Yalnız Mesajı Göster

Cevap : Borçlar Genel Hukuku Muvazaa Hakkında Genel Bilgi

Eski 11-24-2017   #3
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Borçlar Genel Hukuku Muvazaa Hakkında Genel Bilgi



inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların isbatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz



TC
Yargıtay
1 Hukuk Dairesi



Esas No:2012/10041
Karar No:2012/10686
K Tarihi:

1 Hukuk Dairesi 2012/10041 E , 2012/10686 K


"İçtihat Metni"


MAHKEMESİ : BİNGÖL 1 ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
TARİHİ : 18/02/2011
NUMARASI : 2009/1085-2011/169

Yanlar arasında görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda, yerel mahkemece davanın, reddine ilişkin olarak verilen karar davacı vekilince yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;


Dava; tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir
Mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir




Dosya içeriği ve toplanan delillerden; davacı, çekişme konusu kat irtifakı kurulu 6 nolu meskenini bankadan konut kredisi aldıktan sonra geri iade etmesi konusunda anlaştığı ve bu doğrultuda 28092006 tarihli protokol yaptığı davalıya satış göstermek suretiyle temlik ettiğini, kredi alınıp, borç kapatıldığı ve taşınmaz üzerindeki takyit kalktığı halde davalının taşınmazı geri devretmediğini ve 3 kişilere satma hazırlığı içinde bulunduğunu ileri sürerek tapu iptal ve tescil istekli eldeki davayı açtığı, yargılama sırasında çekişmeli taşınmazın 11112009 tarihinde vekil eliyle dava dışı VG isimli şahsa satış suretiyle devredildiği ve davalının taşınmazla ilgisinin kalmadığı anlaşılmaktadır


Hemen belirtmek gerekir ki; dava açıldıktan sonrada sınırlayıcı bir neden bulunmadığı takdirde dava konusu malın veya hakkın üçüncü kişilere devredilebilmesi tasarruf serbestisi kuralının bir gereği, hak sahibi veya malik olmanın da doğal bir sonucudur Usul Hukukumuzda da ayrık durumlar dışında dava konusu mal veya hakkın davanın devamı sırasında devredilebileceği kabul edilmiş 1086 sayılı HUMK'nun 186 maddesinde (6100 sayılı HMK'nun 125 maddesi) dava konusunun taraflarca üçüncü kişiye devir ve temliki halinde yapılacak usulü işlemler düzenlenmiştir 6100 sayılı HMK'nun 125/1 maddesi; dava açıldıktan sonra davalı, dava konusunu (müddeabihi) bir başkasına temlik ettiği takdirde; davacı taraf seçim hakkını kullanarak, dilerse temlik eden ile olan davasından vazgeçerek davaya devralan kişiye karşı devam edebileceği, dilerse davasına temlik eden kişi hakkında tazminat davası olarak devam edebileceği hükmünü içermektedir Bu durum kendiliğinden (resen) gözetilmesi zorunlu bulunan usul kuralı olup, mahkemece davacı yana seçimlik hakkı hatırlatılarak davaya hangi kişi hakkında devam edeceği sorulmalı, sonucuna göre işlem yapılmalıdır


Somut olayda; mahkemece bu usul kuralının işletildiği ve davacı tarafa 1086 sayılı HUMK'un 186 maddesi hükmü gereğince beyanda bulunmak üzere süre verildiği, davacı vekilinin müvekkili ile görüşmek üzere iki kez mahkemeden süre talep ettiği, ancak beyanda bulunmadığı, sonraki celse mazeret bildirdiği, mahkemece davacı tarafa 3 kez süre verildiği halde beyanda bulunulmadığı ve mazeretin dosyayı sürüncemede bıraktığı gerekçesi ile davacı vekilinin mazeretinin reddedilerek aynı celse davalı tarafın davayı takip edeceğini bildirmesi üzerine karar verildiği görülmektedir
O halde; 6100 sayılı HMK'nun 94 maddesinde düzenlenen kesin süre müessesesi işletilmek suretiyle davacı tarafa 6100 sayılı HMK 'nın 125 maddesi (1086 sayılı HUMK'un 186 maddesi) gereğince seçimlik hakkını kullanmak üzere süre verilmesi, ondan sonra yargılamaya devam edilmesi gerekeceği tartışmasızdır


Öte yandan mahkemece davanın satış vaadi sözleşmesinden kaynaklandığı yönünde nitelendirme yapılarak sonuca gidildiği görülmektedir
Bilindiği üzere; 6100 sayılı HMK'nın 33 (1086 sayılı HUMK 76) maddesi hükmü uyarınca olayları bildirmek taraflara hukuki nitelendirmeyi yapmak ve ona uygun yasal düzenlemeyi tayin ve tespit ederek uygulamak mahkemeye aittir


Eldeki davada, iddianın ileri sürülüş biçimi, dava dilekçesinin içeriği ve dosyada mevcut deliller birlikte değerlendirildiğinde, davacının temlik işleminin inanca dayalı olduğu iddiasına dayandığı anlaşılmaktadır
Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder
Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar
Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır
Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır
Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) Mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez
Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan MKnun 873 maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur Nitekim bu düşünce Hukuk Genel kurulunun 2351990 gün ve l990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir
Öte yandan, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir (Borçlar Kanunu mad81) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirlerBuna dair akit hükümleri de Borçlar Kanununun 19 ve 20 maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır


İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ ifa uğruna edim “ olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamıyacağı izahtan varestedir


Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın; inanç sözleşmelerinin, yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur


İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu; taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nisbi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır


Burada üzerinde durulması gereken husus, taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır Diğer bir anlatımla,sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır
Uygulamada mesele, 521947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir
Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır
Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu,bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “ kötüniyetli ve haksız gizlemeler ”dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde ,mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup,halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamıyacağı, zira Borçlar Kanununun “ müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur ” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamıyacağı,meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Yasasının 18maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile isbatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur


İçtihadı Birleştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü, gerek işleyişi açısından, genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir


Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere;inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan,mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdirBu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir


İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların isbatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz
Somut olaya gelince; mahkemece bu yönde inceleme ve değerlendirme yapılmış değildir


Hal böyle olunca, öncelikle davacı tarafa 6100 sayılı HMK'nun 125 maddesi (1086 sayılı HUMY'nın 186 md) uyarınca seçimlik hakkını kullanmak üzere kesin süre verilmesi, bu husus açıklığa kavuşturulduktan sonra yukarıda değinilen ilkeler gözetilmek suretiyle inançlı işlem yönünde soruşturma yapılması gerekirken, değinilen husus gözardı edilerek ve nitelendirmede yanılgıya düşülerek yazılı olduğu üzere karar verilmiş olması doğru değildir


Davacı vekilinin temyiz itirazları belirtilen nedenlerle yerindedir Kabulüyle hükmün açıklanan nedenlerden ötürü (6100 sayılı Yasanın geçici 3maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK'nın 428maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 04102012 tarihinde oybirliğiyle karar verildi


wwwhukukmedeniyetiorg

__________________
Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır
Alıntı Yaparak Cevapla