Yalnız Mesajı Göster

20.Yy Turkiye Madencilik Sektorune Genel Bakis

Eski 10-09-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

20.Yy Turkiye Madencilik Sektorune Genel Bakis



20 YÜZYIL TÜRKİYE MADENCİLİK SEKTÖRÜNE GENEL BAKIŞ
GİRİŞ
Bu raporda 20Yüzyıl Madencilik Sektörünün kurumlarıyla birlikte gelişmesi, Anadolu’nun Batılaşma Hareketini dikkate alacak şekilde; Cumhuriyet Öncesi Dönem, Cumhuriyet (1923) ile Çok Partili Döneme Geçiş (1950) Arası Dönem, 1950 ile 24 Ocak 1980 Ekonomik Kararları Arası Dönem ve 1980 ile Günümüz Arası Dönemler olarak incelenmiştir
Cumhuriyet öncesi dönemde, Anadolu Madenciliği, Batının bir yandan sınai ürünlerini satabilecek, öte yandan da sınai üretim için ucuz hammadde sağlayacak dış pazarlara açılma politikasına paralel olarak yabancıların kontrolünde kalmıştı İngilizler Susurlukta pandermit, Murgul Bakır İşletmesini, Fransızlar Balıkesir bölgesinde boraks madenlerini, Muğla bölgesinde krom madenini, Balya’da kurşun-çinko madenini, İngiliz, Fransız, İtalyan ve Almanlar Zonguldak Töşkömürü Havzasını işlettiler
Cumhuriyet ile birlikte, Devletçilik politikası kapsamında MTA ve Etibank kurularak Madencilik Sektörünün kurumsallaşması sağlandı, Madenciliğe dayalı Sanayileşmenin alt yapısı hazırlandı, Demir-Çelik Fabrikası kuruldu, krom ve kömür başta olmak üzere maden üretiminde önemli ölçüde artış sağlandı1933 yılından sonra millileştirme politikasıyla çok sayıda maden işletmesi yabancılardan geri alındı
Çok Partili Döneme Geçiş ile birlikte, özel sektörün ve yabancı sermayenin de sıcak bakacağı bir maden kanunu 1954 yılında çıkartıldı 1960-1970 yılları arasında ülkenin siyasi ve sosyo-kültürel yapısındaki olumlu gelişmelere paralel olarak gündeme gelen sanayileşme politikaları doğrultusunda İskenderun ve Erdemir Demir Çelik, Seydişehir Alüminyum, Bandırma Boraks ve Asit Borik, Antalya Ferrokrom, KBİ Samsun Blister Bakır, Çinkur Çinko-kurşun, Kümaş Manyezit Fabrikaları kuruldu 1970’li yıllarda yaşanan petrol krizleri nedeniyle, 1978 yılında 2172 sayılı Yasa ile linyit ruhsatları birleştirilerek havza madenciliğine dayalı Termik Santrallar projelendirildi Bu kapsamda linyit üretimi 5 kat artış gösterdi Aynı Yasa kapsamında tüm Bor sahaları Etibank’a devredildi ve Bor ihracatı 25-30 milyon dolar düzeyinden 250 milyon dolar düzeyine çıktı
1970’li yılların sonunda Gelişmiş ülkeler tarafından uygulanmaya başlanan Yeni Dünya Düzeni kapsamında geliştirilen özelleştirme politikaları, büyük zahmetlerle kurulmuş madencilik sektörüne dayalı sanayiyi olumsuz yönden etkiledi Kurumların idari ve mali yapıları bozularak zarar eden verimsiz işletmeler haline getirilmeye çalışıldı, aramacılık durma noktasına getirildi, özelleştirme kapatma ve yağma, talan politikasına dönüştü, İthalat teşvik edildi1980-1990 arasında planlanan santralların tamamlanması ile birlikte linyit ve elektrik üretiminde önemli ölçüde artışlar sağlandı ancak 1990’lı yıllarda önemli bir gelişme yaşanmadığı gibi o yapılan termik santralar ile birlikte kömür sahaları özelleştirme kapsamına alındı Kamu madenciliğindeki olumsuz gelişmelerin yanında, özel sektöre dayalı Mermer, Seramik, Cam, Çimento ve Endüstriyel Hammaddeler sektörlerinde önemli gelişmeler yaşandı Mermerin 1985 yılında 3213 sayılı Maden Kanunu kapsamına alınmasıyla Mermer İhracatı 25 kat arttı
İşte Madencilik Sektörü, 20yüzyılı neredeyse başladığı gibi sahipsiz bitirdi Gerçekten de Madencilik Sektörü olması gereken yerde midir?Madencilik Sektörü, dönem dönem olduğu gibi siyasi oteritenin teşvik etmesi durumunda yeni bir patlama yapabilir mi? Özelleştirme
Madencilik Sektörünü geliştirebilir mi? Bu soruların cevabı, bu raporda bulunmaya çalışıldı
ANADOLU’NUN BATILAŞMA HAREKETİ
1789 Fransız Büyük İhtilalinin bütün dünyayı etkileyen, özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganlarının taşıdığı anlayış ve Batının yeni düşünce akımları 19 Yüzyıl sonlarında Osmanlı aydınlarının düşüncesinde bir bütün oluşturmuş, Batı uygarlığı ile Türk, İslam, Osmanlı düşüncesi, Fransız İnsan Hakları Bildirgesi ile birleşmiş, İmparatorlukta yepyeni bir kültür ortamı doğurmuştu
19Yüzyılın sonlarına doğru aydınların toplum sorunlarıyla ilgili düşünceleri, sosyal bilimler yönünden batıyı güncel olarak izleyecek düzeydi Toplumdaki sosyal olaylar sonucunda ortaya çıkan gelişmeler ve sosyal sorunlar ile bunların nedenlerinin bilinmeksizin gerçek reformun sağlanmayacağı anlaşılmıştı Bireylerin kendi yetenekleri ile bir sosyal değişimi başaramayacakları görüşü, reformların ancak iyi niyetli devlet adamlarınca yapılabileceği düşüncesini yaratmıştı Temele toplumun bireyden başlayarak eğitilmesi gerçeği konulmuştu Ekonomik yönden “devlet himayeciliği” görüşüne devletin “eğitim himayeciliği” düşüncesi katılarak böylece ileri aydınlar imparatorluktaki sosyal değişim görevinin tümünü devlete yüklemişti Değişik düşüncelere sahip Osmanlı aydınları ağırlıklı olarak demokraside birleşmişlerdi Ancak, ilerici aydınlar Batılaşma hararetinde,Emperyalizmi göz ardı edilmiş bir Batı işbirliğini öngörmüşlerdi
Batılaşma hareketinin asıl itici gücünü, Osmanlı egemen güçleriyle, Batı kapitalizminin kendisi oluşturmaktaydı; Başta sivil-asker bürokrasi artık üründen aldıkları paylarla biriktirilen servetlerini ve canlarını güven altına almak istiyordu İkinci olarak, temel üretim aracı olan toprağın yeni sahipleri eşraf, ayan ve derebeyler fiili olarak el koydukları toprağın hukuksal olarak da mülkiyetini ister olmuştu Batının özel mülkiyete ilişkin hukuk kuralları bunu sağlayacaktı kendilerine Üçünçü olarak, ticaret ve finans kesimleri ile bütünleşen azınlıklar, yabancı uyruklu tacirler, toplumda liberal ekonominin tüm gereklerinin yerine getirilmesini istemekte ve Batılaşmadan bunu anlamaktaydılar
Batılaşmanın bir büyük desteği de Batının asıl kendisidir Çünkü o yıllarda Batı, bir yandan sınai ürünlerini satabilecek, öte yandan da sınai üretim için ucuz hammadde sağlayacak dış pazarlara gerek duymaktaydı Böylece tüm tarafların istekleri bu dönemde birbirine uygun düşüyordu Öyle olunca da, ekonomide liberal uygulamaya geçildi ve Batı kurumlarını topluma aktarmalar reform diye halka sunuldu Bu kapsamda, önce 1838 tarihli Ticaret Andlaşması, 1839 tarihinde Gülhane Hattı Hümayunu, 1856 tarihinde İslahat Fermanı ve 1858 tarihinde de Arazi Kanunnamesi ilan edildi Genç Osmanlılar, Sultan Abdülhamit’ten aldıkları söze dayanarak çok arzuladıkları 1Meşrutiyet yönetimini 10 Aralık 1876 kurmayı başardılar ve Mithatpaşa, Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın da bulunduğu komisyonca hazırlanmış olan “Kanuni Esası” yayınlandı Ancak, Abdülhamit verdiği söze uymayarak çok kısa bir süre sonra meclisi dağıttı Ülkede o günlere değin eşi benzeri görülmemiş bir baskı rejimi de hemen başlamış oldu
İlk meşrutiyet denemesi düşünürlerde sadece özgürlükle uğraşmanın sorunlarına çözüm getirmeyeceği düşüncesini yarattı Çağdaşlaşma doğrultusunda toplum düşünce yönünden hazırlanmayınca olumlu sonuç alınamayacağı düşüncesi ve toplumu kalkındırma için yeni bir düşünce yapısının gerekli olduğu durumu ortaya çıktı
1Meşrutiyet denemesinden sonra, Tanzimat ile açılan okullar ile birlikte medreselerin eski konumlarını koruyarak kalmaları, Batı hukuk sistemleri girerken şeriat mahkemelerinin muhafaza edilmesi ve sanayileşmeyi hedeflerken ekonominin batılılara tanınmış olan haklar ile yerel kaynakların kullanılmasına dayanması üzerine tartışmalar yoğunlaşmaya başladı Bu kapsamda, 2Meşrutiyet denemesi 1908 yılında Genç Osmanlıların yayınlarını okuyarak yetişen genç subayların yaptığı bir darbe ile başladı Darbe yapanlar İttihat ve Terakki Cemiyetini bir siyasi parti olarak iktidara getirdiler İttihat ve Terakki iktidarı bir adım daha atarak İngiliz ve Fransız emperyalizmine karşı “milli iktisat” denemesine girişti, 1914’te kapitülasyonları kaldırıp İmparatorluğun para çıkarma yetkisini Osmanlı Bankasının elinden aldı Tarımı ve sanayii teşvik edecek yeni bir gümrük sistemi kurarak devlet eliyle “milli tüccar” yaratma politikası amaçladı Ancak, bütün bu denemeler başarı sağlayamadı Yarı sömürge toplum yapısı değişmeden olduğu gibi kaldı Hanedana dayanan yöneticilerin yönetimindeki meclislerin işe yaramadığı gerçeği görüldü Fransız ve İngiliz emperyalizmine karşı çıkan İttihat ve Terakki kadroları, sonuçta İmparatorluğu “Alman emperyalizmi ve militarizmi”nin kucağına atmaktan başka bir şey yapamadılar
Osmanlı İmparatorluğu; 1878 Osmanlı - Rus ve Balkan savaşları, 31 Mart Vakası, 2 Meşrutiyetin ilanı, bir oldu bitti ile Birinci Dünya Savaşına girmesi ve hezimete uğraması ile son buldu ve elde kalan son toprak parçasında, Anadolu’da Milli Bağımsızlık Savaşı başladı
• Mustafa Kemal ve arkadaşlarının hedefleyen
• Madencilik sektörü ve Maden Mühendislerinin sorunlarının meslek ve sivil toplum örgütleriyle birlikte çözmeyi hedefleyen
İktidardır
Yukarıda çerçevesi çizilen demokratik bir düzen içerisinde üretken ve aydınlık bir Türkiye'nin yapılandırılması gerektiğine inanan Maden Mühendisleri Odası bu amaç doğrultusunda "Demokrasi Mücadelesini" sürdürmektedir eşrafıyla birlikte, yürüyüp gerçekleştirdikleri bir orta sınıf hareketiydi Bu hareket sonuç olarak emperyalizmin Türkiye’deki nüfuzuna darbe vuran “millici”, ve “antiemperyalist” bir hareket olmuştur Devrimci-milliyetçi kadrolar, bir yandan padişah, saltanat ve hilafeti ortadan kaldırırken ve Cumhuriyet’i ilan ederken, hukuktan eğitime, vatandaşlıktan kılık kıyafete kadar önemli sosya-kültürel değişiklikleri gerçekleştirdi ve emperyalizme karşı verilecek asıl mücadelenin iktisadi bir mücadele olacağını ortaya koydular
Osmanlı İmparatorluğu’nun hezimete uğramasının nedenlerini değerlendiren Mustafa Kemal ve arkadaşları, “Hezimetin asıl nedeninin, sanayi alanında önemli mesafeler almış olan ülkelerle, tarımsal gelişmeyi dahi tamamlayamamış olan bir ülkenin mücadele edemeyeceği ve başarı sağlayamayacağı” tespitinde birleşmişlerdi Üstyapıda yapılacak değişikliklerin hayata geçirilebilmesi için altyapının da bu doğrultuda hazırlanması düşüncesi hakim olmaya başladı
1923 yılında, İzmir’de gerçekleştirilen İktisat Kongresinde izlenecek ekonomik politikanın liberal bir politika olacağı kararlaştırıldı Ancak, 1929 yılında dünya ekonomik krizinin patlak vermesi, özel sektörde yeterli sermaye birikiminin olmaması nedenleriyle devletçi bir politikaya gidilmesini zorunlu kıldı Devletçilik politikası ülke ekonomisinin temel yapısının kurulması, iktisadi bağımsızlığın sağlanması yolunda önemli kazançlar sağlamıştır Bunların başında, özellikle 1933’ten sonra yabancı ortaklıkların millileştirilmesine hız verilmesi, ilk 5 yıllık kalkınma planının uygulanması, özel sermayenin karlı bulmadığı için kurmaya girişemediği bazı modern kuruluşlar, fabrikaların kurulması gelmektedir Ayrıca, Osmanlıdan kalan borçların ödenmesine devam edilmiştir Böylece, 1931-1945 yılları arasında uygulanan devletçilik politikası, Türkiye’nin 150 yıllık sömürgeleşme tarihinde emperyalizme karşı yürüttüğü en ciddi ve tutarlı başkaldırış oldu Ancak, genç Cumhuriyet ile birlikte değişen ve gelişen ekonomi ve siyasi düzen 2Dünya Savaşı ertesinde bambaşka değişimlere uğrayacak ve bugünlere kadar süren istikrarsızlığın başlangıcı olacaktı
2Dünya Savaşı ertesinde, Türkiye’nin ekonomik ve sosyal tablosu hayli ilginçti Siyasi iktidar, Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri asker-sivil bürokrat kadrolarının elindeydi Bu kadrolar çeşitli sınıf ve zümrelerin muhalefeti ile karşı karşıyadı Özellikle, savaş sırasında palazlanan ihracat ve ithalatçılar, banker ve tefeciler bu kadroların iktidarda indirilerek oluşacak iktidarda söz sahibi olmak ve bu güçle yabancı sermaye ile bütünleşmek istiyordu İkinci grup, eşraf ve toprak ağaları, Çiftçiyi Topraklandıma Kanunun 1945 yılında kabul edilmesi ve Köy Enstitüleri’nin gelişmesi karşısında iktidara muhalefet etmekteydi Küçük memuru, işçisi ve fakir köylüsü ile büyük halk yığınları, savaş yıllarından bürokrasinin beceriksizliklerinin yaratığı sıkıntı ve toprak reformunun yapılamamış olması nedenleriyle iktidardan soğumuştu Böylece iç ve dış zorunluluklar, tek partili dönemden çok partili dönme geçişi gerektirmiştir Ancak çok partili döneme geçiş ve demokrasinin sınırları halkın dışında egemen sınıflarca belirlendi
1950’den bu yana hep egemenlik mukaddesatçı bir görüşün etkisinde kalmış, hep Atatürk ilke ve devrimlerinden, insan haklarından, ulusal eğitim sisteminden, ulusal ekonomi plan ve politikalarından tavizler verilerek, Cumhuriyet’in ilanından sonra hedeflenen ulusal egemenlik yerine parti egemenlikleri yaratılmıştır Demokrasi, Hukuk, Ekonomi ve Eğitim kavramaları Ülkenin siyasi ve ekonomik yapısında hakim olan bu egemen grupların anladığı çerçevede çizildi ve uygulandı Bu nedenle de ülkede ekonomik ve siyasi istikrar hiç bir zaman kurulamadı Türkiye’nin siyasi hayatı o tarihten itibaren 27 Mayıs 1960, 12 önderliğinde başlayan Milli Bağımsızlık Savaşı, asker-sivil aydın kadroların, Anadolu Mart 1971, 12 Eylül 1980 tarihlerinde askeri müdahalelerle kesintiye uğrarken bu süreçlerde hep devrimci, demokrat ve Atatürkçü kesimler geriletildi Ekonomi ise 24 Ocak 1980, 4 Şubat 1988, 5 Nisan 1994 tarihlerinde hep işçi, memur, küçük esnaf ve köylüsünün fedakarlıklarına dayalı hazırlanan kararlar ile düzenlemeye çalışıldı ve ülke ekonomi açısından yüzyılı Aralık 1999’da IMF ile yapılan Stand-by Antlaşmasıyla tamamladı Ayrıca, bu süreç içerisinde Türk halkı Siyasetçi-Bürokrat-Kanun Kaçaklarından oluşmuş çetelerle, yeni Hanedanlıklarla birlikte “Benim Memurum İşini bilir” anlayışı içerisinde rüşvet, hırsızlık, talan, hayali ihracat ile köşe dönmeci politikalarla, her türlü terör hareketleriyle, faali meçhul cinayetler ile toplu mezarlar ile tanışmış ve hatta şeriatçı hareketlerin Cumhuriyeti tehtid ettiğine şahit olmuştur
10 Aralık 1999 Helsinki zirvesi ile AB adaylık başvurusu, Türkiye’nin mevzuatının AB Mevzuatına uyarlanması, Enflasyonun AB düzeyine indirilmesi ve Batı standartlarında demokratikleşmenin sağlanması önkoşullarıyla kabul edildi Böylece Batıya karşı Batılaşma hareketinde Batılı olmak için önemli bir süreç başladı
Yüz elli yıllık özgürlük ve demokrasi savaşından sonra bugün ülkemizde gelişmiş demokrasilerde tamamen yasal olan bir çok eylem hala suç olarak yargılayan bir hukuk sistemine sahipsek, Türkiye’de özgürlük ve demokrasi kavgasının kitlesel boyutlarda henüz yeni başladığı anlaşılmaktadır Bugün kamuoyunda AB sürecine sıcak bakılmasının en önemli nedenlerinden biri, 1Meşrutiyet öncesinde de olduğu gibi, demokratikleşmenin ancak AB sayesinde gerçekleşmesinin beklenmesidir
İşte Maden Mühendisleri Odasının “Demokratik bir Kitle Örgütü” olarak demokrasi mücadelesi tarihsel gelişmelerin sonucunda gelinen bu noktada başlamaktadır Maden Mühendisleri Odası acısından istikrarlı bir İktidar;
• düşünce özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü başta olmak üzere "İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi " altındaki tüm sözleşmelerin kapsamındaki hak ve özgürlükleri içerecek, "Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir" anlayışı içerisinde ve yargının bağımsızlığını sağlayacak, özgürlük ve barıştan yana Anayasal ve Siyasal düzeni başkaları istediği için değil kendi halkı için hedefleyen,
• gelir dağılımındaki adaletsizliği, bölgeler arası dengesizliği, işsizliği ve göçleri ortadan kaldıracak politikaları öncelikle ele alacak,
• İthalat ve rant ekonomisi karşısında; bilim ve teknolojiye dayalı, işçi sağlığı, iş güvenliği ile çevrenin göz ardı edilmeden, Mimar ve Mühendislerin denetim ve kontrolü altında, çalışanların örgütlülüğü anlayışı içerisinde kamu ve ülke yararına ve pazar olmaktan öte pazardan pay olacak üretimi savunacak,
• KİT'leri içine düşürüldüğü; talan, yağma ve çalışanların kıyım durumundan kurtararak özerk ve çağdaş yönetim anlayışı içerisinde verimli ve etkin işletmelere dönüştürülmesini hedefleyen
• Madencilik sektörü ve Maden Mühendislerinin sorunlarının meslek ve sivil toplum örgütleriyle birlikte çözmeyi hedefleyen
İktidardır
Yukarıda çerçevesi çizilen demokratik bir düzen içerisinde üretken ve aydınlık bir Türkiye'nin yapılandırılması gerektiğine inanan Maden Mühendisleri Odası bu amaç doğrultusunda "Demokrasi Mücadelesini" sürdürmektedir
CUMHURİYET ÖNCESİ MADENCİLİK
Dünyada ilk madencilik faaliyetleri Anadolu’da yapılmıştır Antalya civarındaki Karain mağarası ve Beldibi kaya sığınağında bulunan çakmaktaşı, okr kalıntıları, yontma ve orta taş devrinde (MÖ 10000) yaşayan insanların madencilik faaliyetlerini kanıtlamaktadır MÖ 7000 yıllarında Çatalhöyük’de yapılan silis madenciliği ve aynı yıllardaki çömlekçilik faaliyetleri, ilk çömlek atölyelerinin Anadolu’da kurulduğunu göstermektedir Bakır madenciliği ilk olarak Ergani yöresinde yaşayanlar (MÖ 6000) tarafından yapılmıştır Etiler devrinde madencilik daha da gelişmiş ve demir çağına gelinmiştir İlk madencilik ruhsatı Etiler’e ait olup, Ulukışla Gümüşköy’de bir kayaya oyulmuştur Etiler devrinde kurşun madenciliği de yapılmıştır İlk altın para Kroisos (MÖ 560) zamanında Sart’da basılmıştır
Anadolu madenciliği Romalılar devrinde doruğuna ulaşmıştır Romalılar madenlerin bulunması ve işletmeciliğinde özellikle de, kurşun, bakır, demir, altın, gümüş, pandermit ve yapı taşlarının üretilip işlenmesinde çok büyük atılımlar yapmışlardır Romalılardan kalan anıtsal mermer kentler; Anadolu uygarlığının günümüze ve geleceğe uzanan köprüleridir
Selçuklular döneminde, seramik hammaddeleri işletmeciliği çok ilerlemiş, çini ve mozaik sanatının zirvesine çıkılmıştır Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki madencilik faaliyetleri 17 yüzyıla kadar özellikle savaş sanayiine yönelik olarak devam etmiş ancak daha sonra Avrupa’daki atılımlara ayak uyduramayarak gerilemiştir
Evliya Çelebi (1646), Seyahatnamesi’nde Gümüşhane’de 70 Ocaktan gümüş, Bulgaristan’daki Somakof madeninden de demir üretildiğini, ayrıca her iki madende de izabe yapıldığını belirtmektedir
Osmanlılar, maden kaynaklarını kamusal varlık sayarak devlet gereksinimlerine tahsis etmişler, özel mülkiyet konusu yapmamışlardır Üretim biçimi olarak “kürecilik” denilen bir yöntem uygulamışlardır Yükümlüler, bazı vergi ve yükümlülüklerden muaf tutulur ve kendilerine ücret olarak ürünün beşte biri verilirdi Bu yöntem çeşitli aksaklık ve olumsuzluklarla 19 Yüzyıla kadar devam etmiştir
Osmanlı, madenlerini ağırlıklı olarak ordusuna silah ve cephane, hazinesine de sikke(para) temini amacıyla işletmiştir Cevherleri mamul maddeye dönüştürme ve daha çok kar elde etme düşüncesi olmamıştır
19 yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı sermayesi ve sanayiine açıldığı yıllardır Bu dönemde, Batılılar birçok ruhsatlar alarak üretime başlamışlardır 1820’li yıllarda bulunan Ereğli Kömür Havzası’nda “Madenciyan” denilen kişiler ocaklar açmışlardır 1858 yılında çıkarılan Arazi Kanunu ile ilk kez yasal kurallar konulmuştur 1906 yılına kadar, çıkarılan çeşitli nizamnamelerle madenciliğe yön verilmeye çalışılmıştır 1906’da yürürlüğe giren Maden Nizamnamesi,1954 yılında çıkarılan Maden Kanunu ile yürürlükten kaldırılmıştır Ancak Taşocakları nizamnamesi hala yürürlüktedir Osmanlı döneminde Batılılar (Almanya, Fransa, İngiltere, Rusya) bakır, krom, kurşun, bor ve kömür madenleri ile ilgilenmişler ve küçük işletmeler kurmuşlardır Örneğin, Susurluk’da pandermit ve Murgul Bakır Madeni işletmesi İngilizler, Balıkesir yöresi Boraks madenleri, Fethiye yöresinde krom madeni, Balya’da Kurşun-Çinko madeninin Fransızlar , Kuvarshan bakır madeni Almanlar tarafından işletilmiştir
19 yüzyılın ilk çeyreğinde bulunan Zonguldak Maden Kömürü Havzası, 1860’lı yıllarda buhar makinelerinin gemilerde kullanılmasına başlamasından ötürü stratejik bir öneme sahip olmuştur
Osmanlı Devleti de savaş gemilerinde buhar makinesi kullanmaya yönelmişti Buhar makinelerinde odun kullanmanın elverişli olmaması ve İngiltere’den kömür ithal edilmesi pahalıya mal olmakta ve savaş gemilerinde kullanılan kömürde dışa bağımlı olmak, yetkilileri düşündürmekteydi Zonguldak Taş Kömürü Havzası’nın bulunuş tarihi 1829 olarak kabul edilmektedir 1848 yılında bir fen heyeti Ereğli’ye giderek Havza’nın sınırlarını belirlemiş ve saha, 1848 yılında, Padişahın (Abdülmecit) kişisel mallarının hazinesi olan Hazine-i Hassa’ya bağlı Emlak-ı Şahane arasına alınmıştır Bu Ferman Ereğli Kömür Havzasının işletme tarihinin 1848 olduğunu belgelemektedir
1848’den 1940 yılına kadar Havzanın yönetimi ;aşağıda görüldüğü gibi gerçekleşmiştir
• Hazine-i Hassa idaresi (1848-1865)
• Bahriye (Donanma) dönemi (1865-1908)
• Havzada Nafia Dönemi (1908-1909)
• Ziraat Ticaret ve Orman Nezareti Dönemi (1909-1921)
• Milli Mücadele Dönemi (1921-1923)
• Cumhuriyetin ilk 17 yılı (1923-1940)
Bu dönemlerde Havza’da üretim; İngiliz, Fransız, Alman ve İtalyanların himayelerinde, ağırlıklı olarak bu devletlerin çıkarları ve yönlendirmeleri doğrultusunda gerçekleştirilmiştir Üretim 1923 yılında 597 bin ton iken, bu rakam 1936 yılında 2 milyon 299 bin tona ve 1940 yılında 3 milyon tona çıkmıştır
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra Havza’nın ulusal çıkarlara hizmet edecek biçimde değerlendirilmesine önem verilmiştir ve “Maadin ve Sanayi Mekteb-i Alisi” kurulmuştur 1924 yılında kurulan ve 1932 yılında kapanan okuldan yaklaşık 70 civarında maden mühendisi mezun olmuştur Bu yıllarda Zonguldak Maden Mühendisi Mektebinden ve yurt dışından mezun olanlarla birlikte toplam maden mühendisi sayısı 100 ün altındadır
1924 yılında Türkiye İş Bankası’nın kurulmasıyla madencilik alanına yeni yatırımlar yapılmış ve Havza’da 4 şirket faaliyete geçmiştir Havza’da üç lavvarla, Kozlu’da 10 MW lık bir elektrik santral işletmeye alınmıştır 1940’- larda Çatalağzı Termik Santrali ile Sömi-kok ve biriket fabrikaları kurulmuştur Havza 3467 sayılı Füziyon Kanunu ile Etibank’a devredilmiştir
Bor, elementer olarak son yüzyılda kullanılmaya başlanmıştır Ancak bileşenleri daha eski zamanlardan beri bilinmektedir Yurdumuzda ilk bor tuzu yatağı 1815 yılında Balıkesir ili Susurluk ilçesinde bulunmuştur 1865-1917 yılları arasında Türk,Fransız,İngiliz ve İtalyan girişimcilerin ruhsat aldıkları görülmektedir Daha sonra dünya çapında bir kartel kuran İngiliz Borax Consolidated Ltd Şirketi tarafından birer birer ele geçirilmiştir
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde Türkiye’nin maden zenginliklerinin nasıl sömürülüğünün anlaşılması bakımından, 1865 yılında Sultançayırı imtiyazının Dasmasurez şirketi tarafından alınıp işletilmesi önemli örnektir
Bebek’te mermer işleri ile uğraşan Polonyalı mülteci, eski ortağı Fransız Decmezures’e alçı taşından yapılmış heykeller hediye eder Heykellerde yüksek oranda boraks olduğunu anlayan Fransız, Türkiye’ye gelir ve Sultançayırın’da pandermit üretimine başlarlar ve Paris civarında bir boraks rafine tesisi kurarlar Ancak üretilen cevheri alçıtaşı adı altında yıllarca ucuz değer ve harçlar ödeyerek yurt dışına sevk ederler Üretime başlamalarından 17 yıl sonra hile ortaya çıkarılır ve faaliyet durdurulur Şirket bazı hileli yollarla bir süre daha cevher sevkine devam eder
Bu olay, Batı’nın Anadolu’daki hammadde kaynaklarına nasıl baktığı, hammaddeyi götürerek sanayi tesislerini kendi ülkelerine kurdukları, bunun yanında hileli yollarla doğal kaynaklarımızı nasıl ucuza kapattıkları ve genel zihniyetlerini yansıtması açısından düşündürücüdür
1923-1950 MADENCİLİK SEKTÖRÜ
Lozan Barış Görüşmeleri sırasında gerçekleştirilen İzmir İktisat Kongresi (17 Şubat – 4 Mart 1923), Cumhuriyet döneminde izlenecek ekonomik politikayı saptıyordu Bu kongrede özel sektör öncülüğünde liberal bir politika benimsenmiştir İzmir İktisat Kongresi’nin “Sanayi ve sorunları” bölümünde Sanayi Bankalarının kurulmasından söz edilmektedir Bu doğrultuda, 1924 yılında İş Bankası ve 1925 yılında maden işletme ve kredi sağlama amacıyla Sanayi ve Maadin Bankası kurulmuştur Kongrede, yabancı sermayenin Türk yasalarına uyma koşuluyla faaliyet gösterebilecekleri benimsenmiştir
İzmir İktisat Kongresi’nde kabul edilen kalkınma ve sanayileşme politikaları doğrultusunda yabancı sermaye, kömür, bakır ve krom maden işletmeciliği başta olmak üzere, bu sektöre ortaklıklar şeklinde girmiştir Bu dönemde Devlet, özel sektörün gelişmesini teşvik etmek amacıyla, 28 Mayıs 1927’de, 1055 Sayılı Teşvik Yasası’nı çıkarmıştır
1923 yılında başlayan bu model istenen başarıyı sağlayamamıştır Ve 1932 yılında yeni bir değerlendirme ile Devletçilik Politikaları benimsenmiştir
1932 yılı maden üretimleri şöyle gerçekleşmiştir Taşkömürü 1178255 ton, linyit 14 000 ton ve kromit 55 000 ton dur Bu rakamlar sanayileşme iddiasında olan bir ülke için yeterli düzeyde değildir
1930’lu yıllara kadar, gerek Osmanlı Dönemi ve gerekse cumhuriyet döneminde, ülkenin doğal kaynaklarının tespitine yönelik bilimsel çalışmalar yapıldığını söylemek mümkün değildir Bu belirsizliğin ortadan kaldırılması amacıyla maden aramalarına başlanması gerektiği bilinciyle 14 Haziran 1935 yılında Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü kurulmuştur (MTA) Bu kuruluşun bütün giderleri ile yatırımlarının her yıl Devlet Bütçesinden karşılanması prensibi ile;
Memleketimizde işletilmeye elverişli maden yatağının bulunup bulunmadığını,
İşletilen maden ve taşocaklarının da daha faydalı surette işletilmelerinin neleri gerektirdiğini; araştırmak, fenni ve jeolojik tetkikler, kimyasal tahliller yapmak, proje ve raporlar hazırlamak, verimlilik hesapları yapmak, bütün alma sorumluluğundan muaf tutulmuştur
Aynı gün (14 Haziran 1935) MTA ile birlikte 2805 sayılı yasa ile, “Madencilik, Enerji Üretimi ve Dağıtımı alanlarında faaliyet göstermek üzere” ETİBANK kurulmuştur
Etibank’a, kuruluş kanununun 5 Maddesinde “MTA’nın araştırmaları sonucunda verimliliği ve işletilebilirliği tespit olunan sahalarda Bakanlığın onayı ile işletmeler kurup, üretimi gerçekleştirmek görevleri verilmiştir MTA, ekonomik değere haiz sahaları ilgili Bakanlık kanalıyla Etibank’a devretmeye, ETİBANK da, bu kaynakları işletmeye zorunlu kılınmışlardır
Aynı zamanda Etibank ruhsat alabilir, ruhsat devir alabilir ve elde ettiği hakları ya da hisseleri başkalarına satabilir, devir edebilir Her türlü cevheri ve hammaddeyi alıp satabilme yetkileri bu kanunla Etibank’a verilmiştir
2804 ve 2805 sayılı yasalarla oluşturulan bu iki kuruluş, madencilik sektörüne yeni bir anlayış, yeni bir yaklaşım ve sağlıklı bir değerlendirme getirmiştir Bu çalışmalar, dönemin yönetim kadrolarının, madenciliğin, ülkenin geleceğindeki yeri ve önemini sağlıklı biçimde değerlendirdiklerinin göstergesidir
24 Haziran 1935’de 2819 sayılı kanunla Elektrik İşleri Etüd İdaresi (EİEİ), ülkemizin elektrik enerjisine yönelik potansiyelinin saptanması amacıyla kurulmuştur Bu kuruluşun faaliyetleri de Devlet Hizmeti olarak benimsenmiştir
Sümerbank, MTA, Etibank ve EİEİ’nin kurulmasıyla devletin sanayi alanındaki kurumsal altyapısı tamamlanmıştır
Atatürk’ün 1935 yılı TBMM açılış nutkunda madencilikle ilgili görüşleri şöyledir:
“Maden İşleri yeni bir açılma devresindedir Maden Mühendislerimizi ihtiyaca yeter sayı ve değerde yetiştirmeye önem vermek gerekir”
“Kömür Havzasının rasyonel işletilmesi için tedbirler aramak da lazımdır”
“Maden İşletilmesi inkisaf (gelişme) halindedir Madenlerimiz bizim başlıca döviz kaynağımız olduğu için de yüksek dikkatinizi celbe (çekmeğe) değerlidir”
“MTA’nın çalışmalarına azami inkisaf vermesini ve bulunan madenlerin planlı şekilde hemen işletmeye alınması lazımdır Elde bulunan madenler için üç yıllık bir plan yapılmalıdır”
EİEİ, enerji potansiyelinin saptanması, ülkenin enerji ihtiyacının karşılanması,kömüre dayalı termik santrallerin hayata geçirilmesi ile görevlendirilen Etibank ve linyit potansiyelinin saptanması hususunda MTA, 1935 yılından sonra önemli projeler üzerinde çalışmalara hemen başlamışlardır Seyitömer, Soma ve Tavşanlı bölgelerinde arama ve üretim çalışmaları için gerekli yatırım kararları alınmıştır Bu dönemlerde ülkemizin toplam linyit üretimi 150 bin ton civarındadır
Etibank, ülkenin sanayi alanında yapacağı gelişmelerin enerji ile desteklenmesi bilinciyle, kömüre dayalı santrallerin ve yakacak kömür ihtiyacının karşılanması için çalışmalara başlamıştır Kömür rezervlerinin artırılması için aramalara hız verilmiştir 1930 yılında 9 bin ton olan linyit üretimi 1939 yılında 185 bin tona ulaşmıştır 1940’lı ve 50’li yıllarda linyite yapılan yatırımlar sonucu (Değirmisaz, Soma, Tunçbilek, Seyitömer) üretimde artış sağlanmıştır 1946 yılında toplam linyit üretimi 460 bin ton düzeyindedir 1957 yılında bu rakam 1712000 tona yükselmiştir
Sanayileşme hedefine ulaşılabilmesi için demir ve çelik üretiminin gerçekleşmesi gerekir 1937 yılında temeli atılan Karabük Demir Çelik Fabrikaları 1939 yılında üretime geçmiştir Hammadde ihtiyacının karşılanması amacıyla demir aramalarına başlanmış ve Divriği A Kafa Demir Yatağı 1938 yılında işletilmeye alınmıştır
Dönem içerisinde, ülkenin petrol rezervlerinin saptanması ve işletilmesi, krom, bakır, manyezit, çinko ve kurşun başta olmak üzere birçok madenin aranması ve üretimiyle ilgili projelendirme çalışmalarının yürütüldüğünü görmekteyiz Genel bir bilgi vermesi açısından 1938 yılı krom üretimi 280 bin ton, ihracatı ise 200 bin tondur Bilister bakır üretimi 65 ton dur 1940 yılında 3600 ton kurşun, 845 ton da manyezit üretilmiştir
Ülkemizin bor yatakları, Milli Mücadele’den sonra da, uzun yıllar Avrupa’nın asit borik üretimi için değerli hammadde kaynağı olmaya devam eder Borax Consolidated Ltd, Amerikalı kartel ortağı ile Türkiye’deki üretimi, dünyanın başka yerlerindeki yatakların kullanılma durumuna göre, çıkarlarına uygun, fiyat ve satış politikaları ile yönlendirmeye çalışmışlardır Bu her iki kartel Türkiye’de hiçbir zaman rafine tesis kurmayı istememiş ve düşünmemiştir Bu iki kartel, 1950’li yılarda da Türkiye’yi kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye devam ederler (1950 yılında bor ihracatı 11700 ton)
1950-1980 MADENCİLİK SEKTÖRÜ
1950’li yılların ikinci yarısında Etibank bor tuzlarıyla ilgilenmeye başlar Çeşitli sıkıntılara rağmen bor türevlerini üretip ihraç etme başarısını göstermiştir Etibank’ın üretime başlamasından sonra (1960) üretim 975 bin tona yükselmiştir
1958 yılından sonra bor yataklarına ciddi yatırımlar yapılmıştır Bor türevlerini üretecek fabrikanın yabancılar tarafından kurulmayacağını, oyalama politikalarının devam edeceğini anlayan hükümet, Polonya Polimax kuruluşuyla temasa geçerek 1 Haziran 1964 yılında Bandırma Boraks ve Asit Borik -Fabrikalarının temelini atarlar
Batı’nın, bu yıllardaki ülkemizin madenlerini, hammadde olarak götürme anlayışı, zaman zaman günümüzde de devam etmiştir Örneğin, 1980’li yılların başlarında arama çalışmaları tamamlanan Trona, başta FMC, Solvey ve RTZ gibi firmaların yıllarca oyalamaları sonucu bir türlü üretime geçilememiştir Ancak bu konuda Türkiye’nin de üretimi sağlayacak gereken stratejileri gösterebildiğini de söylemek zordur
Dünya bor rezervlerinin %60’ını elinde bulunduran ülkemizin, dünya pazarında söz sahibi olması, bor üretimini artırması, nihai ürünlere yönelmesinin doğruluğu 70 li yıllarda tartışılmış ve 2172 sayılı yasa ile tüm bor sahaları Etibank’ a devredilerek tekel olarak kamunun eline geçmiştir
Bor yataklarının üretimi ve pazarlanması Kamu işletmeciliğine geçtikten sonra arama çalışmalarına hız verilmiş, rezervler 2 milyar tona çıkmış, nihai ürün eldesine yönelik politikalar geliştirilmiş, uzun yıllar 25-30 milyon dolar olan yıllık ihracatlar, bugün 250 milyon dolarlara ulaşmıştır Günümüzde bu tablo da yeterli olmamakta, uç ürünlere yönelik endüstriyel yatırımların süratle gerçekleştirilmesi gerekmektedir
Türkiye’nin sanayileşmesini istemeyen Batı’lı ülkeler borda oynadıkları oyunları diğer madenlerde de uygulamışlardır Antalya Elektrometallurji Sanayi AŞ’nin kurulması çalışmalarında, Fransız Pechiney-Compadec Grubu, Etibank’ la yaptığı uzun görüşmeler ve oyalamalar sonucu, hisselerin %60’ı Etibank’ın, %40’ı Fransız Grubunun olmak üzere bu şirketin kurulmasına karar verilir İthal edilecek hizmet ve malzeme karşılığı olan 35 milyon doların 715 bin doları Fransız grubunun sermaye iştiraki, kalan kısmı ise kredi olarak verilecektir Sonradan fabrikanın Türk lirası maliyeti yükseldiği, dışardan işletme sermayesi de getirilmediği için Pechiney’nin payı %20’ye inmiştir Kurulacak olan tesiste 8000 ton düşük karbonlu ferrokrom ve 4000 ton karpit üretilecektir
Üretilen ferrokromların ihracatını Fransız şirketi yapacaktır Fiyatın düşük gösterilmesi nedeniyle şirket Etibank’a borçlarını hiçbir zaman ödemeyerek, tesisin ekonomik olarak sıkıntıya girmesine neden olmuştur 1960 yılında şirketin Genel Müdürü Ankara’ya çağrılarak fabrikayı kurmaya mecbur edilmiştir Pechiney firmasının oyalama taktikleri uzun yıllar devam eder Uzun mücadeleler sonucu mahkemenin taktir ettiği bedelin %10 fazlasıyla şirket 97 milyon 200 bin TL bedelle Etibank tarafından satın alınır Şirket, Etibank’a geçtikten sonra Pechıney nin 270 dolara ihraç ettiğini belirttiği ferrokromun tonu 500 dolara ihraç edilmeye başlanmıştır Şirket zarardan kurtularak kara geçmiştir
1957 yılında Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumu (TKİ) kurularak,taşkömürü ve linyit üretimi, dağıtımı ve satışları Etibank’tan alınarak bu kuruluşa verilmiştir 1950 yılında elektrik üretimi 7895 milyon kWh’ dan 1959 yılında 2587 milyon kWh’ a yükselmiştir Linyit üretimi 1957 yılında 17 milyon ton iken, I Beş yıllık plan dönemi sonunda 27 milyon ton/yıl’a, II Beş yıllık plan dönemi sonunda 5 milyon ton/yıl’a yaklaşmıştır 1974 dünya petrol krizi sonucu ve petrolün ağırlıklı olarak ithalatla karşılanması, yeni değerlendirmelere neden olmuştur Türkiye’de kömüre dayalı termik santrallerin kurulmasına karar verilmiştir Dağınık haldeki linyit sahalarının havza haline dönüştürülmesi ve santrallerin kurulması çalışmalarına başlanmıştır 1978 yılında çıkarılan 2172 sayılı yasa ile linyit sahalarının devletleştirilmesi gerçekleştirilmiş ve bu sahalara dayalı termik santraller kurulmuştur 1975-1990 yılları arasında yapılan yatırımlar sonucu 4-5 milyon ton/yıl olan kömür üretimi, 50 milyon ton/yıl’a çıkmıştır Kömüre dayalı termik santraller, bugün, kurulu gücün yaklaşık %30’u düzeyindedir Kömür aramalarına hız verilerek toplam linyit rezervi 84 milyar tona çıkarılmıştır
Demir çelik üretimi sanayinin en önemli girdisidir 1937 yılında temeli atılan Karabük Demir Çelik Entegre Tesisleri, 1939 yılında yıllık 140 bin ton kapasite ile işletmeye alınmıştır: Daha sonra yüksek fırın kapasitesi 800 bin tona, çelikhane kapasitesi de 680 bin tona çıkarılmıştır
1970 yılında üretime alınan İskenderun Demir Çelik Fabrikaları Entegre Tesisleri’nin bugünkü kapasitesi 22 milyon ton/yıl’dır Yassı mamül üretmek üzere, AŞ olarak, Erdemir Fabrikaları kurulmuştur
1950’li yıllarda Toros Dağları’nın kuzeyinde boksit rezervlerinin olduğu bilinmektedir Bu cevherlere dayalı olarak alüminyum tesislerinin kurulması için çalışmalara başlandı O yıllarda kullanılan elektrik enerjisinin birim fiyatının çok düşük olması nedeniyle (1 ton alüminyum için 18-20 bin kWh elektriğe ihtiyaç vardır) uygun bulunmuştur 1959 yılında yakın doğuda alüminyum tesisi kurmak isteyen dünyanın en büyük alüminyum üreticilerinden Reynolds Corp fabrikayı Türkiye’de kurmaya karar verir 1960 yılında Ankara’da yapılan görüşmelerde bir sonuca varılamadı Reynolds Grubu fabrikayı kurmaktan vazgeçti MTA Seydişehir’de 1962 yılında başlattığı aramalar sonucu 25 milyon ton görünür boksit rezervi tespit etti SSCB ile yapılan görüşmeler sonucu 1965 yılında fabrikanın kurulması kesinleşir 60 bin ton alüminyum, 26 bin ton yarı mamul üretecek bir tesisin kurulması için anlaşma imzalanır Böylece, Türkiye kendi sanayisi için önemli bir girdi sağlayacak Seydişehir Alüminyum Tesislerine sahip olmuştur
Batı, Türkiye’nin sanayileşmesini hızlandıracak yeni teknolojileri vermekte istekli değildir Ülkenin alüminyum ve demir çelik sanayisini kurmasını Batılı tekeller arzulamadılar Sovyet kredisi ile Seydişehir’de alüminyum tesisleri kuruldu Tesisin temel atma töreninde Sovyet Büyükelçisi yaptığı konuşmada “Siz Batıdan bu teknolojiyi istediniz, ama Batı size bu teknolojiyi vermedi, biz veriyoruz” dedi ( Fuat KARAYAZICI-1996 Madencilik Bülteni Sayı 50)
1960’lı yıllarda kamunun, özel sektörün ve yabancı sermayenin ortaklığı ile madencilik alanında yeni kuruluşlar oluşturuldu Bu kuruluşlar, Karadeniz Bakır İşletmeleri (KBİAŞ), ÇİNKUR, KÜMAŞ, ve ERDEMİR’ dir KBİ 1968 yılında 300 milyon lira sermaye ile 6 bankanın ve özel sektörün iştirakiyle Murgul ve Küre’deki bakır yatakları işletmek amacıyla kurulmuştur Üretilen bakır konsantrelerinin Samsun’daki fabrikada blister bakır haline getirilmesi ile görevlendirilmiştir Samsun Blister Bakır Tesisleri’nin yıllık kapasitesi 65 bin tondur Ancak %60 kapasite ile yılda 40000 ton civarında üretim gerçekleştirilmektedir Ülkemizin blister bakır ihtiyacı yaklaşık 110 bin ton/yıl civarındadır Türkiye yılda 70 bin ton blister bakır ithal etmektedir Ülkemizdeki bakır rezervlerinin azalarak, yaklaşık 10-15 yıllık bir ömrünün kalması, ithalatın gelecekte daha da artacağının izlenimlerini vermektedir
ÇİNKUR, uzun yıllar ülkemizdeki çinko yataklarını değerlendirmiş ve 1995 yılında özelleştirilmiştir Kümaş da 1996 yılında özelleştirilmiştir
Devlet ve özel sektörün ortak olarak kurduğu bu kuruluşlarda, özel sektörün sermaye artırımına katılmaması nedeniyle, devletin hisseleri %99’a çıkmıştır Bu uygulamanın başarılı olduğu söylenemez Nedenleri araştırılmalıdır Madencilik sektörünün riskli olması ve uluslararası piyasalardaki fiyat dalgalanmaları sonucu, bazı yıllar zararla kapanmıştır
1980 SONRASI MADENCİLİĞİMİZ VE ÖZELLEŞTİRME POLİTİKALARI
1980 sonrası dönemde Madencilik Sektörü iki önemli gelişmenin etkisinde kalmıştır Bunlardan birincisi; 1980'li yıllarda uygulamaya konulan Yeni Dünya Düzeni politikaları, diğeri ise çevreyle ilişkin çıkan yeni Yasa ve Yönetmelikler ile birlikte Madencilik Sektörü üzerinde gelişen kamu baskısıdır
Dünya Bankası, 1980 yılının başına kadar sadece KİT’lerin oluşturulması için kredi açmakta kalmıyor, aynı zamanda işletme kredisi veriyordu O tarihten sonra 180 derecelik bir sapma oldu Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, Finans Örgütleri vb gibi uluslararası finans merkezleri KİT'leri satma ve tasfıye etme koşuluyla kredi vermeye başladı
1980’den bugüne kadar; Yeni Dünya Düzeninin referans noktaları olan küreselleşme, serbest piyasa ekonomisi, özelleştirme, esneklik, rekabet, yabancı sermaye, uluslararası tahkim, MAİ, bilgi çağı, bilgi toplumu, ticaret devrimi, kalite, standart, çevre, moda, medya vb kavramlar günlük hayatımıza girmiştir
Yeni Ekonomik Düzen; 1970-1980 döneminde yaşanan petrol krizleri sonucunda GOÜ’in (Gelişmekte Olan Ülkeler) artan dış borçları ve buna karşılık ithalatlarını kısmaları sonucunda Dünya ticaretinde ve piyasalarında oluşan durgunluktan çıkmak ve bu fırsatla GOÜ’i disipline etmek ve yeni kar alanları yaratabilmek amacıyla Merkez (ABD liderliğinde Gelişmiş yedi ülke) tarafından 1980’li yıllarda uygulamaya konulmuş ekonomik, siyasi ve sosyo-kültürel alanlarda bir bütün olarak değişimdir Özelleştirme ise, Yeni Ekonomik Düzen içerisinde en önemli ekonomik uygulamadır
Yeni Dünya Düzeni kavramı ise, Sovyet Bloku’nun dağılmasıyla netleşmiştir Soğuk Savaş sonrası dünyada Merkez, karşıt bloka karşı artık kendi çevresini genişletmek durumunda olmadığı için, siyasal açıdan GOÜ’e ihtiyaç duymamaktadır Öte yandan “teknoloji devrimi” Çevreden (Gelişmiş Ülkeler dışında kalan ülkeler) sağlayabileceği birçok malın (şimdilik petrol hariç) önemini çok azaltmıştır Merkezde tarım üretimi öyle bir arttı ki temel gıda maddelerinde kendine yeter olmakta kalmadı büyük çapta ihracatçı oldu Diğer hammaddeler için sentetikler devreye girdi ve/veya geri kazanım teknolojilerle daha az hammadde kullanmaya başladılar Merkez sanayilerinde katma değer ve istihdam yaratırken Çevreyi devre dışı bırakmıştır
Yani Merkezle Çevre arasında bağ kuran karşılıklı dayanışmaya yol açabilecek ne siyasal, ne bir dizi ekonomik olgu bugün eski önemini taşıyor Çevre, Merkez açısından daha çok malları, hizmetleri ve sermayesi için pazar olarak önemli, bunun içinde kişi başına gelirin arttığı dinamik ülkeler safında olmak gerekiyor Kafkasya ve Orta Asya Ülkeleri, gelecekteki petrol ve doğal gaz gibi doğal kaynaklarından sağlayacakları gelirler ile yakın gelecekte dünyanın en önemli pazarları olacağı bu kapsamda değerlendirilmektedir
Yeni Ekonomik Düzen, evrensel çapta serbest piyasa ekonomisini gerçekleştirme savıyla yola çıkmıştır Ancak 1980’den bu yana ortaya çıkan sonuçlar ise bu savla pek bağdaşır nitelikte olmadı Merkez, bölgesel anlaşmalar çerçevesinde neredeyse kartelleşti; Çevre ülkelerinin en fakirleri yani (Çin ve Hindistan hariç) düşük gelirli ülkeler neredeyse dünya ekonomisinden dışlandığı bir yapı oluştu Çevrede kişi başına gelir göreli gerilirken uluslararası düzeyde gelir bölüşümü fakirlerin aleyine değişti Uluslararası ilişkilerin demokratik niteliği kayboldu ve Merkez tarafından oluşturulan kültürel milliyetçilik, tüm dünyayı etkilemeye başladı
Teknolojik gelişmelerle birlikte çevre kirliliği, ülkeler arasındaki gelir dağılımındaki adaletsizlik ile işsizliğin artması, Ulus devletlerinin ÇUŞ’lerin (Çok Uluslu Şirketler) karşısında zayıflaması sonucunda 20 yüzyılın sonlarına doğru dünya genelinde Yeni Dünya Düzenine karşı toplumsal tepkiler gelişmiştir Hatta Seattle’da Aralık 1999’da düzenlenen Dünya Ticaret Örgütü toplantısı yoğun sokak olayları nedeniyle gündemli olarak gerçekleştirilememiş olup, bu durum Yeni Dünya Düzeni uzun dönemde inanılmazı içsel bir çatışma potansiyeli içinde olduğunu göstermektedir Bu toplumsal tepkiler karşısında ekonomi bilimcileri bugünlerde Yeni Dünya Düzeni sürecinin tamamlandığını ve yeni bir döneme, “Toplum ve Yenilikçi” döneme geçilmek üzere olduğunu belirtmektedir
Türkiye’de bu değişimin referans noktaları; ekonomide, 24 Ocak 1980 Ekonomik Kararları, siyasi ve hukuki alanlarda 12 Eylül Rejimi, 1982 Anayasası ve bunları tamamlayan Yasalar, Sosyo-Kültürel alanlarda ise, bir tarafta; serbest piyasa ekonomisi, medya, moda ve küreselleşme ile gelişen ve batı kültürüyle benzeşen yeni yaşam alışkanlıkları ve diğer tarafta; bunların sonuçları ile serbest piyasa ekonomisiyle gelen işsizlik, göç ve kentleşme sorunları karşısında şeriatçı-milliyetçi toplumsal muhalefetin gelişmesidir
Türkiye’de Özelleştirme programı; piyasa güçlerinin ekonomiyi harakete geçirmelerine imkan sağlaması, üretkenlik ve verimliliğin artması, mal ve hizmetlerin kalite, miktar ve çeşitliliklerinin artırılması, mülkiyetin tabana yayılması, sermaye piyasasının gelişiminin hızlandırılması, modern teknoloji ve yönetim tekniklerinin Türkiye’ye çekilmesi, çalışanlara hisse senedi vermek suretiyle işgücü verimliliğin artırılması, devlete gelir sağlanması vb, olarak belirlenmiş olmasına rağmen uygulamalar sonucunda “özelleştirme, devletin mali krizden çıkabilmek için bir borç-takas işlemine dönüşmüştür” Ayrıca, büyüyen iç borç stoku ile birlikte reel faiz oranları ekonominin reel büyüme oranlarının üzerine çıkmış ve bu durum devletin “Mali Piyasalar” karşısında politika üretmesini engellemiştir
1982 Anayasası kapsamında temel hak ve özgürlükler ile toplumsal örgütlenme sınırlandırılmış ve bunun karşısında yürütme yasama karşısında güçlendirilmiş ve bu güçle iktidara gelen Özal Hükümeti tarafından toplumsal muhalefetin olmadığı bir dönemde ağırlıklı olarak Kanun Hükmünde Kararnameler ile altyapısı hazırlanan özelleştirme politikaları 1980'li yılların sonunda başarısız olmuştur Bunun en önemli nedenleri; yeterli sermaye birikimine sahip olmayan ve gelişmeleri tamamen KİT'lere dayandırılmış olan yerli sermayenin KİT'lerin yabacı tekellere geçmesini istememeleri, siyasilerin bankalar başta olmak üzere KİT'leri partizanca kullanmaktan vazgeçmemeleri ve topluma gerekçelerin şeffaf olarak anlatılamamasıdır 1990 yılından sonra gerçekleştirilen özelleştirme uygulamaları ise; özelleştirmelerin parti yandaşlarına, arsa spekülatiflerine, ithalatçı tekellere yapıldığı anlaşılmış, teknoloji transferinin gerçekleşmemesi bir yana bir çok işletme kapatılmış, üretim düşmüş, ithalat ve işsizlik artmıştır Bu uygulamaların sonucunda özelleştirme karşısında toplumsal muhalefet güçlenmiştir 1980'li yılların sonunda yabancı tekellere karşı özerkleşmeyi savunan yerli sermaye 1990 yılların sonunda ise iç borç ödemeleri karşısında özelleştirmeyi savunmaya başlamıştır
Türkiye; Merkezde ve bölgesindeki değişimleri iyi değerlendirememiştir Sermayenin; rant ekonomisini ve ithalatı tercih etmesi; Siyasilerin KİT’leri ekonomik ve siyasi arpalık olarak görmesi, Türkiye’nin çelişkileri olmuş ve bu durum ülkeyi siyasi istikrarsızlık içerisinde borç batağına götürmüştür Bugün gelinen noktada Türkiye, gelir dağılımındaki adaletsizlik açısından dünyadaki ilk beş ülke arasındadır Buna göre nüfusun en zengin % 20’sinin toplam gelirdeki payı % 559’iken, en fakir % 20’nin toplam gelirden aldığı pay % 50’dır Buna bağlı olarak bütçenin yaklaşık% 50 iç ve dış borç ödemelerine ayrılmaktadır Özel sektör sanayinde faaliyet dışı gelirlerin net bilânço karı içindeki payı yaklaşık %50’ye çıkmıştır Ayrıca kişi başına toplam borcun 1980 yılından 1998 yılı arasında % 310 artarken kişi başına milli gelir aynı dönemde % 105 artmıştır
Demokrasi ile seçilerek gelen Hükümetler, ülkenin bu ekonomik sorunlarını IMF, Dünya Bankası ve bir-kaç sermaye grubu ile çözmeye çalışırken meslek odaları, sendikalar başta olmak üzere demokrasi güçlerini sistem dışına itmişler ve bu gelişmeler sonucunda; “Özelleştirme ,siyasilere ve sermaye kesimine karşı sokakta demokrasi mücadelesine dönüşmüştür” Bugün, çalışanların ücretleri, çiftçinin ürün bedelleri ile sosyal hak ve güvencelerin kapsamı IMF tarafından belirlenmekte, devlet kurumlarının yapılandırılması Dünya Bankası tarafından yürütülmekte, Demokratikleşme hareketi AB tarafından yönlendirilmekte, TBMM sadece koordinasyonu sağlamaktadır “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir”anlayışı çökmüştür
57 Hükümet tarafından çıkartılan Sosyal Güvenlik Yasası ile Uluslararası Tahkime ilişkin Anayasa Değişiklikleri karşısında, sendika ve meslek örgütleri her türlü siyasi ve ideolojik kimliklerini bir tarafa bırakarak sadece demokratikleşme ve insanca yaşam için bir araya gelerek Emek Platformunu oluşturmuştur Bu durum, Türkiye Siyasi Tarihinde, ortak çıkarlar üzerinde dayatmalara karşı gelişen geniş bir toplumsal uzlaşmadır
24 Ocak Kararları ile birlikte ekonomide ihracata dönük sanayi politikaları benimsenmiş ancak “karşılaştırmalı üstünlük teorisi” dikkate alınmayarak sanayileşme göz ardı edilmiş, sadece bir-kaç imalat sektörünün teşviklerle kapasitesi artırılarak ithal girdiler yoluyla ihracat artışı sağlanabilmiştir İthalat artışı engellenemediği gibi teşvikli ucuz ithal hammadde girdileri karşısında ülke içi üretim alanları, rekabet edemediğinde ekonomi dışında bırakılmıştır Bu yanlış politikalar sonucunda en fazla “Madencilik Sektörü” etkilenmiş ve istikrarsızlığın sebebi olarak gösterilmiştir
Türkiye Madencilik Sektörü içinde bulunduğu krizden çıkarak gelişebilmesinin tek koşulu özelleştirme politikaları gösterilmiş ve bu kapsamda tartışmaların özelleştirme üzerinde yoğunlaşması sonucunda da sektör ile ilgili sağlıklı politikaların oluşturulması engellenmiştir
17031984 tarih ve 2983 sayılı “Tasarrufları Teşviki ve Kamu Yatırımlarının Hızlandırılması Hakkındaki Kanun” ile Türkiye’de başlayan ve 15 yıldır süren Özelleştirme çalışmalarının sonucunda Madencilik Sektörü başta olmak üzere Çimento sektörü hariç KİT’lerde önemli bir Mülkiyet devri gerçekleşmemiştir Ancak KİT’ler kendi kendini bitirme sürecine sokulmuştur
Türkiye, 1970’li yılların sonlarında uygulamaya konulan 21 yüzyılın başlarında sürecini bitirmek üzere olan Yeni Dünya Düzeni içerisindeki sanayi ve teknoloji boyutunu ancak 1990’lı yılların ortalarında fark etmiştir ve geleneksel sanayi üretimi yapan KİT’lerde dönüşüm sağlanamamış, modernizasyon/yenileme yatırımları gerçekleştirilmeyerek bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde KİT’lerin kendi kendini kapatması politikası ortaya çıkmıştır Bugün gelinen noktada KİT’lerin özelleştirilmelerinin ekonomikliliği tartışılmaktadır
Osmanlı Dönemi’nden bugüne kadarki süreçte, Anadolu Madenciliği üzerinde Batının temel felsefesi; “ucuza hammadde ithal etmek ve Türkiye'ye mamul madde ihraç etmek olup, hiçbir dönemde sanayileşmeye yönelik teknoloji yatırımı yapmamak” olmuştur Batının kömür, bor, ferrokrom, alüminyum, tronaya ilişkin yaklaşımları hep samimiyetsizlik içerisinde olmuştur 1980 dönemine kadar madencilik sektöründeki önemli gelişmeler, Devletin Planlı Politikaları çerçevesinde KİT'ler sayesinde gerçekleşmiştir Bu nedenle Maden Mühendisleri Odası, Özelleştirme Politikalarının karşısında yer almıştır Ancak KİT fetişizmi de yanlıştır Ekonomik ömrünü tamamlamış olan bir kuruluş tasfiye edilebilir Makinesi, teçhizatı satılabilir, hatta arsası şehrin içerisinde kalmışsa, arsasını satıp kendisi kullanabilir Yeter ki, satış hasılatı KİT sistemi içinde kalsın Satış hasılatını modernleşme, yenileme yatırımları için kullanmak koşuluyla En kötüsü, bunların satış hasılatının bütçe açığını kapatmaya tahsisidir
Elbette gelişmekte olan Türkiye, madencilik ve enerji sektörlerinde yapılacak modernizasyon, yenileme ve yeni yatırımlarda neredeyse tamamen teknoloji ve finansman olarak dışa bağımlıdır Bu gerçeği göz ardı etmeden kamunun etkin planlı politikaları ve denetimi çerçevesinde fizibil projelerin gündeme alınması ve KİT’Ier; bu anlayış içerisinde ulusal ekonomiye katma değer yaratacak biçimde yeniden yapılandırılması gerekmektedir
DÜNYA MADENCİLİĞİNDE GELİŞMELER KONJONKTÜREL DALGALANMALAR
Dünya madencilik üretiminin hacim ve değer açısından ağırlığı, petrol, doğal gaz ve kömür gibi yakıt madenleri, demir, manganez, nikel gibi demir-çelik sanayisine ana girdi sağlayan metaller, bakır, çinko, kurşun, kalay, altın, alüminyum gibi baz metaller ile fosfat, potas ve kükürt gibi endüstriyel minerallerden oluşmaktadır Bunların dışında kalan diğer bütün madenler hem hacim hem de değer açısından fazla bir önem taşımamaktadır Metallerin birim değerleri, dünya piyasalarını ve birbirlerini yakından izleyen New York (NYMB) ve Londra (LMB)’daki borsalarda oluşan fiyatlarla belirlenmektedir Fiyatlar kimi madenler için ise günden güne hatta saatten saate değişmektedir
Stoklardaki artış yada düşüşler ile NYMB ve LMB dalgalanmaları birbirini etkilenmekte; stoklar arttığında, fiyatta düşmekte, stoklar azaldığında ise fiyatlar yükselmektedir
Piyasa ekonomisinde, en zengin rezervleri içeren bir maden yatağı için bile yaşamanın önkoşulu borsa fiyatlarıdır Yüzyılın sonunda genel eğilim ise, hemen hemen tüm maden fiyatlarının düşüş göstermesidir
Fiyat düşüşlerine dayanamayan birçok küçük maden şirketi saha ve işletmelerini büyük firmalara devretmek zorunda kalmışlardır Büyük firmalar ise bazı maden işletmelerini tamamen kapatmışlar ya da aralıklı olarak işletmektedirler
Fiyat dalgalanmaları, çokuluslu madencilik şirketlerinin (ÇUŞ) milyonlarca $’lık arama fonlarını ve harcama kalemlerini de yönlendirmekte ve fiyatı düşen madenlerin bulunabileceği sahalarda arama yapılmamaktadır Fiyat düzeyleri, ikame arayışlarını da yönlendirmekte ve pahalı bir metalin yerine, sanayi işkollarında hangi diğer metalin (ya da plastik veya seramik gibi alternatif sentetik ürünlerin) kullanılabileceğini tayin etmek için yürütülen bilimsel-teknolojik araştırmalara da büyük miktarlarda para harcanmaktadır
Metropoller büyük ölçekli sanayilerinin ana girdilerini oluşturan ve özellikle kendi topraklarında bulunmayan madenler konusunda dış kaynaklara muhtaçtırlar Örneğin çok zengin doğal kaynaklara ve maden yataklarına sahip olan ABD bile, birçok maden açısından dışa bağımlıdır AB ülkeleri hemen hemen her maden açısından dışa bağımlıdır Japonya’nın maden kaynakları ise yok denecek düzeydedir ve mutlak dışa bağımlıdır Bu nedenlerle, güvenli ve istikrarlı bir madensel hammadde gereksiniminin karşılanması açısından gelişmiş ülkeler, stratejik olarak gördükleri bazı madenler için stok politikaları uygulamaktadırlar

Alıntı Yaparak Cevapla