Ramazan Ve Orucun Ahlâkî Ve İnsânî Boyutu |
07-28-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Ramazan Ve Orucun Ahlâkî Ve İnsânî BoyutuRamazan ve Orucun Ahlâkî ve İnsânî Boyutu Ramazan ve Orucun Ahlâkî ve İnsânî Boyutu Ünlü müslüman bilgin ve düşünür Gazzâlî der ki: “Gerçek kul, öncelikle Allah’ın dışındaki şeylere köle olmaktan kurtulan ve böylece tam olarak özgürleşen kişidir Bu özgürlük gerçekleşince kalp başka her türlü bağlardan kurtulur ve oraya Allah’a kul olma iradesi yerleşir; bu sayede kalp Allah ile, Allah sevgisi ile bütünleşir; içi ve dışı Allah’a itaate yönelir; Allah’tan başka muradı olmaz”[1] Bir müslüman elbette -Gazzâlî’nin belirttiği ve genel olarak tasavvuf düşüncesinde önemle vurgulandığı üzere- her an gönlünde Allah ile birlikte olmalıdır Ama günlük hayatın meşgale ve koşuşturmaları bizi sıkı sıkıya kavramakta, kendi ruh dünyamızdan uzaklara atmaktadır Maddi ve bedensel taleplerimiz yönünden kendimizle meşgul olurken manevî ve ruhî ihtiyaçlarımız, dinî ve ahlâkî kemalimiz bakımından kendimizden uzaklaşmaktayız Öyle sanıyorum ki, modern çağın en ciddi sorunlarının temelinde insanın kendi ruhundan kopuşu vardır Modern insanın bireysel sorunlarından, sahip olduğu onca imkanlara rağmen bir türlü mutlu ve huzurlu olamayışından tutunuz da, küresel düzeyde yaşanan insanlık sorunlarına kadar, çağımız insanının bütün sıkıntılarında bu kopuşun güçlü tesirleri vardır Bir âyette “Allah’ı unutan, bu sebeple Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın” buyurulmaktadır[2] Gerçekten gelişmiş dünya denilen modern dünyanın bireyleri ve toplumları, bugün Allah’ı unutmuş görünüyorlar; yani Allah’a inanmıyorlar ya da -daha ağırlıklı olarak- inandıklarını söyleseler bile, bu inanç, onların ruh dünyalarında duygularını ve eylemlerini ahlâkî düzeye yükseltecek bir etkinlik göstermiyor Kısaca bu insanlar genellikle hayatları boyunca Allah yokmuş gibi davrandıkları, derin bir imanın verdiği sorumluluk bilinciyle yaşamadıkları için bizzat kendilerini, kendi nihai iyilik ve kurtuluşlarını da “unutmuş” durumdadırlar Son yıllarda dünyamızda küresel düzeyde yaşanan terör olayları, haksız işgaller ve savaşlar, hatta küresel ısınma gibi korkutucu gelişmeler açıkça göstermiştir ki insanoğlunun doymak bilmeyen tutkuları uğruna ürettiği zararlar, sonunda dönüp yine kendisini vurmaktadır İşte Ramazan ve orucun bize sağladığı en büyük fırsatlardan biri, gafletimizin, kusurlarımızın farkına vararak yoğun bir şekilde Allah’a yönelmek, nefsimizin yıkıcı isteklerine göre değil, Allah’ın iradesine göre yaşamak, geçmişteki ihmallerimizi telafi etmek; uzağına düştüğümüz ruh dünyamıza, gerçek benliğimize dönerek kendimizi, gönül dünyamızı, ahlâkımızı ve vicdanımızı ilâhî güzelliklerle zenginleştirmektir “Gönüller ancak Allah’ı anmakla doyuma ulaşır”[3] meâlindeki âyetin anlatmak istediği de bu olmalıdır Nitekim tecrübî olarak da görmekteyiz ki, birçok insan bazı kötülüklerinden tövbe edip güzel alışkanlıklar geliştirmek için Ramazanı bir vesile olarak değerlendirmekte ve bundan sonraki hayatını yeni bir düzene sokmaktadır Pek çok müslümanın içki, kumar, sigara vb kötü alışkanlıklarını Ramazanda bıraktığını, tövbe ve istiğfar ederek birçok günahından kurtulmada Ramazanı vesile yaptığını, bazı dinî görevlerini yapmaya Ramazanda başladığını, kısacası bu ayı kendisi için yeni bir milat olarak değerlendirdiğini biliyoruz Kaynağı ilâhî olan ve olmayan bütün dinlerde, biçimi farklı olsa da, mutlaka ibadet amaçlı bir perhiz uygulaması vardır; tarih boyunca insanoğlu nefsinin çılgın taleplerini sınırlamayı ve dengede tutmayı, ruhsal olgunluğa ulaşabilmek için ilk ve en önemli tedbir olarak düşünmüş ve uygulamaya çalışmıştır İslâm dini bu perhizi oruç ibadetiyle düzenlemiş ve orucu dört temel ibadetten biri kabul ederek ona verdiği önemi ortaya koymuştur Şu var ki, İslâm’da oruç sadece yemekten, içmekten uzak durma şeklinde bedensel bir perhiz değil, aynı zamanda kötü söz ve davranışlara karşı ahlâkî bir perhizdir; kötülüklere bulaşmama yahut bunlardan arınma hususunda bir irade eğitimidir Bunu ifade eden bir hadislerinde Peygamber efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Oruç (kötülüklere karşı) bir kalkandır Biriniz oruç tuttuğu zaman kötü söz söylemesin, kavga etmesin Şayet biri kendisine sataşır, kötü söz söylerse, ‘Ben oruçluyum’ demekle yetinsin”[4] Bu hadis, orucun aynı zamanda bir ahlâk terbiyesi olarak anlaşılması ve yaşanması gerektiğini göstermektedir Nitekim orucun farz kılındığını bildiren âyetin sonunda onun bu eğitici yönü, “Allah’a karşı derin bir saygı ve sorumluluk şuuruyla kötülüklerden sakınma iradesi” anlamına gelen takvâ kavramıyla ifade edilmiştir[5] Bu bakımdan orucu, geniş anlamıyla, ahlâkî ödevleri de içeren bir dindarlık testi ve sınavı olarak değerlendirmek mümkündür Bir kadsî hadiste Yüce Allah’ın, “İnsanın oruç dışındaki bütün amelleri kendisi içindir, oruç ise benim içindir ve onun mükâfatını da ben vereceğim” buyurduğu bildirilir[6] Bütün İslâm bilginleri, Cenâb-ı Hakk’ın “oruç benim içindir” ifadesini, oruca -esas anlamı “sahte dindarlık” demek olan- riyanın karışmamasıyla, “orucun ödülünü kendisinin vereceğini” bildirmesini de mükâfatının bizim kestiremeyeceğimiz kadar bol olacağıyla izah etmişlerdir Şu halde “oruç benim içindir” ifadesi, orucun dindarlıkta samimiyet testi olduğunu, yani kulun Allah’a bağlılık derecesini, Allah’a mı yoksa bedenine, nefsânî arzularına, bedensel taleplerine ve maddî nesnelere mi kul olduğunu göstermektedir Çünkü oruç, gösteriş karışmayan bir ibadettir Diğer taraftan oruç, -Peygamberimizin deyimiyle- kötülüklere karşı bir “kalkan” olduğu gibi, insan olmanın vazgeçilmez şartlarından olan şefkat ve merhamet duygularını geliştirme ve güçlendirmenin çok değerli bir aracı olması bakımından da önemli bir ibadettir Günün belli bir bölümünde midesini aç ve susuz bırakan insan, bir yönden Allah’ın nimetlerinin ne kadar önemli ve değerli olduğunu, onlara sahip olmadığı ya da onları hayratça kullandığı takdirde bunun kendisi için ne kadar kötü olacağını, sonuçta o nimetleri veren Allah’a ne kadar çok şükretmek gerektiğini anlarken, diğer taraftan bu nimetlere muhtaç olan insan kardeşlerinin açlıklarını ve acılarını nefsinde hissedip onlarla paylaşmanın asil bir ödev olduğunu farkeder Dünyada varlık içinde doğan, varlık içinde yaşayan ve varlık içinde ölen pek çok insan vardır ve bunlar –eğer oruç tutmuyorlarsa- yokluğun ve açlığın ne demek olduğunu, aç ve susuz insanların nasıl bir acı ve ıstırap hissettiklerini, zorluklar içinde yaşadıklarını hayatları boyunca hiç hissedemeyecek, bu insanlık gerçeğini tecrübe edemeden bu dünyadan göçeceklerdir İşte oruç inanan her insana bu tecrübeyi yaşatan yüksek bir insanî ve ahlâkî erdemdir Çünkü oruç, hayatının her yılının en az bir ayında kendi iradesiyle açlığa ve susuzluğa katlanarak yaşayan zengin ile belki bütün ömrünü ihtiyaçlar içinde geçiren yoksulu ve onun ailesini aynı duyguda buluşturmakta; daha doğrusu varlıklıları yoksulların, çaresizlerin dünyasına taşımaktadır Bu sayede varlıklı bir müslüman, oruç tutarken, yoksulların yaşadığı zorlukları gönüllü olarak paylaşmakta, onların hallerini anlama fırsatı bulmakta; sonuçta ruh dünyasında şefkat ve merhamet duyguları güçlenmektedir Elbette oruç öncelikle ibadettir; kişi Allah için, O buyurduğu için kendi iradesiyle bedeninin bazı taleplerine sınır koymaktadır Ama İslâm’daki bütün buyruklar ve yasaklar gibi oruç da, ibadet olmasının yanında, çok yüksek bir insanî ve ahlâkî boyut taşımaktadır İki lokma katıksız ekmeğin bile ona muhtaç olanlar için ne kadar değerli olduğunu bütün varlıklı insanlara ancak oruç anlatabilmektedir Oruçlu iken yaşanan açlık ve susuzluk tecrübesi, varlıklı olanlara, bir yandan Allah’ın kendilerine verdiği nimetlerin ne kadar değerli olduğunu ve o nimeti verene şükretmenin ne kadar büyük bir görev olduğunu hatırlatmakta, diğer yandan da yoksulluk ve çaresizlik içinde yaşayanlara yardım etmenin, Allah’ın kendilerine verdiği nimetleri onlarla paylaşmanın ne büyük bir insânî görev olduğunu göstermektedir Esasen, bir hadiste buyurulduğu gibi, “Bütün İnsanlar Allah’ın ailesi”[7] olduğuna göre, bir kimsenin oruç sayesinde insanların açlık ve susuzluğuna ortak olması ve Allah’ın verdiği nimeti O’nun kullarıyla paylaşması da yine nimeti veren Allah’a şükürdür, hatta hakiki şükür budur İnsanoğlunun, sahip olduğu maddi imkanların üzerine oturması ve bütün ömrünü onu başkalarından kıskanıp koruyarak geçirmesi onun ilkel tabiatından gelen vahim bir zaafıdır Bütün dinlerin ve ahlâk sistemlerinin en çok uğraştığı sorunlardan biri, insanın bu bencilliğini ve maddeperestliğini törpülemek olmuştur Yüce Kur’an’da şeyle buyurulur: “Altını gümüşü biriktirip Allah yolunda infak etmeyenlere elem verici bir azabı müjdele! (Onlara şöyle denilecek) İşte yalnız nefsiniz için biriktirip durduğunuz şeyler! Tadın şimdi biriktirdiklerinizin cezasını!”[8] Yeni bir iman ve ahlâk toplumu kurma ideali taşıyan Kur’ân-i Kerîm’in bilhassa ilk inen sûrelerinde insanın bu bencil, dünyacı ve maddeci yönünü öne çıkarması, bunu düzeltmeyi hedefleyen ikazlarda bulunması, insanları ısrarla infak ve ihsana, yani ellerindeki imkânları yoksullarla paylaşmaya davet etmesi son derece anlamlıdır Peygamber Efendimizin gerek tavsiyelerinden gerekse uygulamalarından Ramazan ayını bir infak ve ihsan ayı olarak gördüğü, öyle gösterdiği ve öyle yaşadığı anlaşılmaktadır Sahâbîlerden Abdullah b Abbas’ın bildirdiğine göre Resûlullah (sav) insanların en cömerti idi; bilhassa Ramazan ayında cömertliği zirveye ulaşır, gürül gürül esen rüzgâr gibi coşardı[9] Ramazan ayı o günden bugüne oruç, teravih gibi ibadetlerle olduğu kadar zekât ve fıtır sadakasıyla, iftar sofrasıyla, gönüllü yapılan hayırlarla, infak ve ihsanlarla da özel bir ay olarak hissedildi ve yaşandı Bilhassa bizim millî-dinî geleneğimizde Ramazan, insânî ve ahlâkî hasletlerimizin en geniş bir şekilde ve en güzel bir üslupla dışa yansıdığı, kelimenin tam anlamıyla bir rahmet ve şefkat ayı olarak anlaşılmış ve yaşanmıştır Bizim Ramazan medeniyetimizi anlatan pek çok yazı vardır Bunlardan, İbrahim Refik’in bir derlemesi olan Ramazan Medeniyeti’ni okuyucularıma tavsiye ederim Bu eser içinde yer alan Münevver Alp’e ait “On Bir Ayın Sultanı Ramazan” başlıklı yazıdan küçük bir alıntıyla yazımızı tamamlayalım:[10] “Eski İstanbul’da, ‘On bir ayın sultanı’ diye bütün müslümanlar Ramazanı dört gözle beklerlerdi Zengin, orta halli, fakir bütün müslüman İstanbul halkı, Ramazanı iyilik etme, sevap kazanma, günahlardan kurtulma sevinci ve şevki ile karşılarlardı Erkeği olmayan dulların, evi barkı olmayan bekârların, babasız yetimlerin gönüllerini hoş etmek, onların hayır duasını almak; tutacakları orucun, indirecekleri hatimlerin, edecekleri ibadetlerin sevabını kazanmak, günahlardan halas bulmak ancak yapılan bu iyilikler ve yardımlar sayesinde olacağı için Ramazan-ı şerif müslümanlarca içten gelen kutsal bir sevgi ve hürmetle karşılanır ve beklenirdi Çoğu vükela, vüzera ve ulema konaklarında Ramazanda (biri evin erkeği tarafından yüksek tabakaya, ikincisi ev sahibesi tarafından kadın misafirlere, üçüncüsü de çevredeki fakir ve kimsesizlere olmak üzere) üç kısım olarak verilen iftarlar, Ramazanı şerifin ilk gecesinden bayram gecesine kadar aralıksız devam ederdi Her üç sofraya da aynı yemekler gelir, aynı itina ve ikram gösterilirdi Bir akşam evinde iftar veren orta halli bir ev hanımı, ertesi akşam bir komşunun evine davetli olurdu” Günümüz hayat şartları ve anlayışı yeni nesillerin bu gelenekleri tam olarak sürdürmesine –ne yazık ki- imkân vermemektedir Ama ülkemizde Ramazanlar giderek daha canlı hale gelmekte, dinimizin ve kültürümüzün ruhuna uygun etkinliklerle yaşanmaktadır Öyle görüyor ve ümit ediyoruz ki, bundan sonraki Ramazanlarımız dinî ve ahlâkî özünden sapmadan, yeni dünya şartlarında yeni etkinliklerle zenginleştirilecek; Ramazanlarımız ve oruçlarımız, dinî ve millî kimliğimiz açısından bizi biz yapan değerlerimiz olarak hep yaşayacaktır Spotlar Pek çok müslümanın içki, kumar, sigara vb kötü alışkanlıklarını Ramazanda bıraktığını, tövbe ve istiğfar ederek birçok günahından kurtulmada Ramazanı vesile yaptığını, bazı dinî görevlerini yapmaya Ramazanda başladığını, kısacası bu ayı kendisi için yeni bir milat olarak değerlendirdiğini biliyoruz oruç, gösteriş karışmayan bir ibadettir orucu, geniş anlamıyla, ahlâkî ödevleri de içeren bir dindarlık testi ve sınavı olarak değerlendirmek mümkündür İnsanoğlunun, sahip olduğu maddi imkanların üzerine oturması ve bütün ömrünü onu başkalarından kıskanıp koruyarak geçirmesi onun ilkel tabiatından gelen vahim bir zaafıdır [1] İhyâu ulûmi’d-dîn, Kahire 1332, IV, 388-389 [2] Haşr 58/19 [3] R‘ad 13/28 [4] Buhârî, “Savm”, 9; Müslim, “Sıyâm”, 163 [5] Bakara 2/183 [6] Buhârî, “Savm”, 9; Müslim, “Sıyâm”, 163 [7] Müslim, “Itk”, 16 [8] Tevbe 9/34-35 [9] Buhârî, “Savm”, 7; Müslim, “Fezâil”, 48, 50 [10] İstanbul 2001, s 13 İstanbul Müftülüğü Prof Dr Mustafa ÇAĞRICI |
Konu Araçları | Bu Konuda Ara |
Görünüm Modları |
|