Klasik Dönem Osmanlı Mimarisi / Osmanli Mimarisi |
08-16-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Klasik Dönem Osmanlı Mimarisi / Osmanli MimarisiKlasik Dönem Osmanlı Mimarisi -------------------------------------------------------------------------------- İkinci Bayezid döneminden 16 yüzyılın sonuna kadar olan süre, Osmanlı mimarisinin Klasik Dönemi olarak adlandırılır IIBayezid ile başlayan bu döneme, aynı zamanda Büyük Külliyeler Devri de denilebilir Osmanlı devleti, Fatih Sultan Mehmed’le birlikte imparatorluk niteliği kazanmıştır Erken dönemde de külliye sayısı hayli çok olmakla birlikte kent planlamasına pek büyük katkıları yoktu İstanbul’un başkent olmasıyla başlayan dönemin bir ürünü olan Fatih Külliyesi, gerek büyüklüğü gerek planlamasındaki düzenliliği, gerekse kentin dini ve kültürel merkezi oluşu ile Osmanlı mimarisinde bir çığır açmıştır Daha sonra II Bayezid’in Edirne, Amasya ve İstanbul’da yaptırdığı külliyeler, bu kentlerin Osmanlı kimliği kazanmasında önemli rol oynamışlardır Edirne’deki 1488 tarihli Bayezid Külliyesi mimar Hayreddin’in eseridir Külliyesinin merkezinde tek kubbeli tipin anıtsal bir örneği olan cami yer alır Darüşşifa ve tıp medresesi ise öteki önemli birimlerdir Caminin portali cepheye hakim durumdadır Mukarnaslı kavsaranın altında ise kitabe kuşağı yer alır Edirne Bayezid Camii oldukça yalın bir görünüşe sahiptir Kubbeye geçişi sağlayan bir eleman olan pandantiflerin çok aşağılara kadar inmesi, aslında yüksek olan iç mekanda basık bir etki yaratmıştır Caminin içinde de fazla süsleme yoktur Ancak, kapı ve pencere kanatları dönemin seçkin ürünleridir ve ahşap işçiliğinin üstün kalitesini yansıtırlar Darüşşifa ise külliyenin önemli birimlerinden biridir Altıgen planlı ana mekanda huzur verici bir atmosfer vardır Bu bölüm akıl ve sinir hastalarının toplu tedavisi için kullanılıyordu Burada müzikle tedavi uygulandığı bilinir Avlunun çevresinde ise hasta ve hekimler için odalar yer almaktadır Hemen yanında da tıp medresesi bulunur İstanbul’daki II Bayezid Külliyesi de mimar Hayreddin’in eseridir 1501 tarihli külliye, kentin geçirdiği değişikliklerden etkilenerek meydanın çeşitli köşelerinde dağınık yapılar olarak kalmıştır Cami, medrese, kervansaray, türbeler ve sübyan mektebi gibi birimlerin birbiri ile bağıntısını anlamak, bugün için bir hayli güçtür Bayezid Camii’nde ortadaki büyük kubbe, ana eksen üzerindeki iki yarım kubbe ile desteklenmiştir Bu plan, daha önce İstanbul’daki Ayasofya’da da uygulanmıştır Ancak burada artık merkezi bir mekan anlayışı söz konusudur Mimar Sinan daha sonra bu plan şemasını Süleymaniye Camii gibi çok önemli bir yapıda da kullanmıştır 15 yüzyıldan bu yana görülen şadırvanlı, revaklı iç avlu, bu dönemden başlayarak büyük camilerin standart bir elemanı olarak karışmıza çıkmaktadır Bu tür avlularda genellikle son cemaat yerindekiler daha yüksek olmak kaydıyla sütunlara oturan kubbe ile örtülü revaklar yer alır Hemen dikkati çeken eleman ise camiye girişi sağlayan ve artık klasik biçimini almış olan taç kapıdır Genellikle basık kemerli kapının yukarısında mukarnaslı bir kavsara yer alır Bu asıl portalin yanı sıra avluya üç taraftan girişi sağlayan taç kapılar da vardır Bu kapılarda ise renkli taş kakma süsleme hakimdir II Bayezid döneminde, sultanın yanı sıra devlet ileri gelenleri de camiler yaptırmıştır Ancak bunların sultanların yaptırdığı ve Selatin adı verilen camilerden belli farkları vardır O kadar büyük boyutta olmadıkları gibi minarelerinin sayısı da biri geçmez Bu tür camilerden biri de Sultanahmet yakınındaki Firuz Ağa Camii’dir 1491 tarihli yapı, tek kubbeli namaz mekanı ve üç gözlü, kubbeli son cemaat yeri ile tek kubbeli camilerin tipik bir örneğidir İstanbul’da Çemberlitaş’ın hemen yanındaki Atik Ali Paşa Camii ise plan açısından ilginçtir Bu yapının planı bir bakıma Edirne’deki Üç şerefeli Cami’nin planına benzer Ortada kubbeli büyük bir mekan, yanlarda ikişer kubbe ile örtülü bölümler yer almaktadır Böylece enine gelişim gösteren bir dikdörtgen oluşturulmuştur Kubbeyi dört desteğin taşıması ve mihrap önündeki yarım kubbe ile örtülü bölüm, yapının Üç şerefeli Cami’den ayrılan yanlarıdır 16 yüzyılın ilk yarısında İstanbul-Bağdat yolu üzerinde, ordunun bir günlük yürüyüş sonunda dinlendiği yerlerde Menzil Külliyeleri yapılıyordu Bunlardan biri de İstanbul’dan sonra ilk menzil olan Gebze’deki Çoban Mustafa Paşa Külliyesi’dir 1522'de yapımına başlayan külliye çevresinde bir kentleşmeyi doğurmuştur Yapının Mimar Sinan’ın eseri olduğu ileri sürülür Ama böyle erken bir tarihte henüz bu çaptaki eserleri görülmediği için ancak tamamlanmasında bir süre çalışmış olabilir Külliyenin tek kubbeli camii ise daha çok Memlük tarzındaki taş süslemesi ile dikkati çeker Bu malzemenin Mısır’dan getirildiği ileri sürülür Gerek içeride gerekse dışarıda kakma taş tekniğinde geometrik süslemeler yer almaktadır İstanbul’daki Sultan Selim Külliyesi, Osmanlı mimarisinin klasik dönemdeki gelişimini gösteren örneklerden biridir Yavuz Sultan Selim döneminin sonlarına ait olan yapının Kanuni tarafından babası için yaptırılmış olduğu kabul edilir Külliye, adını verdiği semtte, Çukurbostan diye bilinen açık Bizans sarnıcının yanındadır Külliyenin merkezini oluşturan cami, büyük kubbesi ile tek kubbeli tipin anıtsal bir örneğidir Bununla birlikte caminin iki yanında birer tabhane yer alır Bir tür misafirhane denilebilecek bu bölümler, eski dönemlerin zaviyeli camilerindeki yan mekanların yerini tutmaktadır Burada ise bu yan bölümler, dört eyvan ve köşe odalarıyla başlıbaşına birer mimari niteliğindedir Portalin çevresinde yoğun taş süsleme bulunmaktadır Burada mukarnaslı kavsaranın yanı sıra yüzeysel kabartmalarla süslü duvar payesi, niş, sütunçe gibi mimari süsleme elemanları karışımıza çıkar Yapının tümü küfeki taşından olmakla birlikte süslemenin yoğunlaştığı yerlerde beyaz Marmara mermeri kullanılmıştır Portal bu hali ile klasik Osmanlı taç kapısı konusunda genel ilkelerin yerleşmeye başladığı dönemin bir ürünü olarak nitelenebilir Yapının avlusu da revağı ve şadırvanı ile klasik avlulara bir örnektir Avluya bakan pencere alınlıklarında yer alan renkli sır tekniğindeki çiniler bu türün güzel örnekleri arasındadır Çinilerin desenleri birbirinin eşi olmakla birlikte renkleri farklıdır Bu çinilerden rumi ve palmet denilen klasik motiflerin yanında bitkisel süslemeye de yer verilmiştir Caminin hemen arkasında yer alan Yavuz Sultan Selim’in Türbesi ise sekizgen planı ve kubbesi ile tipik bir Osmanlı türbesidir Girişin iki yanındaki çini panolar adeta birer seccade gibidir Bunlar, dönemin renkli sır tekniğinin en seçkin örnekleridir Aynı yerdeki ikinci bir türbe ise şehzadeler Türbesi olarak bilinir Bu türbede başka bir yerde benzeri görülmeyen taş içine kakma altıgen çini panolar yer alır Osmanlı mimarisinin klasik çağı Mimar Sinan Dönemi olarak da adlandırılabilir Sinan, İstanbul’da ilk külliyesini 1539’da Haseki Hürrem Sultan için yapmıştır Bu tarihten başlayarak 16 yüzyılın sonuna değin Osmanlı mimarisine damgasını vuran bu büyük usta, her tür yapıda çeşitli plan tiplerini ve örtü sistemlerini denemiştir İlk anıtsal yapısı sayılabilecek olan 1548 tarihli şehzade Mehmed Külliyesi’nin camiinde, merkezi kubbenin çevresinde dört yarım kubbe şemasını ele almıştır Bu plan tipinde örtü sistemini taşıyıcı elemanlarda denge sağlanmış, merkezi mekanda bir bütünlük yaratılmaya çalışılmıştır Ancak bu çapta bir kubbeyi taşımak için gerekli olan iri payelerin arkasında kalan bölümlerin ana mekana yine de tam olarak katılamadığı söylenebilir Bu cami, genç bir şehzadenin anısına yapılmıştır Belki de bu nedenle taş süsleme ile hafif, adeta neşeli bir görünüş sağlanmaya çalışılmıştır Bu durum minare gövdelerinde daha iyi görülmektedir Caminin piramit biçimindeki ana kitlesine çeşitli yapı elemanları yoluyla bir hareket getirilmiş, taş süsleme ise tüm sınırları belirleyici bir işlev kazanmıştır Caminin haziresindeki şehzade Sultan Mehmet Türbesi’nin dilimli kubbesi ve renkli taş süslemeleri hareketli bir dış görünüm sunarlar Türbenin çinileri ise renkli sır tekniğinin Osmanlı sanatındaki son ve en zengin örnekleridir Geleneksel rumi ve hatai motifleri, geometrik desenler, yazı frizleri tüm yüzeyleri kaplamaktadır Bu çinilerde ayrıca natüralist süslemeye geçişin habercilerini görmek de mümkündür Şehzade Camii ile aynı tarihe ait olan Üsküdar Mihrimah Sultan ya da öteki adıyla İskele Camii de Sinan’ın yarım kubbe denemelerinden biridir Burada topografik durumun zorlaması ile üç yarım kubbeli bir sistem uygulanmıştır Aynı nedenle revaklı avlu da yoktur Revaklı avlunun yerini kısmen de olsa ikinci bir son cemaat yeri durumundaki sakıf almıştır Bu yapıda da mekan bütünlüğü için arayışların başarı ile sürdüğü görülür Camide pek az süsleme vardır, çini ise hiç kullanılmamıştır Ama pencerelerdeki renkli cam süslemenin kısmen de olsa orijinal olduğu kabul edilir Caminin pencereleri bu tür süslemenin klasik dönemden kalma nadir örneklerindendir Ayrıca camideki kaliteli ahşap işçiliği de klasik dönemin seçkin ürünleridir Mimar Sinan’ın yarım kubbeli camileri arasında en başarılı olanı kuşkusuz Süleymaniye Camii’dir Cami aynı zamanda İstanbul’un en büyük külliyelerinden birinin parçasıdır Süleymaniye Külliyesi, gerek yapılarının çokluğu ve kapladıkları alan, gerekse kentsel planlama açısından büyük önem taşır Külliye meyilli bir araziye yerleştirilmiş ama yine de simetri uygulanmıştır Haliç tarafından bakıldığında, yapıların yerleştirilmesindeki ustalık hemen ortaya çıkar Birbirinin görünüşünü kapamayan yapılar, ortadaki cami ile birlikte tepenin eğimine uygun olarak kurulmuştur Caminin genel kitlesi piramidal olmakla birlikte küçük kubbeler, ağırlık kuleleri ve payandalarla çok çekici bir hareket sağlanmıştır Süleymaniye Camii iki yarım kubbelidir Eksen üzerindeki yarım kubbeler ana kubbeyi desteklemekte, bu da yanlardaki küçük kubbeler ve kemerlerden oluşan bir sistem ile dengelenmektedir Bu şema Ayasofya modelini akla getirir Ama Ayasofya’da hiçbir zaman sağlanamamış olan statik denge, Süleymaniye Camii’ndeki en başarılı özelliklerinden biridir Bu arada, caminin büyük depremler geçirmesine rağmen önemli bir hasara uğramadığını, oysa Ayasofya’nın kubbesinde zaman zaman çökmeler ve büyük çatlamaların olduğunu da hatırlamak gerekir Süleymaniye Camii, süslemeleri açısından yalın ve ağırbaşlı bir yapıdır Kaliteli taş süsleme, gerek mimarinin kendisinde gerekse mermer mihrap ve minberde dikkati çeker Kıble duvarının pencerelerindeki orijinal renkli camların bir kısmı günümüze gelebilmiştir Aynı duvarda çini de ölçülü bir biçimde kullanılmıştır Sıraltı tekniğinin erken örneklerinden olan çinilere mihrap çevresinde rastlıyoruz Bu çinilerde, 16 yüzyılın ikinci yarısında çok görülen kabarık kırmızı renk ilk kez ortaya çıkmıştır Kanuni’nin türbesi de Süleymaniye Camii’nin haziresindedir Sekizgen planlı türbe, çevresindeki sütun dizisi ile öteki Osmanlı türbelerinden ayrılır Kanuni’nin eşi Hürrem Sultan’ın aynı yerdeki türbesinde belki de ilk kez olarak çinide bahar açmış meyva ağacı motifi işlenmiştir Mimar Sinan bir yandan camilerde ideal mekan arayışını sürdürürken, bir yandan da çeşitli plan tiplerini ele almıştır Bunlar arasında geleneksel çok kubbeli Ulu Cami tipi de vardır Kaptan-ı Derya Piyale Paşa için İstanbul’da 1573’te yaptığı cami de böyle bir denemenin ürünüdür Piyale Paşa Camii’nin dikdörtgen mekanı, iki sütuna oturan kemerler yardımıyla altı eşit kare bölüme ayrılarak üstleri de birer kubbe ile örtülmüştür şaşırtıcı bir dış görünüşe sahip olan yapının tek minaresi girişin tam üzerinde yer alır Burası bir minare için en akla gelmeyecek yerlerdendir Yanlarda da ne amaçla ve ne zaman yapıldığı anlaşılamayan bölümler bulunmaktadır Bu yapıda Ulu Cami tipinin eski örneklerinde görülen ağır payelerin yerini sütunlar almıştır Bu sütunlar taşıdıkları kubbelere göre çok ince görünüşlü olmakla birlikte mekan bütünlüğüne katkıda bulunmaktadırlar Camide klasik dönemin nadir çini mihraplarından biri karşımıza çıkar Mimar Sinan küçük ölçülerdeki yapılarda da çok başarılıdır Üsküdar’daki Şemsi Paşa Külliyesi bunu kanıtlayan bir örnektir Bir mimarın medrese, cami ve türbeden oluşan külliyeyi dar bir alanda nasıl bu kadar olumlu biçimde yerleştirebildiğine şaşmamak olanaksızdır Bir yapının mütevazi ölçülerde olması, hiçbir zaman sanatçının işi küçümsemesine neden olmamıştır Sinan’ın üzerinde önemle durduğu bir konu da kubbeyi altı ya da sekiz desteğe oturtarak ideal merkezi mekanı elde etme arayışları olmuştur Bu tür çalışmaları çok sayıdadır Beşiktaş’taki Sinan Paşa Camii’nde Edirne Üç şerefeli Cami planını yineleyen Mimar Sinan, Kadırga’daki Sokollu Camii’nde ise yaratıcı gücünü tüm açıklığıyla sergilemiştir Yapının altı dayanağa oturan kubbesi Sinan’ın en başarılı uygulamalarından biridir Bu yapıda mekan bütünlüğü de büyük ölçüde sağlanmıştır Süslemede çini bolca kullanılmış ama mimariyi ezecek boyuta ulaşmamıştır Sokollu Camii, mimari-süsleme dengesi açısından da çok başarılı bir örnektir Mimar Sinan sekiz dayanaklı camilerde ise kendi yarattığı bir formu uygulamıştır Kubbenin sekiz desteğe oturduğu Ulu Camii tipi yapılar, Türk mimarisinde daha önce de uygulanmıştı Ancak Mimar Sinan ile birlikte yanlardaki yardımcı mekanlar önemini yitirmiş, ortadaki büyük kubbe hakim duruma geçmiştir 1558 tarihli Edirnekapı Mihrimah Camii bu tipin oldukça erken bir örneğidir Araziye de uyum sağlanmış olan bu camide, Sinan yarattığı mimari ile yapının üstünde bulunduğu yüksek noktaya daha bir belirginlik kazandırmıştır Caminin dış görünümündeki ferahlık ise bir hanım için yapıldığından olsa gerektir Bu aydınlık ve ferah atmosfer yapının içinde de karışmıza çıkar Caminin iç mekanı aynı yıllara ait Süleymaniye Camii ile karışlaştırılırsa fark daha iyi görülür 1561 tarihli Eminönü Rüstem Paşa Camii’nde de sekiz dayanaklı kubbe sistemi uygulanmıştır Ama bu yapı, mimarisinden çok çinilerinin kalitesi ve zenginliği ile tanınır Yapının iç duvarlarının tümü sıraltı tekniğindeki çinilerle hiç bir yer bırakılmamacasına doldurulmuştur Bu çinilerde lale, bahar açmış meyva ağacı motifleri dikkati çeker Edirne’deki Selimiye Camii Mimar Sinan’ın başarılı sanat yaşamını noktalar 1575 tarihli yapı kentin yüksekçe bir yerindedir Günümüzde ise kent tarafından daha iyi görünebilmesi için önüne bir meydan açılmıştır Selimiye Camii’nin kubbesi de sekiz dayanağa oturtulmuştur Bu yapıda mekanın hemen hemen tümü tek bir kubbe altında toplanmıştır Bu örneğe, Osmanlı mimarisindeki en görkemli kubbe denilebilir Selimiye Camii, merkezi mekanın en başarılı örneklerinden biri olarak dünya mimarlık tarihi literatürüne geçmiştir Yapı yalnız Türk mimarisinin değil, dünya mimarisinin de baş yapıtlarından biridir Caminin içinde ferah ve aydınlık bir atmosfer vardır Süslemesinde ise kalem işleri ve çiniler başta gelir Portaldeki taş süsleme, aynı zamanda mihrap ve minberde de kullanılmıştır Çinilerde aşırıya kaçmamaya özen gösterilmiştir En güzel örnekler hünkar mahfilinde görülür Tüm Osmanlı sanatında meyvalı bir elma ağacı da yalnızca burada bir çini panoya konu olmuştur Selimiye Camii, başkentten gelen yoldan en iyi biçimde görülebilecek konumda inşa edilmişti Kente girişte adeta devletin gücü simgeleniyordu Bu görünüm yakın zamana kadar sürmüştür Ancak, son yıllarda yolun kenarına yapılan bazı yüksek binalar caminin bu görünüşünü büyük ölçüde engellemiştir Günümüzdeki düşüncesiz kentleşmeyi, dünyanın en başarılı yapıları arasındaki bir eserin bugün aldığı konumla daha iyi görebiliriz Sanat tarihi öğreniminin başlıca amaçlarından biri, tarihi mirasın korunması olduğuna göre, bu konuya dikkati çekmek yararlı olacaktır |
Klasik Dönem Osmanlı Mimarisi / Osmanli Mimarisi |
08-16-2012 | #2 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Klasik Dönem Osmanlı Mimarisi / Osmanli MimarisiGEÇ DÖNEM OSMANLI MıMARİSİ -------------------------------------------------------------------------------- Mimar Sinan’ın ölümü ile Osmanlı mimarisinde “Klasik Dönem” diye adlandırılan çağ kapanmış, ama bu büyük ustanın etkileri uzun süre devam etmiştir Bu etki, özellikle cami planlarında çok güçlü ve kalıcı olmuştur Mimar Sinan’ın şehzade Camii’nde geliştirdiği dört yarım kubbeli sistem, birçok yapıda yinelenmiştir Bunlar arasında en önemli olanı Sultan Ahmet Camii’dir I Sultan Ahmed’in mimar Sedefkar Mehmed Ağa’ya yaptırdığı bu külliye, Sinan’ı izleyen, onun ekolünü sürdüren yapılar arasında en tanınmış örnektir denilebilir Külliyenin merkezini oluşturan cami, dört yarım kubbeli plan şemasının başarılı uygulamalarından biridir Yapının öteki camilerden ayrılan yönü ise avlunun dört köşesinde ve caminin iki yanında birer olmak üzere altı minareye sahip oluşudur Caminin avlusu da ortasındaki şadırvanı ve çepeçevre revaklarıyla klasik dönemdekilere benzer Ancak ayrıntılarda bazı farklar vardır 17 yüzyılın ilk yıllarına ait olan bu yapıda dikey hatların ön plana geçmeye başladıkları görülür Süslemede klasik motifler ele alınmış, ancak kompozisyon anlayışında bazı küçük farklar belirmiştir Caminin iç mekanı aydınlık ve ferahtır Kubbenin çok iri payelere oturtulmuş olması mekan bütünlüğünü az da olsa zedelemektedir Ama bu durum, aynı tipteki yapıların ortak bir özelliğidir Sultan Ahmed Camii çinileri açısından da oldukça zengindir Çinilerin tümü galeri biçimindeki üst mahfilin duvarlarını kaplamaktadır 16 yüzyıldaki örneklere göre daha değişik renkler görülür Kırmızılar kiremit rengine dönüşmüş, sırlar maviye çalmaya başlamıştır Kompozisyonlarda ise servi, bahar açmış ağaç motifleri büyük panolar halindedir Ayrıca, sonsuz düzende tekrarlanan motiflerin yer aldığı bitkisel süsleme görülür Natüralist üslupta çiçekler arasında lale, karanfil, sümbül ve gül ön plandadır Kapı ve pencerelerde ise yüksek kaliteli ağaç işçiliği karışmıza çıkar Bunlarda özellikle sedef ve fildişi kakmalara yer verilmiştir Yapının hemen yanındaki hünkar mahfili bugün Halı Müzesi olarak kullanılmaktadır Caminin yakınında bulunan Sultan I Ahmed’in Türbesi ise kare planlı oldukça büyük bir yapıdır Çinileri ve alçı üzerine yapılan “Malakâri” denilen süslemelerinin yanında sedefli kapısı da dikkati çeker Yapımına 1603 yılında başlanıp 1663’te bitirilen Eminönü’ndeki Yeni Cami, Osmanlı mimarisinin en uzun sürede tamamlanan camisidir Bu cami de dört yarım kubbeli tipin bir örneğidir Bugün Mısır Çarışsı adıyla tanınan arasta aslında Yeni Valide Camii Külliyesi’nin bir parçasıdır Bir yolla ayrılmış olduğu için ilgi kurmak biraz güçtür ama Turhan Valide Sultan Türbesi de külliyeye aittir Caminin yanında ise belki de Osmanlı hünkar mahfillerinin en görkemlisi yer alır Başlıbaşına bir mimari yapıt olan bu mahfil, çini ve sedef süslemeleri bakımından da önemli örneklere sahiptir Yeni Camii’nin içi Sultan Ahmet Camii ile aynı planda olmasına rağmen bir hayli loıtur Klasik döneme oranla dikey hatlar artık gelişmeye başlamıştır Yapının, özellikle de hünkar mahfilinin çinileri, 17 yüzyılın ilk yarısına ait en zengin koleksiyonlardan biridir Bu çinilerde mavi renkler egemendir Kompozisyon bakımından çok zengin örnekler olmakla birlikte teknik açıdan bir gerileme söz konusudur Klasik dönemde, “Külliye” olarak adlandırılan yapılar topluluğunun merkezini cami oluşturmaktaydı 17 yüzyılda ise merkezde cami yerine medresenin yer aldığı bir dizi külliye karışmıza çıkar Bunlar, sultanların değil de devlet ileri gelenleri ve vezirlerin yaptırmış olduğu örneklerdir Bu tipteki külliyelerden biri de 1683-1690 yılları arasında yapılmış olan Divanyolu’ndaki Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Külliyesi’dir 18 yüzyıl, Osmanlı sanatına Batı etkilerinin girdiği, başka bir deyişle Batılılaşmanın başladığı dönemdir Bu dönemde özellikle süslemede Barok, Rokoko gibi Batı kaynaklı üsluplar görülür Ama bu üslupların Osmanlı sanatındaki uygulamasında geleneksel Türk motifleri ve yapı tiplerinden vazgeçilmemiştir Bu dönemde çeşme ve sebiller birden önem kazanmıştır Topkapı Sarayı yakınındaki III Ahmet Çeşmesi, bu yüzyılın başına ait tipik bir örnektir Çeşme ve sebil işlevlerini birlikte gören bu yapıda, Barok üslupta taş süslemelerin yanı sıra 18 yüzyıl çinilerinden örnekler de vardır Bu çiniler, Tekfur Sarayı atölyelerinde Türk çiniciliğini canlandırma denemeleri olarak yapılmıştır Taş süslemede ise akantus kıvrımları ve çiçekli panolar, Barok üslubun kıvrık hatlarını ve güçlü gölge-ışık etkisini zengin bir biçimde yansıtırlar 18 yüzyılın ilk yarısında Sultan I Mahmud tarafından yaptırılan Tophane Çeşmesi’nde de plastik görüntü veren zengin taş süsleme vardır Mimari neredeyse ikinci plana itilmiştir Taş süslemede saksı içinde meyva ağaçları, vazoda çiçekler zengin bir görüntü sunarlar Bunların yanı sıra palmet ve rumi benzeri motiflere de rastlanır Ancak, artık klasik dönemin çizgiciliğinden eser kalmamıştır Klasik Osmanlı mimarisindeki plan tiplerinin uygulanmasına 18 yüzyılda da devam edilmiştir 1734’te tamamlanan İstanbul’daki Hekimoğlu Ali Paşa Camii, böyle bir örnektir Bu yapıda da altı dayanaklı plan şeması ele alınmıştır Planın klasik döneme dayanmasına karışlık, üst yapıda ve süslemede farklı bir dönemin özellikleri görülür Yapının yüksekliği artmış, mimariye değişik oranlar girmiştir Bu arada klasik motifler de yeni bir anlayışla ele alınmıştır Mekan içeriden de hayli yükselmiş, böylece aydınlık bir ortam yaratılmıştır ıç süslemede Tekfur Sarayı atölyelerinde yapılan çiniler karışmıza çıkar Sırların mavimtırak bir renk alması, sarının fazlaca kullanılışı bu çinilerin önemli özelliklerindendir Nur-u Osmaniye Camii ise mimaride Batılı üslupların belirginleştiği bir yapıdır Bu durum, daha planında dikkati çeker Barok üslubun en belirgin özelliklerinden biri olan oval formlar Türk mimarisinde pek kullanılmamıştır Ancak bu yapıda avlunun oval oluşu ile plana Barok bir nitelik kazandırılmıştır Barok özellikler yapının dışında da kendini gösterir Kıvrık yuvarlak kemerler, oval pencereler, “S” biçimindeki payandalar bu türden ayrıntılardır Zaten bu üslup, Türk sanatında kendini daha çok ayrıntılarda hissettirmiştir Oval plan, yapının iç avlusunda da ilginç bir biçimde uygulanmıştır Üslup değişimlerinden en kolay etkilenen elemanlar olan sütun başlıkları ve kemerler, doğal olarak bu yeni üslubun özelliklerini taşımaktadırlar Bu üslup değişiminden yapının portali de etkilenmiştir Ana hatlarıyla klasik portalleri andırmakla birlikte mukarnasın yerini almış olan Barok kıvrımlı kavsara dolgusu, adeta “Türk Baroğu”nun simgesidir Caminin yanında hünkar mahfili, kitaplık gibi ek yapılar da vardır Yapı, çevresindeki dış avlu ile de Kapalıçarış’nın hareketli görünümünden yalıtılmaya çalışılmıştır Üsküdar’daki 1760 tarihli Ayazma Camii’nde de Barok özellikleri mimariden çok ayrıntılarda karışmıza çıkar Yüksekçe bir yerdeki camiye daire planlı merdivenlerle çıkılır Bu, plana yansıyan tek Barok özelliktir denilebilir Yapının yalın dış süslemesinde en çok dikkati çeken ayrıntı, cephelerdeki kabartmalardır Bu kabartmalarda aleme benzer biçimler bulunmaktadır Caminin içinde ise minber ve vaaz kürsüsü hemen dikkati çeker Biçim bakımından klasik dönemdeki örneklere benzeyen minberin süslemesi ise çok değişik bir üsluptadır Eski örneklerde görülen geometrik süslemelerin yerini, burada Barok kıvrımlar almıştır Yeni üslubun bir minber kompozisyonunda bile ana formda değil de ayrıntıda yer aldığı görülür 1763 gibi hayli ilerlemiş bir tarihte yapılmış olmasına rağmen Laleli Camii’ndeki Barok üslubun çok çarpıcı olmadığı söylenebilir Bu yapıda da kubbenin sekiz dayanağa oturduğu klasik şema yinelenmiştir Barok özellikler kıvrık hatlar, dalgalı yuvarlak kemerler, pencereler gibi ayrıntılarda karışmıza çıkar Barok üslubun bu yapıdaki etkileri, özellikle kubbeyi destekleyen “S” biçimindeki payandalarda görülür Yoldan bir hayli yüksek konumdaki Laleli Camii’nin altında büyük bir arasta yer alır Burası günümüzde de çarış olarak kullanılmaktadır Bu özelliğiyle yapı, “Fevkani” olarak adlandırılan yükseltilmiş camilerin bir örneği durumundadır 1778 tarihli Beylerbeyi Camii ise ahşap kubbelidir Yapı 1983 yılında bir yangın geçirmiş ama daha sonra onarılmıştır Bu yapıda da özellikle ayrıntılarda Batılı üslupların etkileri görülür Yangından hasar görmüş olmasına rağmen, caminin fildişi ve sedef kakmalı ahşap minberi dikkate değer bir yapıttır Çünkü erken Osmanlı döneminden sonra minber yapımında ahşaptan vazgeçilmiş ve mermer tercih edilmiştir Beylerbeyi Camii’nin minberi, geç dönemdeki nadir ahşap örneklerden biridir Barok üslubun egemen olduğu dönemde yeni bir külliye biçimi de ortaya çıkmıştır Bir türbe sebilden oluşan bu külliyelere tipik bir örnek, Fatih’deki Nakışdil Sultan Türbesi ve Sebili’dir 1818 tarihli bu yapıtta Barok ve Rokoko üsluplar bir arada görülür Duvarlar düzlemsi niteliklerini yitirerek, içbükey ve dışbükey yüzeyler halini almışlardır 19 yüzyıl başlarında ise bir üslup karmaşası karışmıza çıkar Bu dönemde Ampir, Barok, Rokoko ve klasik Osmanlı üsluplarının hepsinin bir arada kullanıldığı yapılar bile vardır Tophane’deki Nusretiye Camii’nde ise Ampir üslup ağır basmaktadır Ampir, sözcük olarak “İmparatorluk Üslubu” anlamına gelir Esinini Yunan ve Roma gibi klasik üsluplardan alan bu anlayış, eski Mısır biçimlerinden de etkilenmiştir Napoleone Bonaparte zamanında ortaya çıkan bu üslubu daha sonra Osmanlılar da benimsemiştir Nusretiye Camii’nde Ampir üslubun yanı sıra Barok üslup da görülmektedir Perde motifleriyle süslü korkuluk levhaları ve soğan biçiminde kaideye sahip minarede Barok üslup egemendir Nusretiye Camii’nde oranlar da değişmiştir Ana kitle ve kubbenin çok yüksek olmasından dolayı minareler ince ve uzundur Yapıda bu dönem camilerinin ortak özelliği olan ferah ve çok aydınlık bir mekan yaratılmıştır ıç süslemesinde ise mihrap ve minberin yanı sıra kubbe eteğini çevreleyen yazı kuşağı da dikkati çeker Sultan IŞ Mahmud’un bulunduğu semte de adını veren türbesi, Ampir üslubun İstanbul’daki en tipik örneğidir 1840 tarihli türbe, bu özelliğinin yanı sıra sekizgen planı ve kubbe ile örtülü olmasıyla klasik Osmanlı türbe şemasına da bağlıdır Bu yapıda ayrıntılarda karışmıza çıkan ve bir çeşit Batı Neo-Klasiği olarak da adlandırılan Ampir üslup, ülkemize Batı’daki biçimiyle yansımıştır Türbenin cephesindeki palmet dizisi ise Yunan-Roma sanatını yeniden canlandırmak isteği ile kullanılmış motifler olarak sanatımıza girmiştir 19 yüzyıl ortalarındaki Osmanlı cami mimarisinin durumunu açıkça gösteren Ortaköy Camii ise ilginç bir örnektir Tek kubbeli yapı, aşırı ölçüde saydam bir nitelik kazanmıştır Duvar yüzeyleri parçalanmış, adeta yok olmuştur Yapının dışında da düzlem olarak nitelenebilecek bir bölüm kalmamıştır Bu nedenle de caminin içi çok aydınlıktır Yapı adeta deniz manzaralı bir saray pavyonu gibidir Renkli taş minber dönemin karakteristik formunu taşımaktadır Kubbe içinde ise, havali bir mimari görünüm veren renkli nakışlarla güçlü bir derinlik izlenimi yaratılmıştır Ortaköy Camii ile aynı yıllara ait olan 1853 tarihli Dolmabahçe Camii ise daha ağırbaşlı bir görünüştedir Batı sanatının klasik motifleri, bu yapıda da karışmıza çıkar Ampir üslubun egemen olduğu bu camide çok aydınlık ve dışarıya açık bir mekan yaratılmıştır ıç mekanın insana ferahlık veren bir görüntüsü vardır Caminin minberinde kakma tekniğinde renkli mermer süsleme bu dönem için karakteristik bir durumdur Yapının minaresi de antik sanattan alınmış bir eleman gibidir Bu minare adeta başlığıyla birlikte kullanılmış bir korint sütununu andırmaktadır Bu tarihlerden sonra Osmanlı sanatında bir “kendine dönüş denemeleri” dizisi izlenebilir Batı Neo-Klasiği yerine Türk Neo-Klasiği uygulanmaya çalışılmıştır Ama bunun ne dereceye kadar başarılı olduğu tartışılabilir İstanbul Aksaray’daki 1871 tarihli Valde Camii bu akımın öncülerinden biridir Bu yapıda birçok üslup bir aradadır Özellikle dış süslemede Batı sanatının Gotik üslubundan, Kuzey Afrika’nın Mağrip üslubuna kadar akla gelebilecek hemen her türden ayrıntı göze çarpmaktadır Ancak buradaki sivri ya da atnalı kemerler, uzak ülkelerin sanatının bir kopyası olarak değil de, olasılıkla iyi anlaşılamamış bir İslam sanatı Neo-Klasik denemesi biçiminde ortaya çıkmıştır Yapıda pek iyi araştırılmadan denenmiş rumili süslemelerin varlığı, bunu düşündürmektedir Bu ilk denemelerden sonra Türk Neo-Klasik üslubu daha bilinçli bir biçimde yaratılmaya çalışılmıştır Ancak oranların farklılığı, kemer ve benzeri yapı elemanlarıyla süsleme motiflerinin tam anlaşılamaması, ortaya yanlış uygulamaların çıkmasına neden olmuştur Örneğin sivri kemerler, Gotik ya da atnalı biçimindeki Mağrip kemerlerini andırmaktadır Bu dönemin başarılı yapıları arasında, 20 yüzyılın başlarında mimar Kemalettin tarafından yapılan Bebek Camii sayılabilir Ulusal akım, yine aynı mimarın eseri olan Eyüp’teki Sultan V Mehmed Reşad Türbesi’nde de Osmanlı klasik döneminden alınma motiflerle sürdürülmeye çalışılmıştır Bu dönemin birçok yapısında olduğu gibi burada da çini süslemeye ağırlık verilmiştir Türbenin içini süsleyen Kütahya yapımı çini panolar, eski örneklerdeki desenlerin kopyalarıdır Bu kopya etme o boyuttadır ki, insan dikkatli bir çalışma ile ele aldığı panonun hangi eski yapıdaki, hangi çiniden alınmış olduğunu kolayca anlayabilir Bu tutum Cumhuriyet döneminde de sürmüştür, ancak pek başarılı olunamamıştır Çünkü söz konusu olan yaratma değil, eskinin bazen de pek iyi anlaşılmadan yapılmış kopyasıdır Ulusal mimari akımı, Cumhuriyet döneminde de bir süre devam etmiş ve yerini uluslararası betonarme mimariye bırakmıştır Son yıllardaki klasik Türk mimarisi tarzındaki çalışmalar ise daha çok sit ve çevre koruması amacıyla yapılmaktadır |
Konu Araçları | Bu Konuda Ara |
Görünüm Modları |
|