İstanbul Gezisi |
05-21-2009 | #1 |
KRDNZ
|
İstanbul Gezisiİstanbul gezisiVicente Blasco Ibáñez Vicente Blasco Ibáñez (1867-1928) ünlü bir roman yazarı olduğu gibi, aynı zamanda kırallık ülkesi İspanya’nın az sayıdaki cumhuriyetçi-devrimci milletvekillerinden biridir 1907 yazında, Orta Avrupa’da programsız bir geziye çıkmışken, Orient Express’e atlayıp İkinci Meşrutiyet’e on ay kala Abdülhamit baskısı altındaki İstanbul’a gelir Oradan yazdğı gezi notları üç ayrı ülkenin üç ayrı gazetesinde yayımlanır, sonra da Doğu (Oriente) başlıklı bir kitapta toplanır VBlasco Ibáñez, yapıtında, romancı duyarlığıyla doğal ve toplumsal çevre görünümlerini ve dağılan Osmanlı İmparatorluğu’nun başkentindeki insan tiplerini etkileyici bir anlatımla aktarırken, politikacı kimliğiyle günün siyasal sorunlarını ve imparatorluk yöneticilerinin tavırlarını irdeler Halk yığınlarına ve özellikle Türk insanına içten bir sempatiyle bakar, Türkiye ile kendi ülkesi arasında tarihsel ve siyasal benzerlikler, koşutluklar yakalamaya çalışır Ancak doğal çevreye duyduğu hayranlık gibi, toplumsal çevreye duygusal katılımı da, “İspanyol Zolası” olarak nitelenen bu doğalcı yazarın tarihe ve topluma eleştirel yaklaşımını etkilemez, şeytanın gör dediğini görmesini engellemez Burada ancak ortasında iki bölümü ve son bölümünden birazını aktarabildiğimiz yapıt, zaman içinde geliştirilmiş bir tarihsel inceleme niteliği taşımayıp izlenimsel kalmakla birlikte, yazarının siyasal tavrından kaynaklanan ve salt gezi notlarına indirgenemeyecek bu özgün ve tutarlı bakış açısıyla da dikkate değiyor İspanyolca’dan çeviren: Neyire Gül Işık Kitap-lık dergisinin sayı 38, Güz 1999 nüshasında yayımlanmıştır Constantinopla İmparator Constantinus Bizans’ı imparatorluğun başkenti yapıp “Yeni Roma” diye adlandırdığında, gün gelip o uçsuz bucaksız şehrin kendi adıyla anılacağını hayalinden bile geçirmemiştir Doğal konumu başka hiçbir şehirle kıyaslanamayacak güzellikte olan ünlü Constantinopla üç yerleşim öbeğinden meydana gelmiş: Bir tek kentsel bütün oluşturan Pera ve Galata; eski Bizans’ın yerini kaplayan İstanbul, bir de Asya kıyısında Üsküdar (…) Marmara Denizi’yle Karadaniz arasındaki muazzam su yolundan gidip gelen akıntıları atlatmada usta, pazıları kuvvetli bir Tük kayıkçısının sizi birkaç dakikada bir kıtadan öbürüne geçirivermesi için iki para yeterli İnsanlığın tarihinde en önemli üç şehir Atina, Roma ve Constantinopla olmuştur Yunanistan insanlara düşünme sanatını, güzelliğe tapınmayı öğretti, bugün hâlâ onun verdiği derslerle yaşıyoruz Roma’nın yasaları ve görenekleri hâlâ modern hayatı düzenliyor Constantinopla ise eski dünya ile bugünün dünyası arasında vazgeçilmez bir aracı oldu; o kadar ki, eğer o olmasaydı, dünya en soylu mirasından yoksun kalırdı, filozofların, şairlerin ve sanatçıların üç bin yıl önce bizim için düşünüp ürettikleri eserlerden haberimiz bile olmazdı Bizans’ı küçümsemek, Doğu Roma İmparatorluğu’nun tarihsel önemini teslim etmemek âdettir Doğu İmparatorluğu’nun aslında pek soylu bir varlık gösteremediği kesin; tarihi yoksulluklar, cinayetler ve hep kan dökmeyle sonuçlanan dinsel kavgalarla dolu O çağlarda barbar papazlarla sahte peygamberlerin başını çektiği ayak takımı hiç anlamadığı birtakım din bilimsel incelikleri savunmak için öldürüyor ya da ölüyordu Yok Hıristiyanlığın tapınaklarında resim bulunsun mu bulunmasın mı, yok Tesliste Oğul’un önemi Baba’nınkinden fazla mı az mı, yok Ruhulkudüs ikisinden üstün mü diye, “Bizans tartışmaları”na alışkın, çöküntü dönemindeki Yunan’ın ufacık inceliklerine gırtlaklarına kadar gömülmüş insanlar, ellerinde sopalar, kamalar Bizans’ın daracık sokaklarında birbirine saldırıyordu Üstüne üstlük, bin bir kazalı araba yarışlarıyla Hipodrom tüm ulusal yaşamı tekeline almıştı İki arabacı takımının renkleri olan mavi ve yeşil Bizans Halkı’nı iki büyük partiye ayırmıştı, Yeşiller’le Maviler devrim gücüyle, imparatoru alaşağı ederek, sirki savaş alanına çevirerek iktidarı ellerine geçiriyorlardı Tüm bu felaketlere eklenen büyük açlıklar, yangınlar, veba ve Bulgarlar ardı arkası kesilmeyen saldırıları, köhnemiş Doğu İmparatorluğu’nun Batı’nın yıkılışından sonraki bin yıllık yaşamından hiç eksik olmadı Ama upuzun can çekişmesine karşın, Doğu Roma İmparatorluğu’nun merkezi Constantinopla’nın bir büyüklüğü de vardı ve uygarlığa soylu bir hizmette bulundu Yunan sanatının, Roma hukukunun geleneklerini korudu; ve 11yüzyılda Rönesans ilk filizlerini verip de, 15yüzyılda insanlığın o güzelim uyanışı gerçekleştiğinde, İtalya’da klasik dünyaya dönüş nimetini sağlayan insanlar ve fikirler Constantinopla’nın bağrından çıktılar Arıca, ortaçağ boyunca, Asya istilalarının baskısını durduran büyük set yine Constantinopla oldu Avrupa ancak o ileri köprünün savunmasında, onun kuytuluğunda ağır ağır oluşabildi Hıristiyan dünyası Constantinopla’nın önemini, Türkler şehri ele geçirip de birkaç yılda Avrupa’nın bağrına kadar ilerleyince kavradı da, tüm Hıristiyan ülkeler bir olup Türkleri ancak Viyana önlerinde ve İnebahtı sularında durdurabildi Yunanistan, insanların ve yüzyılların yıkımına uğramakla birlikte, geçmişinin büyüklüğünü Partenon’da ve diğer anıtlarında korumuştur; Roma şanlı dönemlerini iskeletini, hamamlarının, tapınaklarının ve sirklerinin hemen hemen eksiksiz yıkıntılarında saklamıştır; ama eski Bizans’tan geriye ancak belli belirsiz izler kalmış Türk onu yerle bir etmiş, ama barbarlıktan çok, egemenlik hırsıyla, geçmişi kıskandığından ötürü, fethi izleyen şanlı dönemin eserleriyle rekabet edecek hiçbir eski eser kalmasın diye Ayasofya’ya saygı göstermişse bu da onu içinden Yunan Hıristiyanlığının her işaretini silerek camiye çevirmek için olmuş Ne var ki tarihte en az Türkler kadar ürkütücü başka fatihler de çullanmışlardı şehrin üstüne 1204’te Haçlılar Asya’daki Müslümanlara karşı savaşmaktansa o büyük Hıristiyan şehrini fethetmeyi daha rahat ve kârlı buldu ve saldırıları dehşet saçtı Constantinus ile İustinianus’un şehrinde taş üstünde taş bırakmadılar Haçlı savaşçıları tapınakları ve sarayları yağmaladı, sefere kalyonlarıyla katılan Cenevizli, Venedikli gemiciler Constantinopla’nın en değerli hazinelerini kendi cumhuriyetlerine taşıyarak Haçlı seferinin meyvelerini topladı Lisippos’un atları, bugün venedik’teki San marco Kilisesi’nin ön cephesinde şahlanan dört küheylan, işte o büyük yağmanın anısıdır Gün gelip de Haçlılar kovulup, Yunan İmparatorluğu eski yerini aldığında, şehir ünlü anıtlarını hâlâ korumaktaydı, ama yağmadan ötürü artık yoksullaşmışlardı ve Bizans yeniden serpilmeye fırsat bulamadan Türkler tarafından fethedildi Constantinopla’da geçmişten geriye hiçbir şey kalmamış; evet ama bu Müslüman görünümüyle de yine ne kadar güzel bir şehir! Büyüklükte onunla kıyaslanabilecek hiçbir şehir yoktur Londra ve Paris somut olarak daha yaygınlar, ama yolcu buna kitaplarda yazılı diye inanıyor, gözleriyle gördüğü için değil Oralarda yolcuya şehrin olanca büyüklüğünü duyumsatan bir cadde ya da meydana rastlamak olanaksızdır Oysa Constantinopla bir bakışta kucaklanabilir Bu büyük Müslüman şehrinin tüm görkemini hayranlıkla seyretmek için, kano gibi hafif ve oynak bir kayığa binip Altın Boynuz’un (Haliç) orta yerine varmanız ya da Büyük Köprü’de (Galata Köprüsü) durmanız yeterli Ünlü seyyahların söylediğine göre, dünyanın hiçbir şehri insana böylesi bir büyüklük duygusu vermiyormuş Nüfusu bir buçuk milyon, ama dört beş milyon olduğunu düşünmek işten bile değil Altın Boynuz’un iki kıyısı boyunca tepelere yaslanmış dalga dalga mahalleler İlk planda kıyıların dolambaçlarını izleyen iki kent görünüyor, ardında giderek uzaklaşan yükseltileri kaplayan başka semtler, öbek öbek evler ta ötelerde uzak dağlar gibi mavileşiyor, sonra ufukla bir olup gözden siliniyorlar Gözleriniz o muazzam yapı yığınından yorulup da masmavi su kitlesine yöneldiğinde, gemilerin seren direklerinden bir ormanın ardında ufku sınırlayan bir kıyı görüyor, Asya kıyısı; orada da yine ovaları kaplayan, dağları aşan başka mahalleler var, onlar da yine Constantinopla Koskocaman som Galata Kulesi bulunduğu yarımadanın tepesinden eski İstanbul’u seyrediyor: dini bütün Müslümanların duaları gibi ipince, apak, tepelerinde birer altın alev gibi alemleriyle minareler ve yine minareler Büyük camiler bir orta kubbenin çevresinden yavaş yavaş alçalarak inen kurşun rengi kubbe yığınları, tepelerinde güneşin ışınlarıyla tutuşan birer hilal Constantinopla’daki ilk günümün akşamı! Hiçbir Hıristiyanın ayak basmadığı kutsal Eyüp Camisi’ni şöyle uzaktan seyretmiş, dönüyordum Eyüp Altın Boynuz’un ta dibinde bir mahalle, Constantinopla’nın Türk ve Müslüman ruhunu en iyi koruyan yeri Cami, kutsallıktan yana Mekke’den hemen sonra geliyo Mahallenin kara çarşaflara bürünmüş kocakarıları akşam vakti sokakta karşılaştıkları bütün Hıristiyanların ayaklarının dibine tükürüp, çın çın beddualar haykırıyor Altın Boynuz’un akıntısı kayığı tatlı tatlı sürüklemedeydi, kayıkçının şöyle hafiften kürekleri oynatması ilerlemek için yeterliydi Güneş gözden kaybolmuştu Constantinopla’nın minareleri, pembeli morlu, yumuşacık bir gökyüzünü beyaz beyaz çizgileriyle kesiyorlardı Tek bir yıldız bu uçsuz bucaksız ipek perdede yitik bir elmas gibi parıldıyordu Gökyüzünün yükseklerinde yeni doğmuş bir ay parçası parlıyordu, tıpkı Osmanlı armasındaki gibi, Türk hilali Uçsuz bucaksız şehir, tiyatro dekorları gibi parça parça bölünmüştü Hemen kıyıdaki mahalleler kapkaranlık, aydınlanmış pencerelerin kırmızımsı ışıklarıyla beneklenmiş; daha gerideki mahalleler akşamın yansıyan ışıklarıyla hafifçe pembeleşmiş; uzak semtlerse dağlar gibi belli belirsiz mavimsi bir siluet, cumbaların camları gözden kaybolmuş bir güneşin son ışınlarıyla tutuşmuş; bütün o kümelerin üstünde yükselen sipsivri minarelerin fildişi ormanı, beyazımtırak muazzam yumurtalar gibi cami kubbeleri, alacakaranlığın gizemine bürünmüş Bir kutsal sessizlik inmedeydi gökyüzünden, şehrin ve suların üstüne, gölgelerle birlikte Donanma, limanında demirlemiş savaş gemileri arasından geçiyorduk; üç bacalı gri zırhlılar, tek çanaklıklı kruvazörler, ince uzun avizolar, yüzünü hiç görmedikleri padişahın ziyaretini bekleyen imparatorluk yatları Birdenbire beyaz hilalli kırmızı bayrak seren direklerinden aşağı inmeye başladı Güvertelerde mürettebatın toplandığı görünüyordu, hepsinin de başlarında subaylarla denizcileri eşitleyen fesler Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nda deniz piyadeleri rıhtım boyunca saf saf olmuşlardı, bir sıraya dizilmiş kafaların kırmızı çizgisi alacakaranlıkta belirginleşiyordu Birden alacakaranlığın o muhteşem sükûneti, havayı karşılıklı tüfek atışları gibi parçalayan haykırışlarla bozuldu Minarelerin yuvarlak şerefelerinde beyaz sarıklı mini mini adamlar kollarını sallıyor, o hareketlerine insanüstü bir haykırış perde perde eşlik ediyordu Savaş gemilerinin güvertelerinde bir adam, Endülüs’teki Paskalya Yortusu saeta’larını1 andıran hem yüce hem yürek sızlatan bir ezgi tutturmuştu Lâ ilâhe illâllah ve Muhammedin resulallah! Diye çınlıyordu zırhlıların güvertelerindeki karıncalara benzer adamcıkların hüzünlü dinsel ezgisi alacakaranlığın gizeminde Bordalarda, koskocaman topların namlularıyla zırhlı kulelerin asında sıralanmış yüzlerce fes de top gibi gürleyerek yanıt veriyordu: Allah! Allah! Ve ben, Asya çöllerinin bu imanının, eski çağların gezgin süvarilerinin bu ateşli coşkusunun, bilimin son icadı olan, çelik namlulaıyla geçmişin tüm aldanmalını dağıtıp yok eden zırhlı gemilerin güvertesinde yinelendiğini gördüğümde, modern Türkiye’nin ne olduğunu da öylece görüverdim: dışında Avrupalı o, ama peygamberin sesine kulak verdiğinde içinde yeniden 2Mehmet’in atını izleyerek Constantinopla’yı fethe gelenlerin ruhunun uyandığını duyuyor Galata Köprüsü’nden geçenler İki delikanlı irisi, Türklere özgü adaleli dolgun vücutlarına kadın geceliklerine benzer uzun beyaz entariler giymiş, gelip geçenin yolunu kesiyor, ellerini uzatıyorlar Bunlar köprünün tahsildarları, geçiş ücreti olan on parayı istiyorlar Bütün İstanbul Galata Köprüsü’nden geçiyor Eski İstanbul’da oturan Türkler bankaların, konsoloslukların, elçiliklerin, büyük mağazaların bulunduğu Galata ve Pera’ya gitmek zorunda, çünkü Osmanlı Hükümeti’nin idare merkezleri, bakanlıklarıyla Bab-ı Âli ve sayısız devlet dairesi orada Ne Londra’nın büyük caddelerinde ne Paris bulvarlarında böyle Galata <köprüsü gibi kalabalık bir yer bulabilirsiniz Tahta zemin arabaların tekerlekleri ve binlerce yolcunun ayakları altında titreşiyor Birkaç dili bir arada konuşan bu halkın bağırıp çağırması insanı sersemletiyor, sağır ediyor; en az bilen beş dil konuşuyor, on ikiyi aşkın dili konuşanlar çoğunlukta Giysilerin karnavalı andıran çeşitliliği insanı şaşırtıyor, gözlerini kamaştırıyor Köprüye ayak attığınızda uçsuz bucaksız bir gelincik tarlasına düşmüş gibi oluyorsunuz Yürüdükçe sallanan binlerce fes, has Türk kıyafetleri gibi, Avrupalı kıyafetlerini de tamamlıyor Osmanlı denizcileri, tüm dünya donanmalarınınkinin aynı olan üniformalarının üstüne fes giyiyor, o Avrupalı gemici görünümüne katılan egzotik bir ayrıntı İngiliz stili nişanlarıyla, koltuklarında kılıçlarıyla, beyaz eldivenli, rugan pabuçlu subaylar da yine başlarında fesle geziyor Osmanlı tebası olan herkes gibi, hükümete bağlı tüm yabancılar için de bir zorunluluk Alman modeli üniformalarıyla kara ordusu da yine başına kendi ulusal takkesini oturtuyor; en düşük rütbeli er gibi, oynak atının üstünde, sırmalı eğerine oturmuş omuzlarında ağır altın apoletlerini atın tırısına uymuş hoplatarak çıkagelen paşanın da başında hep aynı kırmızı fes Askeri üniformalar kalabalıkta koyu renk üstüne sırmalı lekeler, onların dışında, Constantinopla’nın bin bir çeşit kalabalığı, göreneklerini ve geleneksel giysilerini hâlâ koruyan birbirinden farklı on dokuz millet Uzak Yemen illerinden gelen Araplar ya da sırtlarında boz kabanları, alınlarında düğümlenmiş deve kılından urganlarıyla Trabluslu Mağrıbîler geçiyor; Constantinopla’nın zengin evlerinde kapıcılık yapan Hırvatların kırmızı-mavi giysileri baştan aşağı galonlarla, işlemelerle süslü, bıyıklı kafalarında ufak yuvarlak bir bere, geniş kuşaklarında koskoca bir Eibar piştovu; Doğlu giysileri üstünde plili kısa beyaz etekleriyle Arnavutlar ve Makedonyalılar; çizgili bayramlık tüniklerinin üstüne yaz olmasına karşın derikabanları giymiş Museviler; berelerinin çevresine sarılmış ottan mendillerle Ermeniler; Avrupaî giyimlerine karşın, zeytin rengine çalan soluk benizlerinden ve kömür karası gözlerinden hemen tanınan Rumlar; sayılmayacak kadar çok din adamı, imamlar, softalar, devişler, kimi beyaz sarıklı, kiminin başında Hac hatırası yeşil sarık, kimilerinde acayip biçimli takkeler, hepsinin elinde birer amber tespih, attıkları her adımda biteviye bir övgü mırıldanıyorlar Allaha Kalabalık her an bir kenara çekilip, saflarını çözüp hızla hızla gelen arabalara yol vermek durumunda, zaman zaman da burada sık görülen tahtıravanlar geçiyor, içlerinde daracık sokaklardan eş dost ziyaretine giden Türk hanımları Ellerinde karabinalarıyla bir bölük atlı herkesin selam durduğu bir arabaya eşlik ediyor Babı-ı Âli’ye giden Sadrazam bu Ardından birkaç Ermeni hamal sökün ediyor; taşıtlar kadar tehlikeliler, çünkü akıl almaz yüklerin altında iki büklüm olmuş yürüyorlar, ne bakınmaya ne bir kenara çekilmeye halleri var İnsanoğlunun kas gücü nereye kadar varabilir, Constantinopla’da bunu görüp parmak ısırabilirsiniz “Türk gibi kuvvetli” sözünü söyleyenlerin bir bildiği varmış Bir yandan sokakların darlığı, bir yandan Osmanlı insanının hayvanlara karşı duyduğu sevgi ve saygı yüzünden, Constantinopla’da her şey kol gücüyle yapılıyor; alışveriş, taşınma, her şey Sanki kendi kendilerine yürüyormuş izlenimi veren sandıkların yığınları almış başlarını gidiyor Galata Köprüsü’nde, sandıklarla yer arasında paçavralara sarılı bir çift bacakla bir fes ancak seçiliyor, ardından da boğuk bir soluma Bir taşınma sırasında bir Ermeni hamal gördüm, bir piyanoyu sırtladığı gibi, yükünün altında sarsılarak yürümeye koyuldu, ama bir an bile duraklamadı Harcadıkları insanüstü çabadan sersemlemiş hamallar körlemesine yürüyorlar, gelip geçenlere de, ezilmemek için sağa sola kaçışmak düşüyor Köprünün ortasında birden, rahipsi bir uysallık havasıyla, el pençe divan, siyah giysili birtakım beyler kendilerine yol açıyor Sırtlarında istanbulin denilen, yakasız, cüppe gibi kapanan ve burada törenlerde giyilen zarif saray redingotu Arkalarında ağır ağır gelen abaya herkes selam duruyor, içinde beyaz tüllere bürünmüş hanımlar ya da “kayzer modeli” bıyıklı beyler seçiliyor Bunlar imparatorluk hareminin hanımları, şehre alışverişe iniyorlar, saray memurları ya da Sultan’ın sayısız oğullarından, kardeşlerinden ya da yeğenlerinden birkaçı maiyetlerini oluşturuyor Herkese üstten bakan birkaç zenci dirsek atarak kendilerine yol açıyor, sırtlarında derilerinin renginde zarif giysiler, tören istanbulinleri, kıvırcık kafalarının zemberekleri üstüne dimdik birer fes oturtmuşlar Bacakları leylek gibi, boyunları da upuzun, yassı, küstah suratlarında çocuksu ve işkilli bir şey var, dedikodulardan, dek dolaptan, vırvırdan örülmüş bir yaşam akla getiriyorlar Ağızlarını açtıklarında, koca dudaklarının arasından tavus kuşunu andıran kulak tırmalayıcı bir çığlık yayılıyor; insan sesine benzemeyen, sahte, acayip, aynı anda insanı hem güldürüyor hem sinirlendiriyor Bir kenarda yaşayıp giden ve halkın belli bir saygıyla baktığı kişiler bunlar; imparatorluk hareminin ya da büyük paşaların haremlerinin ağaları; ömürlerini gizemli güzelliklerle büyük zenginlerin arasında geçirdiklerinden, Constantinopla sokaklarına çıkmaya tenezzül ettiklerinde, hüzünlü ve sıkıntılı duruyorlar Haremağaları bazen lüks bir faytonun abacı yerinde oturuyor, içerdeyse dört Türk dilberi, Paris’te rue de la Paix’den satın alınmış giysilere bürünmüş, yüzlerinde boyalı çehrelerini büsbütün çarpıcılaştıran ipince bulutsu bir tül, gülüşerek şekerlemeler atıştırıyorlar Pera’nın büyük mağazalarına giden bu paşa hanımları, modern Türk kadınları, Fransızca ve İngilizce konuşuyorlar, piyano çalıyorlar, Paris’ten getirilmiş sarı kapaklı “psikolojik” romanlar okuyor ve Avrupa yaşantısının tüm ayartıcı yanlarından haberdarlar… Her şeyi biliyorlar, kocalarını aldatma dışında, çünkü burada buna olanak yok; hevessizlikten değil, hiç soluk aldırmayan, satın alınamayan, boğucu gözetimden ötürü; şairlerle romancılar ne derlerse desin, ne uydururlarsa uydursunlar, onu atlatmak kimsenin harcı değil İstanbul tarafından oturan, geleneklerine bağlı Müslümanların eşleri olan, daha kendi halinde hanımlar, ya da basit halk kadınları, tepeden tırnağa ağır ipek damaskodan siyah, kırmızı, yeşil ya da mavi giysilere bürünmüş olarak, yaya dolaşıyorlar Çarşaflarının gepgeniş kollarından, iç bluzlarının büzgülü-kurdeleli kolları seçiliyor Eldivenli elleriyle şemsiyelerine, çantalarına sarılıyorlar Çarşafın baş kısmında, yüze karşılık veren oyukta, maske görevi yapan bir ipek kumaş parçası var; kimi kadınların peçeleri kapkalın, ardındakini gözlerden tümüyle gizliyor, kimi kadınların peçeleri ise süs olsun diye yapılmışçasına saydam ve çekici Bu maskelerin niteliği artlarında gizlenenin değerini görmeden anlamaya olanak veriyor Genel kural: kalın peçeler yaşlı bir hanımın ya da Doğu’nun korkunç illetlerinden birine tutularak çirkinleşmiş bir kadının yüzünü örtüyor Ence peçelerin ardında ise hep bir İspanyol hizmetçisi ya da genç rahibe suratı gizleniyor: kat kat çeneler, allıkla kırmızılaştırılmış dolunay yanakları ve kapkara sürmelerle irileştirilmiş güzel gözler, sakin inek gözleri Ahlak ve edep gibi kavramlar iğreti insan icatlarıdır, çağlara ve halklara göre kolayca değişir Kendi yasal efendisi olmayan bir erkeğin önünde peçesini kaldırmayı iffetsizlik sayan ve dehşetengiz Osmanlı polisinin, sakın ola bir yabancıyla tek söz etmesinler diye her yerde gözaltında tuttuğu bu Türk hanımları, yağmur yağmadığı zamanlar bile, eteklerini dizlerinin üstüne kadar kaldırıp rengarenk çoraplar içindeki koskoca baldırlarını hiç tınmadan gözler önüne seriyor; buradaki ticaret erbabının dediğine göre, bu cırtlak renkli çoraplar Katalonya’dan geliyormuş Galata Köprüsü’nün tahtalarını ısıtan güneşin ışıkları altında, bu örtülü ve gizemli maskeli kadınlar, kalabalığa, romanlara özgü bir çekicilik veriyor Kalabalığın arasında büyük bi rahatlıkla dolaşıyorlar, çünkü hiç kimsenin kendilerine bakmaya cesaret edemeyeceğini, bütün Müslümanların sanki utanılacak bir şeymiş gibi onları görmemek için gözlerini yere indireceğini biliyorlar; o yüzden, bir cüretkar Avrupalıyla göz göze gelince, kimileri, en güzelleri, biraz tedirginleşerek gülümsüyor, öbürlerinde, dinsel dürtünün mahmuzlamasıyla, çirkinlik şahlanıyor, küçümseyerek yüzlerini buruşturuyorlar Galata Köprüsü’nde her gün dolaşan tüm o kozmopolit kalabalığın içinde en sevimli ve nazik olanlar Türkler Dillerini anlamıyorum, ama konuşma olanağı bulamayınca onları daha da büyük bir dikkatle gözlemleyen bir yabancı için el kol hareketleri de açık seçik bir dil yerine geçiyor Zaten Türk insanını tanıyan herkes bu ağırbaşlı, biraz hüzünlü, ama iyi yürekli ve cömert halkın efendiliğini ve ölçülü davranışlarını coşkuyla övüyor Diyorlar ki, onlarınkine eş sevgi sözcükleri hiçbir dilde yokmuş Türk anneler, çocuklarıyla konuşurken onları çiçeklerin ya da şirin hayvancıkların adlarıyla severmiş; erkekler yabancılara ya da dostlarına en büyük övgüleri yağdırdıkları gibi, konukseverliklerini ve himayelerini de eksik etmezlermiş Batı ülkelerinde sokakları dilencilerle dolduran, yığınla biçareyi açlıktan ölüme terk eden Hıristiyan hayırseverliği Constantinopla’dan bakıldığında pek kıt kalıyor Burada yoksullar tümen tümen, yine de dilenciye ancak Galata Köprüsü’nde ve bazı camilerin çevresinde rastlanıyor, onlar da Türk değil, Rum ya da Yahudi Türk insanı fukarayı kutsal sasıyor, öyle eline birkaç kuruş sıkıştırıp, vicdanını rahatlatıp salıvermekle yetinmiyor, ona evini de açıyor ve ne ihtiyacı varsa sağlıyor Yüreğinde soylu bir koruma saplantısı barındıran bu gönlü ganî millet sayesinde, bütün fukaralar “kapılanmış” durumda, hepsinin kendi evi bildiği bir kapısı var Osmanlı insanının hareketleri arasında, beni en çok hayran bırakan, en yüce asalet ifadesi, selam veriş tarzı Biz Avrupalılar selam vermeyi bilmiyoruz Şapkamıza bir el atıyoruz, şöyle az çok kabaca indirip kaldırıyoruz, bir de gülümsüyoruz, oldu bitti Türk insanı nezaketi sanat düzeyine yükseltmiş Kırmızı fesi yerinden hiç kıpırdamıyor Sabah kalktığında başına geçiriyor, gece yatıncaya değin bir an olsun çıkarmıyor Başını açmak büyük nezaketsizlik sayılıyor, handiyse kutsal şeylere küfretmek gibi bir şey Selam vermek için başındakini çıkarmak bir Avrupalının bir hanıma hoş geldiniz demek için pabucunu çıkarması gibi bir şey olur Fesini böyle sanki tornavidayla çakılmış gibi kafasında dimdik, kıpırtısız taşıma gereği yüzünden, tüm selam görevi ele ve gözlere yüklenmiş Ah bu Türklerin karşılaştıkları anki soylu Doğulu vakarı! Elleri konuşuyor sanki, ilkin dizlerine kadar iniyor, sonra yüreğe, oradan alına yükseliyor, aynı zamanda bedenleri haşmetle öne eğiliyor, gözleri saygıyla birlikte, karşılaşmanın verdiği sevinci öyle bir sanatla ve zarafetle dile getiriyor ki, bunu taklit etmek hiçbir Avrupalının harcı değildir Kimi kez, Galata Köprüsü’nden akan bu kalabalık arasında, bakışları tedirginlik veren simsiyah gözlerle, yırtıcı kuş profilleriyle, insanlara ellerini ceplerine attıran baldan tatlı gülümsemelerle karşılaşıyorsunuz, nazik kimseler ama, korku saçıyorlar Constantinopla kıtanın büyük çöp tenekesi En tehlikeli serüvenciler burada gizlenip kayboluyor Türkiye yumuşak bir somun ekmek, dünyanın en korkunç kurtları bir lokma koparmaya geliyor Görünümleri tedirginlik veren bu Türkler, yalnızca başlarında taşıdıkları festen ötürü Türk sayılıyor ve korku uyandırmaları için fazlasıyla neden var… Bunlar Avrupalılar Ve Avrupalı Türkiye’deki en kötü insan türü Sadrazam Arkadaşım Mizzi çok tanınmış bir İngiliz avukatıdır, otuz beş yıldır Constantinopla’yı mesken tutmuş On iki dili rahatlıkla konuşuyor ve yazıyor, aynı gün İngiliz Konsolosluk Mahkemesi’nde söylev veriyor, Türkçe bir savunma yapıyor, Rumca ya da Rusça bir dilekçe yazıyor, sonra günü İspanya Konsolosluğu’nda, İspanyolca konuşarak tamamlıyor Constantinopla’dan Sibirya’ya dava vekili olarak gitmiş Bir kez efsanevi ülkeler Bağdat ve Basra’ya gidip, çuvallar dolusu elmasları, yakutları, zümrütleri paylaşamayan Arap prenslerinin veraset davasında avukatlık etmiş Böyle masallara layık davalara ancak Doğu’da rastlanabilir Mizzi İngiliz vatandaşı, çünük Malta’da doğmuş; ama annesi İspanyolmuş ve İspanya’ya büyük sevgi duyuyor Hemen tüm elçiliklerin ve konsoloslukların hukuk danışmanlığını yapıyor; Avrupa’nın en önemli milletvekillerinin nişanları ve unvanları başından aşağı yağmur gibi yağıyor, ancak kendisinin en değer verdiği şey İspanya Konsolos Yardımcılığı Constantinopla’nın en büyük gazetesi The Levant Herald onun, kendi de orada her gün çalışıyor, halka bütün dünyadan haber veriyor Mizzi ile birlikte Pera ve Galata sokaklarında yürümek onun ne denli tanınıp sevildiğine tanık olmak demek Bir Türke Türkçe selam veriyor, bir Rumla gevezelik ediyor, bir Fransız ya da İtalyanla konuşmaya dalıyor, şapkalar kaldırılıyor, eller sıkılıyor, iltifatlar ediliyor, döt dörtlük bir dil kursu Mizzi bir sabah beni Sadramazı ziyarete götürüyor, kendisinin bir gençlik arkadaşıymış Sadrazam! Bu sözcük muazzam bir iktidarı canlandırıyor insanın kafasında; çocuklukta okunan kitapları, büyülü Binbir Gece Masalları’nı çağrıştırıyor; insanın hayalinde upuzun sakallı, heybetli bir zat beliriyor, kafasında koskocaman top gibi beyaz bir sarık, çevresinde muhteşem bir maiyet, köleler, cellatlar, yazmalar, veliler Türkiye’nin sadrazamı bizdeki başbakandan daha ileri biri –Sultan yardımcısı falan gibi bir şey- ve dünyanın en önemli kişilerinden biri Örneğin İspanya gibi ülkeleri yönetmeyi kim olsa becerir Meclislerde çoğunluğu elde ettiniz mi, tamam Ülkeyi tehdit eden hiçbir dış tehlikeli yok, içeride adına politika dedikleri birtakım dedikodularla, çekememezliklerle geçen rahat ve keyifli bir hayat, sonunda herkes bir noktada anlaşıyor, çünkü ufukların darlığı herkesi bir aile gibi yaşamaya zorluyor Sadrazamlık makamına erişmek için olağanüstü biri olmak şart İmparatorluğun tarihsel nefretlerle, kökten din ayrılıklarıyla bölünmüş on dokuz milletini barış içinde bir arada tutabilmek; Constantinopla’da oturup, ta uzaklarda, Türkiye’nin Avrupa usulü bir hayat sürdüğünü gördükçe öfkelenen fanatiklerle dolu Yemen’i ya da başkente elli dört günlük yolculuk mesafesindeki –handiyse dünyanın çevresini dönmek için gereken süre- Bağdat’ı yönetmek, aynı zamanda büyük Avrupa güçlerinin oluşturduğu kurt sürüsüyle baş edebilmek için hem aldatmacaya hem kuvvete başvurmak; Osmanlı’nın bedeninden büyük parçalar koparmış olan o kurtlar her gün daha şiddetle uluyor, kendilerine yeni ve daha büyük bir yem istiyorlar: tüm bunlar bir üstün insanın zekasını ve çelik gibi iradesini gerektiren işler Sadrazamı sabahın erken saatlerinde, Bab-ı Âli’deki makamına gitmeden önce evinde ziyaret ediyoruz; çünkü zekasıyla bütün bir imparatorluğun yükünü taşıyan bu şahıs çok erken kalkıyormuş Pera’nın dış mahallelerinde, büyük bir manevra sahasının yakınında yer alan konağa varıyoruz, alanda sefer giysileri içinde birkaç süvari bölüğü at koşturuyor Çok sayıda nöbetçiyle bir muhafız kıtası Sadrazam’ın konağının önünde hazır bekliyor, gerek Sultan’a gerekse bakanlarına sık sık suikast yapılan bu ülkede gerekli bir önlem bu Konak hiçbir doğulu özellik taşımıyor Mermer merdivenli büyük bir ev Oraya buraya koşuşturan memurlarla hizmetkarların başlarındaki fes ve elektrik ışığının bulunmayışı Türkiye’de olduğumuzu hatırlatan tek ayrıntı Ufak bir bekleme odasına giriyoruz, sıralarını beklemekte olan diğer ziyaretçileri selamlıyoruz, onlar da bize ağırbaşlı bir doğulu nezaketiyle karşılık veriyor, eğiliyorlar, sağ ellerini dizlerine, yüreklerine ve başlarına götürüyorlar Kılık kıyafetleri düzgün Türkler var, fesleri iyice kalıplanmış ve dimdik, siyah redingotları askeri üniforma gibi düğmelenmiş; uzun sakallı, zarif tertemiz genç imamlar var, beklerken oyalanmak için tespihlerinin tanelerini başdöndürücü bir hızla parmaklarının arasından geçiriyorlar Doğu sigaraları içerek oyalanıyoruz, derken Sadrazam’ın emir subaylarından biri, Zât-ı Şâhâneleri’nin bizi beklediğini, diğer ziyaretçilerden önce huzura kabul edileceğimizi bildiriyor Onlar, zamanın ve sayıların değerini bilmeyen Türk sabrıyla bekleyecek Mizzi beni uyarıyor: Sadrazam’a “zât-ı şahaneleri” diye hitap etmem gerekiyormuş Türkiye’de, Sultan’ın ailesi dışında yalnızca iki zât-ı şâhâne varmış: Sadrazam ve … İmparatorluk Haremağası Göz alabildiğine geniş bir salonun önünden geçiyoruz, mobilya deposuna benziyor, o kadar çok koltuk, abajur, tablo, minder, ayna var, hepsi de Avrupa işi Bunlar yabancı hükümetlerin Türk Başvekili’ne armağanları O da bunları diplomatik kabullerin yapıldığı salona yığmış Karmakarışık, zengin çeşitliliğiyle Avrupa eşyaları Avrupalıları kabule ayrılmış kısımda kalıyor Ötesinde özel yaşam, Türk yaşamı Birden kendimi ufak bir odada buluyorum Siyah redingotlu, başları fesli üç adam ayakta bekliyor, gözleri yerde, elleri önlerinde kavuşmuş, sert ve saygılı bir duruşları var Yine redingot giymiş bir başka adam gülümseyerek ve elini uzatarak bize doğru ilerliyor Antredeyim, birileri geldiğimizi o kudretli kişiye haber verecek sanıyorum… Fakat hayır:Türkiye Başvekili’nin çalışma odasındayım, bize gülümseyerek elini uzatan şahıs Sadrazam’ın tam kendisi Bu sadelik karşısında şaşkına dönüyorum Çalışma odası beyaz ve çıplak duvarlı, Sultan’ın bir fotoğrafından başka hiçbir süsü yok Bir köşede camları renkli iki ufak kitaplık Mobilya olarak yalnız koyu renk ipek kaplı iki alçak sedir ve bir parça gökyüzüyle bahçe görünen bir pencerenin önüne o kudretli şahıs gidip oturuyor Binbir Gece Masalları’nı hatırlatan hiçbir şey yok onda Ne görünümü ne de çalışma odası elinde tuttuğu muazzam gücü belli etmiyor Egzotik bir hevese uyup, başına ev takkesi olarak bir fes geçirmiş bir Avrupalı beyefendiyi düşündürüyor Siyahlar giymiş, redingotunun yakasından doğu ipeğinden pahalı bir yelek gözüküyor Bacak bacak üstüne attığında, paçalarından pantolonunun altına giydiği Türk usulü uzun konçlu çizme gözüküyor, Avrupalı görünümüne uymayan tek ayrıntı Yanı başına oturuyoruz ve o benimle Fransızca konuşmaya başlıyor, açık seçik, sedalı bir aksanı var, sözlerine doğal bir yücelik veriyor, onlara eşlik eden el kol hareketleri de soylunun hası Türkiye’de dokuz yıldır sadrazamlık makamında oturan Ferit Paşa2 –bu Avrupa’da hiçbir politikacının erişemediği bir iktidar süresidir- gerçekten de olağanüstü bir zat Onun ulu efendi davranışlarının, bariton sesinin şiirsel sedasının, kendisi nazik olmasına çalıştığı halde buyurgan ve kararlı bakışlarının ateşinin hakimiyetine girdiğimi duyuyorum: Doğu masallarındaki vezirin bakışları bunlar Uzun boylu, güçlü kuvvetli bir adam, ama yine de ince yapılı, güzel siyah sakalına kır düşmüş Elli yaşını biraz geçmiş olmalı ve gözlerinde ilk gençliğinin coşkun ateşi hâlâ parlıyor Avrupalı çehresinde burnu ırkının belirtisi gibi seçiliyor: kavgacı bir gaga gibi kemerli bir dövüşken Türk burnu, geniş delikleri titreşiyor Osmanlı’nın o koruyucu hayırseverliğiyle, Ferit Paşa bana gülümsüyor, Constantinopla izlenimlerimi ve yolculuğumdan memnun olup olmadığımı öğrenmek istiyor O konuşurken, ben kendisini izliyorum ve kişisel tarihçesini hızla kafamdan geçiriyorum Ferit Paşa, Arnavut, İtalya ve Yunanistan yakınlarında doğmuş bir Türk Janina Üniversitesi’ndeki gençlik yıllarında çok parlakmış Geleceğin devlet adamı, eski çağların şairleri üstüne yaptığı çalışmaların derinliğiyle Yunan profesörleri bile şaşırtmış Sonra Constantinopla’ya gelmiş, devlet memurluğuna intikal etmiş, hızla en üst kademelere yükselmiş Asya’daki uzak vilayetlerde valilik yapmış –Yeni Dünya’daki eski kıral naipleri gibi bir şey-, sonunda siyasal yetenekleri Sultan’ın dikkatini çekmiş, böylelikle Sadrazamlığa getirilmiş Bir yandan kendisini dinlerken, gözlerimi sadeliğine hayran kaldığım odada gezdiriyorum O büyük şahsın yakınındaki seyyar kitaplığın üstünde bir mermer büst var, tüm çalışma odasının tek süsü Bu buruş buruş hınzır kocakarı suratını gözüm ısırıyor; ama kel kafası aklımı karıştırıyor Onu birçok yerde görmüşlüğüm var, ama adını bir türlü çıkaramıyorum Kim bu? Kim bu? Ferit Paşa’nın güzel sesi daha da tumturaklanıyor, duâhanları tanınan heybetiyle şu sözleri söylüyor: -Türkiye’nin mükemmel dostluk münasebetleri kurmuş bulunduğu bütün milletler arasında en samimi muhabbetimiz İspanya’yadır Hiçbir zararını gömemişizdir; münasebetlerimize daima dostluk ve sevgi rehber olmuştur; başına gelen felaketleri bizim telâkki etmişizdir, çünkü her ne kadar birbirimizden uzak yaşıyorsak da, halklarımız arasında öyle gayrı kabili tarif bir şey vardır ki, bizi samimi bir dostlukla birleştirmiştir Sadrazam’ın ifadesi buraya kadar yüce bir nezaket çerçevesindeydi; sonra birden sağ yumruğunu enerjik bir hareketle sıktı, içten bir heyecanla ekledi: -Ah İspanya! Nasıl bir yaşama iradesine sahip! Tökezlediğinde yeniden ayaklanmak için ne büyük bir gücü var! Milletinize hayranım, ama savaştaki kahramanlığından da ziyade, barış zamanlarındaki kuvvetli iradesinden dolayı Tarihi yüz yıldır felaketlerin ağırlığını taşıyor: iç savaşlar, ihtilaller, toprak kayıpları, ne var ki onca darbeden sonra yine de kalkıp yoluna devam etti, herkes öldü sandığı sırada yeniden doğdu ve şimdi tabii zenginliklerini geliştirmekte Ah İspanya, sarsılmaz bir yaşama iradesine sahip olan şu asil millet! Ve kaybedilmiş topraklardan, sonu felaketle biten savaşlardan ve her türlü talihsizliğin üstesinden gelen yaşama iradesinden söz ederken, gözlerini hüzünle çevresinde gezdirdi Odanın gerisinde üç maiyet memuru dilsiz tanıklar olarak, hep öyle ayakta dikiliyorlardı, elleri redingotlarının üstünde kavuşmuş, başları yere eğik Sonra Sadrazam yeniden o muhteşem soğukluğunu takındı ve uzak bir ülkeden haber alma fırsatı bulmuşken bana sorular sormaya koyuldu -Şimdi donanmanızı baştan aşağı yenileyecek misiniz?3 -Öyle diyorlar haşmetmeâb -İyi, çok iyi Büyük bir millet donanmasız olmaz Fakat zannediyorum ki İspanyollar da Türkler gibi Denizden çok karada savaşmayı tercih ediyorlar… Ordunuzun başkomutanı kim şimdi? -Ben, “İspanya’da başkomutan yok, orduyu savaş bakanı yönetiyor” diyorum Zât-ı şahaneleri bir ad hatırlamak ister gibi alnını kırıştırıyor -Ya Weyler4 ne yapıyor şimdi? -O da diğer generaller gibi bir general -Martinez Campos vefat etti, değil mi? İşte o yaman adamdı Ve Ferit Paşa gülümsüyor, enerjik bir ifadeyle bir daha sıkıyor yumruğunu İspanya hakkında bana başka sorular soruyor, ben ise ona cevap verirken gözlerimi büstten ayıramıyorum Hay Allah, kimin büstü bu? -Mösyö Moret’yi tanıyor musunuz? Bizim avukatımızdır Türkiye’nin bir davasını yürütmek için bize kendisini Almanya İmparatoru tavsiye etti Sonra Ferit Paşa, yüzünde hüzünlü bir ifadeyle, birkaç sözcükle olayı anlatıyor Avrupalı yırtıcılığının bin bir suistimalinden biri: Batı’nın büyük şirketleri Türkiye’ye medeniyet getireceğiz diye gelip buraya yerleştikten sonra, Osmanlıların saflığından yararlanarak keselerini dolduruyor, üstelik de zarar girdiklerini iddia ederek hükümetten muazzam tazminat talebinde bulunuyorlar Sadrazam bana ülkem hakkında sorular sormaya devam ediyor, bense kendimi iyice meraka kaptırmış, büste bakıyorum -Ya kıralınız, diye soruyor Sadrazam gülümseyerek Ben o kısa soruya ne cevap vereceğimi bilemiyorken, kudretli şahıs tatlı bir gülümseyişle ekliyor: -Efendim o ne faaliyettir,! O ne yaşama coşkusudur! Ah gençlik! Kıralınıza teveccühümüz büyüktür Yolculuklar yapıyor, sporla iştigal ediyor, askerlikten hoşlanıyor, eğleniyor… İyi de ediyor, doğrusu, iyi ediyor Sonra veciz bir ifadeyle ekliyor: -Kırallar eğlenmeli Onların yerine hükümet edecek, iktidarın acı şurubunu içecek sadık bendeleri ne güne duruyor Teşrifatlı doğu selamlarıyla ayrılmanın zamanı geliyor Büstün yanından geçerken birden tanıyıveriyorum ve tanımakta neden zorlanmış olduğumu da anlıyorum Bu hınzır maymun suratını tepesinde bir perukla görmeye alışkınım da ondan Bu Voltaie Avrupa’ya dönüş Elveda Constantinopla! Gecenin karanlığında Galata Köprüsü’nü son kez geçiyorum, zemin tahtalarının arabayı sarsıp zıplatışları bana sanki dostça veda okşayışları gibi geliyor Altın Boynuz derin, sisli bir hendek, dibinde teknelerin gözleri alev alev parlıyor Karşımda, muhterem İstanbul’un kubbeli minareli kapkara silueti, küçülen ayın solgun pırıldadığı dumanlı bir gökyüzüne çizilmiş Mahyaların ışıkları boşlukta yitmiş yıldız kümeleri gibi yüzüyor Elveda! Bir ayı aşkın süredir, ne doğum, ne ırk, ne tarihle, hiçbir bağla bağlı bulunmadığım bu yerlerde yaşıyorum, yine de ayrılmak hüzünlü, acı veriyor İnsan yolculuktayken, şehirleri, ne kadar hoş olursa olsunlar, yüreğinde sevinçli bir duyguya bırakır Merakımız yeniden uyanmaktadır, zamanın derinliklerinden, tarih öncesi dünyanın yorulmaz göçebeleri olan atalarımızdan miras kalan değişiklik ve hareket içgüdüsüdür bu Acaba ötelerde ne vardır? Gelecek durakta bizi bekleyen nedir? Ne var ki Constantinopla’da ayrılırken, bu sevinç ve merak duygusu azalıp yok oluyor Gelecek ne denli ilginç olursa olsun, yaşanılan gün gibi olmayacak Batı Avupa’nın rahat ve tekdüze şehirleriyle, Boğaz kıyılarındaki bu şehrin anısını silemeyeceği kesin: ırkların, dillerin, renklerin, işitilmedik özgürlüklerle katlanılmaz baskıların bir karmaşası bu Elveda! Ayrılışın hüznüne bir de geleceğin belirsizliği ekleniyor; sevdiğim bu yerleri bir daha göremeyeceğim, şartlar ben bu arzumu gerçekleştiremeden hayatıma son verecek diye kuşkulanıyorum 1 Saeta: Endülüs’te dini alaylar geçerken makamla söylenen ve Arap etkisi taşıyan maniler 2 Avlonyalı Ferit Paşa (1852-1914): 1903 yılında sadrazam oldu Meşrutiyet’in ilanından sonra Âyan azalığına, daha sonra da Tevfik Paşa kabinesinde dahiliye nazırlığına getirildi 1912’de Âyan Meclisi reisi oldu Mısır’a, oradan İstanbul’a dönmesine izin verilmeyince Avrupa’ya gitti 3 1898 yılı İspanya için “ulusal felaket” yılı olmuş, ülke bozgunla biten deniz savaşlarında donanmasını hemen hemen tümüyle yitirmişti 4 VWeyler y Nicolau (1838-1930): Çeşitli savaş cephelerinde büyük yararlıklar göstermiş ve üç kez savaş bakanlığı yapmış bir İspanyol generali Bu konuşmadan üç yıl sonra mareşalliğe yükselecekti 5 AMartinez de Campos (1831-1900): İspanyol general ve politikacısı, çağının tüm savaşlarında yararlıklar gösterdikten sonra, üç dönem senato başkanlığı da yapmıştır |
Konu Araçları | Bu Konuda Ara |
Görünüm Modları |
|