduğun hususunda şüphen kalmasın" ibaresi yazılıdır" (Kuşeyrî Risalesi, s 314-315) Cüneyd'e "Rabbım ne ile buldun?" diye sorarlar; şöyle der: "Azametini hatırlar, O'ndan haya eder ve günahtan kaçınırım" Bu, insanın Allah'ı kendisine yakın bilerek günah işlemekten haya etmesi, marifet sahibi olduğunun alâmetidir demeye gelir İbn Ata da, "En büyük ilim heybet ve hayadır (Bir kimsenin kalbinden) heybet ve haya (duygusu) gitti mi, artık onda hayır kalmaz" demiştir Haya ile ilgili olarak Sırrıyyu's-Sakatî'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Haya ve üns kalbin kapısını çalarlar, eğer burada zühd ve verâ' bulursa konaklarlar, aksi takdirde geçip giderler" "Haya Allah'ın nimetlerini görmektir, ibadet ve ameldeki kusurları görmektir Bu iki görüş arasından bir hal doğar ve ona haya adı verilir" Ahmet ÖZALP HAYBER GAZVESİ Hz Peygamber'in hicretin 7 yılında fethettiği, Şam-Medine yolu üzerinde Medine'nin 150 km kuzeyinde Yahûdilerin oturduğu bir yerleşim merkezi Hayber Yahûdi dilinde kale demek olup burası aynı zamanda hurma ve tahıl merkezidir Kalesinin yedi burcu vardır Bunlar Nâim, Kamûs, Şık, Netah, Sülâfim, Vatih ve Ketîbe'dir (İbn Sa'd et-Tabakâtü'l-Kübrâ II,106) Hz Peygamber Hayber Yahûdilerinin Medine'ye karşı müşriklerle ittifak halinde olmaları ve pek çok Yahûdi kabilesi'nin burada toplanmasından dolayı Hudeybiye musalahasından sonra Hayber'i fethetmek üze re hazırlıklara başladı (Vakıdî, Kitabü'l Meğazî, II, 441-442, İbn Hişâm, es-Siretü'n-Nebeviyye, III, 201) Hz Peygamber, bu cihad hareketi için sadece cihada rağbet edenlerin katılmasını emretti Medine'de Siba' b Urfuta'yı vekil bıraktı Eşi Ümmü Seleme'yi yanına alarak 1400 yaya, 200 süvari ile yola çıkarken; "Biz buranın hayrını isteriz" buyurmuştur Rasûlullah Medine'den hareket ettikten sonra Hayber ile Gatafan kabilesi arasına karargahım kurdu Sabaha kadar burada bekledi (İbn Hişâm, es-Sîre, III/343) Gatafanlıların Hayber'e yardımını engellemek için burada konaklamış bulunuyordu Hayberliler sabaha kadar, müslümanların gelişinden haberdar olmamışlardı Sabahleyin kalelerinin kapısını açtıklarında; "Muhammed gelmiş ve günlerden de cumartesidir" diyerek kalelerine tekrar döndüler Yahûdiler mukaddes günleri olduğu için cumartesi günü muharebe etmezlerdi Rasûlullah bunu görünce; "Allahû Ekber, Hayber harab oldu" buyurdu (İbn Sa'd, et-Tabakat, II,106) Müslümanların bu muharebede beyaz renkli sancağını da Hz Ali taşıyordu Bu gazvede müslümanların kullandıkları parola; "Yâ Mansür, Emit, Emit" "Ey Allah'ın galip kıldığı müslüman asker öldür öldür' idi (İbn Sa ıt, II,106, İbn Hişâm, III, 347) Hayber'in fethi, Nâim kalesi ile başladı Burada Mahmûd b Mesleme atılan taşla şehit oldu Sonra Kamûs kalesi ele geçirildi Daha sonra, Vatîh, Sülâlim, Şık, Netah ve Ketîba kaleleri alındı Bu kalelerin ele geçirilmesinde şiddetli çarpışmalar oldu Müslümanlardan yirmi beş kişi şehid olurken, Yahûdilerin kaybı doksan üç kişi oldu Hayber'in ileri gelenlerinden Useyr, Yâsir, Emir ve Kinâne b Ebi'l-Hukayk ve kardeşi öldürüldü (İbn Sa'd, II, 107) Müslümanlar bu gazvede pek çok esir aldılar Ancak Hayber halkı esirlerinin iadesini, kendilerinin de affedilmesini istediler Rasûlullah da bunu kâbul etti Yahûdilerin ileri gelenlerinden Huyey Ahtab'ın kızı Safiyye de esirler arasında idi Rasûlullah Hz Safiyye'ye ailesinin yanına dönmeyi teklif ettiği halde Safiyye, müslüman olarak Hz Peygamber'e eş olmayı tercih etti Hz Safiyye Hayber gazvesinden önce Kinâne b Rabia ile evlenmişti İlk gece, gördüğü bir rüyayı Kinâne'ye anlatmış O da; "Sen ancak Muhammed'i istiyorsun" diyerek yüzüne bir tokat vurmuştu da, gözü morarmıştı Safiyye'nin Hz Peygamber ile evlendiği zaman hâlâ bu morluğun izi vardı Nitekim Rasûlullah'ın bunu sorması üzerine eşi de bu hadiseyi ona anlatmıştır (İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, II, 221) Bu muharebe sonunda Zeynep bint el-Hâris, Rasûlüllah'a zehirli bir koyun ikram etti Rasûlullah ondan bir parça aldı, ancak yutmadan koyunun zehirli olduğunu bildirdi Kadın çağırıldı, suçunu itiraf etti ve şöyle dedi: "Gerçekten Peygamber isen, sana bundan haber verilir, eğer hükümdar isen senden kurtulmuş oluruz" Ancak Bişr b Berâ bundan aldığı lokma ile zehirlenerek vefat etti Bunun üzerine kadın Bişr'e kısas olarak öldürüldü Rasûlullah son hastalığında dahi Hayber'de aldığı bu lokmanın tesirini hissettiğini beyan buyurmuştur (İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, II, 222) Bu gazve sonunda Hayberlilerin hayatlarının korunması, çoluk ve çocuklarının serbest bırakılması şartıyla Hayber'den çekilip gitmeyi ve topraklarını, altın ve gümüşlerini, üzerindekiler hariç, elbise ve silâhlarını teslim etmeyi, hiç bir şey saklamayacaklarını kabul etmek şartıyla Hz Peygamber ile sulh andlaşması yaptılar Rasûlullah da Hayber arazisini, ashabı arasında taksim etmişlerdi Ancak Yahûdilerin; "Biz toprağı işlemeyi ve hurma yetiştirmeyi biliriz, bizi yerimizde bırak" demeleri üzerine Hz Peygamber, onları kendi mülklerinde yarıcı olarak çalışmalarına ve orada kalmalarına izin vermiştir (el-Belâzürî, Fütûhu'l-Büldân, Çev: Mustafa Fayda, Ankara 1987, s 88) Bu duruma göre çoluk ve çocukları bağışlanmış, araziler elde edilen mahsulün ikiye ayrılması suretiyle onlara bırakılmıştı Buna mukabil hiç bir mal saklanmaksızın teslim edilecekti İşte Kinâne b Rabi' bu andlaşma hükümlerine uymadığı, iâdesi gereken malları sakladığı ve Mahmûd b Mesleme'nin ölümüne sebep olduğu için öldürülmüştür (İbn Hişâm III, 351) Ayrıca yapılan bu andlaşmaya göre Rasûlullah onları Hayber'den istediği zaman çıkaracaktı (Ebû Dâvûd, Harâc, 24) Hayberliler, Hz Peygamber'in irtihalinden sonra da Hz Ebû Bekir ve Hz Ömer zamanına kadar belirlenen usûl ile yancı olarak orada kalmaya devam ettiler Bu arazilerin gelirlerin toplamak işi ile, Hz Abdullah b Ravâha görevlendirilmişti Ancak Hz Ömer zamanında aralarında zinânın çoğalması, müslümanlara kârşı iyi davranmamaları, Hz Ömer'in oğlu Abdullah'a suikast girişiminde bulunmaları ve müslümanların Hayber toprağını işletecek duruma gelmeleri üzerine yahûdiler Hayber'den Şam'a sürülmüşlerdir (el-Belâzürî, age, s 38-40; Yâkût el-Hamevî, Mu'cemü'l-Büldân, Hayber mad) Yahûdilerin Hayber'den çıkarılmalarına Rasûlullah'ın "Arabistan'da iki dinin bir arada olmayacağına dâir" hadisinin de sebep olduğu rivayet edilmektedir (İmâm Mâlik, Muvatta', Medine 17-19; İbn Hanbel, Müsned VI, 275) Hz Ömer, Yahûdileri Hayber'den çıkardıktan sonra Hayber arazisini daha önce Rasûlullah'ın taksim ettiği ashaba ve ailelerine dağıtmıştır M Ali KAPAR HAYIR Dilimize Arapça'dan geçmiş olan bu kelimenin aslı "hayr" olup; herkesin beğendiği, rağbet ettiği şeyler, şeref, meşru iş, faydalı ve sevabı gerektiren amel, iyilik, ibâdet ve mal gibi anlamlara gelir Zıt anlamı ise şerdir Aynı kelimeden türemiş olan "hayrât"; beğenilen ve öğülen hasletler, sevap kazanmak için Allah rızası yolunda yapılan iyiliklere denir Başkalarına maddî ve manevî yönden yararlı olan kimselere de, hayır sahibi anlamına gelen "ehl-i hayr" denir Hayır iki türlüdür Birincisi "mutlak hayır" olup, herkes tarafından dâima beğenilen, sevilen ve herkese göre iyi olandır Adâlet, yardımlaşma, cömertlik ve doğruluk gibi Allah'ın bizler için hayır gördüğü her şey "Kim zerre kadar hayır yaparsa onun karşılığını görecektir Ve her kim zerre kadar şer (kötülük) işlerse onu görecektir" (ez-Zilzâl, 99/7,8) "Ne hayır yaparlarsa ondan mahrum bırakılacak değildirler Ve Allah takva sahiplerini bilir" (Âlu İmrân 3/115) "Herkesin yüzünü döndürdüğü bir yönü vardır Öyleyse siz de hayırlı işlere koşun Birbirinizle yarışın Nerede bulunursanız bulunun, Allah hepinizi getirir Şüphesiz ki Allah herşeye kadirdir" (el-Bakara, 2/148) Cenâb-ı Allah'ın kullarının yapmış olduğu hiçbir hayrı boşa çıkarmayacağını açıkladığı bu âyetlerde geçen "hayr''dan maksat, iyilik, cömertlik, ibâdet ve tüm salih amellerdir Rabbimizin hoşnut olduğu bu filler ve özellikler, kullar tarafından da rağbet edilen ve benimsenen hasletler olmaları hasebiyle mutlak mânada hayırdırlar İkinci tür hayır, "Mukayyed hayır"dır Yani kişiden kişiye değişen birine göre hayır, bir başkasına göre şer ve kötülük sayılan şeyler Kötü yolda harcanan çok mal gibi Arapça'da "hayr" kelimesi, sadece iyiliği ifade etmez, mal ve servet için de kullanılır Meselâ, Bakara sûresi 180 âyette geçen "hayr", mal ve servet için kullanılır Hayır kelimesinin nerede iyilik için, nerede mal ve servet için kullanıldığı ancak, kelimenin âyetin akışı içinde yer aldığı mevkiden anlaşılır Aynı şekilde "Şüphesiz ki insan, Rabbine karşr pek nankördür Buna kendisi de şahittir Ve o, hayr sevgisine aşırı derecede düşkündür" (el-Âdiyât, 100/6-8) âyetinde geçen "hayr" kelimesi iyilik anlamında değildir Çünkü 6 âyette, insanın Rabbine karşı nankörlüğünden sözedilmektedir İçindeki "hayr" kelimesinin, mal ve servet anlamına geldiği âyetlerden bazıları: "Birinize ölüm geldiği zaman, eğer hayır (mal) bırakacaksa; anaya, babaya ve yakınlara uygun bir biçimde vasiyet etmek, Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur" (el-Bakara, 2/180) "Verdiğiniz her hayır kendi faydanızadır Yalnız Allah rızasını kazanmak için infak ederseniz İnfak ettiğiniz her hayır size eksiksiz verilir Zerre kadar haksızlığa da uğratılmazsınız" (el-Bakara, 2/272) "Hayırdan ne infak ederseniz şüphesiz Allah onu bilir" (el-Bakara, 2/273) Hz Ali (ra), bir kölesinin yanına girdiğinde, kölesi "Vasiyet etmeyeyim mi?" diye sorar Hz Ali; "Hayır Çünkü Allah "eğer hayr (çok mal) terkederse" diyor Halbuki senin fazla malın yoktur" diye cevap verir (Rağıb el-Isfahânî, Müfredât, HYR maddesi) Âyetlerde kullanılan "hayr", her zaman hayır değildir Ancak Allah rızası gözetilerek kullanılırsa hayır sayılır Mal ve servet ne kadar çok olursa olsun, Rabb'ın rızası olmayan yerlere harcanırsa hayr yerine şer olur O halde ister mal ister çocuk ister dünya nimetlerî olsun, Allah'tan dâimâ hayırlı olanı istenmelidir Yüce Rabbimiz buna işaretle, şöyle buyurmaktadır: "İhtimal ki hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinizedir ve ihtimal ki sevdiğiniz bir şey kötülüğünüzedir" (el-Bakara, 2/216) "Hoşlanmadığınız bir şeyi Allah çok hayırlı kılmış olabilir" (en-Nisâ, 4/19) Rasûlullah (sas): "Kişinin kendinden sonra bıraktığı şeylerin en hayırlısı üç tanedir: Kendisine dua edecek salih evlat, kendisine sevabı ulaşacak olan sadaka-i câriye ve kendisinden sonra onunla amel edilecek ilim" diye buyurur (İbn Mace, Mukaddime 20) O halde, Müslüman, hem kendisi için hem de tüm insanlık için hayrı istemek, hayra teşvik etmek ve kötülüklerden uzaklaşıp başkalarını da uzaklaştıramaya çalışmak durumundadır Çünkü Hak Teâlâ: "Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, ma'rufu emreden, münkerden alıkoyan, Allah'a inanan hayırlı bir ümmetsiniz" (Âlu İmrân, 3/110) buyurur İslâm ıstılahında "Maruf"; her türlü hayrı, "Münker"de her türlü kötülüğü ifade eder Halid ERBOĞA HAYIZ Kadının rahiminden belli günlerde kan gelmesi, doğum veya hastalık söz konusu olmaksızın, belli yaşlardaki kadının rahminden belli günlerde gelen kanı ifade eden bir fıkıh terimi Türkçede "hayız" yerine, âdet, aybaşı, kirlilik, ay hali ve namazsızlık gibi kelimeler de kullanılır Bir kadının cinsel organından üç türlü kan gelebilir a) Hayız kanı Sağlıklı kadından belli yaşlar arasında gelir b) Özür (istihaza) kanı Kadın hastalığı olanlarda görülür c) Lohusalık (nifâs) kanı Doğumdan sonra belirli bir süre gelen kandır Âdet görme, yani hayız, kadını erkekten ayıran özelliklerden birisidir O, anormal ve çirkin bir olay değil, normal ve kadının yaratılışının gereği olan doğal bir olaydır İslâm'ın çıkış sırasında câhiliye devri Arapları âdetli kadına arkadan, Hıristiyanlar önden ilişkide bulunurlardı Yahudiler ve Mecusîler ise, böyle bir kadından uzak durular, hatta temizlendikten sonra da bir hafta süreyle onlarla bir arada kalmazlar, birlikte yiyip, içmezlerdi (Müslim, Hayız, 6; Ebû Dâvûd, tahâre, 102, Nikâh, 46; Faruk Beşer, Hanımlara Özel İlmihal, İstanbul 1989, s 154, vd) İslâm, kadına rûhî ve fizyolojik sıkıntı veren ve onu küçük düşüren bu alışkanlıkları yasaklayarak koruyucu bazı hükümler getirdi Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Ey Muhammed, sana kadınların hayız halinden sorarlar De ki: O, kadına eziyet veren bir haldir Hayız halindeyken kadınlardan uzaklaşın ve temizleninceye kadar da onlara yaklaşmayın Temizlendikten sonra onlara Allah'ın emrettiği yerden yaklaşın" (el-Bakara;2/222) Hadiste ise şöyle buyurulur: "Bu hayız, Allah'ın Âdem (as)'in kızlarına yazdığı bir şeydir" (Buhârî, Hayz, 1,7, Edâhî, 3, 10; Müslim, Hacc,119,120; Ebû Dâvud, Menâ**** 23) Âdet gören kadından tamamen uzak mı kalınacağını soranlara Allah elçisi şu cevabı vermiştir: "Cinsel ilişki dışındaki şeyler, normal zamanlardaki gibi yapılabilir" (Müslim, Hayz" 16; Nesaî, Tahâret, 18; İbn Mâce, Taharet, 12) Kur'ân da, âdetten "pislik" olarak değil, "eziyet" olarak söz edilmiş, bununla, sıkıntıda bulunan hayızlı kadın korunmak istenmiştir Diğer yandan Hz Peygamberin eşleriyle dizkapağı ve göbek arası dışındaki normal ilişkilerini sürdürdüğü bilinmektedir (bk Buhârî, Hayz, 5, Tahâret,175; Dârimî, Tahâret,108) Âdetli kadının temiz olmayan yönü sadece âdet kanıdır Onun tükrüğü ve teri pis değildir Pişirdiği yenir ve yemek artığı da temizdir Hz Âişe'den (ö 57/676) şöyle dediği nakledilmektedir: "Allah elçisinin isteği üzerine, ben adetli iken kucağıma yaslanır, Kur'ân okurdu" (Buhârî, Hayz, 2, 3; Müslîm, Hav,15; Nesâî, Tahâret, 173, 174) "Adetli iken, kemikli eti ısırır, sonra O'na verirdim Alır ve benim ısırdığım yerden ısırırdı Yine âdetli iken su içtiğim kabı O'na verirdim, alır ve ağzını benim ağzımı koyduğum yere koyar ve içerdi" (Müslim Hayz, 14) Kadın, âdet görmeye yaklaşık dokuz yaşlarında başlar ve ellibeş yaşına kadar devam eder Bu yaşların dışında cinsel organdan gelecek kan "özür kanı" sayılır Âdet gören kadın artık namaz, oruç, hac gibi bütün şer'î emir ve yasaklara muhatab olur Erkek çocuğun ihtilâm olması da aynı sonuçları doğurur Âdet veya ihtilâm gecikirse, çoğunluk İslâm hukukçularına göre onbeş yaşın bitmesiyle her iki cins erginlik çağına girmiş sayılır Âdet görmenin üst sınırı için açık bir âyet veya hadis bulunmadığından İslâm hukukçuları tecrübeye dayanarak değişik yaşlar belirlemişlerdir Ebû Hanîfe'ye (ö 150/767) göre elli beş yaş olan bu sınır, Mâlikilere göre, yetmiş, Hanbelîlere göre ise, elli yaştır Şâfiîler âdetin devam edebileceği süreye bir üst sınırlama getirmemiştir, bu hâlin ömür boyu sürebileceğini, ancak çoğunlukla altmış iki yaşında sona erdiğini belirtmekle yetinmişlerdir (eş-Şürunbülâlî, Merâkû'l Felâh, Mısır 1315, s 23; İbn Kudâme, el-Muğnî, Kahire (ty), I, 363; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, I, 279 vd Bununla birlikte Hanefilere göre, nâdir de olsa elli beş yaşından sonra gelen kan, koyu kırmızı veya siyah renkte ise adet kanıdır Günümüz tıp bilimine göre, âdet; kadının ilk âdet kanaması (menarche) ile başlayıp, âdetten kesilene kadar (menepouse) her ay belirli süre devam eden kanamadır Bu; âdet kanaması, aybaşı, kirlenme, meneses, regl gibi' kelimelerle de ifade edilir Türkiye'de ilk âdet görme yaşı 12-14 yaşlarıdır Daha erken de görülebilir En erken görme yaşı dokuz olarak kabul edilir Âdetten kesilme yaşı ise kırkbeş ellidir Ancak en son altmış yaşına kadar devam edebilir Âdetin başlama, bitme ve düzenine etki yapan faktörler şunlardır: Şiddetli geçen hastalıklar, kronik (müzmin) hastalıklar, iklim ve çevre değişiklikleri, korku ve heyecan, aşırı bedensel faaliyet, dengesiz zayıflama rejimleri, aşırı gebe kalma isteği veya gebe kalma korkusu Âdet kanaması; rahmin en iç tabakası olan endometriumun 27-28 gün süreyle, hormonların etkisi altında gelişip, dördüncü hafta sonunda hormonların kandan çekilmesiyle, bu gelişen tabakanın bozulup dökülmesi olayıdır Âdet kanı, genellikle kadını hamile olmadığının belirtisidir Âdet kanının içinde bol miktarda doku artığı vardır Akyuvarlar bakımından oldukça zengindir Âdet kanında pıhtılaşma olmaz İçinde bir takım enzim ve kimyasal maddelerin miktarı artmıştır Genel olarak 3-5 gün devam eder, 28 gün arayla yenilenir Akan kan yaklaşık 100 gram kadardır Bu sulu kana; üreme yollarındaki akıntılar, bu yolun iç zarlarının döküntüleri ve yabancı mikroplar karıştığı için ağır bir koku verir Bu yüzden kadının özellikle âdet günlerinde temizliğine dikkat etmesi gereklidir Hanefî ve Hanbelîlere göre gebe kadın âdet görmez: Zira Evtâs'ta esir edilen kadınlar için Hz Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: "Savaş esirlerinden hiç bir gebe kadınla, doğuma kadar gebe olmayanlarla da hayız görünceye kadar cinsel temasta bulunulmasın" (Ebû Dâvud, Nikâh, 44; Tirmîzî, Siyer,15; Dârimî, Talâk, 18) Yine, Abdullah b Ömer (ö 73/692) Âdet hâlindeki eşini boşadığı zaman Allah elçisi onun hakkında şöyle buyurdu: "Eşini temiz olduğu günlerde veya gebe iken boşasın" (eş-Şevkânî, Neylü'l Evtar, VI, 221) Mâlikîler ve son dönemdeki fetvasına göre imâm Şâfiî ise gebe kadının da bazan âdet görebileceğini kabul ederler Onlar, âdetten söz eden âyetin mutlak anlamı ile, âdetîn kadının fıtratından olduğunu bildiren bazı haberlere dayanırlar (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, 1, 51) Hanefilere göre, hayızın en kısa süresi üç gün üç gecedir Bundan azı özür kanı sayılır "Ortası beş gün, en uzun sûresi ise on gün on gecedir On günü geçen kanamalar özür sayılır Dayandıkları delil şu hadistir: "Bekâr veya dul kadın için en kısa hayız süresi üç gün, en uzun süresi ise on gündür" (ez-Zeylâî, Nasbu'r-Râye, I 191) Şâfiî ve Hanbelilere göre, en kısa süre bir gün, bir gece, en uzun süresi ise, altı veya yedi gündür Mâlikiler, en az süre için bir sınır belirlemezken, en uzun süreyi kadının durumuna göre otuz güne kadar çıkarırlar (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', I, 39; İbnü'l-Hümâm, age, I,11; İbn Rüşd, age, I, 48, vd; İbn Kudâme, el-Muğnî, I, 308) Lohusalığın en kısa süresi için bir sınırlama yoktur En uzun süresi Hanefi ve Hanbelîlere göre kırk gündür Bundan sonra lohusa kadından gelecek kan özür kanı sayılır Âdet gören kadının bu hâli, doğum yapan kadının da lohusalık hali sona erince gusül abdesti alması gerekir (el-Bakara, 2/222; eş-Şevkânî, age, I, 568) Âdetli veya lohusa kadına yasaklanan Şeyler: 1- Namaz kılmak Âdetli veya lohusa kadının namaz kılması câiz değildir Hz Peygamber (sas), Fâtıma binti Ebî Hubeyş'e "Hayız gördüğün zaman namazı bırak ve hayız hâlin sona erince, kanı temizleyerek guslet ve namaz kıl" buyurmuştur Buhâri'deki rivâyet şöyledir: "Âdetin devam ettiği sürece namazı bırak, sonra boy abdesti al ve namaz kıl" (Buhâri, Hayz, 19, 24, Vüdû, 63; Müslim, Hayz, 62; Ebû Davûd Tâhâret, 109) Âdetli kadın, kılamadığı namazı kaza etmez, orucu ise kaza etmesi gerekir Hz Âişe şöyle demiştir: "Biz Rasûlullah (sas) devrinde âdet görüyorduk Namazı kaza etmekle emrolunmadığımız halde, tutamadığımız orucu kaza etmekle emrolunuyorduk" (Buhârî, Hayz, 20; Ebfı Dâvud Tahâre,104; Tirmizî, Savm, 67; Nesaî, Hayz,17; Siyâm, 64) 2- Oruç tutmak Âdet gören veya lohusa olan kadın oruç tutmaz Delil yukarıdaki Hz Âişe hadisidir Ancak oruç borcu, onların üzerinden düşmez Kaza etmeleri gerekir 3- Tavâf Hz Peygamber, hac sırasında âdet gören Âişe (r anhâ)'ye şöyle buyurmuştur: "Hayız gördüğün zaman, temizleninceye kadar Beytullah'ı tavaf dışına hacıların yaptığı diğer hac ibadetlerini yap" (Buhârî, hayz,1, 7, Hacc, 71, Edâhî, 3, 10; Müslim, Hacc,119,120; Ebû Davûd, menâsîk, 23) 4- Kur'an-ı Kerîm okumak Mushafa el sürmek ve onu taşımak "Ona (Kur'ân'a) tam olarak temizlenmiş olanlardan başkası el süremez" (el-Vâkıa, 56/79) Hz Peygamber şöyle buyurmuştur: "İddetli kadın ve cünüp olan, Kur'ân'dan hiç bir şey okuyamaz" (Tirmizî, Tahâre, 98; İbn Mâce, Tahâre, 105) Hanefilere göre, bir kılıf içindeki Kur'ân'a el sürmek ve taşımak hayızlı ve cünüp için mümkün ve câizdir Yine ilimle uğraşan kimse, tefsir, hadis ve fıkıh kitaplarını zarûret yüzünden elbisesinin yeniyle veya eliyle tutabilir Kur'ân yapraklarını abdestli çevirmek müstehaptır Yine bu yaprakları okumak için bir kalemle çevirmek de câizdir (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l İslâmî ve Edilletuh, I, 471) 5- Mescide girmek, orada eğleşmek ve itikâfa çekilmek Hadiste şöyle buyurulur: "Hiç bir hayızlı veya cünüp mescide giremez" (İbn Mâce, Tahâre, 92; Dârimî, Vudû',116) Şâfiî ve Hanbelîler, hayızlı ve lohusanın kirletmemek şartıyla mescitten karşıdan karşıya geçmesini câiz görürler Hz Peygamber'in Âişe (r anha)'ye böyle bir izin verdiği nakledilmektedir (Müslîm, Hayz, I1-13; Nesâî, Tahâre, 172, Hayz, 18; İbn Mâce, Tahâre, 120) 6- Cinsel temasta bulunmak veya göbekle diz kapağı arasını okşamak (istimtâ) Bunu delili âyet ve hadistir Âyette şöyle buyurulur: " Hayız halinde iken kadınlardan uzaklaşın ve temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın" (el-Bakara, 2/222) Uzaklaşmaktan (İ'tizal) maksat, onlarla cinsel teması bırakmaktır Yine hayızlı hanımıyla ne derece ilgilenebileceğini soran bir sahabeye Allah elçisi şöyle cevap vermiştir: "Senin için göbekten üst taraf serbesttir" (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâı, I, 277) Hanbelilere göre, göbek-diz arasında cinsel temas dışında serbesttir Delil şu hadistir: "Hayızlı kadına cinsel temasın dışında herşeyi yapabilirsiniz" (Müslim, Hayz" 16; Nesaî, Tahâre, 16) Hanefi, Şâfiî ve Mâlikilere göre hayızlı veya lohusa olan eşiyle cinsel temasta bulunan erkeğe keffâret gerekmez Ancak tevbe ve istiğfar etmesi gereklidir 7- Boşama Hayız hâlindeki kadını boşamak câiz değildir Ancak buna rağmen boşama geçerlidir, ve bid'î tâlak adını alır Âyette; "Boşayacağınız zaman, eşlerinizi iddetlerine doğru boşayın" buyurulur (et-Talûk, 65/1) Yani içinde iddet meşru olan bir sürede boşayın demektir Çünkü, ay hâlinin geri kalan kısmı iddetten sayılamaz Allah elçisi, Abdullah b Ömer'e, eşini temizlik günlerinde veya gebe iken boşamasını bildirmiştir (eş-Şevkânî, age, VI, 221; Geniş bilgi için bk el-Kâsânî, age, I, 44; İbnü'l-Hümâm, age, I, 54, 57, 61; eş-Şirâzî, el-Müheneb, I, 38, 45; İbn Kudâme, el-Muğnî, I, 306 vd; İbn Âbidîn, age, I,158,162, 268, 274; eş-Şevkânî, age, I, 276, 278, 280, 777; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1985, I, 469 vd) Hamdi DÖNDÜREN HAYVAN KESMEK İslâm'da eti helal olan hayvanları şer'î ölçülere göre boğazlamak Arapçada eti yenilen hayvanı kesmek ve boğazlamak anlamında kullanılan üç terim vardır Bunlar zebh, nahr, tezkiye Zebh; boğazlamak, hayvanın boğazına bıçak vurup damarlarını kesmek demektir Boğazlanmış veya boğazlanacak hayvana da "zebîh" veya "zebîha" denir Ancak bu terim daha çok sığır, koyun ve keçi gibi hayvanların çene altından meşrû şekilde kesimini ifade eder (es-Serahsî, el-Mebsût, Beyrut, ty, XII, 3; el-Mevsilî, el-İhtiyâr, İstanbul 1984, cz V, 9) Kur'ân-ı Kerîm'de bu çeşit kesime yer verilir: "Allah size bir sığır kesmenizi (zebhi) emrediyor" (el-Bak,ara, 2/67) "Ve İbrahim'e oğulunun yerine fidye olarak büyük bir (koç) kurbanlık verdik" (es-Saffât, 37/ 107) Nahr; bir hâyvanı göğsü üzerinden bıçak vurup, boğaz damarlarını kesmek, demektir Bu, deve cinsi hayvanın kesim şeklidir Deveyi çene altından kesmek (zebh) mekruh olduğu gibi, koyun ve sığır cinsini de göğsü üzerinden kesmek (nahr) mekruhtur Ancak bununla birlikte etleri yenilebilir (el Mevsilî, age, cz V, 11; el-Fetâvâ-i Hindiyye, V, 288) Tezkiye; ise, gerçek kesimi veya av tüfeği üzerine besmele çekmek gibi hükmî kesimi kapsamına alır Kesimin meşrûiyeti Kitap, Sünnet ve icmâ delillerine dayanır: "Ölü, kan, domuz, Allah'tan başkası adına kesilen, boğulmuş, vurulmuş, yukarıdan yuvarlanmış, süsülmüş, canavar yırtılmış olup da ölenler, dikili taşlar üzerinde onlar adına kesilen hayvanlar Üzerinize haram kılınmaştır" (el-Mâide, 5/3) "O halde Allah'ın âyetlere inanıyorsanız, üzerine O'nun adı anılan hayvanlardan yiyin " (el-Mâide, 5/5) İlk âyette sayılan hayvanlardan eti yenilenler, ölmeden önce yetiştirilerek meşrû şekilde kesilirse helal olurlar Hz Peygamber şöyle buyurmuştur: "Hayvanı keseceğiniz vakit, bıçağı keskinletiniz ki ona rahat ettiresiniz" (İbn Mâce, Zebâih, 3) "Hayvan kan akıtan her şeyle kesilir Üzerine de Allah'ın ismi anılırsa o kesileni yiyiniz Yalnız diş ve tırnak müstesnadır Sebebi şudur diş bir kemiktir, tırnak ise Habeşlilerin kesme âletidir" (Buhârî, Zebâih, 15; Tecrid-i Sarih Tercümesi, VII, 426) Kesimin meşrû sayılması için gerekli şartlar: a Kesenin müslüman veya ehl-i kitaptan olması Âyette; " ancak usulüne göre kestikleriniz müstesna" buyurularak, mü'minlere hitab edilmiştir (el-Mevsili, age, cz V,10) "Bugün size temiz olanlar helal kılındı Kitap verilenlerin (Ehl-i Kitap) yemeği size, sizin yemeğiniz de onlara helâldir" (el-Mâide, âyet, 5/5) İslâm, kestiğinin yenilmesi konusunda ehl-i kitabı yani Hristiyan ve yahudileri müşrik ve münkirlerden ayrı tutmuştur Çünkü ehl-i kitap temelde vahye, peygamberliğe ve genel anlamda dinin aslına inandıkları için mü'minlere daha yakındır "Ehl-i kitabın yemeği" ifadesi, onların her türlü yemeğini kapsamına alır Kestikleri hayvanlar da buna dahildir Ancak leş, akan kan ve domuz eti gibi bizzat haram olanlar bundan müstesnadır Bunlar haramdır Diğer yandan kestikleri hayvan üzerine Mesîh, Üzeyir, haç ve benzeri, Allah'tan başkasının ismini zikretmemeleri de gereklidir (el-Kâsânî, Bedâyîu's-Sanayî, V, 45; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, cz1, 365 vd; el-Cezîrî, Kitabü'l-Fıkh alel-Mezâhibi'l-Erbaa, 11, 22 vd; el-Kardâvî, İslâm'da Helal ve Haram, terc Ramazan Nazlı, İstanbul 1967, s 64 vd) b Besmele çekmek İslâm, bir hayvanı keserken üzerine Allah'ın adının anılması prensibini getirmiştir Başka ilâh anılarak, putlar adına veya kasten besmele terkedilerek kesilen hayvanın etini haram kılar "Kesilirken üzerine Allah'ın adı anılmayan hayvanları yemeyiniz" (el-En'am, 6/121) Hz Peygamber (sas): "Allah'ın adı anılarak, kanı akıtılan hayvanın etini yeyiniz"(Buhârî, Zebâih, 20) buyurmuştur Hz Aişe'den şöyle dediği nakledilmiştir: "Bir grup insan Allah Rasûlüne gelerek şöyle dediler: Bazı kimseler bize et getiriyor Fakat biz, bu kesilen hayvanın üzerine Allah'ın adının anılıp anılmadığını bilmiyoruz" Hz Peygamber cevaben: "Üzerine besmeleyi çekip, ondan yeyiniz" buyurdular (Buhârî, Zebâih, 21; İbn Mâce, Zebâih 4) Âyette, üzerine Allah'ın adı anılmayanı yememek emredilirken, bazı hadislerde konuya esneklik getirilmesi, değişik görüşlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır İslam hukukçularının çoğunluğuna göre, hayvanı keserken besmele hatırlanırsa, çekmek farzdır Fakat unutulduğu zaman eti yenilir Bunlara göre sadece kasden terkedilince, kesilen hayvanın eti yenmez İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre, bir gün hayvan kesen, fakat besmeleyi unutan birisinin durumu sorulduğunda şöyle demiştir: "Aziz ve Celîl olan Allah'ın adı, her müslümanın kalbinde mevcuttur Onun kestiğini yeyiniz" (Buhârî, Zebîrih, 9; Ebû Dâvûd, Sayd, 2; el Kasânî, age, V, 47; Mevsılî, cı V, 9) Şâfiîlere göre, hayvan kesilirken üzerine besmele çekmek sünnettir Âyette, haram kılınan şeyler; leş, akıtılmış kan ve domuz eti olarak sayılmış, kesilirken besmele terkedilen hayvan zikredilmemiştir (el-En'âm, 6/145) Hz Peygamber bu üç şeyin dışındakilerin haram kılındığını söylemekle yükümlü tutulmuştur Kesilen bir hayvanın haram olması, üzerine Allah'tan başkasının adını anma yüzündendir (el-Kâsanî, age, V, 46) Mâlîkî ve Zâhirîler ise "Kesilirken üzerine Allah'ın adı zikredilmeyen hayvanların etini yemeyiniz" (el-En'âm, 6/121) âyetinde unutma veya terketmeden söz edilmediği için, besmeleyi mutlak olarak farz kabul ederler Bu prensiple çelişen Hz Âişe'nin naklettiği yukarıda zikrettiğimiz hadisi de neshedilmiş sayarlar (Muhammed Fevzî, el-Fıkhu'l-İslâmî, Dimaşk 1977-79, s 663, 664) c Kesim şekli Hayvanın nefes ve yemek borusu ile iki şah damarının (vedec) kesilmesi gerekir Ebû Hanîfe'ye göre, bunlardan üçünün kesilmesi yeterlidir Ebû Yusuf'a göre ise, nefes ve yemek borusu ile iki damardan en az birinin kesilmesi gerekir (el-Mevsılî, cz V, 110, el-Fetâvâ-i Hindiyye, V, 287) Kurban niyetiyle Allah rızası için, usûlüne göre kesilen büyük ve küçük baş hayvanın sevabı, istenilen bir müslümana bağışlanabilir Mezar ve türbelere veya bir kimseyi karşılamak için kesilecek kurbanda Allah'a ortak koşma belirtilerinden sakınmak gerekir Kurban bir takım nimetlere kavuşmanın şükrü olarak Allah rızası için kesilir Misafire ikram etmek için hayvan kesimi câizdir HAMDİ DÖNDÜREN HAZENE-İ CEHENNEM "Hazene", muhafız, bekçi cehennem kapısının bekçi ve görevlileri manasına gelen "hâzin"in çoğuludur Sonsuz kudret sahibi olan yüce Rabbimiz, dilediği herşeyi, hiçbir kimseye ihtiyaç duymadan sadece "ol" demekle yapabildiği halde, hikmeti gereği birçok meleği çeşitli vazifelerle görevlendirmiştir "Hazene-i Cehennem"de bu görevlilerden bazılarıdır Bunu Kur'ân-ı Kerîm'in: "Cehennemde görev yapanları ancak meleklerden kıldık" (el-Müddessir, 74/31) âyetinden anlamak mümkündür Rabbimiz bize, cehennemde görevli bekçilerin sayısının on dokuz olduğunu bildirmektedir "Biliyor musun sakar (cehennem) nedir? O, ne geri bırakır ne de azabdan vazgeçer İnsanın derisini kavurur Üzerinde görevli on dokuz (melek) vardır" (el-Müddessir, 74/27-30) Kur'ân'ın verdiği bu on dokuz rakamı üzerinde durup, çeşitli yorumlarda bulunanlar eksik değildir Oysa Kur'ân'ın kendisi bunun hikmetini yukarda geçen âyetin devamında şöyle açıklamaktadır: "Onların sayısını inkârcılar için sadece bir imtihan (vesilesi) yaptık ki, böylelikle kendilerine kitap verilenler kesin bir bilgiye sahip olsun, iman edenlerin imanını artırsın; hem kendilerine kitap verilenler hem de mü'minler Şüpheye düşmesinler; kalblerinde hastalık bulunanlarla kâfirler: Allah bu misâlle ne demek istemiştir ki desinler" (el-Müddessir, 74/31) Demek ki, inkârcılar ve kalbinde hastalık bulunanlar "Bu sayıdan ne murad edilmiş" derler ve muhtemelen; "ondokuz kişi cehennemliklere nasıl güç yetirecek?" şeklinde konuyu küçümsemek isterler Belki de bu görevlilerin, Allah'ın kendilerine büyük bir güç verdiği meleklerden olduğunu düşünemiyorlar Böyle bir ihtimale Cenab-ı Allah'ın cevabı: "Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun Üzerinde iri yapılı, kaba ve sert tabiatlı, Allah'ın kendilerine verdiği buyruklarına baş kaldırmayan, kendilerine emredileni yerine getiren melekler vardır" (et-Tahrîm, 66/6) Öyle melekler ki, yalvarıp yakarma, ağlayıp sızlama onları etkilemez, görevlerini yapmaktan bir nebze olsun alıkoymaz "Hazene-i cehennem"in önde gelen ismi Mâlik'tir Kur'ân, cehennemliklerin çektikleri azaptan kurtulmak için: " Ey Mâlik (dile de) Rabbin bizim işimizi bitirsin! Diye seslenirler Mâlik de, siz böyle kalacaksınız, der" (ez-Zuhruf, 43/77) Peygamber (sas) de, rüyasında kendisine cehennem ehlinin durumu gösterilirken, önündeki ateşi yakmakla meşgul birine gözü takılır Kim olduğunu sorduğunda: "Cehennem bekçisi Mâliktir" cevabını alır (Buhâri, Cenâiz, 93) Halid ERBOĞA HAZENE-İ CENNET Cennet kapısının bekçileri ve cennetin muhafızlarıdır Kur'ân-ı Kerim "Hazene-i Cennet" hakkında detaylı bilgi vermez Ne sayıları ne isimleri ne de görevlerinin mahiyeti hakkında insanları yeterince aydınlatmaz Buna gerek de yoktur Yalnızca iman etmek ve Allah'ın bildirdiği kadarını bilmek kâfidir Allah'ın ve Rasûlü'nûn bildirmediği ve ancak Onların bildirmesiyle bilinebilecek mevzularda yorum yapmak, ileri geri konuşmak da câiz değildir "Rablerine karşı gelmekten sakınanlar ise zümreler halinde (bölük bölük) cennete sevkedilir Oraya varıp da kapıları açıldığında bekçileri onlara: Selâm size! Tertemiz geldiniz Artık ebedî kalmak üzere girin buraya, derler" (ez-Zümer, 39/73) Yukarıdaki âyetten; Cenâb-ı Allah'ın, "hazene-i cennet"ten sözederken onları çoğul siğası ile zikrettiğini görüyoruz Demek ki, "Cennet hazenesi"nin sayısı ikiden fazladır Zira Arapça'da çoğul, üç ve daha yukarısı için kullanılır Ayrıca "hazene", cennetlikleri karşılarken takındıkları tavırdan mü'minlere karşı güleryüzlû, tatlı sözlü olduklarını öğreniyoruz Hz Peygamber (sas) bir hadisinde: "Ben kıyamet gününde cennetin kapısına gelerek açılmasını isteyeceğim Cennetin bekçisi: - Sen kimsin? diyecek Ben de: - Muhammed'im diyeceğim Bunun üzerine: - Ben ancak sana açmaya memur oldum Senden önce hiçbir kimseye açmayacaktım, diyecek " (Müslim, İman, 85) Buradan da, "Hazene-i Cennet"in diğer melekler gibi, yalnızca kendilerine emrolunan şeyleri yaptıklarını öğrenmekteyiz Halid ERBOĞA |
İslam Ansiklöpedisi (H) |
11-04-2012 | #8 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Ansiklöpedisi (H)Hazr Menetmek, yasaklamak, haram kılmak, hayvanları ağıla kapamak, bir şeye mâlik olmak Kötü, sakıncalı, haram veya mekruh şeyler için mahzûr ve çoğulu mahzûrât da kullanılır Bunlar hazr kökünden ism-i mef'ûldür Hanefiler hazrı, şer'î yasaklar; ibâhayı da mübah şeyler anlamında birlikte incelerler Bazan hazr'a "kerâhiyye"; ibâha'ya ise "istihsân veya zühd ve vera" başlığı altında yer verirler Hanefîler dışındaki mezheber ise bu konuları "yiyecekler, içecekler, kaplar, fıtrî hasletler" başlıkları altında incelerler Mâlîkîlerden eş-Şeyh Halîl'in taksimi ise "mübah, haram ve mekruh" şeklindedir İslâm, insanın beden ve ruhuna önem vermiştir İnsanını, kendine, âilesine, topluma ve Rabbine karşı görevlerini yapabilmesi için beden ve ruh sağlığını koruması gerekir Bunun için de yeme, içme, giyim, kazanç ve eşyayı kullanma biçimi gibi konularda bazı kurallara uyması, yasaklardan da kaçınması istenir Yasak çeşitlerinin tümü "hazr" terimi ile ifade edilir Hazr şöyle tarif edilmiştir "Terk edildiği zaman sevap kazanılan, işlendiği zaman cezası bulunan şeydir"(el-Cürcânî, et-Ta'rifât, s 61) İslâm'da sakıncalı gıda maddeleri, ya bitki, ya da hayvan kabilinden olur Pis, zararlı ve sarhoş edici bitkiler dışındakilerin tümü helâldir Pis olan ve pislik bulaşan şeyler yenilmez Âyette; "O, temiz Şeyleri onlar için helâl, murdar (pis) şeyleri de haram kılar" (el-A'râf, 7/157) buyurulmuştur Hz Peygamber, tereyağının içine düşen ve ölen fare için yağ donuksa, fare ve çevresini alınıp kalanın yenilmesini; eğer erimişse, tamamının dökülmesini bildirmiştir (Buhârî, Zebâih, 34; Tirmizî, Et'ime, 8; Ahmed b Hanbel, II, 233, 265, 490) Sarhoş edici şeyler haramdır Ayette; "İçki, kumar, putlar ve fal okları sadece şeytanın işinden birer pisliktirler Bu pislikten kaçının ki, kurtuluşa eresiniz" (el-Mâide, 5/90) buyurulmuştur İnsana zarar verebilecek şeyler de yenmez Zehir, toprak taş vb gibi Âyette; "Kendiniıi öldürmeyiniz" (en-Nisâ, 4/29), "Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayınız" (el-Bakara, 2/195) buyurulmuştur Suda yaşayan hayvanlardan balık çeşidinin etini yemek helâldir Mâlikiler dışında çoğunluğa güre kurbağanın eti yenmez Çünkü Hz peygamber onun öldürülmesini yasaklamıştır Kara hayvanlarından ise, murdar, ölmüş hayvan akmış kan domuz eti, Allah'tan başka birinin ismi anılarak kesilen hayvan süsülerek, vurularak, yüksek yerden yuvarlanarak, normal kesim yapılmaksızın ölen hayvanların etlerini yemek câiz değildir Çoğunluğa göre kurt, arslan, kaplan gibi yırtıcı hayvanlar; doğan, şahin atmaca gibi yırtıcı kuşlar da helal değildir Mâlikiler birincileri mekrûh, yırtıcı kuşları ise mübah sayar Köpek, ehlî eşek ve katır eti haramdır Hadiste; "Köpek çirkindir, satış bedeli de çirkindir" (eş-Şevkânî, Neylu'l-Evtâr, V,143, 384) denmiştir Mâlikilere göre, evcil köpek mekruh, su köpeği ise mübahtır Akrep, yılan, fare, karınca gibi toprak haşerâtını yemek câiz değildir Mâlikîlere göre ise, bunlar İslâm'a uygun kesim yaparak yenebilir Yiyecek ve içeceklerin mübahlığı konusunda en geniş mezheb Mâlikîlerdir Zarûret hâlinde, yasak olan şeyleri yemek ve içmek mübah olur Âyette; "Kim darda kalırsa zulme sapmamak ve sınırı aşmamak şartıyla bunlardan yemesinde bir günah yoktur" (el-Bakara, 2/173) buyrulur Giyim, kullanım ve süslenmeye gelince; erkek ve kadın için altın ve gümüş; kaplarda, yazı, süs vasıtalarında kullanmak mezheb imamlarının ittifakı ile câiz değildir Meselâ; altın ve gümüş kaplarda yemek, içmek, abdest almak, kokulanmak câiz olmadığı gibi, altın ve gümüş saatleri, kalemleri, büro malzemelerini kullanmak da caiz değildir Evleri ve koltuk takımları gibi eşyayı altın veya gümüşle süsleme de câiz olmaz Hz Peygamber şöyle buyurmuştur: "Altın ve gümüş kaplardan içmeyiniz, bunlarda yemek yemeyiniz Şüphesiz bunlar dünyada müşriklere, âhirette de size aittir" (Buhârî, Eşribe, 28; Ekime, 29; Libâs 27; Müslîm, libâs, 4, 5,) "Gümüş kaptan içen kimse, ancak karnına cehennem ateşini yudumlamış olur" (Buhârî, Eşribe, 27; İbn Mâce, Eşribe,17; Mâlik, el-Muvatta', Sıfatü'n-Nebî, 11; İbnü'l-Esîr, en-Nihâye, I, 255) Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise, bu kapları mücerred edinmek de meşrû görülmemiştir Çünkü edinme bunları kullanmaya sebep olur Ancak zarûret veya ihtiyaç sebebiyle bazı âlet ve edevâtı altın veya gümüşle kaplamak, yaldızlamak, diş tedavisinde kullanmak câizdir (bk İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, VIII, 81, 82; el Meydânî, el-Lübâb, IV,159 vd; İbn Kudâme, el-Muğnî, I, 75, 78; eş-Şirâzî, el-muhezzeb, I, 11 vd; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, Dımaşk 1405/1985, III, 506 vd) İpekli giymek, altın yüzük takmak erkeklere câiz görülmemiştir Rasûlullah (sas): "Altın ve ipek ümmetimin kadınları için helâl, erkekleri için ise haramdır" buyurur (Buhârî, libâs, 38, Cenâiz, 2, Hibbe, 28; Nesâî, Zînet, 40, Tatbik, 7; İbn Mâce, libâs, 19) Hz Ali, Hz Peygamber (sas)'in altın yüzük takmayı yasakladığını (Ebû Dâvud, libâs, 8, Hâtem, 3; Tirmizî, Salât, 80, libâs,12), İbn Abbas ise Rasûlullah'ın bir adamın elinde altın yüzük gördüğünü, bunu çıkardıktan sonra; "Sizden biriniz elinde ateşten bir parçayı taşımak istiyor" buyurduğunu nakteder (ez-Zeylaî, Nasbü'r-Râye, IV, 225, 235) Kadın-erkek arasındaki ilişkiler ve sakıncalı sayılan durumlar şöyle özetlenebilir: Kadına eşi, ancak üreme organından cinsel temasta bulunabilir Livata haram kılınmıştır Âyette; "Kadınlarınız sizin tarlanızdır O halde tarlanıza istediğiniz şekilde yaklaşın" (el-Bakara, 2/223) buyurulur Çocuk ekim yeri tarım ürünlerinin ekim yerine benzetilmiştir Burada ön cinsiyet unsurunun kastedildiği açıktır Eşine veya başka bir erkeğe arkadan yaklaşan livatacı erkeği Hz Peygamber lanet etmiştir (Ebû Dâvud Nikâh, 45; Tirmizi, Hudûd, 24; Amet b Hanbel, II, 444, 479) Hayızlı kadına kocasının cinsel teması da haramdır Âyette şöyle buyurulur: "Ey Muhammed sana kadınların hayız halinden soruyorlar De ki; zararlıdır Hayız halindeyken kadınlardan uzaklaşın Ve temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın Temizlendikten sonra onlara Allah'ın emrettiği yerden yaklaşın" (el-Bakara, 2/222) İslâm hukukçuları gebeliğin başlangıcından yüz yirmi gün sonra ana karnındaki çocuğun düşürülmesinin haramlığı konusunda görüş birliğindedirler Bu, gurre'yi gerektiren suç olur Gurre tam diyetin yüzde beş'i, yani 50 dinar (200 gr altın) veya 500 dirhemlik bir tazminattır Yine onlar, hayatın sabit olması sebebiyle gebeliğin başlamasından itibaren bir zaruret veya özür olmadıkça çocuk düşürmenin câiz olmadığı görüşünü tercih ettiler Kadının ağır veya bulaşıcı bir hastalığa yakalanması zarûrete, sütünün kesilmesi, babanın süt anne tutacak imkânlara sahip olmaması, hatta ahlakın bozuk olması yüzünden doğacak çocuğun iyi eğitilememesi korkusu özür hâline örnek verilebilir Hanefîlerden bazılarına göre, bu şekilde özürsüz düşürme mekruh olup, düşüren kimse günahkâr olur (İbnu'l-Hümâm, age, II, 495; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, el-Emîriyye, I, 278, II, 522, V, 418; el-Fetevâ-ı Hindiyye, V, 365, 367) Kadının rahmine kocasının spermi, cinsel temas olmaksızın yerleştirilip, doğum yapması sağlansa, bu câiz olur Ancak yabancı bir erkeğin spermini yerleştirmek, zina anlamı taşıyacağından câiz olmaz Bir kimse, eşinin bütün vücûduna dokunabilir ve bakabilir Ancak bir ihtiyaç olmaksızın eşlerin birbirinin cinsiyet organlarına bakması mekruh görülmüştür Hz Âişe'nin; "Ben, Rasûlullah (sas)'den bir şey görmedim, O da benden yani benim cinsiyet organımdan bir şey görmedi" dediği nakledilmiştir (ez- Zeylaî, age, IV, 248) Kadın; kız kardeş, teyze, hala gibi yakın hısımlarından ise; erkek onun yüz, baş göğüs, diz kapaklarından aşağısı ve kolları gibi yerlerine bakabilir Ancak, sırt ve karnına bakamaz Çünkü Allah, bir erkeğin eşini, annesinin sırtına benzetmesini yasaklamıştır Buna zıhâr * denir (el-Mücâdele 58/2-4) Bu yüzden yakın hısmının sırtına ve buna kıyasla karnına bakmak câiz görülmemiştir Şâfiîler ise, yakın mahrem hısımların göbek diz kapak arası dışında kalan yerlerine bir erkeğin şehvetsiz bakabileceğini söylerler Yabancı (ecnebî) kadına gelince, bir erkek onun ancak yüz, el ve topuklarından aşağı ayak kısımlarına bakabilir Âyette şöyle buyurulur: "Ey Muhammed, Mü'min kadınlara söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını ve namuslarını korusunlar, görünmesi zarurî olanlar hariç zinetlerini göstermesinler" (en-Nûr, 24l31) Kadın da kocasının bütün vücuduna bakabilir Mahrem hısımların avret yeri dışında tüm bedenine, yabancı erkeğin ise, şehvetinden güvende olunca göbek diz arası dışında yine bütün bedenine bakabilir Erkek erkeğin, Şehvetten güvende olunca avret yeri dışında tüm vücuduna bakabilir Burada avret yeri göbek ile diz kapakları arasıdır Kadının kadına bakması da yukardaki esaslara göredir Ancak şehvet ve fıtne korkusu varsa bakmak câiz olmaz (İbnü'l Hûmâm, age, VIII, 97, 107; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', V, 119, 124; el-Meydânî, el-Lübâb, IV, 162 165; İbn Âbidîn, age V, 257, 264; ez-Zühaylî, age III, 560 vd) Bakmak câiz olmayan yerde, şehvetle dokunmak da câiz olmaz Çünkü dokunma ve okşama, cinsel isteği, bakmaktan daha çok kamçılar Bu yüzden bakma sonucu boşalma halinde oruç bozulmazken, aynı durum dokunmakla meydana gelirse oruç bozulur Şehvetinden güvende olan kimsenin, mahrem hısmının bakılması caiz olan yerlerine dokunması da câizdir Nitekim Rasûl-i Ekrem (sas) kızı Hz Fatma'nın başını öpüyordu Ancak bakmanın aksine, zarûret bulunmaması yüzünden, şehvetten güvencede olursa bile, yabancı genç kadının yüz ve ellerine dokunmak câiz görülmemiştir Hz Peygamber yabancı kadınlarla musâfaha yapmamıştır (bk Nesâî, Bîat,18; İbn Mâce, Cihâd, 43; Mâlik, Muvatta', Bîat, 2; Ahmet b Hanbel, müsned, II, 213, IV, 357, 454, 459) Şâfiîler dışında İslâm hukukçularının çoğunluğu, cinsel istek duyulmayan yaşlı kadınlarla musâfahayı ve onları ellerini öpülmesini, fitne korkusu olmadığı gerekçesiyle câiz görmüşlerdir Bir erkek dokunması câiz olan mahrem hısımı olan bir kadınla yolculuk yapabilir, kendisi ve kadın cinsel istekten güvencede oldukça, böyle bir hısımı ile yalnız kalabilir Mahrem hısımla yalnız kalma süt kız kardeş ve baldız dışında mübahtır Dokunmak haram olan kadınla yolculuk ve yalnız birlikte kalmak da haram olur Hadislerde şöyle buyurulur: "Kadın üç günden uzak yola, yanında kocası ve mahrem hısmı olmadıkça yolculuk yapamaz" (Buhârî, Taksîr, 4, Mescidu Mekke, 6, Sayd, 26, Savm, 67; Müslim, Hac, 413, 424; Tirmizî, Radâ', 15; İbn Mâce, Menâ**** 7; Mâlik, Muvatta', İsti'zân, 38) " Dikkat ediniz, bir erkek yabancı bir kadınla başbaşa kalırsa, üçüncüsü ancak şeytan olur" (Buhârî, Nikâh, 111, 112; Müslim, Hacc, 424; Tirmizî, Ra dâ', 16, Fiten, 7; Ahmed b Hanbel, I, 222, III, 339, 446) On yaşına girince erkek ve kız çocukların yâtaklarını ayırmak gerekir Hz Peygamber şöyle buyurmuştur: "Çocuklarınız yedi yaşına girdiklerinde, onlara namazı emrediniz On yaşına girince onları (namaz kılmazlarsa) hafifçe dövünüz ve yataklarını ayırınız" (Ebû Dâvud Salât, 26; Ahmed b Hanbel, II, 180, 187) Kumar niteliği olan her çeşit oyunun câiz olmadığı konusunda görüş birliği vardır Bu da ortaya konan parayı bir tarafın kazanıp, karşı tarâfın kaybetme ihtimali bulunan oyundur (el-Mâide, 5/90) Kumar niteliği olmayan bazı oyunlar da, değerli vakti kaybetmek, Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak gibi özellikleri yüzünden mekruh veya bu özelliği yoksa mübah sayılır Hanefîlere göre tavla Şafiîlere göre ise satranç oyunu mekruhtur Ancak oyunu kazanana bir bedel konulursa bu haram olur Bazı hanefi ve bazı Hanbelîlere göre çalgı âleti olmaksızın bile türkü söylemek câiz olmaz (İbn Kudâme, el-Muğnî, IX,175) Bazı Hanefi, Hanbelî ve Mâlikîlere göre ise, mücerred şarkı söylemek kerâhetsiz mübahtır Şâfiîler âletsiz şarkı söylemeyi ve dinlemeyi mekruh görür, haram saymaz Delilleri Hz Aişe'den nakledilen şu hadistir: "Aişe (r anhâ) dedi ki; yanımda şarkı söyleyen iki câriye vardı Derken Ebû Bekir içeri girdi Rasûlullah'ın evinde şeytanın düdüğünün işi nedir? dedi Allah Rasûlü şöyle buyurdu: "Onları bırak Bu, bayram günleridir" (Buhârî İdeyn, 2, 3; Müslim, Îdeyn,16,17,19; İbn Mâce, Nikâh, 2l) İmam Gazzâlî (ö 505/1111) âletsiz mücerred şarkı söylemenin helâl olduğunu belirtir (eş-şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIII,101; lhyâu Ulûmiddîn, II, 238 vd) Fert ve toplum için yararlı bir takım ödüllü ödülsüz yarışlar düzenlenmesi, sağlıklı olmak için eğitim sporları yapılması mümkün ve câizdir (bk İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, VII, 97,107, 132; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', V, 119, 124; el-Meydânî, el-Lübâb, IV, 162, 165; eş-Şîrazî, el-Mühezzeb, II, 34, 35, 325, 328; İbn Kudame, el-Muğnî, VI, VI, 552, IX,170,176; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, V, 363; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, V, 257, 264, 279, III, 337) Toprağın verimini arttırmak için bir kimsenin hayvan gübresini satması, bir müslümanın alacağını Hristiyan veya Yahudinin şarap, domuz eti satışı gibi satıştan kazandığı paradan tahsil etmesi, şarap yapımı için üzüm satması câizdir Yine fitne ehline silah satımı da bunun gibidir Çünkü suç ancak bu üzüm veya silahın kullanımı ile gerçekleşir Ancak ma'siyete sebep olacağı için bu tip satışlar mekruh (çirkin) görülmüştür Bir müslümanın, gayri menkulünü kilise olarak kullanılmak üzere kiraya vermesi veya zimmîye ait şarabı nakil işini üstlenmesi Ebû Hanîfe'ye göre câizdir Dayandığı delil kıyastır Ebû Yusuf, İmam Muhammed, Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b Hanbel'e göre ise bu çeşit kira akitleri mekruhtur Çünkü bu, ma'siyette destek sağlamak anlamına gelir Rasûlullah (sas) içki konusunda, on ilgiliye lanet etmiştir Bunlardan birisi de içkinin nakliyesini yapan kimsedir (Tirmizî, Büyû', 59; İbn Mâce, Eşribe, 6) Gıda maddesi ve hayvan yemi gibi aslî ihtiyaçların karaborsacılığını yapmak, belde halkına zarar verdiği sürece mekruhtur Hanefîlerden el-Kâsânî (ö 587/1191) ve diğer mezheb imamları karaborsacılığı haram saymışlardır Bunu yasaklayan pek çok hadis vardır "Bir gıda maddesini kırk gün satmayıp depolayan kimse, Allah'tan uzaklaşmıştır Allah da onu kendisinden uzaklaştırmıştır" (İbn Hanbel, Müsned, II, 33; bk Müslim, Usâkât,129,130; Ebû Dâvud, Büyü', 47) Yine yerleşim merkezine dışarıdan mal getirenleri yolda karşılayıp, malını almak suretiyle üretici veya dağıtıcı ile tüketici arasında girmek (Buhârî, Büyû', 72, İcâre,11,19; Nesâî, Büyû',18) Veya üretici adına komisyonculuk yapmak gibi (Buhârî, Büyû', 58, 64, 68, 72, İcâre,14, Şurût, 8; Müslim, Büyû',11,16,18, 21) malın piyasaya kontrollü ve pahalı olarak sürülmesine veya karaborsaya düşürülmesine yol açabilecek işlemler, topluma zarar verdiği sürece yasaklanmıştır (İbnü'l-Hümâm, age, VIII,122,126,127; el-Kâsânî, age, V, 129; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, V, 272, vd; İbn Nüceym, el-Eşbâh ve'n-Nezâir, II,176; el-Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, III, 88, ez-Zühaylî, age, III, 580 vd) Hamdi DÖNDÜREN HAZREC Medine'nin iki kardeş kabilesinden biri Hazrec, Hâris b Sa'lebe b Amr oğullarındandır Hazrecliler, Evs kabilesi ile beraber Yemen'den Medine'ye gelmiştir (İbn Hişâm, es-Sîrelü'n-Nebeviyye, I,13-14; İbn Kuteybe, el-meârif, 49) Hazrec ve Evs kabileleri iki kardeş ve dost kabile olmalarına rağmen, zaman zaman aralarında savaşlar meydana gelmiştir En önemlilerinden birisi, Rasûlüllah'ın Medine'ye hicretinden önce meydana gelen Buâs savaşıdır Bu iki kabilenin aralannın açılmasına Yahûdiler sebep olmasına rağmen, biri diğerine karşı güç kazanmak için Medine'deki diğer Yahudi kabileleri ile ittifak bile kurmuşlardır Nitekim Hazrecliler, Kaynukaoğulları; Evsliler ise; Nadîr ve Kureyzaoğulları ile müttelik idiler Hazrec kabilesi dört ana kola ayrılır Bunlar Mâlik, Adiyy, Mazin ve Dînâr oğullarıdır Ancak bunların hepsi Neccâr oğulları olarak isimlendirilir Hazrec kabilesi Hz Peygamber'in soyu olan Hâşimoğuları ile akraba idiler Çünkü Abdülmuttalib'in annesi Selmâ b Amr Hazrec kabilesini meydana getiren Neccâr oğullarındandır (İbn Hişâm, I, 144-145) Hazrec kabilesi Evs kabilesi ile birlikte müslüman olmadan önce putperest idiler ve Müşellel dağı üzerindeki Menât adındaki puta taparlardı Hattâ Câhiliyye döneminde yaptıkları hacc görevi dönüşünde Menât putunu ziyaret etmeden hacı olduklarını kabul etmezlerdi (Ömer Rızâ Kehhâle, Mu'cemü Kabâili'l-Arab, Beyrut 1982, I, 342) Hz Peygamber kendisine nübüvvet verildikten sonra, Mekke'ye gelen Medinelilerle nübüvvetin XI yılında görüşmüştür Bu görüşmedeki topluluğu altı kişilik Hazrecliler oluşturmakta idi Nübüvvetin XII ve XIII yılında, yani Hicretten önceki yıllarda yapılan görüşmelerde yani birinci ve ikinci Akabe beyatlarında çoğunluğu yine Hazrec kabilesi meydana getirmekte idi Rasûlullah'ın bu görüşmelerde Medineli müslümanlardan; Allah'a şirk koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocukları öldürmemek, hiç bir kimseye bühtan ve iftirada bulunmamak, Rasûlüllah'a itaat etmek gibi önemli konularda bey'at almıştı Ayrıca Medinelilerin Rasûlullah'ı orada koruyacaklarına dair verdikleri söz gereği, Hz Peygamber ve sahabiler oraya hicret etmişlerdir Bu görüşmelerde Medinelilerin liderliğini Hazrec kabilesinden Es'ad b Zürâra yapmakta idi (İbnü Hişam, II, 70-76, 84; İbn Sa'd et-tabakat, I, 217-224 İbn seyyidin-Nâs, Uyûnü'l-eser I/156, 212) Hazrec kabilesi, Evs kabilesi ile Rasûlullah Medine'ye hicret ettikten sonra müslümanları ve Hz Peygamber'i korumuşlar, müslümanlarla kafir ve müşrikler arasında meydana gelen bütün savaşlara katılmışlardır Bundan dolayı Kur'ân-ı Kerîm onları "Ensar" diye isimlendirmiş ve Allah'ın kendilerinden hoşnut olduğunu bildirmiştir (et-Tevbe, 9/100) M Ali KAPAR HEDİYE Bağış, armağan, insanlar arasında sevgi; ülfet, muhabbet ve yakınlığa vesile olan, karşılık beklemeden birisine ikram edilen nesne Hediye, sadaka ve hibe arasında bir şeydir Sadaka ve hibe de karşılık beklenilmez Bu durum hediye için de sözkonusudur Hediye veren kişi karşılık beklemeden verir Ancak karşılığı verilemez diye de bir kural olmadığından hediyeye karşılık vermekte bir sakınca yoktur, aksine daha faydalı ve daha faziletlidir Karşılık şartıyla yapılan hediye sahih olup konulan şart muteberdir Bağışlama esnasında, bağışlanılan şeyin mevcud olması şarttır Bağışlanılan şeyin belli olması, bağışlayanın rızasının bulunması, akıl sahibi ve ergenlik yağında olması da şarttır Hediyeden dönmeyi engelleyen bir durum yoksa bağışlayan bağışından dönebilir, fakat bu tahrimen mekruhdur Bazan hediyye ile hibe aynı zamanda kullanılmaz, hediyye mutlak olarak ikram edilen mal manasında kullanılıp, hibede aranılan hukuki şartlar aranmaz Müslüman olarak bütün meselelerde olduğu gibi hediye konusunda da, rehberimiz olan Hz Peygamber (sas), müslümanların tavrının nasıl olması gerektiğini örnek yaşantısıyla göstermiştir Peygamberimiz en basit iyiliği bile karşılıksız bırakmazdı Karşılığını mutlaka verirdi Bunu ümmetine de öğütlerdi Bir hadisi şerifte "size her hangi bir iyilikte bulunana mukabele ediniz Verecek bir şey bulamazsanız, ona dua ediniz ki, kendisine mukabelede bulunduğunuz bilinmiş olsun" buyurulmaktadır (Ebu Davud Zekat 8) Basit bir iyiliğe bile karşılık veren Allah Rasûlü elbette hediyeyi karşılıksız bırakmazdı Bunu yakınlarına da öğütlerdi Hz Aişe Peygamberimiz için "Allah Rasûlü hediyeyi kabul eder ve karşılığını verirdi" buyuruyor Eğer hediyeyi veren kişi karşılık bekleyecek birisi ise örfe göre bunu alması hakkıdır Kölenin efendiye, fakirin zengine hediyesi böyledir İmam Malik ve İmam Şâfiî bu görüşü kabul etmektedir Eğer hediye veren kişi karşılık beklemiyorsa, böyle bir şartı yoksa İmam-ı Azam ve İmam-ı Şâfî'ye göre karşılık vermek gerekmez İmam Mâlik "Rasûlullah'ta sizin için güzel bir örnek vardır" (el-Ahzâb, 33/21) ayetine istinaden hediyeye karşılık vermenin vâcib olduğunu savunuyor Bu konuyla ilgili olarak peygamberimizin nasıl bir tavır takındığını Hz Aişe'den nakledilen bir hadisten öğreniyoruz Peygamberimize bir Bedevi hediye veriyor, Peygamberimizde hediyeye karşılık veriyor Bu haber İbn Abbâs'tan naklediliyor Bu haberi istidlal edenler hediyeye karşılık vermenin vacip olduğuna inanıyorlar; Bu düşünceyi ve sünneti delil gösteriyorlar Peygamberimiz başka bir hadiste de "hediyeleşiniz ki birbirinize sevginiz artsın" buyuruyor Peygamberimiz bütün müslümanlar için en büyük örnektir Müslümanların ondan alması gereken bir çok örnekler vardır Allah Rasûlü hediyeyi karşılıksız bırakmamıştır Müslümana yakışan da budur Hediyeye karşılık verilmesi bunun zorunlu olmasından değil, insanlar arasında sevginin saygının artmasına sebep olmasındandır Şâmil İA HEDY Kâbeye sevkedilen kurbanlık hayvan, saygı değer kişi, hâl ve gidiş Allah'ü Teâlâya mânen yaklaşmak için veya hac sırasında bir ihram yasağını çiğnemekten ötürü, keffâret olarak kesilmek üzere Harem-i Şerîfe götürülen veya kendisi yahut parası gönderilen "kurban" demektir Hedy kurbanı deve, sığır, koyun veya keçi cinsinden olabilir Deve beş, sığır iki, koyun veya keçi ise bir yaşında olmalı, yahut gösterişli ise altı ayını doldurmuş bulunmalıdır Bunların erkeği ile dişisi birdir Kurbanda aranan nitelikler bunlarda da aranır Hac veya umre için ihrama giren kimsenin, nâfile olarak, Harem-i Şerif te keseceği her cins kurban da birer hedy'dir Kur'ân'da şöyle buyurulur: "Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın Eğer hacdan men olunursanız, size gücünüzün yettiği bir kurban gerekir Bu kurban (hedy), yerine varmadan başınızı tıraş etmeyin Sizden kim hasta olur veya başında bir rahatsızlık bulunursa tıraş olabilir Ve bunun için oruç tutmak veya sadaka vermek yahut kurban kesmek suretiyle fidye,verir Eğer güvenlik içinde iseniz, hac zamanına kadar umre yapana, gücünün yettiği bir kurban gerekir Kurban bulamayana, hacc sırasında üç gün, döndüğünüzden sonra da yedi gün oruç tutması gerekir Bu, tam on gündür Bu hüküm, ailesi mescid-i haram çevresinde oturmayan kimse içindi; Allah'tan korkun ve bilin ki, Allah'ın cezası şiddetlidir" (el-Bakara, 2/196, bk, el,Mâide, 5/2, 95, 97; el-Feth, 48/25; el-Hacc, 22/36, 37) Hedy kurbanı, farz ve nâfile olmak üzere ikiye ayrılır 1- Nâfile olan hedy; Bir kimsenin hacda, zorunluluk olmaksızın Allah'a yaklaşmak için kestiği kurbandır Hac veya umre için Mekke'ye yönelen kimsenin, oraya bir kurban sevkedip kesmesi müstehab görülmüştür Çünkü Hz Peygamber Hubeybiye yılında, umre yapmaları engellendiği zaman yüz deve (bedene) kurban kesmiştir (Buhârî, Hacc,121,122; Müslim, Harc, 349; İbn Mâce, menâ**** 14, 84) İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, hacının hedy kurbanını kendi ülkesinden, bu mümkün olmazsa, mikat'taki yolu üzerinden veya benzeri yerden yahut Mekke yada Mina'dan temin etmesi daha faziletlidir Günümüzde kurbanlar yalnız Mina'da temin edilip, kesilmesi ve etinin dağıtılması sağlanmaktadır 2- Farz olan hedy; Bu ya adak kurbanı, yahut kıran veya temettü haccı yapanın keseceği şükür kurbanı olur, yahut da haccın vaciplerinden birisini terketme veya bir ihram yasağına uymama yüzünden keffâret amacıyla kesilen kurban türünden olabilir (bk hacc mad) Hac aylarında umre yapan kimse, tavaf ve sa'yi tamamlar, daha sonra aynı yıl farz hac için ihrama girerse; temettü haccı yapmış olur Bu kimsenin şükür kurbanı kesmesi gerekir Cenab-ı Allah: "Hac zamanına kadar umre yapana gücünün yettiği bir kurban gerekir" (el-Bakara, 2/196) buyrulur Bu kimse kurban kesme imkânı bulamazsa aynı âyetin devamında şu kolaylık getirilmiştir: Hac sırasında üç gün, memleketine döndüğü zaman da yedi gün olmak üzere, toplam on gün oruç tutar Harem bölgesinde oturanlar için şükür kurbanı kesme zorunluluğu yoktur (el-Bakara, 2/ I 96) Nâfile olarak veya temettu' yada kıran haccı yapanların keseceği kurbanının etinden sahipleri yiyebilir Keffâret, adak, haccı engellenen kişinin (muhsar) ihramdan çıkmak zorunda kalması nedeniyle keseceği kurban ve yerine, yani Mekke veya Mina'ya ulaşmamış olan nâfile hedy kurbanınin etinden sahibi yiyemez (el-Meydânî, el-Lübâb, I, 217) Hacc ve umresi; düşman, hastalık, parasını çaldırma, hapis gibi sebeplerle engellenen kimse ihramdan çıkmak isterse, gücünün yettiği bir hedy kurbanı kesmesi gerekir Bu, hacc veya umreyi tamamlamadan ihramdan çıkmanın keffâretidir Çünkü hacdan mücerred engellenme kurban cezasını gerektirmez Hedy kurbanının kesilme yeri, Harem bölgesidir Hacdan engellenme nedeniyle (ihsad) kesilecek kurban ancak harem'de câiz olur Kesilme zamanı; Ebû Yusuf ve Muhammed'e göre, temettü ve kıran hacılarının keseceği şükür kurbanı gibi kurban bayramı günleridir Ebû Hanîfe'ye göre bayramdan önce de kesebilir (bk İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, II, 321, 326, 333; el-Meydânî, age, I, 215, 220; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, I, 363, 367; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, I, 235,237; İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 470; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', II, 172, 179) Hamdi DÖNDÜREN HELÂL Mübah ve câiz olmak, haramdan dışarı çıkmak Allah tarafından yapılmasına müsaade edilen mübah şeyler, zıddı haram olup, Allah tarafından kesin emirle yasaklanan şeydir Bir şeyin yasaklığı kesin emirle değil zan ile sâbit ise o şey mekruhtur Mekruh, helâle daha yakınsa tenzihen; harama daha yakınsa tahrîmen mekruh adını alır Eşyaya asıl olan helâl olmaktır Hakkında bir hüküm gelmemiş olan şeyler helâldir Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "O, Allah ki yerde olanların hepsini sizin için yarattı" (el-Bakara, 2/29) "Allah'ın göklerde ve yerde olanları sizin emrinize verdiğini ve size açık ve gizli nimetlerini bolca ihsan ettiğini görmez misin " (Lokman, 31/20) Âyetlerden yerde ve gökte olanların insanların yararlanması için yaratıldığı açıkça anlaşılmaktadır Yenilmesi, içilmesi veya kullanılması âyet veya hadislerle yasaklanmamış olan herşey câiz ve helâldir Bunlar insan için yararlı şeylerdir Haramlar ise zararlı olanlardır Bir şeyin mübah ve helâl olduğu şu üç şeyden birisiyle sâbit olur: a) Günah olmadığı bildirilmekle, âyette şöyle buyurulur: "Şüphesiz O, size murdar eti, kanı, domuz etini, Allah'tan başkası anılarak kesilen hayvanı haram kılmıştır; fakat darda kalana, aşırı gitmemek ve haddi aşmamak şartiyle günah yoktur" (el-Bakara, 2/ 173) b) Haram olduğuna dair bir nass bulunmamak c) Helal olduğuna dair nass bulunmak Temiz şeyleri yiyip içmek gibi Âyette şöyle buyurulur: "Bugün, size temiz olan şeyler helâl kılındı Kendilerine kitap verilenlerin yemeği size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir" (el-Mâide, 5/5) Bir şeyin mübah oluşu, vakit ve çeşidini tayinle ilgilidir Meselâ; yemeğin vakit ve çeşidini seçmek mübahtır İnsan istediği zaman, istediği kadınla evlenebilir Kişi nezih bir şekilde eğlenebilir Ancak bütün vaktini eğlence ile geçirmesi câiz değildir Yaşamak için helâl bir şey bulunmaması hâlinde, haram olan şeyler ölmeyecek miktarda yenilip içilebilir Bu konuda prensip şudur: Zarûretler yasakları mübah kılar İslamî ölçülere uyan güzel şeyler helâldir Cenab-ı Hak, nimetinin eserini kulunun üzerinde görmek ister Meşru şekilde giyinmek ve süslenmek helâldir A'raf suresinde şöyle buyurulur: "Ey Âdem oğulları, avret yerlerinizi örtmeniz ve süslenmeniz için size elbiseler gönderdik Ey Âdem oğulları, her mescide girdiğinizde süsünüzü alın; yiyiniz, içiniz israf etmeyiniz" (el-A'raf, 7/26,31) İslâmî sınırlar içinde süslenmek helâldir Yüce Allah şöyle buyurur: "De ki, Allah'ın kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim yasakladı? De ki onlar dünyada mü'minler içindir, âhiret de tamamen mü'minlerindir" (el-A'raf, 7/32) Erkeklere gümüş yüzük takmak helâldir Altın takmak ve ipek giymek ise yalnız kadınlara helâldir Allah elçisinin erkeklere hitaben; "İpek giymeyin, çünkü onu dünyada giyen, âhirette giymeyecektir" (Buhari, Eşribe, 28; Mardâ, 4; Libâs, 25, 36; Edeb,124; Müslim, Libas, 2;12, 25; Ebû Dâvud, Libâs, 40) dediği bir sahabenin parmağında altın yüzük görünce de, onu çıkarıp attığı ve "biriniz, ateşten bir kor parçasını eline almaya yelteniyor" (Müslim, Libâs,11) buyurduğu nakledilir Vücudu ruhen ve bedenen geliştirecek sporlar helâldir Ok atma, ata binme, yüzme, silah kullanma, kılıç oyunu, güreş, at yarışları ve kahramanlık oyunları, yapılması sünnet olan sporlardır Allah elçisi evin geniş olmasını severdi Bir hadiste şöyle buyurulur: "Üç Şey Ademoğlunun mutluluğundandır salih kadın, geniş mesken ve iyi bir binit" (Ahmet b Hanbel, I,168) Buna bazı rivayetlerde "iyi komşu" da eklenir (bk Ahmet b Hanbel, III, 407, 408) Hz Peygamber şöyle dua ederdi: "Allah'ım günahımı bağışla, bana evde genişlik ver, rızkımı bereketlendir" (Ahmed b Hanbel, IV, 63,188, V, 65, 367, 370; Tirmizi, Dua, 78) Evdeki kapkacağın altın ve gümüşten başka madenlerden imal edilmiş olması gerekir Çünkü Nebî (sas) altın ve gümüş kaptan yiyip içmeyi yasaklamıştır (bk Tirmizi, Eşribe, 27, 28, Ebû Dâvûd, Eşribe, 17) Tarım, ticaret ve hayvancılık gibi meşru işler yaparak rızık kazanmak hem helâl bir çalışma hem de kişiye ibadet sevabı kazandıran bir ameldir Allah elçisine hangi kazancın daha helâl olduğu sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: " Kişinin elinin emeği ve hayırlı olan (Mebrûr) alış-veriştir" (İbn Hanbel, II, 466; IV, 141; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, Beyrut 1967, III, 60, 61) Hamdi DÖNDÜREN HELALLEŞMEK İnsanların birbirleri üzerindeki haklarını karşılıklı olarak helâl etmeleri; o hakkı bir diğerine bağışlamaları, haktan vazgeçmiş olduklarını bildirmeleri Helalleşmedeki helâl kelimesi, haram'ın karşıtı olan helâl ile aynıdır Ancak haram'ın karşıtı olarak kullanıldığında helâl kesin bir durum belirttiği halde, helalleşme olayında bir izâfîlik, göreceli bir özellik belirtir Helalleşmeden sonra kulun hakkı ortadan kalkmakla birlikte, helâllik dilemeğe yol açan fiil helâl hale gelmiş olmaz Yani ortada bir haramı helâl haline getirme durumu yoktur, yalnızca kişinin yapılan şeyden dolayı kendi hakkından vazgeçmesi hadisesi vardır "Helalleşme ile, zâlim, mazlumdan üzerindeki hakkı bağışlamasını dilemiş olur Allah'ın haram kıldığı şeyden hasıl olan günahı bir kimsenin helâl kılması mümkün değildir" (Tecrîd-i Sarîh, Tercümesi, VII, 376) Borcun ödenmesi, yükten kurtulmak, düğümü çözmek gibi anlamları taşıyan helâl kelimesinden türetilmiş olan (istihlâl) helalleşme, insanın kul borcundan kurtulması yollarından biri olarak Hz Peygamber (sas) tarafından tavsiye edilmiştir Nitekim, bu konuda Rasûlullah (sas) "Kimin uhdesinde (bir din) kardeşinin nefsine, yahud malına tecavüzden doğan bir hak bulunursa, dinar ve dirhem bulunmayan (kıyamet gün gelmez)den evvel bu gün dünyada mazlumdan o hakkı helâl etmesini istesin (yoksa) zâlimin salih ameli bulunursa o amelden zâlimin zulmü miktarınca alınır (da mazluma verilir) Eğer zâlimin hasenâtı bulunmazsa, mazlumun seyyiâtından alınıp, zâlim olana yükletilir" (Tecridî Sarih Tercümesi, VII, 375, 376,1090 nolu Hadis) buyurarak helalleşmenin önemi ve soncu üzerinde durmuştur Helalleşmenin dünyada yapılmaması durumunda, âhirette gerçekleşeceğini de yine bir Buhârî rivâyetinden öğreniyoruz: "Kıyametle mü'minler Cehennem (üzerindeki sırattan) kurtulduktan sonra Cennet ile Cehennem arasındaki (ikinci bir) köprüde durdurulurlar Burada, dünyada aralarında bulunan (ufak tefek) mezâlimden bir birlerinin hakkını vererek hesaplaşıp, pâklanarak arındıkları zaman bunların Cennete girmelerine izin verilir" (Tecrid-i Sarîh Tercümesi, VII, 353-354, 1085 nolu Hadis) "Kıyamet gününde bütün haklar sahiplerine verilecektir Hatta boynuzsuz koyun için boynuzlu koyundan kısas alınacaktır" (Tirmizi, Sifatu'l Kıyâme, I) haberi de, kul hakkının ve dolayısıyla bundan kurtarıcı helalleşmenin önemini ortaya koyar Helalleşme yoluyla gidilecek, çözümlenebilecek kul hakkı öylesine önemlidir ki, Allah Rasûlü "Şehidlerin kul borcundan başka bütün günahları mağfiret olunur" (Tecrîdi Sarih Tercümesi, VII, 349, 1084 nolu Hadis) buyurarak bu önemi haber verir Helalleşme ihtiyacı içindeki kimseleri, Allah'ın Rasulü "müflis" olarak niteleyip, bunların durumunu şöylece anlatmıştır: "Benim ümmetimden müflis o kimsedir ki, kıyamet gününde namaz, oruç ve zekât ile gelir Ama şuna sövmüş, buna iftira etmiş, onun malını yemiş, berikinin kanını akıtmış, ötekiyi dövmüştür de, sevabından bir kısmı şuna, bir kısmı buna verilir Üzerindeki kul hakları ödenmeden önce hasanât-ı tükenirse, onların günahlarından alınıp, buna yüklenir ve sonra cehenneme atılır" (Buhari, Edeb, 102) Helalleşme, öteki dünyadaki iflâstan kurtulmak için, bu dünyada insanlardan haklarını helâl etmelerini dileme ve böylece borçtan kurtulma yoludur Zübeyir YETİK HENDEK SAVAŞI Hz Peygamber (sas)'in müşriklerle yaptığı büyük ve en önemli savaşlarından birisi Uhud savaşından iki yıl sonra, Hicret'in beşinci yılının şevval ayında (23 şubat 627) Medine'nin kuzeyinde cereyan etmiştir Kureyş müşrikleri Uhud savaşında başarılı olmuşlardı ama müslümanların gücünü kıramamışlardı Tam tersine müslümanlar Medine'deki birlik ve beraberliklerini sağlamlaştırmış, askeri bakımdan daha güçlü bir duruma gelmişlerdi Medine'de sürekli problem çıkaran Yahudi Benu Nadir kabilesi sürülmüş; doğuda Zatu'r-Rika, kuzeyde Dumetü'l-Cendele yapılan seferler kesin zaferle sonuçlanmış, müslümanların gücü ve etkinliği gün geçtikçe daha da büyümüştü Bunun sonucu olarak Mekke müşriklerinin Mısır, Suriye ve Irak yönündeki kervan yolları tamamen kapatılmıştı Müslümanların bölgeye hakim bir güç olmaya başlaması İslâma katılanların sayısını hızla artırmış, geçen zaman, müslümanların sosyal hayatlarını düzenleme ve yerleştirme yolunda önemli adımlar atmasına fırsat tanımıştı İslâm'ın bu gözle görülür güçlenişi karşısında müslümanların başlıca düşmanlarından olan yahudiler, düşmanca faaliyetlerine hız verdiler Özellikle Medine'den sürülen Benu Nadir kabilesi bütün çevrede İslâm aleyhinde sürekli propaganda yapıyor, İslâm'ın güçlenmesini önlemek için müslümanlara kesin bir darbe vurmanın yollarını arıyordu Bu çalışmaları sonuçsuz kalmamış, yahudiler aralarında görüş birliği sağlanarak Kureyş ve diğer müşrik kabilelerle birleşmenin yolları aranmaya başlamıştı Yahudilerden oluşan bir heyet Mekke'ye gelerek kışkırtıcı çalışmalardan sonra Kureyş'e ortak düşmanları olan müslümanlara birlikte saldırmayı Rasûl Aleyhisselâm'ı ve İslâm'ı ortadan kaldırmayı teklif ettiler Ticaret yollarının kesilmesiyle ekonomik bir çıkmaza düşen ve içlerinde hala Bedir'in acısını taşıyan müşrikler bu teklifi olumlu karşıladı (Taberî, Tarihu't-Taberi, Mısır,1961, II, 564-5) Yahudi heyeti ve Kureyş'ten seçilen elli adam Kâbe örtüsünün altına girip göğüslerini kâbe duvarına dayayarak tek başlarına kalıncaya kadar müslümanlarla savaşmaya yemin ettiler Artık tek düşünceleri vardı Bu savaşı mutlaka başarmak ve İslam'ı ebediyyen yok etmek (İbnü'l-Hişâm, es-Siretü'n-Nebeviyye, Beyrut, 1407/1987, II, 254, 255) Yahudiler Kureyş'le anlaştıktan sonra Necid'e giderek Benu Süleym ve Gatafan kabilelerini de bu ittifaka dahil etmeye çalıştılar Gatafan kabilesini Hayber'in bir yıllık hurmasının yarısı karşılığında müslümanlara karşı savaşmaya razı ettiler Arkasından diğer Arap kabilelerini dolaşarak putperestliğin İslam'dan üstün olduğunu, fakat müslümanlarla savaşılmadığı takdirde putperestliğin sonunun yaklaştığı propagandasıyla savaşa kışkırttılar Bu çalışmaları sonunda Fezare, Süleym, Sa'd ve Esedoğulları kabileleri de ittifaka dahil oldu (Taberî, age, II, 566) Savaş hazırlıklarına başlayan Kureyş, üçyüz at, bin beşyüz devenin bulunduğu dörtbin kişilik bir ordu donattı Buna Yahudi ve diğer Arap kabilelerinin kuvvetleri de eklenince yaklaşık onbin kişilik bir ordu meydana geldi Bu büyük ordu İslâm'a son ve öldürücü darbeyi vurmâk, Allah'ın nurunu boğmak niyet ve umuduyla Medine'ye yöneldi Arap yarımadası belki de o güne kadar böyle büyük bir orduya şahit olmamıştı (İbn Hişam, es-Siretit'n-Nebeviyye, Mısır, 1375/1955, II, 214, 216, 220): Râsulullah (sas) müttefiklerin girişimini haber alır almaz derhal bir savaş meclisi topladı Mecliste düşmana karşı ne gibi tedbirler alınması, nasıl bir savaş taktiği izlenmesi gerektiği konusunda istişare edildi Ashâbın çoğunluğu Medine'yi içerden savunmanın uygun olacağı görüşünde idi Bu görüş benimsendikten sonra Selman-ı Farisî hazretleri, "bizde bir şehir üstün kuwetlerle kuşatıldığı zâman daima çevresine bir hendek kazılır ve şehir bu şekilde savunulur" şeklinde görüş bildirince Rasûl aleyhisselam bunu uygun görerek savunma planının bu doğrultuda hazırlanmasını emretti Vakidî'nin Hendek Savaşı sırasında Rasûlullah'ın Kureyş lideri Ebû Süfyan'a yazdığım söylediği bir mektuba göre ise, şehrin çevresine hendek kazılmasını doğrudan doğruya şanı yüce Allah, Rasûlüne ilham etmiştir Düşmanın geleceği yöne kazılacak hendekle şehrin koruması esas olmakla birlikte Selmân-ı Farisî'nin teklifi içinde Medine'yi çevreleyen binalar arasına kapatmak da vardı, zaten şehrin diğer tarafı dağ ve hurmalıklarla çevrili idi (İbn Hişam, age, II, 255) Rasûlullah, vakit kaybetmeden, ileri gelen sahabîlerle birlikte keşfe çıkarak hendek kazılması gereken yerleri tesbit etti Düşmanın saldırısına açık bulunan yerlerin tesbitinden sonra bütün müslümanlar toplanarak hendek kazma çalışmalarına başladılar Medine'deki bütün araçlar toplandığı halde yine de birçok müslüman araçsız kalmıştı Bunun üzerine Rasûlullah, müslümanlarla anlaşmalı bulunan Benu Kurayza kabilesinden ödünç aletler aldırdı Başta Rasûl aleyhisselam olmak üzere bütün müslümanlar canla başla çalışıyorlardı Mevsim kış olduğu için çalışmak oldukça güç ve yorucuydu Buna rağmen müslümanlar büyük bir coşkuyla çalışıyor, hep bir ağızdan "bizler ömrümüz oldukça Muhammed'le birlikte savaşa devam etmek üzere bey'ât etmişizdir" anlamında mısralar okuyorlardı Hendek kazarken Hz Peygamberin birçok mucizesinin geldiğini yine İslâm tarihçileri nakletmektedirler (İbn Hişam, a g e, II, 217, 219) Rasûlullah da coşkuyla çalışan arkadaşları ile birlikte toprak kazıyor, taşıyor, onlarla bir ağızdan şu anlamdaki beyitleri okuyordu: "Allah'ın lütfu ve hidayeti olmasaydı biz ne hidayete erer, ne sadakalar verir, ne de ibadet ederdik Ya Rab! Bizi huzur ve sükuna erdir Düşmanla karşılaşırsak bize sebat ve metanet ver Bize saldıranlar fitne çıkararak fesat peşinde koşuyorlar Biz ise onlara karşı koyuyoruz" Münafıklar ise bu işi ağırdan alıyor ve çeşitli bahanelerle çalışmamak istiyorlardı (İbn Hişam age, II, 216; Taberî, age, II, 566, 567) Bu şekilde iki hafta boyunca süren gayret sonunda Medine çevresinin gerekli yerleri hendeklerle kuşatılmış, hendeklerden çıkan topraklar iç tarafa yığılarak siperler oluşturulmuştu Hendek kazma çalışmaları biter bitmez Rasûl aleyhisselam savaşabilecek durumdaki bütün müslümanları topladı Müslüman mücahitlerin sayısı üçbindi ve otuz altı da at vardı Müslüman savaşçılar gruplar halinde siperler gerisine yerleştirildi Bu sırada Ebû Süfyan komutasındaki ordu Medine'nin Batısından, Necid kabileleri de Doğudan Medine önlerine geldiler Kureyş ordusu Medine'nin kuzeyinden dolaşarak Uhud dağı civarına geldi Ortalığı boş görünce evvelce Uhud savaşında aldıkları mevkiye doğru yaklaştılar Burada diğer kuvvetlerle birleşerek Uhud-Medine yolu üzerinde ilerlemeye başladılar Bir müddet sonra Rasûlullah'ın hendekler gerisinde görülen çadırları karşısına geldiler ve onun karşısında yer aldılar (Taberî, age, II, 570) Müşrikler çevrede müslümanları görmeyince hızla Medine üzerine atıldılar Fakat müslümanlar tarafından kazılan hendeklere gelir gelmez ne yapacaklarını şaşırdılar O zamanlar böylesi istihkamlar inşa etmek Araplar tarafından bilinmiyordu Rasûlullah'ın bu değişik savunma yöntemi müşrikleri hayret ve şaşkınlık içinde bıraktı İçerlerinde bazıları atlarını hendekler boyu sürerek bir geçit aradılar Fakat hendek gayet derin kazılmış olduğu için geçmeyi başaramadılar Bu arada hendek gerisinde siperlenen müslümanlar düşmanı ok ve taş yağmuruna tuttular Düşman süvarileri de bu şekilde karşılık vermek zorunda kaldılar Müşrikler bir aya yakın bir süre hendek gerisinde kaldılar İki taraf arasında herhangi bir savaş olmadı Bir kaçı mübareze ve karşılıklı ok atmaktan başka ciddi bir hareket olmadı (Taberî, age, II, 572) Müslümanlar arada sırada taarruz eden düşmanı bu şekilde karşılayarak savunma süresini uzatıyorlardı Fakat bu sırada müslümanlarla anlaşma içindeki Benu Kurayza kabilesinin anlaşmayı bozarak geceleyin Medine üzerinde baskın yapmak için hazırlandıkları söylentisi yayıldı Bu haber müttelik ordulara göre oldukça zayıf olan müslümanlar arasında büyük bir endişeye neden oldu Rasûl aleyhisselam durumun açıklığa kavuşturulması için Kurayza kabilesine birisini gönderdi Benu Kurayza kabilesinin reisi Kaab b Esed'in Benu Nâdir kabilesi reisi Nayy b Ahtab tarafından kandırılmış olduğu ve Kurayzalıların gerçekten anlaşmayı bozmuş oldukları anlaşıldı Kurayza kabilesi ile Evs kabilesi arasında dostluk bulunduğu için Evs'in lideri Sa'd b Muaz ve bazı Evs ileri gelenleri özel olarak Benu Kurayza kabilesine gönderildi ise de olumlu bir sonuç alınamadı Kur'ân düşmanın gelişini ve durumun vehametini şöyle dile getirir: "Onlar size yukarınızdan ve aşağınızdan gelmişlerdi Gözler dönmüş, yürekler ağızlara gelmişti Allah için çeşitli tahminlerde bulunuyordunuz" (el-Ahzab, 33/10) Rasûlullah zaman geçirmeden ortaya çıkan yeni duruma uygun tertibatı aldı Müslümanlara hitaben, "emin olunki bunun sonu hayırlıdır Müslümanların yegane koruyucusu Allah'tır" buyurarak müslümanlara güven verdi Şehir içinde ve savunma hattı çerçevesinde güvenlik önlemleri bir kat daha artırıldı Geceleri düşmanın ani bir baskın yapmasını önlemek amacıyla devriye kolları çıkarılmaya başlandı Gece basar basmaz bütün devriye görevlileri görev yerlerine dağılıyor, Rasûlullah ise savunma hattının en zayıf noktasında bekliyordu Geceleri çok soğuk olduğu için savaşın zorlukları kendisini daha ağır biçimde hissettiriyordu Bununla birlikte Müslümanlar inançla ve sabırla görevlerini yerine getiriyorlardı Bu arada münafıklar da boş durmuyor bir takım teşvikler ve aldatıcı sözlerle imanı zayıf kimseleri kandırmaya çalışıyorlardı Nitekim Kur'ân bu duruma "İki yüzlüler ve kalplerinde hastalık olanlar" Allah ve Rasûlü size sadece kuru vaadlerde bulundu" diyorlardı (el-Ahzab, 33/12) Ayetiyle işaret etmektedir Kuşatma onbeş günden fazla sürdüğü halde müşrikler hiçbir sonuç alma başarısını gösteremediler Muhasaranın devamı sabahlara kadar siperlerde bekleyen müslümanları oldukça kötü etkiliyordu Şehrin dışarıyla bütün bağlarının kestirilmiş olması yiyecek sıkıntısının başlanmasına neden oldu Münafıklar bundan da güç alarak yersiz konuşmalarını çoğalttılar Eskiden beri meydan savaşlarına alışmış olan müslümanlar düşman karşısındâ hiçbir şey yapmadan beklemekten sıkılmaya başlamışlardı Mevsimin şiddeti bu durumu daha da etkiliyordu Özellikle geceleri çıkan soğukta devriye görevini yapanlar fazlasıyla muzdarip olmaya başladılar Hatta hayvanlarına yedirecek birşey bulamaz hale geldiler Müslümanların direnci yavaş yavaş kırılmaya yüz tutmuştu Kur'ânın deyimiyle "İşte orada mü'minler denenmiş ve çok şiddetli sarsıntıya uğramışlardı" (el-Ahzab, 33/11) Durumun vehameti karşısında Hz Peygamber, Müşriklerin birliğini bozabilmek için bir ara Gatafanlıların reisleri Uyeyne b Hısn b Huzeyfe ve el-Haris b Avf b Ebi harise el-Murriye haber göndererek dönüp gitmeleri karşılığında Medine hurmalarının üçte birini onlara vermek üzere anlaşmak istediyse de (hatta anlaşma metni bile hazırlanırken) Sa'd b Mu'az ve Sa'd b Ubâde ile istişaresi sonucu bu fikirden vazgeçti (İbn Hişam, age, II, 223; Taberî, age, II, 572-3) Diğer yandan düşman ordusu baskısını giderek arttırıyordu Değişik yönlerden peşpeşe saldırılarda bulunuluyor, hendeği aşamayarak çaresiz geri dönüyordu Muhasaranın olağanüstü şiddet kazandığı bir sırada müşrikler ne pahasına olursa olsun hendeği aşmaya karar verdiler Savaşçılıktaki büyük ustalığı ve Kahramanlığıyla şöhret kazanmış olan Amr b Abdived ile İkrime b Ebû Cehl, Nevfel b Abdullah, Dırar b Hattab, Hübeyre b Ebî Vehb hendeği geçmek üzere ileriye gönderildi Ebû Süfyan ve Halid b Velid de onun arkasından genel bir saldırı için kuvvetlerini ileriye doğru hareket ettirdiler Amr ve yanındakiler binbir güçlükle de olsa hendeği aşmayı başardılar Amr b Abdived atını ileriye sürerek müslümanları kendisiyle savaşacak bir savaşçı taleb etti Amr birçok savaşlarda bulunmuş, yiğitlik ve gözüpekliği sayesinde birçok birlikleri dağıtmış gayet usta bir silahşor, çevik bir süvari olduğundan, onunla dövüşmeye kimse cesaret edemezdi Nitekim müslümanlardan da kimse onun isteğine cevap veremedi Bu duruma gören Hz Ali, Amr'a karşı çıkmak için izin istedi Fakat Rasûlullah izin vermedi Amr tekrar ileriye atılarak müslümanlara hitaben; "İçinizden kahramanlık meydanına çıkacak kimse yok mu? Hani ölenlerinizin gideceğini söylediğiniz Cennet?" diye bağırdı Müslümanlardan yine ses çıkmayınca Hz Ali ikinci defa izin istedi Rasulullah kendi zırhını çıkarıp Ali'ye giydirdi, beline zülfikâr'ı taktı ve ellerini açarak "Ya Rabb amcam Übeyd Bedirde; Hamza Uhudda şehid oldular bu Ali ise kardeşimdir ve amcamın oğludur Onu koru, beni kimsesiz bırakma Sen Varislerin en hayırlısısın" diye dua ederek uğurladı Amr'ın karşısına çıkan Hz Ali kendisini tanıttı Amr, Ali'nin gençliğini ve babasıyla olan dostluğunu ileri sürerek onunla savaşmak istemedi Hz Ali ise kendisiyle savaşmayı ve onu öldürmeyi arzuladığını bildirdi Kendisinin savaşa çıkanların üç tekliflerinden birini kabul ettiğini duyduğunu; eğer öyleyse, üç teklifi olduğunu söyledi Ya müslüman olmasını, ya savaşı bırakıp gitmesini, yada kendisiyle dövüşmesini teklif etti İlk ikisini reddeden Amr dövüşmeyi seçti İlk saldırı Amr'dan geldi Vurduğu kılıç darbesi Ali'nin kalkanını parçalayarak başından yaralanmasına neden oldu Sıra kendisine geldiğinde Ali indirdiği darbe ile Amr'ı cansız yere yuvarladı Müslümanlar sevinçle tekbir getirirken müşrikler büyük bir hayal kırıklığına uğradılar Hz Ali Amr'ın işini bitirince Dırar ile Hübeyre Ali'nin üzerine yürüdüler Dırar Hz Ali'nin yüzüne bakar bakmaz dönüp kaçmaya başladı Sonradan Dırar, "ölüm meleği surete bürünmüş bana görünmüştü," diyecektir, bu kaçış hakkında Çarpışmaya yeltenen Hübeyre de Ali'nin bir kılıç vuruşu ile zırhı delinince kurtuluşu kaçmakta buldu, (İbn Hişam, age, II 224-225) Hz Ömer, kaçan kardeşi Dırar'ın peşinden, Zübeyr b Avvam da Hübeyr'in arkasından koştular Bu sırada Nevfel b Abdullah hendeğe düşmüş, yaralanmıştı Müslümanlar onu taşa tuttular Fakat Ali onları durdurdu, hendeğe inerek boynu kırılmış Nevfel'in kafasını uçurdu Bu kötü sonuç karşısında Ebû Süfyan çaresiz ordugahına döndü Ertesi günü Benu Kurayza Kabilesi de düşman ordusuna katıldı Müttefikler böylece kuvvet kazanınca bir kat daha cesaretlenerek saldırılarını sıklaştırmaya, tazyiklerini arttırmaya başladılar Ok ve taş muharebeleri akşama kadar sürüp gitti Karanlık basınca müşrikler ordugahlarına çekildiler Genel bir saldırı düşüncesi müslümanlar arasındaki endişeyi bir kat daha artırdı Bu arada savaşın yönünü değiştirecek önemli bir olay oldu Düşman saflarında iken müslüman olan Nuaym b Mes'ud es-Sakafî gizlice Rasulullah'ın ordusuna katıldı Durumun kötülüğünü gören Nuaym, müttefiklerle Benu Kurayza Kabilesinin arasını bozmak için iyi bir vesile oldu Hz Peygamber ona Benu Kurayza ile müşriklerin arasını açması için talimat verdi İslâma girdiği bilinmediği için rahatça Benu Kurayza lideri Kaab b Esed'in yanına gitti Kaab'ın yanında daha başka Yahudi liderleri de bulunuyordu Onlara yahudilere bir iyilik etmek isteğimi söyleyerek Kureyş ve Gatafan kabilelerinin artık savaştan usandığından söz etti "hatta daha fazla zahmet çekecek olurlarsa sizi bırakıp gidecekler O zaman siz İslâm ordusuna karşı koyamazsınız Bu tehlikeyi önlemek için Kureyş ve Gatafan kabileleri ileri gelenlerinden birkaç kişiyi rehin alın" dedi Yahudiler bu haberden son derece memnun oldu Nuaym, oradan Ebû Sufyan'ın ordugahına geldi Ona Kurayzalıların anlaşmayı bozduklarından dolayı pişmanlık duyduklarını ve anlaşmayı gizlice yenilediklerini, hatta suçlarını affettirmek için Kureyş ve Gatafan liderlerinden birkaç kişiyi rehin alarak müslümanlara teslim etmeyi düşündüklerini söyledi Bu haber Ebû Süfyan'ı vesveseye düşürdü Derhal kurayza liderine İkrime b Ebî Cehl ve Benî Gatafanlı bir grupla haber göndererek muhasaranın çok uzadığını, askerin açlıktan şikayet ettiğini bu nedenle ertesi günü genel bir saldırı ile bu duruma bir son verilmesi gerektiği arzusunda olduğunu söyledi Buna karşılık Kurayzalılar, Kureyş ve Gatafan ileri gelenlerinden birkaç kişi rehin verilmedikçe kendilerine güvenemeyeceklerini bildirdiler Kureyş ve Gatafan liderleri bu haberi işitince Nuaym'ın sözüne hak vererek rehin vermekten imtina ettiler Kurayza kabîlesi ise onların tavrının Nuaym'ı doğruladığını görünce müttefiklerden ayrılarak onları kendi başlarına bıraktılar, (İbn Hişam, age II 230) (Taberî, age II 578-9) Kuşatma yine sürüyordu, ama eski şiddetini kaybetmişti Rasûlullah (sas) bu günlerde, bugün Ahzab Mescidinin bulunduğu yerde ayakta durup ellerini yukarıya kaldırarak müşrik kabileleri aleyhinde üçgün boyunca dua ettiler Üçüncü gün öğle ile ikindi namazı arasında duasının kabul edildiği kendisine vahyedildi Ashab bunu Rasûlullah'ın yüzünde dalgalanan sevinçten anladı Cebrail (as) "sevininiz, Allah onlara bir rüzgar saldı"diyerek Allah'ın müşrikleri kasırga ile perişan edeceğini haber vermişti Allah Rasûlü hemen iki dizi üzerine çöküp ellerini kaldırdı gözlerini yere indirdi ve "bana ve ashabıma acıdığın için sana şükranlarımı sunarım Allah'ım" dedi Sonrada haberi ashâbına o müjdeledi Beklenen rüzgar birkaç gün sonra geldi Bu soğuk, dondurucu bir rüzgardı Tozları, toprakları müşriklerin gözlerini dolduruyordu Rüzgar, onları kendi başlarının derdine düşürmüş, çekilmek, zorunda bırakmıştır Çadırların bezlerini, derilerini yırtıyor, direklerini söküyor, sergileri kumlara gömüyor, yakılan ateşleri, aşıkları söndürüyor, develeri, atları birbirine karıştırıyor, hiç kimse kimsenin yanına gidemiyor Müşrikler ordugahlarından devamlı tekbir sesleri, silah şakırtıları duyuyorlardı Kalplerine büyük bir korku düşmüş, amansız bir paniğe kapılmışlardı Kur'an sonradan bu olayı mü'minlere şöyle hatırlatmaktadır: "Ey mü'minler Allah'ın size olan nimetini anın Hani üzerinize ordular gelmişti Biz de onların üzerine rüzgar ve görmediğiniz ordular göndermiştik Allah yaptıklarınızı görüyordu "(ef-Ahzâb 33/9)" "Allah kâfirleri öfkeleri ile geri çevirdi Hiçbirşey elde edemediler Savaşta iman edenlere Allah'ın yardımı kâfi geldi Allah güçlüdür, herşeye galiptir" (el-Ahzâb; 33/25) Gece boyunca devam eden fırtına, sabahleyin biraz sükûnet buldu Allah Rasûlü, Huzeyfe b Yeman'ı düşman ordusu hakkında bilgi alması için gönderdi Huzeyfe, düşman ordusunun perişan halini görerek geri döndü Hz Peygamber bundan son derece memnun oldu ve sonucu beklemeye başladı (İbn Hişâm, age II 231-2) Ebû Süfyan ansızın uğradığı bu büyük felâket üzerine Kurayza kabilesinin ordudan ayrıldığı ve orduda ihtalâf çıktığı bahanesiyle kuşatmayı sona erdirerek geri çekilme emrini verdi Amr İbnû'l-âs ile Halid b Velid ikiyüz süvari ile müşriklerin geri çekilişini denetlediler Müşrikler başansızlıklarından doğan umutsuzluk ve sıkıntı içerisinde hızla ricat etmeye başladılar Kureyş ordusu Mekkeye, Gatafan kabileleri Necid'e doğru yol alırken müslümanlar savunma hattından çıkarak düşman ordugahına vardılar Düşmanın telaş ve heyacan içinde geri çekilirken bırakmış oldukları erzak ve zahirelere ve Ebû Sufyan'ın yahudi reislerinden Hayg'a gönderdiği yirmi deveye el koydular Develer kurban edildi, hurma dolu sepetler boşaltıldı ve müslümanlara dağıtıldı Bu ganimet vasıtasıyla muhasaranın ortaya çıkardığı kıtlık ortadan kalkmıştı Rasûlullah (sas) müslümanlara hitab ederek, "Ey İslâm mücahidleri! Emin olunuz ki bu muzafferiyet sizin için ölümsüz bir başaııdır Bundan böyle Kureyş kabilesi size değil, siz Kureyş'e taarruz edeceksiniz" buyurdu Rasûlullah'da bu sözleriyle müşriklerin bütün gücünün tükendiğini, artık müslümanların zafer yollarının açıldığını da müjdelemiş oluyordu O gün öğleye doğru Hz Peygamber, aldığı ilâhi bir emir gereği müslümanlara derhal bir ilan yaptırarak bu savaşta müşriklerle bir olup, kendilerini arkadan vuran Benu Kurayzaya karşı savaşmak üzere şu emri verdi: "Kim dinler ve itaat ediyorsa, ikindi namazını Benû Kurayza önlerinden başka yerde kılmasın" Bu emri alan müslümanlar derhal hareket ederek bu yahudi belasını da ortadan kaldırdılar, (bk Benû Kurayza Savaşı) (İbn Hişam, age II 233-34) İA |
İslam Ansiklöpedisi (H) |
11-04-2012 | #9 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Ansiklöpedisi (H)Hicri Takvim Hz Peygamber (sas)'in Mekke'den Medine'ye hicretini tarih başlangıcı olarak alan takvim Hicrî Kamerî takvime İslâm takvimi de denir Ayın yörüngesi üzerinde dönüşüne göre düzenlendiği için kamerî (ay) veya hicrî adı verilmiştir Ay yani kamerî takvimi ilk olarak Bâbillilerin kullandığı bilinmektedir Müşrikler İslâm'dan önce Kusay b Kilâb'a verdikleri önemden dolayı Onun ölümünü tarih başlangıcı olarak kabul etmişlerdir Ancak Fil olayından sonra tarih başlangıcı olarak bu olay kabul edilmeye başlanmıştır (Tarihu'l-Yakubî, II,17) Taberî'de geçen, Peygamberimiz (sas)'in Medine'ye hicretiyle tarih kullandığı şeklindeki bilgilerin ne derece sıhhatli olduğu bilinmemekle beraber, bunun kesinlik kazandığı dönem Hz Ömer (ra) döneminde kabul edilen hicrî takvimle başlamıştır (Taberî, Tarihu'l Umem ve'l Mûlük, II,253 Buhârî, et-Târihu'l-Kebîr,I,10) Medine'de İslam devletinin kurulmasından Hz Ömer (ra) devrine kadar müslümanlar bazı önemli olayları tarih başlangıcı kabul edip buna göre zamanlarını tayin etmekteydiler Meselâ; Fil olayı, ficâr savaşı, zelzele yılı, veda haccı yılı ve bazı önemli zatların ölümü gibi olaylar tarih başlangıcı olarak kabul edilmekteydi Ancak bu, zaman zaman karışık bir durum arzediyordu Hz Ömer (ra) bu karışıklığı gidermek amacıyla konuyu diğer sahabelerle istişare etti Bu sırada meydana gelen olay bunun gerekliliğini bir kat daha arttırdı Yemen Valisi Ya'la b Ümeyye Hz Ömer (ra)'a gün, ay ve yılı belli olmayan bir mektup gönderir Aynı şekilde yılı belli olmayan vadesi Şaban ayı, diye kaydedilen bir senet Basra Valisi Ebû Musa el-Eşarî'ye getirilir Sözkonusu senette geçen şaban kelimesinin, bu yıla mı, geçen yıla mı, yoksa gelecek yıla mı ait olduğu meselesi kesin olarak anlaşılmayınca bu tarih ve sened ihtilafa sebeb oldu ve konunun önemini ortaya çıkardı Sahabiler meseleyi görüşerek tarih başlangıcı konusunda İran, Yunan vb gibi ülkelerin takvimlerini benimseme tekliflerini ileri sürdüler Ancak bu teklifler kabul görmeyince Hz Ali (ra) takvimin hicretin başlangıç olması gerektiğini ileri sürdü Onun bu görüşü derhal benimsendi Hz Peygamber (sas), rebiülevvel ayında hicret etmişti Ancak kamerî yıl muharrem ayı ile başladığından tarih iki ay sekiz gün geri alınıp Hicrî takvimin başlangıcı 23 Temmuz 622 olarak tesbit edildi Milâdî ve Rûmî tarihler gibi on iki ay esasına dayanan hicrî yıl muharrem ayı ile başlar ve zilhicce ile sona erer Hicrî (kamerî) aylar şunlardır: Muharrem, safer, rebiülevvel, rebiülâhir, cemâzielevvel, cemâzielâhir, recep, şaban, ramazan, şevvâl, zilkade, Yazışmalar ve iktisâdî sahalarda rahatlıkla kullanılan bu takvime karşılık milâdî takvimde, ziraata ait vergilerin toplanmasında yardımcı olmuştur İslâm takvimi, müslümanlara mâl olmuş bir takvimdir ve hatta okuma-yazması olmayan bir kimsenin bile kullanabileceği bir vasıtadır Bu takvimin hesaplarını yapmak, ramazanın ne zaman başlayacağım bilmek, ne zaman namaz kılınacağını belirlemek için ince astronomi bilgilerine gerek yoktur Ayın 29 günü güneşin battığı taraftaki gök ufkuna dikkatle bakılır, şayet yeni ayın o incecik hafi batı ufku üzerinde görünmüşse, ay doğmuş ve takvime göre ertesi ayın ilk günü başlamış olur: Hilâlin bu görüntüsü 5-6 dakika sürer ve sonra kaybolur Şayet bir görüntü tesbit edilememişse ay otuz gün sürecektir bu kesindir, yani ertesi akşam ufukta kesinlikle hilâl görülür Şayet 29 günü göğün bulutlu olması sözkonusu ise o ayın 30 gün süren bir ay olduğu kabul edilir (Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, çev, S Tuğ, II, 857)- Ayrıca hilâlin hareketleri de kesin olarak belli değildir Bazen ay bütün hareketlerini 29 günde, bazen 30 günde tamamlar Hicrî takvim hicreti esas alır Günümüzde kullanılan milâdî takvim ise Hz İsa'nın doğumunu 'tarih başlangıcı olarak esas almaktadır Hicrî yahut kamerî yılı, milâdî yıla çevirmek için şöyle bir formül kullanılmaktadır: Hicrî yıl sayısını 33'e bölüp çıkan sayıya 622 eklenir ve milâdî yıl bulunur Milâdi yıl = (hicrî yıl x 32/33) + 622 formülü ile bulunur Mesela: 1000 yılının % 3'ü 30 eder, geriye 970 kalır Bu sayıya 622 eklenince karşılığı olarak milâdî 1592 yılı bulunur Milâdî yılın hicrî yıl karşılığını bulmak için de şu formül kullanılır: Hicri yıl = (milâdî yıl-622) x 33/32, meselâ; (1453-622) x 33/32 = 857 Hicrî ve rûmî takvim uzun müddet müslümanlarca kullanılmış 26 Aralık 1925 tarihinde yürürlükten kaldırılmıştır Hz Ömer (ra)'ın tesis ettiği hicrî takvim batılılaşma sürecinin bir devamı olan inkılapların, İslâm hukukunu yürürlükten kaldırması sonucu, bu hukukun bir parçası olan hicrî takvim de kaldırılarak müslümanların İslâm dünyası ile olan bağları koparıldı "Ey iman edenler, Yahudileri ve Hıristiyanları kendinize dost (ve hâkim) edinmeyin Onlar ancak birbirlerinin dostudurlar İçinizden kim onları dost ve danışılacak makam edinirse, o da ondandır Şüphesiz Allah o zalimler gürûhunu başarıya ulaştırmaz (el-Mâide, 5/51) Naci YENGİN HİDÂYET İrşat etmek, doğru yolu göstermek, rehberlik yapmak Zıddı; Saptırmak, yanıltmak, dalâlete düşürmektir Hidâyet kelimesi (HDY) kökünden bir mastar olup terim olarak; küfür, şirk ve sapıklıklardan kurtularak, İslâm'ın aydınlık yoluna girmektir Kişinin bâtıl yolu bırakıp, hidâyete yönelmesi Cenab-ı Hakk'ın dilemesi ve yardımı ile olur Kur'ân-ı Kerîm'in çeşitli âyetlerinde hidâyet ve dalâletten söz edilmiştir! "Ey Muhammed de ki: Ey insanlar, size Rabbiniz tarafından bir hak geldi Kim doğru yola giderse, kendi lehine doğru yola gitmiş olur Kim de saparsa, kendi aleyhine sapmış olur Ben üzerinize vekil değilim" (Yûnus, 10/108) "Allah kimi saptırırsa, artık onu doğru yola sevk edecek, hiç bir kimse bulunmaz" (er-Ra'd, 13/33) "Biz, her Peygamberin karısına, böylece mücrimlerden bir düşman çıkarmışızdır Yol gösterici ve yardımcı olarak sana Rabbin yeter" (el-Furkân, 25/31) İslâm'ın hidâyet yolunu gizleyip açıklamayanlar âyette şöyle uyarılır: "İndirdiğimiz delilleri ve hidâyeti, biz insanlara kitapta açıkladıktan sonra onları gizleyenlere, işte onlara, Allah lânet eder Hem de bütün lânet edebilenler lânetler Ancak tevbe edip kendilerini düzelten ve Allah'ın indirdiğini açıklayanlar müstesna İşte onların tevbelerini kabul ederim Ben, tevbeleri çokça kabul eden ve çok merhamet edenim" (el-Bakara, 2/159, 160) Cenab-ı Hakk'ın bazı kimselere hidayeti nasip etmemesinin sebepleri âyetlerde şöyle açıklanır: "Yalancılık ve küfürde ısrar etme" (ez-Zümer, 39/3) "Âşırı yalancılık" (el-Mü'min, 40/28) "Zâlim ve fâsık olma" (el-Âhkâf, 46/10, es-Saf, 61/5,7; el-Cum'a, 62/5; el-Münâfıkûn, 63/6) Bir kimsenin, Allah dilemedikçe, Peygamber'in istemesiyle hidayete kavuşamayacağı ayetlerde şöyle ifade edilir: "Ey Muhammed şüphesiz sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin Fakat Allah, dilediğini hidâyete erdirir O, hidayete erecekleri çok iyi bilir" (el-Kasas, 28/56) "Onları hidâyete erdirmek sana düşmez Allah dilediğini hidâyete erdirir" (el-Bakara, 2/272), "Sen ne kadar hırs göstersen de yine insanların çoğu inanmazlar" (Yûsuf, 12/103) Buhârî ve Müslim'in naklettiği bir hadise göre, yukarıdaki ilk ayet Allah Rasûlünün amcası Ebû Talib, Rasûlullah (sas)'i korur, ona yardım eder, bu yüzden Hz Peygamber onu tabiî bir sevgi ile severdi Vefatına yakın, yanına gelerek şöyle demişti: "Ey amca, Allah katında kendisiyle senin lehinde şehadette bulunabileceğim bir kelimeyi; Allah'tan başka ilâh yoktur kelimesini söyle" Ancak, Ebû Talib, bu kelimeleri söyleyemedi (bkz İbn Kesîr, el-Kasas 56 âyet tefsîrî) Vefatından sonra, Hz Peygamber'in, onun hakkında istiğfarda bulunması üzerine hidayete ermeyenler için yapılacak duanın geri çevrileceği şu âyetle bildirilmiştir: "Ne Peygamberin ne de Mü'minlerin, cehennemlik oldukları belli olduktan sonra, yakın hısımları da olsa, müşrikler için af dilemeleri asla doğru olmaz" (et-Tevbe, 9/113) Sonuç olarak, bir kimse hidâyeti yüce Allah'tan istemeli ve bu hali ömür boyu korumak için, salih amel işlemelidir Allahu Teâlâ, irade-i cüz'iyesini hak yola dönmek için kullanan ve iyi hal gösteren kimselere aydınlık yolu gösterir Şâmil İA HİDDET Öfkelenmek, şiddetli kızgınlık, sertlik Kuvvet de demek olan bu kelime, gazap ile aynı anlamda kullanılır Hiddet (öfke) bizi faaliyete sürükleyen rûhî sebeplerden psikolojik motiflerden biridir Psikolojide, "temayüllerimizi giderirken bize engel olmak isteyen kimseye elem vermek için içimizden gelen itilme" diye tarif edilmiştir Hiddet, rûhî bir olay olmakla beraber, bedende de birçok belirtileri görülür Öfkelenen insanın yüz hatları değişir, gözleri kızarır Kendini tutama****** utandırıcı ve söyleyeni küçük düşüren sözler söylemeğe başlar Ses tonu ve konuşma tarzı bozulur Neticede, başkalarının yanında gülünç bir durumu düşer Bundan dolayı Peygamber efendimiz "Öfke şeytandandır" (Ahmed b Hanbel, IV, 226) ve "Öfkeden sakınınız" (Ahmed b Hanbel, V, 408) buyurmuştur Görülüyor ki, öfke insanı sabırlı, şuurlu ve olgun biri olmaktan çıkarır, onu sinirli, karşısındakine düşman kesilmiş, tahribat yapıcı, kıncı ve dökücü biri haline çevirmektedir Bunun içindir ki, öfkeli olmak hem kişinin kendisi için, hem de cemiyet için istenilmeyen, reddedilen bir özelliktir Böyle bir huya sahip olan kişi, hem kendisine hem de başkalarına olmadık büyük zararlar verebilir Öfkeli kişilerden oluşan toplumlar da hem kendi aralarında, hem de öteki toplumlara karşı zararlı olabilirler Hiddet, kişinin nefis terbiyesiyle ve ahlâkî durumuyla yakından ilgili olduğuna göre, sağlam ve mükemmel bir imana ve bu imanın verdiği bir ahlâka ve güzel bir nefis terbiyesine sahip olan kişiler, öfkelerini yenmesini, onu dizginleyip idare etmesini, istedikleri gibi kullanmasını bilirler Nitekim yüce Allah "Onlar bollukta ve darlıkta sarfederler, öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını affederler Allah, iyilik yapanları sever" (Alu İmran, 3/134) ayet-i kerimesinde mü'minlerin bu özelliklerini açıklar Hz Peygamber (sas): "Asıl yiğit, güreşte kuvvetli olan değil, öfkelendiği zaman kendine hakim olabilendir" (Buhârî, Edeb, 76) buyurmaktadır Öfke hafindeki insan, şiddetli kasırgalar altında büyük fırtınalara tutulan bir gemiye benzer Artık o, dengesini kaybetmiştir Böyle öfke ve hiddet içinde olan kişi, kendisini başka bir işe yöneltmelidir Böylece, yaptığı bu hareket değişikliği onu kötü düşüncelerden ve olumsuz ortamdan uzaklaştırır Peygamberimiz "Biriniz hiddetlenip öfkelendiğinde abdest alsın" (Ahmed b Hanbel, IV, 226) buyurmuştur Aslında en güzel olanı hiddete kapılmamaktır Abdurrahman b Avf şöyle rivayet ediyor: "Rasûl-i Ekrem'e bir kişi geldi ve: Yâ Rasûlallah, bana bir kaç kelime öğret ki, onlarla mes'ud olayım Çok olmasın ki, unuturum, dedi Sevgili Peygamberimiz de: "Hiddetlenme" diye buyurdular" (el-Buharî, el-Edeb, 76) Ayrıca Hazret-i Ali hakkında şöyle bir hikâye anlatılır O, cihad hareketlerinin birinde bir müşrikle teke tek dövüşürken, hasmını yere yatırıp göğsü üzerine oturur ve onu önce imana davet eder Fakat bu davete müşrik, Hz Ali'ye tükürmekle cevap verir Bunun üzeni Hz Ali hasmını bırakıp üzerinden kalkar Bu duruma çok şaşan putperest: "Beni niye öldürmedin" diye sorar Hz Ali de cevaben "Eğer seni öldürseydim, öfke ve hiddete kapıldığım için öldürecektim, yoksa Allah'ın dinini kabul etmediğinden dolayı değil" Bu cevap üzerine putperest, Lâ ilâhe illâllah Muhammedu'r-Rasûlullah diyerek iman eder Hiddet müslümana yakışmayan bir tavırdır Ancak Allah'a, Rasûlüne ve İslâm'â bir saldın söz konusu olduğu takdirde müslümanın kızması ve hiddetlenmesi caiz hatta İslam'ı korumak maksadıyla gerekli bir tavırdır (Buhârî, Edeb, 75) Hasan Fehmi KUMANLIOĞLU HİKMET İlim, fıkıh, adâlet, sebep, felsefe, kâinatın inceliklerini üstün ilimlerle bilmek, lâfzı az manâsı engin gibi çok çeşitli manâlarda kullanılan geniş mefhumlu bir kelime İslâm âlimleri, hikmet için çeşitli tarifler yapmışlardır Fakat çoğunluğun üzerinde ittifak ettiği tarif şudur: "Hikmet; faydalı ilim ve sâlih ameldir" (Elmalılı M Hamdi Yazır, Hak dini Kur'ân Dili, I, 915) Merhum Hamdi Yazır, çoğunluğun bu tarif üzerine diyor ki: "Hem ilim, hem amel, hikmetin en esâslı manâsını teşkil eder" İlimsiz yapılan amel, faydalı da olsa hikmet olamayacağı gibi, amelsiz olan, tatbik edilmeyen ilim de ne kadar câzip görünürse görünsün hikmet ismini almaz Hikmet'i; nazarî hikmet ve ameli hikmet olmak üzere ikiye ayıranlar da olmuştur Nazari hikmet; kâinatta cereyan eden ilâhî kanunları (sünnetullah, tabiat kanunları değil de tabiata ait Allah'ın takdir edip var ettiği kanunlar) tefekkür ve muhâkeme etmek yoluyla elde edilir Kâinat, akıl sahipleri için bir kitabdır, şuurlu kimseleri hayretlere sevkeden hikmetlerle dolu bir kitabdır Ameli hikmet ise, isabetli, yerinde ve faydalı olan fiillerdir Fakat yukarıda da arzettiğimiz gibi, İslâm mütefekkirlerinin çoğunluğu bunları ayrı ayn mütalâa etmemişlerdir Yani, faydalı ilmi salih amelden ayırmamışlardır Onun için diyorlar ki; "hikmetin evveli varlık alemini tefekkür, ortası din ve itaat, sonu ebedî saadettir" Yani kâinat sahifelerini, arz ve sema yapraklarını ibretle tefekkür eden insan, eserden müessire, san'attan san'atkâra, nakıştan nakkaşa, sebepler aleminden o sebepleri yaratana zihnen ve fikren intikâl eder İşte bu noktada karşısına din çıkar, yaratana karşı olan vazifesini öğrenir ve tatbik eder Bu üstün tefekkür ve tatbikat (amel) onu ebedi saadete ulaştırır Bazı âlimlere göre hikmet, Kur'an-ı Kerîm'de dört manâda kullanılmıştır: 1 Kur'ân'ın nasihatları: "Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve söze öğüt vermek için indirdiği kitabı (Kur'an-ı) ve Kur'ân'daki hikmeti düşünün " (el-Bakara, 2/23) Bu âyetteki hikmet, nasihat ve öğüt manâsınadır Bu manâvı âyetin siyak ve sıbakından anlamaktayız 2 İnce anlayış ve ilim Lokman süresinin 12 âyetinde şöyle buyuruluyor: "Andolsun biz, Lokman'a hikmet verdik"Yani ince anlayış ve ilim verdik 3 Nübüvvet-Peygamberlik Bakara Sûresinin 251 âyetinde şöyle buyurulmaktadır: "Allah (cc) Dâvud'a saltanat ve hikmet verdi" Bu âyetteki "hikmet" Peygamberlik manâsındadır 4 Kur'ân'ın incelikleri ve sırları: "Allah hikmeti, kime dilerse ona verir Kime de hikmet verilirse muhakkak ki ona çok hayır verilmiştir" (el-Bakara, 2/269) "İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle dâvet et" (en-Nahl, 16/125) Meâllerini arzettiğimiz âyetlerdeki hikmet kelimesi Kur'ân'ın incelikleri ve sırlan manâsınadır denilmiştir (Muhammed H Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, I, 928) Bazı İslâm bilginleri akıl gücünün vasat (itidâl) mertebesinde de hikmet denilmiştir Bu nokta da hikmeti şöyle tarif etmişlerdir: "hakkı hak bilip ona uymak, batılı bâtıl bilip ondan sakınmak" Kur'ân-ı Kerîm'in bazı âyetlerinde geçen hikmet kelimesini müfessirler sünnet olarak tefsir etmişlerdir Meselâ: Alu-İmran Sûresinin 164 âyetindeki: "Kitab ve hikmeti onlara öğretir" Kitabdan maksad Kur'ân, hikmetten maksat da sünnettir (bk Kadı Beydavî ve Celâleyn Tefsirleri) Rasûlullah'ın Sünnetine hikmet denmesinin bir sebebi; O, hikmet sahibiydi Yani her sözünde ve fiilin de bir incelik ve manâ vardı Hakka uymayan söz ve fiil kendisinden meydana gelmezdi Cevâmiu'l-kelîm verilmişti O az sözle engin ve çok değerli manâları dile getirirdi O'nun hadislerini okuyan ve sünnetini inceleyen bunu rahatlıkla müşâhede eder Yahya ALKIN HİLÂFET Allah'ın hâkimiyet hakkının bir tecellisi olarak İslâm hükümlerini uygulamaya koymaktan sorumlu makamının adı İslam yönetiminin hem teorik hem de pratik açıdan kendine özgü olan bu makam genellikle "halifelik" veya "hilâfet" diye adlandırılmaktadır Bu makama gelebilmek için belirli özelliklere sahip olmanın yanında, belirli yoldan o makama gelmiş olmak da gerekir Hilâfet, kelime anlamıyla, başkası nın yerine onun adına görev yapmak veya tasarruflarda bulunmak demektir (İbn Teymiyye Mecmuu'l-Fetava, XXXV, 43; el-Kettânî, et-Terâtibu'l-İdâriyye, I, 2) Halife ise, başkası tarafından kendi adına iş görmek üzere görevlendirilen kişiye denir (İbn Hazm, el-Fisal, IV, 107) Başkasının adına görev yapmanın veya tasarruflarda bulunmanın ise birkaç nedeni vardır Ya yerine görev yapılan kimsenin aciz olması sözkonusudur veya halife olarak tayin edilen kimsenin değerini yükseltme amacı güdülmüştür (Rağıb el-Isfahânî, el-Müfredât fi Garîbi'l-Kur'an, s 156) Yerine görev yapılan kimsenin hazır olmaması ya da ölümü durumunda hilafet, Hz Peygamber (sas)'in risalet dışında kalan görevlerini yüklenmek demektir İslâm hukukçuları "hilâfet" terimini, genellikle Hz Peygamber (sas)'in yerine geçmek anlamına kullanmışlardır "Gerçekte hilâfet, şeriatı Allah'tan tebliğ eden Peygamber'in yerine geçip dini korumak ve dünya işlerini de düzene sokmak" (İbn Haldun, Mukaddime, 191) demektir; en yüksek başkanlık ve amme velayetidir; dini koruma ve dünya işlerini düzenleme makamıdır Bu makama getirilene halife adı verilir Bu makama geçen, toplumu sevk ve idarede Hz Peygamber'e halef olmuştur Bu nedenle "Peygamber'in halifesi'' demekte sakınca görülmemiştir Fakat genellikle yalnızca "halife" demekle yetinilir Hz Peygamber'in hadislerinde "hilâfet" ve onunla aynı kökten türeyen kelimeler, yerine göre terim anlamıyla, yerine göre kelime anlamıyla kullanılmış bulunuyor (Buhârî, Meğâzi, 37; Ahkâm, 43; Müslim, Hacc, 425; İmâre, 61; Ebu Dâvûd, Cihâd, 72; Tirmizî, Deavât, 41, 46; Nesâî, İstiâze, 43 vs) Halife'ye "Allah'ın halifesi" demenin câiz olduğunu söyleyenler: "O, sizi yeryüzünün halifeleri yapandır" (el-Enam, 6/165) anlamındaki ayeti delil gösterirler Bunun caiz olmadığını söyleyenler de Hz: Ebu Bekir (ra)'ın kendisine Allah'ın halîfesi denilmesine müsaade etmediğini söylerler (el-Maverdî, el-Ahkâmû's-Sultâniyye, Çev, A Şafak, s 19; el-Ferra, el-Ahkamû's-Sultaniyye, s 27; İbn Haldun aynı yer; İbn Teymiyye, age, XXXV, 44-5) İlâhî emirler gözönünde bulundurulmadan kurulan yönetimlere hiçbir zaman "hilâfet" adı layık görülemez "O, sizi yeryüzünde halifeler yapandır Artık kim küfrederse küfrü kendi zararınadır Kâfirlerin küfrü kendilerine Rableri katında şiddetli buğzdan başka birşey artırmaz Kafirlerin küfrü kendilerine hüsrandan başka birşey artırmaz" (el Fatır, 35/39) "Allah, içinizden iman edip de güzel amelde bulunanlara yeminle vâdetti ki, kendilerinden evvel gelenleri (kafirlerin yerine) nasıl halife yaptı ise, onları da muhakkak (müşriklerin yerine geçirip halife kılacak; onlara kendileri için beğendiği dini (İslâm'ı) herhalde payidar kılacak; onların korkularını güvenliğe çevirecektir Ta ki onlar bu güvenlik içinde bana ibadet etsinler bana hiçbir şeyi ortak tutmasınlar Kim bundan sonra nankörlük ederse artık onlar fâsıkların ta kendileridir" (en-nur, 24/55) Demek ki asıl önemli olan, bu yüce makamın gereklerinin yerine getirilmesidir Bunlar da Allah'ın hükümlerini mutlak ölçü kabul etmek; sâlih amel işlemek ve Allah'a karşı gelmemek, küfre sapmamaktır Kendisinde bu özellikler bulunmayan hiçbir yönetim "İslâmî" olma özelliği kazanamaz; İslâmî kavramlarla nitelendirilemez Halifelik makamına geçen kimse için "halife" adı kadar kullanılmış ikinci bir unvan daha vardır ki, o da: "İmam"dır İmam, sözüne veya davranışlarına uyulan kimse demektir (Râğıb, age, 24) İmamet de terim olarak: "Dinî, dünyevî ve her konuda en yüksek başkanlık demektir" (el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, 602; M E Zehra, Mevzu'atu'l-Fıkh, I, "Al" mad, 3 kısım; Elmalılı, I, 491) Ancak bunun yerine halifelik kavramının kullanılmasının daha tercih edilir bir adlandırma olduğu da belirtilmiştir (el-Cürcânî age, aynı yer) Bu makamı işgal edene halîfe veya İmam denmesinin nedenlerine gelince: İlk halifenin Rasûlullah (sas)'den sonra gelip risalet dışında kalan görevleri yerine getirme hususunda onun yerini almış olması; asıl hâkim Allah olduğundan, O'nun yeryüzündeki hakimiyetini temsil etmesi ve 'bu temsilini (hilafet) görevi bütün mü'minlere yöneltilmiş bulunduğundan, (bk el En'am, 6/165) mü'minlerin onu seçimle ve akidle bu makama getirmeleri dolayısıyla, İslâm devleti başkanına hafife adı verilir Ona "İmam" denmesinin nedeni ise; İslâm devlet başkanının namaz kıldıran imama benzetilmiş olmasındandır İmamın arkasında namaz kılan cemaatin imama uymaları nasıl bir zorunluluk ise,toplumun da aynı şekilde devlet başkanına itaat etmesi gerekir Bu nedenle devlet başkanlığına: "el-İmâmetü'l-Kübrâ" veya "el-İmâmetü'l-Uzmâ" (büyük imamlık) da denilir Aslında İslâm devlet başkanım belirli bir isimle adlandırma zorunluluğu yoktur Ona verilen isimden çok onun işgal ettiği makamın özellikleri ve bunların yitirilmesi önemlidir İslâm yönetimini kastederek "hilâfet" ile birlikte "meliklik" ve "saltanat" terimlerinin de kullanıldığını görmek mümkündür Meliklik genellikle, babadan oğula geçen yöneticilik anlamı,na kullanılmıştır Bu nedenle İslâm'da meliklik -bu anlamıyla- söz konusu değildir Bu anlamıyla meliklik, İsrailoğullarının yönetimlerinde görülmüştür Bunu da Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetlerinden anlamaktayız (bk el-Maide, 5/20; el Bakara, 2/247; Sad, 38, 35) (Konu ile ilgili daha etraflı âçıklamalar için bak İbn Teymiyye Mecmu'ul-Fetava, XXXV 33 vd) İslâm yönetim düzeni, yeryüzünde Rasûlullah (sas)'in önderliğinde gerçekleşmeye başladığı dönemlerde dünyada var olan diğer siyasal düzenler "kuvvet" temeli üzerinde yükselmekteydi Bu düzenlerin politikaları da üstünlük kurmak ve insanları baskı altında tutmak ve tahakküm ilkelerine dayanıyordu Bu tür yönetimlere ve onların politikalarına en açık iki örnek, biri İslâm'ın doğduğu yer olan Arap yarımadasının kuzeydoğusunda yer alan Iran imparatorluğu; diğeri ise kuzeybatısında bulunan Bizans imparatorluğu idi Müslümanlar bu iki düzeni tanımlamak için o dönemlerde İran rejimi hakkında "kisraviyye" yani kisralar düzeni; Bizans rejimi hakkında da "Kayseriyye" yani "Kayserler düzeni" terimlerini kullanıyorlardı Aynı şekilde her iki düzeni tanımlamak amacıyla "mülk" kavramı da kullanılırdı Bununla da anlatılmak istenen bir tek kişinin mukeddaratına egemen olduğu mutlak ve istibdada dayalı yönetimlerin düzenlemeleri, idi Bu kişi ülkeyi kişisel arzu ve heveslerine göre yönetir ve iradesinin üstünde herhangi bir kanun veya otorite kabul etmez ve tanımazdı Özellikle ilk müslümanlar, böyle bir yönetim biçimini kesinlikle kabul edemez, içlerine sindiremezlerdi Çünkü Kur'an-ı Kerim, bu tür "melikî" düzenlere Firavun gibi kişileri örnek göstererek onlardan nefret ettirdiği gibi; "Şüphesiz, melikler bir itlkeye girdiklerinde oraya ifsâd ederler, o ülke halkının aziz olanlarını zelîl ederler (Evet) onlar böyle yaparlar" (en-Neml, 27/34) ayetiyle de genel olarak melikler hakkındaki olumsuz hükmünü belirtmektedir Kur'ân-ı Kerim melikî yönetimlerin temelinin zulme dayalı olduğunu befirtir ve bazı, zâlim meliklerden de söz eder: "Arkalarında her sağlam gemiyi zorla alan bir melik vardı" (el-kehf, 18/79) Görülüyor ki Kur'ân-ı Kerim, Kisraların, Kayserlerin, Firavunların yönetim biçimini gayet açık bir dille eleştirmekte ve reddetmektedir Bu ruh ile yetişen ilk müslüman nesil bu tür yönetim şekillerine karşı oldukça hassas idi; onlar İslâmî yönetimin melikliğe dönüşmemesi için büyük bir özen gösteriyorlardı (bk M Ziyauddin er-Reyyis, en-Nazariyyatu's-Siyasiyyeti'l-İslâmiyye, Kahire 1979, s 114 vd) Hz Ömer (ra) bir gün Selmân (ra)'a: "Ben melik miyim, halife miyim? diye sorar Selmân da: "Eğer sen müslümanlardan bir dirhem veya daha az bir miktar toplayacak ve bunu hakkı olmayan bir yere harcıyacak olursan, sen meliksin, halife değilsin" der Haksız tasarrufları yanında melikin insanları zora koştuğu da bildirilmiştir Bu bakımdan Hz Ömer'e etrafında bulunanlar: "Hamd olsun ki sen melik değilsin" demişlerdir (İbn Sa'd, Tabakat, III, 306-7; el-Kettânî, age, I, 13; Kandehlevî, Hadislerle Müslümanlık, II, 632) Abdullah b Ömer (ra) de ümmetin topluca bey'at etmediği kimseye halife demenin doğru olamayacağını bildirmiştir (Tecrid-i Sarih Tercümesi, VII,175) Hilafet ile saltanat arasındaki farka gelince: Hilafet şûra esasına dayanır Yani halife müslümanların istişâresi ve seçimi (bey'at) sonucunda işbaşına gelir Saltanatta ise buna yer yoktur Saltanat babadan oğula geçen bir hak olarak kabul edilir İbn Hazm; hilâfetin verâsete dayanmayacağını söyler ve İslâm'ın soya dayanan saltanatı tanımadığını şöyle belirtir: "Müslümanlar arasındaki imamette verasetin câiz olmadığını Râfızîler dışında kabul etmeyen yoktur Onlar hem erginlik yaşına gelmemiş kimsenin İmam olabileceğini kabul ederler, hem de bu konuda veraseti câiz görürler" (İbn Hazm, el-Fisal, IV, 166'dan nakleden M Ebu Zehra, İslâm'da Fıkhî Mezhebler Tarihi, IV, 73) Buna göre halîfelik, her türlü tasarruf ve adalet ölçüleri içerisinde yapılmalıdır; Meliklik öyle değildir Saltanatta başkanlık verasetle geçer, halifelik makamlarla ise şûra (seçim) ile gelinir Hz Peygamber (sas), halifeliğin melikliğe dönüşmesi halinde kötü yönde pek büyük olayların meydana geleceğini, kıyameti andıran büyük olayların yaşanacağını anlatmıştır (Ebû Dâvûd, Cihâd, 35) Anlaşılan Hz Peygamber (sas) bu hadisle Hz Osman'ın hilafetinin son yıllarında başlayan ve Muaviye'nin başa geçmesiyle sonuçlanan olaylara işaret etmektedir Hilâfetin Müddeti: Hz Peygamber (sas) şöyle buyurur: "Hilâfet, ümmetim arasında otuz yıl devam edecektir Bundan sonra melikliğe denilecektir" Bu da şöyle yorumlanmıştır: "Ebubekir'in halifeliği iki yıl, Ömer'in on, Osman'ın on iki, Ali'nin altı yıllık halifelik sürelerinin toplamı, otuz yıl etmektedir" (Ebu Davud, Sünne, 8: Tirmizî, Fiten, 49) et-Taftâzânî aynı hadise dayanarak Muaviye'nin ve ondan sonra gelenlerin halife sayılamayacaklarını, bunların emir veya hükümdar (kral) olabileceklerini söylemekle birlikte, bunun mutlak bir ölçü olamayacağını da belirtir Çünkü Ömer b Abdülaziz gibi bazı kimselerin Raşid halifelerin yolunu izledikleri açıktır Dolayısıyla hadisle anlatılmak istenen şey, kâmil bir halifeliğin bazen olacağı, bazan da bulunmayacağı hususudur (et-Taftâzânî, Şerhu'l-Akâid, s 180) Hilâfet Türleri: Kur'ân-ı Kerîm'de konu ile ilgili ayetlerden anladığımıza göre Allah Teâlâ, genel anlamda bütün insanları yeryüzünün halifeleri olarak yaratmıştır Yani bütün insanlar ilk planda Allah'a iman etmekle ve bu imanın sonucu olarak unun hâkimiyetini kabul etmekle yükümlü tutulmuşlardır İnsanın halifeliği, onun Allah adına uygulamalarda bulunması demektir Bu uygulamada Allah'ın kanunları mutlak ölçüdür İnsan, halifeciğini ifa ederken bu ölçünün dışına çıkamaz, bu hükümlere aykırı hareket edemez Çünkü Allah Teâlâ yeryüzünde kendi adına uygulamalarda bulunmak üzere "halife" olarak görevlendirdiği insana mutlak bir serbestlik vermiş değildir İnsan için birtakım sınırlar çizilmiş, bunları aşmaması istenmiştir El-Bakara suresinin hemen ilk ayetlerinde (Ayet 30 vd), Allah'ın yeryüzünde halife yaratmak istediğini meleklere bildirdiği anlatılıyor Yeryüzünde halife kılınan, Hz Adem (as)'dir; dolayısıyla da onun suyundan gelecek bütün insanlardır Halife kılınan bu ilk insan ve eşi için bile birtakım sınırlamalar söz konusudur (el-Bakara, 2/35) Bu sınırlamalara uymak, insanın bu yüce makamda kalabilmesinin temel şartıdır (el-Bakara, 2/38) Bu ölçülerin dışına taşanlar ise ateş azabına düşmekle tehdit edilir Diğer bir deyişle; insanlardan istenen, halifelik makamının gereklerini yerine getirmeleridir Bu ise, Allah'ın belirlemiş olduğu sınırlar içerisinde kalmakla mümkün olur Bu anlamda bütün insanlar Allah'ın yeryüzünde halife tayin ettiği kimselerdir Tüm insanların bu şekilde görevlendirilmiş olmalarına "umûmi hilâfet" diyoruz Adem'in soyundan gelen herkes bunun kapsamı içerisindedir İnsan halîfeliğinin sonucu olarak yüklenmiş olduğu "emanet"in gereklerini yerine getirmekle yükümlüdür Allah, bu yükümlülüğü yerine getirmeyenleri, yerlerine başkalarını getirmekle" tehdit ediyor Buna göre halifelik makamında, yalnızca bu makamın gerektirdiği yükümlülükleri yerine getirenler kalabiliyor Yalnızca bu kişilerin bu makamda kalabilmelerine de "hususi hilafet" adını veriyoruz Tarih boyunca bu anlamda toplumlar birbirlerinin yerine geçmiş ve Allah'ın halifeliği onlar tarafından gerçekleştirilmiştir İşte Allah'ın "Halife yapacağına ve onları yeryüzünde hâkim kılacağına yemin ile söz verdiği kimseler" (en-Nur, 24/55) Onun dinini yeryüzünde hâkim kılanlar ve insanları "tağut"ların tasallutundan kurtarma savaşını sürdürenlerdir İster genel, isterse özel anlamda olsun, hilâfet, "Allah'ın dinini hâkim kılmak" özünü taşır Bu öz, onun sosyal alanda da hissedilir olup, gerçekleşmesiyle ve teşkilatlanmasıyla siyâsî bir görünüm kazanır Allah, Hz Davud'a kendisini yeryüzünde halife kıldığını bildirmekle birlikte ona: "İnsanlar arasında hak ile (Allah'ın hükümleri ile) hükmetmeyi" (Sad, 38/260)'de emretmiştir Hz İbrahim de kendisinin insanlara İmam kılındığı haberini Allah'tan alınca, soyundan geleceklerin de bu makama yükseltilmelerini istemiş, Allah ise "Bu ahdinin zalimler hakkında sözkonusu olmayacağını" (el-Bakara, 2/214) bildirmiştir O halde halifelik, Allah'ın hâkimiyetinin her alanda bütün açıklığıyla ortaya çıkması demektir Bütün insanlar bununla görevlidirler Böyle bir makama yükselmek isteyen, daha doğrusu bu makamdan düşmek istenmeyen toplum da ona göre davranmak zorundadır Bu tür toplumun en yüksek temsilcisi ise, Allah'ın yeryüzündeki halifelerinin kendi hür iradeleriyle seçtikleri "halife"dir Halife bu emaneti yüklenebilecek nitelikte olmalıdır Çünkü emanetlerin ehil kimselere verilmesi, Kur'an'ın emirleri arasındadır (en-Nisa, 4/58) Halifenin Belirlenmesi: Hz Peygamber (sas) hayatta olduğu sürece peygamberlik görevinin yanısıra devlet başkanlığını da şahsında toplamıştı Bu nedenle Hz Peygamber hayatta iken, kurulan ilk İslâm devletinin başkanını belirlemek gibi bir problem ile karşılaşılmış değildi Diğer taraftan Hz Peygamber (sas) kendisinden sonraki halifeyi belirleyen herhangi bir söz de söylememişti Durumun böyle olması nedeniyle Hz Ebu Bekir (ra) halîfe seçilene kadar bazı farklı görüşlerin ortaya çıktığını görüyoruz Ancak bu durumlar geçici ve oldukça kısa bir süre için sözkonusu olmuş; bir müddet sonra unutulup gitmiştir Yani bu görüş ayrılıkları Hz Peygamber (sas)'in vefatından sonra Hz Ebu Bekir halife seçilinceye kadar devam etmiş ve onun seçilmesiyle tam anlamıyla son bulmuştur Ancak daha sonraki dönemlerde Hz Ali (ra)'ın halifeliği zamanında başlayan ve gittikçe yayılan karışıklıklar sonucunda ondan önceki halifelerin halifelikleri tartışma konusu yapılmıştır Bu tartışmalar, Hz Peygamber'in, Hz Ali'yi vasiyet ettiği iddiasıyla başlatılmış; pek çok yanlış görüşlerin, düşünüşlerin, İslâm dünyasında yayılmasına neden olmuştur Geçmiş dönemlerin kapatılmış sahifeleri tekrar aralanmış, ileri-geri, doğru-yanlış pek çok fikirler ortaya atılmıştır Aslında Hz Peygamber (sas)'in kendisinden sonraki halifenin kim olacağına dair açık hiç bir tavsiyede bulunmadığı hususu, başta Hz Ali (ra) olmak üzere pek çok sahabinin açıkça ifade ettiği bir husustur (Müslim, Vasiyye 18,19; Edâhi 43; Tirmizî, Fiten, 48; Nesâî, Vesaya, 2; İbn Mace, Cenâiz 64; Vesaya 1; lbn Kuteybe, el-İmame ve's-Siyâse, I, 6) Sahabiler söz birliği halinde böyle bir tavsiyenin olmadığını ifade etmişlerdir Çünkü öyle birşey olsaydı, onları bu tavsiyenin dışına çıkıp önceleri Ensar'ın, Sa'd b Ubâde'yi seçmek istemeleri ve sonradan da hep birlikte Hz Ebu Bekir (ra)'in halifeliğinde karar kılmaları mümkün olmazdı Böyle bir şeyi kabul edecek olursak onarın hep birlikte Hz Peygamber'in emirlerine aykırı hareket etmiş olduklarını da kabul etmemiz gerekecektir Bu ise imkansızdır İmamın özelliklerinin en çok Hz Ali'de toplandığı iddiasını ileri sürenler ise, büyük bir ihtimalle Hz Peygamber'in Hz Ali hakkındaki övücü sözlerinden hareket ederler Oysa Hz Peygamber'in pek çok sahabe hakkında övücü sözler söylediği bilinen bir husustur Bu tür hadislerin hepsini de hilafet için bir gerekçe olarak kabul etmek mümkün değildir Bu tür hadislerin pek çoğu özel nedenlere bağlı bulunmaktadır Bunları imamet konusunu da içine alacak şekilde genişletmek doğru olmaz Hadislerin maksatlarına ters düşer (Müslimin Fedâilu's-Sahâbe 31'de zikrettiği ve Hz Peygamber'in Hz Ali'ye "Sen bana Harun'un Musa ya yakınlığı kadar yakınsın" hadisinin, onu halifeliğe aday göstermek anlamına gelemeyeceğine dair açıklamalar için bk İbn Hazm, el-Fisal, IV, 94-95; Kurtubî, Tefsir, I, 267-268; Tecrid-i Sarih Tercümesi, IX, 363) Râşid Halifeler Dönemi ve Belirlenme Usûlleri: Hz Peygamber (sas)'den sonra gelen ilk dört halifenin hilafet süreleri, Saadet Asrının ikinci dönemini teşkil eder İslâm hukukçularının büyük bir çoğunluğu bu dönemdeki uygulamalara, alınan kararlara büyük bir önem verir ve bunları İslam hukukunun kaynaklan arasında görürler Çünkü onların uygulamaları Hz Peygambere zaman itibariyle en yakın olmak, onun eğitiminden geçmiş olmak, vahyin nüzulüne tanık olmak, sünneti yakından tanımak gibi ayırıcı özellikler nedeniyle önem taşır, başkalarının fikir ve düşüncelerine göre üstünlük arz ederler Hakkında nass bulunmayan konularda Râşid Halifelerin uygulamaları oldukça değerlidir Bunun nedeni ise, onların, hem veliyyü'l-emr olarak mü'minlerin kendilerine itaat etmekle yükümlü olmaları; hem de İslâm'ın özünü en iyi kavramış bulunmalarıdır Bununla ilgili verilecek örnekler pek çoktur Mesele, Hz Ebu Bekir'in zekat vermeyenlerle ilgili olarak aldığı kararlar, Hz Ömer (ra)'in Irak topraklarıyla ilgili görüşleri ve bunları etrafındakilere de delilleriyle birlikte açıklayıp kabul ettirmesi, Hz Ali'nin (ra), Hâricilerle savaşmak ile ilgili tutumları kendi konumlarında oldukça önemlidirler Çünkü bütün bunlarla ilk defa karşılaşıyordu ve bunların İslâmî bir çözüme bağlanmaları gerekli idi Yine Hz Peygamber (sas)'in vefatından hemen sonra onun yerine geçecek devlet başkanını belirlemek konusu ortaya çıktı Hz Ebu Bekir'den sonra gelen diğer üç halîfe de farklı şekillerde belirlendi Onlar ile ilgili durumlâr İslâm hukukunda devlet başkanının başa geçiş yollarının farklı olabileceği görüşünü belirledi Bu konuda kesin ve açık bir hükmün bulunmayışı, bu tabii sonucu doğurmuştur Bu ise İslâm'ın, her çağda her toplum için uygulanabilir olmasının kanıtları arasındadır Hz Ebu Bekir'in Halife Seçilmesi: Hz Ebu Bekir (ra)'in Sahabiler arasındaki yeri son derece üstündü Sahabilerin kendileri bile aralarında en faziletli kişinin Hz Ebu Bekir olduğunu çeşitli vesilelerle ifade etmişlerdir İbn Ömer (ra), Hz Peygamber (sas) zamanında Hz Ebu Bekir'i bütün sahabilerden üstün gördüklerini ifade ediyor (Buhârî, Fedâilu's- Ashâbi'n-Nebiyy, 4) Bunda da onun Hz Peygambere olan yakınlığı, İslâm için yapmış olduğu fedakârlıklar ve üstün meziyetleri rol oynamıştır Hz Ebu Bekir'in üstünlüğünü ortaya koyan pek çok hadis tesbit etmek mümkündür (bk Buhârî, el-Amel fî's-Salah, 3, 6; Ezan 38, 46, 47, 68, 70; Salat 80; Fedailu's-Ashabi'n-Nebiyy, 3, 5, 6; Sehiv 9; Sulh 1; Müslim Fedailu's-Sahabe, 10; Ebu Davut, Sünne,11; Tirmizî, Menâkıb,14, 16,17; Nesâî, İmâmet, l, 7,15; Kudât 24; İbn Mace, İkame 142) Ashâb-ı Kiram, Hz Peygamber'in Hz Ebu Bekir'e karşı işaret edilen tavrı ve onun hakkındaki sözlerini onun halîfe olması gerektiğine dairen azından- bir işâret olarak kabul etmişlerdi Bunda da her bakımdan elbette ki haklı idiler Çünkü Hz Peygamberin halifesi olmak için gereken her türlü nitelikler, öncelikle onda toplanmış bulunuyordu Müslümanlar için ondan daha hayırlı bir halife adayı bulunamazdı Rasûlullah şöyle buyurmuştu; "Siz şu emirlik (devlet başkanlığı) hususunda insanların en hayırlılarını, emir olmazdan evvel emir olmayı pek fena gören ve onu arzu etmeyen kimseler bulursunuz" (Tecrid-i Sarih Tercümesi, IX, 216, 1421-2) Hz Ebu Bekir de halife olduktan sonra: "emirliği hiçbir zaman düşünmediğini, Allah'tan onu dilemediğini hutbelerinin birinde hazır olanlara açıkca söylemiştir (İbn Kuteybe, age, I, 19; Kandehlevî, age, II, 614) Rasûlullah'ın vefatından hemen sonra Ensâr, Saideoğulları Sakifesi denilen yerde toplanmış ve Sa'd b Ubâde'yi halife seçmek istemişlerdi Ancak bu konuda onlar arasında da görüş ayrılığı bulunuyordu Bu konuda tartışmaların devam ettiği sırada Hz Ömer ve Ebu Ubeyde ile berâber gelmiş olan Hz Ebu Bekir söz alarak, Kur'ân'da Ensâr kadar muhâcirûn'dan da övgüyle söz edildiğini ifade etti Ancak bu işte Arapların kureyşten başkalarına itaat etmeyeceklerini anlattı ve bu nedenle Ebu Ubeyde ile Ömer'den birisine bey'at edilmesini istediyse de, ikisi de bu teklifi reddettiler ve bu işe Hz Ebu Bekir'in seçilmesi gerektiğini bildirdiler Başta Beşir b Sa'd, Ebu Ubeyde ve Hz Ömer (ra) olmak üzere hazır bulunanların tümü ona bey'at ettiler O anda bey'at etmeyen Sa'd b Ubade ve hazır bulunmayan Hz Ali ile diğer bazı Hâşimîler sonraları teker teker bey'at ettiler Böylece Hz Ebu Bekir aralıklarla üç defa minbere çıkıp her gün bu görevi kabul etmediğini bildirdi ve yerine başka birisini seçmelerini müslümanlardan istediyse de, onlar kendisinin halifeliğinde ısrar ettiler Böylelikle Hz Ebu Bekir (ra)'in halifeliği kesinleşmiş oldu (İbn Sa'd Tabakat, III, 178 vd; İbnü'l-Esîr, el-Kamil, Beyrut,1400/1980; 220 vd; İbn Kutaybe age I, 7-20; Kandehlevi, age II, 606, 616; Hamidullah, İslâm Peygamberi, çev s Tuğ, İstanbul 1969; II, 315-319; Ashab-ı Kiram, I, 177-184; Şibli, Asr-ı Saadet, IV, 33-40 vd) b-Hz Ömer'in halife seçilmesi: Hz Ebu Bekir (ra)'ın vefatı ile sonuçlanan hastalığı sırasında müslümanlar kendisinden sonraki halife adayını belirlemek istemişlerdi Hz Ebu Bekir, işi Ensâr ve Muhâcirlerin ileri gelenleri ile istişâre etmiş, onların, katılığından çekinmekle birlikte Hz Ömer (ra)'den başkasını bu makama layık görmediklerini anlamıştı Kendisi de aynı görüşü paylaşıyordu Hz Osman (ra)'ı çağırtıp bu konuyu yazı ile belgelemek istedi Bazı kaynaklarda hafife adayının adım yazdırmadan bayıldığı ve Hz Osman'ın müslümanların ihtilafını önlemek amacıyla Hz Ömer'in adını yazdığı bildirilmektedir Baygınlığı geçtikten sonra yazdığını okumasını Hz Osman'dan isteyen Hz Ebu Bekir, Hz Ömer'in adının okunmasından memnun olmuş ve bu davranışını övmüştür Hz Ebu Bekir, Hz Ömer'i istihlaf etmeden önce de müslümanlara, kendileri için bir halife adayı belirlemesini isteyip istemediklerini sorunca, onlar bu konuda durumu en iyi kendisinin değerlendireceğini belirterek ondan aday belirlemesini istemişlerdi Hz Ebu Bekir de onlara Hz Ömer'i tavsiye etmiş idi Hz Ebu Bekir, bu tavsiyesini yan ile de belgeledikten sonra, halkın toplanmasını emretti ve onlara şu sözleri söyledi: "Sizin başınıza geçecek, size namaz kıldıracak, düşmanlarınızla savaşacak birisinin varlığı kaçınılmazdır Arzu ederseniz, toplanır, dilediğimizi seçer, başınıza getirirsiniz Dilerseniz görüşümü sizin için açıklarım Allah'a and olsun ki sizin hakkınızda hayırdan başka bir şey istemem" Halk kendilerine bir aday belirlemesini istedi Bundan sonra Hz Ebû Bekir, yazdırmış olduğu mektubu onlara gönderip, orada adı yazılı olan kişiye bey'at edip etmeyeceklerini sordu Onlar da mektupta adı yazılı olanın Ömer (ra) olduğunu bildirdiklerini açıklayarak bey'atte bulundular (İbn Sa'd age, III, 199 vd, İbnü'l-Esîr, age, IV,128-131; Şiblî Bütün Yönleriyle Hz Ömer, I,117-8) Bundan sonra İslâm Devletinin diğer bölgeleri de vali veya temsilcileri aracılığıyla bey'atte bulundular Devlet idaresindeki tecrübeleriyle Hz Ebu Bekir bu işi Hz Ömer'den başkasının başan ile yürütemeyeceğini anlamıştı ileri gelen müslümanlar da aynı kanâati paylaşıyorlardı Bununla birlikte onun kanaatlerinden faydalanmayı da ihmal etmek istemediler Fakat herşeye rağmen Hz Ebû Bekir'in aday göstermesi onlar için bağlayıcı değildi Sahâbe bey'at edip etmemekte serbest idiler İslâm hukukçuları bu olaydan, görevi sona eren ya da vefat etmek üzere bulunan devlet başkanının, müslümanlara kendisinden sonraki adayı gösterebileceği sonucunu çıkarmışlardır c- Hz Osman'ın Halife Seçilmesi: Hz Osman (ra)'ın seçimi, kendisinden önceki iki halîfenin de seçiminden farklı bir biçimde olmuştur 1-HzÖmer'in suikast sonucu yaralanmasından sonra, etrafındakiler ondan yerine bir halîfe adayı göstermeseni istediler O da: "Eğer istihlâf etmeyecek olursam, benden daha hayırh olan (Rasûlullah) de istihlâfı terk etmişti Edecek olursam, benden hayırlı olan (Ebû Bekir) de istihlâf etmişti" diye cevaplandırdı Bundân sonra: "Bu işe, Rasûlullah'ın kendilerinden hoşnut olarak ayrıldığı şu altı kişiden daha lâyık kimse bulamıyorum" diyerek onların isimlerini şöylece sıralamıştır: Ali, Osman, Zübeyr, Talha, Sa'd b Ebî Vakkas, Abdurrahman b Avf (r anhum) Bu altı kişiden kendi aralarından halîfeyi seçmeleri için kendilerine üç günlük bir süre tanıdı Ayrıca görüşmelerine katılmak, fakat oy kullanmamak şartıyla, ensârın yaşlılarını; Hz Hasan'ı, Abdullah b Abbâs'ı ve kendi oğlu Abdullah'ı da aralarına almalarını istedi Hz Ömer'in vefat ve defninden sonra toplanan bu şûrâ heyeti, Abdurrahman b Avf'ın ihtilâfı azaltacak bir teklifini kabul ederek, üçü kendi istekleriyle reylerini, şu şekilde kullandılar: Zübeyr, Hz Ali'ye; Talha, Osman'a; Sa'd de Abdurrahman b Avf'a, Bundan sonra Abdurrahman b Avf, Hz Osman ile Hz Ali'ye "Arkadaşlar, hangimiz adaylıktan vazgeçerse seçme işini ona bırakalım" dedi Hz Ali ile Hz Osman'ın sustuklarım gören Abdurruhman, onlara: "Öyle ise bununla uğraşmayı bana bırakıyor musunuz? Çünkü ben size rakiplik etmiyorum Allah şahittir ki ben ikinizden bu işe daha lâyık olanınızı seçmeye çalışacağım" dedi Onlar da: "Evet" dediler Üç gün üç gece bütün halk tabakalarıyla ilişki kuran, hatta Medîne'ye girip çıkan kervanlara da bu konuda sorular soran Hz Abdurrahman, umumî arzuyu anladı ve son olarak toplantısını yaptı Bu toplantıda önce Hz Ali'ye: "Yâ Ali, eğer ben seni emîr seçersem, İslâm ümmetine muhakkak âdil davranırsın Eğer Osman'ı seçersem, muhakkak onun da sözünü dinler, emirlerine itaat edersin" dedi Sonra Hz Osman'a da aynı sözleri söyledikten ve bu şekilde her ikisinden de söz aldıktan sonra, Hz Osman'a: "Ey Osman, elini uzat" dedi ve ona bey'at etti Hz Ali de, bey'at ettikten sonra kapılar açıldı ve halk da bey'at etti (İbn Sa'd, age, III, 61-2; İbnü'l-Esîr, age, III, 34 vd; İbn Kuteybe, age, I, 26-30; Tecrîd-i Sarih Tercümesi, IX, 360-I; Kandehlevî, II, 627-9; Şiblî, Asr-ı Saadet, V, 10-1; el-Mâverdî, age, 14) d-Hz Ali'nin Halife Seçilmesi: Medine'de toplanan isyancılar arasından bir kaç kişi tarafından Hz Osman (ra)'ın şehid edilmesi, İslâm Devleti'nin başkasının kalması sonucunu doğurmuştu Hz Osman (ra)'ın şehid edilmesinden sonra isyancılar, bir kısmı Hz Ali'ye, bir kısmı Sahâbe'nin daha başka ileri gelenlerine, başkanlık için bey'at etmek üzere başvurmuşlar ve hepsinden red cevabı almışlardı Bir çıkmaza düşen isyancılar sonunda, bir günlük süre içerisinde bir halîfe adayına bey'at edilmeyecek olursa Hz Ali'yi bir kaç ileri gelen sahabî ile birlikte öldüreceklerini bildirdiler Bunun üzerine Sahâbenin ısrarı karşısında Hz Ali, halifeliği kabul etmek zorunda kaldı İsyancıların halîfeliği kabul etmesi için Hz Ali'ye başvurmalarının birinde, Hz Ali onlara bu işe kendilerinin değil, Bedir Ashabı ile Şûrâ ehlinin yetkili olduğunu bildirdi Hz Ali'ye çoğunluk bey'at etmekle birlikte, bey'at etmeyenler de vardı Bu bey'at etmeyenler arasında sahâbeden olan kimseler de bulunuyordu Hatta Şam halkı, başta Muâviye olmak üzere, toptan bey'at etmemişti Böylelikle, Hz Ali'nin halifeliği çoğunluğunun bey'atı ile gerçekleşmiş oluyordu (İbn Sa'd age, III, 31-2; İbnu'l-Esir age, III 98; İbn Kuteybe age, I, 47-52; Şiblî Asr-ı Saadet, V, 76; Ashâb-ı Kiram, I; 307) Râşid halifelerin başa geçme şekilleri ile ilgili açıklamalar, kısaca bunlardan ibârettir Bu dört halife hakkında Hz Peygamber'in övücü, değerlerini açıklayıcı pek çok hadîsi vardır (Meselâ bk: Buharî Fedâilu's sahabi n-Nebeviyye, 7, 8, 9; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe; Ebû Dâvûd, Sünne 8; Dârimî, Sünen, Rü'ya 13, vs) Ashab da bu kanaatleri paylaşıyordu Ondan sonra gelenler de -bazı fırkaların dışında- hepsi hakkında olumlu düşünür Onları başa geçme şekillerinin meşrûluğu kadar, uygulamalarının da İslâm'ın özüne tam anlamıyla uygunluk gösterdiği açıkça kabul edilir Bu nedenle Raşid Halîfeler dönemi uygulamaları, her yönüyle kaynak kabul edilmiştir Bu arada Raşid halifelerin siyasî uygulamalarında da İslâm idare hukukunun çok önemli noktalarını açıklığa kavuşturdukları şüphesizdir Hz Peygamber (sas)'in peygamber olmasıyla başlayan Saadet Asrı, Hz Ali'nin şehîd edilmesiyle sona erer Bu parlak dönem, müslümanların yalnızca övündükleri tarihî bir miras değildir Aynı zamanda çağlar boyunca İslâm toplumlarının "boyasıyla boyanmak istedikleri" eşsiz bir dönemdir Çünkü bu çağın insanları "İnsanların yararına çıkartılmış, Allah'a inanmaları nedeniyle, iyilikleri emreden, kötülüklerden vazgeçirmeye çalışan en hayırlı bir ümmetti" (Alu İmrân, 3/110) Hz Ali'nin başa geçmesine rağmen Şam valisi Muâviye b Ebi Süfyan Hz Osman'ın katillerinin bulunmasını ileri sürerek, ona bey'at etmekten kaçınmıştır Mesele Hz Ali'nin şehid edilmesi, sonradan Hz Hasan'ın halîfelikten Muâviye lehine feragati üzerine, belirli bir süre için siyasî planda da olsa kapanmış oluyordu Hz Hasan, Muâviye'den sonra halîfeliğe kendisi geçmek şartıyla feragatte bulunmuştu Ancak bir süre sonra Hz Hasan'ın vefatıyla, Muâviye'nin kendisinden sonra oğlu Yezid'i veliahd tayin edip, onun için hayattayken bey'at alması, Râşid Halîfeler dönemine son vermiş oldu Artık nebevî hilâfetin yerini meliklik (krallık) almış oluyordu Bu durum böylece sonuna kadar devam etti; devlet başkanlığı belirli ailelerin tekelinde kalmış oldu Zaman zaman başa geçen bazı yöneticiler âdil uygulamalarda bulundular; Şeriât hükümlerinin dışına çıkmadılar Bu arada İslâm'a aykırı bir sürü iş yapıldı Devlet eliyle yapılan İslâm'a aykırı bu uygulamalar, zamanla arttı; bazan da azaldı Fakat günahkârlıklarına rağmen bu yöneticiler, İslâm dışı bir düzeni arzulamış veya bütünüyle İslâm'a aykırı hükümler getirmiş değildirler İlk olarak halifeliğin tartışılabilir ölçüler içerisinde bile olsa, melikliğe veya saltanata dönüşmesi, elbette ki İslâm'dan önemli bir sapmadır Siyasî hayatta başlayan bu sapmalar artmış ve bunlar yakın bir tarihte kelimenin tam anlamıyla İslâm toplumunun "özünün değişmesi" ile sonuçlanmıştır |
İslam Ansiklöpedisi (H) |
11-04-2012 | #10 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Ansiklöpedisi (H)Hîle Aldatacak tarz ve tedbir Sahtekarlık, düzenbazlık Başkasını kurnazca hareket ve fiilleriyle aldatmak Alış-verişlerde hîleden maksat, bir kimseyi söz, fiil ve davranışlarıyla etkileyerek, satım akdinin onun yararına olduğunu telkin etmek ve onu piyasa fiyatının dışında bir satış bedeli ödemeye razı etmektir Hîle, ayet ve hadislerle yasaklanmıştır Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Ey iman edenler, Allah'a ve Peygambere hâinlik etmeyin Kendiniz bilip dururken emânetlerinize de hâinlik etmeyiniz" (el-Enfâl, 8/27) Ebû Hureyre (ö 57/676)'den rivâyete göre, Hz Peygamber bir gün pazar yerinden geçerken elini bir hububât yığınının içine sokmuş, altının ıslak olduğunu görünce satıcıya sebebini sormuştur Satıcı yağan yağmurun ıslattığını bildirince, Allah'ın elçisi şöyle buyurmuştur: "Bu ıslaklığı herkesin görmesi için hububatın üzerine çıkarman gerekmez miydi? Hîle yapan, bizi aldatan benden değildir" (Müslim, İman, 164; Ebû Davud, Büyû', 50; Tirmizî, Büyû', 72) Bu hadis alış-verişte hile yapmanın yasak olduğunu gösterir Satılan malda ayıp varsa, satıcının bunu müşteriye açıklaması gerekir Ticaret örfünde, satılacak malın kıymetini ve dolayısıyla satış bedelini azaltan kusurlara "ayıp" denir (Ali Haydar, Düraru'l Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, I, 554 vd; Mecelle, mad, 338) Hadis-i şerifte şöyle buyurulur: "Satıcı doğru söyler ve sattığı şeyin ayıbını açıkça beyan ederse, satışı bereketli olur Yalan söyler ve sattığı malın ayıbını gizlerse, satışın bereketi yok olur" (Buhârî) Cenâb-ı Allah şöyle buyurur: "Ey iman edenler, birbirinizin mallarını bâtıl yollarla yemeyiniz Bu mallar, sizden karşılıklı rızaya dayanan bir ticaret yoluyla olursa bu müstesnâdır" (en-Nisâ, 4/29) "Azap olsun, ölçü de tartıda noksanlık edenlere Onlar insanlardan ölçüp aldıkları zaman tam olarak alırlar; fakat insanlara verilmek üzere ölçtükleri veya onlara tarttıkları zaman eksiltirler" (el-Mutaffifın, 83/1, 2, 3) "Ölçüyü ve tartıyı doğru yapın Biz insana ancak gücünün yeteceği kadarını yükleriz" (el-En'âm, 6/ 152) "Ölçüyü tam yapın, eksiltenlerden olmayın, doğru terazi ile tartın İnsanların hakkını azaltmayın Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın"(eş-Şuarâ, 26/181-183) Bu ve benzeri âyet ve hadisler müslümanın bütün iş ve muâmelelerinde doğru hareket etmesini hîle ve hud'adan uzak durmasını bildirmektedir Allah Rasûlü özellikle ticaret yapanlara bu konuda şu tavsiyede bulunmuştur: "Bu tüccarlar topluluğu, alış-verişe boş söz ve yalan yere yemin çokça karıştığı için bunu sadakalarınızla telâfi ediniz" (Ebû Dâvud, Büyû', 1) Hîle, ya sözle veya fiille karşı tarafı etkilemek suretiyle vuku bulur Sözlü hile; tarafların birbirini etkilemek ve akde razı etmek için, bir takım aldatıcı ve yanıltıcı sözler konuşmasıdır Amaç, ayıplı bir malı, müşteriye ayıpsız gibi satmak veya normalin üstünde bir fiyatla satışı gerçekleştirmektir Meselâ, satılan malı mevcut olmayan sıfatlarla övmek, malın kusurunu giılemek, üçüncü bir kişi aracılığı ile fiyatın yükselmesini sağlamak bunlar arasındadır (Abdülkerîm Zeydan, İslâm Hukukuna Giriş, Terc Ali Şafak, İstanbul (ty), s 521) Fiilî hile ise; taraflardan birisinin diğerini etkilemek ve alış verişe razı etmek için birtakım hîleli hareketler yapmasıdır Meselâ; kalitesi düşük bir mala, aynı cins fakat kalitesi yüksek bir malın damgasını vurmak; kalan değeri yüksek olan kömüre düşük kalitelisini karıştırmak; sütsüz ineğin memelerini bağlayarak süt biriktirmek ve alıcıya çok süt varmış gibi göstermek (Buhârî, Büyû', 64) ve böylece normal fiyatının üstünde fâhiş gabn * derecesinde bir satış bedeli ile satmak gibi hilelerdir Günlük hayatta buna benzer pek çok hile ve aldatma çeşitleri görülmektedir İşte, İslâm bütün hîle ve aldatmaları yasaklamış, müslümanın özünün ve sözünün bir olmasını istemiştir Bütün namazların her rek'atında okunan Fâtiha suresinde "Ey-Rabbimiz, bizi dosdoğru yola ilet" (el-Fatiha, 1/6) dûasının tekrar edilmesi toplumu en doğruya, en güzele ulaştırma amacına yöneliktir Hamdi DÖNDÜREN HÎLE-İ ŞER'İYYE Hîle, çözüm, çare, beceriklilik demektir Çıkış yolu anlamına gelen mahrec ve çoğulu mehâric de hîlenin eş anlamlısı olarak kullanılır Hîle-i şer'iyye; amel ve tasarrufları şekil ve dış görünüş bakımından fıkha uygun düşürmek, İslâm'da yasak olan hususları görünüşte meşrû olarak yapabilmek için bulunan yollar, çâreler, çıkış noktaları demektir Karşılaşılan güçlüğü çözmeye çalışırken başvurulan muâmeleye "muâmele-i şer'iyye", bu işlem sonucu kazanç elde edilmişse, buna da "ribh-i şer'î" denir Meşrû kâr demektir Hîle prensibi ilk Hanefî müctehidlerince İslâm hukukunu yürüyen hayatla uyumlu hâle getirmek, zarûret yoluyla haramların mübah sayılmasını azaltmak, insanların apaçık şer'î kaideleri çiğnemesini önlemek gibi güzel amaçlar için kullanılmış ve daha çok yemin, talâk (boşanma) gibi konularda uygulanmıştır Ancak bu kaide zamanla çığırından çıkmış "kanuna karşı hile yapmak" şekline dönüşmüştür İmam Muhammed, muâmele-i şer'iyyeye "iyne" adım vermiştir Bu yüzden iyne satışını açıklığa kavuşturmak hîle-i şer'iyyeyi anlamaya yardımcı olur Hz Peygamber şöyle buyurmuştur: "Însanlar dinar ve dirhemlerin peşine düşer, iyne satışı yapar, hayvancılık yapar ve Allah yolunda cihadı terkederlerse, Allah onlara bir belâ indirir ve bu belâyı yeniden dinlerine dönünceye kadar da kaldırmaz" (Ebû Dâvud, Büyû', 54; Melâhim,10; Ahmed b Hanbel, II, 42) İyne satışı, ödünç para isteyen bir kimseye bir malını veresiye bir bedelle satmak, aynı malı daha az peşin bir bedelle geri almaktır Bu konudaki bir uygulama örneğini Ebu'l-âli'ye HzÂişe'den şöyle nakleder: "Zeyd b Erkam (ö 66/689)'ın ümmü veledi olan bir kadın O'na dedi ki: Ey mü'minlerin annesi, Zeyd'e veresiye sekizyüç dirheme bir köle sattım Sonra onu ondan altıyüz dirheme peşin satın aldım Hz Aişe şöyle dedi: Ne kötü bir satım, ne kötü bir alım yaptın Zeyd'e şunu bildir ki, eğer tevbe etmezse Rasûlullah (sas) ile yaptığı cihadın sevabım kaybetmiş olur Kadın dedi ki; "Satışı bozup, altı yüze geri alsan olmaz mı?" "tabii, kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse, önceden verdiği kendinindir" (el-Bakara, 2/275) (Ahmet b Hanbel, IV,180; el-Kâsâni, Bedâyiu's-Sanâyi', V, 198, 199; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletühu, Dimaşk 1984, IV, 469) Şâfiîler dışında İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu iyne satışını geçersiz saymışlardır Çünkü bu fâize götürür Hanefîlerden Ebû Yusuf ise "iyne câizdir ve sevabı vardır Sevabının olması haramdan kaçınmayı sağladığı içindir" (Kâdîhân, II, 244, 245) demiştir İmam Muhammed ise, iyne satışını faizcilerin uydurduğunu ve bu akde kalben razı olamadığını söyler (İbnü'l-hümâm, Fethu'l-kadîr, V, 207, 208; İbn Âbidîn, age, IV, 244) Muâmele-i Şer'iyyesiz alınacak bir kâr mutlaka haramdır Fakat muâmele-i şer'iyye suretinde İmam Ebû Yusuf'a göre riba kalkar kâr câiz olur Bu bir şer'î kurtuluş yoludur Çünkü yetimin veya vakfın malını velî veya mütevellî bir kimseye kârsız (ribhsiz) karz olarak veremez, fâiz alması ise haramdır O halde meşrû bir alım-satım akdi vasıtasiyle bunların menfaatleri sağlanmış olur Artık bu muâmeleyi gayr-i meşrû bir hiyle olarak kabul etmek doğru değildir" (Ö N Bilmen, Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul 1969, V, 47-48) Ö N Bilmen, diğer borçlar konusunda farklı sonuca ulaşır ve şöyle der: "Ödünç para alanın üzerine, muâmele-i şer'iyye ile bir kâr (ribh) yüklemek sahih ise de, fakihlerin büyük çoğunluğuna göre kerâhetten uzak değildir İbnü'l-Hümâm Fethu'l Kadîr'de şöyle der: Böyle bir işlemde kerâhet yoktur Şu kadar var ki, bu tercihe şayan değildir Çünkü bundan karz-ı hasen suretiyle yapılacak bir iyilikten yüz çevirme vardır (Ö N Bilmen, age, VI, 100, 101) Hanefilerde genel olarak muâmele-i şer'iyye faiz sayılmayarak câiz görülmüş, dolayısıyla uygulama bu şekilde olmuş, fetvalar ile hükümler bu yolda verilegelmiştir Osmanlı sultanları hâkim ve müftîlerin, Hanefi mezhebinde sahih görülen görüşlerle hüküm ve fetvâ vermelerini emretmiştir (Ali Haydar, Dürarü'l-Hükkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, IV, 696-700, İstanbul 1330) Bunun bir sonucu olarak Belh fakîhleri; "Zamanımızda iyne usulüne göre yapıları alış-veriş, çarşılarımızda yapılmakta olan alışverişlerden hayırlıdır" demişlerdir Ancak hîle-i şer'iyye açıkça veya gizlice fâizli işleme yol açmamalıdır Mecelle'de de yer aldığı gibi "akitlerde itibar lafza değil mânâyadır" Diğer yandan, alacaklıya menfaat sağlayan borç akdinin, bütün mezheplerce fâiz sayılarak yasaklandığı görülür (Abdurrahman b Süleyman (Damad) Mecmau'l Enhur, İstanbul 1301, II, 303) Bu yüzden yapılan akit gerçekçi olmalı, yapmacık olmamalıdır Amellerin niyetlere göre olduğu âyet ve mütevatir hadîslerle sâbittir Bu hüküm amellerin âhiretteki durumu ile ilgili görülse bile, akitlerde tarafların gerçek niyet, maksat ve iradelerini araştırmaya bir engel yoktur Meselâ, bir kimse ödünç olarak 1000 gram altın verip, yıl sonunda 1300 gram olarak geri alsa, bu işlem, bir İslâm ülkesinde fâiz sayılacaktır Bunun yerine evini 1000 gr altın karşılığında satıp, bir yıl sonra 1300 gr altına geri alsa, bu bir alım satım muamelesi olur 300 gr fazlalık kârdır Ancak alım-satım faizi gizlemek için yapılmışsa o zaman muvazaalı bir akit sözkonusu olur Böyle bir durumda Ebû Hanîfe ve İmam Şâfiî'ye göre dışa karşı açıkça yapılan satım akdi geçerli sayılır Meselâ; evi alan, artık bir yıl sonra tekrar geri satmaya zorlanamaz İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre ise tarafların gerçek iradesi araştırılır Gerçek irade satım akdi ise ona göre, fâiz alıp-vermek ise, buna göre işlem yapılır (el-Mavsılî, el-İhtiyar Li Ta'lîli'l-muhtâr, II, 21; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî, I, 171) Kanun boşluklarından yararlanarak, kanuna karşı hîle yapmak isteyenler her devirde olmuştur Hükümlerin amaçlarından ve özünden uzaklaşmamak için akitlerde gerçek iradeyi araştırmak veya Ebû Hanîfe'nin dediği gibi dış görünüşe (âhire) göre hükmetmek gerekir Bu taktirde hîle-i şer'iyyelerin önüne geçilebilir veya bu konuda tarafların muvâzaalı akit değil de gerçek akitler yapması sağlanabilir Bize kadar ulaşan hîle ve mehâric kitapları daha çok Hanefi ve Şâfiîlere aittir İmam Muhammed (ö189/805)'in el-Hiyel ve'l Mehâric'ini el Hâkim eş-Şehîd özetlemiş, İmam Serahsî de bunu şerhetmiştir el-Hiyel'in iki ayn rivâyeti Sahabe tarafından " el Mehâric fi-Hiyel" adıyle neşredilmiştir (Leipzig, 1930) el-Hassâf, Alî b Muhammed en-Nehaî ve Sad b A es-Semerkandî gibi fakihlerin de müstakil "el Hiyel" kitapları vardır Diğer bir takım fıkıh ve fetvâ kitaplarında da hiyel için fasıllar açılmıştır Şâfiîlerden Gazâlî ve İbn Ziyad gibi âlimler hiyele cephe almışlarsa da, İbn Hacer, Fetâvâ'sında bunlara karşı çıkmış ve uygulamayı hiyelin lehine çevirmiştir Hîle-i şer'iyye usûlüne en büyük tepki Hanbelîlerden İbn Teymiyye (ö728/1327) ile öğrencisi İbnü'l-Kayyim (ö 751/1350)'den gelmiştir İbn Teymiye'nin " Kıyamu'd Delîl alâ Butlânu't-Tahlîl", İbn Kayyim'in " Î'lâmü'l-muvakkıîn ve İgâsetü'l-Lehfân" isimli eserlerinde bu konu geniş olarak tartışılmış, "gaye ve çâre mübah ise hîle mübah, değilse hîle haramdır" sonucuna varılmıştır (İbn Teymiyye Mecmau'l-Fetâvâ, XXIX, 446; İbn Kayyim, İ'lâmü'l-Muvakkıîn, Mısır 1955, III,107-417, İgâsetü'l-Lehfân, Mısır 1310, s 183-285; A Emîn, Duha'l-İslâm, II, 190 vd) Hamdi DÖNDÜREN HİLEKÂR, HÎLEKÂRLIK Hîleci, hîle yapan, düzenbaz, oyuncu Hîlekârlık, ayin kökten Arapça, Farsça bileşik isimdir Bir işi, muhatabını yanıltarak yapmaya sevk eden kimseye "hîlekâr" denir Hîle ahlâka aykırı bir davranış olup, bütün semavî dinlerde yasaklanmıştır Kur'ân-ı Kerîm'de Hz Şuayb (as)'ın kavmini hîleye karşı uyarışı şöyle ifade edilir: "Ey kavmim, Allâh'a kulluk edin, sizin için ondan başka ilâh yoktur Ölçü ve tartıyı eksik tutmayın Ben sizi bolluk ve bereket içinde görüyorum Sizin için çepeçevre kuşatacak bir günün azabından korkarım" (Hud, 11 /84) Hz Şu'ayb (as) puta tapan Medyen halkını yalnız Allah'ın hakimiyetini tanıyan tevhîd dinine çalıştır Onlar ölçüleriyle, tartılarıyla ve silik, ke**** vezni eksik paralarıyla devamlı halkı aldatırlardı Zeyd b Eslem (ö 136/753)'den rivâyete göre, bunlar dirhemlerin (gümüş para), dinarların (altın para) etrafını keserek bunları piyasaya sayı ile sürerler, halktan alırken de bu paraları tartı ile kabul ederlerdi,Şuayb (as), onları bu hîle ve hud'alarından vazgeçirmeye çalışmış, söz dinlememeleri sonucu helâk olmuşlardır Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle haber verilir: "Azab emrimiz gelince, Şuayb'ı ve onunla birlikte iman edenleri rahmetimizle kurtardık Zulümleri ise, korkunç bir çığlık yakaladı Böylece yurtlarında dizüstü yığılıp kaldılar" (Hud, I1/94) Medyen halkının bu felâketle karılaşmasında iki sebep geçerli olmuştur 1) Puta tapıcı olmaları, 2) Alış-verişte hilekârlık yapmaları (Tecrîd-i Sarih Tercümesi, VII, 293-298) (Daha geniş bilgi için bk Hile) Hamdi DÖNDÜREN HİLFU'L-FUDÛL Zulme karşı İslâm öncesi Arapların yaptığı Hz Peygamber'in de katıldığı antlaşma Bütün cahili toplumlar gibi İslam öncesi Arap toplumu da kuvvet sahibi zorbaların hâkim olduğu, zulüm ve haksızlığın kol gezdiği bir toplumdu Fil olayının yirminci yılında Ficâr savaşı olarak adlandırılan kanlı kabile kavgalarından sonra Mekke'de hiçbir yabancı ve koruyucusuz kimsenin mal, can ve namus güvenliği kalmamıştı İşler çığırından çıkmıştı Yabancı tacirlerin malları alınır, parası ödenmezdi Hac için gelenlerin hoşa giden kadın ve kızları zorla ellerinden alınır, kimsenin feryadına kulak asılmazdı Böyle bir ortamda Yemen Zebid kabilesinden bir adam Mekke'ye satmak için bir deve yük mal getirmişti Mekke'nin ileri gelenlerinden As b Vail, Zebidî'nin mallarını almış fakat parasını ödememişti Zavallı Zebidî parasını almak için Mekke'nin güçlü ailelerine başvurdu ise de bir sonuç alamadı Başvurduğu kimseler yardım etmek bir yana, aşağılayarak kovmuşlardı adamı Uğradığı zulümden bağrı yanan Zebidî, bir sabah Ebu Kubeys dağına çıkarak Kâbe çevresinde toplanan Mekke halkına, "ey Fihr halkı" hitabıyla uğradığı zulmü şiir biçiminde haykırdı Bunun üzerine Hz Peygamber'in amcası Zübeyr bir daha böyle olayların tekrarlanmasını engellemek düşüncesiyle girişimlerde bulundu Kendisine katılan Hâşim, Muttalib, Zühre, Esed, Hâris ve Teymoğullarının ileri gelenleri ile birlikte Mekke'nin zengin ve saygı değer adamlarından Abdullah b Cud'an'ın evinde toplandılar Uzun görüşmelerden sonra Mekke'de hiçbir yabancı ve yerli kimsenin zulme uğramasına meydan verilmemesi, hakları alınıncaya kadar mazlumların yanında hareket edilmesi yolunda karar aldılar Yakubî'ye göre antlaşma şu şekilde gerçekleştirildi: Abdulmuttalib'in kızı Atike veya Beyda ortaya hazırladığı bir çanak koku koydu Oradakiler birer birer ayağa kalkıp elini çanaktaki kokuya batırarak, "Vallahi, bundan böyle Mekke'de yerli olsun, yabancı olsun, zulme uğramış hiç bir kimse bırakmayacağız Zulme meydan vermeyeceğiz Mazlumlar zalimlerden haklarını alıncaya kadar mazlumlarla birlikte hareket edeceğiz Denizlerin bir kıl parçasını ıslatacak suları kalmayıncaya, Hira ve Sebir dağları yerlerinden silinip gidinceye, Kâbe'ye istilam ibadeti ortadan kalkıncaya kadar bu ahdimizde sebat edeceğiz" diye and içtiler Bu antlaşma, daha önceki zamanlarda aynı amaçla Cürhüm ve Katura kabilesinde Fadl ve Hidayl adlı bir kaç kişinin yaptıkları andlaşmaya çok benzediği için onların adına izafe edilerek "Fadl'ların andlaşması" anlamındaki "Hıtfu'l-Fudûl" olarak adlandırılmıştır Fudûl kelimesi "fazlalık şey" anlamına da gelmektedir Bu antlaşmayı yapanlar zulmedenlere fazladan zulmen alınan mallarını geri vermek üzere yemin ettikleri için bu isimle anılmıştır da denilir Andlaşmaya katılanlar ilk iş olarak As b Vail'in kapısı önüne dikilmiş ve ondan Zebidî'nin hakkını almışlardır Daha sonra da benzeri olaylarda zulmün ortadan kaldırılması yolunda başarılı girişimleri olmuştur Bunlara örnek olarak anılan iki olay şöyledir: Has'am kabilesinden birisi kızı ile birlikte Hac için Mekke'ye gelir Mekke'nin güçlü kişilerinden Nübeyh b Haccac çok beğendiği kızı babasının elinden zorla alarak evine kapatır Kızını kurtarmak için çırpınıp duran adama Hılfu'l-Fudûl'a başvurması tavsiye edilir Adamın başvurusu üzerine hemen Nubeyh'in evi kuşatılır ve çaresiz kalan zalim, kızı babasına teslim eder Sumale kabilesinden bir tacir mallarını bir kısmını Mekke reislerinden Ubey b Halef'e satar Ancak Ubey üzerinde anlaştıkları bedeli tacire ödemez Hılfu'l-Fudûl'a başvuran adama, "şimdi sen hemen Ubey'e git ve ona Fudulî'lerden geldiğini, ödemeyi derhal yapmazsa biıim gelişimizi beklemesini söyle" derler Bu haber Ubey'e ulaşınca vakit geçirmeden adamın parasını öder "Fadl'lar Andlaşması"na, o zaman yirmi yaşlarında olan Rasul-i Ekrem (sas) de katılmıştır Ahmed b Hanbel'in rivayetine göre Hazret-i Peygamber bu antlaşma hakkında şöyle demiştir: "Âbdullah b Cud'an'ın evinde yapılan And'da ben de bulundum Bence o and kırmızı tüylü bir deve sürüsüne malik olmaktan daha sevgilidir O zaman Haşim, Zühre ve Teym Oğulları, deniz bir kıl parçasını ıslatacak kadar suya malik oldukça mazlumlarla birlikte bulunacaklarına and içmişlerdi Ben ona İslâm devrinde bile çağrılsam icabet ederdim"(Ahmed b Hanbel, I,190, 193) Andlaşmaya katılanlar sonradan aralarına başka kimseleri alamadıkları için onların ölümüyle "hılfu'l-fudûl" son bulmuştur Fakat fiilen devam etmese de yıllarca sonra bile hılfu'l-Fudûl'dan söz etmek zalimleri korkutmaya yetmiştir Nitekim Muaviye'nin yönetimi döneminde Medine valisi Velid b Utbe, bir meseleden dolayı kendisine zulmetmeye kalkışınca Hazreti Hüseyin, "vallahi, ya adalete riayet eder hakkımı verirsin, yahut kılıcımı sıyırarak Rasûlullah'ın Mescidi'nin kapısına dikilir halkı Hılfu'l-Fudûl'a davet ederim" diyerek onu tehdit etmiştir Bunu duyan Abdullah b Zübeyr, "Vallahi, eğer Hüseyin böyle bir davette bulunacak olursa, ben de kılıcımı çeker, ona adalet üzerine hakkı verilinceye kadar onunla birlikte ayaklanırım, yahut hep ölürüz" demiş, buna daha başkaları da katılınca Velid çaresiz Hazreti Hüseyin'e hakkını teslim etmiştir Ahmed ÖZALP HİLL Haremin dışında kalan saha, mübah, hedef, ikâmet eden gibi anlamlara gelir Bir fıkıh terimi olarak hill; hac veya umre için ihrama girme yerleri olan mikatlarla, Kâbe'nin harem bölgesi arasında kalan bölgeyi ifade eder Bu yörede oturan halka "ehlü'hıll", hâc veya umre için, mikatlerin dışında kalan belde veya ülkelerden hicaza gelenlere ise "âfâkî" denir Mekke'de oturanların hac için ihrama girme yeri, bulundukları yerdir Hz Peygamber Mekkelilerin bulundukları yerden ihrama girebileceklerini bildirmiştir (Buhârî, Hac, 9,11; Müslim, Hac,1 l, Ebû Dâvud, Menâ**** 23) Evi Mekke'nin dışında, ancak harem bölgesinde bulunanların durumu da böyledir Ancak bunların Mescid-i Haram'dan ihrama girmeleri mendub'tur Mekkelilerin Umre için mikatı ise, hıll bölgesinin bir adım bile olsa hareme en yakın yeridir Yolculuğun gerçekleşmesi için bu gereklidir Çünkü haccın edası, hıll'da bulunan Arafat'tadır İhramı ise harem'den olur Umre'nin edası harem bölgesinde cereyan eder İhramı da hıll bölgesinde olur ki, böylece ihramda hıll ve harem birleşmiş bulunur Çünkü bu, her ihramda bir şarttır Aksi halde yeniden geri dönüp ihram eksikliği giderilmedikçe bir kurban cezası gerekir Umre'de ihrama girmek için, yerlilere en faziletli hıll noktası, "Ten'îm" denilen yerdir Çünkü Hz Peygamber (sas), Abdurrahman b Ebî Bekr'e emir vererek, Hz Âişe'ye Ten'îm'den ihrama girerek Umre yaptırmıştır (Buhârî, Cihâd,125, Umre, 6; Müslim, Hac, 135; Tirmizî, Hac, 91) Hıll'ın, Mekke'ye en yakın yeri Ten îm, sonra, Cirâne, sonra Hudeybiye'dir Evleri, beş mıkatla, (bk Hac mad) harem bölgesi arasında bulunan ve "ehlü'l-hıll" denilen kimseler ise Hac veya Umre için, oldukları yerden veya hill'ın herhangi bir yerinden ihrama girebilirler Âyette; "hac ve Umre yi Allah için tamamlayınız" (el-Bakara, 2/196) buyurulur Hz Ali (ö 40/660) ve Abdullah b Mes'ûd (ö 32/632) bu âyeti, "ihrama ailesinin bulunduğu yerden girerek tamamlayınız" şeklinde tefsir etmişlerdir Sonuç olarak, mîkatlerden içerde oturanların hac veya umre için ihrama girme yerleri "hıll" bölgesidir Hanefilere göre, bu kimselerin, bir ihtiyaç sebebiyle, ihramsız olarak Mekke'ye girmeleri câizdir (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Senâyi', 1 baskı, Beyrut 1328/1910, II, 163, 167; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Kahire, ty, II, 131-134; el-Meydânî, el-Lübâb, Kahire, ty, I, 178 vd; eş-Şîrâzî, el-Muhezzeb, I, 202-204) İA HİLM (Hilim) Yumuşak huyluluk, yumuşak karakterlilik, sakin tabiatlılık, nefsi hakim olma hali Nefsi ve tab'ı, gazabın heyecanından alıkoymak Nefsini kızgınlığın heyecanından koruyan, hilm sahibi olan kimseye "halîm" denir Halîm, Kur'an-ı Kerîm'de çeşitli âyetlerde Allah Teala'nın sıfatı olarak geçer Çok sabırlı, isyanlarına rağmen isyan eden kişilere cezâ vermekte aceleci olmayan, gazabın kendisini kızdırmadığı, bir dalâlete düşenin düşüncesizliğinin, bir asînin isyan etmesinin kendisini öfkelendirmediği, af ve teennî sahibi kimse gibi anlamlara gelir Halîm aym zamanda, güçlü kuvvetli olduğu halde affeden, ceza vermekte acele etmeyen, teennî gösteren kimsedir Cezâlandırmaktan âciz olarak affeden kimse ise, hilm sahibi olamaz Bu gibilere halîm denilmez Hilm "bulûğ çağı" manâsına gelmekte olan "hulüm" ile aynı köktendir Çünkü ancak bu çağa ve yaşa erişen kimse, hilm vasfım taşıyabilir Çocukluk çağlarında iken bu vasfın dile getirilip zikredilmesi mümkün değildir Zira, yukarıda ifade edildiği gibi hilm, güçlü olmayı gerektirmektedir Hilm Kur'ân-ı Kerîm'de zikredildiği ayetlerin birinde şöyle geçer: "Doğrusu, zevâl bulmasın diye, gökleri ve yeri tutan Allah'tır Eğer onlar zevâle uğrarsa, O'ndan başka andolsun ki onları kimse tutamaz; muhakkak ki O Halîm'dir, Gafûr'dur" (el-Fâtır, 35/41) Surede bu âyetten önce geçen iki âyet ile, bundan sonra gelen âyette, inkâr edenlerin davranışları anlatılmaktadır Kullarını kendisine karşı isyan içinde gördüğü halde, O, halîm sıfatıyla onlara muamele ediyor, sabır gösteriyor, suçtan vazgeçme imkânı veriyor Arkasından, bu inkârdan dönenleri bir mağfiretin beklediğini ilân ediyor İşte bundan dolayı, "Halîmdir, Gafûr'dur" buyurmuştur Hilm; Kur'an-ı Kerîm'de mühlet verme, yumuşak davranma anlamlarına gelmek üzere de kullanılmıştır (el-İsra, 17/43-45) Allahu Teâla'nın hilm sıfatı Kur'ân-ı Kerîm'de aşağıda zikredilen şu hadise ve davranışlardan sonra geçmektedir Ağız alışanlığı ile yapılan yeminler (el-Bakara, 2/225); Kocası ölen kadınlara, iddet müddetleri bitmeden önce yapılan evlenme teklifleri (el-Bakara, 2/235); Verilen sadakaları minnet ederek boşa çıkarmak, sevâbını yok etmek (el-Bakara, 2/263); Allah Teala'nın emirlerini güç yettiğince yerine getirmek, cimrilikten sakındırmak, Allah yolunda harcayıp sarfetmek (et-Teğâbün, 64/17); Mü'minlerden cihad etmekten ve savaştan geri dönenler (Âlu İmrân, 3/155); Bildirilen mîras paylarına riâyet etmek (en-Nisâ, 4/12), Rasûlullah (sas)'in eşlerinin kendisine karşı davranışları (el-Ahzâb, 33/51), dînî hükümlerde zorluğa götürecek lüzumsuz soruların Hazreti Peygamber (sas)'e tevcih edilmesi (el-Mâide, 5/101) vb Maddeler halinde zikrettiğimiz bu âyetlerde geçen hilm cezalandırmakta aceleci olmamak, affetmek ve müsamahakârlık etmek anlamındadır Tolerans diye de ifade edilen müsamahakârlığı (hilm'a) dînî esaslardan fedakârlık etme şeklinde anlamak ve yorumlamak doğru değildir Zira buna kimsenin yetkisi yoktur Dîn, Allah'ın dîni; o esasın uygulanmasını isteyen de Allah'tır Yapılan bir kötülük veya ayıp, şayet toplumu ilgilendiriyorsa, onu hoş görmeye ve affetmeye çalışma, o hususta halîm-selîm davranma hakkı kimseye verilmemiştir Hazreti Aişe (ra) Peygamber efendimiz'in hilm anlayışını ve müsamahasını anlatırken şahsî hiç bir meselesinden, uğradığı zararlardan dolayı kimseyi incitmediğini, hiç bir kimseden intikam almaya kalkmadığını belirttikten sonra der ki: "Allah'a ait bir hak ayaklar altında çiğnenirse, onu hiç affetmez, hemen o kimseden Allah adına intikam alırdı" (Müslim, Fedâil, 79) Hilm sahibi ve hoşgörülü olmak, büyük gönüllerin işidir Kendinden emîn, yaptığının doğruluğundan şüphe etmeyen ve ilâhî hikmet gereği, insanoğlunun çeşitli hazımsızlık ve zaaflarla malûl olduğunu bilen asîl ve güçlü insanlar halîm ve müsamahakâr olabilirler Yüce Peygamberimiz, olgunluğun yüce doruğunda bulunduğu için şahsına karşı yapılan kalabalıkları hilmle ve tebessümle karşılamıştır İslâm Tarihi'nde Hz Osman'ın (ra) sıfatının "halîm" olduğu bilinmektedir Hasan Fehmi KUMANLIOĞLU HİLYE-İ SAADET Hilye; cevher, süs, sûret, görünüş ve güzel sıfatlar İslâmî ıstılahta hilye; Rasûlullah'ın yüce sıfatlarını anlatan manzûm veya nesir halindeki yazılara Hilye-i Saadet veya Hilye-i Şerif denilir Hilye-i Saadet, çok kere nesihle yazılmıştır Başta besmele yazılır, besmelenin sağından başlanarak Râşid halife (Hz Ebû Bekir, Hz Ömer, Hz Osman, Hz Ali) isimleri sülüsle yazılırdı Bu kısıma göbek tabir olunur Biraz daha aşağıda yine sûlüsle "Ve mâ ersalnâke illâ rahmeten li'lâlemîn" âyet-i kerîmesi yine sûlüsle yazılır ve bu âyetin altına da hilye-i saadetin geri kalan kısmı yazıldıktan sonra yazan şahsın adı kaydedilirdi Bu kısma da etek tâbir edilir Bu etek kısmının sağına ve soluna Efendimiz (sas) torunları olan Hz Hasan ve Hz Hüseyin (ra)'in adları yazılır Müslümanlar, Rasûl-i Ekrem Efendimiz (sas)'in her haline ve şekline son derece önem verdikleri için, usta san'atkârlar çok sayıda hilyeler yazmışlardır Bugün bile gayet san'atkârane yazılmış ve yapılmış Hilyelere, müzelerde veya şahısların meydana getirdikleri özel kolleksiyonlarında rastlamak mümkündür Yahya ALKIN HİRÂ MAĞARASI Peygamber Efendimize ilk vahyin nâzil olduğu mağara Hirâ aslında, Mekke'nin üç mil kuzeydoğusunda bir dağın adı olup bu dağdaki bir mağarada Peygamber efendimize ilk vahyin gelmesiyle İslam tarihinde meşhur olmuştur İlk vahyin geldiği mekân oluşu sebebiyle bu dağa "Cebelü'n-nûr (Nur Dağı)" adı da verilir Peygamber efendimiz, risâlet görevinin kendisine verilmesinden önce, özellikle 35 yaşından sonra Mekke'nin şirk, ahlâksızlık, haksızlık ve zulümle dolu havasından sıyrılarak sık, sık Hirâ Dağı'ndaki bu mağaraya gidip uzlete çekiliyor, Hirâ Mağarası'nda kendisini Allah'a vererek O'nun varlığını, birliğini, kudret ve azametini; insanların aczini ve Allah'a olan ihtiyaçlarını, ama buna karşılık onların isyanını, ahlâksızlık ve sapıklıklarını tefekkür ederek Cenâb-ı Hakk'a ubûdiyette bulunuyordu İşte bu şekilde Hak Teâlâ'ya kullukta bulunduğu anlardan birisinde kırk yaşında iken bu mağarada O'na ilk vahiy indirildi ve peygamberlik verildi Rasûlü Ekrem, peygamberliğinden sonra da bazan Hirâ Dağı'na gitmiştir Meselâ bir defasında ashâbından bir grupla Hirâ'nın zirvesine çıkmış, bu sırada dağ sarsılıp sallanmaya başlamıştı Bunun üzerine Peygamber efendimiz; "Sâkin ol, ey Hirâ! Şu anda senin üzerinde bulunanlar ya bir peygamber, ya bir sıddîk, ya bir şehittir" buyurmuştu (Müslim, Fedâilü's-Sahâbe, 50) Hirâ Dağı'nda susuzluk sebebiyle hemen hemen hiç nebat ve ağaç mevcut değildir Sadece çok az miktarda dikenli çalılar görülür Hirâ Mağarası bugün dahi mevcûdiyetini korumakta olup hacca ve umreye gidenlerin ziyaret ettiği bir yerdir Ahmet ÖNKAL |
İslam Ansiklöpedisi (H) |
11-04-2012 | #11 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Ansiklöpedisi (H)Hristiyanlik Hz İsa'nın tebliğ ettiği fakat daha sonraları tahrif edilen din Günümüzde dünyanın her tarafından mensubu bulunan ve dünya nüfusunun l/5'inin dini olan Hrıstiyanlık, Filistin bölgesinde doğmuş evrensel bir dindir Bir milyar civarında mensubu vardır Menşei itibariyle vahye dayanan ve kutsal kitabı olan, özde tek tanrılı olmakla beraber, sonradan teslis inancına dönüştürülmüş bir dindir Bu dinde ayrıca peygamber, melek, âhiret kader gibi dini kavramlar bulunsa da, bu kavramları anlayış ve açıklayış şekli İslâm'dakinden farklıdır Hristiyanlıkta Hz İsa merkezi bir öneme sahiptir Bugünkü Hristiyanlık, Yahudilikteki inanç ve ibadet gelenekleriyle, Yunan-Roma (Greko-Romen) âleminin kültürlerini birleştiren bir kurtarıcı tanrı dinidir Nâsıralı İsa'yı merkeze alan bir Yahudi Mesihi hareketidir İsa, İsrâil'i, gelecek tanrı'nın krallığı'na hazırlamak istemiştir Ancak bugünkü Hristiyanlık, İsa'nın havârîlerinin arasına sonradan giren Pavlus'un yorumları ile değişik bir hüviyet kazanmıştır (Annemarie Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, Ankara 1955, s 117 VD A Abdullah Masdûsi, Yaşayan Dünya Dinleri (trc Mesud Sadak), İstanbul 1981, s 170-201; Ekrim Sarıkcıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, İstanbul 1983, s 200 vd; Günay Tümer-Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara 1988, s 136 vd) Hristiyan, Mesih'e bağlı demektir Bu kelime, Yunanca "Hristos"tan gelir İbranîcesi "Maşiah"dir, yağlanmış anlamını ifade eder İncillerde "Hristiyan", "Hristiyanlık" gibi terimler yer almaz Bu terimler, ilk defa Hz İsa'dan 20-30 sene sonra Antakya'da kullanılmıştır (Resullerin işleri, XI, 26) İnciller daha çok, Hz İsa'ya ağırlık vermektedirler ve onun bir tür hayat hikayesi durumundadırlar Hristiyanlık aslında tek tanrı anlayışını esas alan bir dindir İncillerde ve diğer yazılarda bu hükmü doğrulayacak ifadeler vardır Allah'ın birliğinden söz edilmektedir (Yuhanna, V, 44) Fakat yine aynı metinlerde bir kısım ifadeler, mecâzî deyimler, daha sonraları bir üçleme (teslis) anlayışına yol açmıştır Bunda, İncil yazarları ile Hz İsa arasındaki zaman aralığının rolü vardır Öte yandan, Hristiyan Kutsal Kitabı'nda teslis, hiç bir yerde açıkça zikredilmemiştir Ancak "ben ve baba biriz", "baba'nızın ruhu", "Allah'ın ruhu" gibi ifadeler, zamanla Allah'ın yanında İsa ve kutsal rûhun da tanrı sayılmasına kadar varan yorumlara yol açmıştır Bu yorumları ilk başlatan, havârîlere sonradan katılan Pavlus olmuştur "Hz İsâ zamanındaki en büyük ilâhiyatçısı" olarak tanımlanan Pavlus, bugünkü Hristiyanlığın kurucusu olarak bilinmektedir Modern bilginlere göre günümüz hristiyanlığı, Hz İsa'nın getirdiği nizamdan çok, Pavlus'un yorumlarından ibarettir Hatta denilebilir ki, sonraki yüzyıllar, dini inançlarını İncillerden çok, onun yorumlarına dayandırdılar Pavlus'un telkinleri, Allah'ı değil, İsa Mesih'i ağırlık merkezi olarak almıştır Ona göre İsa, sâdece bir insan değil, Tanrı'nın kudretiyle diriltilen bir kimse idi Hz İsa'nın çarmıha gerilmiş olması ve tekrar dirilmesi, insanların Hz Âdem'in Cennet'te, yasak meyveden yemiş olması sebebiyle doğuştan günahkâr oldukları inançları da Pavlus tarafından Hristiyanlığa sokulmuştur Görüldüğü gibi bugünkü Hristiyanlık, Pavlus'un yorumlarına dayanır Gerek dinin aslî şekli, gerekse kutsal kitabları olan İncil, tahrifata uğramıştır Artık Hristiyanlık muharref bir dindir Bunun içindir ki, günümüz hristiyanlarının benimsediği Hristiyanlık ile, Kur'ân-ı Kerîm'in bize bildirdiği Hristiyanlık, birbirinden tamamen farklıdır Kur'ân-ı Kerîm'de Hristiyan için "Nasrânî", Hristiyanlar için de "Nasârâ" kelimeleri kullanılmıştır (Âli İmran, 3/67; el-Bakara, 2/62, 111, 113, 135, 140; el-Mâide, 5/14, 18, 51, 69, 82; et-Tevbe, 9/30; el-Hacc, 22/17) Ayrıca, "Ehl-i Kitap" ifadesinin yer aldığı âyetlerde, Hristiyanlar da muhatap alınmıştır Meselâ "De ki; ey Ehl-i kitap! Aramızda eşit olan bir kelimeye gelin Yalnız Allah'a kulluk (ibadet) edelim ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım" (Âli İmrân, 3/64) âyetinde olduğu gibi Kur'ân-ı Kerim'e göre, Yahudiler gibi Hristiyanlar da verdikleri sözde durmadıkları için, kıyamete kadar aralarına düşmanlık ve kin salınmıştır Hz Muhammed onlara da gönderilmiş bir elçidir O, Ehl-i Kitab'ın gizledikleri ve sakladıkları şeylerin çoğunu onlara açıklamıştır Ancak Yahudi ve Hristiyanlar, kendilerinin "Allah'ın oğulları ve sevgilileri" olduklarını söyleyerek, Hz Muhammed'e karşı çıkmışlardır Yahudiler Uzeyr'i, Hristiyanlar da İsa'yı Allah'ın oğlu saymışlardır İnsanları tanrılaştırdıkları için de küfre girmişlerdir (el-Mâide, 5/12-18; et-Tevbe, 9/20) Allah'a çocuk isnad etmekle Tevhid'in özüne ve rûhuna aykırı hareket etmişlerdir Halbuki "Allah, bu tektir Her şeyden müstağnî ve her şey O 'na muhtaçtır O doğurmamış ve doğmamıştır Hiç bir şey O'na denk değildir" (İhlâs, 112/1-4) Kur'ân-ı Kerim, Hz İsa'nın Allah'ın kulu ve elçisi olduğunu, O'nun da tevhid'i tebliğ ettiğini açıklar (el-Mâide, 5/46-47, 62-69, 72-77) Bu durumda Meryem oğlu İsa'yı ilah edinen Hristiyanlar, "Allah, üçün üçüncüsüdür" (el-Mâide, 5/72-75) diyerek doğru yoldan sapmışlar, tevhid çizgisinden uzaklaşmışlardır Tevhid esasından uzaklaşan Hristiyanların yüce Allah, dinlerinin aslına, tevhid ve İslâm yoluna çağırmaktadır (el-Mâide 5/46) Yukarıda da belirtildiği gibi hristiyanlık, aslı itibariyle hak dinlerderdendir Peygamberi Hz İsa, kitabı da İncil'dir Bugünkü Hristiyanlığın odak noktasını oluşturan ve Pavlus teolojisinin temelini teşkil eden Hz İsa, yalnız Allah'ın kulu ve Rasûlü'dür Bunu bizzat kendisi şöyle ikrar etmiştir: ''Hz İsa: Ben şüphesiz Allah'ın kuluyum Bana kitap verdi ve beni Peygamber yaptı; nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı Yaşadığım müddetçe namaz kılmamı, zekât vermemi ve annene iyi davranmamı emrelti Beni bedbaht bir zorba kılmadı Doğduğum günde, öleceğim günde ve dirileceğim günde bana selam olsun" dedi (Meryem, 19/30-33) Ayrıca Hz İsa'yı ve annesini tanrılaştırıp "teslis" akidesini oluşturan Hristiyanlarla Hz İsa, kıyamet gününde yüzleştirilecekler ve böylece Hristiyanların uydurdukları yalanlar bir kere daha ortaya çıkmış olacaktır Bu husus, Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle belirtilir: "Allah Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara beni ve annemi Allah'tan başka iki tanrı olarak benimseyin," dedin?" demişti de; ''Hâşa, hak olmayan sözü söylemek bana yaraşmaz; eğer söylemişsem, şüphesiz Sen onu bilirsin; Sen benim içimde olanı bilirsin, ben Senin içinde olanı bilemem; doğrusu görülmeyeni bilen ancak Sensin" demişti, ''Ben onları sadece, Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, diye bana emrettiğini söyledim Aralarında bulunduğum müddetçe onlar hakkında şahiddim, beni aralarından aldığında onları sen gözlüyorsun Sen her şeye şâhidsin" (elMâide, 5/117) Şu halde bugünkü Hristiyanlık, Hz İsa'nın tebliğ ettiği Hristiyanlık değildir; ''Mesih, Allah'ın oğludur" gibi sözleri kendi ağızlarıyla uydurmuşlar (et- Tevbe, 9/30) ve "Meryem oğlu Mesih'i'de, kendilerine Allah'tan başka Rab edinmişlerdir" (et-Tevbe, 9/31) Aynı şekilde, mevcut Hristiyanların, Hz İsa'nın getirdiği İncil'le hiç bir ilgileri yoktur (el-Mâide, 5/68) Çünkü Yahudi bilginleri gibi, Hristiyan râhipleri de birtakım menfaat temini için, Allah'tan kendilerine indirilmiş olan Kitab'ın hükümlerini değiştirmişlerdir (et-Tevbe, 9/34) Özetle söylemek gerekirse; İslâmiyet ile bugünkü Hristiyanlık arasındaki belli başlı ayrılıklar şunlardır: 1 Hristiyanlık'ta teslis akidesi olduğu halde İslâm'da tevhid akidesi vardır 2 İslâm bütün semâvî dinleri ve peygamberleri içine alır; Hristiyanlık ise, yalnız Kitab-ı mukaddes'i hak bilir ve Kur'an-ı Kerim'i vahye dayalı bir kitap olarak kabul etmez 3 Hristiyanlık, insanın doğuştan günahkâr olduğunu ve bu sebeple temizlenmesi için vaftiz edilmesi gerektiğini savunur; İslâm ise, bütün insanların günahsız doğduğunu ve hiç kimsenin bir başkasının günahını yüklenmeyeceğini belirtir 4 Hristiyanlıkta papaz ve rahiplerin günah çıkarmak ve affetmek yetkisi vardır; İslâmiyet'te ise, günahlar yalnız Allah tarafından bağışlanır 5 Hristiyanlık'ta Hz İsa'nın sözleri Allah kelâmı olarak telakki edilir; İslâmiyet'te ise, ilâhi emirler vahiy yoluyla, Cebrâil vasıtasıyla bildirilir 6 Hristiyanlar'a göre İsa (as) çarmıha gerilmiştir İslam'a göre ise, Allah onu kendi katına yükseltmiştir 7 Her ne kadar bugünkü Hristiyanlar, kendi dinlerinin son din olduğunu iddia ediyorlarsa da, bu iddiânın İslâm nazarında hiç bir geçerliliği yoktur Çünkü "Allah katında din, şüphesiz İslâmiyet'tir" (Âli İmrân, 3/19) Ye artık "Kim İslâm'dan başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir ve o, âhirette de kaybedenlerden olacaktır" (Âli İmran, 3/85) Ahmet GÜÇ HUCCET Burhan, delil, senet, belge, fatura, seçkin âlimlere verilen ünvan Çoğulu hucec ve hıcâc "İleri sürülen bir görüşün doğruluğuna delâlet eden, onu kuvvetlendiren şey" Bu şey aynı zamanda iki zıt şeyden birisinin geçerliliğini de gerekli kılar "Delil" ile aynı anlamı taşıdığı da söylenir (Cürcânî, Ta'rifât, s 82; Isfahânî, Müfredât, s 155) Bununla birlikte huccet, kullanıldığı ilim dalına göre farklı anlamlar ifade eder Fıkıhtaki huccet ile, hadis ilmindeki huccet oldukça farklı ıstılâhî anlamlar taşırlar Aynı şekilde bazı itikâdî fırkalar arasında da, meselâ, İsmâiliyye, Bâtıniyye ve İmamiyye'de huccet daha farklı şeyler ifâde eder Ama bütün bunlarda ortak olan husus, hepsinin de genel olarak sözlük anlamını korumasıdır Kur'ân-ı Kerîm'de bu kelime huccet kalıbının dışında, "hâce", "hâcec" ve "hâcce" gibi benzer kalıplarda toplam olarak otuz üç yerde geçmektedir Bunlardan onüçünde İsIâm'ın beş esasından birisi olan "Hac" ibâdeti (el-Bakara, 2/89, 196 ve 197) bir yerde de; "yıl" anlamında kullanılmıştır (el-Kasas, 28/27) Bu sonuncuların konumuzla fazla ilgisi yoktur Geriye kalan 19 yerden 11'inde daha çok "hâce" ve "hâcec" kalıplarında "tartışma" ve "delil getirme" anlamlarında kullanılmıştır Bu anlamlar için şu âyetler örnek verilebilir: "Milleti onunla (Hz İbrahim) tartışmaya girişti "Beni doğru yola eriştirmişken, Allah hakkında benimle mi tartışıyorsunuz? O'na ortak koştuklarınızdan korkmuyorum; meğer ki, Rabbim bir şeyi dilemiş ola Rabbim ilimce her şeyi kuşatmıştır; hâlâ ögüt kabul etmez misiniz?" dedi" (el-En'âm, 6/80) "Ateşin içinde birbirleriyle tartışırlarken; güçsüzler, büyüklük taslayanlara "Doğrusu biz size uymuştuk, şimdi ateşin bir parçasını olsun, bizden sayabilir misiniz?'' derler" (el-Mü'min, 40/47) "Ey Kitap ehli, ibrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz? Tevrat da, İncil de şüphesiz ondan sonra indirilmiştir Düşünmezmisiniz? Siz, hadi bilginiz olan şey üzerinde tartışanlarsınız Ama bilginiz olmayan şey hakkında niçin tartışırsınız? Oysa Allah bilir, sizler bilmezsiniz" (Âli İmrân, 3/65-66) Bizzat, "huccet" kalıbının kullanıldığı sekiz yerden birisinde, "tartışma" anlamında (eş-Şûrâ, 42/15), diğer yerlerde ise "delil ve burhan" anlamında kullanılmıştır Bu anlam için de şu âyetler örnek verilebilir: "Üstün delil (huccetu'l-bâliğa) Allah'ın delilidir O dileseydi hepinizi doğru yola eriştirirdi" de" (el-En 'âm, 6/ 149) "Bu; İbrahim'e, milletine karşı verdiğimiz huccetimizdir Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz Doğrusu Rabbin hakîmdir, bilendir" (el-En'âm, 6/83) (Ayrıca huccetin bu anlamda geçtiği âyetler için bk el-Bakara, 2/150; en-Nisâ, 4/165; es-Fûrâ, 42/16; el-Câsiye, 45/25) Şimdi de bu kelimenin çeşitli ilim dallarına göre kullanılışlarını ele alalım: Fıkıh İlminde Huccet: Fıkıh ilminde huccetin, genel olarak kat'î olsun veya olmasın "delil" anlamında kullanıldığı görülmektedir Senetlere, vesîkalara, mahkemelerden verilen bir kısım îlâmlara da huccet denilir Aynı zamanda, baş tarafında hâkimin imzâsı, sonunda da şâhitlerin imzaları bulunup, alış-verişe, nafakaya, vasiyyete, vekâlete, ikrâra, borçlanmaya, kefâlete ve buna benzer şeyler için yazılan vesîkalara da huccet denir (Ömer Nasûhi Bilmen, Hukûk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul, ty, VIII, 119) Eskiden bir hükmü ihtivâ etsin veya etmesin hâkim tarafından hukûkî bir hâdiseye dair düzenlenen vesikaya da bu ad verilirdi Şer'iyye mahkemelerinden verilen huccetler ta'lik yazı ile yazılırdı (M Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1983, I, 865) Ayrıca, yine bu sahada hucec-i hattiyye, tabiri kullanılmaktadır ki, bu; berât, defter-i hâkâni kaydıyla dava olunanın mahkeme tarafından verilip, herhangi bir kötü zan ve suçlamadan uzak olan vesika ve îlamlar hakkında kullanılan bir tabirdir Bunlar kanunen kesin delil (beyyine) sayılır ve iddia edilen şey bununla sabit olur (M Zeki Pakalın, age, 1/865) Hadis İlminde Huccet: Bir hadis terimi olarak huccet hadis râvilerinin adaleti için kullanılan bir tabirdir İbn Ebî Hatim'in usûlüne göre, hakkında "huccet" tabiri kullanılan râvî, adâlet ve zabt yönünden en yüksek mertebededir Başka bir deyimle de, hadis alanındaki ehliyeti herkes tarafından kabul edilen, rivâyet ettiği hadisler delil olarak kullanılabilen, "sika"nın üstünde daha güvenilir bir râvîye "huccet" denilir Ayrıca, üçyüz bin hadisi ezbere bilen hadis âlimine "huccet" denildiği gibi, râvilerinin durumlarıyla beraber sekizyüzbin hadis bilen hadis âlimine de "huccet" denilmektedir (bk Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları, Ankara 1980, s138) Mantık İlminde Huccet: Mantık ilminde huccet, "delil"in müterâdifi olarak kullanılır Hasmı ilzâm etmek ve onun delilini geçersiz kılmak için kullanılırsa el-huccetu'l-İlzâmiyye adını alır Bu tür bir huccet, hasmın kabul ettiği mukaddimeler üzerine binâ edilir; hasmın ileri sürdüğü mukaddimelerden hareketle, hasmın delilleri çürütülmeye çalışılır ki, bu bir çeşit hasmı kendi deliliyle kendisini geçersiz kılmak olur (bk Tehânevî, Kitâbu Keşşâfı Istılâhâti'l-Funûn, İstanbul, 1984, s 1/384; İA, "Huccet" maddesi, 5/575) İslâm Mezhebleri Tarihinde Huccet: Huccet tabiri, mezhebler tarihinde sözü edilen çeşitli itikâdî fırkalar arasında da farklı anlamlara gelmektedir Bu tabir, özellikle Şîa ve onun önemli kollarından olan İmâmiyye, İsmâiliyye ve Bâtıniyye'de daha çok kullanılmaktadır Bunlarda "huccet" genel olarak; dokunulmazlık verdikleri, masum kabul ettikleri şahıslara verilen isimlerden birisidir Bir kısmında "imam": huccet olarak görüldüğü halde, diğer bir kısmında imama giden yol huccetten geçer Şimdi bu fırkalara göre "huccet''in kullanılışını ayrı ayrı görelim: a) İmamiyye'ye Göre Huccet: İmamiyye veya İsnâaşeriyye adlarıyla bilinen bu fırkaya göre huccet, "oniki imama" verilen bir başka isimdir Onlara göre imam, Allah'ın yeryüzündeki delilidir Bundan dolayı da imamlara aynı zamanda huccet denilmektedir İmamların sözleri Allah'ın sözü, emirleri, Allah'ın emridir Onlar, ancak Allah adına ve O'nun vahyi ile konuşurlar İnsanlar üzerine şahittirler Onlar Allah'a giden yoldur ve O'na işaret eden delillerdir Onları sevmek imandan, onlardan nefret etmek ise küfürdür Onların dostu Allah'ın dostu, düşmanları da Allah'ın düşmanlarıdır Yeryüzü Allah'ın yarattıkları için huccetinden yani açık, gizli veya belirsiz bir imamdan mahrum olamaz (İmamiyyenin imam = huccet hakkındaki inançlarıyla ilgili daha geniş bilgi için bakınız: Ebû Câfer el-kummî, Risâletu'lİtikâdâti'l-İmamiyye, Terc Ethem Ruhi Fiğlalı, Ankara 1979, s 107-112; Hüseyin Atay, Ehl-i Sünnet ve Şia, Ank, 1983, s 102-110) Ayrıca, İmamiyye'ye göre Hz Peygamber'in dedesi Abdulmuttalib "huccet", O'nun oğlu yani Peygamberimizin amcası Ebû Tâlib ise O'nun vasîsidir (el-Kummî, age, s 131) Görüldüğü gibi, İmamiyye'ye göre huccet veya diğer ismiyle imamlar çok farklı bir önem arzederler Zirâ onlar, bir nevî yeryüzünde Allah'ın temsilcileridirler Dünya ve âhiret ile ilgili bir çok şey onlarla izâh edilir Onları sevip, bağlanmakla herşey çözümlenmiş olur Hesab mizan, sırat ve mahşer'de hep onlar gündemdedir Meselâ, onlara göre, âhiretteki hesabın bir kısmı Allah tarafından, bir kısmı da O'nun huccetleri tarafından yerine getirilecektir Nebî'nin ve imamların taraftarlarına günahları sorulmayacaktır Yine onlara göre, bir başka yönden de sırat, Allah'ın huccetler adıdır Allah, dünyada onları tanı ve onlara itaat eden kimsenin, kıyamet gününde cehennem köprüsü demek olan Sırât üzerinden geçişine saade edecektir (bk el-Kummî, age s 80,84) b)İsmailîlere Göre Huccet: İmanın yokluğunda yani gaybet durumunda kendi mezheblerine daveti yürüten kişiye "huccet" denir İmama giden huccetten geçer O, daima halkı aydınlatmak için faaldir, imam gibi olamaz O baş dâî olarak tayin edilmiştir Normal olarak din propagandası yapan dâîler bu baş dâî olan huccete tâbidirler (Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikâdî İslam Mezhebleri, İstanbul, 1980, s 103) c)Bâtıniyye'ye Göre Huccet: Onlarca kabul edilen yedi imamdan birine verilen isimdir Onlara göre yedi Nebî, yedi de imam vardır Yedi Nebî; Âdem, Nûh, İbrahim, Musâ, İsâ, Hz Muhammed ve bağlı bulundukları Muhammed b İsmail'dir Yedi imam ise; İmam, huccet, zûmassa, dâî-i ekber, dâî-ime, zûn, mükellib ve mü'mindir Bunlardan huccet, imamın ilmini taşıyana denir İmamdan telâkkî ettiği delilleri muhatabın; zevkine göre tâlim eder Üçüncü imam olan Zûmassâ ise, çocuğun meme emdiği gibi ilmi huccetten alır (İzmirli İsmail Hakkı, Yeni ilm-i Kelam, Ankara 1981, s 104) Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere, huccetten özellikle Mezhebler Tarihi alanında daha çok söz edilmektedir Bu konudaki Şîa'nın görüşleri ve imam anlayışında; onlara masumiyet tanımaya kadar varan tutumları Ehl-i sünnet itikadınca kabul edilmemiş ve tenkit edilmiştir Zira, onlar da insandır, günah işlerler, günahtan masum olamazlar, onları sevmek imandan, sayılmadığı gibi onlardan nefret de küfür sayılamaz Küfür ancak açık bir inkar halinde sözkonusu olur Abdurrahim GÜZEL HUCURÂT SÛRESİ Kur'ân-ı Kerîm'in kırkdokuzcu sûresi, Medine'de nazil olmuştur sekiz âyet, üçyüzkırk kelime, bindörtyüz yetmişaltı harftir Fasılası Mim ve Nun'dur Dördüncü âyetinde geçen "hucurât" (odalar) kelimesinin sûreye ad olarak verilmesi şu olaydan kaynaklanır: Hz Peygamberimiz (sas)'in Medine'de eşlerine ait dokuz oda vardı ve bunlar mescide bitişikti Hicrî 9 yılda, henüz müslüman olmamış Temîmoğulları kabilesinden bir grup mescide gelerek, Hz Peygamber'in eşlerinin bulunduğu odaların arkasından bağıra bağıra "Muhammed! Muhammed" diye Hz Peygamber'i çağırdılar ve şiir okumak istediler Araplar da bazı sorunlar şiirle çözümlenir, kim daha güzel şiir okursa onun tezi kabul edilirdi Temîm kabilesinin şiirlerine karşılık Hassan b Sâbit şiir okudu ve bu kabilenin ileri gelenlerinden Akra b Hâbis müslüman oldu İşte dördüncü âyette "odaların arkasından sana seslenenlerin çoğunun akılları ermez" buyruğu bu olayla ilgilidir Hucurât sûresi, mü'minler arasında ve Hz Peygamber'e karşı davranış kurallarını, âdâb ilkelerini belirtmektedir Mü'minler, Allah ve Rasûlü'nden önce bir hüküm beyan etmeye kalkışmamalıdırlar Hz Peygamber ile konuşurken son derece nazik olmalıdırlar Fasıkların çıkardığı haberlere hemen inanılmamalı ve doğruluğu araştırılmalıdır Mü'min iki grup savaşırsa araları düzeltilmelidir Eğer bir grup sulh teşebbüsüne yanaşmayıp saldırıya devam ediyorsa yola gelinceye kadar o grupla savaşılmalı, sonunda da adaletle davranılmalıdır Mü'minler kardeştir ve bozuşan kardeşlerin arası düzeltilmelidir Mü'minler birbiriyle alay etmemeli, birbirini kötü lakapla çağırmamalı ve kusur aramamalıdır Birbirlerini çekiştirmemeli, zandan ve gizli şeylerin araştırılmasından uzak durmalıdırlar Herkes Allah katında eşittir, üstünlük ancak takva iledir Mü'min, Allah'a ve Rasûlü'ne kesinlikle inanan ve malıyla canıyla cihad eden kimsedir En büyük nimet imandır Kimin gerçekten iman ettiğini gayba ve herşeye vakıf olan Allah bilir Sûrenin ana mesajları şöyledir: Allah ve Rasûlü'nün Hükmünün Üstünlüğü Meselesi: Sûrenin ilk ayetinde "Allah ve Rasûlü'nün önüne geçilmemesi" öğüdü, Ahzâb sûresindeki şu ayetle açıklığa kavuşmaktadır: ''Allah ve Rasûlü'nün hüküm koyduğu konularda hiçbir müslümana muhayyerlik (hür düşünce, kendi kendine karar verme yetkisi) verilmemiştir'' (el-Ahzâb, 33/36) Meşhur Muaz hadisi de bu hususta açık bir huccettir: Hz Muaz (ra), Yemen'e vali olarak giderken, Hz Peygamber ona "ey Muaz, ne ile hüküm vereceksin?" diye sormuş, o da "Allah'ın Kitabı, Rasûlullah'ın sünneti ve bunlarda bulamazsa ictihadı ile hüküm vereceğini" söylemiştir Rasûlullah da onun cevabı üzerine: "Rasûlü'nün elçisini peygamberinin razı olduğu şekilde muvaffak kılan Allah'a hamd olsun" buyurmuştur (Ahmed b Hanbel, Müsned, V, 230; Şâfiî, el Umm, VII, 273; Tirmizî, Ahkâm, 3; Ebû Dâvûd, II, 75-76 vd) Öte yandan altıncı âyette: "Ey iman edenler, bir fâsık size haber getirirse onun doğru olup olmadığını araştırıp açığa çıkarın, yoksa bilmeden bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz" buyruğu, Nisâ suresinin 93 âyetindeki "Onlar kendilerine gelen haberi Rasûle ve aralarındaki emir sahiplerine yöneticiler, âlimler) götürselerdi, içlerinden işin içyüzünü araştırıp çıkaranlar onun ne olduğunu bilirlerdi" âyetiyle ve ''Ey inananlar! Allah'a itaat edin, Rasule ve sizden olan emir sahibine (Ulu'l-Emre) itaat edin Herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz Allah'a ve Rasûlü'ne gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Rasûlü'ne götürün (Kur'ân ve Sünnet'le hüküm verin) Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir'' (en-Nisa, 4/59) ve "Yeryüzünde bozgunculuk yapan aşırıların emrine uymayın" (eş-Şuarâ, 26/52) âyetiyle bu konu açıklığa kavuşmaktadır İslâm âlimleri, Ulu'l-emr'in ulema ve umera olduğunu söylemiştir Hz Peygamber'in ilk uygulamalarında da emanet ehline verilmiş; yöneticiler, toplumun ileri gelenleri, aynı zamanda âlim ve takva sahibi müslümanlardan meydana gelmiştir İtaat edilmesi sözkonusu olanlar, bu tür kişilerdir Aynı zamanda "sizden olan" ibaresi de itaatin ancak müslüman olana olması gerektiğini ifade etmektedir Rasûlullah bu konuda: "Allah'a isyan hususunda âmire itaat olmaz" buyurmuştur (Ahmed b Hanbel, 426) Ve yine O; "İtaat ancak iyi şeylerde olur", "Günah işlemesi emredilirse o emir dinlenmez ve itaat edilmez"; ''Emrime itaat eden bana itaat etmiştir, bana itaat eden Allah'a itaat etmiştir" buyurmaktadır (Buhârî, Ahkâm, 14; Ebu Dâvûd, Cihad, 87) İslâm toplumunda temel kanun Kur'ân ve Sünnet'tir Hayat bu temelllerde yükselir İhtilaflar, Kur'ân, Sünnet, icma, kıyas, ulu'l-emr'in şûrası ve İmamın kararı ile çözümlenir Bunun dışında Kitap ve Sünnet'in dışına çıkmak, "Allah'a ve Rasûlü'ne gelin" dendiğinde yüz çevirmek münâfıkların, kâfirlerin bâtıla sapanların, tâğuta (azgınlığa çağıran, yoldan çıkaran her şey) başvuranların yoludur ve onlar için "Allah elçisinin emrine aykırı davrananlar kendilerine bir belânın çarpmasından yahut onlara acı bir azabın uğramasından sakınsınlar" âyeti inmiştir (en-Nûr, 24/63) Hz Peygamber'e Karşı Edebli Olmak: "Ey inananlar Peygamberin yanında seslerinizi onun sesinden daha çok yükseltmeyin Birbirinize bağırdığınız gibi onunla bağırarak konuşmayın ki, siz farkında olmadan amelleriniz boşa gider Rasûlullah'ın yanında seslerini kısanlar öyle kimselerdir ki Allah onların kalblerini takva için imtihan etmiştir Onlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır Odaların ardından seni çağıranların çoğu aklı ermeyenlerdir"(2-4) Hz Peygamber herkes gibi bir insandır (Müslim, III, 1337), ancak o peygamber olması ile diğer insanlardan farklı bir konumdadır Ona karşı düşünce ve davranışlarda dikkatli olmalıdır Onunla konuşurken hiç kimse sesini yükseltmemeli, bağıra çağıra konuşmamalıdır Ona hitap ederken adıyla hitap edilmemelidir Onun adı anıldığında salâtü selâm getirilmesi müslüman olduğunu iddia edenlerin üzerinde vâcip olan bir ilkedir Ne yazık ki her devirde ve günümüzde bazı insanların özellikle ondan söz ederken salâtü selam getirmesi bir yana, ona karşı edepli bir üslup kullanmadıkları görülür Ayrıca âyetlerdeki ifadeler sadece özel konuda değil, bütün insanlar arasında da adab, nezaket, görgü, incelik ilkeleri vazetmektedir Yeryüzünde müslümanlar kadar latif, nazik, terbiyeli insanlar bulunmaz Tıpkı câhiliyye Arapları gibi yirminci yüzyılda da insanların çoğu bağıra çağıra konuşmayı, bir üstünlük sanırlar Oysa bu kabalıktır İşte âyet bu ince ölçüyü vazetmektedir Bu ses yükseltme olayı, bir başka buyrukta Rasûlullah tarafından "Siz uzakta birine değil, çok yakınınızda olana hitap ediyorsunuz" şeklinde ifade edilmiştir Araplar, ibadete ve konuşmalarda seslerini kısmayı ondan öğrendiler Yine yukarıdaki buyruklar, bir kimsenin evinden bağırarak çağırılmaması adabını da getirmektedir Bu buyruk da şu âyetle birlikte değerlendirilmelidir: ''Sesini kıs'' (Lokmân, 31/18) Fasıkların Haberi: "Ey inananlar! Bir fasık size haber getirirse onun doğru olup olmadığını araştırıp açığa çıkarın yoksa bilmeden bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz İyice bilin ki aranızda Allah'ın Rasûlü vardır Pek çok işlerde o size uysaydı sıkıntıya düşerdiniz Fakat Allah size imanı sevdirdi ve onu kalblerinizde süsledi İmansızlığı, fâsıklığı isyanı size çirkin gösterdi İşte onlar kemâle erenlerdir" (6-7) Müfessirler altıncı âyetin nüzûl sebebini Velid b Ukbe'nin Rasûlullah tarafından Mustalikoğulları kabilesine zekât toplamaya gönderilmesi ve onun korkarak geri dönüp Peygambere bu kabilenin zekât vermeyi reddettiği ve kendisini öldürmeye kalkıştıkları yalanını uydurmasından sonra indiğini belirtmişlerdir Hatta Rasûlullah ona inanarak hemen bir ordu hazırlamış Mustalikoğulları üzerine gitmeye kalkışmıştır Ancak bu kabilenin başı Haris b Dırar Hz Peygamber'e gelerek zekât vermeye hazır olduklarını, Velid'i hiç görmediklerini söyleyince bu âyet nazil olmuştur Âyetten çıkarılan hükümlerle İslâm hukuku da fasıkların şahitliği kabul edilmemektedir Hadis usûlünde de yalan haberlerin önlenmesi bakımından İslâm âlimleri Kur'ân'ın cerh ve belirlediği prensibe dayanarak Ta'dil ilmini geliştirmişlerdir Ayetin devamında, Rasûlullah aralarında bulunduğu halde kendi görüşlerini ısrarla savunan ve hemen Mustalikoğullarına karşı savaş açılmasını söyleyenlere hitap edilmiştir: "O size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz" Sûrede ele alınan diğer bir konu da "Mü'min grupların savaşıdır" ''Mü'minlerden iki grup savaşırsa hemen aralarını bulup düzeltin (barıştırın) Eğer onlardan biri diğerine tecavüz etmeye devam ediyorsa Allah'ın emrine dönünceye kadar siz de onunla savaşın Sonunda Allah'ın emrine dönerse artık aralarını bulup adaletle düzeltin ve daima adaletli hareket edin, çünkü Allah adaletli hareket edenleri sever" (9) Bu âyetin hemen arkasından gelen âyette "mü'minler ancak kardeştirler" buyruğu vardır İslâmî grupların birbiriyle savaşması bu âyetlerle yasaklanmıştır Her şeye rağmen iki grup birbiriyle savaşırsa, onların arasını düzeltmek; eğer iki taraftan biri durur diğeri hâlâ savaşa devam ederse duran tarafın yanında savaşa girmek de İslâm ümmetinin üzerine farzdır Çünkü ısrarla savaş istemekle onlar Allah'a karşı gelmiş olmaktadırlar Rasûlullah, "bize silah çeken bizden değildir'' buyurur Bu âyetler İslâm'ın adaletini ortaya koyan, mü'minler'in barışık olmasını temel bir ilke olarak belirleyen buyruklardır Bir kısım âlimler bu emrin cihâddan daha faziletli olduğunu, Hz Ali'nin âsîlere karşı hareketini örnek göstererek, bütün müslümanların, devlete karşı ayaklanan âsî, şakî, eşkıya ve bağîlere karşı durmaları hususunda ittifak etmiştir Fâsık bir devlete, zalim bir devlet başkanına karşı ayaklananlara karşı çıkmak veya yardım etmek konusunda ise görüş birliği yoktur Bu konu, ulu'l-emre ve maslahata göre değerlendirilir Meselâ işgal altındaki topraklarda zulme karşı cihad hareketi esnasında mü'minler arasında da savaş çıkması durumunda her müslüman mazlum olan tarafta yer almıştır Sûrenin devamında Mü'minlerin ahlakî tavırları ele alınmaktadır: Allah, mü'minlere şöyle yol gösteriyor: "Ey inananlar! Bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin; (alay edilenler) onlardan daha iyi ve hayırlı olabilirler Kadınlar da kadınlarla eğlenmesin; (eğleşilenler) onlardan daha hayırlı ve iyi olabilirler Kendi kendinizi kötülemeyin; birbirinize kötü lakap takmayın İmandan sonra fâsıklık adı ne kötüdür Bundan tövbe edip vazgeçmeyenler zalimlerin ta kendileridir" (11) Âyetin hitap tarzından İslâm toplumunun kadınlı-erkekli topluluklara izin vermediği de anlaşılmaktadır Âyet, insanlarla kesinlikle alay edilmemesini, kötü lakaplar takılmamasını bildirmektedir Âyetin, bir adamın hoşlanmadığı bir lakabla çağrılmasından veya mü'minlerin annesi Safiyye'ye mü'min kadınların; "yahudî kızı" demesi üzerine nazîl olduğu söylenmiştir ''Zannın çoğundan kaçının, çünkü bazı zanlar günahtır Birbirinizin ayıplarını araştırmayın, birbirinizi gıybet etmeyin Sizden biriniz ölü kardeşinin etini yer mi? Bundan tiksindirici değil mi? Allah'tan korkun! Şüphesiz Allah çok bağışlayan çok acıyandır" (12) Bu âyeti tefsir eden âyet: "Diliyle çekiştirip yüzüne de alay edenin vay haline" (el-Hümeze, 104/1) müslümanlar birbirlerinin gizli hallerini araştırmazlar Birbirlerini teşhir ve tekfir etmezler Kusurların üzeri örtülür Kimse hakkında hoşlanmayacağı şeyleri arkasından konuşmak, taşımak müslümana yakışmaz Kişiye, duyduğu her şeyi nakletmesi günah ve azab olarak yeterlidir Hayattayken de öldükten sonra da müslüman hakkında hep hayırla söz edilir Ölüler ardından hayır konuşulur Zan ile söylenen söz; sözlerin en yalanıdır Hiç bir müslümanın haysiyet ve şerefine, kişiliğine alayla, gıybetle, iftirayla yaklaşılmaz Üstü kapalı, işaretle, ima yoluyla kaş-göz hareketiyle konuşmak İslâm dışıdır Ancak kötülük yapan, zalim kişilerin şikâyet edilmesi veya mahkemede bir olayın anlatılmasında, hadis ravilerinin incelenmesinde istisnalar vardır Bunların dışında, kişilerin arkadan çekiştirilmesinde, konuşulanlar doğru ise gıybet, yanlış olsa iftira olur İftira da sahibine döner Buna bağlı olarak, müslüman, yanında bir başkasının gıybeti yapılırken ya konuşanı susturmak, yahut gıybet edilen kişiyi müdafaa eder ya da o meclisten gider Zira, iki melek her sözü yazmaktadır; (Kâf, 50/17,18) Ve Hz İbrahim'in duasının bilincine varır: "Sonrakilerin, beni güzel bir şekilde anmalarını sağla (eş-Şuara, 26/84) Bu hususta İslâm ahlâkı şu formülü benimsemiştir: Eline, beline diline sahip ol: "Bilmediğin şeylerin ardına düşme" (el-İsrâ, 17/36) ve "Ya hayır konuş yahut sus" (Buharî, Edeb 85; Müslim, İman, 74; Davûd, Edeb, 123; Tirmizi, Birr, 43) Sûrenin önemli mesajlarından de Allah katında üstünlüğün takva ile olduğunu ifade buyurmasıdır: Hucurât sûresinin on üçüncü ayetinde insanların Adem ile Havva'dan yaratıldığı, sonra tanışmaları için bile ve soylara ayrıldıkları, Allah katında üstünlüğün takvaca en ileri olmakla gerçekleşeceği buyurulmaktadır Hz Peygamber, veda hutbesinde; "Rabbiniz birdir Arabın Arap olmayana, siyahın beyaza, beyazın siyaha üstünlüğü yoktur Üstünlük takva iledir'' buyurmuştur O, Allah'ın insanların şekillerine ve mallarına değil, kalplerine ve amellerine baktığını, en değerli insanın Allah'tan en çok sakınan olduğunu bildirmiştir (Camiu's-Sağir, I, 61) Bir kısım insanlar Hucurât sûresinin ondördüncü âyetinde geçtiği şekilde ''İman etmediniz ama yine de itaat ettik deyin, henüz kalplerinize iman girip yerleşmemiştir Eğer Allah'a ve peygamberine itaat ederseniz O sizi amellerinizden en küçük bir miktar dahi eksiltmez İmanlarında sadık olanlar o mü'minlerdir ki Allah'a ve Peygamberine iman ettikten sonra şüphe etmeksizin Allah yolunda can ve mallarıyla savaşırlar Ey peygamber, iman ettiklerini iddia eden o bedevilere de ki; Siz dininizi Allah'a mı öğretiyorsunuz? Onlar İslâm'a girişlerini senin başına kakıyorlar Allah yaptığınız her şeyi görmektedir'' (14-18) Âyette İslâm'ın zaferinden sonra müslümanlığı dille kabul eden ama hayatlarına geçirmeyenlerden bahsedilmektedir Savaşmadan müslüman olan bir kısım bedevinin Peygamber'den mal, mülk istemesine karşı, onların bu tutumu, İslâm'ı başa kakmak diye nitelendirilmiştir ki, imanı zayıf olanların bu tavrı her zaman bu tutum süregelmiştir Her zaman ve devirde bir kısım insanlar İslâm'a girişlerini başa kakar gibi, birtakım bedeller almak düşüncesi gütmektedirler Şâmil İA HÛD SÛRESİ Kur'ân-ı Kerîm'in onbirinci sûresidir Yüzyirmi üç âyet, bin yediyüz onbeş kelime, yedibin altıyüz beş harftir Mekkîdir Âyet sonlarına âhenk veren fâsıla harfleri: Be, Dal, Zel, Ra, Ze, Sad, Tı, Zı, Kaf, Lam, Mim-Nun'dur Sûre, adını elli ila altmışıncı âyetler arasında kıssası zikredilen Hz Hûd'dan almıştır Mirâc'tan sonra inen sûre, Kur'ân sûreleri içinde Miûn bölümünde yer alan yüz âyeti geçkin sûrelerdendir Ana konusu, davet, korkutma, uyarma, Allah'ın kitabı ve Nuh, Hûd, Salih, Lut, Şuayb, Musa peygamberlerin kıssalarıdır Sûrenin nüzulünden önce Rasûlullah'ı (sas) koruyan amcası Ebu Talib ile Hz Hatice vefat etmiş, müşriklerin baskıları artmış ve bu şartlarda Hz Peygamber en sıkıntılı zamanlarını yaşamıştır İslâm tarihçilerinin "Hüzün yılı" ve "Fetret dönemi" dedikleri bu dönemde inen Hûd sûresi hakkında Rasûlullah: "Beni Hûd, Vâkıâ, Mürselât, Nebe, Tekvîr sûreleri kocalttı" buyurmuştur (Tirmizî, Tefsîr, 57) Hûd suresinin ilk bölümü Kur'ân-ı Kerîm'den bahsetmekte, sonra geçmiş peygamberlerin gayb haberleri, kafirlerin nasıl yalanladıkları ve azabı çağırdıkları anlatılmaktadır 1 Kur'ân-ı Kerîm: ''Elif, Lâm, Râ Bu, âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra hüküm ve hikmet sahibi olan ve her şeyden haberdar bulunan Allah tarafından birer birer açıklanmış bir kitaptır" (1) Kur'ân-ı Kerîm, doğruluğu şüphe götürmeyen ve Allah'a karşı gelmekten sakınanlara yol gösteren (el-Bakara, 2/2) kesin, sağlam, uyumlu, veciz, beliğ, fasih, açık, fazlalık ve eksikliği olmayan bir kitap, bir ferman bir kanun ve öğüttür Bu kitap, Arapça konuşan bir kavme anlaşılsın diye apaçık bir Arapça ile indirilmiştir (Yûsuf, 12/2; Meryem, 19/9?; eş-Sûra, 42/7; el-Ahkâf, 46/12 vb)Ona şiir diyenlere onun gibi bir sûre getirin denildiğinde, kafirler taklid etmek istemişler fakat gülünç birtakım laf kalabalığı yapmaktan öteye gidememişler (el-Bakara, 2/23; Yûnuş 10/38; Hûd, 11/13) ve "Peygamberin onu, hevâsından konuşmadığını, ancak vahyedileni aktardığını anlamışlardır (en-Necm, 53/3-4) Bu kitabı bile bile yalanlayanların sonları çok acıklı olmuştur Hûd sûresinin başlangıcındaki "Elif, Lam, Râ" buyruğu hakkında müfessirler: "Bununla ne murad edildiğini en iyi bilen Allah'tır" demişlerdir Ayrıca, bu harflerle başlayan her sûrede mutlaka Kur'ân'dan söz edilmektedir Bu hurûf-ı mukattaâ harfleri Kur'ân'dan önce de Araplar tarafından şiirde kullanılmaktaydı Onlar hiç bir zaman Kur'ân'ın bir âyetinin benzerini bile getiremediler Bu harfler, işte onlara karşı bu meydan okuma ve aciz bırakmaya da işarettir (Seyyid Kutub, Fî Zılâli'l-Kur'ân, 1,75 vd, Vlll, 90 vd) "Yoksa onu kendi mi uydurdu diyorlar? De ki: Eğer doğru söylüyorsanız hadi öyleyse onun sûrelerine benzer uydurma on sûre getirin Hem de Allah'tan başka çağırabileceklerinizi de çağırın Söylediğinizi yapamazlarsa bilin ki o ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir On dan başka tanrı yoktur Artık müslümansınız değil mi?" (13-14) Hûd sûresi, Kur'ân-ı Kerîm'in sağ lamlığını böylece daha girişte sunduktan sonra, itikâdî hakikatleri ortaya koymaktadır Allah'tan başkasına ibadet edilmez Dönüş Allah'adır Yeryüzünde debelenen bütün canlıların rızkı Allah'a aittir Onun karar yerini de geçici bulunduğu yeride bilir Bunların tümü apaçık bir kitaptadır Allah gökleri ve yeri, insanların amel bakımından hangisinin daha iyi olduğunu denemek için yaratmıştır Kir dünya hayatını ve onun çekiciliğini isterse onda onlara yapıp ettikleri tastamam ödenir; hiçbir eksikliğe uğramaksızın Ancak onların yaptıkları boşa çıkmıştır ve ahirette onlara ateş azabı vardır Kur'ân'a inanan, salih amellerde bulunan, Rablerine kalbleri tatmin olmuş halde bağlanan müslümanlar ise Cennet halkıdırlar ve orada temelli kalacaklardır Hûd sûresi, bu giriş kısmından sonra geçmiş peygamberlerin gayb haberlerini vermektedir Bu sûrede kıssaları zikredilen Nuh, Hûd, Salih, Lut, İbrahim, İshak, Yakub, Şuayb, Musa ve Hz Peygamber gibi peygamberlerin hepsi, Allah'ın birliğine ve sadece O'na itaate çağırmışlardır Ancak hepsinin de kendi kavimleri yalanlamışlar ve Allah'ın azabıyla helâk olmuşlardır Bu kıssaların anlatılmasının sebebini de yine Hûd sûresinin son âyetlerinden öğreniyoruz: "Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini sağlamlaştıracak her şeyi anlatıyoruz ki, kavminden gördüğün haksız davranışlara karşı kalbin kuvvet bulsun, ruhun açılsın Bunda da sana hak ve inananlar için bir öğüt ve ibret gelmiştir" (120) Öğüt ve ibret almacak kıssaların özü şöyledir: Hz Nuh, (as) puta tapan, kötü, zalim, fasık, vicdansız milletine Ulu'l-Azm peygamberlerin ilki olarak gönderildi Milletini Allah'a ibadete çağırdıysa da onu dinlemediler, yalanladılar, alaya aldılar ve azabı çağırmasını istediler Hz Nuh, Allah'ın emriyle bir gemi yaptı; her cinsten birer çifti, aleyhine hüküm verilmemiş olan çoluk çocuğunu gemiye aldı Tufan çıktığında gemide çok az inanan vardı Geride kalanların hepsi, Hz Nuh'un karısı ve kafir olan oğlu da helâk olmuşlardı Tufan bittikten sonra Nuh'un gemisinden inen mü'minler yeryüzünde halifeler yapıldı Ancak bunlardan çoğalanlardan âd kavmi, Ahkâf'ta İrem diye anılır her türlü imkâna sahip olmakla büyüklendiler, âyetleri bile bile inkar ettiler Allah, Hz Hûd (as)'ı gönderdi onlar da azabı istediler Bunun üzerine pınarları kurudu, yeşillikleri kalmadı, ünlü İrem bağları yok oldu, hayvanları öldü Hz Hûd onları tevbe etmeye çağırdıysa da yine putlara tapmaya devam ettiler Sonunda ufukta gördükleri bir bulutu yağmur bulutu sandılar Halbuki o azabı getiren buluttu Her şeyin kökünü kurutan bir rüzgar insanları kökünden sökülmüş hurma kütükleri gibi söküp attı Rezillik azabını dünya hayatında tattılar, hepsi yok oldular Allah, Hûd ve inananları rahmetiyle kurtardı Hz Salih (as) ile gönderildiği Semûd milletinin kıssası da aynı şekilde tebliğ, yalanlama, azabı çağırma ve yok olma safhalarını anlatır Şiddetli bir yer sarsıntısı hepsini yok etti, sanki orada hiç yaşamamış gibi olmuşlardı Hz İbrahim (as), Hz Hûd ile kurtulan müslümanların meydana getirdiği yeni nesildendi Sâbiîler, Bâbil medeniyeti ile büyüklendiler Nemrut, "Allah dostu" Hz İbrahim (as)'ı ateşe attırdı Fakat Cenâb-ı Allah İbrahim (as)'ı kurtardı O, Bâbil'i terkettiğinde ardında yalnızca ona inanan Lût vardı Babası bile kâfirler arasında kalmıştı Hz İbrahim ve yanındakiler bereketli topraklara gittiler Tevhid dini, "İbrahim milleti" yoluyla yaşadı Lût (as); aralarında fuhşun, cinsi sapıklığın yayılarak azgınlaştığı bir ulus olan Sedom'a peygamber olarak gönderildi Hz Lût, İbrahim'e ilk inanan, iyilerden, ilim ve hikmet sahibiydi Ama her peygamber gibi onu da yalanladılar Lût, Allah'a dua etti Allah', Hz İbrahim'e İshak'ı müjdeleyen iki melek gönderdiği zaman İbrahim (as) Sedom'un yok edileceğini de öğrendi Elçi melekler Lût (as)'ın yanına genç, güzel erkekler şeklinde gittiklerinde Hz Lût çok sıkıldı Sedomlular da bu tanınmamış güzel erkeklerin etrafını sardılar Lût konuklarını rahat bırakmalarım, isterlerse kızlarını verebileceğini söylediyse de Sedomlular sarhoşluk içinde azmışlardı: "Andolsun ki senin kızlarınla bir işimiz olmadığını biliyorsun Doğrusu ne istediğimizin farkındasın" (79) diyorlardı Hz Lût çaresiz bir haldeyken melekler kimliklerini açıkladılar, olacakları ona anlattılar Sabah yakınken Lût'un evinin etrafındaki azgınlar genç erkek kılığındaki meleklere saldırınca kör edildiler Lût karısı dışında kalan ailesini aldı ve yola çıktı Sabah olunca korkunç çığlık Sedomluları yakaladı, üzerlerine taş yağdı, ülkeleri altüst oldu, hepsi helâk oldular Medyen ve Eyke halkına peygamber olarak gönderilen Şuayb * (as)ın mücadelesi sonunda bu halkların da sonu aynı Semûd milleti gibi oldu Korkunç bir gürültüyle yurtlarında çöküp helâk oldular Sûrede son olarak da Hz Musa* (as)'ı yalanlayarak denizde boğulan Firavn *'dan söz edilmiş ve bütün yalanlayıcı kâfirlerin dünyada da ahirette de lanetlendikleri bildirilerek bu kıssalarla ilgili olarak şöyle söylenilmiştir: "Bunlar sana doğru haber olarak aktardığımız geçmişlerin haberleridir Onlardan kimi ayakta kalmıştır halâ izleri vardır; yeryüzünü geniş görün kimi de biçilmiş ekin gibi yerle bir edilmiş, izi bile kalmamıştır" (100) Yüce Allah onların kendi nefislerine zulmettiklerini azab geldiğinde taptıkları ilahlarının hiç bir fayda sağlamadığını; Allah'ın yakalayı vermesinin pek acıklı ve şiddetli olduğunu; ahiret azabından korkanlara bunda kesin âyetler olduğunu beyan buyurmaktadır Hûd sûresinin bu son bölümünde anlatılan kıssalardan ibret alınmalıdır: "Seninle birlikte tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru davran Ve azıtmayın Çünkü O yapmakta olduklarınızı görendir" (112) Zulme sapanlara eğilim göstermeyin, sizin veliniz ancak Allah'tır Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın saatlerinde namazı kıl Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir Sabret Rahmet olunanların dışındakiler cehenneme doldurulacaktır Sûre şu âyetle sona ermektedir: "Göklerin ve yerin gaybı Allah'ındır Bütün işler O'na döndürülür Öyleyse O'na kulluk edin ve O'na tevekkül edin Senin Rabbin yapmakta olduklarınızdan habersiz değildir" (123) Kâfirlerin, azgın ulusların hemen her peygamberi yalanladıklarını ve azabı hak ettiklerini, bu kıssalardan anlıyoruz Bütün sapık milletlerin, aynı üslûpla nebileri ve resûlleri yalanladıkları gibi, Resûlüllah'ın kavminin de onu yalanladığı görülmektedir: Sen de bizim gibi bir insansın, özelliğin ne ki? Kitabı sen uydurdun Senin sözünle, biz ilahlarımızı terkedecek değiliz Biz üstünüz; siz peygamberler yumuşak baslı ve zayıfsınız, koruyucunuz da yok Birer melek olsaydınız ya gibi sözlerle İşte hep bu yüzden onlar azabı hak ettiler Allah onlara zulmetmedi, kendileri nefislerine zulmettiler Bu, Allah'ın her zaman geçerli olan bir kanunudur Ve Allah zalimleri yeryüzünde mirasçı kılmaz, amellerini boşa çıkarır M Sait ŞİMŞEK HUD'A (ALDATMA) Hile, aldatma, düzen kurma, insanın içinde gizlediği şeyin aksini açığa çıkarması Dilimizdeki "aldatmak" kelimesi, hud'a kelimesinin karşılığıdır İslâm'da fertlerin birbirini aldatması yasak olduğu gibi, müslümanın aldanmaması da bir esastır Çünkü müslüman bir başkasının hakkına tecavüz etmeyeceği gibi, kendi hakkını da başkasına çiğnetmez Gerek alışverişte olsun, gerek diğer sosyal münasebetlerde olsun bir müslüman ne aldatır, ne de aldanır Böyle bir yola asla tenezzül de etmemeli ve bir müslümanı asla aldatmamalıdır Her müslüman diğer müslümanın kardeşi olduğu için (el-Hucurât, 49/10) toplumun birlik ve beraberliğini, bozmak bundan da öte kardeşliğini temelinden sarsan böyle bir yola tevessül etmek haramdır Nitekim Hz Peygamber çarşıda ıslak buğdayı, çuvalın altında kuru buğday ile kapatarak sattığı malın hatasını gizlemek suretiyle halkı aldatmaya çalışan kişiye: "Bizi aldatan bizden değildir" (Müslim, İmâm, 164; Ebû Dâvud, Büyü', 50; Tirmizi, Büyü', 72) ihtarında bulunmuştur Kur'an-ı Kerim'de de "hud'a" kelimesi bazı ayetlerde geçmektedir: "Münafıklar Allah ve mü'minleri aldatmaya çalışırlar; halbuki yalnız kendilerini aldatırlar da, farkında bile olmazlar" (el-Bakara, 2/9); "Münafıklar Allah'ı aldatmaya çalışırlar, halbuki O, onların aldatmalarını kendilerine çevirir Namaza kalktıkları zaman da üşene üşene kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah'ı pek az anarlar" (en-Nisâ, 4/142); "Eğer sana hile yapmak isterlerse, Allah sana yeter Yardımı ile seni ve mü'minleri destekleyen O'dur" (el-Enfâl, 8/62) Görüldüğü gibi, âyetlerde münafıkların aldatıcılığından söz edilmekte, fakat Allah Teâlâ'nın onların aldatmasına müsaade etmediği belirtilmektedir Münafıkların, küfürlerini içlerinde gizleyip, sonra da dilleri ile müslüman olduklarını söyleyerek, Allah'ı mü'minleri aldatmaya çalıştıkları vahiyle açığa çıkarılmıştır Çünkü yüce Allah insanın içinden geçenleri ve niyetlerini de bilir Zira O, insana şah damarından daha yakındır (Kaf, 50/16) Dolayısıyla her şeye hâkim olan Allah, asla aldatılamayacağını âyetleri ile açıklamıştır Bu durum karşısında münâfıkların böyle bir yola tevessül etmeleri, kendilerini aldatmaktan başka bir şey değildir Âyetlerde geçen "münafıkların Allah'ı aldatmaları" sadece bir mecazdır Çünkü aldatma, insanın içindeki bir çeşit hainlik olduğu için, âdeta münafıklar da şirklerini gizleyip, hile ve gurur ile iman ettiklerini ifade etmekle, hud'a yapmaya çalışmaktadırlar Bu sebeple âyetteki aldatma ifadesi, münafıkların, normal bir insanı aldatmak için hilelere başvuran bir kişinin yaptığı işleri yaptıkları için kullanılmıştır Münafikların bu hareketlerinin günahı kendilerine dönecektir Bu sebeple de, kendilerinden başkasını aldatamamışlardır (el-Cessâs, Ahkâmü'l Kur'ân, I, 26) Ayetteki bu kelimeler, münafıkların Allah'ı aldatabileceklerini sanmalarına da hamledilebilir Çünkü münafık bir kişi, gerçek mânada Allah'ı ve sıfatlarını tanıyamamıştır (ez-Zemahşeri, el-Keşşâf, Mısır 1354, I, 31) "Harb aldatmadır (hiledir)" hadisi (Buhârî, Cihâd, 157; Menâkıb, 25; Müslim, Zekât, 153; Ebu Davûd, Cihad, 93) Âlimler bu hadise dayanarak, savaşta düşmana karşı aldatma ve hile yapmanın câiz olduğunda ittifak etmişlerdir Savaşta imkanlar ölçüsünde hile ve tuzağın her türlüsüne başvurulabilir Fakat bunu yaparken, yapılan anlaşmayı ve verilen emânı bozmamaya da gayret sarfedilmelidir Bu tür anlaşmaları bozacak davranışlardan da azami ölçüde kaçınılır Prensip olarak düşman anlaşma şartlarına uyduğu sürece İslâm Devleti de uyar Düşman bunu çiğnerse, müslümanlar için de misliyle mukabele etme hakkı doğar Diğer yandan, yukarıdaki hadiste, savaş sırasında bütün kabiliyeti ortaya koyarak ve iyi düşünerek savaşı kazanma yollarını araştırmanın gerekliliğine de işaret vardır (İbn Hacer, Fethu'l Bârî, Mısır 1959, VI, 499) Talat SAKALLl HUDDÂMÜ'L-KÂBE Kâbe hizmetçileri anlamında bir terkip İslâm topraklarını batılı emperyalist güçlerin himaye, tecavüz ve işgaline karşı muhafaza etmek gayesiyle kurulmuş bir cemiyet Kâbe Hizmetkârları Cemiyeti 1913'de kuruldu Başkanlığına Mevlana Muhammed Abdülbarî, genel sekreterliklerine de Mevlevi Şevket Ali ve Hüseyin Kıdwaî getirildi Bunların üçü de Hindistanlıdır Cemiyet, Mevlana Abdülbarî'nin üstün teşkilatlanma çalışmalarının bir ürünüdür Cemiyetin başlıca gayesi, Kâbe ve diğer mukaddes İslâm beldelerine saygıyı devam ettirmek ve buraları gayr-i müslimlerin saldırılarına karşı korumak ve savunmaktı Çünkü Ortadoğu'nun problemli şartları içinde bu görevi, sadece Osmanlı devletinden beklemek mümkün değildi Bu konuda Osmanlılardan başka diğer müslümanların da yardımlarına ihtiyaç vardı (Gail Minault, The Khılafat Movement, Newyork 1982, s 35) Cemiyet, kültürel sahada faaliyetlerde bulunmak üzere kitaplar yayınlamıştır Bu kitaplardan ilki, cemiyetin genel sekreteri Kıdwaî tarafından kaleme alman "İslâm'a Çekilen Kılıç yahut Alemdarân-ı İslâm'ı Müdafaa, Londra 1919'dır Eserin konusu, Osmanlı murahhas heyetinin Paris Sulh Konferansı (18 Ocak 1919)'na sunduğu muhtıra ile konferansın Onlar Konseyi tarafından Osmanlı heyetine verilen cevabın ışığı altında Osmanlı İslam Devleti Meselesi'nin tahlilidir Değişik bir ifadeyle eser, Osmanlı hilafetinin batılı devletlere karşı bir savunmasıdır (Movement, age, s6) Kıdwaî eserinin önsözünde şunları söylemektedir: "-Türklere isnad edilen haksız tecavüzler, tarih ve insanlık huzurunda mutlaka savunulmalı ve onlar hakkındaki gerçekler açıkça ortaya konulmalıdır İşte ben, onların din kardeşi olmam hasebiyle bu vazifeyi yerine getiriyorum Gerçi çok iyi bir dava vekili değilim Fakat doğru bir dava, çok iyi dava vekillerine de o kadar muhtaç değildir Dünya nüfusunun 1/3'ünü meydana getiren ve müslümanların vahdet merkezi olan bir devleti yıkmak hiç şüphesiz adaletsizliktir" Cemiyetin gerçekleştirmeyi arzuladığı projeler arasında ise şunlar yer almaktaydı: Hac taşımacılığında tekel olan İngiliz firmalarıyla rekabet etmek ve Bombay ile Cidde güzergâhındaki hacıları taşımada kullanılmak üzere gemiler satın almak ve müslümanlara ait bir gemi şirketi kurmak; Mukaddes beldeleri korumak için Arap denizinde müslümanlara ait bir deniz filosu bulundurmak veya en azından -bu amaç için Osmanlı deniz kuvvetlerine bir zırhlı savaş gemisi vermek Bu projelerin hiçbirinin gerçekleşememesi halinde bir veya iki uçak satın almarak Türkiye'ye hediye etmek Ayrıca zor durumda bulunan İslâm ülkelerini yok olmaktan kurtarmak amacıyla İslam dünyasından yardım toplamak (Menault, aynı eser, s 36) 1 Dünya Savaşı esnasında İngiltere, Mekke Şerifi Hüseyin'i Osmanlı hilafetine karşı isyan ettirmekle, İslam dünyasının Hüseyin'in arkasında toplanacağını, hiç olmazsa onun manen destekleneceğini ummuştu Ne var ki, beklenilen gelişmeler bu doğrultuda olmamış, aksine Halifeyi en zor anında "arkadan vurma çılgınlığı"nı gösteren Hüseyin şiddetle kınanmaktan kurtulamamıştır Bu noktada ilk protesto, Mevlana Abdülbari'nin liderliğindeki Hüddâmü'l-Kâbe Cemiyeti'nden gelmiştir Abdülbari, Hind ulemasından bir fetva çıkartarak Şerif Hüseyin'i lanetletir, bu arada Halife'ye karşı olan bağımlılıklarını ise perçinlettirir Güney Asyalı Müslümanların bu çabaları Türkiye'ye şu şekilde yansır: " Müslümanların halifesine isyan eden Mekke Emiri Hüseyin'in bu alçakça hareketi Hindistan'da duyulur duyulmaz her yerde toplantılar yapıldı, nutuklar ve hutbeler irad edildi Öncelikle Hindistan'daki müslüman basın, Hüseyin'in böyle bir zamanda İslam halifesine karşı isyan etmesini İslâm dünyasının kalbine doğrultulmuş bir hançer olarak telakki etmiştir Daha sonra ise, Hind İttihad-ı İslâm Cemiyetinin bütün şubeleri birleşerek bu haince harekete karşı durulmasını, Hüseyin taraftarlarına düşmanlık ilan edilmesini ve İslâm Şerîatı'nı temelden sarsacak olan bu isyanı destekleyecek her türlü yardımdan kaçınması için hükümete müracaatta bulunulmasını kararlaştırdı Her ne kadar Hindistan'daki İngiliz gazeteleri ile bazı Mecusi basını Hicaz'daki kıyamı, Hind Müslümanlarının menfaatleri açısından hayırlı bir gelişme şeklinde değerlendiriyorlarsa da bu isyan, Hindlilerce genel kabul görmedi Zira görüyoruz ki, Hind Müslümanları bu kıyama asla taraftar olmadıkları gibi, başka cemiyetler akdederek, İttihad-ı İslâm şubelerini birleştirerek hep bir ağızdan Şerif Hüseyin'in yaptığı işleri pek ağır bir dille kınıyorlar ve onun yaptığı kıyamı bir hıyânet ve küfür olarak telakki ediyorlar Kısacası Hind basınını gözden geçirenler görürler ki, -doğrudan doğruya İngiliz emellerini destekleyen birkaç istisna dışında- genelde Hind basını, Şerif Hüseyin olayını kınama noktasında müttefiktirler" ("Sâbık Mekke Emiri Hüseyin ve Hind Matbuatı", Sebilürreşad, c XIV, s 179-180 ve 192-193, İstanbul 6 Tesrin-i Evvel 1332) Ahmet Zeki İZGÖER HUDEYBİYE BARIŞI Hz Peygamber ve ashabının Kabe'yi ziyaret maksadıyla Mekke'ye gitmek istemeleri ve bunun müşrikler tarafında engellenmesi üzerine çıkan olaylardan sonra müslümanlarla müşrikler arasında yapılan anlaşma Allah Rasûlü'nün hicretinin üzerinden mücadeleler ve savaşlarla dolu altı yıl geçmişti Hem muhacirler, hem de Ensar, Kâbe'yi ziyaret özlemiyle yanıp tutuşuyorlardı Allah'ın elçisi, bu yılın Zilkade ayının başında bütün ashabın özlemlerine beklentilerine cevap anlamı taşıyan bir rüya gördü Rüyasında ashabı ile birlikte güvenlik içinde Kâbe'yi ziyaret ediyordu Rasûlullah'ın ashaba anlattığı rüya, hızla bir muştu gibi yayıldı Medine'ye Hz Peygamber bu genel coşku üzerine, Kâbe'yi ziyaret etmek isteyenlerin hazırlanmasını emretti Hattâ İslam'ı kabul etmeyen kabileleri bile kendileriyle birlikte hac yapmaya çağırdı Hazırlıkların tamamlanmasından sonra, Zilkade'nin ilk Pazartesi günü (13 Mart 628) bin dörtyüz kişi ile birlikte Mekke'ye doğru hareket etti Niyetinin barış olduğunu göstermek için yanlarına yolcu kılıcı denilen kılıçtan başka savaş silahı almamışlardı Zül-Huleyfe mevkiine geldiklerinde ihrama girdiler ve Umre için niyet ettiler Yanlarında Mekke'de kurban edilmek üzere sabin alman yetmiş deve bulunuyordu ve bunlar kurbanlık olduğu belli olacak biçimde nişanlanmıştı Mekkeli müşrikler Hz Muhammed'in hareketini öğrenince toplanarak ne pahasına olursa olsun, Rasûlullah'ın Mekke'ye girmesine izin vermemeyi kararlaştırdılar Rasûlullah'ın Mekke'ye daha fazla yaklaşmasına engel olmak üzere de Halid bin Velid komutasında ikiyüz atlıdan oluşan bir birlik gönderdiler Bu arada Hz Peygamber Hudeybiye mevkiine gelmişti Devesi burada kendiliğinden çöktü ve bütün çabalara rağmen kaldırılamadı Bunun üzerine çeşitli fikirler ileri sürenlere karşılık Allah Rasûlü,"Filin Mekke'ye girmesine engel olan kuvvet bu deveyi de çökertti" diyerek herkesin inmesini emretti Peygamber Efendimiz, Mekke müşriklerinin durumu anlama ve umreyi gerçekleştirebilme konusunu görüşmek için Hz Osman (ra)'ı Mekke'ye gönderdi Hz Osman (ra) kiminle görüştü ise, umre yapmanın mümkün olmadığını anladı Zira müşrikler, müslümanların Mekke'ye girişini kendileri için büyük bir zillet sayıyorlar ve bütün Arap dünyasının gözünden düşecekleri şeklinde yorumluyorlardı Bundan dolayı umre hiç mümkün gözükmüyordu Bu arada Hz Osman (ra)'nın tutuklandığı ve öldürüldüğü haberi yayıldı Bu haber üzerine peygamber Efendimiz, bütün mü'minlerden "ölüm" üzere bey'at aldı Ashab-ı Kirâm'ın ölüm için yarışırcasına bey'at etmelerini müşriklerin casusları da görüyorlardı Bu durumu süratli bir şekilde Mekke'ye bildirdiler Sahabenin bey'atını bildiren âyet-i kerime'de şöyle buyurulur: "Sana bey'at edenler gerçekte Allah'a bey'at etmektedirler Allah'ın eli onların ellerin üzerindedir Kim ahdini bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur ve kim Allah'a verdiği sözü tutarsa Allah ona büyük bir mükafat verecektir" (el-Feth, 48/10) ve "Allah şu mü'minlerden razı olmuştur ki, onlar ağacın altında sana bey'at ediyorlardı Allah onların gönüllerindekini bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi Yine onlara alacakları birçok ganimetler bahşeyledi Allah üstündür, hikmet sahibidir" (el-Fetih, 48/18-19) âyetleri bu olayı anlatmakta ve Cenab-ı Hakk'ın biat edenlerden razı olduğunu bildirmektedir Bu âyetlerden dolayı, bu beyata, razılık biatı anlamında "Biatü'r-Rıdvân" ve Hz Peygamberin altında oturduğu ağaca da razılık ağacı anlamında "Şeceretü'r-Rıdvân" adı verilmiştir Kısa bir aradan sonra Hz Osman (ra)'la ilgili ölüm haberinin asılsız olduğu anlaşılmıştır Bu arada karşılıklı elçiler gidip geliyor, bir uzlaşma yolu aranıyordu Müşrikler müslümanların Mekke'ye girmelerine izin vermeyeceklerini açıkça söylüyorlardı Hz Peygamber ise "Biz buraya kesinlikle savaşmak için gelmedik Amacımız Kâbe'yi ziyarettir, Umre yapmaktır Kureyşliler eski savaşlarda zayıf düşmüşlerdir Dilerlerse onlarla bir anlaşma, bir sure için barış anlaşması yapmak isterim Kabul ederlerse ne âlâ, aksi takdirde Allah'a yemin ederim ki, ölünceye kadar onlarla savaşırım" diyerek barış öneriyordu Allah Rasûlü'nün kararlılığı yüzünden müşrikler savaşı göze alamadılar Amr oğlu Süheyl'i kendileri adına bir anlaşma yapmak üzere gönderdiler Rasûlullah ile Süheyl uzun görüşmelerden sonra anlaşma şartlarını tesbit ettiler Buna göre; 1-Müslümanlarla müşrikler on yıl süreyle savaşmayacaklar, birbirlerine saldırmayacaklardı 2- Müslümanlar bu yıl Kabe'yi ziyaretten vazgeçerek geri dönecekler, ancak gelecek yıl umre yapacaklar, müşriklerin boşaltacağı Mekke'de üç gün kalacaklar ve yanlarında yolcu kılıçlarından başka silah taşımayacaklardı 3- Mekke'den birisi müslüman olarak Medine'ye sığındığı zaman iade edilecek; fakat Medine'den Mekke'ye sığınanlar iade edilmeyecekti 4- Arap kabileleri istedikleri tarafla anlaşma yapmakta serbest olacaklardı Hudeybiye andlaşmasının bütün şartları görünüşte müslümanların aleyhine idi Bu nedenle müslümanlar büyük bir hayal kırıklığına uğradılar Bu andlaşmayı bir aşağılanma, bir küçük düşürülme olarak kabul ettiler "Sen Allah'ın Rasûlü değil misin? Davamız hak dava değil mi? Bu zilleti neden kabul ediyoruz?" diyen Hz Ömer'in sözleri, müslümanların genel üzüntülerinden doğan tepkinin dile getirilişinden başka bir şey değildi Fakat şüphesiz Allah ve Rasulü neyin hayırlı, neyin şer, neyin izzet, neyin zillet olduğunu daha iyi bilirdi Allah Rasûlünün kurbanlarını kesip başlarını tıraş etmeleri isteği yankısız kaldı Büyük bir üzüntü ile çadırına girdi Sonra mü'minlerin annesi Ümmü Seleme hazretlerinin tavsiyesi üzerine kendi kurbanını kesti ve tıraş oldu Bunun üzerine bütün müslümanlar yarışırcasına kurbanlarını kesip tıraş oldular Hudeybiye'de ondokuz gün kalındıktan sonra Medine'ye doğru yola çıkıldı Yolda, "Biz sana apaçık bir fetih verdik Bununla Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlayacak ve sana olan nimetini tamamlayacak ve seni doğru bir yola iletecek Allah sana şanlı bir zafer verecek" (el-Fetih, 48/1,2) âyetleriyle başlayan Fetih Sûresi nazil oldu Şanı yüce Allah, Hudeybiye barışını bir "Feth-i Mübin" (apaçık bir fetih) olarak niteliyordu Gerçekten de bunun böyle olduğu çok geçmeden herkes tarafından anlaşıldı Hudeybiye'yi Hayber gibi, Mekke'nin fethi gibi zaferler izledi Hudeybiye andlaşmasının en önemli yanlarından veya sonuçlarından birisi hiç kuşkusuz siyasî yönüdür Daha önce Mekkeli müşrikler, Medine İslam toplumunun varlığına bile tahammül edemezlerdi Hatta müslümanları kökten yok etmek amacıyla Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında olduğu gibi birçok girişimde bulunmuşlardı İşte bu andlaşma ile ilk kez müşrikler Medine İslam toplumunu resmen tanınmış oluyorlardı Bu durum İslam'ın kabileler arasından büyük bir önem kazanmasına neden oldu Andlaşmadan önce müslümanlarla müşrikler arasında hemen hiç bir ilişki yoktu Hudeybiye'den sonra ise iki taraf arasındaki ticari ve ailevi ilişkiler canlandı Hz Peygamber istediği yerde İslam'ı rahatça tebliğ etme imkanına kavuştu Bu nedenle hem Mekke'de, hem de çevre kabileler arasında İslam'ı kabul edenler hızla arttı Öyle ki, Hudeybiye ile Mekke'nin fethi arasında geçen iki yıl içinde müslüman olanların sayısı, Hudeybiye'den önceki ondokuz yıl boyunca müslüman olanların iki katına ulaşmıştı Andlaşma maddelerinden müslümanları en çok üzenlerden birisi, Mekke'den kaçan müslümanların iade edilmesi hakkındaki madde idi Daha andlaşma imzalanır imzalanmaz zincirlerini sürükleyerek gelen Ebu Cendel'in, "Müslüman olduğum için bu kadar zulümlere işkencelere uğramıştım Beni tekrar aynı işkencelere atmak mı istiyorsunuz? Beni yine müşriklere mi teslim edeceksiniz?" çığlıklarına rağmen antlaşma gereğince Kureyş adına andlaşmayı yapan müşrik Amr oğlu Süheyl'e teslim edilmesi, müslümanları gözyaşları içinde bırakmıştı Süheyl b Amr, oğlu Ebû Cendel'i çeke çeke Kureyşlilerin yanına götürdü Müslümanlar, onun feryadına dayanamayarak ağlamaya başladılar (Vâkıdî, Meğâzı, ll, 608'den naklen Asım Köksal, İslâm Tarihi, Vl, 204) Hz Muhammed (sas), Ebû Cendel'i şu sözleriyle teselli ediyordu: "Ey Ebû Cendel, şu toplulukla aramızda yazılan barış yazısı tamamlandı Sen biraz sabret, katlan, yüce Allah'tan da bunun ecrini dile şüphesiz Allah, senin ve senin yanında bulunan zayıf mü'minler için bir genişlik ve çıkar yol ihsan edecektir Biz onlara Allah'ın ahdiyle söz verdik, onlar da bize söz verdiler Onlara verdiğimiz sözü çiğneyemeyiz Verdiğimiz sözde durmamak bize yaraşmaz" (Asım Köksal, age, Vl, 204) Hz Ömer, bu geri çevirmenin dış görünüşüne bakarak çok üzülmüş, din için bu kadar hakarete katlanmanın sebebini anlayamadığını söylemişti Mekke'ye girip, Beytullah'ı ziyaret etmeyi uman sahabe bu gerçekleşmediği gibi Hudeybiye Andlaşması gibi aleyhlerine olan bir sözleşmeyi kabul etmek zorunda kalmışlardı Mekke'den kaçan fakat Medine'ye kabul edilmeyen müslümanlar Mekke Şam kervan yolu üzerindeki İs mevkiinde üslendiler Kısa zamanda sayıları üçyüze ulaşan müslümanlar müşriklere karşı gerilla savaşı yürütmeye başladılar Kureyş'in kervanlarına saldırıyor, ellerine düşen Mekkeli müşrikleri öldürüyorlardı Kureyş müşrikleri bu durum karşısında müslümanları Mekke'de tutmanın zarardan başka bir şey getirmeyeceğini, gerçekten iman etmiş bir mü'mini hapsetmenin serbest bırakmaktan daha zararlı olduğunu anladılar ve ilgili maddenin andlaşmadan çıkarılması için başvurdular Bunun üzerine Rasûl aleyhisselam isteklerini kabul ederek İs'teki müslümanları Medine'ye çağırdı Bütün bu sonuçlar Hudeybiye barışının göründüğü gibi kötü bir anlaşma olmadığını, tersine müslümanlara zafer kapılarını açan bir "feth-i mübin" olduğunu açık bir biçimde ortaya koymaktadır Harun ÜNAL HUKÛKU'L-İBÂD Kul hakları Hukuk, hakk'ın çoğulu; ibâd ise abd'ın (kul) çoğuludur Böylece Hukuku'l-ibâd, kul hakları, insan hakları demektir Haklar genel anlamda dört kısma ayrılır 1- Sırf Allah'a ait olan ve içinde kul payı olmayan haklar Bunlar toplumun yararı gözetilen haklardır Zina, içki cezaları, iman, namaz, zekât, vergi, harç ve benzeri haklar gibi Bu haklardan vazgeçme veya bunları affetme yetkisi bulunmaz 2- Sırf kula ait haklar Bunlar kişisel maslahata yönelik haklardır Kişinin alacakları, diyet (kan bedeli), telef edilen mal bedelleri gibi Bu tür haklar kişiye ait olduğu için isterse onlardan vazgeçebilir Çünkü insan kendine ait haklarda istediği şekilde tasarruf etme yetkisine sahiptir 3- Allah hakkı ile kul hakkının bir araya geldiği ve Allah hakkının gâlib olduğu haklar Meselâ kazf, yani bir kişiye zina iftirasında bulunma cezası gibi Kazf, bir yandan kişilerin namus ve şahsiyetleriyle ilgili olduğu ve toplum içerisinde fuhuş ve fesadın yayılmasına neden olduğu için, Allah hakkıdır; diğer yandan kişilerin iffet ve şerefini ilgilendirdiği için kul hakkı grubuna girmektedir Ancak burada Allah hakkı kul hakkına daha galib geldiğinden kulun bu cezayı af etme yetkisi yoktur 4- Her iki hakkın bir arada toplandığı ve kul hakkının gâlib olduğu haklar: Mesela amden (kasıtlı olarak) öldüren katilden kısas almak gibi Bu ceza bir yandan insan hayatını koruduğu ve toplumun emniyet ve sükûnunu sağlamaya yönelik olduğu için umumî maslahat kabilinden olup Allah hakkıdır; diğer yandan maktül'ün (öldürülenin) akrabalarının öfkelerini dindirdiği ve katile karşı kin ve düşmanlık duygularını söndürdüğü için özel bir haktır ve kula aittir Ancak bu suçun öldürülen ve akrabalarıyla olan ilgisi toplumla olan ilgisinden daha açık ve daha yakın olduğundan, buna terettüb eden kısasta kul hakkı daha galib kabul edilmiş, dolayısıyla bu haktan vazgeçip geçmeme, yani katili bağışlayıp bağışlamama yetkisi öldürülenin velilerine (akrabalarına) verilmiştir (bk Abdülkerim Zeydan, el-Vecîz fi Usûli'l-Fıkh, s 62-65) Diğer bir açıdan kul hakları, para ve mal gibi maddî haklar iffet, şahsiyet ve benzeri manevî haklar olmak üzere ikiye ayrılır İslâm dini bütün yönleriyle insan haklarına son derece de önem vermiş ve bu hakların gözetilmesini emretmiştir Allah (cc), Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurmaktadır: "Mallarınızı, aranızda haksız sebeplerle yemeyin Kendiniz bilip dururken insanların mallarından bir kısmını, yalan yemin ve şahitlikle yemeniz için o mallan hakimlere (reislere, yetkili idarecilere veya mahkeme hakimlerine el altından rüşvet olarak) vermeyin" (el-Bakara, 2/188); "Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakınınız Çünkü zannın bir kısmı günahtır Birbirinizin kusurunu araştırmayın Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin (aleyhinde konuşmasın) Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz O halde Allah'tan korkun şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyendir" (el-Hucurât, 49/12) Her ne suretle olursa olsun insanların haklarına tecavüz edip onlara haksızlık yapanlar, zâlimler grubuna girmektedir ki Cenâb-ı Allah Kur'ân-ı Kerîm'in birçok âyetlerinde onları şiddetle yermiş ve onlar için büyük azaplar olduğunu bildirmiştir: "Sorumluluk, ancak insanlara zulmedenlere ve yeryüzünde haksız yere taskınlık edenlere aittir İşte böylelerine acı bir azap vardır" (eş-Şura, 42/42); "Zâlimlerin varacağı yer ne kötüdür!" (Âlu İmrân, 3/151); "Zâlimler için yardımcılar yoktur" (el-Mâide, 5/72); "Biliniz ki Allah'ın lâneti zâlimlerin üzerinedir" (el-Hucurât, 49/12) Hz Peygamber (sas) de bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Birbirinize hasedlik etmeyin! Müşteri kızıştırmayın! Birbirinize buğzetmeyin! Birbirinize sırt çevirmeyin! Biriniz diğerinin pazarlığı üzerine satış yapmasın! Kardeş olun ey Allah'ın kulları! Müslüman müslümanın kardeşidir Ona zulmetmez; onu yardımsız bırakmaz; onu küçümseyip hakir görmez - Üç defa kalbine işaret ederek- Takva şuradadır Kişiye kötülük olarak müslüman kardeşini hakir görmesi yeter Müslümanın her şeyi, kanı, malı ve ırzı diğer müslümana haramdır" (Müslim, Birr, 32); "Bir müslüman için müslüman kardeşi üzerine vacib olan beş hakkı vardır: Selamı almak; aksırana teşmît (Allah sana rahmet etsin demek); davete icabet; hastayı ziyaret etmek ve cenazelerin arkasından gitmek" (Müslim, Selâm, 4) Ebû Hureyre (ra) der ki: Rasûlüllah (sas) ashabına: "Müflis (iflas etmiş) kimdir bilir misiniz" diye sordu Ashab: "Bizim aramızda müflis, hiç bir dirhemi ve eşyası olmayan kimsedir" dediler Bunun üzerine Rasûlüllah (sav) şöyle buyurdu: "Benim ümmetimden müflis o kimsedir ki kıyamet gününde namaz, oruç ve zekâtla gelecek, ancak şuna sövmüş; buna zina iftirasında bulunmuş; bunun malını yemiş; bunun kanını dökmüş; diğerini de dövmüş olarak gelecek; dolayısıyla şuna hesenatından (iyiliklerinden) buna da hesenatından verilecektir O âyet davası görülmeden hesenatı biterse, onları (hak sahiplerinin) günahlarından almarak bunun üzerine ve sonra da cehenneme atılacaktır" (Müslim, Birr, 59) "Kıyamet gününde haklar, mutlaka sahiplerine ödenecektir; öyle ki boynuzsuz koyun için dahi boynuzlu koyundan kısas almacaktır" (Müslim, Birr, 60) İslâm bilginleri de günahtan tevbe etmenin kabul olunması hususunda şöyle demişlerdir: Şayet işlenen günah yalnız Allah'a karşı olup kul hakkına taallûk etmiyorsa bu gibi günahtan tevbe etmenin üç şartı vardır: 1) O günahı terk etmek 2) Onu işlediğine pişman olmak 3) O günahı bir daha işlememeğe azmetmek Bu üç şarttan biri eksik olursa tevbe geçerli değildir Eğer işlenen günah insan hakkı ile ilgili ise o tevbenin dört şartı vardır Bunların üçü yukarıda zikredilen üç şarttır Dördüncüsü de hak sahibinin hakkından arınmaktır Şayet bu hak, mal ve benzeri ise tevbeden kimse onu sahibine iade eder; Eğer bu hak, zina iftirası atmak sebebiyle lazım gelen hadd cezası ise, hak sahibinin o haddi icra etmesine imkân verir yahut affını diler; eğer o hak gıybet ise hak sahibinden af diler Abdulkerim ÜNALAN HUKÛKULLAH Allah'ın hakları, Allah'a ait olan haklar Hukuk, hak kelimesinin çoğulu olup "haklar" demektir Hukukullah tabiri "Allah'a ait haklar" anlamına gelip, buna toplum veya âmme hukuku da denir İslâm hukukunda, haklar bir tasnife göre Allah hakkı ve kul hakkı (hukuku'l-ibâd) olmak üzere ikiye ayrılır Kul hakkı; kendisiyle, şahsa ait maslahatların (yarar) korunması kastedilen haklardır Bunlar; sağlığın, çocukların ve malın korunması gibi genel veya mâlikin mülkü, satıcının semen, alıcının mebî (satılan mal) üzerindeki hakkını korumak gibi özel nitelikli haklar olabilir Bunlarda, indirim, af, sulh, ibra veya mübah kılma gibi tasarruflar mümkündür Miras cereyan eder, her bir suçta ceza tekrar eder Allah hakları (hukukullah) ise; kendisiyle Allah'a yaklaşmak, O'nu ta'zîm etmek ve dininin sembollerini (şeâir) ayakta tutmak veya toplum yararını gerçekleştirmek kasdolunan haklardır Bunlar, terkeden için tehlikesinin büyüklüğü ve sağladığı yararın kapsamlı olması yüzünden Allah'a nisbet edilmiştir Allah'a yaklaşmakla ilgili olan haklar şunlardır: Namaz, oruç, hac, zekât, cihâd, emr-i bi'l-ma'rûf ve nehyi ani'l-münker, nezir, yemin, gerek hayvan kesimi ve gerekse meşru herhangi bir ise başlarken besmele çekmek gibi Toplum yararıyla ilgili olan haklara ise; suçları önleyici tedbirler almak, zina, kazf (zina iftirası), hırsızlık, yol kesme, sarhoşluk veren maddeleri kullanmak gibi suçların cezaları ile ta'zîr cezalarını (devletin koyduğu cezalar) uygulamak, nehir, yol, mescid gibi topluma ait yerlerin ortak kullanımını sağlamak gibi haklar örnek verilebilir Allah haklarında, indirim, af veya sulh câiz değildir Bunları değiştirmek de câiz olmaz Hırsızlık cezası, dava açıldıktan sonra, mağdurun affı veya hırsızla anlaşması, zina cezası da kocanın veya başkasının affı, yahut kadının nikâhlanma yoluyla kendisini mübah kılması hallerinde bile düşmez Bu haklar miras yoluyla geçmez Mirasçılar, miras bırakan vasiyet etmedikçe, onun zekât, hac, adak, fidye gibi ibadet borçlarından sorumlu değildir Mirasçı, mûrisin işlediği suçtan dolayı da sorumlu tutulamaz Allah haklarında tedâhül cereyan eder Bir kimse defalarca zina etse, hırsızlık yapsa, tek ceza yeterli olur Çünkü cezadan maksat caydırmak, yıldırmak ve korkutmaktır Bu da gerçekleşmiş olur Bu suçların cezasını uygulamak hâkime ait bir görevdir (es-Serahsî, el-Mebsût, Matbaatü's-Saade, IX, 185; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Beyrut 1328/1910, VII, 55 vd; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, 2 baskı, Dımaşk 1405/1985, IV, 13, 14) Şâmil İA |
Konu Araçları | Bu Konuda Ara |
Görünüm Modları |
|