Yalnız Mesajı Göster

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-02-2008   #8
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük



ŞEM'ÛN ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğulları'na gönderilen peygamberlerden İsminin Şemsûn olduğu da bildirilmiştir
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Geçmiş zamanda Şem'ûn (Şemsûn aleyhisselâm) adlı bir peygamber vardı Allahü teâlânın rızâsı için bin ay devamlı cihâd edip, silâhını omuzundan çıkarmadı" buyurdu Eshâb-ı kirâm (Peygamber efendimizin arkadaşları); "Keşke bizim ömrümüz de uzun olsaydı da biz de din uğrunda Allah için cihâd etseydik" dediler Bunun üzerine Kadr sûresi nâzil olup; "Size verilen Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır (bu gecenin sevâbı bin ay cihâd etmenin sevâbından çoktur) " buyruldu (Hadîs-i şerîf-Zeyn-ül-Mecâlis)
Îsâ aleyhisselâm ile Muhammed aleyhisselâm arasında yaşamış olan Şem'ûn aleyhisselâm, İncîl ehlindendi Îsâ aleyhisselâma indirilen henüz bozulmamış İncîl-i şerîfe göre amel ederdiKavmi ise putlara tapardı Şem'ûn aleyhisselâm, Allahü teâlâyı inkâr eden ve putlara tapan sapık kavimle cihâd (savaş) edip, onları îmâna çağırdı Çok güçlü ve cesûr bir kimse olan Şem'ûn aleyhisselâm, tek başına yaptığı gazâlarda çok ganîmet elde etti Cihâd ederken susadığı zaman, Allahü teâlâ onun için bir taştan g âyet lezzetli bir su akıtırdı Kendisine büyük bir güç ve kuvvet verilmişti Düşmanları onu çeşitli hîlelerle şehîd etmek için çalıştılarsa da başarılı olamadılar (Sa'lebî, Mirhaund)

ŞER:
Dînin ve aklın zararlı gördüğü şey
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki; Zerre kadar hayır (iyilik) yapan onun mükâfâtını; Zerre kadar şer yapan da onun karşılığını, cezâsını görecektir (Zilzâl sûresi: 7,8)
Kalbe iki yönden baskı gelir Birisi melektendir; hayrı vâdeder, hakkı tasdîk eder Kalbinde bunu bulan, bilsin ki bu, Allahü teâlâdandır ve Allahü teâlâya hamd etsin Diğeri şeytandandır; o da vesvese verir Ve şerri teşvik eder, hakkı tekzîb (inkâr) eder ve hayırdan men eder Kalbinde bunu bulan, şeytanın şerrinden Allah'a sığınsın (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Ramazân-ı şerîfin ilk gecesi olunca şeytanlar zincire vurulur Cehennem kapıları kapanır Ondan hiçbir kapı açık bırakılmaz Cennet kapılarının hepsi açılır Kapalı hiçbir kapı kalmaz Bir münâdî şöyle seslenir: Ey hayrı arayan! Hayra yönel Ey şerri arayan! Ondan uzaklaş Allahü teâlâ bu gece birçok kimseyi Cehennem'den âzâd eder (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)
İnanılması lâzım olan altı şeyden (âmentüden) altıncısı; "Kadere, hayr ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır" İnsanlara gelen hayr ve şer, fayda ve zarar, kazanç ve ziyânların hepsi Allahü teâlâdandır (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Kalbe gelen hâtıra (düşünce), nefse acı gelirse, hayr olduğu anlaşılır Tatlı gelir, hemen yapmak isterse, şer olduğu anlaşılır (Hâdimî) Hak şerleri hayr eyler, Zannetme ki gayr eyler, Mevlâ görelim neyler, Neylerse güzel eyler
(İbrâhim Hakkı) Şerri öğrendim kötü olmak için değil, Şerri bilmeyen içine düşer iyi bil
(İmâm-ı Şâfiî)

ŞERÂB (Şarâb):
Alkollü içkilerden Pişmemiş üzüm suyunun havasız fıçılarda durmasıyla gaz habbeleri (kabarcıkları) ve köpük çıkararak kokuşup mayalanması netîcesinde meydana gelen ve içilince sarhoş eden içki Hamr
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Şarab, kumar, ibâdet için dikilen putlar, câhiliyye devrinde kullanılan fal okları, hep şeytânın işlerinden birer pisliktir Onun için, bunlardan sakınınız ki kurtulasınız Muhakkak ki şeytan, içkide ve kumarda aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allahü teâlâyı hatırlamaktan, namaz kılmaktan alıkoymak ister Artık böyle olunca siz bunlardan sakınmaz mısınız? (Mâide sûresi: 90,91)
Şarab içmek büyük günahların en büyüğü ve bütün fenâlıkların ve günahların anasıdır (Hadîs-i şerîf-Enîs-ül-Vâizîn)
Bütün fenâlıklar (kötülükler), bir yere toplanmıştır Bu yerin kilidi zinâ, anahtarı şarâbdır (Hadîs-i şerîf-Enîs-ül-Vâizîn)
Sarhoşluk veren her içki şarabdır ve hepsi haramdır (Hadîs-i şerîf-İbn-i Âbidîn)
Şarab içen ile arkadaşlık etmeyiniz Cenâzesine gitmeyiniz Buna kız vermeyiniz ve onun kızı ile evlenmeyiniz! Muhakkak biliniz ki, şarab içen kıyâmet günü mezardan yüzü kara, gözleri mâvi olarak kalkar Dili sarkmış pis kokulu olur Herkes bunun pis kokusundan kaçar (Hadîs-i şerîf-Riyâd-ün-Nâsihîn)
Şarabda, devâ, ilâc hâssası (özelliği) yoktur Hastalık yapar (Hadîs-i şerîf-Seâdet-i Ebediyye)
Şerab içmenin çeşitli hastalıklara yol açtığı meydandadır Aklı azaltmakta ve karaciğeri bozmakta, beyin ile sinirleri harâb etmektedir (Muhammed Sıddîk bin Saîd)

ŞEREF:
Yükseklik, büyüklük, yüksek mertebe İnsanlar arasında geçerli ve makbûl olma Cenâb-ı Hakk'a itâat ve yüksek hizmeti ile çok ihsâna mazhâr olma, iftihâr
İnsanların en akıllısı ölümü çok hatırlayandır Ölümü çok hatırlayan insana, dünyâda şeref, âhirette yüksek dereceler nasîb olur (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Allahü teâlâ müslüman yapmakla bizleri şereflendirdi Allahü teâlânın verdiği bu izzetten bu şereften başka şeref ararsak, Allahü teâlâ bizi yine zelîl eder, her şeyden aşağı eder (Hazret-i Ömer)
İnsanın şerefi ilim ve edeb iledir, mal ve neseb ile değildir (Hazret-i Ali)
Şerefli bir insan olabilmek için; edeb sâhibi olmak, farzları edâ etmek, sâlihlerle sohbet etmek ve fâsıklardan (açıkça günah işleyenlerden) uzak durmak lâzımdır (Ebü'l Hayr el-Akta) Kaybetti peygamberin âilesi olma şerefini, Kötülerle arkadaşlık ettiği için hazret-i Lût'un eşi, Eshâb-ı Kehf'in köpeği onlarla olunca berâber, Kavuştu haşr olma şerefine mü'minlerle berâber
(Sa'dî Şîrâzî)

ŞEREH:
İnsanın muhtâc olduğu şeylerin lüzûmundan fazlasını istemesi, şiddetli hırs, tamahkârlık, aç gözlülük
Şereh sâhibi, helâl ve haram gözetmeksizin her istediğini elde etmeye çalışır Başkalarının zarârına da olsa beğendiği şeyleri toplar (M Hâdimî)

ŞERH:
Yarmak, açmak, açıklamak; bir kitâbın metnini kelime kelime açıklayıp îzâh etmek
Münyet-ül-musallîdeki; "(Halâda ve her yerde) abdest bozarken kıbleye dönülmesi" ibâresi, Halebî kitâbında şöyle şerh edilmektedir: "Çünkü ihtiyâç giderme sırasında ön ve arkayı kıbleye çevirmemek edeptendir Ön ve arkayı kıbleye dönmek tahrîmen yâni harama yakın mekruhtur (Unutulursa, üstünü kirletmek tehlikesi veya başka tehlike varsa mekruh olmaz) Bu yönelmenin evde veya tenhada olması arasında fark yoktur Nitekim Peygamber efendimiz; "Abdest bozarken ön ve arkanızı kıbleye çevirmeyiniz" buyurdu Küçük çocukları bu cihetlere (yere) karşı tutarak abdest bozdurmak da mekrûhtur (büyüklere haram olan şeyi küçüklere yaptırmak, yaptırana haram olur Meselâ erkek çocuğuna ipek giydiren, zînet eşyâsı takan ve çocuklarına içki içiren kimse, haram işlemiş olur) Yine din âlimleri buyurdu ki: Uykuda ve başka durumlarda ayakları kıbleye, mushafa veya din kitablarına doğru uzatmak mekruhtur Yüksekte iseler mekruh olmaz Güneşe ve aya karşı abdest bozmak da (tenzîhen) mekruhtur Çünkü bunlar Allahü teâlânın büyüklüğünü gösteren iki alâmettir (delîldir) (M Sıddîk bin Saîd)

Şerh-i Sadr:
1 Peygamber efendimizin çocukluğunda ve peygamberliği sırasında (mîrâc gecesinde) mübârek göğsünün açılarak kalbinin çıkarılması ve yıkanıp ilim, hikmet ve mârifet ile doldurulduktan sonra yerine konması hâdisesi (Bkz Şakk-ı Sadr)
Yeşil elbiseli iki kimse gördüm Birinin elinde gümüşten bir ibrik diğerinde zümrütten bir leğen vardı Beni alıp bir dağ başına götürdüler Biri sırtım üzerine yatırdı Göğsümü göbeğime kadar yardı Hiç acı ve elem duymadım Elini sokup ne varsa çıkardılar O beyaz şey ile yıkayıp yerine koydular Biri diğerine; "Kalk ben de hizmetimi yerine getireyim" dedi ve elini sokup yüreğimi çıkardı İki parça etti ve içinden bir şey çıkarıp attı ve; "Senin vücûdunda şeytanın nasîbi bu idi Çıkarıp attık Ey Allahü teâlânın sevgilisi! Seni vesveseden ve şeytanın hîlesinden emîn ettik" dedi Sonra yüreğimi kendi yanlarında olan latîf (hoş) ve yumuşak bir şey ile doldurdular Nûrdan bir mühür ile mühürlediler (Hadîs-i şerîf-Meâric-ün-Nübüvve)
Ben Kâbe'nin yanında uyur uyanık bir hâlde iken, iki kişi; içinde zemzem suyu bulunan bir tasla bana geldiler Sadrım şerh edildi Zemzem suyu ile yıkandı Sonra yerine kondu İlim, hikmet ve mârifet ile dolduruldu Sonra burak getirildi Onun üzerine binerek, Cebrâille berâber (mi'râca) gittim (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
2 Göğsün yâni kalbin ilâhî nûr, ilim, hikmet ve mârifet ve sekîne (ferahlık, rahatlık ve huzûr) ile doldurulup genişlemesi
Şerh-i sadrın sebeblerinden bâzıları şunlardır: İlim sebebiyle kalb o kadar genişler açılır ki, onun her köşesi göklerden ve yerden daha geniş olur Hepsini içine alır Bir kimsenin ilmi ne kadar çoğalırsa, şerh-i sadrı da o kadar artar Bu ilimden m urâd (maksad) her ilim değil, peygamberden mîrâs kalan ilimdir Peygamberlere ilimden başka şeyle vâris olunmaz (Abdülhak-ı Dehlevî)
Şerh-i sadrın sebeblerinden biri de, Allahü teâlânın kullarına mal, para, makam ve benzeri şeylerde ihsânda bulunmaktır Kimin eli daha açık ise, kalbi de o kadar genişler Kimin eli kısa ve kapalı ise sînesi de o nisbette dardır Şerh-i sadrın sebep lerinden biri de,Allah yolunda kahramanlık, insâf sâhipleri yanında doğruyu söylemektir Bu da gönül açıklığına yol açar (Abdülhak-ı Dehlevî)
Şerh-i sadr sebeblerinden biri de, kalbi, sıfât-ı zemîme yâni kötü sıfatlar denilen, hased, ucb, kibir, riyâ, buğz, kin ve Allah için olmayan mal ve makâmı, yâni dünyâ sevgisi gibi kötü huylardan temizlemektir Çünkü bunlar, şehvet ve nefs toprağında n yükselen zulmânî buhâr ve dumanlardır Kalbi bulandırır ve karartırlar ve şerh-i sadra sebeb olan îmân nûrundan, tevhidden, ilimden, muhabbetten (sevgiden) ve zikirden, Allahü teâlâyı anmaktan insanı alıkoyarlar, mahrûm bırakırlar Kalb sâhasını ka rartır ve daraltırlar (Abdülhak-ı Dehlevî)




ŞER'Î:
Şerîate âit, İslâmiyetle ilgili, İslâmiyet'e uygun (Bkz Şerîat)
Bir işten, o işi işleyen kimsenin maksadı, niyeti her ne ise, o iş hakkındaki şer'î hüküm de, o maksada göredir Yâni bir kimsenin işlediği bir iş üzerine düşecek şer'î hüküm, o işten, o kimsenin niyeti, maksad ve murâdı her ne ise ona göre olur Mes elâ bir kimse, avlanmak niyetiyle ava bir kurşun attığı sırada, bu kurşun bir adama isâbet etse ve o adam ölse, diyet lâzım gelir Fakat, o adamın ava kurşun atmaktan maksadı o adamı öldürmek olsaydı, kısas lâzım gelirdi (Ali Haydar Efendi)

ŞERÎAT:
Peygamberlere gelen ilâhî hükümler (emirler ve yasaklar), din İslâmiyet
İslâm dîni, insanların hem rûhî, hem de maddî refâhını te'min edecek bir şerîat getirmiştir Bu şerîat sâdece fertle Allah arasında vâsıta kurmakla kalmayıp, ferdin bir topluma, hattâ insanlık câmiasına karşı haklarını ve vazîfelerini geniş şekilde t anzim eder, hep ileriyi gösterir, ileriyi ister ve ilericidir İlericiliğin ve dinamizmin mümessilidir Bu şerîat insan rûhunu ve bütün insanlığı sevk ve idâre edecek esâslardan, hükümlerden ibârettir Sosyal adâlet üzerine kurulmuştur Bu şerîatte sınıflaşma yoktur Herkes eşit haklara, aynı îtibâra sâhiptir (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)
Îmân edip de kendini şerîate uyduran müslümândır Şerîati kendi arzûlarına, keyflerine uydurmak isteyen îmânsızdır Bunlar bilmezler ki, Allahü teâlâ; şerîatleri, nefsin arzûlarını, keyflerini kırmak ve taşkınlıklarını önlemek için göndermiştir Her şerîat, kendisinden önce gelen şerîati nesh etmiş, değiştirmiştir En son gelen, her şerîatı değiştirmiş, daha doğrusu şerîatlerin hepsini kendinde toplamış olup, kıyâmete kadar hiç değişmeyecek olan şerîat, Muhammed aleyhisselâmın şerîatıdır (S Abdülhakîm-i Arvâsî)

ŞERÎF:
Şerefli Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem kızı hazret-i Fâtımâ'nın oğullarından hazret-i Hasen'in neslinden (soyundan) gelenler
Hazret-i Fâtımâ ile kıyâmete kadar olan çocukları Ehl-i beyttirler Bunları sevmek kalb, beden ve mal ile yardım, hürmet etmek; îmân ile ölmeye sebeb olur Sûriye'nin Hama şehrinde hazret-i Hüseyn'in soyundan gelen seyyidler için mahkeme vardı Mısır 'daki Abbâsî halîfesi zamânında hazret-i Hasen'in evlâdına şerîf ismi verilerek beyaz sarık sarmaları, hazret-i Hüseyn'in evlâdına seyyid ismi verilerek yeşil sarık sarmaları uygun görüldü Bu mübârek sülâleden doğan çocuklar iki şâhid ile hâkim huzûrunda kayd ve tescîl edilirdi Bu mahkemeleri, Tanzîmât Fermânını yayınlayarak, Osmanlı Devleti'nin çöküşünü hazırlayan, İngilizlerin sâdık dostu Mustafa Reşîd Paşa kaldırdı (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Beyt-ül-mâlden (devlet hazînesinden) hakkı olan fakirler, zekât me'murları, âlimler, muallimler, vâizler, din dersi öğrenen talebeler, borçlular, Ehl-i beyt-i nebevî yâni seyyidler ve şerîfler, askerler, beyt-ül-mâl parası ellerine geçerse, hakları k adar almaları câizdir (İbn-i Âbidîn)

Şerîf-i Câferî:
Hazret-i Ali'nin, hazret-i Fâtıma'dan dünyâya gelen Zeyneb adlı kızınınAbdullah bin Câfer-i Tayyâr ile evlenmelerinden meydana gelen evlâdına verilen ad

ŞERÎK:
1 Eş, ortak
Benim şerîkim yoktur Başkasını bana şerîk eden sevâblarını ondan istesin (Hadîs-i kudsî-Mektûbât-ı Rabbânî)
(Yâ Ebüdderdâ!) Parça parça parçalansan, ateşte yakılsan bile Allahü teâlâya hiçbir şeyi şerîk yapma!Farz namazları terk etme! Farz namazları bile bile terk eden, müslümanlıktan çıkar Şarab içme! Şarab, bütün kötülüklerin anahtarıdır (Hadîs-i şerîf-Eşi'at-ül-Leme'ât)
Bütün varlığımla inanırım ki, Allah'tan başka ilâh yoktur O tektir ve şerîki yoktur Mülk ve saltanat onundur (Hazret-i Ebû Bekr)
2 Herhangi bir şirkette ortak olan üyelerden herbiri
Mudârebe şirketi, şeriklerden bir kısmı sermâye vermek, bir kısmı da iş yapmak üzere kurulur Kâr, önceden sözleşilen oranda paylaşılır Sermâye, iş yapanlara emânettir; telef olursa ödemezler (İbn-i Âbidîn)

ŞETM:
Bir kimseye dil uzatmak, sövmek, kötülemek
Eshâb-ı kirâma yâni Peygamber efendimizin mübârek arkadaşlarına şetm, Allahü teâlânın Peygamberine şetm olur Eshâb-ı kirâma saygı göstermeyen, Allahü teâlânın Resûlüne (peygamberine) itâat etmemiş, (uymamış) olur (Ahmed Fârûkî)

ŞEVVÂL AYI:
Arabî ayların onuncusu, Ramazân-ı şerîften sonraki ay
Ramazân-ı şerîf ayında oruç tutup, ardından Şevvâl ayından da altı gün daha oruç tutan, bir yıl oruç tutmuş gibi olur (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Ramazân-ı şerîf ayında orucunu tutup, ardından Şevvâl ayında altı gün daha oruç tutan, günâhlardan, anadan doğduğu gün gibi sıyrılır, kurtulur (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Şevvâl ayının birinci günü, fıtr (Ramazân) bayramının; Zilhicce'nin onuncu günü ise, Kurban bayramının birinci günleridir Bu iki günde, güneş doğduktan ve kerâhat vakti (namaz kılmak haram olan vakit) çıktıktan sonra, yâni işrâk vaktinde, iki rek'at bayram namazı kılmak, erkeklere vâcibdir Bayram namazlarının şartları, Cumâ namazının şartları gibidir Fakat burada hutbe sünnettir ve namazdan sonra okunur Fıtr bayramında, namazdan önce tatlı (hurma veya şeker) yemek, gusletmek, misvâk kullanmak, en iyi elbise giymek, fıtrayı namazdan önce vermek, yolda yavaşça tekbîr okumak müstehâbdır (Enver Şah Keşmîrî)

ŞEYH:
1 İhtiyâr
Şeyhlere hürmet ediniz (Hadîs-i şerîf-Lemeât)
2 Bir ilim dalında ihtisas etmiş olan
3 Mürşîd-i kâmil; insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatan, dîni, İslâm'ı yayan ve onların mânen olgunlaşmalarını sağlayan rehber zât Çoğul şekli meşâyıh ve şüyûhtur (Bkz Meşâyıh)
Ehl-i sünnet yolunda (Peygamber efendimiz ve O'nun Eshâbının yolunda) bulunan ve onu yayan şeyhinizin sohbetini büyük nîmet biliniz Nasîhatlarına kıymet veriniz Gösterdiği yolda bulununuz (İmâm-ı Rabbânî)
Şeyhlerin âlim olması ve mes'eleleri herkesin anlıyabileceği şekilde çözmesi lâzımdır Son zamanlarda tekkeler, câhillerin eline düştü Dinden, îmândan haberi olmayanlara da şeyh denildi Bu gibi şeyhlerin sözlerini, işlerini din sanmak, bunları tasa vvuf büyükleri ile karıştırmak çok yanlıştır Dîni bilmemek, anlamamaktır (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Şeyh-i Ekber:
Büyük âlim, velî, rehber Evliyânın büyüklerinden Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin v 638 (m1240) lakabı
Şeyh-i ekber "Fütûhât-ül mekkiyye" kitâbında; "Belâlardan, tehlikelerden gücünüz yettiği kadar sakınınız Çünkü tâkat getirilemeyen, dayanılamayan şeylerden uzaklaşmak, Peygamberlerin âdetidir" buyurmaktadır (İslâm Âlimleri Ansiklopedisi)
Şeyh-i ekber bir eserinde "Sin, Şın'a gelince Muhyiddîn'in kabri meydana çıkar" buyurdu Osmanlı sultânı Yavuz Sultan Selîm Han, Şâm'a geldiğinde bu sözün ne demek olduğunu anladı Kabrini araştırıp buldurdu Çöpleri temizleterek, kabrin üzerine güze l bir türbe, yanına da bir câmi ve imâret yaptırdı (Yûsuf Nebhânî)

ŞEYHAYN:
1 Dört büyük halîfeden ilk ikisi Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer için kullanılan lakab
Şeyhayn bu ümmetin en üstünüdür Beni onlardan üstün sanan, iftirâ etmektedir İftirâ edeni dövdükleri gibi, onu sopa ile döverim (Hazret-i Ali)
Şeyhaynın, diğer bütün ümmetten üstün olduğu muhakkaktır Buna inanmayan ya câhildir veya inâdcıdır (Ebü'l-Hasen-i Eş'arî)
2 Fıkıh ilminde, İmâm-ı a'zam ile İmâm-ı Ebû Yûsuf'a verilen lakab
Mîdeden ve ciğerden gelen kan sıvı, şeyhayne göre az olsa dahi abdesti bozar (Halebî İbrâhim)
3 Hadîs ilminde İmâm-ı Buhârî ile İmâm-ı Müslim'e verilen lakab

ŞEYHÜLİSLÂM:
İslâm devletinde en yüksek dînî yetkili Dînî işlerde zamânın en yetkili ve söz sâhibi âlimi
Osmanlı târihinde sadrâzam olmak için tahsîl aranmazdı Fakat şeyhülislâm olmak, hattâ bunun ilk basamağı olan kâdılık, müftîlik ve müderrislik için bile, medreselerin en yükseğini bitirmiş olmak gerekirdi (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)
Ebüssü'ûd Efendi, Kânûnî Sultan Süleymân Han ve İkinci Sultan Selîm'in saltanatları zamânında 30 sene şeyhülislâmlık yaptı Osmanlı şeyhülislâmları arasında en çok bu makamda kalıp hizmeti geçen Ebüssü'ûd Efendi'dir (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)
İbn-i Hacer-i Mekkî, yaşadığı asırda Ehl-i sünnet müslümanlarının gözbebeği oldu Asrının şeyhülislâmı idi Büyük âlim Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî onun için; "İbn-i Hacer-i Mekkî'nin sözleri, yazıları, dört mezhebde de hüccettir, seneddir" buyurdu (M Sıddîk Gümüş)

ŞEYTAN:
Kovulmuş, uzaklaştırılmış Kibir ve gurûru sebebiyle Allahü teâlânın "Âdem'e secde ediniz" emrine isyân edip, karşı geldiği için, O'nun rahmetinden uzaklaştırılan varlık, İblis
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Şeytan insana çok şeyi söz verir ve birçok şeyi hatırlatır Şeytanın söz verdiği şeylerin hepsi yalandır (Nisâ sûresi: 121)
Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur Size cimriliği emr eder Allah ise kendisinden mağfiret ve fadl vâ'd ediyor (Bekara sûresi: 268)
Gadab (kızmak) şeytandandır Şeytan ise, ateştendir Su ateşi söndürür Sizden birisi kızdığı zaman abdest alsın (Hadîs-i şerîf-Ahmed bin Hanbel)
İçinizden her kim, Cennet safâsını isterse, cemâate devâm etsin Çünkü şeytan tek kişi ile bulunur İki kişi olursa uzak olur (Hadîs-i şerîf-Ahmed bin Hanbel)
Sağ el ile yiyiniz, sağ el ile içiniz Çünkü şeytan sol eli ile yer ve sol eli ile içer (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Kalbini, şeytanın oyuncağı yapma (Ferîdüddîn Genc-i Şeker)
Büyüklerden biri şeytana dedi ki: "Senin gibi mel'ûn (lânetlenmiş) olmak istiyorum, ne yapayım?" Şeytan sevinip benim gibi olmak istersen, namaza ehemmiyet verme ve doğru-yalan her şeye yemin et, yâni çok yemin et" dedi O kimse de hiçbir namazı bıra kmayacağım ve artık yemin etmiyeceğim" dedi (İbn-i Cevzî)
Birçok istekler insanda bulunmaz, dışarıdan gelirler Bunlardan faydalı olanlarını Allahü teâlâ merhamet ederek gönderir Bir hadîs-i şerîfte; "Her mü'minin kalbinde Allahü teâlânın bir vâizi (nasîhat edicisi) vardır" buyruldu Zararlı olanlarını şeytan gönderir Şeytan insanlara hep kötülük ve düşmanlık yapmalarını vesvese eder (İmâm-ı Rabbânî)
Şeytanların hepsi kâfirdir İnsanları aldatmağa uğraşırlar İbâdetleri unutturup, günâhları iyi gösterirler Nefsin arzularını kızıştırırlar Şeytanlar, ateş ile havadan yaratılmıştır Cinde hava, şeytanda ateş fazladır Cin ve şeytanlar en ufak yerd en geçerler, insanın içine, damarlarına bile girerler (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

ŞÎA:
Taraftar, yardımcılar Hazret-i Ali'yi sevdiklerini söyleyip, diğer Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) kıymetini bilmeyen ve onları kötüleyen kimselerin mensûb olduğu bozuk fırka
"Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem vefâtından sonra, halîfelik hazret-i Ali'ye âitti Her asırda da imamlık (halîfelik) onun çocuklarının hakkıdır Başka kimse hiçbir zaman müslümanlara imâm (halîfe) olamaz Başkaları ancak zulüm ile, bunların hakkına saldırmakla başa geçer" inancı etrâfında birleşen Şîayı kuran ve ilk olarak ortaya çıkaran Abdullah ibni Sebe adlı Yemenli bir yahûdîdir (Abdülazîz Dehlevî)
Eshâb-ı kirâma düşman olan Şîa fırkası üç grupta toplanmaktadır:
1) Tafdîliyye; hazret-i Ali, Eshâbın en üstünüdür, diyorlar
2) Sebbiyye; Eshâb-ı kirâmdan birkaçından başkası, zâlim, kafir oldular, diyorlar Bunları sebbediyorlar yâni kötülüyorlar
3) Gulât; hazret-i Ali tanrıdır, diyorlar Bunlar ibâdet etmezler (Abdülazîz Dehlevî)
Şîa yirmi fırkadır On sekizinci fırkası İsmâiliyye fırkasıdır Bu fırkaya Bâtıniyye de denir Şîanın şimdi İran'da ve Hindistan'da en çok bulunan fırkaları İmâmiyye fırkasıdır Bunlar kendilerine Câferî diyorlar (İmâm-ı Rabbânî)
Şîa'ya göre imâmlar yâni devlet başkanları mâsûm yâni günâh işlemezler Peygamberlerden tek farkı imâmlara vahy gelmemesidir Yine Şîanın Câferî koluna göre herkes kazandığının beşte birini din adamlarına vermeye mecburdurlar (Şehristânî, Kâşif-ül-Gıtâ)

ŞİFÂ:
Hastalıktan kurtulma, iyileşme, iyi olma
Allahü teâlâ harâm olan şeylerde size şifâ yaratmamıştır (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Duâ ile ilâç, ömrü uzatmaz Eceli geleni ölümden kurtarmaz Ömür, ecel bilinmediği için, duâ etmek, ilâç kullanmak lâzımdır Eceli gelmemiş olan sıhhate, kuvvete kavuşur Şifâyı ilâçtan değil, Allahü teâlâdan beklemelidir (İmâm-ı Kastalânî)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem üç türlü ilâç kullanırdı Kur'ân-ı kerîm veya duâ okurdu Fen ile bulunan ilaçlar kullanırdı Her ikisini karışık da kullanırdı "Kur'ân-ı kerîmden şifâ beklemeyene şifâ nasîb olmaz" buyururdu Fâtiha sûresini okumanın şifâ olduğu çeşitli hadîs-i şerîflerde bildirilmiştir (İmâm-ı Kastalânî)
İmâm-ı Ali Rızâ hazretleri Nişâbur'a gelince, Ehl-i sünnetten yirmi binden çok âlim ve talebe, kendisini karşıladı Dedelerinden (yâni Peygamber efendimizden sallallahü aleyhi ve sellem) gelen bir hadîs-i şerîf okuması için yalvardılar İmâm hazretle ri bütün dedelerinin isimlerini sayarak şu kudsî hadîsi okudu; "Lâ ilâhe illallah kal'amdır Bunu okuyan kal'ama girmiş olur Kal'ama giren de azâbımdan kurtulur!" İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretleri buyurdu ki: "Bu hadîs-i şerîf, râvîlerin (bildirenl erin) isimleri ile berâber deliye okunursa, aklı başına gelir Hastaya okunursa, şifâ bulur (Ebû Nuaym İsfehânî)
Balda şifâ vardır Yetmiş peygamber bala bereket ile duâ etmiştir (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Şifâ için okunacak duâ yazmamı istiyorsunuz Şifâ için, istiğfârı (Allah'ım! Senden günahlarımı, kusurlarımı affetmeni, bağışlamanı istiyorum, mânâsına Esteğfirullah ve benzerlerini) çok okuyunuz Bütün derdlere, sıkıntılara karşı fâidelidir Hûd sûr esinin elli ikinci âyetinde meâlen; "İstiğfâr okuyunuz! İmdâdınıza yetişirim" buyruldu İstiğfâr insanı her murâda, dileğe, âfiyete (sıhhate, iyi hâle) kavuşturur (M Osman Sâhib)

Şifâ Âyet-i Kerîmeleri:
Kur'ân-ı kerîmdeki altı şifâ âyeti Tevbe sûresi on dördüncü âyetinin sonu, Yûnus sûresi elli yedinci âyetinin ortası, Nahl sûresi altmış dokuzuncu âyetinin orta kısmı, İsrâ sûresi seksen ikinci âyetinin baş tarafı, Şuarâ sûresinin sekseninci âyeti, Fussilet sûresi kırk dördüncü âyetinin ortası
Kur'ân-ı kerîmdeki şifâ âyetleri bir tabağa yazılıp, su koyarak eritilir Şifâ âyetlerini abdestli olarak bir kâğıda yazıp, bu kâğıdı, bir kaptaki suya koymak da olur Hasta bu suyu içerse, Allahü teâlâ şifâ ihsân eder Âyet-i kerîme ve duâ elbette ş ifâ verir Fakat şartların gözetilmesi de lâzımdır Okuyanın veya yazanın ve hastanın buna inanması şarttır Hastanın, zararlı gıdâlardan, şüpheli ilâçları almaktan, soğuktan, haram ve zulümden sakınması, lüzûmlu şeyleri yapması lâzımdır (Abdülhakîm Arvâsî, İmâm-ı Kuşeyrî)

ŞÎÎ:
Şîa fırkasına mensub kimse Eshâb-ı kirâmı kötüleyen, düşmanlık eden (Bkz Şîa)
Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem Eshâbının kıymetlerini, üstünlüklerini anlıyarak hepsini sevenlere, hepsine saygı gösterenlere ve onların yolunda gidenlere Ehl-i sünnet denir Birkaçını severiz, başkalarını sevmeyiz diyerek çoğunu kötüleyen lere, böylece hiçbirinin yolunda bulunmayanlara şiî denir Şiîler İran'da, Hindistan'da ve Irak'ta çoktur (İmâm-ı Rabbânî, Mahmûd Âlûsî)
Şiîler, kendilerine Câferî diyorlar Hâlbuki büyük âlim ve velî olan Câfer-i Sâdık, Ehl-i sünnet idi Ehl-i sünnet âlimlerinin ve evliyânın üstâdı idi Kendilerine Câferî diyen şiîlerin, Câfer-i Sâdık'la bir ilgileri yoktur, onun yolundan çok uzaktır lar (Âlûsî, İmâm-ı Rabbânî)
Şiîlerin, yaptıkları müt'a nikâhı ve para ile muvakkat (geçici) nikâh yapmak yâni metres tutmak haramdır (Abdullah-i Mûsulî)

ŞİRÂ:
Satın almak (Bkz Bey' ve Şirâ)

ŞİRK:
Allahü teâlâya eş, ortak koşma
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Muhakkak ki, Allahü teâlâ kendisine şirk koşanı mağfiret etmez Şirkten başka her günâhı dilediği kulundan affeder (Nisâ sûresi 48 ve 166)
Şirkten sakınınız, şirk, karıncanın ayak sesinden daha gizlidir (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Ey oğlum! Allah'a şirk koşma! Zîrâ şirk büyük günâhtır (Lokman Hakîm)
Kıyâmet günü muhakkak affolunmayacak günâh, şirktir (Muhammed Hâdimî)

Şirk-i Asgar:
Riyâ; iki yüzlülük, gösteriş
Sizde bulunmasından en çok korktuğum şey, şirk-i asgara yakalanmanızdır Şirk-i asgar, riyâ demektir (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Şirk-i Ekber:
Putlara tapınmak Allahü teâlâya ortak koşmak

Şirk-i Hafî:
Gizli şirk; riyâ (Bkz Riyâ, Şirk-i Asgâr)

ŞİRKET:
Ortaklık, ortak olmak, iki veya daha çok kimsenin bir mala berâber sâhib olmaları Bir şeyin birden çok kimseye âit olması, başkasına âit olmaması veya ortakların yazı ile yaptıkları akd, sözleşme
İslâmiyet'te şirketler iki kısımdır 1) Mülk şirketi: İki veya daha çok kimsenin mîrâs ve hediye sûretiyle veya parasını belirli oranda verip, satın alarak bir mala berâber sâhib olmaları 2) Akd ile yâni sözleşerek kurulan şirket: Bir yazılı mukâvel e yaparak ortakların kabûl etmesi ile kurulur (İbrâhim Halebî)

Şirket-i A'mâl:
İki veya daha fazla san'at sâhiblerinin, başkasından iş kabûl ederek ücretini veya bir fabrika kurup îmâlât kârını paylaşmak üzere kurdukları şirket, ortaklık (Bkz Sanâyi' Şirketi)

ŞİT (ŞÎS) ALEYHİSSELÂM:
Âdem aleyhisselâmdan sonra gönderilen peygamber Âdem aleyhisselâmın oğludur Babası vefât edince peygamber oldu Kendisine elli suhuf kitâb verildi Şit ismi İbrânice olup Arapça'da Allah'ın hibesi (hediyesi) mânâsındadır Şit yerine Şîs de denilmiş tir
Ebû Zer Gıfârî radıyallahü anh şöyle rivâyet etti Resûlullaha sallallahü aleyhi ve sellem; "Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ kaç kitap gönderdi?" diye sordum "Yüz dört kitap gönderdi Şit'e elli sahîfe indirdi" buyurdu (Hadîs-i şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ)
Âdem aleyhisselâmın oğullarından Kâbil'in Hâbil'i şehîd etmesinden beş veya otuz sene sonra dünyâya gelen Şit aleyhisselâmın alnına son peygamber Muhammed aleyhisselâmın nûru intikâl etti ve onun alnında parladı Âdem aleyhisselâm, Şît aleyhisselâmı diğer evlâdlarından çok severdi Bütün evlâdı üzerine onu reîs yaptığı gibi, vefât edeceği sırada bütün yeryüzünün halîfeliğine onu tâyin etti Ayrıca ilâhî sırları bildirip, bütün ilimleri öğretti Şit aleyhisselâm babası Âdem aleyhisselâm ile veya kardeşleriyle Kâbe'yi balçık çamuru kullanarak taştan yaptı Âdem aleyhisselâmın vefâtından sonra, Şit aleyhisselâma peygamber olduğu bildirilip, vahiy geldi Allahü teâlâ Şit aleyhisselâma elli suhuf (forma) gönderdi Şit aleyhisselâma nâzil olan elli suhufta; hikmet ve riyâziye (matematik) ilimleri, kimyâ, simyâ ilmi ve çeşitli san'atlar ve daha pekçok şey bildirildi Şit aleyhisselâmın dîninin esasları, Âdem aleyhisselâmın bildirdiği dînin esaslarına uygun idi Şit aleyhisselâm bin şehir kuru p sınırlarını tesbit etti Her şehrin kapısında "Lâ ilâhe İllallah, Âdem Safvetullah, (Safiyyullah), Muhammed Habîbullah" yazılı idi Şit aleyhisselâmın çocukları ve torunları kurdukları şehirlerde huzûrlu ve mes'ûd yaşadılar Şam'dan Yemen'e de giden Şit aleyhisselâm, Hâbil'i şehîd ettikten sonra Yemen'e gidip azgınlaşan Kâbil'in çocuklarına ve torunlarına Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı Bu kavim Şit aleyhisselâmın dâvetini kabûl etmeyip, azgınlık gösterdiler Şit aleyhisselâm onla r ile cihâd (harb) etti Bu savaşta kılıç kullandı Şit aleyhisselâm vefât etmeden önce yerine oğlu Enûş'u halîfe tâyin etti Şit aleyhisselâm vefât ettikten sonra kuvvetli rivâyete göre Minâ'daki mescidin minâresi dibinde medfûn olan Âdem aleyhisselâmın yanına defn edildi (İbn-ül-Esîr-Taberî, Kisâî, Muhammed Mâsûm)
Âdem aleyhisselâm vefât edeceği zaman oğlu Şit aleyhisselâma; "Yavrum! Bu alnında parlıyan nûr, son peygamber olan Muhammed aleyhisselâmın nûrudur Bu nûru mü'min, temiz ve iffetli hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyyette bulun" buyurdu (Altıparmak Muhammed Efendi)

ŞÖHRET:
Meşhûr olma, ün, şân, adı duyulup yayılma
Mal ve şöhret hırsının insana yapacağı zarar, iki aç kurdun, bir koyun sürüsüne girdiği zaman yaptıkları zarardan daha çoktur (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Bir kimse, dünyâda şöhret elbisesi giyerse, Allahü teâlâ ona kıyâmet günü aynı elbiseyi giydirerek kötü şöhretle teşhir eder ve nihâyet onu ateş alır (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Din ve dünyâ işlerinde iyi tanınarak parmakla gösterilmek, bir kimseye zarar olarak yetişir Bu zarardan ancak Allahü teâlânın koruduğu kurtulabilir" buyurdu Bunun için şöhret sâhibi olmaktan çok korkmalı, titremeliyiz (İmâm-ı Rabbânî)
Tevâzu'un başı, bir müslüman ile yolda karşılaşırsan ilk önce selâmı senin vermen, bir mecliste en geride oturmaya râzı olman ve şöhretten uzak durmandır (Hazret-i Ömer-ül-Fârûk)
Ey oğul! Her hâlinde ilim, edeb ve takvâ üzere ol İslâm âlimlerinin kitaplarını oku Fıkıh ve hadîs öğren Câhil tarîkatçılardan sakın Şöhret yapma Şöhrette âfet vardır (Abdülhâlık Goncdüvânî)
Şöhret için vâz vermek, nasîhat etmek, kitap yazmak riyâ (gösteriş) olur (Ali bin Emrullah)
Şöhreti seven kimse, Allah'tan korkmaz (Bişr-i Hâfî)

ŞUARÂ SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yirmi altıncı sûresi
Şuarâ sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi) İki yüz yirmi yedi âyet-i kerîmedir İçinde şâirlerden bahsedildiği için, Sûret-üş-Şuarâ denilmiştir Sûrede; hazret-i Mûsâ ile Fir'avn arasında geçen olaylar, İbrâhim, Nûh, Hûd, Sâlih, Lût ve Şuayb peygamberl erin kavimlerindeki inkârcılara karşı verdikleri mücâdelelerden bahsedilmektedir (İbn-i Abbâs, Râzî, Senâullah Dehlevî)
Allahü teâlâ Şuarâ sûresinde meâlen buyuruyor ki:
O zamanda ki Şu'ayb (aleyhisselâm) onlara; " (Allah'tan) korkmaz mısınız, şüphesiz ben size gönderilmiş emîn bir peygamberim Artık Allah'tan korkun ve bana itaât edin Ben buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum Benim mükâfâtım âlemlerin Rabbinden başkasına âit değil Ölçeği tam ölçün Eksiltenlerden olmayın Doğru terâzi ile tartın İnsanların hakkından bir şeyi kısmayın Yeryüzünde fesâdcılar olarak bozgunculuk etmeyin" demişti (Âyet: 177-183)
Kim Şuarâ sûresini okursa, Nûh'u tasdîk edenlerin, Hûd, Sâlih, Şuayb ve İbrâhim'i yalanlayanların ve Îsâ'yı yalanlayanların ve Muhammed'i (aleyhisselâm) tasdîk edenlerin adedinin on katı sevâb verilir (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

ŞUAYB ALEYHİSSELÂM:
Medyen ve Eyke ahâlisine gönderilen peygamber İbrâhim aleyhisselâmın, dînini insanlara tebliğ etti İbrâhim aleyhisselâmın veya Sâlih aleyhisselâmın neslinden olduğu rivâyet edilir İsminin Arabça Şuayb, Süryânicede Yesrûb olduğu bildirilmiştir Mûs â aleyhisselâmın kayınpederidir
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Biz evlâd-ı Medyen'e (neseben) kardeşleri Şuayb'ı (aleyhisselâm) gönderdik O, onlara, "Ey kavmim! Allahü teâlâyı tevhîd edip (bir olduğuna inanıp) O'na ibâdet edin O'ndan başka ilâhınız yoktur Alışverişinizde ölçü ve tartıyı noksan etmeyin Ben zenginlik ve refâh içinde olduğunuzu (bu zenginlik ve bolluğa şükretmediğiniz takdîrde elinizden çıkacağını veya bu bolluk içerisinde, ölçü ve tartıda noksanlık yapmanızın size uygun olmadığını) görüyorum Bu hıyânetiniz sebebiyle kıyâmette Cehennem azâbının (veya dünyâda iken şiddetli bir azâbın) sizi kuşatarak hiçbirinizin kurtulamayacağından korkarım" dedi (Hûd sûresi: 84)
Azâb emrimiz gelince, Şuayb'a ve onunla olan mü'minlere (rahmetimizle) necât (kurtuluş) verdik ve küfürle nefislerine zulm edenleri (Cebrâil aleyhisselâmın) sayhası (korkunç, heybetli sesi) yakalayıp, evlerinde helâk oldular (Hûd sûresi: 94)
Şuayb aleyhisselâm, Medyenlilerin neseben (soy yoluyla) kardeşleridir Onlara ve Eshâb-ı Eyke'ye peygamber gönderilmiştir (Hadîs-i şerîf-El-Bidâye ven-Nihâye)
Arabistan'da Akabe körfezinden Humus vâdisine kadar uzanan Medyen bölgesinde doğup büyüyen Şuayb aleyhisselâm, azıtıp sapıtan Medyen halkına peygamber gönderildi İbrâhim aleyhisselâmın dînini tebliğ etti Putlara tapan Medyen halkı, alışverişte hîl e yapmakta da ileri gitmişlerdi Şuayb aleyhisselâm, Medyen halkını Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeye, putlara tapmaktan, alış-verişteki hîlekârlıktan ve diğer azgınlıklarından vazgeçirmeye dâvet etti Medyenliler, Şuayb aleyhisselâmın dâvetini kabûl etmedikleri gibi, karşı çıktılar Şuayb aleyhisselâm onları gelecek şiddetli bir azâbla korkuttu Şuayb aleyhisselâmın peygamberliği Şam'a kadar duyuldu Birçok kimse gelerek ona îmân ettiler Fakat inanmayanlar, îmân etmek için gelenlere mâni olmaya çalışıp Şuayb aleyhisselâma çeşitli iftirâlarda bulundular Şuayb aleyhisselâm ve ona inananları kendi sapık dinlerine dönmedikleri takdirde yurtlarından çıkaracaklarını söyleyip tehdît ettiler Şuayb aleyhisselâm bu azgın kavmi Allahü teâlâya havâle etti Allahü teâlâ, Şuayb aleyhisselâma inanmayan ve azgınlıklarına devâm eden Medyen halkı üzerine azâbını gönderdi Cebrâil aleyhisselâmın bir sayhası (korkunç, heybetli sesi) ve bir zelzele onları hakîr ve zelîl kıldı Hepsi helâk olup, yok oldular Sanki o beldede yaşamamışlardı Şuayb aleyhisselâm ve ona inananlar bu korkunç azâbdan kurtuldular Şuayb aleyhisselâm kavminin helâk olmasından sonra, Medyen'e yakın, yeşillik, ağaçlık ve bolluk içinde bir şehir olan Eyke ahâlisine, doğru yolu göstermekle vazifelendirildi Medyen ahâlisinin bütün özelliklerini taşıyan Eyke ahâlisi de onun bu dâvetine karşı çıkıp, mûcize istediler Gösterdiği mûcizeler karşısında birçok kimse îmâna geldi Ancak pekçok kimse de inanmadı Allahü teâlâ kıtlık ve kuraklık verdi, yine inanmadılar Allahü teâlâ, kâfirlerin üzerine azâb olarak gönderdiği buluttan, ateş ve kıvılcımlar yağdırdı Bütün kâfirler ve onlara âit olan şeyler yanarak helâk oldular Şuayb aleyhisselâm, Eyke halkının helâk olmasınd an sonra Medyen'e yerleşti İnananlardan birinin kızı ile evlendi İki kızı oldu Kendisi iyice yaşlandı, kızları büyüdü Gözleri zayıfladı, vücûdu kuvvetten düştü Bu sıralarda Mûsâ aleyhisselâm Mısır'dan çıkıp, Medyen'e geldi Şuayb aleyhisselâmın hizmetinde bulundu ve kızlarından birisiyle evlendi Sonra Mısır'a gitti Mısır'da Mûsâ aleyhisselâmı ziyâret eden Şuayb aleyhisselâm, bir müddet sonra Mekke-i mükerremeye gelip yerleşti Daha sonra orada vefât edip Zemzem kuyusu ile Makâm-ı İbrâhim arasında Kâbe'nin altınoluk tarafında defnedildi (İbn-ül-Esîr, Taberî, Nişâncızâde)

ŞUHH:
Mala düşkün olup, fakirlere vermeyi sevmemek, cimrilik etmek
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Şuhhtan korunan kimse, dünyâda ve âhirette kurtuluşa ericidir (Haşr sûresi: 9)
Şuhhtan kaçının Çünkü sizden evvel geçenleri o helâk etti Onları kanlarını dökmeye ve kendilerine haram olan şeyleri helâl görmeye sürükledi (Hadîs-i şerîf-Müslim)

ŞÛRÂ SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin kırk ikinci sûresi
Şûrâ sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi) Elli üç âyet-i kerîmedir Otuz sekizinci âyetinde geçen Şûrâ kelimesinden dolayı, Sûret-üş-Şûrâ denilmiştir Sûrede; Allahü teâlânın kudret ve azameti, müşriklerin âhiretteki cezâları, Allahü teâlânın lütfu ve affının çokluğu bildirilmektedir (Kurtubî, Ebû Hayyan, İbn-i Abbâs, Râzî)
Allahü teâlâ Şûrâ sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Âhireti kazanmak için çalışanların kazançlarını arttırırız Dünyâ menfaati için çalışanlara da, ondan veririz Fakat âhirette bunların eline bir şey geçmeyecektir (Âyet: 20)
Kim Şûrâ sûresini okursa, meleklerin istiğfâr ve merhamet istedikleri kimselerden olur (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

ŞUÛR:
1 Anlayış, idrâk
Allahü teâlâya karşı sorumluluğunun şuûruna varan nice akıllı kişiler var ki, halk katında îtibârı, kıymetleri yoktur; fakat âhirette kurtulacak olanlar, onlardır Halk nazarında nice tatlı dilli, giyimli-kuşamlı da vardır ki, yarın kıyâmet gününde k urtulamayacaklardır (Abdullah bin Ömer)
2 Tasavvufta kendi varlığından haberi olma; sekrin zıddı, uyanıklık
Sekr (şuûrsuzluk) hâlinde bulunan evliyânın uygunsuz sözleri söylemeleri suç sayılmayabilir Fakat hep şuûrlu olanların böyle sözler söylememeleri lâzımdır ( İmâm-ı Rabbânî)

ŞÜF'A:
Başkasına satılmış olan bir mülkü, satış değeri ile satın almak hakkı Bu hakka mâlik olan kimseye şefî' denir
Şüf'a hakkı bulunan kimsenin, satış yapıldığını işitince, hemen hakkını istemesi, iki şâhit yanında tekrâr söylemesi ve bir ay içinde mahkemeye başvurması lâzımdır (Mecelle)
Müşterinin teslim etmesi ile veyâ hâkimin karar vermesi ile şüf'a sâhibi, satılan binâya mâlik olur (Mecelle)
Nakl edilebilen şeylerin ve vakıf ve mîrî (devlete âit) toprak üzerindeki mülklerin satılmasında şüf'a hakkı yoktur (Mecelle)

ŞÜHEDÂ:
Şehîdler, vatan, din ve milletine hizmette ölenler (Bkz Şehîd)

ŞÜHÛD:
Görme Tasavvuf yolunda ilerleyenin kalb ve rûh ile çeşitli mertebeleri görmesi
Keşf (gizli bilgilerin açılması) ve şühûd sâhibi milyonlarca âşık, Fahr-i âlemi (sallallahü aleyhi ve sellem) ziyâret ederek, Allahü teâlânın sonsuz nîmetlerine kavuşmuşlardır (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Cezbe (çekilmek) ancak bir üst makâma olur Daha üst makâmlara çekilmez Şühûd da böyledir Bir makam görülebilir O hâlde kalb makâmında bulunup sülûk yapmadan (tasavvuf yolunda ilerlemeden) cezb edilenler ancak, kalbin üstündeki rûh makâmına çekili rler Rûhun şühûdünü şühûd-i hak bilirler (İmâm-ı Rabbânî)

Şühûd-i Ehadiyet:
Tasavvuf yolunda çalışan kimselerin, mahlûklardaAllahü teâlânın sıfatlarını görmeleri hâli Şühûd-i Vahdet

Şühûd-i Enfüsî:
Kendi hakîkatini görme Tasavvuf yolunda Allahü teâlâya yakın olma hâli Tasavvuf makamlarını kalb gözüyle görme
Şühûd-i enfüsîye kavuşmak için önce seyr-i âfâkî lâzımdır (İmâm-ı Rabbânî)

Şühûd-i İlâhî:
Bu âlem (mahlûklar âlemi) ile hiçbir münâsebeti olmadan Allahü teâlâyı müşâhede, görme
Sülûkun (tasavvuf yolunun) sonuna varmadıkça ve orada fenâ-i mutlak (her bakımdan Allahü teâlâ ile olma, onda yok olma) hâsıl olmadıkça şühûd-i ilâhî mümkün değildir Ancak, bu görmek olmayıp başka kelime bulunamadığı için şühûd denmiştir (Muhammed Bâki-billah)

Şühûd-i Tecellî (Şühûd-i Sûrî):
Tasavvuf yolunda ilerleyen kimsenin tecellinin sûretlerini müşâhedesi
Şühûd-i tecellî nasıl olursa olsun hep seyr-i âfâkîde hâsıl olmaktadır Seyr-i âfâkîde ele geçen şeyler ise aslın yanında hiçtir (İmâm-ı Rabbânî)

ŞÜKR (Şükür):
Verilen nîmetleri yerli yerinde kullanma Allahü teâlâya, verdiği nîmetlerle isyân etmeme Nîmetleri kullanırken sâhibini unutmama Görülen iyiliğe karşı teşekkür Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyma
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Îmân eder ve şükür ederseniz azâb yapmam (Nisâ sûresi: 46)
Nîmetlerime şükür ederseniz elbette arttırırım (İbrâhim sûresi: 7)
İnsanlara teşekkür etmeyen, Allahü teâlâya şükür etmiş olmaz (Hadîs-i şerîf-Keşf-ül-Hafâ)
Şükürden maksad; aczini îtirâf edip, kulluğunu bilmektir
Nîmetlere şükreden, onun elden çıkacağından korkmasın Nîmete şükredenlere, onu arttıracağını Allahü teâlâ bildirdi Nîmetin kıymetini bilmeyip, nankörlük edenlerin elinden o nîmet alınır Nîmetin kıymetini bilmemek onun elden çıkmasına sebebdir Şük ür ise, onu devamlı kılar ve arttırır ( Hazret-i Ali)
Cenâb-ı Hakk'a şükürden yüz çevirme ki, yarın mahşer günü boynu bükük kalmayasın (Sa'dî Şirâzî)
Herhangi bir kimse, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, herhangi bir kimseye, herhangi bir şeyden dolayı, herhangi bir sûretle hamd ve şükr ederse, bu medh ü senâların ve teşekkürlerin hepsi, Allahü teâlâya mahsûstur Çünkü, her nîmeti yaratan, gönderen hep O'dur O hatırlatmazsa ve kuvvet ve kolaylık vermezse, kimse kimseye iyilik ve kötülük yapamaz (M Sıddîk Gümüş)
Hak teâlâ hazretleri buyurdu ki: Yâ Mûsâ! Bir kimse kendine verdiğim nîmeti benden bilip kendinden bilmezse nîmetlerimin şükrünü edâ etmiş olur Bir kulum rızkını kendi çalışması ile bilip, benden bilmez ise nîmetin şükrünü edâ etmemiş olur (Ka'b-ül-Ahbâr)
Ne zaman Hak teâlâ, size sağlık gibi, mal gibi, evlât gibi nîmet verse, sevinip Elhamdü lillah, bizim Rabbimiz bize ikrâm eyledi dersiniz Ne vakit Allahü teâlâ size musîbet verse, yâni size bir belâ verse, gam çekersiniz, sabr etmezsiniz, şükr etmey i unutursunuz (Kutbüddîn İznikî)
İyilik edene, mal ile hizmet ile karşılığı yapılır Bunu yapamayan, hamd ve senâ, teşekkür ve duâ eder Karşılık yapmayanın başına kakılır Kötülenir, incitilir Çünkü, iyiliğe karşı iyilik yapmak insanlık vazîfesidir Böyle olunca, her iyiliği yapan , en büyük iyilik olarak, yok iken var eden, en güzel şekli veren, lüzûmlu uzuvları, kuvvetleri ihsân eden, her birini bir âhenk ile işleterek sıhhat veren, akıl ve zekâ bahşeden, çoluk çocuk, ev, ihtiyaç eşyâsı, gıdâ, içecek, elbiselerimizi yaratan yüce bir sâhibe, bu nîmetleri sebebsiz, karşılıksız ihsân eden ve her an yok olmaktan, düşmandan, hastalıktan muhâfaza eden ve bize hiç ihtiyâcı olmayan, sonsuz kuvvet, kudret sâhibi olan Allahü teâlâya şükr etmemek, kulluk hakkını ödememek ne büyük kabahât, ne çok zulüm ve ne alçak bir vaziyyet olur Hele O'na ve nîmetlerin O'ndan geldiğine inanmamak ve bunları başkasından bilmek en büyük zulüm, en çirkin yüzkarası olur (Ali bin Emrullah) Vücûdumun her kılı, dile gelse de Şükr etmiş olamam, nîmetlerine!
(İmâm-ı Rabbânî)

Şükr Secdesi:
Kendisine nîmet gelen veya bir dertten ve sıkıntıdan kurtulan kimsenin, Allahü teâlâ için yaptığı secde (Bkz Secde)
Şükür secdesi, tilâvet secdesi gibidir Allahü teâlâ için şükür secdesi yapmak müstehâbdır Secdede önce "Elhamdülillah", sonra üç kere"Sübhâne rabbiyel-a'lâ" denir Namazdan sonra şükür secdesi yapmak mekrûhtur (İmâm-ı Nesefî)

ŞÜPHELİ ŞEYLER:
Helâl ve haram olduğu açıkça bildirilmeyen şeyler; şüpheliler
Helâl olan şeyler bellidir, haram olan şeyler de bellidir İkisi arasında örtülü bulunan şüpheli şeyleri tanımak güçtür Şüpheli şeylerin etrâfında dolaşan harama düşer (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Şüphelilerden sakınmaya vera', haramlardan sakınmaya takvâ denir Şüpheli olmak korkusu ile mübahların (yapılıp yapılmamasında serbest bırakılanların) çoğunu terk etmeğe de zühd denir Ebû Bekr radıyallahü anh buyurdu ki: "Biz, harama düşme korkusund an yetmiş helâli terk ederdik" (İbn-i Âbidîn)
Allahü teâlâ lutf ederek, kerem ederek, acıyarak kullarına çok şeyleri mubâh (serbest) etmiş, izin vermiştir Rûhu hasta, kalbi bozuk olduğu için, mübahlarla doymayıp, bitmez tükenmez mübahları bırakarak İslâmiyet'in hudûdundan dışarı taşanlar, şüphe li ve haramlara uzananlar ne kadar bedbaht (kötü tali'li) ve zavallıdır Âdet üzere, alışkanlık ile namaz kılan ve oruç tutan çoktur Fakat İslâmiyet'in hudûdunu gözeten, haram ve şüphelilere düşmemeye dikkat eden pek azdır Doğru ve hâlis ibâdet edenleri, âdet (alışkanlık) üzere bozuk ibâdet edenlerden ayıran fark; Allahü teâlânın emirlerini gözetmektir Çünkü namaz ve orucun hâlisi de, bozuğu da görünüşte berâberdir Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Dininizin direği, temeli verâ'dır" Başka bir hadîs-i şerîfte de; "Hiçbir şey verâ' gibi olamaz" buyurdu (İmâm-ı Rabbânî)
İbâdetlerden lezzet alamamanın sebeblerinden biri de haram ve şüpheli yemeklerdir Eğer yenilen lokma şüpheli ise, ondan, hırs, şehvet, hased, adâvet, düşmanlık ve riyâ doğar Âlimler buyurdu ki: "Kim şüpheli bir şey yerse, Allahü teâlâya giden yolu doğru olarak bulamaz Kim haram yerse, kendisine o yol kapanır (Abdullah İsfehânî)
Şüpheli olan bir dirhemi sâhibine geri vermeyi, bin dirhem sadaka vermekten daha çok severim (Abdullah bin Mübârek)
Kırk gün şüpheli lokma yiyenin kalbi kararır ve lekelenir (İmâm-ı Gazâlî)
İnsan mubâh olan, dünyâ işlerine çok dalarsa, şüpheli şeyleri yapmaya başlar Belki helâlden çok yiyen, müttekîlerin (takvâ sâhiplerinin) derecesine eremez Çünkü mîde helâl ile dolunca, şehvet harekete gelir Böylece, câiz olmayan şeyler yapılabilir (İmâm-ı Gazâlî)

ŞÜÛNÂT:
Şanlar, haller, keyfiyetler, hâdiseler, vak'alar İsimlerin zât-ı ilâhîye nisbetleri ve mertebeleri



TA'AMMÜDEN:
Bilerek, isteyerek, önceden hazırlayarak yapma
Taammüden adam öldürmek, büyük günâhtır Mü'mini taammüden öldüren kimse, kâfir olmaz Mü'min olduğu için öldürürse veya öldürmek helâldir diyerek öldürürse kâfir olur Îmânı gider (İbn-i Âbidîn)

TÂ'AT:
İbâdet Allahü teâlânın beğendiği, râzı olduğu şeyler Hasene
Allahü teâlânın râzı olduğu; tâat etmenin tatlı, günâh işlemenin acı gelmesinden anlaşılır (Muhammed bin Alyân)
Üç şey, üç şeye sebebdir Tâat, Allahü teâlânın rızâsına, günâh işlemek, Allahü teâlânın gadabına, îmân etmek de şerefli ve kıymetli olmaya sebebdir (Şerefeddîn Yahyâ Münîrî)

TABAKÂT-I MUHADDİSÎN:
1Resûlullah efendimizin işleri, sözleri ve hâllerini öğreten hadîs ilmi ile uğraşan İslâm âlimlerinin dereceleri
2 Hadîs âlimlerini derecelerine göre sıralayıp, hayatlarını ve eserlerini anlatan kitaplar

TABAKÂT-I MÜFESSİRÎN:
1 Kur'ân-ı kerîmdeki murâd-ı ilâhîyi, yâni kastedilen mânâyı açıklayan tefsîr ilmi ile meşgûl olan İslâm âlimlerinin dereceleri
Tabakât-ül-müfessirînin birinci derecesinden olan Hülefâ-i râşidîn (dört halîfe; hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman ve hazret-i Ali), İbn-i Abbâs, Câbir bin Abdullah, Enes bin Mâlik, Abdullah bin Mes'ûd, Ebû Hüreyre, hazret-i Âişe ve di ğer Eshâb-ı kirâmdan olan tefsîr bilgilerini Tâbiîn almış ve onlar da talebeleri olan Tebe-i tâbiîne öğreterek kitaplara geçirmişlerdir (Taşköprüzâde)
2 Tefsîr âlimlerini derecelerine göre sıralayıp, hayatlarını ve eserlerini anlatan kitaplar

TABAKÂT-ÜL-FUKAHÂ:
1 Fıkıh âlimlerinin tabakası Helâl ve haramı, emir ve yasakları bildiren fıkıh ilmi ile uğraşan âlimlerin dereceleri
Tabakât-ül-fukahâ, yedi derece olup, birinci derece, müctehid fiş-şer' (mutlak müctehid); ikinci derece, müctehid fil-mezheb; üçüncü derece, müctehid fil-mes'ele; dördüncü derece, eshâb-ı tahric; beşinci derece, eshâb-ı tercih; altıncı derece eshâb-ı temyîz; yedinci derece, yukarıda bildirilen derecelerdeki hizmetleri yapamayan, ancak önceki derecelerde bulunan âlimlerin kitablarından doğru olarak nakil yapabilen, onları bildiren mukallidler, mutlak müctehidlerden birine bağlı olan âlimler (Bkz İlgili maddeler) (İbn-i Kemâl Paşa)
2 Fıkıh âlimlerini derecelerine göre tertîb edip (sıralayıp), hayatlarını ve eserlerini anlatan kitablar

TABASBUS:
Yaltaklanma, kendini küçülterek beğendirmeye çalışma
Bir menfaate kavuşmak veya bir zarardan korunmak için tabasbus büyük günahtır (Muhammed Hâdimî)
İnsanların eline geçenler, Allahü teâlânın lütfu ve ihsânı iledir Kendi elinde bir şey yoktur O hâlde dilenciler gibi tabasbus göstermek müslümana yakışmaz (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

TÂBİ:
Uyan
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Ey sevgili peygamberim! Onlara de ki: Eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da, sizi sevmesini istiyorsanız, bana tâbi olunuz! Allahü teâlâ bana tâbi olanları sever (Âl-i İmrân sûresi: 31)
Resûlullah efendimize tâbi olan bir kimsenin, gün ortasında bir parça uyuması, O'na tâbi olmaksızın, birçok geceleri ibâdetle geçirmekten, kat kat daha kıymetlidir Çünkü, kaylûle yapmak yâni öğleden önce biraz yatmak, Peygamber efendimizin âdet-i şe rîfesi idi İslâmiyet'e uymayan şeylerin hiçbirisini, Hak teâlâ sevmez, beğenmez (Ahmed Fârûkî)
İki cihan seâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhiretin efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tâbi olmağa bağlıdır O'na tâbi olmak için, îmân etmek ve dînimizin emir ve yasaklarını öğrenmek ve yapmak lâzımdır (Ahmed Fârûkî)
Bir mezhebe tâbi olmayanlar ya zındık (kâfir) veya mezhepsiz olurlar (Hamdullah Decvî)
Ehl-i sünnet, yâni Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olan kimsenin, ibâdetlerini dört hak mezhebden birine tâbi olarak yapması lâzımdır Dört mezhebden birine tâbi olmayan kimse bid'at sâhibidir (Tahtâvî, Ahmed Berîlevî)

TABÎB-İ MÜSLİM-İ HÂZIK:
Mütehassıs (uzman) ve açıkça günâh işlemeyen müslüman doktor
Hasta, hastalığının artmasından veya iyi olmasının gecikmesinden yâhut şiddetli ağrı gelmesinden veya hasta bakıcı hastalanarak, onlara bakamayıp helâk olmalarından korkar ise, oruç tutmayıp sonra kazâ eder Sağlam kimse, hasta olacağını çok zan eder se ve nehir temizlemek gibi iş yaparken veya devletin emri ile çalışırken, çok sıcak veya soğuk te'siri ile helâk olacağını ve kimsesiz olup hiçbir yerden yardım görmeyen kadın nafakasını kazanmak için çamaşır yıkamak ve yemek pişirmek ile helâk olac ağını çok zannederek anlarsa, oruç tutmaması ve niyetli, oruçlu kimsenin orucunu bozması câiz olur, başka zaman kazâ eder Çok zannetmek, ölüm alâmetlerini görmekle veya kendi tecrübesi ile yâhut tabîb-i müslim-i hâzıkın haber vermesi ile anlaşılır Kâfir ve fâsık, yâni büyük günâh işlediği bilinen tabîbe muâyene ve tedâvî câizdir, tedâvî olunabilir Fakat bunların sözleri ile ibâdet bozulmaz Orucunu bozarsa, keffâret lâzım olur (İbn-i Âbidîn)

TABÎÎ İLİMLER:
Fen ilimleri, aklî ilimler
Din ile tabiî ilimleri karşılaştıracak olursak, hiçbir yerinde bunların birbirinden aykırı bir bilgi vermediğini görürüz Gerek din, gerek tabiî ilimler, bir muazzam yaratıcı olmadan bu dünyânın kurulamayacağını kabûl ederler Tabiî ilimlerin bulduğu bütün yenilikler, bu muazzam yaratıcının varlığı ve büyüklüğü hakkında birer vesîkadır Bâzılarının sandığı gibi, tabiî ilimlerin tuttuğu yol ayrı değildir Tabiî ilimler, bilâkis dînî inanç ve düşünceleri takviye ederler (Max Planck)

TÂBİÎN:
Hadîs-i şerîflerle medhedilen, Eshâb-ı kirâmdan sonra gelen şerefli nesil Eshâb-ı kirâmı görüp, onların sohbetinde bulunanlar (Bkz Eshâb-ı Kirâm)
Eshâb-ı kirâm ile Tâbiînin îmânları hep aynı idi İnanışları arasında hiç fark yoktu Şimdi yeryüzünde bulunan müslümanların çoğu Ehl-i sünnet mezhebindedirler, yâni Resûlullah efendimiz ve Eshâbının yolundadırlar Ehl-i sünnet îtikâdını ortaya koyan , Resûlullah efendimizdir Îmân bilgilerini Eshâb-ı kirâm bu kaynaktan aldılar Tâbiîn-i ızâm da, bu bilgileri Eshâb-ı kirâmdan öğrendiler Daha sonra gelenler, bunlardan öğrendiler Böylece, Ehl-i sünnet bilgileri bizlere İslâm âlimlerinin kitaplarından nakil yoluyla geldi (İbn-i Halîfe Alîvî)

TABÎ'İYYECİLER (Tabî'iyyûn):
Canlılarda ve cansızlardaki, akıllara hayret veren intizâmı (düzeni) ve incelikleri görerek, bir yaratanın varlığını söylemekle berâber; öldükten sonra tekrar dirilmeği, âhireti, Cennet'i ve Cehennem'i inkâr edenler (red edip, kabûl etmeyen, inanmaya nlar)
Kendilerini akıllı, ilim adamı ve hiç yanılmaz sanan dinsizlerden biri de tabî'iyyecilerdir (İmâm-ı Gazâlî)
İslâm âlimleri, kitaplarında, tabî'iyyecilerin ve maddîcilerin, Allahü teâlânın varlığına inanmayıp; "Âlem böyle kendiliğinden gelmiş ve böyle gidecektir" diyen dinsizlerin sözlerini ve müslüman olmayanların, İslâmiyet'e sokmak istedikleri uydurmalar ı, delîller ve tartışmalar ile reddederek hepsini susturmuşlar, din düşmanlarının hazırladıkları fitne ve fesâd ateşlerini söndürmüşlerdir Îmân edilmesi lâzım gelen şeyleri birer birer ve açıkça yazmışlar, bir taraftan da, bütün dünyâda olmuş ve kıyâmete kadar olacak her hâdise ve hareketin şer'î (dînî) hükümlerini pek doğru olarak, insanlığın önüne koymuşlardır (SAbdülhakîm Arvâsî)

TÂBÛT-İ SEKÎNE:
İsrâiloğullarının, içinde mukaddes emânetleri sakladıkları ve Mûsâ aleyhisselâmdan beri nakledilerek gelen altın kaplamalı sandık
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Nebîleri (İşmoil aleyhisselâm) onlara; hükümdârlığının açık alâmeti size o tâbûtu (Tâbût-ı sekîneyi) getirmesidir ki, içinde Rabiniz tarafından size sekînet (gönül rahatlığı) ve Âl-i Mûsâ ve Hârûn'un (aleyhimesselâm) geriye bıraktıklarından bir bakiyye (Tevrât levhâları ve kıymetli eşyâlar) vardır Melekler onu yükleyip getirecektir Elbette bunda (Tâbût-i sekînenin size getirilmesinde) size kat'î bir alâmet (ve ibret, size söylediğimin doğruluğuna kat'î bir delîl) vardır Eğer îmân etmiş kimselerseniz" dedi (Bekara sûresi: 248)
İçerisinde Tevrât-ı şerîf, Tevrât'ın nâzil olduğu levhalar, Mûsâ aleyhisselâmın asâsı, elbisesi, Tih sahrasında İsrâiloğullarına gökten inen men'den (kudret helvası) bir miktâr, Hârûn aleyhisselâmın sarığı gibi mukaddes emânetlerin bulunduğu Tâbût-i sekîne İsrâiloğulları için birlik, berâberlik ve râhat yaşama vesîlesi idi Hükümdârın muhâfazası altında bulunurdu İsrâiloğulları Tâbût-i sekînenin ellerinden gitmesine çok üzülürlerdi İşmoil aleyhisselâm İsrâiloğullarına peygamber gönderilmeden önce Amâlika kavmi onlara musallat olmuş, İsrâiloğullarını mağlûb etmiş, Tâbût-i sekîneyi almışlardı İşmoil aleyhisselâm peygamber gönderildikten sonra, Allahü teâlâya İsrâiloğullarının üzerine bir hükümdâr göndermesi için duâ etti Allahü teâlâ onun duâsını kabûl buyurup, İsrâiloğullarına hükümdar olarak Tâlût'un tâyin edildiğini vahiyle bildirdi Tâlût zamânında Tâbût-u sekîne, Amâlikalılardan İsrâiloğullarının eline geçti (İbn-ül-Esîr, Taberî)

TA'DÎL-İ ERKÂN:
Namazda rükûda, secdelerde, kavmede (rükûdan kalktıktan sonra ayakta durmada) ve celsede (iki secde arasında oturmada) her âzâ hareketsiz olduktan sonra bir miktar durmak (Bkz Tumânînet)
Ta'dîl-i erkân, İmâm-ı a'zam ile İmâm-ı Muhammed'e göre vâcibdir Fakat İmâm-ı Ebû Yûsuf'a göre farz olduğundan buna riâyet edilmeyince, namaz fâsid olur (İbn-i Âbidîn)
Bir kimse, terk edilmiş, unutulmuş bir sünneti meydana çıkarırsa, yüz şehîd sevâbı kazanır Ya bir farzı veya vâcibi meydana çıkarmanın sevâbı ne kadar çok olur O hâlde namazda tâdil-i erkâna dikkat etmelidir (İmâm-ı Rabbânî)
Vaktin kıymetini bil! Gece-gündüz ilim öğrenmeye çalış! Her zaman abdestli bulun! Beş vakit namazı, sünnetleri ile ta'dil-i erkân ile, huzûr ile şerîatin sâhibinin bildirdiği gibi kılmaya çalış! Bunları yapınca, dünyâ ve âhirette sayısız nîmetlere ka vuşursun (Abdülkuddûs)
Ta'dîl-i erkânın terkinden meydana gelen zarardan bâzıları şunlardır:
1) Fakirliğe sebeb olur
2) Namaz kıldığı yer, kıyâmet gününde aleyhine şehâdet eder
3) O namazın tekrar kılınması vâcib olur
4) Namazın hırsızı olur
5) Şeytanı sevindirmiş olur
6) Sağında ve solunda olan meleklere eziyyet etmiş olur
7) Peygamber efendimizi üzmüş olur (Kutbüddîn-i İznikî)

TAFDÎLİYYE:
Şîanın kollarından biri Hazret-i Ali'yi sevdiklerini söyleyip, diğer Eshâb-ı kirâmı kötüleyen bozuk fırka
Eshâb-ı kirâma iftirâ edenler, üç grupta toplanmaktadır Birincisi, Tafdîliyye İkincisi Seb'iyye olup; Eshâb-ı kirâmdan birkaçından başkası zâlim, kâfir oldular diyerek bunları sebbediyorlar Yâni kötülüyorlar Üçüncüsü Gulât, hazret-i Ali tanrıdır diyorlar Bunlar ibâdet etmezler (Abdülazîz Dehlevî)
Şiîlerin hîlelerinden biri de şudur: Eshâb-ı kirâmı kötüleyen kitapları, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitapları gibi göstererek, câhilleri aldattılar Meselâ Keşşâf tefsîrinin sâhibi Zemahşerî, Tafdîliyye mezhebine mensuptur Ahtab Hârezmî azgın bir Zeyd îdir Nehcülbelâğa kitabını şerh eden İbn-i Ebü'l-Hadîd Mu'tezilîdir (Mahmûd Âlûsî)

TAFSÎLÎ ÎMÂN:
Îmân edilecek hususlara genişçe, delîlerini bilerek ve ayrı ayrı inanmak (Bkz Îmân)
Tafsîlî îmânın dereceleri vardırRabbim Allahü teâlâdır, peygamberim Muhammed aleyhisselâmdır, dînim İslâm dînidir, kitâbım Kur'ân-ı kerîmdir, kıblem Kâbe-i şerîftir, îtikâdda mezhebim Ehl-i sünnet vel-cemâattir diyerek, her husûsa ayrı ayrı ve delîl lerini bilerek îmân etmek, dil ile söyleyip kalb ile tasdîk etmek tafsîlî îmândır (Kutbüddîn-i İznikî)

TAĞRÎR:
Yalan söyleyerek aldatma
Tağrîr olunan kimse, bey'i (satışı) feshedebilir, bozabilir Sarraflıkta piyasadaki fiyatların en yükseğinden, yüzde iki buçuk ve daha fazlası kadar yüksek fiyatla satın alarak aldanmağa "Gaben-i fâhiş" (çok aldanmak) denir Bu miktâr urûz için, yâni hayvandan başka menkûl (taşınabilir) mallar için yüzde beş, hayvan için yüzde on, binâ için yüzde yirmidir Bu miktârlardan az olan aldanmağa, "Gaben-i yesîr" (az aldanmak) denir Meselâ bâyi', bu mala, şu kadar lira veren oldu deyip satsa, piyasadaki en yüksek değerinden fâhiş aldanma kadar fazla olduğu ve başkasının o kadar lira vermediği anlaşılsa, müşteri bey'i (alış-verişi) fesh edebilir, bozabilir (Mecelle)

TÂĞÛT:
Allahü teâlânın emir ve yasaklarına karşı gelen ve ibâdetten alıkoyan şeytânî varlık ve güçler
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Îmân edenler Allah yolunda cihâd ederler, küfredenler ise tâğût yolunda savaşırlar (Nisâ sûresi: 76)
Dinde zorlama yoktur Hakîkat, îmân ile küfr apaçık meydana çıkmıştır Artık kim tâğûtu tanımayıp da Allah'a îmân ederse o, muhakkak ki kopması (mümkün) olmayan en sağlam kulpa yapışmıştır Allah hakkıyla işitici, (her şeyi) kemâliyle bilicidir (Bekara sûresi: 256)
Allahü teâlânın indirdiği hükümlere mukâbil olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler koyan her varlık tâğûttur (Muhammed ibni Cerîr)

TAHÂRET:
Necâset denilen yâni maddeten pis olan şeylerden ve hades denilen hükmî ve mânevî pisliklerden (abdestsizlik, cünüplük, kadınlar için hayz ve nifas hâllerinden) su ile abdest alarak, su yoksa, toprak ve toprak cinsinden şeylerle teyemmün ederek yapıl an temizlik (Bkz Necâset, Hades) Temiz olana tâhir, temizleyiciye de mutahhir, tahûr denilir
Tahâret îmânın yarısıdır (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Necâsetten tahâret, bedende, elbisede ve namaz kılacak yerde pislik bulunmamaktır (Halebî)
Özür olmadıkça sağ el ile tahâretlenmemelidir (Halebî)
Su olmadığı zaman, gıdâ maddesi ile, gübre ile, kemik ile, hayvan gıdâsı ile, kömür ile ve başkasının malı ile, saksı, kiremit parçası ile, kamış ile ve yaprak ile ve bez ile, kâğıt ile tahâretlenmek mekruhtur (Halebî)
Taş ve benzeri şeyler ile tahâretlenmek su yerine geçer (Halebî)
İki eli çolak olan tahâretlenemez Kolları toprağa, yüzünü duvara sürerek teyemmüm eder (Namazı terk etmez) (Halebî)

Tahâret-i Kâmile:
Tam temizlik Abdest veya boy abdesti alınarak yapılan temizlik
Özür sâhibi, özre sebeb olan şeyi durduğu zaman, abdest alıp, o şey tekrar başlamadan önce, mestlerini giyse tahâret-i kâmile ile giymiş olup, yirmi dört saat mesh eder (Şeyhülislâm Yahyâ Efendi)

TÂHİR:
Temiz
Mü'min tayyib (güzel, hoş) ve tâhirdir (Hadîs-i şerîf-İhyâ)

TAHKÎR ETMEK:
Hor görmek, kötülemek, aşağılamak, birine veya bir şeye söz ve hareketle hakâret etmek, saygı ve hürmet gösterilmesi, üstün tutulması lâzım olan şeyleri aşağı tutmak, saygısızlık etmek
İnsanın îmânının gitmesine, dinden çıkmasına sebeb olan şeylerden biri de dînen tâzim edilmesi (hürmet gösterilmesi) lâzım olan şeyleri tahkîr etmek ve tahkîr edilmesi lâzım olan şeyleri tâzim etmektir (İbn-i Âbidîn)
Allahü teâlânın peygamberini, İslâm âlimlerini, evliyâyı, fıkıh kitablarını ve fetvâları (âlimlerin dînî süâllere verdikleri cevabları) tâzim edecek iken tahkîr etmek, dinden çıkmaya sebeb olur Kâfirlerin dînî âyinlerini beğenmek, zarûret yok iken z ünnâr kuşanmak ve küfür alâmetlerini kullanmak da böyledir (Kutbüddîn-i İznikî)

TAHLÎF:
Yemin vermek Mahkemede iki hasımdan birine yemîn ettirmek (Bkz Half, Yemîn)

TAHLÎL ETMEK:
Abdest alırken el ve ayak parmakları arasına sol, sakalın sarkan kısmının içine ise sağ elin yaş parmaklarını tarak gibi sokarak karıştırmak (Bkz Hilâllemek)
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) abdest aldıklarında, bir avuç su ile çeneleri altından sakallarını tahlîl eder ve şöyle buyururlardı: "Rabbim bana böylece emretti" (Hazret-i Enes bin Mâlik)

TAHLİYE:
1 Süslemek
Tasavvuf ehlinin yolu, ilim ve amel ile tamam olur İlimlerinin özü nefsin ortaya koyduğu mânileri yenmek, kötü huylardan uzaklaşmak, böylece, kalbden mâsivâyı (Allahü teâlâdan başka her şeyi) çıkararak onu Allahü teâlânın zikri ile tahliye etmektir (İmâm-ı Gazâlî)
2 Boşaltmak

TAHMÎD:
"Elhamdülillah" demek "Hamd, şükür Allahü teâlâya mahsûstur" mânâsına "Elhamdülillah" sözü ve benzerleri
Farz namazdan sonra otuz üç tesbîh (sübhânallah) otuz üç tahmîd, otuz üç tekbîr (Allahü ekber) ve bir de tehlîl (Lâ ilâhe illallahü vahdehü lâ şerîke leh, lehül mülkü ve lehül-hamdü yuhyî ve yümît ve hüve alâ külli şey'in kadîr) söyleyiniz (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî, Sahîh-i Müslim)
Onlar ki, Allahü teâlânın celâlini (büyüklüğünü) zikr eder, O'nu tesbîh, tekbîr ve tahmîd eder (Yâni sübhânallah, Elhamdülillah ve Allahü ekber derler) Bunların tesbîh ve tahmîdleri, Arş-ı a'zamın etrâfını dolaşır, arı vızıltısı gibi ses çıkararak sâhiblerini ararlar Allah katında dâimâ zikredilmeyi ve zikre vesîle olan şeyin kaybolmamasını sevmez misiniz? (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Namazların sonunda, tesbih, tahmîd ve tekbirleri okumak, sonra duâ etmek ve duâ ederken iki eli kaldırmak müstehâbdır Peygamber efendimiz, farzı kılınca! "Allahümme entesselâm ve minkesselâm tebârekte yâ zel celâli velikrâm" diyecek kadar oturup, fa zla oturmaz, hemen sünnet kılardı Âyet-el-kürsî ile tesbîhâtı yâni tesbîh, tahmîd ve tekbîri, farz ile sünnet arasında okumazdı Bunları, sünnetten sonra okumak, farzdan sonra okumak sevâbını hâsıl eder (Şernblâlî, Tahtâvî)
Tesbîh, tahmîd, tekbîr, Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf ve Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, dînî hükümlerini bildiren fıkıh kitablarını okumak çok sevâbdır (Abdullah-i Mûsulî)

TAHRÎC:
Çıkarma, meydana koyma; hadîs-i şerîflerin kaynağını, nasıl geldiklerini, kimlerin naklettiklerini, sahih ve zayıflık gibi derecelerini bulup gösterme, bildirme işi
Hadîs âlimlerinden Irâkî, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin İhyâu ulûmiddîn isimli kıymetli eserindeki hadîslerin tahrîcini yapmıştır (Kâtib Çelebi)

TAHRÎF:
Bozma, değiştirme
Kur'ân-ı kerîmi güzel sesle ve tecvîd kâidelerine uyarak okumalıdır Harfleri kelimeleri tahrîf ederek, tegannî etmek (mûsikî perdelerine uydurmak) harâmdır Harfler bozulmazsa mekrûh olur (İbrâhim Halebî)
Şu anda dünyâda semâvî kitâbı olan üç din vardır Mûsevîlik, hıristiyanlık ve İslâmiyet Mûsâ aleyhisselâma Tevrât, Îsâ aleyhisselâma İncîl indirilmiş idi Mûsevîler Mûsâ aleyhisselâmın, hıristiyanlar da Îsâ aleyhisselâmın getirdikleri dinlere tâbi o lduklarını söylerler Fakat mûsevîler Tevrât'ı, hıristiyanlar ise İncîl'i tahrif etmişler, kendi görüş ve düşüncelerine göre değiştirmişlerdir Halbuki İslâm dîni tahrîf edilmemiş, kıyâmete kadar da tahrîf edilemeyecektir (Harputlu İshâk Efendi)
İslâm dîni bütün peygamberleri aleyhimüsselâm tanır ve hepsine îmân etmeyi emr eder Esâsen eski din kitablarında ve hakîkî İncîl'de son peygamber olan Muhammed aleyhisselâmın geleceği bildirilmişti Fakat yahûdîler ve hıristiyanlar kitablarını tahrî f ederek, Muhammed aleyhisselâmın geleceğini bildiren haberleri değiştirmişlerdir (Rahmetullah Efendi)

TAHRÎM SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin altmış altıncı sûresi
Tahrîm sûresi on iki âyet-i kerîmedir Medîne-i münevverede nâzil oldu (indi) Bu sûrede; bütün mü'minlerin, emri altında olanları Cehennem'e götürecek davranışlardan korumaları, âhirette kâfirlerin özür bahâne ileri sürmelerinin fayda sağlamayacağı, mü'minlerin tövbe-i nasûh (bir daha günâha dönmemek üzere kesin tövbe) etmeleri gibi konular bildirilmektedir (Ayntablı Muhammed Efendi, Senâullah Dehlevî, Râzî)
Tahrîm sûresinde meâlen buyruldu ki:
Ey îmân edenler! Kendinizi ve âilenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun (Âyet: 6)
Ey kâfirler! Bugün özür bahâne ileri sürmeyin Siz ancak işlediklerinizin cezâsını çekeceksiniz denilir (Âyet: 7)
Kim Tahrîm sûresini okursa, Allahü teâlâ ona Tevbe-i nasûh ihsân eder (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî)

TAHRÎME TEKBÎRİ:
Namaza Allahü ekber diyerek başlama; iftitâh tekbîri (Bkz İftitâh Tekbîri)
Tahrime tekbîri farzdır Namazın şartlarındandır Başka kelime söylemekle olmaz (İbn-i Âbidîn)
Tahrime tekbîri üç şeyle tamam olur: 1-Erkekler ellerini kulağına kaldırmakla (kadınlar, iki ellerini omuz hizâsına kaldırır, sağ el sol el üstünde olarak göğse kor) 2-Tekbîri ta'zim (hürmet) üzere almakla 3-Kalben uyanık ve hâzır olmakla (Kutbüddîn-i İznikî)
Tahrime tekbîri, AAAllahü ekbaar gibi uzun söylenirse, namaz sahîh (mûteber, geçerli) olmaz İmâmdan önce, ekber denirse, namaza başlanmış olmaz (Molla Hüsrev)

TAHRÎMEN MEKRÛH:
Kur'ân-ı kerîmdeki ve hadîs-i şerîfteki delîlinden zan ile anlaşılan yasak Harama yakın olan fiil, iş (Bkz Mekrûh)
Dinde vâcib ve sünnet-i müekkede olan emirleri kasden, bilerek ve özürsüz terk etmek tahrîmen mekruhtur Günâhı, harama yakındır Tahrîmen mekrûhu bilerek işleyen âsî ve günahkâr olur Tövbe etmezse, Cehennem'e gitmesine sebeb olur Tahrîmen mekrûh i şlenerek kılınan namazın iâdesi vâcibdir, mutlaka lâzımdır Eğer unutarak işlerse, sehv (unutma) secdesi yapar (İbn-i Âbidîn)
Tahrîmen mekrûhu işlemek, küçük günâh olur (Tahtâvî)
Abdest bozarken kıbleye önünü ve arkasını dönmek mekruhtur (Halebî)

TAHSÎL-İ İRFAN:
1Tasavvuf bilgilerini elde etme, öğrenme Edeler dâimâ tahsîl-i irfân Olalar her biri, bir kâmil insan
(Muallim Receb Efendi)
2 İlim ve tecrübe netîcesinde bilgi edinme

TÂİB:
Tövbe eden, günahlarına pişmân olan
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ tâibleri ve (fevâhişten yâni pislik ve günâhlardan) temizlenenleri sever (Bekara sûresi: 222)
Cenâb-ı Hakk'a, tâib gençten daha sevgilisi yoktur" (Hadîs-i şerîf-Miftâh-un-Necât)
Günahtan tâib, sanki hiç günâh işlememiş gibidir (Hadîs-i şerîf-Keşf-ül-Hafâ)
Tâiblerin makâmı, bütün makamların en fazîletlisi ve üstünüdür Hakîki tâib, cenâb-ı Hak katında (indinde) bütün halkın en azîzi, en kıymetlisi ve en sevgilisidir (Ahmed-i Nâmıkî Câmî)
Şeytan, nâfile ibâdetleri teşvîk ederken, tâibe farzları yapmayı unutturur Ey insanlar kendi hâllerinizi gözetiniz Şeytan birçok kimseyi yoldan çıkarmaya çalışmaktadır Tâib, her vakit için yeni abdest almalıdır ki, şeytan ondan kaçsın ve onun ibâd ete meyli artsın (Ahmed-i Nâmıkî Câmî)
Tâibin, hiçbir nefesini zâyi etmemesi gerekir Kendi gönül kıblesini, kötü işlerine bakmaya yöneltip, "Ne yaptım?Niye söyledim?" gibi düşüncelerle ve insaf gözüyle hareket etmelidir (Ahmed-i Nâmıkî Câmî)

TAKDÎM VE TE'HÎR:
İkindi namazını öğle namazı ile veya öğleyi ikindi ile ve yatsı namazını akşam namazı ile veya akşamı yatsı ile birleştirerek kılmak
Takdîm ve te'hir, Hanefî mezhebinde hac sırasında Arafât'ta ve Müzdelife'de; Mâlikî'de ve Şâfiî mezhebinde seferde (yolculukta); Hanbelî mezhebinde ise, özür sebebiyle yapılabilir (Abdurrahmân Cezîrî)
Hanefî mezhebinde olan bir kimse yolculuk esnâsında, diğer üç mezhebi taklid ederek (vâsıta durduğu zaman) takdim ve te'hir ile namazlarını kılabilir (İbn-i Âbidîn, Şernblâlî)

TAKDÎR:
Ölçme, değer biçme, değer verme, tâyin etme Allahü teâlânın, olacak hâdiseleri ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilmi) ile bilip tâyin etmesi (Bkz Kazâ ve Kader)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
O, gece karanlığından sabahı yarıp çıkarandır Geceyi de istirâhat için, güneşi ve ayı da vakitler için bir hesâb olarak yarattı İşte bütün bunlar mutlak gâlib olan (her şeyi) kemâliyle bilen Allahü teâlânın takdîridir (En'âm sûresi: 96)
O Allah ki, göklerin ve yerin tasarrufu hep O'nundur Hiçbir çocuk edinmemiştir Mülkünde de O'nun hiçbir ortağı yoktur Her şeyi yarattı ona bir nizâm verdi Onun mukadderâtını takdîr buyurdu (Furkân sûresi: 2)
Dünyâda olacak herşey, dünyâ yaratılmadan önce ezelde Levh-i mahfûza yazılmış, takdîr edilmiştir Bunu size bildiriyoruz ki, hayatta kaçırdığınız fırsatlar için üzülmeyesiniz ve kavuştuğunuz kazançlardan, Allah'ın gönderdiği nîmetlerden mağrur olmayasınız, Allahü teâlâ kibirli olanları ve bencilleri sevmez (Hadîd sûresi: 22)
İbâdet yapınız Herkese ezelde takdîr edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Allahü teâlâ ezelde her varlığın kaderini takdir buyurmuştur Fakat bir kimseye kendisi için ezelde takdîr edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur Meselâ açlıktan, hastalıktan ölmesi ezelde takdîr edilmiş olana gıdâ ve ilâc almak nasîb olmaz Zengin olm ası ezelde takdîr edilmiş olana kazanç yolları açılır Doğuda ölmesi takdîr edilmiş olana batıya giden yollar kapanır (Şerefüddîn Ahmed bin Yahyâ Münîrî)
İnsan tedbir alır, sebeblere yapışır, takdîri bilmez Allah'ın takdîri, kulun tedbîri ile değişmez (İmâm-ı Rabbânî)

Takdîr-i İlâhî:
Allahü teâlânın, olacak hâdiseleri ezelde ilm-i ezelîsi ile bilip tâyin etmesi (Bkz Takdîr)

TAKIYYE:
İdâre, korunmak, sakınmak; iki yüzlülük; sevmediği kimse ile dost geçinmek Bir kimsenin hakîkatte sâhib olduğu görüş ve inancını saklaması Bozuk fırkaların, özellikle şiîlerin bozuk inanışlarını gizleyerek, kendilerinin Ehl-i sünnet (Peygamber efen dimizin ve Eshâbının) yolunda olduklarını söylemeleri
Şevkânî'nin birkaç kitabı meselâ İrşâd-ül-fuhûl kitabı uzun incelenirse, onun takıyye yaptığı görülür Yâni şîanın kollarından olan Zeydî fırkasından olduğunu saklamakta, kendisini Ehl-i sünnet olarak tanıtmaktadır Çünkü şiîlerin, Ehl-i sünnet arası nda bulununca, takıyye yapmaları farz imiş (M Sıddîk Gümüş)
Ehl-i sünnet îtikâdından ayrılmış olan bozuk fırkalar, korkudan saklanmış veya takıyye yapmışlardır Bu halleri de onların bid'at sâhibi olduklarını göstermektedir (Şah Veliyyullah-i Dehlevî)
Şiîler, Peygamber efendimizin vefâtından sonra hazret-i Ali'nin Fedek bahçesini almamasının takıyye için olduğunu söylediler Şiîlerin takıyye yapması lâzımdır dediler Şiîlerin bu sözleri bozuktur Çünkü şiîlere göre imâm meydana çıkıp harb etmeye b aşlayınca, takıyye yapması haram olurmuş Bunun içindir ki, hazret-i Hüseyin takıyye yapmadı Hazret-i Ali halîfe iken takıyye yaptı demeleri, haram işledi demek sûretiyle iftirâ etmek olur (Abdülazîz Dehlevî)
Şîanın isnâ aşeriyye (on ikiciler) veya imâmiyye adlarıyla bilinen kolunun îmân esaslarından birisi de takıyye yapmaktır Müslümanlara karşı takıyye yapmak gerektiğine inanmak, Ehl-i sünnet îtikâdına uymamaktadır (Şehristânî)


TAKLÎD:
1 İnanılacak şeylerde düşünmeden, anlamadan, yalnız başkasından işiterek, görerek inanma, îmân etme
Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğuna göre taklîd ile inananın îmânı sahîhtir, doğrudur Yâni o kimse, mü'mindir, müslümandır Ancak istidlâlî yâni düşünerek, anlayarak inanmayı terk ettiği için günâhkârdır
2 Amelde yâni yapılacak işlerde delîlini araştırmadan bir müctehidin ictihâdlarına (mezhebine) uyma, bağlanma
Kur'ân-ı kerîmde; "Bilenlerden sorun" buyruldu Bunun için müctehide sormak, bir mezhebi taklîd etmek, bağlanmak vâcib oldu Bir mezhebi taklîd etmek, o mezhebde olduğunu söylemekle olur Söylemeksizin kalb ile niyyet ederek de olur Mezhebe uymak, m ezheb imâmının sözlerini okuyup öğrenip, yapmak demektir Öğrenmeden, bilmeden ben Hanefîyim, Şâfiîyim demekle o mezhebe girilmiş olmaz Böyle olanlar, hocalara sorarak, ilmihâl kitablarından öğrenerek ibâdet yapmalıdır (İbn-i Âbidîn)
Müctehîd olmayanların dört mezhebden birini taklîd etmeleri lâzımdır Dört mezhebden birine uymayan iş bâtıldır Dört mezhebden başkasını taklîd etmek câiz değildir Bugün Muhammed aleyhisselâmın dînine uymak bu dört mezhebden birini taklîd etmekle o lur Mes'elelerin, delîllerini bilmek lâzım değildir Delîlini anlamak müctehidin vazîfesidir Bir mezhebi taklîd eden, bağlanan için delîl, mezheb imâmının sözleridir (Abdülganî Nablüsî)
Herkes dört hak mezhebden kendine kolay gelen mezhebi seçer Onun kitablarını okur, öğrenir Her işini bu mezhebe uygun yapar O mezhebi taklîd etmiş olur O mezhebden olur Herkese anasından, babasından işittiğini, gördüğünü öğrenmek kolay geleceği için, müslümanlar, analarının-babalarının mezhebinde olmaktadır Bir mezhebden çıkıp diğerine girmek câiz ise de, yenisini öğrenmek için senelerce çalışmak lâzım olur ve önceki mezhebini öğrenmek için yaptığı çalışmaları boşuna gitmiş olur Hem de es kileri ile yeni bilgileri karıştırarak şaşırabilir Bunun için fıkıh âlimleri, câhillerin (fıkıh bilgisi olmayanların) başka mezhebi taklîd etmelerini men etmişler, harâc, meşakkat olmadıkça mezheb taklid etmelerine izin vermemişlerdir Bir mezhebi beğenmiyerek ondan çıkmak hiç câiz olmaz Çünkü Selef-i sâlihîni techîl etmek (câhil bilmek), beğenmemek küfr olur (Muhammed Hasen Fârûkî, Abdurrahmân Silhetî)
3 Kendi mezhebine göre yapmasında harâc (meşakkat) veya zarûret bulunan bir şeyi yapabilmek için bu işi başka mezhebin şartlarına uyarak yapmak
Kendi mezhebinde yapamadığı bir işi başka mezhebi taklîd ederek yaptığında o mezhebde bu iş için olan farzları, vâcibleri de yapması, müfsidlerinden (o şeyi bozan şeylerden), haramlarından sakınması lâzımdır Bunun için o mezhebdeki lâzım olan şeyler i de öğrenmesi gerekir (Abdülganî Nablüsî, Abdurrahmân Silhetî)

Taklîdî Îmân:
İnanılacak şeylerde düşünmeden anlamadan, yalnız başkasından işiterek inanma, îmân etme (Bkz Îmân)

TAKRÎR:
Anlatma, anlatım, bir âlimin kitâbdan okuyarak îzâh ve açıklamalarda bulunması
Pâdişâhın huzûrunda yapılan huzur dersleri; Ramazan ayının ilk gününden başlamak ve sekiz derste sona ermek üzere, "mukarrir" adı verilen zamânın tanınmış âlimleri tarafından takrîr olunurdu (Abdurrahmân Şeref)

TAKRÎRÎ SÜNNET:
Peygamber efendimizin, görüp de mâni olmadığı şeyler (Bkz Sünnet)

TAKSÎRÂT:
Günâhlar, kabahatlar, kusûrlar
Bâzı kimseler Allahü teâlânın emrettiği ibâdetleri îfâ ediyorsa (yerine getiriyorsa) da, diğer taraftan nehy (yasak) ettiği şeylerden kendilerini alamayarak, günâh işlemekten vazgeçmezler Bu gibilerin, tâatleri îfâ ettikleri için, kulluk yapmakta ta ksirâtları yok ise de, günâh bataklığına atıldıklarından dolayı da Allahü teâlânın emirlerine karşı gelmekle cezâlandırılmaktan kurtulamazlar (İmâm-ı Mâverdî)

TAKSİT:
Bir borcun belli zamanlarda ödenmesi
Taksitle satışın câiz olması için, taksit ödeme târihlerinin ve her taksitte ödenecek miktarların belli olmaları lâzımdır Eline geçtikçe verirsin, ne zaman verirsen ver şekliyle taksitle satış sahîh (mûteber, geçerli) olmaz (Ali Haydar Efendi)
Paranın bir miktârını peşin ve geri kalanını müsâvî (eşit) miktârlarda taksitle ödemek için yâhut peşinsiz hepsini belli zamanlarda müsâvî taksitlerle ödemek için sözleşerek bir şeyi satın almak câizdir (İbn-i Âbidîn)
Mevcûd parası olan kimsenin taksitle mal almasında mahzûr yoktur Borcunu taksit zamanlarında ödemesi lâzımdır Ödünç alınan borcu ise, parası olunca hepsini derhâl ödemesi lâzımdır (Fetâvây-ı Hindiyye)

TAKTÎR:
Nafakada (yeme-içme, giyme ve meskende) ihtiyaçlarından kısıp, çok mal ve para biriktirmek
Nafakada yâni yeme-içme, giyinme ve barınacak yerde, zarûret (ölmemek, bir uzvu telef olmamak için lâzım olan şey) miktârına râzı olup, daha çok istememek kanâattir Güzel huydur Yoksa mal ve para biriktirmek için bir şey almamak demek değildir Fak at taktîr ise, kötü bir huy olup, aklın ve İslâmiyet'in beğenmediği bir şeydir (Muhammed Hâdimî)

TAKVÂ:
Allahü teâlâdan korkarak, haramlardan (yasaklardan, günâhlardan) sakınmak Harama düşmemek için, şüphelilerden (haram veya helâl olduğu belli olmayan şeylerden) sakınmaya ise verâ denir Bu bakımdan, haramlardan daha çok sakınma derecesi olan verâ da takvânın mânâsı altına girer (Bkz Verâ)
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ o takvâ sâhiplerini sever (Âl-i İmrân sûresi: 76)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Yâ Rabbî! Bana ilim, hilm, takvâ ve âfiyet ihsân eyle" duâsını çok söylerdi Duâda geçen ilimden maksad fâideli ilim, yâni îmân, ibâdet, amel ve ahlâk bilgileridir Hilm ise, yumuşaklık demektir Âfiy etten murâd; dînin ve îtikâdın, bozuk inançlardan, işlerden, nefsin isteklerinden, kalbin vesvese ve şüphelerinden, bedenin hastalıklarından kurtulmasıdır (Berîka-Muhammed Hâdimî)
Bütün iyiliklerin temeli takvâdır (Hâdimî)
Dünyâda felâketlerden, âhirette Cehennem'den, ateşte yanmaktan kurtulmak için iki şey lâzımdır: Emirlere sarılmak, yasaklardan sakınmak! Bu ikisinden en büyüğü, daha lüzumlusu, yasaklardan sakınmak yâni verâ ve takvâdır (İmâm-ı Rabbânî)
Verâ ve takvâyı tam yapabilmek için, mübahları lâzım olduğu kadar kullanmalı, zarûret miktârını aşmamalıdır Bu kadarını kullanırken de, kulluk vazîfelerini yapabilmek için kullanmaya niyyet etmelidir Bir insan, mübah, yâni dînin izin verdiği şeyler den, her istediğini yapar, mübahları aşırı derecede işlerse, şüpheli şeyleri yapmağa başlar Şüpheliler ise, haram olanlara yakındır İnsan, bir gün harama düşebilir (İmâm-ı Rabbânî)

Takvâ Ehli:
Takvâ sâhibi Allahü teâlâdan korkarak haramlardan sakınanlar
Hâli ile sana fayda vermeyen kimseyle arkadaş olma Takvâ ehlinin, haramlardan kaçanın kölesi, hizmetçisi ol Onu sev Belki Allahü teâlâ bu vesîle ile seni onların arasına katar (Alvân Hamevî)

TAKVÎM:
Zamânı; sene, ay, hafta, gün ve saat gibi sâbit bölümlere ayıran, dînî-millî gün ve bayramları gösteren cetveller
Ramazân-ı şerîfin birinci gününü anlamakta takvimlere güvenilmemelidir Çünkü oruç, gökte yeni ayı görmekle olur Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Hilâli görünce oruca başlayınız!" buyurdu Hâlbuki hilâlin doğması, görmekle değil, hesablad ır ve hesap sahîh (doğru) olup, hilâl hesâbın bildirdiği gece doğar Fakat, o gece görülmeyip, bir gece sonra görülebilir ve oruca, hilâlin doğduğu gece değil, görüldüğü gece başlamak lâzımdır Çünkü dînimiz böyle emir buyurmuştur (İbn-i Âbidîn)
Gökte, Ramazân-ı şerîf hilâlini aramak, bir ibâdettir Ramazân-ı şerîfin başlangıcını önceden haber vermek, İslâmiyet'i bilmemek alâmetidir Kurban bayramının birinci günü de, Zilhicce ayının hilâlini görmekle anlaşılır Zilhicce ayının dokuzuncu Are fe günü, hesâbla, takvîmle anlaşılan gün veya bundan bir gün sonra olur Bundan bir gün önce olamaz (M Sıddîk Gümüş)
Namazın sahîh olması için, vakti girdikten sonra kılınması ve vaktinde kılındığını bilmek şarttır Vaktin girdiğinde şüpheli olarak kılıp, sonra vaktinde kılmış olduğunu anlarsa, bu namazı sahîh olmaz Vaktin bilinmesi vakitleri bilen âdil bir müslüm anın okuduğu ezânı işitmekle olur Ezânı okuyan âdil değil ise (veya âdil müslümanın hazırladığı takvîm yoksa) kendisi vaktin girdiğini araştırıp, kuvvetli zan edince kılmalıdır (İbn-i Âbidîn)

TALÂK:
Nikâh bağını çözmek; nikâh akdini (sözleşmesini), belli sözlerle derhal veya geleceğe bağlı olarak sona erdirmek Şer'î (dînî) nikâhta, boşama hakkı olanın, nikâhlı olduğu kişiyi boşaması
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey Peygamber (ve O'na ümmet olanlar)! Kadınlara talâk vermek istediğinizde, onlara (âdet hâllerinden) temizlendiklerinde talâk verin ve iddeti (üç hayzdan temizlenme müddetini) sayın Rabbiniz olan Allah'tan korkun (Talâk sûresi: 1)
Eğer size itâat ediyorlarsa, artık talâk için yol aramayın (Nisâ sûresi: 34)
Allahü teâlânın izin verip de yapılmasından hoşnûd olmadığı, beğenmediği şey talâktır (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Evleniniz, dînî bir özür bulunmadıkça, talâk vermeyiniz (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Allahü teâlâ talâk kelimesini söylemeğe izin verdiği hâlde söylenmesini hiç beğenmez Sonu pişmanlık olan bu sözü şaka ile söylemek, keskin kılıç ile oynamaya benzer Evlilik seâdetini yıkan bu zararlı sözü insanların dillerine almamaları için Allah ü teâlâ bâzı cezâlar koymuştur (Saideddîn-i Fergânî)
Talâk olması için önce, dînen geçerli olan nikâhın bulunması lâzımdır İslâm nikâhı bulunmayan iki eş arasında talâk olmaz Talâk veren erkeğin akıllı, bâliğ (ergenlik çağına, evlenme yaşına ulaşmış) ve uyanık olması lâzımdır Delinin, çocuğun, bunağ ın, baygının, uyuyanın ve medhûşun yâni hastalık veya kızgınlık sebebi ile aklı yerinde bulunmayanın söylemesi ile talâk vâki olmaz (Alâüddîn Haskefî)
Erkeğin zevcesine (hanımına) karşı vazîfelerinden biri de zevcesini boşamamaktır Allahü teâlâ, mubahlar yâni izin verdiği şeyler içinde yalnız talâk vermeği sevmez Zarûret olmadıkça, birini incitmek câiz değildir (İmâm-ı Gazâlî)

Talâk-ı Bâin:
Boşanmada kullanılan sözleri söyler söylemez evliliği sona erdiren boşama Zevceye yaklaşmadan önce veya yaklaştıktan sonra beynûneti yâni ayrılığı ifâde eden kinâyî yâni açık olmayan bir söz ile yapılan veya sarîh yâni açık bir söz ile yapılıp da aç ıkça veyâ işâretle üç adedine bağlı bulunan veya zevcenin (hanımın) ödeyeceği bir bedel karşılığında (kadının isteğiyle bir bedel üzerinde anlaşarak) veya üç talâk ile veya "benden bâinsin" gibi çokluk ve şiddet bildiren kelime ile veyâ ric'î talâk ile boşadığı zevcesine iddet (üç âdet müddeti) içinde yeniden dönmediği takdirde meydana gelen boşama
Vaty etmediği (cinsî münâsebette bulunmadığı) zevcesine "Seni boşadım" derse veya vatydan sonra "Sen bâin olarak boşsun" veya "Sen elbette boşsun" veya "Şiddetli talâk" gibi çokluk bildiren kelime ile boşarsa, bir talâk-ı bâin ile boşamış olur Bunla rı söylerken iki veya üç kere "üç kere boşsun" deyince, üç kere bâin boşamış olur Nikâh derhâl bozulur (Ahmed Zühdü)
Talâk-ı bâinde verilen talâk bir veya iki ise, ayrılışa, beynûnet-i suğrâ denir Derhâl veya ileride iki tarafın rızâsı ile iki şâhid ile tecdîd-i nikâh (nikâhın yenilenmesi) câiz olur Bunda evlilik son bulmakla birlikte iki tarafın rızâsı ile iki ş âhid ile nikâh akdi yenilenir) Bâin talâk, üç talâk hakkının kullanılmasıyla olmuş ise, buna beynûnet-i kübrâ (büyük ayrılık) denir Bunda tarafların rızâsı olsa da nikâh yenilenemez (M Zihni Efendi)

Talâk-ı Ric'î:
Geri dönülebilen talâk Zevceye yaklaştıktan sonra, sarîh (açık) veya işâretle, üç adedine veya bir ivaza (bedele, karşılığa) bağlı olmaksızın ve beynûnete yâni ayrılığa delâlet eden (gösteren) bir sıfatla sıfatlanmamış ve bir şeye teşbîh edilmemiş ( benzetilmemiş), gerek sarîh (açık), gerekse talâk-ı ric'îyi gerektiren kinâyî (açıkça boşamaya delâlet etmeyen) lafızlarla verilen talâk
Talâk-ı ric'îde zevc (koca), kadının iddet (üç âdet müddeti) zamânı içinde, söz ile veya fiilen eski nikâhına rücû edebilir (dönebilir) Evliliği devâm eder Şâhid lâzım olmaz ise de, iki âdil şâhide haber vermesi müstehâb (iyi) olur (İbn-i Âbidîn)
Ric'î talâkta, eğer erkek hanımına dönmezse, nikâh; iddet (üç hayz yâni âdet) müddeti bitince bozulur (Ahmed Zühdü)

Talâk-ı Selâse:
Bir sözü üç kere veya daha fazla sayı söyleyerek, erkeğin zevcesini (hanımını) boşaması Bu durum bir anda olduğu gibi, ayrı ayrı zamanda da olabilir
Talâk-ı selâse ile boşanan kadın, bir başkası ile evlenip boşanmadıkça, eski kocası bununla evlenemez (İbn-i Âbidîn)

Talâk Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin altmış beşinci sûresi
Talâk sûresi on iki âyet-i kerîme olup, Medîne-i münevverede nâzil oldu (indi) Boşanma konularından bahsettiği için bu adı aldı Sûrenin başında İslâm âile hukûkunun boşanma konusundaki hükümleri, sonunda da, Allahü teâlânın bildirdiği hak yoldan ay rılan eski kavimlerin uğradıkları cezâlar ve Muhammed aleyhisselâma inanıp hayırlı işler yapanlara verilecek âhiret nîmetleri bildirilmektedir (Fahreddîn-i Râzî, Kurtubî, İbn-i Abbâs)
Talâk sûresinde Allahü teâlâ meâlen buyurdu ki:
(Boşanan) o kadınları, gücünüzün yettiği kadar ikâmet ettiğiniz yerin bir kısmında oturtun Onları sıkıştırıp gitmelerini sağlamak için zarar vermeye kalkışmayın Eğer hâmile iseler, doğum yapıncaya kadar nafakalarını verin Sizin için çocuğu emzirirlerse, onlara ücretlerini verin, bu hususta aranızda uygun bir şekilde müşâvere edin (anlaşın) Eğer güçlüğe uğrarsanız (ya baba ücretten korunmak, yâhut ana emzirmemek gibi sûretlerle) o hâlde (çocuğu) onun (babasının) hesâbına bir başka kadın emzirecektir (Âyet: 6)

TALEB:
İstemek, aramak
İlim Çin'de de olsa, taleb ediniz (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Her müslüman kadın ve erkeğe ilim taleb etmek (ilmihâlini öğrenmek) farzdır (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Taleb (aramak), kavuşmanın müjdecisidir Yanıp yakılmak da, kavuşmanın başlangıcı demektir Büyüklerden biri buyuruyor ki: "Vermek istemeseydi, taleb vermezdi" Taleb ni'metinin kıymetini bilip, elden kaçmasına sebeb olacak şeylerden sakınmalıdır İs teğin gevşememesine ve ateşin soğumamasına dikkat etmelidir Bu ni'metin elden çıkmamasına en çok yarayan şey buna şükr etmektir (İmâm-ı Rabbânî) İlim meclislerinde aradım kıldım taleb, İlim geride kaldı, ille edeb, ille edeb
(Yûnus Emre)

TÂLİB:
Taleb eden, isteyen
Yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehberden ders alan talebe, öğrenci
Tâlib sâdık olunca, zikr ve teveccüh olmasa dahi yalnız ihlâsı ve muhabbeti ile ilerler (Muhammed Ma'sûm)
Tâlib, niyyeti ve işleri, ne kadar hâlis ve iyi olsa da, kendini kusurlu ve kabahatli bilmelidir Tasavvuf yolunda ele geçen nîmetlere, hâllere, zevklere güvenmemeli, ne kadar doğru ve şerîate uygun olsalar da, bunlara özenmemelidir (Muhammed Bâki-billâh)
Tâlib, kâmil ve mükemmil olan (yâni yetişmiş ve yetiştirebilen) bir rehberi ele geçirebilirse, bütün arzûları, istekleri, onun eline bırakmalı, ölü yıkayıcının elinde teneşirdeki meyyit (ölü) gibi olmalıdır (İmâm-ı Rabbânî)
Tâlib, sâdık olmalıdır Sözünün eri olan tâlibin sol omuzundaki melek, yirmi sene içinde yazacak bir şey bulamaz (Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr)
Tâliblerin üç husûsa dikkat etmeleri lâzımdır: 1) Her ne kadar kendisinden evliyânın yanında makbul bir amel dahi meydana gelse yine kendisine enâniyyet (benlik) varlık gelmeyip, kendisini kusurlu görmeli, hizmet etmeye çalışmalı 2) Her ne kadar ken dinden red olunacak bir amel meydana gelse, ümitsiz olmayıp gönlünü muhâfaza etmeli 3) Her ne buyurulursa, hizmeti yerine getirmeye candan gayretle çalışmalı, maksada kavuşmaya bakmalıdır (Mevlânâ Abdülazîz Buhârî)


TALLÂHİ:
Allahü teâlânın ism-i şerîfinin başına "te" harfi getirilerek yapılan yemin sözü (Bkz Yemîn)
Yemîn ya harf ile veya kelime ile olur Allahü teâlânın isminin başında (be, te, ve) harflerinden biri söylenip, ismin sonu esre okunursa yâni billâhi, tallâhi, vallahi denirse yemin olur Yemin, yalnız Allahü teâlânın isimleri ile olur Başka şeyler le müslüman yemini olmaz (Alâüddîn-i Haskefî, İbrâhim Halebî)

TALMÛD:
Yahûdîlerin Tevrât'tan sonra mukaddes kabûl ettikleri, sözlü emirlerin toplandığı Mişnâ ve Gamâra olmak üzere iki kısımdan meydana gelen kitap
Yahûdîlerin Tevrât'tan sonra mukaddes kitabları Talmûd'dur Yahûdîlere göre; Mûsâ aleyhisselâm Tûr-i Sînâ'da (Tûr dağında) Allahü teâlâdan işittiklerini Hârûn'a, Yûşa ve El-Ye'âzâr'a aleyhimüsselâm bildirmiş Bunlar da sonra gelen peygamberlere ve ni hayet mukaddes Yehûda'ya bildirmişler, bu da mîlâdın ikinci asrında bunları kırk senede bir kitâb hâline getirmiş, bu kitâba Mişnâ denilmiştirMîlâdın üçüncü asrında Kudüs'te ve altıncı asrında Bâbil'de Mişnâ'ya birer şerh yazılmış, bu şerhlere Gamâr a denilmiştir İki Gamâra'dan birini Mişnâ ile bir kitab hâline getirip bu kitaba Talmûd demişlerdir Kudüs Gamâra'sından gelene Kudüs Talmûdu, Bâbil Gamâra'sından gelene Bâbil Talmûdu demişlerdir (Necef Ali Tebrîzî)
İsrâiloğulları kendi yazdıkları din kitabına uydular Mûsâ aleyhisselâmın Tevrât'ını terk ettiler" hadîs-i şerîfi, şimdi yahûdîlerin elinde bulunan Talmûd, Mişnâ ve Gamâra'nın Mûsâ aleyhisselâmın kitabı olmadığını haber vermektedir (Taberânî ve Rahmetullah Efendi)
Bâbil Talmûdu, Kudüs Talmûdu'nun üç misli daha uzundur Yahûdîler, Bâbil Talmûdu'nu Kudüs Talmûdu'ndan daha üstün tutarlar Her yahûdî, din eğitiminin üçte birini Tevrât, üçte birini Mişnâ ve üçte birini de Talmûd'a ayırmak mecbûriyetindedir Hahamla r, Talmûd'da, bir kimse kötü bir şeye niyet etse onu yapmasa bile günahkâr olacağını bildirmişlerdir Onlara göre hahamların nehy (yasak) ettiği bir şeyi yapmaya niyet eden kişi necs, pis olur Bu inançların kaynağı olan Talmûd'a müslümanlar Ebü'l-Encâs (Necâsetlerin babası) demiştir Yahûdîler, Talmûd'a inanmayan ve onu kabûl etmeyeni yahûdî saymazlar (M Sıddîk Gümüş)
Talmûd, müneccimliğin (yıldızlara bakarak geleceğe âit hüküm vermenin) insan hayâtına hükmeden bir ilim olduğunu bildirmektedir Talmûd, sihr ve kehânetlerle doludur (Ali bin Hasen)

TÂLÛT:
İsrâiloğullarının hükümdârlarından
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Vakta ki Tâlût askeriyle (Kudüs-i şerîften cihâd için) ayrıldı (Nebînin haber vermesiyle yâhut ilhâmla askerlerine) dedi ki: "Şübhesiz, Allah sizi bir ırmakla imtihân edicidir Kim ki ondan (Kana kana) içerse, benden (teb'amdan) değildir Kim ki ondan içmezse, o bendendir Eliyle bir avuç içenler müstesnâ (Bekara sûresi: 249)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Bedr günü Eshâb-ı kirâmına; "Bugün siz Tâlût'un (söz dinleyen) eshâbı (arkadaşları) adedincesiniz Onlar mü'min idiler" buyurdu (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
İşmoil aleyhisselâm, Allahü teâlânın emriyle Tâlût'u hükümdâr tâyin etmişti Tâlût, Filistinliler ve Amâlika kavmi ile harb edip, gâlib geldi Tâlût'un askeri arasında bulunan Dâvûd aleyhisselâm on sekiz yaşında idi Filistin ordusundaki cesûr ve çok kuvvetli olan Câlût'u öldürdü İşmoil aleyhisselâm, Tâlût'un yerine Dâvûd aleyhisselâmı hükümdâr yaptı O sırada Tâlût harbde öldü Kırk sene hükûmet sürdü Yerine Dâvûd aleyhisselâm melik oldu (Taberî-İbn-ül-Esir)

TAM FENÂ:
Allahü teâlâdan başka her şeyi unutma, mutlak fenâ (Bkz Fenâ)
Kul kendi nefsini düşünmekten büsbütün kesilmedikçe Rabbini düşünemez Allahü teâlânın sevgisi onun kalbine yerleşemez Bu büyük nîmet ancak tam fenâ hâsıl olduktan sonra elde edilebilir (İmâm-ı Rabbânî)

TAM ŞEHÎD:
Allah yolunda canını fedâ eden; dînini, vatanını, bayrağını, nâmusunu müdâfaa ederken ölen, haksız yere öldürülen müslüman (Bkz Şehîd)
Tam şehîd, dünyâda yıkanmaz, kefene sarılmaz Kefen miktârından fazla olan elbisesi soyulup, çamaşırı ile defnolunur Cenâze namazı Hanefî mezhebinde kılınır Şâfiî mezhebinde kılınmaz Âhirette de şehîd sevâbına kavuşurlar (İbn-i Âbidîn)

TAM TEMİZLİK:
Sıhhatli bir kadının âdet zamânından sonra başlayan, on beş gün veya daha fazla devâm eden temizlik (Bkz Sahih ve Hükmî Temizlik)
İki hayz (âdet) arasında tam temizlik bulunması lâzımdır (İbn-i Âbidîn)

TAMA':
Aç gözlülük, dünyâ malına aşırı düşkünlük
Tama'ın en kötüsü insanlardan beklemektir Kibre, ucba (kendini beğenmeye) sebeb olan, nâfile ibâdetleri ve âhireti unutturan mubâhları (dinde izin verilen şeyleri) yapmak da tama' olur Tama'ın zıddına, aksine tevfîz denir Tevfîz ise, helâl ve fâid eli şeyleri kazanmaya çalışıp da, bunlara kavuşmağı Allahü teâlâdan beklemektir (M Hâdimî)
Şeytan, riyâyı ihlâs olarak ve tama'ı da tersi olarak göstererek insanı aldatmağa çalışır Şeytan köpek gibidir Köpek kovalayınca kaçar ise de, başka taraftan yine gelir Nefs kaplan gibidir Saldırması, ancak öldürmekle biter (İmâm-ı Rabbânî)

TA'N ETMEK:
Kötülemek, dil uzatmak
Mü'min ta'n etmez, kimseye dokunmaz, lânet etmez Fâhiş söz söylemez ve kimseyi yermez (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Belli bir mü'minin ayıbını, ta'n etmek için arkasından söylemek gıybet olur Gıybet harâmdır Kapalı söylemek, işâret ile, hareket ile bildirmek, yazı ile bildirmek de hep söylemek gibi gıybettir Gıybet olunan mü'min bunu işitirse üzülür (Hâdimî, Yûsuf Sinânüddîn)

TANRI:
Ma'bûd, tapılan şey, ilâh
Allahü teâlânın isimleri tevkîfîdir, yâni İslâmiyet'te bildirilen isimleri söylemek câiz olup, bunlardan başkasını söylemek câiz değildirMeselâ Allahü teâlâya alîm denir Fakat, âlim demek olan fakîh denmez Çünkü, İslâmiyet, Allahü teâlâya fakîh de nileceğini bildirmemiştir Bunun gibi, Allah adı yerine, tanrı demek câiz değildir Çünkü tanrı; ilâh, ma'bûd demektir Meselâ "Hindûların tanrıları öküzdür" denilmektedir "Birdir Allah ondan artuk (başka) tanrı yok" denebilir Başka dillerdeki Dieu, Gott ve God kelimeleri de, ilâh, ma'bûd mânâsına kullanılabilir Allah adı yerine kullanılamaz Kur'ân-ı kerîmde; "Benim ismim Allah'tır Beni Allah diye çağırınız Allah diye ibâdet ediniz Allah diye yalvarınız" meâlinde birçok âyet-i kerîme vardır O'na, kendi istediği ismi söylemeyip de, kâfirlerin, O'nun en sevmediği, mâbûdlarına koydukları tanrı ismi ile O'nu çağırmak, ne kadar yanlış ve ne büyük inâd olduğu meydandadır (M Sıddîk bin Saîd)

TARAFEYN:
İki taraf; İmâm-ı a'zam ile talebelerinden İmâm-ı Muhammed'in bir mes'elede reylerinin (ictihâdlarının) aynı olması sebebiyle ikisine birden verilen isim
Bir vakıf, mescid harâb olup tâmir eden bulunmaz ise veya etrâfında ev, insan kalmayıp kullanılmaz ise de, Tarafeyne göre yine vakıf olarak kalır İmâm-ı Ebû Yûsuf'a (raleyh) göre hâkimin izni ile satılıp, parası aynı cinsten olan başka bir vakfa sa rfedilir (İbn-i Âbidîn)
Tarafeyne göre, nass (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf) olan yerde örf ve âdet mûteber değildir (Abdülganî Nablüsî)

TÂRIK SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin seksen altıncı sûresi
Târık sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi) On yedi âyet-i kerîmedir İsmini ilk âyet-i kerîmede geçen ve parlak bir yıldız mânâsına gelen Târık'tan alır Sûrede; insanın yaratılışı, kıyâmet gününün zorluğu, Kur'ân-ı kerîmin hak ile bâtılı ayıran kelâm- ı ilâhî olduğu bildirilmektedir (Râzî, Kurtubî)
Târık sûresinde meâlen buyruldu ki:
Gizlenen işlerin ortaya döküldüğü hesâb gününde insan için Allahü teâlâdan başka ne bir kuvvet vardır, ne de bir yardımcı (Âyet: 10)
Kim Târık sûresini okursa, Allahü teâlâ ona gökteki yıldızların adedinin on katı sevâb verir (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

TARÎKAT:
Tasavvuf yolu; insanları mânen olgunlaştırmak, terbiye etmek, yetiştirmek için, tasavvuf büyüklerinin tâkib ettikleri yol
Hicrî beşinci asırdan îtibâren sistemleşmeye başlayan tarîkatların fert ve cemiyet hayâtında büyük te'sirleri olmuştur İnsanlara; her şeyin Allah rızâsı için yapılması gerektiğini anlattılarRiyâ ve gösterişten uzak, yüksek karakterli insanlar olma larına yardımcı oldular Benlik dâvâsından ve kendini beğenmişlikten kurtardılar Birlik ve berâberliğe kavuşmuş cemiyetler meydana getirdiler İslâmiyet'in yayılmasında bilfiil hizmet gören tarîkat mensûbu zâtlar, dünyânın birçok yerlerine dağılıp, insanların İslâmiyet'le tanışmalarına sebeb oldular (İslâm Târihi Ansiklopedisi)
Tarîkatların çeşitli isimler alması, başka başka olmalarından değildir Aynı mürşidin (yol gösteren, rehberlik eden âlimin) talebeleri, birbirlerini tanımak ve mürşidleriyle tanınmak için bulundukları yola mürşidlerinin (hocalarının) ismini vermişler dir (Abdullah-ı Dehlevî)
Son zamanlarda tarîkat diyerek birçok şeyler uyduruldu Hakîkî İslâm âlimlerinin ve Peygamber efendimizi görüp, O'nun sohbetinde yetişen Eshâb-ı kirâmın bildirdikleri doğru yol unutuldu Dinde câhil olanlar, hattâ İslâmiyet'in emirlerine açıkça uymay anlar, şeyh ve tarîkatçı ünvânı alarak, zikir ve ibâdet adı altında, dînimizin yasak ettiği birçok günâhları işlediler (Abdülhakîm Arvâsî)

TA'RÎZ:
Üstü kapalı ve dokunaklı söz; kapalı îtirâz etmek; bir tarafı gösterip diğer tarafı kasd etmek
Gıybet, açıkça söylemek sûretiyle olduğu gibi fiille, ta'rîzle, yazıyla, hareketle ve işâretle de olur Göz kırpmakla, elle işâret etmekle de olur Hazret-i Âişe buyurdu ki: "Bizim yanımıza bir kadın geldi Kadın çıkıp giderken ona elimle kısa boylud ur diye işâret ettim Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem: "Sen onun gıybetini yaptın" buyurdu (Ebü'l-Leys Semerkandî)
Bir kimse, diğer bir şahsın sözü geçince, onu kastederek; "Bizi şu şu ayıplardan kurtaran Allahü teâlâya hamdolsun" derse, ta'rîz yoluyla onu gıybet etmiş olur (İbn-i Âbidîn)
İhtiyaç ve zarûret yokken ta'rîz câiz olmaz Çünkü ifâdede yalan bulunmasa da yalanı akla getirebilir Böyle olunca da mekruh olur (Seyyid Alizâde)

TÂRÛH:
İbrâhim aleyhisselâmın asıl, öz babası
Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden anlaşıldığı ve binlerce İslâm âliminin kitâbında yazıldığı üzere Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem anaları ve babaları arasında bulunmakla şereflenen bahtiyârların hepsi; zamanlarının ve memleketle rinin en asîl, en şerefli, en cemîl, en temiz zâtları idi Hepsi azîz, mükerrem ve muhterem idi İbrâhim aleyhisselâmın babası Târûh da mü'min olup, fenâ ahlâktan ve âdî, çirkin sıfatlardan uzak idi Kâfir olan Âzer, babası değil, amcası idi (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
En'âm sûresinin meâl-i şerîfi; "İbrâhim (aleyhisselâm) babası Âzere dediği zaman" olan yetmiş dördüncü âyet-i kerîmesine açık mânâ verilmez Çünkü Âzer kelimesi baba kelimesinin atf-ı beyânıdır Yâni açıklayıcı bir lafızdır İbrâhim aleyhisselâm iki kimseye baba demektedir Birisi kendi babası olan Târûh, diğeri baba dediği amcası veya üvey babası Âzer idi (Beydâvî ve Seyyid Abdülhakîm)
Âzer'in amca olduğunu Ehl-i kitâb ve târihçiler söz birliği ile bildirmişlerdir Âzer'in baba olmadığını, İbrâhim aleyhisselâmın babasının Târûh olduğunu İbn-i Abbâs da radıyallahü anhümâ bildirdi (İmâm-ı Süyûtî)
Âzer, İbrâhim aleyhisselâmın üvey babasıdır Kendisi çocuk iken ölen asıl babası Târûh'tur Âzer put yapan bir san'atkâr idi İbrâhim aleyhisselâm daha çocuk iken putlara ibâdet edilmeyeceğini anlamış, üvey babasının yaptığı putları parçalamış ve bul undukları memleketin yâni Bâbil'in hükümdârı olan Nemrûd'u îmâna dâvet etmiştir (Senâullah Dehlevî, Süyûtî)

TASADDUK:
Sadaka vermek Yâni Allahü teâlânın rızâsı için fakirlere ve ihtiyâcı olanlara para, mal vermek (Bkz Sadaka)
İnsanlar tasadduk ettiği şeyi, Allah rızâsı için verirse, Hak teâlâ hazretlerine verilmiş gibi sayılır ki, mukâbilinde (karşılığında) bin sevâb (pekçok sevab) alır (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Ödünç vermek, tasadduk etmekten on sekiz derece daha fazîletlidir (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Tasadduk etmek nâfile ibâdettir Zekât vermek, borç ödemek ve birinin hakkını iâde etmek ise, farzdır (Süleymân bin Cezâ)

TASARRUF:
1 İdâreli kullanma, sarfetme Tutumlu olma; harcamada isrâftan ve cimrilikten sakınıp orta yolu seçme
Sadaka vererek rızkınızı çoğaltınızZekât vererek mallarınızı koruyunuz İktisâd eden, tasarrufa riâyet eden aldanmaz Tedbirli düzenli yaşamak, geçimin yarısıdır İnsanlarla iyi geçinmek, aklın yarısıdır (Câfer-i Sâdık)
2 İdâre etme, hükmetme
Allahü teâlâ mülkünde tasarruf ediyorMülkünde tasarruf etmesinde zulüm düşünülemez Çünkü zulüm, izni olmadan başkasının mülkünde tasarruftur (İmâm-ı Gazâlî)
3 Bir velînin Allahü teâlânın izniyle sevdiklerini mânen yetiştirmesi, düşmanlarını ise cezâlandırması
Yaratılışı, kalb ve rûh mertebesine kadar olan kimseyi tasarrufu kuvvetli olan pîri, daha yüksek mertebelere ulaştırabilir (İmâm-ı Rabbânî)
Sıddîkiyye yolunda ilerlemek üstâdın tasarrufu, kuvveti ile olur O sevk ve idâre etmedikçe, hiç ilerleyemez Çünkü nihâyetin (sonun) başlangıcında yerleştirilmesi, onun şerefli teveccühü, merhameti ile olur Anlaşılmayan, bilinmeyen hâllere hep onun üstün, başarılı idâresi ile kavuşulur (İmâm-ı Rabbânî)
Îtikâdı ve ameli doğrulttuktan, bu iki kanadı ele geçirdikten sonra, Allahü teâlâya yaklaştıran yolda ilerlemek sırası gelir Zulmânî ve nûrânî konakları aşmaya başlanabilir Ancak şunu iyi bilmelidir ki, böyle konakları aşarak yükselebilmek ancak yo lu bilen, yolu gören, yol gösteren, yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehberin teveccühü ve tasarrufu ile olabilir Bunun bakışları kalb hastalıklarına şifâ verir Onun teveccühü yâni kalbini bir kimseye çevirmesi, kötü, çirkin huyları insandan siler süpürür (İmâm-ı Rabbânî)

TASAVVUF:
Ahlâk ve kalb ilmi Kalbi kötü huylardan temizleyip, iyi huylarla doldurmak Kalbde îmânın vicdânileşmesi, yâni Ehl-i sünnet îtikâdının kalbde sağlamlaşması ve şüphe getirici te'sirlerle sarsılmaması, nefs-i emmâreden doğan tenbelliklerin ve sıkıntıl arın giderilip, ibâdetlerde kolaylık ve lezzet hâsıl olması Allahü teâlâ ile olmak, iyi ahlâk edinmek ve dînin emirlerine uymak
Tasavvuf büyüklerinin hepsi, Ehl-i sünnet îtikâdında idi Bid'at sâhiplerinin hiçbiri, Allahü teâlânın ma'rifetine yaklaşamamıştır Evliyâlık nûrları bunların kalblerine girmemiştir (Abdullah-ı Dehlevî)
Tasavvuf ehlinin üç vasfı vardır Toprak gibidir, iyiye de, kötü kimseye de verir Bulut gibidir, her şeyi gölgeler Yağmur gibidir, sevilen kimseyi de, sevilmeyen kimseyi de sular (Harkûşî Abdülmelîk bin Muhammed)
Tasavvuf hâldir, söz değildir, söz ile ele geçmez (Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî)
Tasavvuf, Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uymak, fazla konuşmayı, fazla yemeği ve fazla uykuyu terk etmektir (Alâüddevle Semnânî)
Tasavvuf, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylerin hepsini terketmektir (Ali bin Sehl)
İnsana lâzım olan önce Ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra şerîate (dînin emir ve yasaklarına) uymak, daha sonra tasavvuf yolunda yükselmektir (Muhammed Bâkî-billah)
Şimdiye kadar yedi yüz velî, tasavvufun târifinde türlü sözler söylemişlerdir Bu sözlerin özü, şu noktada toplanabilir: Tasavvuf, vakti, en değerli olan şeye harcamaktır (Ebû Saîd Ebü'l-Hayr)

__________________
Alıntı Yaparak Cevapla