ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   Tarih Musahabeleri (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=516)
-   -   Ölümsüz Kahramanlar ... (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=93355)

GöKKuŞaĞı 09-28-2009 12:44 AM

Ölümsüz Kahramanlar ...
 
2 Eklenti(ler)

Anadolu’nun, mefahir dolu parlak tarihini omuzlayan baş aktörlerden birisi de, mübarek bedenlerini vatanımızın tapu senedine dönüştüren ve bu güzel coğrafyayı adeta cennetten bir köşeye çevirip kutsallaştıran “kahraman şehitlerimiz”dir.

Tarihin, huzurlarında derin bir hürmetle selam durduğu, her birinin hikâyesi ayrı bir destan olan; “bir hilâl uğruna” güneş gibi batıp, ebediyet iksirini içmesini bilen o asil şehitlerin mazimizi şan ve şerefle dolduran efsanevî gayretlerinde, en etkili faktörlerin başında elbette ki, “şehitlik arzusu” geliyordu. O kadar ki, bu mukaddes duygu sayesinde, güzelim Anadolu’yu, serpiştirdiğimiz çil çil kubbeler kadar, her bir köşesine adeta bir abide gibi diktiğimiz çil çil şehit kabirleriyle bir “şehitler yurdu” haline de getirdik. Sizlere bu yazıda, “şehitler gülistanı” Anadolu’dan, seçkin birkaç “kan çiçeği” devşirdik. Onlar şimdi uğruna şehit düştükleri cennet yurdumuzun dört bir köşesinde, kıyamete değin manevî bekçilik yapmak üzere nöbet tutmaktadırlar. Devirler ve insanlar değişecek; fakat o kahramanlar zamana inat ebedi hayatı tatmaya devam edeceklerdir.

Yüzbaşı Yusuf: Aşkın Devası Canı Adamaktır!
Yıl: 1897... Sultan II. Abdülhamid devrindeki Osmanlı-Yunan Harbi... Yunanlıların taarruza geçtiği duyulduğunda cepheye tabur tabur asker sevk edilmeye başlanmıştı. Kimsede feryat yoktu; sadece camilerden yükselen dualar göğü yırtıyordu. Ne var ki, anaları yine derin bir hasret ve hicran bekliyordu. Onlar yine aylar ve hatta yıllar süren büyük bir heyecan, merak ve tasa ile irkilip duracaklar, bir damla uykudan bile nasipsiz kalacaklardı. Kimi oğluna kavuşacak, kimi de yaşadığı müddetçe şehit oğlunu ya da kocasını hatırlatacak birkaç eşya, birkaç mektuba sığınacaktı...

Atından inen süvari, caminin karşısındaki boyasız evin kapısında durdu; atın dizginini halkaya iliştirip içeriye girdi. Bu adam Yüzbaşı Yusuf’tu. Kaputunu çıkarırken avluda, kendisini bekleyen karısı Sabriye ile göz göze geldi. Elindeki lambayı merdivene bırakan Sabriye, ne söyleyeceğini şaşırmış bir tavırla dedi ki: “Doğru muymuş?” Yusuf başını salladı ve konuştu: “Sen asker kızı değil misin? Ölüm her yerde var.” Evlenmelerinin üzerinden henüz dokuz ay geçmişti ve Sabriye hamileydi. Birden kocasının boynuna atılıp ağlamaya başladı. Bir müddet öylece kaldılar. Sonra yavaşça çekildi Sabriye ve ne vakit olduğunu sordu: “Yarın. Bir saat içinde kışlada bulunacağım.”

Merdivenin başında bir kadın daha göründü. Yüzü buruşuk, kalın kaşları beyazlamış, yemenileri arasından kınalı saçları dökülmüş bu ihtiyar kadın, Yusuf’un annesi idi. İhtiyar iki eliyle merdivenin parmaklığına tutunarak oturdu ve mırıldandı: “Rüyasını görmüştüm...” Yusuf gidip anasının elini öptü. İhtiyar kadın, gözünden akan iki damla yaş yanaklarından süzülürken, oğlunu, zayıf kolları ile çekerek alnını ve yüzünü öptü. Yıllar önce muharebeye gittiği gün, “Böyle günler sevinç günleridir. Böyle günde düşman ağlasın!” diyerek kapıyı çekip çıkan kocasını hatırladı. Sonra Yüzbaşı Yusuf annesine şöyle dedi ağlayarak: “Anne, Sabriye sana, ikinizi de Allah’a emanet ediyorum. Bana makbul olan, duanızdır. Anne, hakkını helâl eyle!”



Bir an, birbirlerini bir daha görebileceklerine dair hiçbir ümitleri kalmadı. Yusuf karısına da döndü ve şöyle dedi: “Düşman kurşunu o kadar tesir etmez; beni senin teessürün (üzüntün) öldürür!..” İhtiyar kadın, kırmızı, uzun, köhne bir torba getirdi. İpleri kalın bir pala çıkardı. Üzeri gümüş işlemeli bir kın içinde, sırma ile süslü kısa ve geniş bir kılıçtı bu. Besmele çekerek palayı oğlunun beline sardı ve dedi ki: “Oğlum! Bu, babanın palasıdır. Vasiyeti böyle idi. Bu kırıldıktan sonra olsun...” Ana yüreği işte; “Bu pala kırılmadan canını verme” diyememiş, “Ancak bundan sonra toprağa düş ve ruhunu öyle teslim et” demek istemişti. Yusuf’un gözleri yaşarmıştı; eğilip anasını öptü. Sabriye kendini kaybetmiş gibi koşup Yusuf’a sarıldı. Yusuf ikisini de bağrına bastı. Ve evdeki son sözlerini söyledi: “Doğacak çocuğuma, erkek olursa Mehmed Galip, kız olursa Emine Firdevs ismini takın!.. Allahaısmarladık!” Atının ayak patırtısı, evden çıkan feryadı işittirmemişti.

Yüzbaşı Yusuf, ilk mektubunda, vatan sevgisinin ve vatana hizmet aşkının (‘Bu aşkın devası, canı feda etmektir!’ diyecek kadar), sevdiklerinin hasret ve muhabbetine galip geldiği şu ibret ve hayret verici satırları yazmıştı: “Benim canımdan aziz valideciğim! İşte gece yarısı! Ben yine sizi düşünüyorum. Başka endişem, başka kederim yok. Beni teselli edecek bir cihet (taraf) varsa o da, hepimizin en şefkatli vâlidesi olan vatanı muhafazaya davet edilmiş olmamdır. Ben nankör olamam. Vatana olan aşkım pek müessir (etkili), pek ziyade yakıcıdır. Bu aşkın devası, canı feda etmektir! Ben sizin muhabbetinizi, teveccühünüzü (düşkünlüğünüzü) hak edebilmek için cesaret ve metanetimi gösterebilmeliyim. Sen, babasına ve anasına lâyık bir oğul olduğumu anlamalısın. Sabriye, namus ve temizliğine denk, lâyık bir eş olduğumu anlamalıdır.”

Zarfın içinden çıkan ikinci mektupta da Yüzbaşı Yusuf sevgili karısı Sabriye’ye hitap ediyordu: “Azizem, emin ol, ben senin akıttığın gözyaşlarını hissediyorum. Onlar benimdir. Ben burada seni muhafaza ediyorum. Sen de orada beni muhafaza et. Ayrılık dediğimiz bela kahrolur. Madem ki hayatımız birdir; vazifemiz de birdir. Sabır ve tahammül insanı cennete, saadete götüren iki melektir. Cenab-ı Hak’tan gayri yardımcı bulunamaz. O’nun lütfuna muhtacız. Zaman çabuk geçer. Yine görüşür, yine buluşuruz.”

Yusuf’un, bir sonraki ve son mektubu Selanik’ten gelecekti: “Azizem! Selanik’teyiz. Harp meydanına bir karış yer kaldı. İhtimal ki son yazdığım mektup bu olur... Sizden ayrılırken, ölüme gittiğimi anlatmış idim. Olacak mutlaka olur. Annem sabır ve tahammüle alışmıştır. Sen de onun gibi ol. Sana kalben bağlıyım. Onun için zerre kadar korkarsan beni burada titretirsin. Düşmana rezil edersin. Ölüm, Allah’ın emridir. Ona, zaman ve mekân her zaman mevcuttur. Sana veda edemem. Çünkü ölsem de ruhum seninle beraberdir. Ölüm beni senden ayıramaz. O, ebedî karargâhtır. Cümlemiz orada birleşeceğiz. Ölürsem, yalnız sizin muhabbetiniz kalbimde saklı olduğu halde Alemlerin Rabbi’nin huzuruna gideceğim. Azizem, hareket emri geldi.”

Ordu, Tırnova’ya girerken Yusuf yaralandı. Yavrusu Mehmet Galip, ilk sütünü çoktan emmişti. Sabah Namazı saatinde uyanıyor, annesi ile babaannesini de müezzinden önce uyandırıyordu... Bir sabah yine uyandıkları vakit Müslime Hanım, besmele ve salavat getirerek gezinmeye başladı. Gelini Sabriye sebebini sorduğunda, oğlu Yusuf’un şehâdetini kendisine haber veren bir rüya gördüğünü söyledi ve anlatmaya başladı: “Akşam istihâreye yatmış idim. Yusuf’umu gördüm. Yemyeşil bir ata binmiş; atın saçları, kuyruğu yerlerde sürünüyor. Boynunda Kelâm-ı Kadim (Kur’an-ı Kerim) asılı. Bir hoca ile konuşuyor. Beni görünce atını sürerek yaklaştı. Eğilip ellerimi öptü. Dedim ki: “Oğlum bize ne getiriyorsun?” Eliyle Kelâm-ı Kadim’i göstererek “Cenab-ı Hakk’ın kelâmını (sözünü)!” dedi. Bana doğru uzattı, öptüm. Yüzüme gözüme sürdüm. Misk gibi kokuyordu...”



‘Güneş Şehit’ ve Yanmayan Bedeni
1916’da yayınlanan Harp Mecmuası’nda (Dergisinde), Mülâzım (Teğmen) Mehmet Selim ve şehitlik hikayesi dehşet verici bir biçimde anlatılır. Mülâzım Mehmet Selim, 1891-1915... Çanakkale cephesinde şehâdet rütbesine nail oldu. Yaşlanmaya vakti (eceli) yetmemiş yüz binlerce delikanlılardan biriydi. Şehitliği selamlayan aziz bir erkek güzeli...

Müstahkem Mevki Komutanı Cevad Paşa emretmiştir: Sahildeki İngilizler Mehtap Deresi’ne mevzilenmeyecek! 9. Bölük Kumandan Vekili Teğmen Mehmet Selim Efendi, sabah namazını, yere serdiği ana yâdigârı tüy seccade üzerinde kıldıktan sonra, emri yerine getirmeye hazırdır. Gece, gaz lambası ışığında anasına karaladığı mektubu posta emirine bırakır. Satırlarında, anasına müjdelerin en delicesini, en güzelini muştular. Belki, artık bir daha mektup yazamayacaktır; ama ne gam... Müjdesi gerçekleşirse bir başka; lâkin ebedî “ağuşun” (kucağın) saadetini yudumlayacaktır. Satırlarını şöyle noktalar: “Anamsın, bilirim ve şükrederim. Amma velâkin, yarın sabah, anavatanı bir başka yerde müdafaa edeceğim. Dualarını eksik etme...”

Siperden fırladığında arkasında efsaneleşen takımını görür. Obüs, mitralyöz mermileri ve şarapneller hedef alır bu takımı. Mehmet Selim Teğmen ve takımı, tek başına bir ordu gibidir. Mermileri yetersizdir; kendisi de askeri de giysi noksanı içindedir. Yatarlar yere, diz çökerler ve tetiklerine asılırlar. Dereyi ilk sıçrayışı Selim Teğmen mühürler. İki ayağı birer Süleymaniye sütunu gibi semaya yükselir. Sağ elinde revolveri, her mermisinin isabeti ile şereflenen bir kahkaha gibidir. Bir an üzerine adeta bir çekirge bulutu gibi üşüşen kurşunları ve şarapnelleri fark eder. Belli ki ömür burada 25’inde noktalanacak ve tekrar ebedî bir güzellikte uyanmak üzere göğe uçacaktır. Erleri tek tek düşer. Bir hain kurşun omzuna, diğeri kalbine ve o öpülesi alnına yapışır. Düşmanla mesafesi elli metreden azdır. İngilizler şaşkınlık içindedir. Hâlâ ayakta duruşu ve yıkılmayışını izah edemezler.


Sonra birdenbire bir mermi benzin bidonlarının siperlendiği tümseğe isabet eder. Gökyüzüne büyük gümbürtüyle bir alev topu yükselir. Çepeçevre sarmıştır delikanlı teğmeni. Mehtap Deresi’ne sabahın ilk saatlerinde bir güneş doğar. Yanan tonlarca akaryakıtın ışığı, utancından gölgelenmiş gibidir teğmenin nurlu gövdesi yanında. Teğmen, alev alev ışıldar ama kararıp kömürleşmez. Hâlâ sağ elinde tabancası, sol avucunda mushafı (Kuran-ı Kerim) vardır. Yere düşmez. Petrolün son damlası da alevlendikten sonra ortalık sükunet bulur. İngilizler ürkerek dereye inerler.

Mehtap Deresi’nde Teğmen Mehmet Selim’in bedeni yanmamış gibiydi. Sadece alnına ve vücuduna saplanan mermiler vardı. Bu harikulade bir olaydı. Yüzlerce kilo benzinin kavurmuş olması gereken vücudunda tek bir yanık yoktu. Genç teğmenin bedeni içinde saklı sanki bir güneş vardı. Elmas beyazı, pırlanta yansımalı bir mücevher gibi... İçine mushafı gömdüğü sol eli, kalbinin üzerine basılmıştı. Tabancası hâlâ sağ avucunun sıkı kuşatmasındaydı. Gözleri açıktı; göz bebekleri dudakları gibi tatlı bir tebessümle büklüm büklüm, ışıl ışıldı. Mehmet Selim Efendi, gerçekten de yaşlanmaya fırsat bulamadan gençliğinin baharında Allah ve Sevgili Peygamberinin huzuruna yükselmeyi tercih etmişti. Vaat edilen “ebedî cennet gençliği” kendisine hediye edilmek üzere...

İSMAİL ÇOLAK
Gülistan Dergisi

GöKKuŞaĞı 10-02-2009 01:44 PM

Cevap : Ölümsüz Kahramanlar ..."
 
"Hüseyin'im... Son Yongam"

Sene 1915... Sonbaharın serin yağışlı günlerinden biri. Birinci Dünya Harbi bütün cephelerde devam ediyor. Vatanın her tarafında barut ve kan kokusu var... Yiğitlerin biri ölüyor, bini yetişiyor, ihtiyarı, genci savaşıyor, didiniyor ve yurdumuza düşman çizmeleri basmasın diye, el açıp Allah’a dua ediyor...

Cepheye durmadan takviye kuvvetler gidiyor, işte o kuvvetleri götüren tren, Bilecik istasyonunda beklemektedir. Askerlerin hepsi sakin, belki bir daha geri dönmeyecekler. Ama şehid olmak inancı gönüllerine huzur veriyor...

Kumandan Abdülkadir Bey vagonların arasında sessiz, hareketsiz bir gölge görür. Merakla ve şüpheyle yaklaşır... Beli bükülmüş, soluk benizli, başı yaşmaklı, ihtiyar bir Türk anası çakılmış gibi orada duruyor. Yağmurdan sırılsıklam olmasına rağmen huşu içinde beklemektedir. Anadolu’nun cefakâr anası ile yaklaşan subay arasında şu konuşma geçer:

- Anneciğim, yağmurun altında niye böyle bekliyorsun?
- Trende oğlum var. Onu uğurlamaya geldim.
- Oğlun kimdir, nerelisiniz?
- Söğüt’ün Akgünlü köyünden Mehmedoğlu Hüseyin.
- Onu görmek ister misin, çağırayım mı?
- Sana dua ederim. Ona bir çift sözüm var.

Hüseyin kısa zamanda bulunur. Elini öpen oğlunu bağrına basan ana son olarak; (Hüseyin’im, yiğit oğlum benim! Dayın Şipka’da, baban Dömeke’de, ağaların Çanakkale’de şehid düştüler. Bak son yongam sensin. Eğer, minareden ezan sesi kesilecekse, caminin kandilleri sönecekse sütüm sana haram olsun. Öl de köye dönme. Yolun Şipka’ya uğrarsa dayının ruhuna bir Fatiha okumayı unutma. Haydi oğul! Allah yolunu açık etsin” demiştir.

Hüseyin, son defa anacığının elini öpmüştü. Yaşlı gözlerle oğluna bakan Türk anası son evladını da dualarla bu şekilde cepheye uğurlamıştır.

Abdülkadir Bey içli bir sesle dedi ki:
"Demek sizin ailenin erkekleri hep şehit oldu ana..."

Eteklerinden yağmur, gözlerinden yaşlar akan bittin ana " oğul " dedi:

"Bizim köyün mezarlığına elli yıldır delikanlı gömülmedi.Hepimiz ölsek de ne çıkar, vatan sağ olsun."



" İkiyi Üç Eylesin "

17 Şubat 1855
Gözleve Muharebesi

Rus kuvvetleri saldırıyordu. Topçu bölüğü neferlerinden Ispartalı Koca Halil'e bir gülle parçası isabet etti. Karnı deşilmişti. Ölmek üzere idi. Bir işaretle hemşerisini yanına çağırdı, koynundan çıkardığı bir tüfek kurşununu uzattı:

"Hemşerim, ben ölüyorum... Babamı eski Moskof Muharebesi'nde bu kurşun şehit etmişti... Bana arkadaşları tarafından yadigâr olarak gönderilmişti.

Bu kurşunu al... Kanımla boyanan gülle parçasını da al...

Sağ kalırsan oğluma ver...

Ben nasıl biri iki eylemişsem o da ikiyi üç eylesin...

Hakkını helal et..."

Koca Halil din ve devletinin daima ayakta kalması için ömrünce gösterdiği fedakârlığı son nefesinde oğluna devrediyor, ondan da aynısını istiyordu.

GöKKuŞaĞı 10-05-2009 03:34 PM

Cevap : Ölümsüz Kahramanlar ...
 
Orada Düşman Var, Çünkü Sağ Askerimiz Kalmadı

13. Tümen 60. Alay 1. Tabur’dan Harputlu Ömer Çavuş, Çanakkale’de akılları durdurmaya, hesapları şaşırtmaya hazırdı. 1. Tabur Kirte’deki siperleri tutmuştu.

23 Temmuz 1915 çok sıcak bir gündü. Saat 14.00 civarında düşman denizden ve karadan müthiş bir top ateşine başladı. Sıcak hava şimdi kaynıyordu. Siperlerimiz alev içinde kaldı.

Düşman 3 saat süren top ateşinden sonra “Türk siperlerinde kimse sağ kalmamıştır” diyerek piyade hücumuna geçti.

Ömer Çavuş’un taburu İngilizleri en ön siperlerde karşıladı. Siperler dardı. Askerlerimiz, süngülerini tüfeklerden çıkarıp ellerine aldı. Mehmetçik, İngilizlerle boğaz boğaza geldi. Süngü-bıçak gıcırtısı, kazma-kürek şakırtısı, yumruk sille, “Allah, Allah ” nidaları, “Hurra” sesleri birbirine karıştı.Siperler cesetlerle doluyordu.

Kanlı boğuşmanın ardından düşmanın büyük kısmı çekilirken, cephe gerisinde savaş emri bekleyen 2.Tabur Komutanı olan biteni anlamak için Emir subayını ileriye gönderdi.

Emir subayı siperler arasında dolaşan Ömer Çavuşa rastlayıp sordu:
“Vaziyet nasıl Ömer Çavuş?”
“Tabur subaylarımızdan kimse kalmadı “ dedi Ömer Çavuş. Sonra bir an duraklayıp yutkundu. Gözleri dolu doluydu. Dedi ki:
“Erlerimizden de pek kimse kalmadı. “ Ve hüzünle öne yıktığı başını kaldırdı:
“ Ama sağlam İngiliz de bırakmadık.”

Ömer Çavuşun “Siperler hep elimizde mi? “ sorusunda verdiği cevap bütün Çanakkale’yi anlatıyordu:
“Yusuf Efendi siperlerinin üç mangalık bir kısmında düşman var.Çünkü Efendim, orada sağ kalan erimiz yoktur.”

İşte buydu Çanakkale’de vatan savunması. Son askerde ölmeden düşmana siper verilmezdi.

Emir subayı düşmanın eline geçen siperleri görmek istedi.O tarafa doğru ilerlediler.Onları gören düşman ateşe başladı. Onlar da durup çekildiler.

Geriye dönerken Ömer Çavuş tertibini anlattı:
“Sağ kalabilen askerlerimizi siperlere birer ikişer nöbetçi diktim. Arttırabildiğim 25 eri de şurada toplu tutuyorum.”
“Burası emindir artık değil mi?”
“Allah utandırmasın kumandanım.”

Emir subayı rastladığı Mehmetçiklerin hatırını sordu.”Gazanız mübarek olsun” dedi. Onlar da az önce yaşadıklarını birer çocuk saflığında heyecanla anlattılar.

Siperler arasında yürürken Ömer çavuş buğulu gözlerle şehitlerimizi takdim etti:
“Yüzbaşı Feyzullah…Yüzbaşı Kazım…Binbaşı Recep…Teğmen Hamdi…Tabur subaylarımızın tamamı şehit oldu. Yalnız Yüzbaşı Arif Beyi ağır yaralı olarak geriye gönderebildik.”

Şehitlerimiz vuruldukları yerlerde huzur içinde yatıyorlardı. Ölü bedenlerde yaralar canlıydı. Kiminin göğsündeki büyük yaralardan, kiminin yüzündeki kesiklerden ince bir kan sızıyordu.

Onlar bizim hür ve bağımsız yaşamamız için hayatlarını verdiler. Öyleyse onları unutarak yaşamak, esir yaşamaktır.

Unuttuğumuz her şehit, düşmana teslim edilmiş bir siperdir. Vatan için ölmüş insanları unutmak, vatandan vazgeçmektir.


Tarihin Görmediği Sahne

Rus Kafkas Ordusu Kurmay Başkanı Aleksandroviç Pietroviç elindeki dürbünü gözlerinden çekmeden bağırır:

“Delirmiş bu Türkler! Açık hedef olmuşlar!”

Binbaşı Mustafa Nihat, Enver ve Hafız Hakkı Paşalardan aldığı emrin nasıl bir emir olduğunu bilir ve ama askerlik namusu itiraz kelimesini silmiştir lügatinden…

Mustafa Nihat Bey ve emrindeki 79 kahraman 400 metrelik mesafeyi sekiz saatte alırlar. Hedefe vardıkları zaman artık 18 kişidirler.

Mevzilenmek isterler.
Nasip olmamıştır ki gece yerini sabah ışıklarına terk ettiği zaman, Pietroviç önce ateş emri verir sonra eline alıp dürbününü tarihin görmediği sahneyi görür.

İlk sırada diz çökmüş beşkahraman.

Omuz çukurlarında yuvalanmış mavzerleri ile nişan almışlar. Tetiğe asılmak üzereler, asılamamışlar.

Kaput yakaları Allah’ın rahmetini o civan delikanlıların vücuduna akıtmak istercesine semaya dikilmiş, kaskatı…

Hele bıyıkları ve sakalları… Her biri birer fütuhat oku gibi dimdik.

Ve gözleri… Dinmiş olmasına rağmen kahredici tipinin bile örtüp gizleyip kapatamadığı gözleri. Hepsi açık. İsyan eden ama Allah’larına teslimiyetle bakan gözleri açık. Vallahi açık, apaçık!

İkinci sırada bir manzara ki hiçbir heykeltıraş bir eşini meydana getirmeyi başaramamış.

Başları korkutucu katılıkta semaya dönük, bilekleri üzerinde kümelenen kara rağmen güçlerini dile getiren, sağrılarındaki fişek sandıklarını debelenip yere atmaya tenezzül etmemiş iki katırın başındaki altı esatir güzel Mehmet…

Ve sağ başta Binbaşı Mustafa Nihat. Ayakta.Yarabbi bu bir ayakta duruştur ki düşmanı da, kindarı da, melunu da Allah’a sığındıkları günkü çaresizlik içinde yere çökertiş velvelesi halinde…

Belinde fişeklerinin o kurban olunası çıkıntılarını örtüp yok etmeye gece düşen tipi bile razı olmamış. Boynundaki dürbünü sol eli ile kavramış, havada kalmış kale sancağı gibi… Diğer eli belli ki semaya kalkıp rahmet dilerken öylesine donmuş. Hayrettir, başı açık. Gür kara saçları bulanmış…

***
Moskova’da Krasknaya Bulvarı’ndaki Askeri Müze’de, Kurmay başkanı Pietroviç’in karargâhına gönderdiği rapor hıçkırıklı bir ağıt gibidir:

“Allahüekber Dağlarındaki son Türk müfrezesini teslim alamadım. Bizden çok evvel Allah’larına teslim olmuşlardı.”

Kaynak: Recep Şükrü Apuhan (Son Kahramanlar)

GöKKuŞaĞı 12-05-2009 02:18 PM

Cevap : Ölümsüz Kahramanlar ...
 
Kim bilir Nerede Kalmıştı Mendilin sahibi

“Bir pembe mendil görmüştüm cephane hurçlarından birinin içinde. Dört kenarı el işi ajurla işlenmiş, itina ile katlanmıştı. Katlantı yeri toplu iğne ile tutturulmuştu. O gün bu gün açılmadığı, iğne yerinin ipek üzerindeki pas izlerinden anlaşılıyordu.

Ajurların kucaklaştığı yerde iki harf pembe zemin üzerinde yeşil ipekle ne de itina ile işlenmişti: D.L

Garip içli bir önsezi ile elime alamadığım bu pembe ipek mendile öylesine dalmıştım ki Eşref Bey ( Kuşcubaşı ) sonunda tahmin ve hayal hükümlerinden beni uyandırdı:

"Bu” dedi. “ Teşkilat-ı Mahsusa’da vazifeli zabitlerden birinin hanımı ve ya aile fertlerinden birinin mektubu olsa gerek. Teşkilat-ı Mahsusa’da hizmet edenlerin adresleri gizli olduğu için mektuplar merkeze gelir, dağıtımı biz yapardık. Bir sebeple sahibini bulamamış olacak, isterseniz açın okuyun. “

O anî irkilmeyi hala duyarım yüreğimde. Bir aile gizliliğine el ve göz atmak hayâsızlığının acısı birden kalbimi burkuvermişti.

Sonra düşündüm. Kim bilir nerede kalmıştı mendilin özlenen sahibi? Galiçya’da mı, Yemen’de mi,Sina Çölü’nde mi? Kafkas’ın buzlu yamaçlarında mı? Çanakkale’de mi? Hangi taşsız şehit kümelerinin içindeydi.

Düşündüm ki pembe mendil de başlı başına tarihtir. Okunması ve okutulması vazifedir. Huşu duygusu içinde iğneyi çıkardım. Katlar arasında ev çiçeklerinin kuru yaprakları vardı. Renk renkti bunları. Sonra samani dediğimiz açık sarı renkte büyücek bir zarf. İçinde mektupla beraber fotoğraflar da olduğu anlaşılıyordu.
Yırtmaya kıyamadım.

Mahremiyetini zamkının koruma kudretine emanet etmek isteyen parmakların olanca gücü ile kapattığı anlaşılan zarfı yırtmadan açmak çok zor oldu.

İki fotoğraf vardı içinde. Birisinde tertemiz bir genç anne yüzü… Çarşaflı, peçesini açmış, iki tarafında bir kız bir erkek iki yavru…

İkinci fotoğrafta aynı çocuklar. Bu sefer genç annenin yerini nur yüzlü beyaz başörtülü yaşlı bir hanım almış… Anneanne ve ya babaanne

Evvelâ uzun mektubu sonra fotoğrafların arkasını okudum. Hafızamın, zamanın silemeyeceği yerenin emanetidir o inci gibi güzel yazı.

İmza, pembe mendilin ajurlarının kucaklaştığı yerdeki iki harfi açıklıyordu: Dürdane-Lütfi…

Dürdane Hanım Binbaşı Lütfi Bey’in bugünün söyleyişi ile karısıydı. Mektupta geçen aileniz, refikanız, zevceniz kelimelerinden anladım bunu. Yine mektuptan o yaşlı hanımın Lütfi Bey’in annesi olduğunu anladım. “Muhterem validem, valideniz” kelimeleri geçiyordu.

Önce mektubun tarihine baktım. 19 Ağustos 1915… Birinci Dünya Savaşı’nın içindeyiz. Mehmetçik dokuz cephede dövüşüyor.

Savaşın ağır şartlarının ülke üzerinde etkisini sürdürdüğü buhranlı günlerde Dürdane hanım, nerede hangi düşmanla savaştığını bile bilmediği zevci Binbaşı Lütfi Bey’e şöyle yazıyordu.

Nimeti Kanımda, Muhabbeti Ruhumda

Allah’ın lütfu ile iyilerdi.Oğlu Hüsameddin sınıfını pekiyi ile geçmişti.Babasına layık bir evlat olmanın ahdi içindeydi. Kızı mürüvvet beklenen ders yılında mektebe başlama hazırlığındaydı. Eksik olmasın dedesi Rasim Beyefendi alâkadar oluyordu. Elbette ki bu lütufkar ilgiler, vatan için savaşan kendisinin doldurulmaz yerinin sahibi değillerdi. Olsundu. Gençtiler Birlikte daha çok güzel günler göreceklerdi. Hasretler dinecekti.

….

Savaş çok şeyi değiştirmişti. Kıtlık ve pahalılık vardı. Bahçenin bir bölümünü kendisinin de sevdiği ve tanıdığı Bostancı Murtaza Efendiye sebze bahçesi halinde getirmişlerdi. İhtiyaçlar buradan karşılanıyor, kalanları da bahçesi olmayan komşulara dağıtıyorlardı…

Eğer bulunduğu yer soğuksa lütfen bildirsindi. Yün çorap, kazak atkı örer, bu emek kendisine dünyaların huzurunu getirir, o da onları giyerken zevcesinin yanı başında olduğu duygusu ile teselli olurdu.

Belki çocukça bulacaktı ama hoşgörsündü: İaşe teşkilatı aylardan beri ilk defa iki okkan un vermişti. Bununla kendisinin ve çocuklarının çok sevdiği kurabiyelerden yapmıştı. Şeker olmadığı için yerine pekmez kullanmıştı ama tadı yine de güzel olmuştu. İşte onlardan birkaç tane kavanoza koyup ayırtmıştı. Dönünceye kadar saklayacaktı. Onsuz huzurla tadamamıştı.

Sanki bunları neden yazıyordu? Bu anlattıkları onların ayrılmaz bağları süregelmiş hayatlarının en tabii, yok olması düşünülemeyecek belirtileri değil miydi?

Mürüvvet’in çeyiz sandığı için hazırladığı etamin tamamlanmak üzereydi. Artan parçaları Kuran-ı Kerim mahfazasına yetiyordu. Çocuklarının elbise ve ayakkabılarının bildikleri olmasından üzülmesindi. Yepyeniydi hepsi…

Memleket ölüm kalım savaşı veriyordu. Allah devlete ve millete zeval vermesindi. Din ve vatan düşmanları kahrolacak, o eski güzel günler, bolluk ve rahatlık geri gelecekti.

Dürdane Hanım, yaklaşan bayramın üç günlük yaşantısını da eşine anlatıyor, eğer mektubu zamanında eline geçerse iznini iztiyor, düşüncesini soruyordu.

Birinci gün artık hayatta nefes nasibi kalmamış aile büyüklerinin kabirlerini ziyaret edilecekti.

Ondan sonra Hüsameddin mektep hocasının elini öpmeye gidecekti.Dede Bey ve muhterem validesinin ellerini öpmeye, hayır duasını almaya gelecek olan yakınlar ve mahallenin gelişlerini bekleyecekler, ikinci ve üçüncü gün ziyaretlere çıkacaklardı.

Fotoğrafların arkasındaki satırlarda muhabbet, hasret, vefa, hayranlık, sadakat burcu burcu buhardandı. Fakat şikayetin zerresi yoktu.

İmzası üzerinde “ Nimeti kanımda, muhabbeti ruhumda “ dediği “ Aziz ve mükerrem “ zevcine Dürdane Hanım şu inancı veriyodu ki, yuvasının başına dönünceye kadar çocuklarının saf kalbi onun için çarpacaktı. Resimlerine elemle değil, gururla baksındı.

Binbaşı Lütfi Bey pembe mendili alamadı…

Dokuz cephede dövüşen o şanlı ordunun hangi safındaki isimsiz şehiddir bilmiyorum.Fakat diyeceğim ki o, kafasında ve kalbinde Dürdane Hanım’ın hakikatlerini beraberinde götürmenin huzuru içindeydi.

Biz Nasıl Kaybolduk

Cephenin gerisinde Dürdane Hanımları cephedeki bütün çarpışmaların galipleri arasındadır. Devlet kuran kadınlardır onlar. Onların sabırları, sevgileri, şefkat ve fedakârlıkları zafere dönüşmüştür. Alay sancakları gibi ufkumuzda dalgalanmışlardır. Nice savaşları sessizce onlar idare etmiş, onlar kazanmıştır.

Nasıl sormazsınız Dürnade Hanım’ın Lütfi Bey için sakladığı o üç beş kurabiye ne oldu? Lütfi Bey’in artık dönmeyeceği anlaşıldığında sessizce atıldı mı yoksa gözyaşları ile ıslatılıp katık mı edildi?

Dürdane Hanım başımızda asırlarca esecek bir haysiyet bestesi olarak dimdik duruyor. Onu yıkmadan bizi yıkamayacaklarını bilenler, o fedakâr ve sevgi dolu kalbe nasıl da hücum ediyorlar.

Sahiplerine ulaşamayan binlerce mektup… Bize gelin.Bize gelin ve hatırlatın bize o üstün ahlakı, o hasreti, o karakteri, o vefayı.

Sahiplerine ulaşamamış mektuplar gibi bir ağlayabilsek…
Bir ağlaya bilsek…

Biz nasıl kaybolduk anne ?
Biz nasıl kaybolduk…


Kaynak: Recep Şükrü Apuhan (Son Kahramanlar)

Şengül Şirin 12-05-2009 07:16 PM

Cevap : Ölümsüz Kahramanlar ...
 
:yattara.png: Yine o çok güzelpaylaşımlarınızdan birini daha bizimle paylaştığın için teşekkürler,Büyük bir zevkle okudum...Emeğine sağlık arkadaşım...


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.