Yalnız Mesajı Göster

Tolstoy [Hz. Muhammed]

Eski 07-15-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Tolstoy [Hz. Muhammed]



Hz Muhammed
Buna göre söz konusu her iki grup, araştırılmış ve hâlâ
da araştırılmaktadır Bunlardan biri İran'da çıkmış sonra Türkiye'ye
geçmiş olan ve orada yerleşmeye çalışan Bahaîlik'tir
Bahâilik, Akka'da yaşayan Bahaullah'ın oğlunun adından
yola çıkılarak kurulmuştur Ancak bütün insanlık için bir olan
sevgi dinini kabul eden bu dinî mezhep, ibadetin hiçbir şeklini
kabul etmiyor!*)
İkincisi, Kazan'da ortaya çıkmış, taraftarları, kendilerini
kurucularının adıyla adlandırıp kendilerine "Allah'ın ordusu"
veya "Vaisovçular" diyorlar Bunlar da inancın aslını
sevgide görürler ve sevgiye zıt olan her şeyden uzak dururlar
Bu mezhep veya tarikat da takip edilmekte, rehberleri yakalanıp
hapse atılmaktadır
(*) Lev Tolstoy'un da yanlış ve batıl bir inanç olarak nitelendirip dikkat
edilmesini istediği Bahaî Dini; inananları tarafından Bahaullah
olarak adlandırılan Mirza Hüseyin Ali Nuri ( 1817-1892 ) liderliğinde
İran'da kurulan batıl bir dindir Mirza Hüseyin Ali, 1863 yılında
Bağdat'ta daha önce Tebriz'de öldürülen ve müridi olduğu
Şeyhi Bab Mirza Ali Muhammed'in ve diğer dinler tarafından geleceği
vaat edilen Peygamber - Tanrı Elçisi - olduğunu açıklayarak
Baha dinini kurmuş oldu Mirza Hüseyin kendini peygamber olarak
açıkladıktan sonra Osmanlı Devleti içerisinde değişik bölgelere
sürgüne gönderilmiş ve Bahaî inancını yaymıştır Mirza Hüseyin
Ali'nin (Bahaullah) ölümünden sonra büyük oğlu Abdülbaha
(1844-1957) öğretinin liderliğini yapmış, Abdülbaha'nın vefatından
sonra ise büyük torunu Şevki Efendi, Bahaîliğin liderliğine getirilmiştir
Başlangıçta İslâm dininin bir mezhebini andıran Bahailik
zamanla bağımsız bir din halini almıştır Bahailik'te Yahudilik
ve Hıristiyanlıktan alınan esaslarda vardır Günde üç vakit özel
namaz kılarlar Namaz kılarken, İslâm'dan ayrılan önceleri mezhep
sonra ayrı bir din hüviyetine dönüşen inanç sistemi olmalarına
karşın Kâbe'yi kıble olarak kabul etmezler Bahaullah'ın oturduğu
evin bulunduğu yeri kıble sayarlar Bahaîlerin inançlarını
düzenleyen iki Kutsal kitapları vardır Bunlar: El-ikan ve Kitabu'l-
Akdes'tir Ülkemizde Yargıtay'ın 13101962 tarih ve 1252 esas, 2345
sayılı kararıyla ayrı bir din olarak kabul edilmediği için ayrı ibadethane
yapımına izin verilmemiştir
Eğer benim düşüncelerim hiç olmasa bir şeye yarasalar,
siz veya oğullarınız kendi faaliyetleri hakkındaki kararlarını
bana bildirseler çok memnun olurum"
Lev TOLSTOY
Görülüyor ki, Tolstoy'u annenin yazdığı mektup çok heyecanlandırmıştır
Bunu dört sayfalık ve acele yazılan mektubundan
anlamak mümkündür Lev Tolstoy'un, "Müslümanlığın
kendine has dış görünüşüne göre kilise Hıristiyanlığından
kıyas kabul etmez derecede üstün durması bende
hiçbir şüphe doğurmuyor" cümlesi, onların aile ıstırabına
son veren bir cevap olur Mektup, ailede hüküm (emir) gibi
okunup kanun gibi kabul edilir
Tolstoy'un mektubundan sonra Tiflis'teki Zagafgaziya
Ruhani İdaresi general İbrahim Ağa Vekilov'un evlâtlarını
Müslümanlığa kabul etmiş ve bu arada Müftü Mirza Hüseyin
Efendi Kayıpzade'nin imzası ile resmî senet vermiştir
Çocukların adını da değiştirip; Boris, Faris olmuş, Qleb ise
Galip olarak resmileşmişlerdir
Lev Tolstoy'un, Yelena Vekilova'ya yazdığı mektubun
aslını Yelena'mn oğlu Faris'de, 1978 yılında Moskova'da Lev
Tolstoy adına açılan müzeye vermiştir Mektuplar müzede
hâlâ sergilenmektedir
'Müslümanların Allah'tan başka ilâhı yoktur
ve Muhammed onun peygamberidir'
Tolstoy
Yasnopolyana Kayıtları
Dâhi yazar Lev Tolstoy, İslâm dinine olan inancını sadece
Vekilov'lara yazdığı mektuplarla açıklamamıştır Onun
çok yakınında bulunan binlerce kalem ve kalp dostları Tolstoy
ile İslâm dinine, Hz Muhammed'in şahsiyetine ulvî muhabbeti
hakkında yazılar yazıp, sohbetler ederlermiş Tolstoy'un,
müslümanlığı kabul etmesi konusundaki ilk net ifadesi
ise, aşağıdaki sözlerinden anlaşılabilir
Slovak asıllı D P Makovitski, altı yıl Tolstoy'un özel
doktorluğunu yapmış ve çok sayıda dostunun Tolstoy'u ziyaret
etmesi sırasında aralarında geçen diyalogları not ederek,
"1904-1910 Yıllarında Tolstoy'un Yanında" adlı büyük
bir eser yazmıştır
Bu kitap 1979 yılında dört cilt olarak "Yasnopolyana Kayıtları"
adıyla, ilk defa Moskova'da yayımlanmıştır Kitabın
III cildinin, 356 sayfasında ise Tolstoy'un ailevi sohbetleri
veriliyordur Okuyucu orada Tolstoy'un, General İbrahim
Ağa Vekilov'un hayat arkadaşının kaygısına ortak oluşuna
ve İslâm dinini kalben sevmesine bir kez daha şahit olur
Tolstoy'un doktoru Duşan Petroviç Makovitski bu durumu
bakın nasıl anlatıyor:
1909 yılı Mart ayının 13'ünde Lev Nikolayeviç Tolstoy
bir sohbet sırasında dedi ki: 'Bir anneden mektup aldım Yazıyor
ki: Çocuklarımın babası Müslüman'dır ben ise Hıristiyan'ım
İki oğlum var, biri talebedir, öbürü zabit (subay)
Her ikisi de İslâm dinine geçmek istiyor'
Tolstoy'un bu sözü üzerine Sofya Andreyevna (Tolstoy'un
arkadaşı): 'Belki de oğullan, çok eşli olmak için Müslüman
olmak istiyorlardır' der
Tolstoy: 'Ne olur ki Sanki bizde çok eşliler az mı? Bu
mektup hakkında düşünürken benim için çok şey aydınlandı
Muhammed her zaman Evangelizm'in (Hıristiyanların)
üstüne çıkıyor O, insanı Allah saymıyor ve kendini de Allah
ile bir tutmuyor Müslümanların Allah'tan başka ilâhı yoktur
ve Muhammed onun peygamberidir Burada hiçbir muamma
ve sır yoktur'
Sofya Andreyevna (Tolstoy'un arkadaşı) : 'Hangisi daha
iyidir? Hıristiyanlık mı, Müslümanlık mı?'
Tolstoy: 'Benim için açıktır ki, Müslümanlık daha iyidir,
daha üstündür'
Kısa bir süre sustuktan sonra Lev Nikolayeviç Tolstoy
tekrar eder: 'Müslümanlık mukayese edildiğinde Hıristiyanlıktan
üstünlüğü görülür Müslümanlık bana çok yardım etmiştir'
Mikail Vasileyeviç (Tolstoy'un arkadaşı): 'Zaporojyeli
Nekrasovçular(*) İslâm Dinine geçmişler'
Lev Nikolayeviç Tolstoy 'İnsan inkişaf edince (gelişince)
dinin esasları da; Taoizm, Budizm, Hıristiyanlık da inkişaf
ediyor Bunların da hepsinin dinî esasları birdir Zaman geçtikçe
bu da birliğe ve sadeliğe getirip ulaştırıyor"
(*) 1878 yılında Bulavin isyanı yatıştırıldıktan sonra ataman İknat
Nekrasov'un rehberliği ile Türkiye'ye göçen Don Kazakları
Bir dertli anne Yelena Vekilova
Ünlü yazar Tolstoy ve dertli anne Yelena arasındaki
mektuplaşmaların üzerinden yaklaşık 80 yıl geçtikten sonra
"Literetarnuya Gazeta"nın 7 sayısında (1991), General İbrahim
Ağa Vekilov'un aile mektubu hakkında bir haber dosyası
yayımlandı Dosya, İslâm dininin bütün dogmalarını
(nass-kaynak) kendinde toplayan eşsiz kitap Kur'an-ı Kerim'e
ayrılmıştı Bu teşebbüs, İslâm dininin esasları hakkında
binlerce Rus okuyucusuna açık, abartısız bilgi vermek
için güzel bir başlangıç idi
Yazar Lev Tolstoy'un Yelena Vekilova'ya yazdığı mektuptan
bölümlere yer veren gazete, "Çok teessüf ediyoruz ki,
Yelena Vekilova'nın şahsiyeti hakkında hiçbir bilgimiz yoktur"
itirafında da bulunmadan edememişti
Azerbaycan'da bu soruya cevap verecek bir tek kimse
vardı: General İbrahim Ağa'nın tek torunu olan, Profesör
Leyla Galip kızı Vekilova Asker bir ailenin kızı olan torun
Vekilova ailesini şöyle anlatıyor:
"Babaannem Yelena, Tiflis'te subay toplantılarından birinde,
dedem genç subay Ağaoğlu İbrahim Vekilov ile tanışmış
Bizim Vekilovlar nesli, Azerbaycan'ın kenar şehri Kazak'tandırlar
Zadegan (Beyzade) soyuna mensup neslimiz
resmî olarak 350 yıldan fazladır devam etmektedir Bizim so-
yumuz, kendi halkına, vatanına birçok savaşçı, âlim, yazar
ve şair yetiştirmiştir
İki genç, birbirini sever Ancak onların saadetlerine yalnızca
din farkı engel oluyordur Azerbaycanlı İbrahim Vekilov
Müslüman, Yelena Yermolayeva ise Provoslav (Hıristiyan)
dinine mensuptur O zamanki Rusya İmparatorluğu kanunlarına
göre nikâh kıymak için eşlerden biri kendi dininden
feragat etmek zorundadır Ancak dedem de, babaannem
de ailelerinden aldıkları dinî terbiyeye karşı çıkamamaktadır
Durum böyleyken İbrahim Ağa Vekilov, 'Rus Çarı'na
müracaat eder Uzun çekişmelerden sonra evlilik izni verilir
Fakat böyle evliliklerde yine dünyaya gelen çocuklar, Rus
İmparatorluğu kanunlarına göre Provoslav (Hıristiyan) dinî
terbiyesi almalıdırlar
Böylece Yelena üç çocuğunu -kızı Reyhan, oğulları Boris
ve Qleb'i vaftiz ettirir Fakat babalarının ve akrabalarının etkisi
ile çocuklar İslâm dinine meyleder ve Tolstoy'un telkini
ile Müslüman olurlar" (*)
Tolstoy ve Nakşibendiler
Tolstoy'un 80 yaş gününde Kazan-Tatar Türkçesinde
yayın yapan gazete ve dergilerde LN Tolstoy hakkında pek
çok anma yazısına yer verilir Tatarların ünlü yazarları Abdullah
Tukay, Fatih Emirhan, Fatih Kerimi gibi isimler, Tolstoy'u
tanıtan makaleler yayımlar 'Fikir', 'İdeal', 'Vakit', 'El-
Islah' ve 'Şura' gibi basın yayın organlarında Tolstoy'un felsefesi
anlayışı ve dünya edebiyatında ki yeri hakkında yazılar
kaleme alınır Bu arada bazı Tatar yazarların Tolstoy'la
mektuplaşmaları da bahsi geçen yayın organlarında yer bulur
(*) Kaynak: Şemistan Nazirli, Topoğraf General İbrahim Vekilov,
Azerbaycan Devlet Kütüphanesi; Bakü "Zaman" 2002 Kayıt no:
71277 ve 70823
Bu mektupların en dikkat çekeni ise 1909 yılında 'İktisat'
dergisinin yazarı Fatih Murtazın'ın, Tolstoy'a cevaplaması
için gönderdiği 5 soruluk yazındır Tolstoy'un cevabı 9 Ocak
1910'da gelir Tolstoy'un mektubunun Tatarca'ya tercümesi
'İktisat' dergisinin (1910) 11 sayısında yayımlanır
Tolstoy cevabında; 'Aslında her din güzel, hayatın manasını
ise dine inanan her insan aramalı ve insanlığı sevmeli'
diyerek hümanist bir yaklaşım sergiler Ancak işin ilginç tarafı
ünlü Rus yazarın cevap mektuplarıyla beraber, derginin
yazarı Murtazın'a, 'Hergün İçin Bir Hadis' adında bir kitapçıkta
göndermesiydi Bu kitapçıkta Tolstoy, Hz Muhammed'in
sözlerine yer verir ve ekler; "Bu ilahi (ezgi) kelimeler
her türlü din ehli için gereklidir"(*) Dergide çıkan cevap
mektubunda Tolstoy, Arapça bilmediği için İslam'ı Rus misyonerlerinden
öğrendiğini de itiraf etmektedir
Prof Dr Elfine Sibgatullina'ya göre Tolstoy'un bahsettiği
misyonerler Tatarlar arasında varolan (1860) ilginç bir sofi
teşkilatıdır Kurucusu Bahauddin Vaisov, Nakşibendî Tarikatı'na
mensup olsa da dönemin sosyal ve yaşamsal gerekliliklerine
ek olarak tarikat felsefesine yenilikler yükleyecek kadar
da açık fikirlidir Ancak Rus Çarı'na göndermiş olduğu
mektuplarda hükümetin siyasetini tenkit ermesinden dolayı
Bahauddin Vaisov sürgüne gönderilir
Prof Dr Elfine Sibgatullina'ya göre Bahauddin Vaisov,
Tolstoy ile görüşmüş ve bazı konularda ortak noktalarda buluşmuşlardır
Hatta Tolstoy Vaisov gibi devletten ve toplumdan
ayrılma fikrine katılmıştır(**)
(*) Ravil Amirhanov Tatarskaya Dorevolutsyonnaya Pressa (V Kontekste
"Vostok-Zapad"), Kazan, Tatarskoye Knijnoye İzdatelstvo, 2002; s
141-142
(**) Tatar Edebiyatı Tarihi, II Cilt, Kazan, Tataristan kitap neşriyatı, 1985




--- Sonraki mesaj ---

3BÖLÜM
TOLSTOY'UN İTİRAFLARI

Allah'a İnanmak
Hıristiyanlığın Ortodoks mezhebine göre vaftiz edildim
ve çocukluk yıllarımda bu mezhebin görüşleri doğrultusunda
eğitildim Çocukluk ve gençlik yıllarımdaki öğrenim yaşantımda
da yine bu inanç çizgisinde öğrenim gördüm Ancak
on sekiz yaşımdayken, ikinci yıldan sonra üniversite öğrenimimi
yarıda bıraktığımda artık bana öğretilmiş görüşlerin
hiçbirine inancım kalmamıştı Geçmişte yaşadığım olaylara
ve anılara dayanarak hüküm vermem gerekirse, aslında
çok da inançlı biri sayılmazdım Fakat buna rağmen çevremdeki
insanların inançlarına saygı gösteriyor ve bana öğretilen
bilgilere inanıyor, itimat ediyordum Aslında işin gerçeği,
bu itimat çok da kalpten inanarak değildi
Benim dinî inançlarımdan kopuşum, kültürlü ve aristokrat
tabakaya mensup insanlarda geçmiş dönemlerde nasıl olmuşsa
ve şimdi de nasıl olmaya devam ediyorsa öyle olmuştu
Sanırım bu durum bir çok insan için aynı seyri takip etmektedir
Yani çevresindeki çoğunluk nasıl yaşıyorsa insan
da öyle yaşıyor
İnsanların büyük bir kısmı, inanç esaslarıyla hiçbir ortak
noktası olmayan, hatta çoğunlukla ona ters düşen ilkelere
bağlı olarak yaşıyorlar İnanç öğretisinin yaşantımızda pek
yeri yok; ne başka insanlarla olan ilişkilerimizde rastlıyoruz
ona, ne de bizzat kendi yaşantımızda onunla ilişkimiz oluyor
İnanç esaslarını herhangi bir yerde, yaşamdan uzakta ve
yaşamdan bağımsız olarak kabulleniyoruz O, herhangi bir
zamanda karşımıza çıkınca da yaşamı içten hiç ilgilendirmeyen
ve sanki sadece dıştan bir olaymış gibi karşılıyoruz
Bir insanın dindar olup olmadığını, eski zamanlarda olduğu
gibi şimdi de o insanın hayatından ve davranışlarından
anlayabilmek oldukça güçtür
İnanç, bugün ya da eski devirlerde olsun hep dış baskılarla
ayakta tutulmaya çalışılmıştır ve insanlar ona sonsuz
bir güven duyarak, yaşamlarında inanca bütünüyle yer verememişlerdir
İnanç, bugün artık bilimlerin ve inanç esaslarıyla
ters düşen hayat deneyimlerinin etkisi altında erimektedir
ve erimiştir
İnsanların büyük bir bölümü, kendisine daha çocuklukta
öğretilen inanç öğretisinin kendisinde sanki hiç bozulmadan
varlığını devam ettirdiğini zanneder; oysa ki aslında
bu öğretiyi, o inancı çoktan kaybetmiştir
Bu durum insanların çok büyük bir çoğunluğunda sanırım
aynıdır Elbette bizim gibi eğitim görmüş insanlardan,
yani kendi kendine karşı samimî davranan insanlardan bahsediyorum;
yoksa inandıkları dinlerini, dünyevî amaçlarına
alet eden insanlardan değil Aslında bu tip insanlar gerçek
inançsızlardır; çünkü, inanç onlar için herhangi bir dünyevî
amaca ulaşmak için araç durumundadır Bu ise şüphesiz ki
asla inanç değildir Bazı insanlar, bilginin ve hayatın ışığının
yıktığı o çürük binanın kalıntılarını çoktan silip süpürmüş,
bazıları ise bunu henüz fark edememişlerdir
Evet, Allah'a inanıyordum; daha doğru söylemek gerekirse
Allah'ı inkâr etmiyordum ama nasıl bir Allah'a inanıyordum,
işte bunu anlatamazdım
Yalnızca, kendi adıma tek gerçek olduğuna inandığım
şeyi, ulaştığım bu gerçek bilgiyi yazılarımda diğer insanlara
öğretiyordum Yani benim şimdi sürdürdüğüm gibi yaşamak
gerektiğini ve insanın en rahat yaşadığı yerin ailesinin yanı
olduğunu anlatıyordum insanlara Yaşantım böyle sürüp gidiyordu
Fakat yaşantımın bu akışa girmesinden beş yıl sonra
tuhaf bir şeyle karşılaştım Bazı anlarda zihnimi birdenbire
kuşkular sarıyordu Sanki yaşam böyle anlarda duruyor,
zaman akmıyordu Nasıl yaşamam, ne yapmam gerektiğini
bilmiyor gibi oluyordum Dengemi yitirdim ve melankoliye
düştüm Fakat bu durum kısa bir süre sonra geçti Yaşantımı
kaldığı yerden, yine eskiden olduğu gibi sürmeye başlamıştım
ki, bu kuşku anları daha sık, hem de öncekine göre çok
daha yoğun bir hâlde tekrar etmeye başladı Hayatımın durduğu
bu anlarda hep aynı sorular ortaya çıkıyordu:
Niçin? Peki, ya sonra ne olacak?
Başlangıçta bunların anlamsız, saçma sorular olduğunu
düşündüm Sanıyordum ki, bunların cevapları belli, ortada
olan cevapları var ve ben bu cevaplara kolayca ulaşacağım
Her şeyden önce bu soruların çözümü ile uğraştığımda meselenin
ortadan kalkacağını düşünüyordum Fakat bununla
uğraşacak zamanım yoktu Eğer günün birinde canım isterse
cevaplan bulabilirim diye düşünüyordum Ancak sorular
gittikçe daha sık ortaya çıkmaya ve çoğalmaya başladılar;
üstelik bu sorular, cevaplarını bulmanın çok güç olduğu sorulardı
Durmadan aynı yere düşen noktalar gibi, bu cevapsız
sorular da kara bir leke halinde toplanıp büyüyordu Bir
iç hastalık nedeniyle acı çeken bir insanın hâli nasılsa, benim
hâlim de öyleydi Önce hastanın önem vermediği küçük işaretler
belirir, sonra bu işaretler gittikçe daha sık tekrarlanır
ve zamanla kurtulmanın imkânsız olduğu bir ıstırap haline
gelir Acı giderek büyür ve hasta düşünmeye vakit bulamaz
olur O zaman şunu fark eder ki, kendisinin sağlık içinde yaşarken
pek fazla önemsemediği şey, aslında dünyada onun
için en önemli olan şeydir: Yani, ölümdür
Yaşantım sanki durmuştu; sadece nefes alıyor, yiyor, içiyor
ve uyuyordum Ancak bunları yapıyorum diye yaşadığımdan
bahsetmem mümkün değildi; çünkü ruhumu rahatlatacak
ve aklımı tatmin edecek bir arzum yoktu Aslında
şunu da çok iyi biliyordum ki, bir arzum olduğunda,
onu gerçekleştirsem de gerçekleştirmesem de sonunda bir
şey değişmeyecekti
Yaşamayı sürdürüyordum ama bu sadece yaşam fonksiyonlarımı
sürdürmekten ibaretti Bir uçurumun başına gelmiştim
ve önümde yok oluştan başka bir şey olmadığını çok
iyi görüyordum Ulaştığım sonuca kayıtsız kalmam imkânsız
olduğu gibi, önümde yalnızca acı ve gerçeğin durduğunu
görmemek için gözlerimi kapatmam da imkânsızdı Yaşadığım
tam bir perişanlıktı
Bir seyyahla, onun çölde karşılaştığı yırtıcı hayvanları
anlatan o şark masalını kim bilmez ki! Seyyah, yırtıcı bir
hayvandan kurtulmak için kendini kurumuş bir kuyuya
atar Tam o anda, kuyunun dibinde onu yutmak için ağzını
açmış bekleyen bir ejderha görür Yırtıcı hayvan tarafından
parçalanmamak için yukarı çıkmaya cesaret edemeyen ama
ejderha tarafından yutulmamak için aşağıya da atlayamayan
bu zavallı seyyah, kuyunun duvar taşları arasında boy vermiş
bir dalı yakalar ve ona sımsıkı tutunur Az sonra elleri
uyuşmaya başlar ve kendisini her iki tarafta bekleyen felâketin
kucağına düşeceğini anlar; ancak dala hâlâ sımsıkı tutunmaktadır
O sırada birkaç farenin, onun tutunduğu delğn
çevresinde dolaşmakta ve dalı kemirmekte olduğunu görür
Dal kopacak ve o da canavarın ağzının ortasına düşecektir
Seyyah bunu görünce kurtulma ümidinin artık hiç kalmadığını
anlar Çaresizlik içinde çevresine bakarken, dalın yapraklarında
bal damlaları görür; dilini uzatır ve bunları yalamaya
başlar İşte, ben de aynen bu seyyahın benzeriydim;
ölüm ejderhasının kaçınılmaz bir şekilde beni beklediğini,
beni parçalamaya hazır olduğunu bildiğim hâlde, son bir
ümitle hayatın dallarına tutunuyordum ve bu azaba niye
düştüğümü de aklım bir türlü almıyordu Bana o güne kadar
teselli vermiş olan balı yalamayı deniyordum; ancak bal artık
tat vermez olmuştu Ölüm ejderhası ağzını açmış beni
yutmak için beklerken, yaşamın kemirgen fareleri de tutunduğum
dalı kopartmaya çalışıyorlardı Bense artık sadece
kendilerinden kaçamayacağım o ejderha ile fareleri görüyor,
gözümü onların üzerinden ayıramıyordum Üstelik bu bir
masal değildi; gerçeğin ta kendisiydi Bu, aksinin ispatlanamayacağı
ve herkesin algılayabileceği bir gerçektir
Soru: "Ne için yaşıyorum?"
Cevap: "Sonsuz büyük mekânda, sonsuz zaman irinde,
sonsuz küçük parçacıklar, sonsuz küçük bileşimler içinde
değişirler ve sen eğer bu değişimlerin yasalarını kavrayamamışsan,
yeryüzünde niçin yaşadığını da kavrayamamışındır"
Aynı şekilde düşünce anında kendi kendime şöyle diyordum:
"Bütün insanlık, onu yöneten manevî ilkelere ve
ideallere dayanarak gelişiyor Bu idealler dinlerde, bilimlerde,
sanatlarda, devlet şekillerinde ifadesini buluyor Bu idealler
gittikçe yükselmekte ve insanlık da gittikçe daha yüksek
mutluluğa tırmanmaktadır Ben de insanlığın bir parçasıyım
Bu nedenle benim görevim, insanlığın ideallerini öğrenmek
ve bunların gerçekleştirilmesine katkıda bulunmaktır"
Zihin gücümün zayıf olduğu sıralarda bu cevapla yetindim
Ancak yaşamın sorusu içimde bütün netliğiyle uyanır
uyanmaz, bu teori de birdenbire yıkılıverdi Bilimlerin, insanlığın
küçük bir bölümünün araştırılmasından çıkardığı ve
genel geçer sonuçlar olarak sunmaya çalıştığı vicdansız vurdumduymazlığı
ile insanlığın ideallerinin yer aldığı bu felsefenin
birçok yönünün karşıtlıklar yığını olması bir yana, bu
felsefenin aptalca demeyeyim ama şaşılacak noktası şuydu:
Her insanın karşısına çıkan "Ben neyim?" ve "Ben niçin yaşıyorum?"
ya da "Benim görevim ne?" sorularını cevaplandır-
mak istiyorsak, önce şu soruyu çözmemiz gerekiyor; "Bizim
yalnızca çok küçük bir zaman diliminde, çok küçük bir parçasını
bildiğimiz o bütünün ve insanlığın varlığının anlamı
nedir?"
İnsan, bunu yanıtlayabilmek için öncelikle bu bahsi geçen
sırlarla dolu insanlığı, yani daha kendini bile kavrayamamış
insanlardan kurulu insanlığın ne olduğunu kavramak
zorundadır
Kendine "Nasıl yaşamalıyım?" sorusunu samimiyetle
soran insan, deneysel bilimlerin bu soruya verdiği "Sonsuz
evrendeki zaman ve birleşme imkânları bakımından sonsuz
parçacıkları araştır; sonra kendi hayatını anlayacaksın?" şeklindeki
cevapla nasıl tatmin olmuyorsa, aynı insan şu cevapla
da yetinemeyecektir: "Başlangıcını ve sonunu hiç bilmediğimiz
ve belki de en küçük parçacığını bile tanımadığımız
insanlığa ait bütün yaşam anlayışlarını araştır; işte o zaman
kendi yaşamının anlamını kavrayacaksın!"
Hiç Olabilmek İçin
Hastalık, yaşlılık ve ölümü hiç görmemiş ve onların ne
olduğunu bilmeyen genç, mutlu prens Sakya-Muni, bir gezinti
sırasında görünüşü perişan, dişleri dökülmüş, salyaları
akan bir ihtiyara rastlar O zamana kadar ihtiyarlığın ne olduğunu
bilmeyen prens, şaşkınlık içinde arabacısına bunun
ne olduğunu, adamın nasıl olup da bu acınası ve itici hale
düştüğünü sorar Bunun bütün insanların ortak kaderi olduğunu,
kendisi kral oğlu olsa bile aynı şeyin kendi başına gelmesinin
de mukadder olduğunu öğrenince gezisine devam
edemez ve bu konuda düşünmek için geri dönmek ister Tek
başına bir köşeye çekilerek günler boyunca düşünür ve anlaşılan
sonunda bir teselli bulur Çünkü yine keyifli ve mutlu
olarak geziye çıkar Bu defa karşısına vücudu şişler içinde,
güçsüz ve gözlerinin feri sönmüş hasta bir adam çıkar O güne
kadar hastalığı hiç bilmeyen prens arabayı durdurur ve
arabacıya bunun ne olduğunu sorar Bunun hastalık olduğunu,
herkesin başına gelebileceğini, sağlıklı ve mutlu bir kral
oğlu olan kendisinin bile aynı hastalığa yakalanabileceğini
öğrenince yine neşesini ve cesaretini kaybeder, geri dönmeyi
emreder Daha önce olduğu gibi yine düşüncelere dalarak teselli
arar Aradığı teselliyi yine bulur ki, üçüncü kez gezintiye
çıkar Bu üçüncü gezisinde yine bir manzara ile karşılaşır
Bir şeyin insanlar tarafından taşınmakta olduğunu görür
Arabacıya sorar:
-Bu nedir?
-Bir cenaze efendim
-Cenaze ne demek?
-Bu herkesin sonudur
Prens ölüye yaklaşır, örtüyü açar ve yüzüne bakar
-Şimdi ne yapacaklar onu? diye sorar
-Onu gömecekler
-Niye?
-Çünkü artık kesinlikle canlanmayacak ve gelecekte ondan
sadece pis bir koku ve kurtçuklardan başka hiçbir şey
kalmayacak
-Ve bu insanların kaderi öyle mi? Benim de mi? Beni de
gömecekler, benden geriye de pis bir kokudan başka bir şey
kalmayacak, öyle mi? Beni de kurtçuklar mı yiyecek?
-Evet
-Geri dönelim Artık gezmek istemiyorum ve bir daha
da bunu istemeyeceğim
Sakya-Muni bu defa bir teselli bulamadı ve yaşamın en
büyük dert olduğu sonucuna vardı Bütün gücünü, kendini
ve başkalarını bundan kurtarmaya harcadı Yaşamdan öyle
kurtulsunlar ki, ölümden sonra da hiçbir biçimde tekrarlanmasın
ve yaşam kökünden kazınmış olsun
Yaşamın sorusuna cevap verdiği zaman, insan bilgeliğinin
kesin cevaplan bu doğrultudadır
Sokrates: "Maddî hayat bir derttir ve yalandır Bu yüzden
maddî hayatın yok edilmesi bir mutluluktur ve biz bunu
dilemeliyiz" der
Schopenhauer: "Hayat, olması gereken bir şeydir ama
bir derttir; hiçliğe geçiş ise hayattaki tek mutluluktur" der
Hz Süleyman: "Dünyadaki her şey: delilik ve bilgelik,
zenginlik ve yoksulluk, sevinç ve acı; bunların hepsi boştur,
hiçtir İnsan ölüp gider ve ardında hiçbir şey kalmaz Ve bu
saçmadır" der
Buda: "Istırabın, acının, güçten düşmenin, ihtiyarlığın
ve ölümün kaçınılmazlığının bilinciyle yaşanmaz İnsan kendini
hayattan, hayatın her imkânından kurtarmak zorundadır"
der
Bilimlerin içinde dolaşmam beni çaresizlikten kurtaramadığı
gibi, bu çaresizliğimi daha da arttırdı Bu bilimlerden
biri yaşamın sorusuna hiç cevap vermedi Bir başka bilim ise
diğerinin tersine soruma doğrudan cevap vererek benim
çaresizliğimi onayladı ve bana gösterdi ki, ulaştığım sonuç
benim yanılmışlığımın, benim hastalıklı ruh hâlimin meyvesi
değil Yani, benim doğru düşündüğümü ve insanlığın
dâhileriyle aynı sonuçlara vardığımı onayladı
Bunda yanılma yok; her şey boş ve ölüm yaşamdan çok
daha iyi İnsanın yaşamdan kendini mutlaka kurtarması gerek
Hiç doğmamış olana ise ne mutlu
Bilinmeyeni Bulmak
Çözümü bilimde bulamamıştım ve bu çözümü yaşamda
aramaya başlamıştım; umudum onu çevremdeki insanlarda
bulabilmekti Böylece insanları gözlemlemeye başladım
Beni çaresizliğe sürükleyen bu sorulara karşı diğer insanların
nasıl bir tavır takındıklarını merak ediyordum

Alıntı Yaparak Cevapla