Yalnız Mesajı Göster

İslam Ansiklöpedisi (A)

Eski 11-04-2012   #7
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (A)



ADAK (Nezir)

Allah'u Teâlâ'ya ibâdet maksadıyla mükellef olmadığı halde mübah olan bir işi yapmayı kararlaştırmak, kişinin öyle bir ameli kendisine vâcip kılması ve bunu yapacağına dair Allah'a söz vermesi

Allah rızası için yapılan adaklar Allah katında geçerlidir Yalnız Allah'ın rızası gözetilirse böyle bir ibâdetten sevap elde edilir Sırf Allah rızası için oruç tutmak, sadaka vermek, Kur'an okumak namaz kılmak gibi Ancak sırf dünyevî bir maksat uğruna yapılan adaklar geçerli değildir "Falan bir işim olursa şu kadar oruç tutacağım", veya şu kadar sadaka vereceğim demek gibi Buna benzer dünyaya yönelik isteklerin olması halinde yapılan adaklarda sırf dünyevî bir arzu taşıdığından ibâdetlerde aranan ihlâs* ve Allah rızası özelliği kaybolmuş oluyor Aslında böyle bir adak Allah'ın takdirini değiştirmez Mukadder ne ise o olur Fakat her ne olursa olsun "falan işim olsun, şöyle böyle oruç tutacağım, sadaka vereceğim" gibi adakları yaptıktan sonra mutlaka yerine getirmek vâcip olur

Allah'ın rızasını ve yardımını istemek maksadıyla yapılan bu ibâdet genellikle bütün semâvî dinlerde vardır Kur'an-ı Kerim'de Hz Meryem ile ilgili olarak anlatılan kıssada annesinin şöyle dediği ve adakta bulunduğu ifade edilmektedir: "Hani İmran'ın karısı şöyle demişti: 'Rabbim' karnımda taşıdığım çocuğu sadece sana hizmet etmek üzere adadım Bunu benden kabul buyur Allah'ım sen her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilensin " (Âl-i İmrân, 3/35) Ve yine Hz Meryem'e şöyle hitab edilmişti: "İnsanlardan birini görürsen "Rahman olan Allah'a konuşmama orucu adadım bugün kimseyle konuşmayacağım" de" (Meryem, 19/26) Yalnız Semâvî dinlerde değil, kısmen semâvî din özelliği ve kalıntıları taşıyan bazı toplum ve dinlerde de adak inancına rastlanmaktadır Yahudi ve Hristiyanların yanısıra eski Çin, Türk ve Arap toplumlarında adakların yapıldığı bilinmektedir

Kur'an-ı Kerim'de adak ile ilgili olarak bazı hususlar zikredilmişse de bu konuda herhangi bir emir veya nehiy mevcut değildir Fakat ileride de ele alınacağı gibi adaklar yapıldıktan sonra mutlaka yerine getirilmesi gerekmektedir

Bazı hadislerde Rasûlullah (sas), yapıldıktan sonra Allah'a itaat kabilinden olan adakların yerine getirilmesi gerektiğini ifade etmiştir (Tecrid-i Sarih Tercüme ve Şerhi, XII, 226 vd) Adağın Hz Peygamber tarafından yasaklandığını ileri sürenler olmuşsa da, bu adaklar insanı kaderden müstağni kılmaya sürükleyen anlayışlara dayalı olan adaklardır Çünkü yapıldıktan sonra mutlaka yerine getirilmesi kesin olarak emredildiğine ve bu konuda gayet açık hükümler bulunduğuna göre, yasaklanmış bir hususun yapıldıktan sonra yerine getirilmesi isteniyorsa bu yasak ne ile izah edilebilir?

Adak, yemin keffâreti*nde olduğu gibi yerine getirilmesi kişinin İslâmî hükümlere olan sadakatine bağlıdır Böyle bir adağı yaptıktan sonra onu yapmaması halinde İslâm devleti yetkilileri ibâdeti ihmal ettiğinden dolayı onu bu konuda zorlayamazlar Ancak Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Kerim'de "Nezirlerini edâ etsinler" (el-Hacc, 22/29) buyurmaktadır

Adağın Şartları

Adağın İslâmî hükümlere göre geçerli olabilmesinin çeşitli şartları vardır:

1- Adanan ibâdetin cinsinden mutlaka bir farz veya vâcibin olması gerekir Örneğin "üç gün oruç tutacağım", "Şu kadar namaz kılacağım", "Kurban keseceğim", diye adamak câizdir ve böyle bir adak sahihtir Fakat "Filan hastayı ziyâret edeceğim", "Aldığım malları sermayesine satacağım", demek adak olmuyor Dolayısıyla Allah rızası için adanan ibâdetin cinsinden farz ve vâcip olmayan hattâ İslâm dininde yapılması uygun olmayan, İslâm'ın emretmediği kötü geleneklerden ibaret olan türbelere, yatırlara mum yakmak, bu yatırların uğruna bir şeyler yapmak, yatırlara bazı eşyalar adamak câiz değildir Hattâ bu gibi adaklar kesinlikle haramdır

2- Adayanın akıllı, bülûğa ermiş yani ergin olması gerekir Adağı yapan kimsenin aklından hasta olmaması, çocuk yaşta bulunmaması gerekir Erginlik çağına ulaşmamış olanlarla delilerin* yaptığı adakların yerine getirilmesi zorunlu değildir

3- Adanan ibâdet o anda veya gelecekte yapılması farz olan bir ibâdet olmamalıdır Meselâ 'şu işim olursa öğle namazını veya yatsı namazını kılacağım', yahut 'Ramazan'da oruç tutacağım', veya zengin olduğu halde 'Kurban bayramında kurban keseceğim' gibi adaklar sahih değildir Çünkü bu gibi ibâdetler zaten farz veya vâcip ibâdetler olup yerine getirilmesi gereken ibâdetlerdir Buna göre bu tür adaklar geçerli değildir

4- Adanan ibâdet ayrıca bir farz veya vâcip bir ibâdete sebep ve zemin türünden olmamalıdır Örneğin abdest almayı veya tilâvet secdesi yapmayı adamak da sahih bir adak değildir Zira bu gibi ibâdetler farz olan ibâdetlere vesiledir, onun için adanmaz

5- Adanan şey Allah'ın razı olmayacağı, günah özelliği taşıyan türden de olmamalıdır Meselâ "Şu işim olursa kendimi Allah rızası için kurban edeceğim" diye bir adak yapmak geçerli olmadığı gibi haramdır Fakat aslında İslâm'ın emrettiği bir ibâdet iken yine İslâm'ın başka bir sebepten dolayı yasakladığı bir ibâdet türü ise geçerli olur Meselâ bir kimsenin Ramazan Bayramı'nın birinci gününde veya Kurban Bayramı'nın ilk üç gününde oruç tutmayı adaması sahih bir adaktır Ancak bu günlerde oruç tutmak haram olduğu için, başka bir zamanda bu adağını kaza eder

6- Adanan şeyin yerine getirilmesi mümkün olmalıdır Meselâ geçen falan günde yahut falanın geleceği günde oruç tutmak gibi Geçen bir gün geri gelmeyeceği gibi, falan kimsenin gece veya gündüz zeval vaktinden sonra gelmesi halinde artık oruç tutulamayacağı bellidir Çünkü oruç gündüz tutulduğu gibi fecirden başlanması gerekir Dolayısıyla böyle bir adak olmaz

7- Adanan şey bir malın sadaka* olarak verilmesi ise, adanan mal adağı yapanın malından ve servetinden fazla olmamalıdır Çünkü adağı yapan kimse ancak mal varlığı kadar bir tasaddukta bulunabilecektir Ayrıca başkasının malını tasadduk etmeyi adamak da câiz değildir

Adağın Kısımları

Nezir'in şarta bağlı olan ve olmayan şeklinde ikiye ayrıldığı gibi bu türler de ayrıca kendi aralarında çeşitli kısımlara ayrılmaktadırlar

A- Şarta bağlı olan adaklar

Bunlara ıstılâhî olarak "Muallak Adaklar" denir Muallak adaklar ikiye ayrılır:

1- Bazı hususların gerçekleşmesine ve yapılmasına bağlanan adaklar Meselâ 'Hastalığım geçer ve iyileşirsem şu kadar oruç tutacağım' veya 'Şu kadar kurban keseceğim' şeklinde yapılan adak gibi Bu hastalığı geçerse bu ibâdeti derhal yerine getirmek gerekir Böyle bir adağı daha sonra yapmak her ne kadar câiz ise de hemen yerine getirilmesi daha sevaptır

2- Bazı iyi ve güzel hususların gerçekleşmemesi ve yapılmaması için adanan adaklar Örneğin, 'Falan kimse ile konuşursam şu ibâdeti yapmak üzerime vâcip olsun' şeklindeki adaklar gibi Burada koşulan şart falan kimse ile konuşmamadır Bu şarta rağmen o kimse ile konuşulursa adağı yerine getirmek yahut bunun yerine yemin keffâreti ödemek gerekir

Genel olarak belli bir şarta bağlanan adaklar belirtilen şartın gerçekleşmesinden önce yapılmazlar Örneğin 'Falan işim olursa şu kadar oruç tutacağım' diye adak yapılıp o işi gerçekleşmeden adadığı orucu tutarsa adağını yerine getirmiş olmaz Adı geçen işi gerçekleşince yeniden o orucu tutması gerekir

Aynı şekilde bu tür bir adak belirli bir zaman, yer ve kişilere yahut belli bir şekle bağlanırsa mutlaka bu belirlenen şekilde yapılması şart değildir Meselâ 'Falan işim olursa falan gün veya falan ay oruç tutacağım, şu parayı falan adama vereceğim', yahut şu kadar namazı falan camide kılacağım' dese belirtilen işi gerçekleşince belirttiği gün veya ayda oruç tutması şart değildir Zikrettiği kişiye belirlediği parayı vermesi yahut söylediği camide namaz kılması şartı aranmamaktadır Orucunu istediği bir zamanda tutması, sadakasını istediği kimseye vermesi, namazını istediği herhangi bir camide kılması mümkündür

B- Şarta bağlı olmayan adaklar

Bunlara da "Mutlak Adaklar" adı verilmektedir Bu tür adaklar da ikiye ayrılmaktadır

1- Belirli olan yani muayyen adaklar: Şarta bağlı olmadan yapılan adaklardır Meselâ 'önümüzdeki perşembe günü oruç tutmayı adamak' gibi

Belirli olmayan adaklar Bunlara da 'Gayr-i Muayyen Adaklar' denir Bu tür adaklar da hiçbir şart ve zamana bağlı olmayan adak türleridir Meselâ "Şu kadar gün oruç tutacağım" diyerek hiçbir şart ve zamana bağlamadan bir müddet oruç tutmayı adamak gibi

Bütün bu hükümlere göre Mutlak * yani bir şarta bağlı olmadan adanan oruçların kesin olarak yerine getirilmeleri gerekir Belirli bir zamanda yapılması adanan adak başka bir günde kaza edilmelidir Aynı şekilde bu tür mutlak adaklarda belirli bir yer ve kişi ile belirli bir miktar da önemli değildir Mühim olan bu adakların yerine getirilmesidir Belirlenen yer, kişi ve miktarlar değiştirilebilir

Adak Kurbanı:

Adanılan şey bazen kurban* olabilir Bu durumda şu iki hususa dikkat edilmelidir:

1- Kurban davar, sığır ve deve gibi dört ayaklı hayvanlardan olur Tavuk, kaz ve hindi gibi iki ayaklı hayvanlardan kurban olmaz

2- Kurbanın etinden onu adayan kimse ile usûl ve füru* yiyemezler Kurbanın eti fakirlere tasadduk edilir Şayet yerlerse yedikleri miktarın değerini fakirlere vermeleri gerekirAdâlet

Düzenli ve dengeli davranma, her şeyin ve herkesin hakkını verme, haksızlıklardan uzaklaşarak orta yolu tutma, bir şeyi yerli yerine koyma, insaf ve eşitlik anlamında bir terimdir Geniş kapsamlı bir kavram olan adâletin zıttı zulüm,* gadr* ve insafsızlıktır

İslâm'da adâlet, hukuk önünde herkese eşit davranmak, kültür, bilgi ve mevkî farklılıklarından dolayı insanlara başka başka davranmamak demektir İslâm bu anlamda her ferdin ve her toplumun karşılıklı olarak işlerinde değişmez bir ölçü şeklinde yerini almış, istek ve heveslere yer vermemiş, sevgi ve nefretlere uymamış, akrabalık ve yakınlık bağlarına göre ayarlanmamış, zengin-fakir ayırımı gözetmemiş, kuvvetli ve zayıf farkını göz önüne almış bir adalet anlayışı getirmiştir Bunun için İslâm, toplum içinde yaşayan bütün kesimlerin birliğini sağlayan prensipler koymuş, ümmetin güvenliğini garanti altına alan bir düzen kurmuştur

"Ey iman edenler adaleti ayakta tutarak Allah için şahitlik* edenler olun Kendinizin, ana ve babanızın aleyhinde bile olsa (şahitlik ettiğiniz kimseler) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın) Çünkü Allah ikisine de daha yakındır Adaleti yerine getirebilmek için hevâ ve hevesinize uymayın Eğer eğri davranır veya yüz çevirirseniz, Allah yaptıklarınızdan haberdardır" (en-Nisa, 4/135)

Yeryüzündeki beşerî sistemlerin hiçbirisinin düşmanlara ve nefret edilen insanlara karşı, İslâm'ın kefil olduğu mutlak adaleti tekeffül edebilmesine imkân yoktur İslâm, kendisine inananları bu konuda sadece Allah için hareket etmelerini, aralarındaki münasebetlerini Allah'ın rızasına uygun bir şekilde ayarlamalarını ve yine Allah için doğru şahitler olmasını emretmektedir Bu esaslar bu dînin bütün insanlık için son din ve mükemmel bir nizam olduğunu, adaletinden, inanan ve inanmayan bütün insanların yararlanmasını tekeffül eden üstün bir hukuk ve yönetim biçimi olduğunu ifadeye yeterlidir Bu adaleti gerçekleştirme görevi müslümanlara yüklenmiş bir görevdir İslâm ümmeti bu ilahî emri yerine getirdiği dönemlerde yeryüzü adaletle dolup taşmıştır

"Allah insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman, adaletle hükmetmenizi emreder" (en-Nisâ, 4/58) İlâhî emrin hikmeti gayet açıktır

"Ey iman edenler, Allah için şahitlik eden kimseler olunuz Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin sizi adaletten saptırmasın Adil davranın, takvaya* yakışan budur Allah'tan korkun, Allah yaptıklarınızdan haberdardır" (el-Mâide, 5/8)

İslâm'ın emrettiği adalet doğrultusunda kâinatın düzeninin ayakta durması tabiî bir hadisedir Adalet mülk'ün temelidir Adaletin olmadığı yerde zulüm hâkimdir Allah ve onun koyduğu bütün hükümler zulmün her çeşidinden uzaktır Allah'ın emirlerinin uygulandığı bir ortamda hiçbir kimseye zerre kadar zulüm yapılmaz (bk en-Nisa, 4/40) Bu Kur'an-ı Kerim'de sık sık tekrarlanan ayetlerle dile getirilmektedir:

"Allah, adaleti ve ihsanı* emreder " (en-Nahl, 16/90)

"Allah size emanetleri* ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman, adaletle hükmetmenizi emreder" (en-Nisa, 4/58)

"Hükmettiğin zaman onlar arasında adaletle hükmet Şüphesiz Allah adil davrananları sever" (el-Mâide, 5/42; ayrıca bk el-Hucurât, 49/9)

Hz Peygamber (sas) de adalet ve adaletle hükmedenler hakkında birçok hadîs buyurmuşlardır:

"Hükmünde, yönetimi ve velâyeti altındakiler hakkında adîl davrananlar, Allah katında nurdan minberler üzerinde olacaklardır" (Müslim, İmâre, 18)

"Adil devlet başkanı ve idareciler mahşer yerinde Allah'ın yüce lûtfuna ve himâyesine mazhar olacakların öncüleridir" (Buhârî, Edep, 36)

Bu ayet ve hadîslerde yer alan adalet kavramı geniş anlamıyla ele alınıp hukuki, sosyal ve ahlâkî adaleti kapsamaktadır

Adaletin İslâm toplumunda, yönetimde, muhakemelerde ve insanlar arası ilişkilerde tam anlamıyla uygulanması önemli bir hedeftir İslâm devletinde uygulanan ekonomik prensiplere göre mülk Allah'ındır Bu ölçü içinde sosyal adaletin sağlanması önemli bir denge unsurunun kurulması demektir Müminlerin kardeş ilân edildiği, yığılan kişisel servetlerde fakir ve muhtaçların hak sahibi oldukları, İslâm'da adalet anlayışının tezâhürleridir

Ayrıca kaza* işlerinde, muhakemelerde ve yönetimde Allah'ın indirdikleri ile hüküm vermek adaletin ta kendisidir Bundan uzaklaşıldığı takdirde adaletin gerçekleşmeyeceği ifade edilmiş ve bunu uygulamayanların kâfir *, zalim * ve fâsık * oldukları ilân edilmiştir (el-Mâide, 5/44, 45, 47) Bundan dolayı da Hz Peygamber (sas):

"Kıyâmet gününde insanların Allah'u Teâlâ'ya en sevgili olanı ve Allah'a en yakın bulunanı adil devlet başkanıdır " (Tirmizî, Ahkâm, 4) buyurmuşlardır

Hz Peygamber'in İslâm'ı tebliğ etmekle görevlendirildiği dönemin arefesinde Câhiliye devri Arapları boğaz boğaza, bıçak bıçağa gelmiş durumdaydılar Adaletsizliğin, zulmün kol gezdiği bir dönemde İslâm gelmiş ve yepyeni bir toplum ortaya çıkmıştı Zengin-fakir, efendi-köle ayırımının yapılmadığı, haktan asla ayrılmanın söz konusu olmadığı bir toplum oluşmuştu

Bir gün Mahzumoğulları kabîlesine mensup eşraftan Fâtıma adında bir kadının hırsızlık yaptığı söylenerek Peygamberimiz (sas)'in huzuruna getirilmişti Kadının 'elinin kesilmesi'ne hükmedildi Fakat daha önceki gelenek ve alışkanlıklara göre Kureyş'ten olan asil bir kadın hakkında suç işlemiş olsa dahî böyle bir hüküm verilemezdi Hükmün infâzının durdurulması için Kureyş'in ileri gelenleri Hz Peygamber'in çok sevdiği Üsâme b Zeyd'i araya koyarak bu kadının affedilmesini istediler Üsâme'nin böyle bir şefaatte bulunması Hz Peygamber (sas)'e çok ağır geldi Hemen ashâbını 'mescid'*de toplayıp bu konuda onlara şöyle hitap etti:

"Ey insanlar! Sizden evvel yaşamış toplumların neden dolayı yollarını şaşırıp saptıklarını biliyor musunuz? Asilzâdeleri bir hırsızlık* yaptığı zaman onu affeder, zayıf ve kimsesizleri bir şey çalarsa onları cezalandırırlardı Allah'a yemin ederim ki, böylesine kötü bir hırsızlığı Mahzum kabilesine mensup Fatıma değil, kendi kızım Fatıma yapmış olsaydı, kesinlikle onun elini kestirirdim " (Müslim, Hudûd, 2)

Bugünkü beşerî sistemlerde hâkim zümre ve belirli sınıflar için dokunulmazlıklar söz konusu olduğu halde İslâm hukuku önünde hiç kimsenin bir ayrıcalığı ve imtiyaz hakkı yoktur

Adil Halife Hz Ömer, hilâfeti döneminde ashâbtan Übey b Ka'b ile aralarında bir konuda anlaşmazlık meydana gelmiş ve bu anlaşmazlığı çözmek üzere o dönemin Medine kadısı olan Zeyd b Sâbit*'e gitmişlerdi Kadı olan Zeyd hemen devlet başkanı olan Hz Ömer'e karşı saygılı davranıp ona oturması için yere bir minder sermişti Fakat adil insan Hz Ömer bu davranış karşısında şöyle demişti:

"İşte bu davranışın, şimdi vereceğin hükümde yaptığın ilk adaletsizliktir Ben davacımla beraber aynı yerde oturacağım"

Sonra davacı Übey b Ka'b davasını ileri sürünce Hz Ömer bu iddiayı kabul etmedi Bu durum karşısında Hz Ömer'in yemin etmesi gerekiyordu Kadı Zeyd İbn Sâbit, Übey'e şöyle dedi:

"Gel Halife'yi yemin ettirme, onu bundan muaf tut Davacı olduğun kişi bir başkası olsaydı sana böyle bir feragatten söz etmezdim" Bu teklifi duyan Hz Ömer son derece kızarak böyle bir ayrıcalığı kabul etmeyip derhal yemin etti Sonra da Zeyd b Sâbit hakkında şöyle dedi:

"Halife ile herhangi bir müslüman hakkında eşit davranmasını öğrenmedikçe ona dava götürülmemelidir"

Ayrıca mahkemelerde şahitlik yapacakların da adalet sahibi olarak tanınan kimseler olması şart koşulmuştur

İslâm'da adaleti gerçekleştirmek için çeşitli müesseseler kurulmuştur Resulullah davalara bizzat kendisi bakmıştır Bu durum ikinci halife Ebu Bekir (rha) zamanında da böyle devam etmiş, Hz Ömer zamanında ise İslâm toprakları oldukça genişlediğinden bazı sahâbiler kaza işleriyle görevlendirilmiş ve birer kadı olarak vazife görmüşlerdi

Divânü'l-Mezâlim, Şurta ve Hisbe* gibi teşkilâtlarla haksızlıklar önlenmeye ve adalet dağıtılmaya çalışılmıştı Eyyubiler Mısır'da "Dârü'lAdl"* adıyla bir adalet dairesi meydana getirmişler ve yanlarına bazı müşavirler de alarak bu mahkemeye bizzat başkanlık etmişlerdir Osmanlılar zamanında 'adliye teşkilatı' ise düzenli bir şekilde kurulup yaygınlaştırılmıştır
Adam öldürmek

Başkasının hayatına kıymak, katl Cinayet, bir terim olarak insanın hayatına ve vucut tamlığına karşı işlenmesi yasaklanmış fiillerdir Cinayet, öldürme ve yaralama olmak üzere iki kısma ayrılır Öldürme, dünya ve ahirette cezayı gerektiren bir fiildir Dünyadaki cezası kısas*, ahiretteki ise cehennem azâbıdır Çünkü o, dünyada Allah'ın yaratmasına tecavüz, toplumun ve toplum hayatının emniyetini tehdid eden bir fiildir

Kur'an-ı Kerim'de adam öldürmenin haram olduğunu bildiren birçok ayet vardır Bu ayetlerin birinde şöyle buyurulur:

"Allah'ın haram kıldığı cana, haklı bir sebep olmadıkça kıymayın Kim mazlum olarak öldürülürse biz onun velisine (mirasçısına hakkını isteme konusunda) bir yetki vermişizdir O da öldürmede aşırı gitmesin Çünkü o, zaten yardıma mazhar kılınmıştır" (el-İsrâ, 17/33)

Âdem (as)'ın oğlu Kâbil*in Hâbil'i öldürme suçu, öldürmenin insanlığa tecavüz anlamına gelen bir suç olduğunu gösterir Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Bu yüzden İsrâiloğulları'na şu gerçeği hükmettik: Kim bir canı, bir can karşılığında veya yeryüzünde bir fesat çıkarmaktan dolayı olmaksızın, öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur" (el-Mâide, 5/32)

Katil için kısas cezası şu ayetle sabittir:

"Ey iman edenler, öldürenler hakkında size kısas (misilleme) yazıldı Hür hür ile; köle köle ile; dişi dişi ile kısas edilir Fakat öldürenin lehinde, öldürülenin kardeşi (velisi) tarafından cüz'î bir şey af * olunursa kısas düşer Artık örfe uyarak, maktulün velisine güzellikle ödemede bulunmak gerekir Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve esirgemedir O halde kim bu aftan ve diyetin edâsından sonra, katile veya yakınlarına karşı tecavüzde bulunursa, onun için pek acıklı bir azap vardır Ey akıl sahipleri kısasta sizin için bir hayat vardır Umulur ki sakınırsınız " (el-Bakara, 2/178-179)

Kısas hükmü, geçmiş semâvî dinlerde de yer almıştır: "Biz onda (Tevrat*ta) onların üzerine şunu da yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş karşılıktır Sonuç olarak yaralar birbirine kısastır Fakat kim bu hakkını bağışlarsa, o kendisine keffârettir Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse onlar zalimlerin ta kendileridir" (el-Mâide, 5/45)

Kur'an-ı Kerim, başkasını kasden öldüren katil için bir ceza daha bildirir:

"Kim bir mümini kasden öldürürse, cezası içinde ebedî kalıcı olmak üzere cehennemdir Allah ona gazabetmiş ve lânet etmiştir Ve ona büyük bir azap hazırlamıştır " (en-Nisâ, 4/93)

Hadiste, kişinin ancak üç durumda ve hâkim kararıyla öldürülebileceği bildirilmiştir Hz Peygamber (sas) şöyle buyurmaktadır:

"Müslümanın kanı ancak üç şeyden birisi ile helâl olur Zina eden evli, cana karşılık can, dinini terkeden ve İslâm toplumundan ayrılan kimse" (Buhârî, Diyet, 6; Müslim, Kasâme 25; Ebû Davud, Hudud, I; Tirmîzî, Hudud, 15) Bu hadisi İbn Mes'ud (ra) rivâyet etmiştir

Başka bir rivâyet şöyledir: "Kişinin kanı üç durumda helâl olur: İmandan sonra kâfir olan yahut evlilikten sonra zina eden yahut da haksız yere bir cana kıyan kimse"

Katlin ve intiharın haramlığı konusunda çeşitli hadisler nakledilmiştir: "Bir müminin öldürülmesi, Allah katında, dünyanın sona ermesinden daha büyük bir olaydır"

"Şüphesiz, sizin kanlarınız ve mallarınız; bu gününüzün, bu ayınızın ve bu beldenizin haram olduğu gibi birbirinize haramdır" (Buhâri ilim, 37; Hacc, 132; Hudûd, 9; Müslim, Hacc, 147; Tirmîzî, Fiten, 6)

"Yedi helâk edici şeyden sakınınız Bir tanesi de haklı durumlar müstesna Allah'ın haram kıldığı cana kıymaktır " (Buhârî, Müslim, Ebû Davud ve Nesâi)

Kasden öldürmenin cezasını hadis tesbit etmiştir Hz Peygamber (sas) şöyle buyurdu: "Kasden öldürmede kısas vardır Ancak, maktulün velisinin affetmesi halinde durum değişmektedir"

Yani başkasını kasden öldüren, maktulün akrabaları tarafından affedilmedikçe ona kısas uygulanması gerekir

Kasden adam öldüren kimse asî ve fâsık olur Onun işi Allah'a kalmıştır Dilerse ona azap eder, dilerse bağışlar İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre katilin tevbesi makbûldür Böyle diyenlerin delilleri şu ayetlerdir:

"Şüphesiz Allah, kendisine şirk (ortak) koşulmasını bağışlamaz Bunun dışındaki günahları dilediği kimseler için bağışlar " (en-Nisâ, 4/48-116)

"Şüphesiz Allah bütün günahları mağfiret eder" (ez-Zümer, 39/53) İbn Abbâs (ra) katilin bağışlanabileceği konusunda aksi görüştedir Çünkü birisini kasten öldürenin cehenneme gireceği, Nisâ sûresi 93 ayetle sabittir

Diğer yandan yüz kişi öldüren kimsenin tevbesinin bile kabule şayan olduğunu bildiren hadis-i şerif malûm ve meşhurdur (Buhâri, Enbiya, 54; Müslim, Tevbe, 46-47) Kâtilin, sürekli cehennem ateşine gireceğini bildiren ayetin, tevbe etmeden ölmesi haliyle ilgili olduğu yahut durumunun Cenâb-ı Hakk'ın dilemesine bağlı bulunduğu öne sürülmüştür

Şâfiî mezhebi, öldürmenin hükümlerini beş kısma ayırır: Farz, haram, mekruh, mendub ve mubah

1- Farz: Mürted (dinden çıkan)'ın tevbe etmediği ve düşman savaşçısının İslâm'a girmediği yahut cizyeyi vermediği zaman öldürülmesi farzdır

2- Haram: Kanının dökülmesi caiz olmayan masum kimsenin öldürülmesi haramdır

3- Mekruh: Bir kimsenin, kâfir olan hasmını Allah'a ve Resulüne sövdüğü zaman onu öldürmesi mekruhtur

4- Mübah: Kısas tatbik edilecek kimseyi veya devlet başkanının savaş esirini öldürmesi mubahtır Çünkü o maslahata göre öldürüp öldürmemekte serbesttir Nefis müdafaası için saldırganı öldürmek de mubahtır

Dört büyük mezheb imamı, öldürmenin mübah olduğu halleri şu şekilde sıralarlar: Bir kimse yabancı birisinin evine girdiğini; yabancı bir erkeği karısı veya yakın akrabası ile zina ederken görse onu öldürmesi helâldir Katile kısas gerekmez Zina, erkekle kadının rızası sonucu oluşmuşsa Hanefi ve Hanbelîlere göre kadının kocası onları suçüstü yakalaması halinde her ikisini de öldürebilir Eğer erkek, kadını zinaya zorlamışsa kadının bu erkeği öldürmesi mübah görülmüştür

Alıntı Yaparak Cevapla