Çenk Çalan İhtiyar Mesnevi

Eski 06-24-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Çenk Çalan İhtiyar Mesnevi








ÇENK ÇALAN İHTİYAR




(Bilmem) işittin mi? Ömer zamanında pek güzel, pek latif çenk çalan bir çalgıcı vardı Bülbül onun sesinden kendini kaybeder; bir namesini dinleyenlerin şevki, yüz misli artardı Meclisleri, cemiyetleri, onun nağmeleri süsler; onun sesinden kıyametler kopardı Sesi, israfil gibi mucizeler gösterir, ölülerin bedenlerine can bağışlardı Yahut İsrafil’e yardım ederdi; onun namelerini dinleyen fil bile kanatlanırdı İsrafil, birgün namesini düzer ve yüzlerce yıllık çürümüş ölüye can verir

Peygamberlerin de içlerinde öyle nağmeler vardır ki o nağmelerde isteyenlere, değer biçilmez bir hayat erişir Fakat o nağmeleri his kulağı duymaz, çünkü his kulağı , kötülükler yüzünden pis bir haldedir İnsanoğlu perinin nağmesini işitmez; çünkü perilerin sırlarına yabancıdır

Gerçi perinin nağmesi de bu alemdedir ama gönül nağmesi her iki sesten de yüksektir Zira peri de, insan da mahpustur; ikisi de bu bilgisizlik ve gaflet zindanındadır

Rahman Suresinden “Ya ma’şaralcinin” ayetini oku; “Tenfüzu testa’tiu “nun manasını iyice bil! Velilerin içi nağmeleri evvela der ki: “Ey yokluk aleminin cüzüleri! Kendinize gelin; nefis yokluğundan baş çıkaran; bu hayali, bu vehmi bir tarafa atın!

Ey Kevn ü fesat aleminde tamamiyle çürümüş canlar! Ebedi canlarınız ne vücuda geldi, ne doğdu!” O nağmelerden pek az, pek cüzzi bir miktarını söylesem canlar, mezar ve merkatlerinden baş kaldırırlar

Kulak ver! Onağmeler uzakta değil; fakat sana söylemeğe izin yok Agah ol ki veliler, zamanın israfil’idirler Ölüler, onlardan can bulur, gelişirler Ölü canlar, ten mezarında kefenlerine bürünmüş yatarlarken onların sesinden sıçrayıp kalkarlar

Derler ki: Bu ses, öbür seslerden bambaşka; çünkü diriltmek Tanrı sesinin işidir Biz öldük, tamamiyle çürüdük, mahvolduk Fakat Tanrı sesi gelince hepimiz dirildik, kalktık

Tanrı sesi ister hicab ardından, ister hicabsız gelsinCebrail, Meryem’e, yakasından üfleyerek ne verdiyse Tanrı sesi de insana onu verir Ey derileri altında yokluğun çürütüp mahvettiği kimseler! Sevgilinin sesiyle yokluktan dönün, tekrar var olun!

O ses, Tanrı kulunun boğazından çıksa da esasen ve mutlaka Padişahtan gelmektedir Tanrı ona dedi ki: “Ben dilim, sen vücutsun Ben senin hislerin, memnuniyet ve gazabınım,

Yürü! Benimle duyan, benimle gören sensin Sır sahibi olmak da ne demek? Bizzat sır sensin Sen mademki hayret aleminde “Lillah” sırrına mazhar oldun, ben de senin olurum Çünkü “Kim, Tanrı’nın olursa Tanrı onun olur

Sana bazen sensin derim, bazen de benim derim Ne dersem diyeyim, ben aydın ve parlak bir güneşim Her nerede bir çırağlıktan parlasan orada bütün alemin müşkülleri hallolur

Güneşin bile gideremediği, aydınlatamadığı karanlık, bizim nefsimizden kuşluk çağı gibi aydınlanır Adem evladına esmasını bizzat gösterdi ( Adem’i, isimlerine mazhar etti); diğer mevcudata esma, Adem’den açıldı Nurunu, istersen Adem’den al, istersen ondanşarabı, dilersen küpten al, dilersen küpten al, dilersen testiden!

Çünkü bu testi, küple adamakıllı birleşmiştir; o iyi bahtlı testi, senin gibi ( zahiri zevklerle şad değil, hakiki neşeyle neşelenmiş) tir Mustafa, “Beni görene benim yüzümü gören kişiyi görene ne mutlu” dedi

Bir mumdan yanmış olan çırağı gören, yakinen o mumu görmüştür Bu tarzda o mumdan yakılan çırağdan başka bir çırağ, ondan da diğer bir mum yakılsa ve ta yüzüncü muma kadar, hep o ilk mumun nuru intikal etse, sonuncu mumu görmek, hepsinin aslı olan ilk mumu görmektir

İstersen o nuru, son çırağdan al, istersen ilk çırağdanhiç fark yok Nuru dilersen son gelenlerin mumundan gör, dilersen geçmişlerin mumundan

Peygamber, “Hakkın güzel ve temiz kokuları ,bu günlerde esecek o vakitlere kulak verin, aklınız o vakitlerde olsun ki, bu çeşit güzel kokuları alasınız, bu fırsatı kaçırmayınız dedi

Güzel koku geldi, sizin haberiniz yokken esip, esip gitti Dilediğine can bağışlayıp geçti Başka bir koku daha erişti; uyanık ol ey arkadaş, uyanık ol ki bundan da mahrum kalmayasın

Ateş meşrepli olan can, ondan ateş söndürme kabiliyetini kazandı Hoş olmayan can, onun lütfu ile hoş bir hale geldi Ateşli can, onun yüzünden söndü Ölü, onun aydınlığından kaftan giyindi

Bu tazelik, Tubâ ağacının tazeliği; bu hareket, Tubâ ağacının hareketidir Halkın hareketlerine benzemez
Eğer bu ebedi nefha, yere göğe nazil olsa yer ehliyle gök ehlinin ödleri su kesilirdi Esasen bu nihayeti olmayan nefhanın korkusundan, gökler, yeryüzü ve dağlar o emaneti yüklenmekten çekindiler “Feebeyne en yahmilnehâ” ayetini oku da gör

Korkusundan dağın yüreği kan olmasaydı “Eşfekna minha” denir miydi?

Bu Tanrı kokusu dün gece bize bir başka türlü zuhur etti, fakat birkaç lokma geldi, kapıyı kapadı

Lokma için bir Lokman rehin oldu Şimdi Lokman'ın sırası; ey lokma sen çekil Bir mihnet ve meşakkat lokması yüzünden Lokman'ın ayağına batan dikeni çıkarın

Onun ayağında diken değil, gölgesi bile yok Fakat siz, hırstan onu fark edemiyorsunuz Hurma olarak gördüğünü diken bil Çünkü, sen çok nankör, çok görgüsüzsün Lokmanın canı, Tanrının bir gül bahçesindeyken neden can ayağı bir dikenden incinsin Bu diken yiyen vücut, devedir Mustafa’dan doğan da bu deveye binmiştir

Ey deve! Sırtında öyle bir gül dengi var ki kokusundan sende, yüzlerce gül bahçesi meydana gelmiştir

Halbuki sen, hala mugeylan dikenine ve kumsala meylediyorsun Bu arta kalası dikenden gül nasıl toplayacaksın?

Ey bu arama yüzünden taraf taraf, bucak bucak dolaşıp duran! Ne vakte kadar “Nerede bu gül bahçesi” diyeceksin?
Ayağındaki bu dikeni çıkarmadıkça gözün görmez Nasıl dönüp dolaşabilirsin? Ne şaşılacak şey, cihana sığmayan Ademoğlu, gizlice bir dikenin başında dolaşıp durmakta!

Mustafa bir hem dem elde etmek için geldi; “Kellimini ya Humeyra” dedi

“Ey Humeyra! Nalı ateşe koyda bu dağ, lal haline gelsin” buyurdu

Humeyra kelimesi, müennestir can da müennsi semaidir Araplar cana müennes demişlerdir Fakat canın müenneslikten pervası yok Çünkü, ruhun ne erkekle bir alakası var, ne kadınla!

Müzekkerden de yükselir, müennesten de Bu, kurudan yaştan meydana gelen ruh (u hayvani) değildir ki Bu can, ekmekten kuvvetlenen, yahut kâh şöyle, kâh böyle bir hale gelen can değildir

Bu ruh hoşluk verir, hoştur, hoşluğun ta kendisidir Ey maksadına erişmek için vesilelere baş vuran! Hoş olmayan insanı hoş bir hale getiremez Sen şekerden tatlı bir hale gelsen bile o tat bazen senden gidiverir, bu mümkündür

Fakat fazla vefakarlık sebebiyle tamamen şeker olursan buna imkan yoktur Nasıl olurda şekerden tat ayrılır, imkanı var mı?

Ey hoş arkadaş! Aşık, halis ve saf şarabı, kendisinden bulur, onunla gıdalanırsa bu makamda artık akıl kaybolur, (bu sırra akıl ermez) Aklı cüzi sırra sahip gibi görünürse de hakikatte aşkı inkar eder Zekidir bilir; fakat yok olmamıştır Melek bile yok olmadıkça Şeytandır

Aklı cüzi sözde ve işte bizim dostumuzdur Ama hal bahsine gelirsen orada bir hiçten bir yoktan ibarettir Varlıktan fani olmadığı için o, hiçtir, yoktur Kendi dileğiyle yok olmayınca nihayet zorla, istemediği halde yok olacaktır Bu da ona yeter

Can kemaldir, çağırması sesi de kemaldir Onun için Mustafa “Ey Bilal bizi dinlendir ferahlandır; Ey Bilal! Gönlüne nefh ettiğim o nefhadan, o feyizden dalga dalga coşan sesini yücelt Adem’i bile kendinden geçiren, gök ehlinin bile akıllarını hayrete düşüren o nefhayla sesini yükselt!” buyurdu

Mustafa o güzel sesle kendinden geçti Ta’ris gecesinde namazı kaçtı O mübarek uykudan baş kaldırmadı; sabah namazının vakti geçip kuşluk çağı geldi Ta’ris gecesi, o gelinin huzurunda tertemiz canları, el öpme devletine erişti

Aşk ve can her ikisi de gizli ve örtülüdür Tanrıya "gelin" dediğim için beni ayıplama

Sevgili benim sözüme darılsaydı susardım; bana bir lahzacık mühlet verseydi sükut ederdim

Fakat “Söyle, bu söz ayıp olmaz Senin sözün, gayb alemindeki kaza ve kaderin zuhurundan başka bir şey değildir” demekte Ayıptan başka bir şey görmeyene ayıptır Fakat gayb aleminin pak ruhu, hiç ayıp görür mü? Ayıp cahil mahluka nispetle ayıptır; makbul Tanrıya nispetle değil

Küfür bile yaratana nispetle bir hikmettir Fakat bize nispet edecek olursan bir afet, bir felakettir Birisinde yüzlerce faziletle beraber bir de ayıp bulunsa o ayıp nebatatın sapı mesabesindedir Terazide her ikisini de birlikte tartarlar Çünkü, nebatat ve sap; ikisi de bedenle can gibi bağdaşmıştır

Şu halde büyükler, bu sözü boş yere söylemediler: Temiz kişilerin cisimleri de, can gibi saftır Onların sözleri de nişanı olmayan ve bir kayda gelmeyen can olmuştur, nefisleri de suretleri de Onlara düşman olanların canları ise sırf cisimdir O düşman, tavla oyununda kırılmış zar gibi faydasızdır, ancak bir addan ibarettir

Düşman toprağa girdi, tamamı ile toprak oldu Bu ise tuzlaya düşüp tamamı ile arındı O tuz, öyle bir tuzdur ki Muhammed, ondan meslahat kazanmış, o yüzden melih sözü fasih olmuştur

Bu tuz, bu melahat, ondan miras kalmıştır; varisleri de seninledir, ara bul! Varisler senin huzurunda oturuyorlar, fakat nerede senin huzurun? Senin önündedirler, fakat nerede önü sonu düşünen can

Eğer sen, kendinde ön, art olduğunu sanıyorsan cisme bağlısın, candan mahrumsun Alt, üst, ön, art; cismin vasfıdır Nurani olan can ise bunlardan münezzeh ve cihetsizdir

Kısa görüşlüler gibi zanna düşmemek için gözünü, o pak padişahın nuruyla aç! Sen madem ki zahiri önü, sonu düşünmektesin Ancak ve ancak bu gam ve neşe alemindesin Ey hakikatte yok olan! Yok olan, nerede ön nerede son?

Yağmurlu gündür, gece çağına kadar yürü! Bu yağmur, bildiğimiz yağmur değil! Tanrı yağmurlarından

O, öyle çalgıcıydı ki alem, onun yüzünden neşeyle dolmuştu Dinleyenler sesinden garip garip hallere düşüyorlardı Gönül kuşu onun nağmesiyle uçmakta; canın aklı, sesine hayran olmaktaydı

Fakat zaman geçip ihtiyarlayınca evvelce doğan kuşu gibi olan canı, acizlikten sinek avlamaya başladı Sırtı küp sırtı gibi eğrildi, kamburlaştı Gözlerinin üstünde kaşlar, adeta eyer kuskununa döndü

Onun cana can katan latif sesi fena, iğrenç , çirkin yürek tırmalayıcı geldi Zühere’nin bile haset ettiği o güzel sesi, kart eşeğin sesine benzedi Zaten hangi hoş vardır ki nahoş olmamıştır? Yahut hangi tavan vardır ki yıkılmamış, yere serilmemiştir

Ancak sur’un üfürülmesi, nefeslerinin aksinden ibaret olan yüce azizlerin sesleri, bundan müstesnadır; onların sesleri bakidir Onların gönülleri, öyle bir gönüldür ki gönüller, ondan sarhoştur Yoklukları öyle bir yokluktur ki bizim varlıklarımız, o yokluktan varolmuşlardır

Her fikrin, her sesin kehlibarı (fikirleri ve sesleri çeken) o gönüldür İlham, vahiy ve sır lezzeti yine o gönülden ibarettir Çalgıcı bir hayli ihtiyarlayıp zayıflayınca kazançsızlıktan bir parçacık yufka ekmeğine bile muhtaç hale geldi

Dedi ki: “Tanrım, bana çok ömür ve mühlet verdin, hakir bir kişiye karşı lutuflarda bulundun Yetmiş yıldır isyan edip durdum Benden bir gün bile ihsanını kesmedin Bu gün kazanç yok, senin konuğunum Çengi sana çalacağım, gayrı seninim

Çengi omuzlayıp Tanrı aramağa yola düştü; ah ederek Medine Mezarlığına doğru yollandı Tanrı’dan kiriş parası isteyeceğim Çünkü o kendisine karşı halis olan kalplere kerem ve ihsanıyla eder” dedi

Bir hayli çenk çalıp ağladı ve başını yere koydu, çengi yastık yaptı bir mezara yaslandı Çalgıcıyı uyku bastırdı, can kuşu kafesten kurtuldu; çalgıyı da bırakıp sıçradı Saf bir aleme, can sahrasına vararak tenden ve cihan mihnetinden kurtuldu

Canı, orada macerasını şöyle terennüm etmekteydi: Beni burada bıraksalardı Canım bu bahçede, bu bahar çağında ne hoş bir hale gelir, bu ovanın bu gayb laleliğinin sarhoşu olurdu Başsız, ayaksız seferler eder, dişsiz, dudaksız şekerler yedim

Felek sakinleriyle zahmetsiz, mihnetsiz zikre, dimağsız fikre dalar, onlarla latifeler ederdim Gözleri kapalı olarak bir alem görür; elsiz, avuçsuz güller, reyhanlar devşirirdimÇalgıcı bir su kuşuydu; bu alem de bir bal denizi Bu bal Eyyub Peygamberin içtiği ve yıkandığı pınardı

Eyyub, o pınarda yıkanarak tepeden tırnağa kadar doğu nuru gibi bütün hastalıklardan arındı, pirüpak oldu Mesnevi hacım bakımından felekler kadar bile olsa yine bu alemin, hatta küçük bir cüz’ünü ihata edemezdi

Halbuki çok geniş olan o yerler gök, darlıktan gönlümü paramparça etti Bu bir alemdir ki bana rüyada göründü; açıklığıyla kolumu, kanadımı açtı Bu alemde bu alemin yolu meydanda olsaydı dünyada pek az kimse, ancak bir lahzacık kalırdı

İhtiyar çalgıcıya “Burada kalmaya tamah etme, mademki ayağından diken çıkmıştır, haydi git” diye emir gelmekte Can ise orada, Tanrı’nın rahmet ve ihsanı meydanında “Durakla, bekle” demekteydi

O sırada Hak Ömer’e bir uyku verdi ki kendini uykudan alamadı “Bu mutat bir şey değildi Bu uyku, gayb aleminden geldi Sebepsiz olamaz” diye taaccüpte kaldı Başını koydu, uyudu Rüyasında hak tarafından bir ses geldi, bu sesi ruhu duydu Bu ses öyle bir sesti ki her sesin nağmenin aslıdır Asıl ses odur, o sesten başka sesler, aksi sedadır

Türk, Kürt, Zenci, Acem, Arap bütün milletler kulağa, dudağa muhtaç olmadan bu sesi anlamışlardır Hatta Türk, Acem ve Zenci şöyle dursun o sesi dağlar taşlar bile işitmiştir Her dem Tanrı’dan “ Elestü” sesi gelir, cevherlerle arazlar da o sesten var olmaktadırlar

Gerçi bunlardan zahiren “Bela” sesi gelmezse de onların yokluktan gelmeleri, var olmaları “Bela” demeleridir Ağacın, taşın anlayışını söyledim ya Hemen şimdicik bunu anlatan şu hikayeyi dinle!

Hannane direği, Peygamberin ayrılığı yüzünden akıl sahipleri gibi ağlayıp inliyordu Peygamber, “Ey direk, ne istiyorsun?” dedi O da “Canım, ayrılığından kan kesildi Bana dayanıyordun, şimdi beni bıraktın Mimberin üstüne çıktın” dedi

Bunun üzerine Peygamber dedi ki: “Ey iyi ağaç, ey sırrı bahta yoldaş olan! Söyle ne istersin? Dilersen seni yemişlerle dolu bir hurma fidanı yapayım ki doğudakiler de, batıdakiler de senin hurmanı yesinler

Yahut Tanrı, seni o alemde bir servi yapsın da ebediyen terü taze kal” dedi Hannane “Daim ve baki olanı isterim” dedi Ey gafil, dinle de bir ağaçtan aşağı kalma! Peygamber, kıyamet günü insanlar gibi dirilmesi için o ağacı yere gömdü

Bunu duy da bil ki Tanrı, kimi kendisine davet ettiyse o kimse bütün dünya işlerinden vazgeçmiştir Kim, Tanrı’dan tevfika mazhar olursa o aleme yol bulmuştur Bir kimsenin Tanrı sırlarından nasibi olmazsa cemadın inlemesini nasıl tasdik eder?

Evet der ama yürekten değil Kendisine münafık demesinler diye tasdik edenlere uyar, zahiren tasdik eder Eğer cemadat Tanrı’nın “Kün-ol” emrine vakıf olmasalar ( ve bu emri duyup, bu emre uyup, varlık alemine gelmemiş bulunsalardı) bu söz alemde o vakit reddedilirdi

Yüz binlerce taklit ve istidlal ehlini, pek cüzi bir vehim, şüpheye düşürür Çünkü taklitleri de istidlalleri de, hatta bütün kolları, kanatları da zanla kaimdir O aşağılık Şeytan, bir şüphe meydana getirir Bütün bu körler tepe takla düşerler

İstidlalcilerin ayakları tahtadır Tahta ayaksa pek kudretsiz pek karasızdır Sebatiyle dağları bile hayran eden ve basiret sahibi olan zamanın kutbu ise böyle değildir (İstidlale değer vermez) Çakıl üstüne baş aşağı düşmemek için körün ayağı sopadır sopa

Askerin, yani din ehlinin üstünlüğüne sebep olan o binici kimdir! Gören padişah! Her ne kadar körler sopa ile yol görmüşlerdir ama yine gözlükler sayesinde Dünyada gözlükler ve padişahlar olamasaydı bütün körler ölürlerdi

Körler elinden ne demek gelir, ne biçmek gelir, ne alışveriş gelir, ne de kar ve kazanç Tanrı onlara merhamet ve inayet kılmasaydı onların istidlal değnekleri hemencecik kırılırdı Bu sopa nedir? Kıyaslar, deliller O sopayı onlara kim verdi? Gören Tanrı!

Sopa, mademki savaş ve kavga aletidir; ey kör, o sopayı kır, paramparça et! O size sopa verdi de öyle meydana çıktınız Sonra da kızgınlıkla o sopayı yine ona vurdunuz Ey körler güruhu! Ne iştesiniz, ne yapıyorsunuz? Aranıza bir gören kişi alın!

Sen de sana sopa verenin eteğini tut Bak bir kere Adem Peygamber istidlal ve isyan yüzünden neler çekti? Musa ve Muhammed’in mucizelerine dikkat et Sopa nasıl yılan şekline girdi, direk nasıl irfan sahibi oldu? Sopa yılan şekline girdi, direkten de inilti duyuldu Bu mucizeleri, dini izhar için günde beş kere ilan ederler

Bu din lezzeti eğer akla aykırı olmasaydı bunca mucizeye hacet var mıydı? Akıl akla uygun olan her şeyi; mucizesiz, keşmekeşsiz kabul eder Bu bakir yolu, akla aykırı (akıl hududundan hariç, kıyas ve istidlale sığmaz) gör ve bu görüş, her devlet sahibine makbuldür; buna da dikkat et

Şeytanlarla canavarlar, nasıl insan korkusundan ve hasetlerinden ürküp adalara, ıssız yerlere kaçtılarsa, münkirler de Peygamberlerin mucizelerinden korkup başlarını otların içlerine sokmuşlar

Bu suretle müslümanlık ediyle anılarak yaşamak, kim olduklarını, ne inanışta bulunduklarını sana bildirmemek istemişlerdir Kalpazanlık, kalp paraya nasıl gümüş sürerler ve üstüne padişahın adını kazarlarsa,onları sözlerinin dış yüzü de tevhit ve şeriattir; fakat iç yüzü, ekmekteki delice tohumuna benzer

Felsefecinin, dini inkara, yahut din ehliyle mübahaseye kudreti yoktur Böyle bir şeye girişirse Hak din, onu mahveder Onun eli, ayağı cansızdır Canı ne derse ikisi de fermanına uyar, dediğini yapar Felsefeciler, dilleriyle cansız şeylerin hareketini, seslenmesini inkar ederse de elleriyle ayakları, bunun imkanına şehadet edip durur

Ebucehl’in elinde taş parçaları vardı Dedi ki: “Ey Ahmed, şu avucumdaki nedir? Çabuk söyle! Mademki göklerin sırlarına vakıfsın, peygambersen avucumda ne saklı?” Peygamber “Onlar nedir, ben mi söyleyeyim; yoksa onlar mı doğru olduğumuzu söylesin, bizi tasdik etsinler; hangisini istersin? Dedi

Ebucehil “Bu ikinci daha garip” deyince Peygamber dedi ki: “Evet, Tanrı ondan daha ilerisine de kadirdir” Derhal Ebucehl’in avucundaki taşların her biri, şahadet getirmeye başladı “İbadete layık hiçbir şey yoktur, ancak Tek Tanrı’ya tapılır” dedi ve “Muhammed, Tanrı elçisidir” incisini deldi Ebucehil, taşlardan bu sözü işitince hiddetle taşları yere vurdu

Bunu bırak da yine çalgıcının hikayesine kulak ver Çalgıcı, beklemekten bunalınca Ömer’e yine ses geldi! “Ey Ömer, kulumuzu ihtiyaçtan kurtar! Has, muhterem bir kulumuz var; mezarlığa kadar gitmek zahmetini ihtiyar et

Ey Ömer, kalk Beytülmalden yedi yüz dinar al, hepsini onun avucuna say! O parayı huzuruna götürüp “O parayı huzuruna götürüp “Ey makbulümüz olan! Şimdilik bu kadarcığı al ve bizi mazur gör

Bu kadarcık para sana ancak ibrişim (kirşi) parasıdır Harcet, bitince yine buraya gel” de Bunun üzerine Ömer, sesin heybetinden sıçrayıp kalkarak bu hizmet için belini bağladı Koltuğu altında para kesesi olduğu halde koşarak çalgıcıyı arayıp taramak için mezarlığa yüz tuttu

Mezarlığın etrafını bir hayli döndü, dolaştı; orada o ihtiyardan başka kimseyi göremedi “Bu olmasa gerek” deyip bir kere daha koştu Nihayet yoruldu, fakat yine o ihtiyardan başkasını göremedi Kendi kendisine “Hak, bana dedi ki: bizim saf, makbul ve mübarek kulumuz var;

İhtiyar bir çalgıcı, nasıl olur da Tanrı haslarından olur? Ey gizli sır, ne hoşsun sen, hoş ve garip!” Ava çıkan aslanın dönüp dolaşması gibi bir kere daha mezarlık etrafını dolaştı Orada o ihtiyardan başka kimsenin olmadığını iyice anlayınca “ karanlıklar içinde parlak gönüller çoktur” dedi

Gelip edebe fazlasıyla riayet ederek oraya oturdu Bu sırada Ömer aksırdı, ihtiyar uyanıp sıçradı Ömer’i görünce şaşırdı, kaldı Gitmek istedi, fakat titremeğe başladı İçinden dedi ki: “Yarabbi senin elinden eleman! Şimdi de çalgıcı ihtiyarcağıza muhtesip geldi, çattı

Ömer, o ihtiyarın yüzüne bakıp da onu utanmış çehresini sararmış görünce, “Benden korkma, ürkme; çünkü sana Hak’tan müjdeler getirdim Tanrı, senin huylarını o derece methetti ki nihayet Ömer’i, senin cemaline aşık etti Otur şöyle önüme; uzaklaşmağa kalkışma Kulağına devlet ve ikbal aleminden bazı sırlar söyleyeyim

Tanrı sana selam söylüyor; halini, hatırını soruyor Hadsiz hesapsız zahmetlerden, kederlerden, ne haldesin? Buyuruyor Şimdilik şu birkaç dinarı ibrişim parası olarak al, harca da bitince yine buraya gel!

O ihtiyar, bunu işitince kendini yerden yere vurup ellerini ısırmağa, elbisesini yırtmaya başladı “Ey naziri olmayan Tanrı! Ziyade utancından zavallı ihtiyar su kesildi” diye bağırmağa koyuldu Bir hayli ağlayıp eleme düştü Nihayet çengi yere çalıp parça parça etti

Dedi ki: “Ey benimle Rabbimin arasında perde olan, ey beni ana yoldan azdırıp sapıtan!

Ey yetmiş yıldır kanımı emen, kemal sahibine karşı yüzümü kara eden! İhsan ve vefa sahibi Tanrı, cefalarla, suçlarla, geçen ömrüme sen acı! Tanrı bana öyle bir ömür verdi ki o ömrün bir gününün kıymetini bile cihanda kimse bilemez Bense bütün o ömrü, her nefeste zir ve bem perdelerine harç ederek yele verdim

Ah! Arap ve Acem tarzını anmaktan, Irak perdesiyle meşgul olmaktan acı ayrılık zamanı hatırımdan çıktı Eyvallah olsun ki Küçük makamının tazeliği yüzünden gönlümün ekini kurudu, gönlüm öldü

Eyvahlar olsun bu yirmi dört makamının sesinden ki kervan geçti, gündüz de bitti! Ey, Tanrı, bu feryat edenin elinden feryat! Hiç kimseden değil, bu medet isteyen medet! Şikayetim en çok kendimden

Kimseden medet yok Yalnız ve ancak bana, benden yakın olandan medet var Çünkü bana bu varlık, her an ondan gelmekte Varlığım mahvolunca da ancak onu görürüm, başkasını değil”Birisi sana para verse, altın saysa sen ona bakarsın, kendine değil; bu da ona benzer

Bunun üzerine Ömer, çalgıcıya dedi ki: “Senin bu ağlaman, aklının başında olduğuna delalet eder Yok olanın yolu, başka yoldur; çünkü aklı başında olmak da başka bir günahtır Aklı başında oluş, geçmişleri hatırlamaktan ileri gelir Geçmişin de Tanrı’ya perdedir,geleceğin de

Her ikisini de ateşe vur Bu ikisi yüzünden de ateşe vur Bu ikisi yüzünden ne vakte kadar ney gibi boğum boğum olacaksın? Neyde boğum bulundukça sırdaş değildir; dudağın, sesin mahremi olamaz

Sen kendi tarafından tavaf edip durdukça nasıl tavafta olursun, kendinde oldukça nasıl olur da Kabeye gelmiş sayılırsın? Haberlerin haber vericiden bihaberdir; tövben günahından beterdir Ey geçen hallerden tövbe etmek isteyen! Bu tövbe etmekten ne vakit tövbe edeceksin, söyle! Gah sır nağmesini kıble edinirsin; gah ağlayıp inlemeyi öper durursun

Faruk, sırlara ayna olunca ihtiyar çalgıcının canı da cisminde uyandı Artık can gibi, ağlamadan gülmeden kurtuldu Canı gitti, bambaşka bir canla dirildi O zaman gönlüne öyle bir hayret geldi ki yerden de dışarda kaldı, gökten de ( bütün alemi unuttu)

Ona arayıp tarama hududu ardında öyle bir arayıcılık düştü ki ben bilmiyorum; sen biliyorsan söyle! Halden de öte, kaalden de ileri şöyle bir hale, öyle bir kaale erişti; ululuk sahibi Tanrı’nın cemaline dalıp kaldı Ama tek bir kurtuluş imkanı bulursun Yahut denizden başka onu bir tanıyan, gören olsun Hayır bu çeşit dalış değil

Bu sözler, her an zuhura gelmeseydi, durmadan zuhur ediş, bu sözlerin söylenmesine sebep olmasaydı aklı cüzi, külle ait sözler söylemezdi Fakat birbiri ardınca durmadan zuhur ettikçe zuhur ediyor Bundan dolayı da denizin dalgaları buraya gelip durmakta

İhtiyar çalgıcının hikayesi buraya varınca ihtiyarda yüzünü perde arkasına çekti, ahvali de İhtiyar, eteğini dedikodudan silkti; ona ait bizim ağzımızda ancak yarım bir söz kaldı Bu ayşü işreti düzüp koşma uğrunda yüz binlerce can feda edilse değer Can ormanında doğanki avcılıkta doğan ol; cihanın güneşi gidip canla oyna!

Yüce güneş, can vere gelmiştir; her nefeste boşaldıkça (nurla ) doldururlar Ey manevi güneş, can ver de eski cihana yenilik göster İnsanın vücuduna akıl ve ruh, gayb aleminden akar su gibi gelmekte

Peygamber dedi ki: “Öğüt vermek üzere iki melek hoş bir surette nida ederler: Ey Tanrı, muhtaçlara ihtiyaçları olan şeyi verenleri doyur, verenleri doyur, verdikleri her dirheme karşılık yüz bin ihsan et!

Yarabbi, malını esirgeyenlere de ziyan içinde ziyandan başka bir şey verme!” Fakat nice esirgemeler vardır ki vermeden iyidir Tanrı malını Tanrı’nın buyurduğu yerden gayriye verme, ki halde hesaba sığmaz hazine elde edesin ve bu suretle kafirlere, küfranı nimet edenlere katılmayasın

Kafirler; kılıçları, Mustafa’ya üstün olsun diye develer kurban edenlerdi Tanrı emrini, Tanrı’ya ulaşmış birisinden sor, öğren Her gönül, Tanrı emrini anlayamaz (Yersiz ihsan), asi bir kölenin, güya adalet ediyorum, ihsanda bulunuyorum diye padişahın malını asilere dağıtmasına benzer

Kuranda “onların bütün ihsanları hasretten ibarettir” diye gaflet ehlini korkutan bir ayet vardır Şu asinin adlü ihsanı, onu padişahtan daha ziyade uzaklaştırır, gözden düşürür ve ancak yüzünü kara eder

Mekke ulularının Peygamberle harp ederken kurban kesmeleri de , Tanrı tarafından kabul edilir ümidiyleydi İşte bunun için mümin tevfika mazhar olamamak korkusundan daima namazda “İhdinas sıratal mustakim” der

O para veriş cömert kişiye layıktır Can vermekse esasen aşıkın vergisidir Hak uğruna ekmek verirsen sana ekmek verirler; Hak uğruna can verirsen sana da can bahşederler Şu çınarın yaprakları dökülürse Tanrı, ona yapraksızlık azığı bağışlar

Dağıtmaktan dolayı elinde mal kalmazsa Tanrı’nın inayeti, seni hiç ayaklar altında çiğnetir mi? Bir adam ekin ekince ambarı boşalır ama bu işin iyiliği, tarlada belli olur Fakat tohumu ambara kor, biriktirirse zaman geçtikçe bitler, fareler, o tohumu yiyip bitirirler

Bu cihan tamamiyle fanidir; aradığını sebatlı, kararlı alemde ara! Suretin sıfırdan ibarettir; dilediğini mana aleminde dile! Acı ve tuzlu canı kılıç önüne koy, feda et de tatlı bir deniz gibi olan canı al!


Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »
Konu Araçları Bu Konuda Ara
Bu Konuda Ara:

Gelişmiş Arama
Görünüm Modları


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.