ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   Nesil Bilinçlendirme Kampı (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=385)
-   -   Tarihmize Şan Verenler (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=34835)

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:10 PM

Tarihmize Şan Verenler
 
Buğun dünyada "süper güç" olarak takdim edilen ülkeler, yeni nesle tarihlerini öğretirken, hayalî kahramanlardan ve uyduruk tarihten medet ummaktadırlar. Zira onların tarihlerinde övünülecek, fazilet olarak takdim edilecek hâdiseler pek olmadığı gibi, "örnek şahsiyetler" de yoktur. Onun için ortaya, Teksas, Tommiks, Red-Kit, vs. gibi çizgiroman kahramanları, Süpermen gibi hayalî kahramanlar çıkarmışlardır.

Oysa bizim tarihimiz baştan başa, şanla, şerefle doludur. Tarihimize mührünü basmış sayısız kahramanlar, kumandanlar, idareciler, ilim adamları, san'atkârlar, maneviyat büyükleri, birer masal kahramanı değil, yaptıklarının çoğu tevazu perdesi altına gizlenmiş gerçek kahramanlardır.

Düşünün, ecdadımız İstanbul'u fethettiği zaman, daha Amerika kıtası bile keşfedilmemişti. Ecdadımız dünyanın en büyük topunu icad eder, dünyanın en mükemmel silah fabrikalarını kurarken, bugün dünya silah pazarını elinde bulunduran ülkelerin adlan-sanları yoktu. Ecdadımız, dünyanın en mükemmel ordu teşkilatını, en gelişmiş harp sanayiini kurarken, mimarîde, san'atta, ilimde en mükemmel örnekleri ortaya koyarken, Batı dünyası, bütün bu icraatları hayretler içerisinde ve hasetle seyrediyordu.

Gün geldi, devran döndü. Bizim çocuklarımız, mükemmel örnekleri ortaya koyarken, Batı dünyası, bütün bu icraatlan hayretler içerisinde ve hasetle seyrediyordu.

Gün geldi, devran döndü. Bizim çocuklarımız, gençlerimiz, tarihini bilmez, ecdadını tanımaz oldu. Bunun faturasını da çok ağır ödedik, hâlen de ödemekteyiz. Maddî, manevî sıkıntılarımızın temel sebeplerinden biri, işte bu şekilde mazimizi, tarihimizi bilmeyişimiz, ecdadımızı tanımayışımızdır.

Bize bu cennet vatanı armağan eden, bu güzelim ülkeyi İslam beldesi haline gelen bu topraklar üzerinde Ezan-ı Muhammedi'nin ilelebet yankılanması için canlarını feda eden, İ'la-yı Kelimetullah sancağını üç kıtada şerefle dalgalandıran, ilimde, teknikte, san'atta birinciliği kimselere kaptırmayan ecdadımızı tanımak, herşeyden önce bu vatanda yaşayanların boynuna borçtur. Hususan da gençlerin...

Niçin gençler için "hususan" kaydını koyuyoruz. Zira, eğik başlan tekrar dik tutturmak, izzet, vakar, şeref yolunu açmak gençlerin aslî vazifesidir. Yaklaşık bir asırdan beri devam eden Batının tahakkümünden kurtulmak, ekonomik sıkıntı çemberim parçalamak, manevî değerleri yeniden elde edip asıl mecraina oturtmak için, ecdadı örnek almak lazımdır.

Bir Fatih Sultan Mehmed'e bakınız, 21 yaşında İstanbul'u fethetmiştir. Bu bir masal değil, gerçeğin tâ kendisidir. İşte gençlerimiz kendilerine bu büyüğümüzü örnek almalı, "21 yaşında Fatih olmanın" yollarım araştırmalı, kendilerini ona göre hazırlamalıdırlar.

Tarihimize şan veren, bize bu vatanı armağan eden, güzel ahlakın, güzel idarenin numunelerini sergileyen, zaferler ve fetihler yolunu açan büyüklerimizden bazılarının hayatını hülasa olarak nakledeceğiz.

Gençlerimizin, TV filmleri, çizgi filmler, çizgi romanlar bombardımanıyla zihninde yer alan Batılı uyduruk kahramanları değil de, ecdadımızı örnek almasını yürekten arzulamaktayız.

Tarihine ve ecdadına sahip çıkan gençliğin, yakın bir gelecekte, güzel günler kapısını aralayacağına ve hepimizin yüzünü güldüreceğine inanıyoruz.

Buyrun, "Tarihimize Şan Verenler"den bazılarını tanıyalım, onların şahsında bütün büyüklerimizi dualarla, fatihalarla yâdedelim...

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:10 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Sultan Tugrul Bey

Devrinde dünyanın en kuvvetli ve en büyük devleti olan Selçuklu Devleti ve büyük devlet adamı Tuğrul Bey... Biri diğerini hatırlatan iki muhteşem isim...
Müslümanların kurduğu büyük devletlerden olan Selçuklu Devletinin kuruluşu ve yükselişi Tuğrul Beyin hayatında düğümlenir. Çünkü Selçuklu Devletinin kurucu, ağabeyi Çağrı Beyle birlikte Tuğrul Beydir...

Mahir bir devlet idarecisi, şecaatli ve dirayetli bir kumandan, İhlasın ve tevazuun zirvesinde bir Mü'min, Ceyhun'dan Fırat'a kadar uzanan bir devletin kurucusu Tuğrul Beyin hayatı ibretlerle doludur. Sarsılmaz azmin, ulvî idealin, dağ gibi îmanın müşahhas misalidir Sultan Tuğrul Bey...

Tuğrul Beyin baştan sona mücadelelerle dolu ibretli hayatına bakmak için nazarlarımızı Tuğrul Beyin doğduğu 995 tarihinde daha öncelere çevirmemiz konuya açıklık kazandıracaktır. Bu yüzden, Selçuk boyunun, Oğuzların Subaşılığını yaptığı devrelere gidiyoruz...

Kınık boyu Beyi Selçuklular

Selçukoğulları, Oğuzların Kınık boyuna mensuptur. Bu boyun beyidirler. Yine Oğuzların bir başka boyunun beyleri de Cihanın en büyük Devletini kuracak olan Osmanoğullarıdır.

Tuğrul Beyin Dedesi Selçuk Bey, babası Dukak beyin 910 yılında ölmesi üzerine sü-başı olur. Selçuk Bey 915 yılına doğru İslâmiyyetle müşerref olmuş ve bu yüce dini Kınık boyuna tebliğ etmiştir. Kınık boyuna mensup Türkler büyük bir coşkuyla İslâmiyyeti kabul etmişler ve İslamiyyetin diğer Oğuz boylarına da tebliği için şevkle çalışmaya koyulmuşlardır...

Selçuk Beyin oğullarından Mikail Bey, Çağrı ve Tuğrul Beylerin Babalarıdır. Mikail Bey, 998'te Çağrı ve Tuğrul Beyler henüz çok küçük yaştayken şehit düşmüştür.

Babalarının şehadetinden sonra Çağrı ve Tuğrul Beyler, dedeleri Selçuk Bey'in nezaretinde Cend şehrinde itina ile yetişirler...

Dedelerinin vefatından sonra iki bahadır kardeşin mücadele dolu hayat dönemi başlar...

Cesur, kahraman, dirayetli Selçukoğulları civar Devletlerin kısa zamanda alâkasını çekmiştir. Bunlardan en mühimleri; o devirde Dünyanın en büyük devletlerinden olan Gazneli Devleti ve Karahanlı Devletidir. İkisi de Müslüman Türk Devletidir. Sağlam idare tesis etmeğe muvaffak olmuş devletlerdir. Fakat her iki devlet de Selçuklulara el uzatmama, onlardan istifade etmememe yolunu tercih ettikleri

gibi Oğuzların bu namlı boyunu ezmek, yoketmek için uğraşmışlardır. Bu yanlış kararları ve hırsları devletlerinin çökmesini netice vermiştir. Cenab-ı Hak, İslam'ın sancaktarlığını, ihlasla hareket eden Selçukoğullarının yapmasını takdir etmiştir.

Selçuk Beyden sonra Yabgu olan Tuğrul Bey'in amcası Arslan Yabgu'ya, Gazneli hükümdan Sultan Mahmud, görüşmek istediğini söylemiş ve Onu davet etmiştir. Suizânı aklına getirmeyen Arslan Yabgu da davete icabet etmiştir. Fakat Oğuzlardan çekinen Sultan Mahmud'un niyeti başkadır. Oğuzları başsız bırakarak daha fazla toparlanmalarını önlemek istemektedir. Bu niyetini fiiliyata dökerek Arslan Yabguyu yakalatıp, Hindistan'a Ganj nehrinin güneyine sürmüştür.

Arslan Yabgu Hindistan'da esir ve sürgünken yerine geçen yeğeni Yusuf İnanç Yabgu da 1028 yılında Karahanlılar tarafından yakalanıp şehid edilmiştir.

Gazneliler Deletler hukukunu açıkça ihlal etmişlerdi. Hiçbir sebeb yokken bir Oğuz beyini hileyle yakalayıp hapsetmişlerdir. Tuğrul ve Çağrı Beyler müteaddit defalar müracaat ederek amcaları Arslan Yabgu'nun iadesini istemişler, fakat her defasında bu istekleri reddedilmiştir.

Tuğrul ve Çağrı Beyler el ele vererek Selçukoğullarını "Adalet" esasına dayalı büyük bir devlet haline getirmek, Gaznelilere ve Karahanlılara adalet ve hakkaniyet dersini vermek için çalışmalara koyulmuşlardır.

İki cihangir kardeş bu kararı verdiklerinde hiç kimse bu küçük Oğuz boyunun, Gaznelilere boyun eğdirip daha sonra Akdenize ulaşacağını tasavvur edemezdi. Kartalın serçeye tasallutunun, serçenin istidatlarını (yeteneklerini) inkişaf ettirmesi gibi, kuvvetli devletlerin Selçuklulara tasallutu ve zulümleri de Selçukluların mukavemet ve mücadele azmini kamçılamış, kabiliyetlerini geliştirmiştir.

23 Mayıs 1040 tarihinde Büyük Selçuklu Devletinin resmen kuruluşuna kadar geçen mücadele dolu devreye bakmaya devam edelim...

Selçukoğulları ilk başlarda Müslüman Devletlerle çatışmaktan mümkün mertebe kaçınmışlar ve Bizans üzerine seferler tertip etmişlerdir. Çağrı Bey, 1016-1021 arasında Güney Kafkasya'ya dalmış ve beş yıl boyunca bir avuç Oğuz atlısı ile Bizans'ın doğu sınırlarında gezmiş, büyük ganimetler elde etmiştir.

Bahsi geçtiği gibi, yapılan haksızlıktan sonra Gaznelilerle mücadeleye karar verilmiş ve akabinde de Horasan'da devamlı akınlar yapılmaya başlanmıştır. O andan 23 Mayıs 1040'daki Dandanakan savaşına kadar devam edecek Gaznelilerle Selçuklular arasındaki mücadele başlamış olur.

Selçuklular ilk hedef olarak Horasan illerini seçmişlerdi. Onlar, Horasan'a hakim olacak siyasî kuvvetin aynı zamanda bütün İran'a hakim olacağını ve Yakın Doğunun efendisi olacağını biliyorlardı...

Selçuklular Sultan Mahmud'un ölümünden sonra, onun oğullan Sultan Muhammed ve Sultan Mesud arasındaki saltanat mücadelesinden istifade etmesini bildiler.

1031'de Horasan'ın doğu kısmının merkezi olan Herât'ı aldılar. Bu fethin akabinde Gazneliler Selçukluları yapılan savaşta yendiler ve elden çıkan topraklarını geri aldılar. Fakat, 1035 yılında Çağrı bey kumandasındaki Selçuklu ordusu, kuvvetçe çok üstün Gazneli ordusunu, dâhice bir taktikle bozguna uğrattı.

Selçuklular 1037 yılında Horasan'ın en büyük şehirlerinden Merv'i, daha sonra yine Horasan'ın büyük şehirlerinden Belh'i ele geçirirler.

Horasan'da Selçuklu fütuhatı peşpeşe devam eder. 1038'de Herat ve Nişâpûr fethedilir.

Selçukluların bu gelişmesinden rahatsız olan Gazneliler 1039 yılında Selçuklulara kati darbe vurmak için harekete geçmişlerdi.

Gazneli Hükümdan Sultan Mes'ud'un büyük bir orduyla üzerlerine gelmesi üzerine Çağrı bey, bütün Selçuklu ailesinden yardım istedi. Bu çağrıya Nişapur'un fethinden sonra sultan ünvanıyla adına hutbe okutan kardeşi Tuğrul bey, Merv'den eski Oğuz Yabgusu olan Musa maiyyetleriyle icabet ettiler...

İki ordu Merv civarında Dandânakan'da karşılaştı. Savaş neticesinde Gazneliler mağlup oldu. Bu savaştan sonra bütün İran Selçukluların eline geçti. Bütün civar ülkeler Selçuklulara baş eğdi.

Sultan Tuğrul Bey

Tuğrul Bey, Nişâpur'un fethini müteakip Nişapur'da Sultan ünvanıyla adına hutbe okutarak, köklü bir şekilde 1040 yılında tesis edilecek Selçuklu Devletinin hükümdarı olduğunu ilan etmiştir.

Çağrı Bey, kendisinden küçük olmasına rağmen, devlet idareciliğindeki mahareti yüzünden kardeşi Tuğrul Bey'in Sultan olmasını istemiş ve kardeşini candan desteklemiştir. Bu hareketiyle idarede birliğin ve halkın huzurunun ilk planda eldiğini göstermiş ve bir kumandan olarak devlete hizmeti şiar edinmiştir. Böylelikle askeri sahadaki dehasıyla Çağrı Bey, siyâsî sahadaki dehasıyla Tuğrul Bey Selçuklu Devletini zaferden zafere götürmüşlerdir.

Ebû Talib Muhammed b.Mikâil b.Selçuk Tuğrul Bey

Selçukluların başına geçtikten 5 Eylül 1063 Cuma günü vefatına kadar 25 yıl aralıksız fütuhat yapmış ve dünyanın en büyük devletini kurmağa muvaffak olmuştur. Bu muvaffakiyetin en büyük âmili olan ittihad (birlik), Tuğrul beyin her zaman düsturu olmuştur.

Selçuklu Devletinin tanzim şeklinin ele alındığı Merv'de toplanan büyük kurultayda Tuğrul Bey, ittihad halinde hareket etmenin lüzumunu şöyle bir misalle açıklamıştır.

Tuğrul Bey kurultayda eline aldığı bir oku ağabeyi Çağrı Beye vererek kırmasını ister. Çağrı Bey bu tek oku rahatça kırar. Aynı hareketler tekrarlanır ve ok sayısı üçe çıkınca Çağrı Bey kırmakta zorlanır. Ve dört oku kıramaz. Bunun üzerine Tuğrul Bey, birlik olmadıkları takdirde kolayca yenilebileceklerini, birleşik oklar gibi tesanüd içerisinde oldukları her zaman muvaffak olacaklarını anlatır.

Tuğrul Beyin saltanatı esnasındaki Selçuklu fütuhatına hülasa olarak göz atalım:

Dandanakan zaferinden sonra süratlenen fütuhat hareketleri ile Belh kesin şekilde Selçuklu Devletine bağlanır. Toharistan fethedilir. Harzem ülkesi 1045'te Selçuklu idaresine girer. Güneydoğu İran'da önemli fetih hareketleri başlatılır. Umman Denizine, Basra Körfezi'ne kadar olan topraklar fethedilir.

1054'te Sistan, 1055'te Mekrân (Kirman ile Belûcistan arasındaki eyalet) alınır.

Bu şekilde fetihlere devam edilir ve Tuğrul Bey zamanında Selçuklu Devleti ihtişamın zirvesine çıkar. Bugünkü İran, Irak, Azerbaycan, Ermenistan, Baba ve Hindikuş Dağlarının kuzeyinde kalan bütün Afganistan, Türkmenistan, Karakalpakistan, Üst-Yurt ve Kızılkum Çölünü içine alan yüzölçümü 3.600.000 kilometre kareye ulaşan muhteşem bir devlet...

Tuğrul Bey zamanında Selçuklu hakimiyyeti altına giren bu topraklar son derece kesif nüfuslu, aynı zamanda mâmur ve büyük şehirlerin bulunduğu topraklardı. İktisadî ve stratejik değer bakımından fevkalade ehemmiyetli yerlerdi.

Dünyanın en büyük Devletlerinden birisi olan Selçuklu Devletine yine Tuğrul Bey zamanında 28 kadar devlet tâbi olmuştu. Adaleti mülkün esası olarak kabul etmiş olan Tuğrul beyin bu âdil idaresini gören birçok ülkeler kendiliklerinden Selçuklulara tâbi oluyorlar, bir kısım devletler de Selçuklularla Sulh anlaşması yapıyorlardı.

Tuğrul Bey bu büyük Devleti nasıl tesis etmişti?.. Bu muvaffakiyetin sırrı neydi?.. Bu suallerin cevabını Tuğrul Bey'in şahsiyetinde bulmaktayız...

Fermanlarının başına sultanlık alâmeti olarak "Hasbiyallah" (Allah bana yeter) yazan Tuğrul Bey, beş vakit namazını cemaatle eda etmeğe azâmi gayret gösterirdi. Yanına cami inşa ettirmeden kendisi için mesken inşa ettirmezdi.

Kıyafeti itibariyle, alelade bir kumandandan, bir halktan farksızdı. Teşrifat kaidelerine riayet etmez ve önüne gelenle konuşurdu. Son derece mütevâziydi.

Fevkalâde âdil ve dürüst, son derece cesur ve kahraman, cüretkâr, samimi bir müslüman olan Tuğrul Bey ilim ve din adamlarına da çok hürmet gösterirdi. Din âlimlerine son derece hürmet eder, onlan ziyaret ederek ellerini öper, dualannı alırdı.

Ayrılığa meydan vermemek için her türlü tedbiri alır ve ittihad-ı İslam için gayret gösterirdi. İslâm Âleminin birlik ve beraberlik içerisinde olmasını arzu eder ve bu ulvî arzunun tahakkuku için çalışırdı. Bu yüzden, Halife Kaim'i Şiî Büveyhoğullarının baskısından kurtarmış ve Kahirede'ki Şiî Fatımî halifesine karşı Ehl-i Sünnet mensuplarının halife kabul ettikleri Kaim Bi-Emrillah'a destek olmuştu. Bu gayretlerinden dolayıdır ki, Halife Kaim 15 Aralık 1055 Cuma günü Bağdad'da hutbenin Tuğrul Bey adına okutulmasını emretmiştir. O andan sonradır ki Tuğrul Bey, bütün İslâm Âleminin manevî lideri durumuna da gelmiştir.

Tam olarak tesis tarihi olan 1040'tan inhitat (çöküş) tarihi olan 1308'e kadar 268 sene devam edecek büyük bir Devletin kurucusu Sultan Tuğrul Bey, Devletin ikinci başşehri olan Rey'de bugünkü adıyla Tahran'da medfundur.

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:11 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Sultan Alparslan

Üzerinde yaşadığımız bu cennet vatanı bizlere armağan eden büyüklerimizden birisi de Sultan Alparslan'dır. İslâmın bu bahadır evlâdı Malazgirt'te kalabalık Bizans ordusunu perişan ederek Anadolu'nun kapısını Müslümanlara açmıştır. Fetih ordusu da açılan bu kapılardan tekbirlerle girmiştir ve her karışını kanlarıyla sulayarak kendilerine yurt edinmişlerdir...
Selçuklu Devletinin ikinci büyük hükümdarı olarak tahta geçen Sultan Alparslan 20 Ocak 1029'da doğmuştur. Küçük yaşlardan itibaren babası Çağrı beyin yanında muharebelere iştirak etti. Cenk meydanlarında kılıç sallayarak yetişti. Babasının sağlığında iken mert ve mahir bir kumandan olarak tanındı. Bizzat kumanda ettiği orduyla birlikte pek çok savaşlara katıldı ve zaferler kazandı. Çağrı Bey, henüz sağlığında oğlu Alparslan'ı Horasan tahtına veliaht tayin etmişti. Çağrı Bey 1060'ta vefat edince Alparslan Horasan valisi oldu.

Alparslan, amcası Tuğrul Beyin 7 Eylül 1063'te evlad bırakmadan vefat etmesi üzerine, 7 Aralık 1063'te Selçuklu Beyleri tarafından tahta çıkarıldı ve kendisine biat edildi. Kısa zamanda bütün Selçuklu beyleri ve Tuğrul Beyin veziri El-Kunduri de Alparslana biat etti (bağlılığını bildirdi). 27 Nisan 1064 günü Halife Kaim bi Amrillah'ın da hazır bulunduğu bir mecliste cülus merasimi yapıldı ve Alparslan sultan ilan edildi.

Alparslan ilk icraat olarak, asayişi temin etti. İsyanları bastırdı. Devlet teşkilatına ve orduya çeki düzen verdi. Akabinde de fetih harekâtına başladı. 1064'te bir Hıristiyan krallığı olan Gürcistan'ı fethetti. Kars'ı ve Ani'yi aldı.

Devleti için Bizanslıları devamlı bir tehdit unsuru olarak gören Alparslan, düşman üzerlerine gelmeden önce düşmanın üzerine gidilmesi yolunu seçti ve namlı kumandanlarını Anadolu'ya akınlara gönderdi. Bunlardan, Gümüş Tekin, Afşin ve Ahmed Şah Anadolu içlerine daldılar ve Bizans ordularını bozguna uğrattılar.

Afşin Bey 1067'de Malatya civannda çok kalabalık Bizans ordusunu bozguna uğratmış, Kayseri'yi fethederek Orta Anadolu'ya kadar ilerlemişti.

Afşin Bey 1069 senesinde de Anadolu'da Bizans ordusunu bozguna uğratarak akınlara devam etmiş ve Ege sahillerine kadar ilerlemiştir.

Alparslan, Kutalmışoğlu Süleyman Şah'a da Anadolu'nun fethini emretmişti. Bu namlı kumandan aldığı emir üzerine süratle Anadolu'ya dalmış ve fetih harekatlanna başlamıştı.

Selçukluların Anadolu'da üst üste kazandıkları zaferlerden ürken Bizanslılar, kesin netice almak için büyük bu ordu hazırlamışlardı. İki yüz bin kişilik bir büyük ordunun başına imparator Romanos Diogenes geçmişti. Niyetleri Müslüman Türkleri Anadoludan çıkarmak, hatta bütün Selçuklu topraklarını ele geçirerek bu devleti ortadan kaldırmaktı. Bu niyetle yola çıkmışlardı ve kendilerinden de son derece eminlerdi. Böyle kalabalık bir orduya kimsenin karşı koyamayacağını zannediyorlardı.

Bizans ordusu şarka doğru ilerlediği esnada Alparslan Halep civannda bulunmaktaydı. Niyeti, bütün Suriye'yi fethetmekti. Bizanslıların Anadolunun doğusundaki yerleri ele geçirip Azerbaycan'a girmek maksadıyla ilerlediklerini haber alınca ordusunun bir bölümünü Suriye'nin fethi için bırakıp kalan 54 bin kişilik kuvvetle süratle yola çıktı. Fırat'ı geçip, Diyarbakır yoluyla Ahlat'a doğru hareket etti. Bu esnada Bizans ordusu Malazgirt'e gelerek kaleyi ele geçirmişti.

Sultan Alp Arslan, Buharalı İmam Muhammed Bin Abdülmelik'in tavsiyesi üzerine muharebeyi Cuma gününe denk getirmişti. 26 Ağustos 1071 Cuma günü bütün İslam beldelerinde ve Malazgirt ovasında kılınan Cuma namazında halifenin gönderdiği şu hutbe ve dua okunmuştur:

"Allahım! İslâmın sancaklarını yükselt ve hayatlarını Sana kulluk için esirgemeyen mücahidlerini yalnız bırakma! Ya Rabbi! Alp Arslan'ı düşmanlarına karşı muzaffer kıl ve onun askerlerini meleklerin ile kuvvetlendir! Zira O, Senin rızanı kazanmak için varlığını, canını ve her şeyini fedadan sakınmıyor. O Senin yolunda ve dininin üstünlüğü için nasıl cihat yapıyorsa Sen de onu öylece koru ve düşmanlarını kahret!"

Malazgirt ovasında kılınan Cuma namazından sonra bütün erler bir birleriyle helallaşmıştı. Alparslan beyaz bir elbise giymişti.

Toplanan askerlerin yanına gelen Alparslan, atından inerek secdeye varmış ve Âlemlerin Rabbine şöyle niyazda bulunmuştu:

'Ya Rabbi! Seni kendime vekil yapıyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda cihad ediyorum. Ey Allahım! Niyetim halistir, bana yardım et, sözlerimde hilaf varsa beni kahret!"

Sultan Alparslan daha sonra askerlerine dönerek şöyle demiştir:

"Burada Allah'tan başka bir sultan yoktur; emir ve kader tamamiyle O'nun elindedir. Bu sebepten benimle birlikte savaşmakta veya savaşmamak için uzaklaşmakta serbestsiniz."

Askerler heyecanla, hep bir ağızdan; "Asla emrinden ayrılmayacağız!" diye haykırmışlardı. Alparslan konuşmasına şöyle devam etmiştir:

"Ey askerlerim! Eğer şehid olursam bu beyaz elbise kefenim olsun, Zaferi kazanırsak önümüzde çok hayırlı günler olacaktır. Ey askerlerim ve kumandanlarım! Daha ne zamana dek biz azınlıkta düşman çoğunlukta olmak üzere, böyle bekliyeceğiz. Düşmanı yenersek arzu ettiğimiz netice

hasıl olacaktır. Yoksa şehit olarak Cennete gideceğiz. Beni izlemek isteyenler gelsinler. Geri dönmek isteyenler serbestçe dönsünler. Onlara hiçbir ceza verilmeyecektir. Bugün burada ne emreden bir sultan, ne de emir alan bir asker vardır. Ben de sizlerden biriyim ve sizinle birlikte savaşacağım."

Bu konuşmasından sonra oku, yayı atarak kılıcını sıyıran Alparslan, "Bismillah!" diyerek en ön safta düşmana doğru at sürmüştür. Kumandanlarının arkasından şimşek gibi Bizans ordusu üzerine atılan 54 bin er, düşman ordusunu perişan etmişti. Gün boyu devam eden savaş neticesinde müslümanlar kesin zaferi kazanmış, kılıç artığı Bizans askerleri yüz geri kaçmağa başlamışlardı. İmparator Diogenes esir alınmıştı. İmparator, Sultan Alparslan'ın huzuruna getirildi. Muzaffer padişah esir imparatorun ellerini çözdürdü ve yanına oturttu. Esir imparatora misafiriymiş gibi davranıyordu. Sohbet esnasında İmparator'a sordu:

"Ey Rum Kayzeri, ben senin eline esir düşmüş olsaydım, bana nasıl muamele ederdin? Diogenes:

"Kamçılattınrdım" diye cevap verdi. Alparslan:

"Şimdi, benim size nasıl bir muamelede bulunacağım tahmin ediyorsunuz?"

"Ya öldüreceksiniz, yahut da bir harp esiri sıfatıyla bütün Selçuk ülkesini dolaştıracaksınız. Çok zayıf bir ihtimale göre de, benden bir kurtuluş akçesi ve rehineler aldıktan sonra serbest bırakacaksınız."

Alparslan bu cevab karşısında tebessüm etmiş ve Diogenes'e: "Bilemediniz. Düşündüğünüzün hiçbirisini yapmayacağım. Sizi karşılık beklemeden serbest bırakacağım" demiştir.

Alparslan, Diogenes'e bol miktarda altın para verdi ve yanına muhafızlar katarak İstanbul'a kadar emniyetle gitmesini temin etti.

Malazgirt zaferi üzerine Anadolunun kapısı Müslümanlara açılmıştı. Bu cennet belde kısa zamanda tevhid ehli ile dolacak, tekbirlerle nurlanacaktı.

Alparslan 1072'de Mâverâünnehir civarında fetih hareketlerine girişti. Fethettiği bir kalenin komutanı olan Yusuf Harezmî tarafından hançerlendi. Aldığı bu hançer yarasından kurtulamadı ve 25 Ekim 1072'de şehid olarak baki âleme göçtü. Cenazesi Merv şehrine götürülerek oraya defnedildi.

Mahir bir kumandan ve müdebbir bir idareci olan Alparslan İslâmiyeti harfiyyen yaşamaya gayret etmiş ve İslamiyetin kazandırdığı güzel ahlakla milletine örnek olmuştur. Düşmanlarını bile affetmesiyle, üstün ahlakını göstermiştir.

Alparslan, veziri Nizamülmülke geniş selahiyetler vererek memleketin baştan başa ilim ve irfan güneşiyle aydınlanmasına çalışmıştır. Hakkı tebliğ etmek ve yaymak için bütün imkanları seferber etmiş, Müslümanlara yönelen tehlikeleri bertaraf etmek için hayatını ortaya koymuş, cihaddan cihada koşmuştur.

Yahya Kemal'in "Alparslan'ın Ruhuna Gazel' şiirini hatırasını yâd maksadiyle naklediyoruz...

"İklîm-i Rûm'u tuttu cihangir savleti Tarîh o işde gördü nedir şîr savleti

Titretti arş ü ferşi Malazgird önündeki Çüş ü hurûş-ı rahş ile şemşîr savleti

On yılda vardı sahil-i Kostantaniyye'ye Yer yer vatan diyarını teshir savleti

Ey şanlı cedd-i ekberimiz ab-ı tigınin Bî-hadd imiş güneş gibi tenvir savleti

Tasvir eder mi böyle şehinşâhı ey Kemâl Şimşekten olsa şi'rde ta'bir savleti"

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:11 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Sultan Meliksah

Alparslan'ın oğlu Sultan Melikşah, Selçuklu Devletini ihtişamın zirvesine çıkarmış bir idarecidir. Yirmi yllık saltanatı esnasında ilim ve adalet güneşi devlet semalarında yükselmiş, tarihte ender görülen bir huzur, refah ve saadet devri yaşanmıştır.
Melikşah 6 Ağustos 1055'te dünyaya geldi. Babası Alparslan tarafından ihtimamla yetiştirildi. Devrin âlimlerinden dinî ilimler tahsil etti. Tanınmış bahadırlardan harp dersleri alarak usta bir asker olarak yetişti. Henüz 8 yaşlarındayken devlet idaresiyle yakından ilgilenmeye başladı. 10 yaşında iken babasıyla birlikte Gürcistan seferine iştirak etti ve ordugâhta babasına vekâlet etti. Bizanslıların müdafaa ettiği bir kaleyi Nizamülmülkle birlikte fethetti. Ani yakınındaki Meryem Nişin Kalesi'nin muhasarasında ısrar etti ve kalenin fethinde mühim rol oynadı.

Alparslan; cesareti, idarecilikteki kabiliyeti ve İslama bağlılığı ile dikkatleri çeken ve herkesin sevgisini kazanan Melikşah'ı veliaht olarak göstermiş ve bunu her vesile ile ilan etmiştir. Alparslan 1066'da Melikşah'ı resmen veliaht ilan etti. Malazgirt savaşı öncesinde de bu arzusunu açıkladı. 1072'deki şehadetinden sonra da henüz 17 yaşında olan oğlu Melikşah yerine Sultan oldu.

Sultan Melikşah, saltanatının ilk iki senesini iç kavgaları yatıştırmak ve hudutları müdafaa etmekle geçirdi. Mahir bir idareci olan Nizamülmülkü geniş selahiyetlerle kendisine vezir yaptı. Devleti tehdit eden Karahanlı ve Gaznelilere karşı koydu ve onları mağlup etti.

Melikşah'ın en büyük ideali, bütün müslüman devletleri bir bayrak altında toplamak, İslam Birliği'ni tesis etmekti. Bu gaye için çalışmağa başladı. Halife Kaim bin Amrülah ile sıkı münasebet tesis etti. Halife, Melikşah'a, "Mu'izze'ddin" ve "Celâlüddevle" unvanları ile birlikte o vakte kadar hiçbir hükümdara verilmemiş olan ve hilafet makamının en büyük yardımcısı mânasına gelen "Kasım Emire'l Mü'minîn" lakabını verdi.

Melikşah devrinde Anadolunun fethinin tamamlanması hareketi süratle devam etti. Süleyman Şah'a yaptığı yardımlarla Anadolu bir İslam beldesi haline geldi. Vermiş olduğu emirle, Anadolu Selçuklu Devleti kuruldu.

Devlet teşkilatını ve orduyu intizama sokan Melikşah fetih hareketlerine babasının bıraktığı yerden devam etti. Kutalmışoğulları Süleymanşah ve Mansur ile, Türkmen reislerinden Artuk Bey, Tutak ve Alp İlig gibi namlı kumandanlar Anadolu'da zaferden zafere koşuyor, önlerine çıkan Bizans ordularını bozguna uğratıyorlardı.

Anadoludaki Hıristiyan halk, Bizans idaresinden bunalmıştı. Saray hileleri ve umumî idaresizlik yüzünden derebeyleri Anadoluyu kasıp kavuruyorlardı. Sık sık kendilerini imparator ilan ederek merkeze yürüyen kumandanların baskısına maruz kalıyorlardı. Bu yüzden kendilerine adaletle muamele eden ve gittikleri yere huzur ve refahı da birlikte götüren Müslümanları sevinçle karşılıyorlardı.

Türkmen birlikleri Yeşilırmak, Kelkit ve Çoruh havzalarını ele geçirmişler, Alaşehir'i fethederek Ege sahillerine kadar uzanmışlardı. Diğer bir kol da Urfa ve Nizip civarında Bizans ordularını yenerek Güney ve Güneydoğu'da fetihler yapmışlardı.

Süleyman Şah İznik'i fethetmiş, Üsküdar'a kadar ilerliyerek bütün Boğaziçini kontrol altına almıştı.

Kısa zamanda Mardin ve Diyarbakır ile civarındaki otuzdan fazla kale ve şehir fethedildi. Ayrıca Siirt, Bitlis ve Ahlat gibi mühim yerler de fethedilerek Büyük Selçuklu İmparatorluğuna katıldı.

Melikşah devrinde fethedilen yerlerden bazıları şunlardır: Musul, Kudüs, Dimeşk, Haleb, Lazkiye, Gence, Kafkasya, Kars, Oltu, Erzurum Gürcü Kralı tarafından ele geçirilen bu bölgeler 1080'de fethedilmiştir), Trabzon, Azerbaycan, Buhara, Semerkand, Hicaz Bölgesi (Mekke-Medine), Yemen...

Ömrünü İslama faydalı icraatlar yapmaya adayan Melikşah her zaman şu şekilde dua etmektedir:

'Ya Rab, eğer İslama ben faydalı olacaksam, bana yardım et, muzaffer kıl! Eğer karşımdaki hasmım faydalı olacaksa, ona yardım et, onu muzaffer kıl!"

Sultan Melikşah, 20 Kasım 1092'de 37 yaşında-iken vefat etti. Cenazesi İsfahan'a götürüldü ve kendisinin yaptırdığı medresesinin yanındaki türbeye defnedildi.

Yirmi yıllık saltanatı esnasında Büyük Selçuklu Devletini Kaşgar'dan Boğaziçine, Kafkas'lardan Yemen ve Aden'e kadar genişletmek suretiyle devrin en büyük siyasî gücü haline getiren Melikşah, bu koca Devlette adaleti mülkün temeli yapmaya muvaffak olmuştur. Bu yüzden kendisine "Sultanü'l Âdil" denilmiştir. Saltanatı müddetince mağlubiyet yüzü görmediği için de "Ebu'l Feth" lakabı verilmiştir.

Melikşah zamanında, Nizamülmülk'ün de himmeti ve gayreti ile gayet muntazam bir divan (hükümet) teşkilatı ve yarım milyonu bulan muntazam bir şekilde yetiştirilmiş daimî ordu kurulmuştur.

Fakirleri, ilim ve san'at adamlarını korumak için devlet bütçesine ödenek koydurulmuştur.

Âlimleri ve san'atkarlan himaye etmiş, onlara büyük alâka göstermiş, ilim sahibi zatları bizzat ziyaret ederek, onların ilmine ve şahsiyetlerine hürmet göstermiştir. Devrinde, İmam-ı Gazali, Kaşgarlı Mahmut, Cürcânî gibi âlimler yetişmiştir.

Mühim bölgelere Nizamiye Medreselerini kurdurmuş, yollar, çeşmeler, medreseler, camiler inşa ettirerek ülkeyi mâmur hale getirmiştir.

İlim ve adaletin büyük itibar gördüğü ülkesinde huzur ve refah hâkim olmuş, şaşaalı bir İmparatorluk tesis edilmiştir.

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:11 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Nizamü'l-Mülk

Nizamü'l Mülk, Büyük Selçuklu devletinin, idâri, malî ve askeri teşkilatını kuran ve kurduğu bu teşkilat bütün müslüman devletlerce örnek alınan, mahir bir devlet adamıdır.
Alp Arslan ve Melikşah devirlerinde (1064'ten vefat ettiği 1092'ye kadar) 29 yıl fasılasız devam eden vezirliği esnasında yaptığı icraatlarla bütün Müslümanların gönlünde taht kurmuş değerli bir âlimdir.

Asıl ismi Hasan olan Nizamü'l Mülk, 10 Nisan 1018'de Horasan'ın eski kültür merkezlerinden olan Tuş şehrine bağlı Nukan kasabasında doğmuştur. Babası Ali bin İshak, Gazne Devletinde vazife gören bir devlet memurudur.

Nizamü'l Mülk ve kardeşi, devrin meşhur fâkihlerinden Ebu'l Kasım Abdullah'ın yanında mükemmel bir tahsil görmüşlerdir. Öyle ki Nizam-ül Mülk henüz 11 yaşında iken Kur'an-ı Kerim'i ezberlemiş ve yine çok genç yaşta iken fıkıh âlimleri arasında zikredilir olmuştur.

Dinî ve edebî kültürü ile temayüz eden Nizam-ül Mülk idarecilikte de büyük muvaffakiyet göstermiştir. Babası ile birlikte Gaznelilerin maiyyetinde çalışmış, 24 Mayıs 1040'taki Dandanakan savaşından sonra Selçuklu hizmetine girmiştir.

Nizam-ül Mülk Belh valisi Ebu Ali bin Şadân'ın yanında bulunduğu esnada şehrin idaresinde gösterdiği maharetten dolayı tanınmış ve daha sonra Merv'de bulunan Alparslan'ın yanına gitmiştir. O tarihten sonra da Alparslan'ın yanından ayrılmamıştır. Alparslan Selçuklu tahtına oturur oturmaz Nizm-ül Mülk'ü kendine vezir tayin etti. Halife Kaim bin Amrillah tarafından kendisine "Nizam-ül Mülk", "Kıvâmü'd Devle ve'ddîn" lakapları verildi.

Nizam-ül Mülk, Malazgird muharebesi hariç (Alparslan tarafından her ihtimale karşı, memleketi idare etmek vazifesi ile Hemedan'a gönderildiği için iştirak edememiştir) Devletin bütün fütuhat muharebelerinde padişahlarla (Alparslan ve Melikşah) birlikte olmuş, cesareti ve isabetli kararları ile zafere giden yolu göstermiştir.

Devlet teşkilatında, askerî, idarî ve malî sahalarda yapmış olduğu yeniliklerle devletin sağlam temeller üzerine kurulması için çalışmış ve bunda da muvaffak olmuştur.

Kurmuş olduğu idari sistem bütün İslam ülkelerine ve Osmanlı Devletine örnek olmuştur.

Bu mahir idareci İslâmiyyeti gerçek yönüyle her tarafta anlatmak ve bâtıl cereyanların yayılmasını engellemek için kurmuş olduğu medreselerle de Devlete ve İslamiyyete büyük hizmetlerde bulunmuştur.

Fatımilerin yaymış olduğu Şiî-batınî düşüncelerin ve Hasan Sabbah'ın sapık fikirlerinin Selçuklu Devleti bünyesinde yer tutmaması ve İslam akidesinin halk tarafından her yönüyle öğrenilip yaşanması için gayret sarfetmiş ve bu maksatla medreseler kurdurmuştur. İsfahan, Bağdad, Basra, Nişâbûr, Herât, Belh, Âmul, Musul gibi mühim beldelerde kurulan "Nizamiye Medreselerinde tesbit edilen ortak bir eğitim programıyla değerli ilim adamları yetiştirilmiştir.

Nizamiye Medreseleri, sistemli bir şekilde kurulmuş olan ilk üniversite olarak tarihlere geçmiştir.

Nizam-ül Mülk'ün bu çalışmaları sayesinde Ehl-i Bid'anın propagandası kırılmıştır. Bütün çalışmalarının sonuçsuz kaldığını gören sapık görüşlü Hasan Sabbah, bu büyük devlet adamını ortadan kaldırmak için planlar yapmaktaydı. Nizam-ül Mülk 15 Ekim 1092'de bir Batınî fedaisi tarafından hançerlenmek suretiyle şehid edilmiştir. Nâaşı İsfahan'a getirilerek oradaki türbesine defnedilmiştir.

Örnek devlet adamı ve İslamiyyete ömrünü vakfetmiş büyük bir insan olan Nizamü'l Mülk asırlar boyu hatıralarda yaşamıştır. Nizamü'l Mülk'ün vefatından sonra oğullan ve torunları Selçuklu Devletine vezir olarak hizmet etmişlerdir.

Nizam-ül Mülk'ün "Siyasetnâme" isimli çok değerli bir de eseri bulunmaktadır.

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:12 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Kutalmisoglu Süleyman Sah

Selçuk Beyin oğlu Arslan Yabgu'nun torunu ve Selçuklu Beylerinden Melik Şihabeddin Kutalmış Beyin oğlu Gazi Süleyman Şah, Anadoluyu
baştan başa fetheden ve bir Müslüman ülkesi haline

getiren büyüğümüzdür.

Alparslan'la birlikte Malazgirt muharebesine iştirak eden Gazi Süleyman Bey muharebede büyük kahramanlık göstermiştir. Zaferin kazanılmasından sonra Sultan Alparslan bu namlı kumandanını Anadolunun fethiyle görevlendirdi.

Gazi Süleyman Bey kahraman fedâileriyle birlikte Anadolu içlerine dalarak süratle fetih hareketine girişti ve birkaç sene içerisinde muazzam fetihler yaparak Anadolunun büyük kısmını ele geçirdi.

Gazi Süleyman Bey, Artuk, Tutuk, Dânişmend, Saltuk Beyler gibi büyük kumandanları, akıncı bölükleriyle çeşitli bölgelere göndermişti. Bu kumandanlar zaferler kazanarak Anadolunun bir İslam diyarı olmasını temin etmişlerdir.

Anadoludaki fetih ordusu Kayseri civarında Bizans ordusuyla yaptığı savaşı kazandı ve hiçbir engelle karşılaşmadan Marmara sahillerine, İzmit'e kadar ilerledi.

Süleyman Bey, Konya ile birlikte bütün orta Anadoluyu fethetti. 1075'te de mühim bir Bizans şehri olan İznik ve havalisini ele geçirerek İznik'e yerleşti.

Gazi Süleyman Beyin Anadoludaki fetihleri bütün İslam beldelerinde sevinçle karşılanmaktaydı. Sultan Melikşah da çok sevdiği Süleyman Beyin muvaffakiyetlerinden dolayı her vesileyle sevincini belli ediyordu.

Sultan Melikşah, 1077'de Gazi Süleyman Bey'i Anadolu sultanı olarak ilan etti. Böylece payitaht İznik olmak üzere Anadolu Selçuklu devleti tarih sahnesine çıkmış oluyordu.

Süleyman Şah, Bizansın içişlerine de karışıyor, desteklediği şahsı kral yaptırıyordu. Nitekim krallığını ilan eden Bizans kumandanı Botaniates'i desteklemiş ve bu kumandanın yanına iki bin asker vererek tahtı ele geçirmesine yardımcı olmuştu.

Askerlerine ve halka son derece iyi davranan ve adaletle iş ören Süleyman Şah gayr-i müslim yerli halkın da takdirini kazanmıştı. İç isyanlar ve kötü idare yüzünden perişan olan yerli halk, Süleyman Şah idaresinde huzur ve sükûna kavuşmuşlardı.

Bir yandan fetihler devam ederken, diğer yandan fethedilen topraklara Müslümanlar getirilip yerleştiriliyordu. Azerbaycan, Türkistan ve İran'dan onbinlerce Müslüman aile Anadoluya göçetmeye başlamıştı.

Süleyman Şah, Kapıdağı yarımada ile Çanakkale Boğazı'nın Asya sahillerini de ele geçirdi. İstanbul Boğazına kadar olan kısımlar daha önce ele geçirilmişti. Öyle ki Selçuklu orduları Üsküdar'a kadar gelmiş ve hasretle İstanbul'u temaşa etmişlerdi.

1081'de yapılan anlaşmaya göre, Selçukluların Marmara sahillerine kadar bütün Anadolu'ya sahip oldukları Bizanslılarca da kabul edilmiştir.

Süleyman Şah 1082 yılında Çukurova'ya girdi ve ilk önce Tarsus'u fethetti. 1083'te ise Adana, başta olmak üzere bütün Kilikya (Adana civarları) beldelerini hakimiyyeti altına aldı.

Süleyman Şah'ın en büyük arzusu Antakya'yı ele geçirmekti. Bu maksatla yola çıktı. Harekâtını gizli tuttu. 12 gün boyunca gündüzleri konaklamak ve geceleri yol almak suretiyle ordusunu ilerletti. 13 Aralık 1084 günü Antakya önlerine geldi ve ani bir hücumla şehri ele geçirdi. Şehrin büyük kilisesini camiye çevirdi. İlk cuma namazında 120 müezzin bir ağızdan Ezan-ı Muhammedi'yi okudu.

Süleyman Şah şehrin ahalisine çok iyi davrandı ve şehri baştan başa imar ettirdi.

Süleyman Şah Anadoludaki fetih harekâtını devam ettirdi. Kumandanlarını çeşitli bölgelere gönderdi. Bunlardan Buldacı Bey, 1085 başlarında Maraş, Elbistan, Göksun ve Besni kalelerini fethederek bu bölgeleri ele geçirdi.

Bu esnada Çaka Bey İzmir'i fethetmiş, İzmir Körfezinde büyük bir donanma kurdurarak Selçuklu Devletinin ilk deniz kuvvetlerinin kurucusu olmuştu.

Gümüştekin Bey ise Urfa ve Antep çevresini fethetmişti. 1085'e doğru bütün beylikler bir araya getirilmiş ve Anadolu'da kuvvetli bir devlet doğmuştu. Süleyman Şah Kurucusu olduğu devletin birliğini temin etmişti. 1105'e doğru bütün Anadolu Müslümanların eline geçmişti. Anadolu fâtihi Süleyman Şah, devlet idaresinde de maharetini göstermiş ele geçirdiği topraklara kök salmak için müslüman ahalinin Anadoluya yerleşmesini temin etmişti.

Süleyman Şah zaferden zafere koşarken, Sultan Melikşah'ın kardeşi Sultan Tutuş da saltanat hevesine kapılmış, Suriye'de bir devlet kurmak maksadıyla sağa sola saldırmaya başlamıştı.

Süleyman Şah, Sultan Tutuş'un bu hareketlerine dur demek maksadiyle ordusuyla birlikte Tutuş'un üzerine yürüdü. İki ordu 5 Haziran 1086'da Halep yakınlarında karşı karşıya geldi. Muharebenin en şiddetli safhasında bir kısım Türkmenler Süleyman Şah'ın safını terkederek karşı tarafa geçtiler. Bunun üzerine Süleyman Şah'ın ordusu bozuldu. Kendisi de muharebe meydanında vuruşurken şehid düştü. Cenazesi büyük bir cemaatle kılınan cenaze namazından sonra Halep kapısında defnedildi.

Anadolu fâtihi Süleyman Şah'ın şehadeti, Anadolu'da ve bütün Selçuklu beldelerinde üzüntüyle karşılandı.

Sultan Melikşah, Süleyman Şah'ın oğlu I.Kılıçarslan'ı İsfahan'a getirterek ihtimamla yetiştirdi.

Süleyman Şah'ın sağlam temeller üzerine bina ettiği devlet 1308'e kadar tarih sahnesinde kalmıştır.

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:12 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Sultan Kiliç Arslan (II)

Anadolu Selçuklu Devletini ihtişamın ziresine çıkaran ve Osmanlı Devletinden önce Anadolu'da kurulan ilk büyük İslâm Devletinin namım cihana yayan idareci Sultan II.Kılıç Arslan'ın tarihimizde müstesna ve mümtaz bir yeri vardır...Sultan olduğu 1155'ten 1192'de vefatına kadar 37 yıl, devleti iç ve dış düşmanlardan arındırarak, iktisat, irfan, medeniyet yönünden terakkinin zirvesine çıkarmıştır. O'nun hükmettiği devre, tarihimizin en parlak devirlerindendir. Kılıç Arslan siyasî cihetten üç zorlu engeli aşmayı başarmış bir idarecidir: (1) Bizans'ın Anadolu'ya yeniden yerleşme ümit ve siyasetini ebediyen kırmıştır. (2) Haçlı tehlikesini Anadolu'dan bütünüyle uzaklaştırmıştır. (3) Civar bütün beylikleri merkeze bağlıyarak Anadolu birliğini kurmuştur. Bu siyasî muvaffakiyetlere paralel olarak da Anadolu'da maddî-manevî ilerlemenin başlamasına vesile olmuştur. Sultan Kılıç Arslan bu icraatlarında nasıl muvaffak olmuştur?.. Bu sorunun cevabı Sultan II.Kılıç Arslan'ın hayatında saklıdır. Bu yüzden bu cihangir padişah'ın hayatına göz atmamız gerekmektedir.
Sultan II. Kılıç Arslan 1115 yılında dünyaya geldiğinde, Anadolu'da Ehl-i Tevhid'in yerleşmeye başlamasının üzerinden bir asra yakın bir zaman geçmişti. Büyükbabası Süleyman Şah, sarsılmaz bir iman, azim ve gayretle Anadolu'da Selçuklu devletinin temelini atmış ve Anadolu'nun bir İslambeldesi olması için köklü tedbirler almıştı. Süleyman Şah'ın 1086'da vefatı üzerine tahta geçen oğlu I.Kılıç Arslan tarihe şan veren bir mücadeleyle

I.Haçlı seferine (1096-1099) kahramanca karşı koymuş ve yarım milyona yakın haçlıyı Anadolu bozkırlarına gömmüştü.I.Kılıç Arslan'ın 1107'de vefatı üzerine 2.Kılıç Arslanın amcası Melikşah, Anadolu Selçuklu tahtına geçmişti. Sultan II.Kılıç Arslan şehzadeliğinden itibaren geleceğin Sultanı olmak üzere itinayla yetiştirilmiştir. Dinî ilimleri devrin meşhur âlimlerinden, devlet idareciliğini bizzat pederinden ve çocuk denecek yaşından itibaren atıldığı idarecilik hayatında pratikten öğrenerek yetişti. Babasıyla birlikte, Elbistan'ın fethinde bulundu (1144) ve Elbistan'a Melik tayin oldu. Meliklik devrinde maiyyetindeki bir avuç akıncıyla Göksün ve Maraş bölgelerine akınlar yaptı. 1147-1149 yılları arasında cereyan etmiş olan II.Haçlı seferine karşı babası Sultan Mes'ud'la birlikte karşı durmuş ve Haçlılara yapılan çetin mücadelelerde tecrübesini arttırmıştır. Melik II.Kılıç Arslan'ın da iştirak ettiği bu Hilal-Salip mücadelesinde Haçlılara büyük kayıplar verdirilmiştir. Haçlı tehlikesinin berteraf edilmesini müteakip 1149 yılında babası ile birlikte Maraş'ı haçlıların elinden kurtarmıştır.

Sultan I. Mes'ud hayattayken, siyasî bilgisiyle askeri sahada gösterdiği dirayetiyle, irade ve enerjisiyle, geniş görüşüyle tahta en layık olan bu oğlunu 1155 yılında Sultan ilan etmişti. Sultan II. Kılıç Arslan babasını yanıltmayacaktı. Kısa zamanda babasının yarım bıraktığı işleri tamamlamak üzere teşebbüslere geçti... Büyük Selçuklu Sultanı, Sancar'ın vâris bırakmadan 1157'de vefat etmesi üzerine Anadolu Selçuklu Devleti tamamen müstakil oldu.

Kılıç Arslan sağlam bir Devlet mekanizması kurmaya muvaffak olduktan sonra fetih bayrağını eline aldı. 1157'de Ayıntab'ı fethederek Suriye sınırını güven altına aldı. Daha sonra Bizans üzerine döndü ve Miryekefalon'daki savaşla neticelenecek zorlu bir mücadeleye başladı. Kılıç Arslan'ın en büyük ideali, Peygamberi bir, kitapları bir, idealleri bir olan Müslüman Devletleri aynı bayrak altında toplamak, küffür karşısında tek bilek tek yürek olarak durmaktı... Kılıç Arslan böyle bir iman birliğinin önünde hiçbir engelin duramayacağına inanıyordu. Fakat bu ittihad'ın pek çok engelleri vardı. Bu engelleri kılıca iş kalmadan halletmek istiyordu. Bu ulvî idealini Kader-i İlâhi'nin de yardımıyla gerçekleştirmeye muvaffak olmuştur. Musul ve Suriye'nin hükümdarı Atabey Nûreddin Mahmud Zengi'nin 1174'te vefatıyla Kılıç Arslan'ın idealindeki "İslam Birliği"nin önündeki en büyük manilerden birisi kendiliğinden kalkmıştı. Çünkü Mahmud Zengi'nin tavrı yüzünden Güney Anadolu iki devlet için huzursuzluk bölgesi olmuştu.

II. Kılıç Arslan 1175'te nicedir Selçuklulara musallat olan Dânişmendli krallığını ortadan kaldırmıştı. Daha sonra Danişmendoğulları Selçuklu hizmetine girdi.

Kılıç Arslan meşakkatin semeresini almış ve Anadolu İslam birliğini tesis etmeye muvaffak olmuştu. Artık sıra, köhnemiş zihniyetin temsilcisi Bizanstaydı. Akıncılar Bizans topraklarında kasırga gibi esmeye başlamışlardı. II.Kılıç Arslan'ın fevkalâde siyaseti ve mahareti karşısında telaşa kapılan Bizans imparatoru Manuel Komnenos Selçukluları Anadolu'dan atmak için büyük bir ordu hazırladı ve Anadolu üzerine sefere çıktı. Zaten Kılıç Arslan epeydir böyle bir karşılaşmaya hazırlanmaktaydı. İki ordu 1176 yılında Eğiridir Gölü'nün az kuzeyinde karşı karşıya geldi. "Miryokefalon savaşı" diye tarihlere geçen bu savaşta II.Kılıç Arslan kumandasındaki Selçuklu ordusu Bizanslıları perişan etti ve bütün İslâm Âlemini sevince gark eden parlak zaferi kazandı. Bu zaferden sonra Bizans, Ehl-i Tevhid'i Anadoludan sökemeyeceğini kesin olarak anlamış oldu.

Kılıç Arslan (1189-1192) yılları arasında yapılan 3.Haçlı seferi âfetinden Anadolu'yu kurtarmak için de büyük mücadele verdi. Anadolu'ya girmek isteyen Haçlı ordusunu gerilla harpleriyle yıprattı ve Anadoluyu bu belâdan kurtardı.

Kılıç Arslan Diğer İslam Devletleriyle de anlaşmaya gayret etmiş ve bunda da muvaffak olmuştur. Muasırı Selahaddin Eyyubi ile anlaşması ve İslamın menfaatleri yönünde ittifaka gitmesi bu çalışmalardandır.

II.Kılıçarslan, askerî sahadaki zaferleri yanında, bütün Devlet sathında başlattığı kültür san'at, ilim hareketleriyle ve imar faaliyetleriyle de dikkat çekmiştir..

Devrinde, yüzlerce cami, medrese, han, kervansaray, imaret, çarşı, çeşme ile Anadoluyu bir baştan bir başa donatmıştır. Bilhassa Orta Anadolu şehirlerinde büyük bir imar hareketini gerçekleştirmiştir.

Sultan Kılıç Arslan, İslamiyyetin hakikatlerini nefsinde tatbik etmek ve etrafa tebliğ etmek için âzami gayret sarfetmiştir. O, İslamiyyetin verdiği mefkure sayesinde Anadolu'da yurt kurulduğunu ve kurulan İslâm Devletinin bekâsının da ancak bu yüce dine sımsıkı yapışmakla mümkün olduğunu anlamış ve bu idrak içerisinde hareketlerine yön vermiştir.

Sultan II. Kılıç Arslan, Adalet'i esas almıştır. Adalette din farkı gözetmemiştir. Bu davranışları yüzündendir ki, Hıristiyanlar bile o'nun zamanında kiliselerinde Sultan'ın şevketi ve başlarından eksik olmaması için dua ediyorlardı.

Kılıç Arslan'ın idaresi boyunca Anadolu'da görülmemiş bir huzur, asayiş ve refah dönemi gelmiştir. Dinin izzetini muhafaza için didinen Kılıç Arslan'a bu yüzden "İzzeddin Ebul-Feth" denilmiştir.

Bu şanlı padişah, 1192 yılında Konya yakınlarında vefat etmiştir. Yerine Sultan olan oğlu Keyhusrev tarafından Sultan Mes'ud camiinin yanındaki Künbed'e defnedilmiştir.

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:12 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Sultan Alâeddin Keykubad

Anadolu Selçuklu Devletini dünyanın en zengin, en ihtişaml devleti haline getiren Sultan Alaeddin Keykubad, Anadolu'yu baştan başa imar etmesi ve ilim müesseseleri ile donatmasıyla tanınan ve ismi her zaman hayırla yâdedilen büyüklerimizdendir.
Sultan Alaaddin Keykubad, Sultan I.Gıyaseddin Keyhusrev'in oğludur. Kardeşi Sultan İzzeddin Key-Kâvûs'un 1219'da vefatı üzerine 28 yaşında iken Selçuklu tahtına oturmuştur.

Alaaddin Keykubad tahta geçtikten sonra yaklaşan Moğol tehlikesine karşı tedbirler aldı. Başta Konya, Sivas ve Kayseri olmak üzere birçok şehirde kale ve surları tamir ve tahkim ettirdi. Kale ve suru olmayan yerlerde kale ve sur inşa ettirdi. Moğolların Bağdat'a hücum etme ihtimali üzerine, yardım isteyen Halifenin hizmetine ordu gönderdi. Moğol hücumu olmayınca bu beş bin kişilik ordu geri döndü. Sultan Alaaddin bir taraftan da fetih hareketlerine girişmişti. İlk olarak 1223'te Akdeniz'in mühim noktalarından Kalonoros'u fethetti. Bu güzel limana ismine izafeten Alâiye (Alanya) dendi. Burada büyük bir tersane kurdurarak deniz filosunu güçlendirdi. Çobanoğlu Hüsameddin Beyin kumandası altında Kırım'a denizden ordu şevketti. Bu ordu Ukrayna içerilerine kadar ilerledi. Çavlı Bey de Silifke'ye kadar olan Akdeniz kıyılarını fethetti. Batıda Bizanslıların yanı sıra, Doğuda Moğol Tehlikesinin başgöstermesi üzerine Eyyubîlerle dost olmanın faydasına inanan Sultan Alaaddin, Eyyubî Sultan'ı Âdil le anlaştı ve Adîl'in kızı ile evlendi.

Mengücekoğulları huzursuzluk çıkarmaya başlamışlardı. İleride Moğollarla yapacağı çarpışmalarda Erzincan ve havalisini ellerinde bulunduran Mengücekoğulları tarafından arkadan vurulacağını hesap eden Alaeddin Keykubad bu bölgeyi garantiye almayı düşündü ve 1225'te Erzincan'ı fethederek Mengücekoğullarını ortadan kaldırdı.

Alaaddin Keykubad, İslâm ülkelerini talan eden Moğollara karşı durmak için bütün müslümanların el ele vermesini istiyordu. Bu maksatla Harzemşah hükümdarı Celaleddin'e ittifak teklif etmiş ve her konuda yardıma hazır olduğunu söylemişti. Fakat iyi bir kumandan olmasına rağmen, siyasî görüşü kıt olan Celaleddin Harzemşah, bu ittifak teklifine, kendisinden beklenilmeyen bir harekete girişerek cevap vermişti. Celaleddin, Moğollar dururken İslam ülkesine girmiş ve âlimleriyle meşhur bir kültür merkezi durumunda olan Ahlat'ı kuşatmıştı. Bunu öğrenen Alaeddin Keykubad, Celaleddin'e yanlış yolda olduğunu, İslam mülküne tecavüz etmemesi gerektiğini, asıl Moğollarla meşgul olması lazım geldiğini anlatan bir mektup göndermiş ve Ahlatı muhasaradan vazgeçtiği takdirde, Moğollarla mücadelesinde kendisini destekleyeceğini de ilave etmişti. Bu güzel teklife kulağını tıkayan Celaleddin Harzemşah, Selçuklu Sultanı ile çarpışmaktan kaçınmayacağını söyledi. Neticede iki ordu 10 Ağustos 1230'da Erzincan yakınlarındaki Yassıçemen'de karşı karşıya geldi. Cereyan eden çetin muharebe neticesinde Celaleddin Harzemşah'ın ordusu mağlup oldu ve Harzemşah hükümdarı Selçuklu topraklarından uzaklaştı. Neticede siyaseti bilmeyişinin ceza'sını ağır bir şekilde ödedi ve Moğollar önünde mağlup oldu. Kendisi de Moğollar tarafından şehid edildi.

Yassıçemen muharebesini kazanan Alaaddin Keykubad Erzurum üzerine yürüdü ve amcası oğlu Cihanşah'ın idaresi altındaki şehri ele geçirerek şehri doğrudan doğruya Konya'ya bağladı.

Moğollara karşı ustaca bir siyaset takip ederek Anadolu üzerine gelmelerine mani oldu. Zaten Moğollar da şöhretini ve devletinin gücünü yakından bildikleri Alaeddin'in üzerine gitmeye cesaret edemiyorlardı. Onlar bu şanlı padişah'ın vefatını kollayacak ve ondan sonra Anadolu'ya dalacaklardı. Nitekim öyle yapmışlardır...

1234'te Eyyubiler gözünü Anadolu'ya dikmişti. Eyyubi imparatoru Sultan Kâmil, yanına 16 Eyyubi Melikini ve yüz bin kişilik ordusunu alarak Anadolu'ya girmişti. Bunun üzerine harekete geçen Alaeddin Keykubad Eyyûbî ordusunu karşıladı ve Eyyûbîleri üst üste bozguna uğratarak Anadolu'dan püskürttü.

Çetin mücadeleler sonunda Anadolu birliğini kurmaya muvaffak olan Alaeddin Keykubad, Suriye'yi fethetmek için hazırlıklara başladı. Bu hazırlık içerisinde iken 30 Mayıs 1237'de Kayseri'de zehirlendi ve 45 yaşında iken vefat etti. 17 yıl 5 ay tahtta kalan Selçuklu Devletinin bu büyük idarecisinin naaşı Konya'ya getirilerek kendisine nisbet edilen camiin yanındaki türbeye defnedildi.

Tarihlerin kaydettiği büyük idarecilerden birisi olan Alaeddin Keykubad, idareciliği esnasında devleti ihtişamın zirvesine çıkarmıştır. Takip ettiği dâhice bir ticaret ve iktisat siyaseti ile Anadolu Selçuklu Devletini dünyanın en zengin ve en müreffeh ülkesi haline getirmişti. Ülkeyi bir uçtan bir uca yollarla kervansaraylarla donatmıştı. Surlar, kaleler ile yeni şehir ve kasabaların inşası yanında, kervansaray, cami, medrese, hastahâne ve köprü yapımı gibi imar faaliyetinde bulunarak ülkeyi mâmur hale getirdi. Ordu ve donanmaya çok ehemmiyet verdi. Mükemmel bir ordu kurdu. Şeker, dokuma ve silah imalathaneleri kurdurdu.

Kendisi de âlim bir zat olan Sultan Alaeddin Keykubad ilme ve âlime son derece değer verirdi. Tanınmış âlimleri davet eder, onları mükemmel surette ağırlardı. Konya'ya gelen Bahâeddin Veled ve oğlu Celaleddin Rûmî'ye (Mevlânâ) büyük hürmet göstermişti.

Adalet işlerini yakından takip ederdi. Kapısı herkese açıktı. Her vakit ahaliyle görüşür, istek ve şikayetlerini dinlerdi. Haksızlığa uğrayanın işini bizzet takip eder, haksızlık düzeltilinceye kadar peşini bırakmazdı.

İslam ülkelerinin ve müslümanlarının meseleleriyle yakından ilgilenir ve İslamiyyet için bütün imkânlarını seferber ederdi. Bu hasletinden dolayıdır ki, Halife kendisini "Sultânu'1-Âzam" diye anarak, İslam hükümdarlarının en büyüğü olduğunu tasdik etmiştir.

17 yıllık saltanat devri, dünyanın gıpta ile baktığı, halkın maddî ve manevî huzur ve saadet içerisinde yaşadığı bir devir olmuştur.

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:13 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Osman Gazi

Osman Gazi; imanını, azmini harc ederek inşa ettiği, 623 yıl payidar olan, büyük ve şerefli İslam devletini kurucusu büyüğümüz... O'nun, Rıza-i İlâhî uğruna gösterdiği ihlaslı gayretleridir ki, şanlı devleti altı asır üç kıtada payidar kılmıştır. Yine yaptığı Kur'an hizmeti ile aradan asırlar geçmiş olmasına rağmen unutulmamış, gönüllerde yaşamıştır. Beşer için bundan büyük saadet düşünülebilir mi?..
Osman Gazi, Oğuzların Kayı boyu'nu üç asır süren göçebe hayattan devlet hayatına yükseltmiştir.

Bu cihan devletinin nasıl kurulduğunu ve nasıl bu kadar uzun müddet yaşayabildiğini daha iyi anlamak için Osman Gazi'nin hayatına yakından göz atmak gerekir. Fakat daha önce kısaca Kayı boyunun Söğüt'e gelişine kadar geçirdikleri devreye bakalım... Kayı oymağı ilk defa yaklaşık 1000 yılında diğer Oğuz boylarıyla birlikte hareket ederek Amuderya nehrini geçmiş ve Aral havzasına gelmişlerdir. Burada, Horasan'ın kuzey sınırına, Karakum Çölü'nün güneyine, Merv civarında Mâhân'a yerleştiler 1220 yıllarında Cengiz idaresindeki Moğol orduları yaklaşırken, bu Ye'cüc Me'cüc âfetinden sakınarak Merv'den hareket ederek, Ahlata gelmişlerdir. Alıştıkları Türkistan havasını ve sürüleri için kâfi otlağı bu bölgede bulamayınca Erzincan yakınlarına göç etmişlerdir. Kayı Boyunun Beyi Süleyman Şah, aradıkları huzurlu ortamı bir türlü bulamamanın elemiyle geri Horasan'a dönmeye karar verir. Geri dönmek üzere yaptıkları sefer esnasında Caber kalesi önlerinde Fırat nehrini geçerken boğularak şehit olur. Bu vak'adan sonra Süleyman Şah'ın dört oğlundan Sungur Tekin ve Gündoğdu geri vatanlarına dönerler. Diğer iki oğlu Dündar Beyle Ertuğrul Bey Pasin ovasıyla Sümerli-Çukur taraflarına gitmişlerdir. Ertuğrul Bey, bu bölgelerin de aradıktan ve ideallerindeki yer olmadığını görünce oğlu Savcı Bey'i, Selçuklu sultanı I. Alâeddin Keykubad'a göndererek kendilerine uygun bir yer gösterilmesini ister. Bunun üzerine Alaaddin Keykubat Kayı Boyu'na Ankara civarında Karacadağ'ı verir. Kayı Boyu; Moğollara ve Bizanslılara karşı mücadelelere girişir ve bu mücadelelerden her zaman muzaffer çıkar. Bu muvaffakiyetleri üzerine Kayı Boyu'na Bizans hududundaki Söğüt kışlak, Domaniç ise yaylak olmak üzere verilir.

Ertuğrul Gazi idaresindeki Kayı aşireti yeni yurtlarına yerleşir yerleşmez, etrafı talan eden Bizanslıların karşılarına dikilmiş ve onlarla cenge tutuşmuşlardır. Osman Gazi, işte Kayı aşiretinin gazadan gazaya atıldıkları ve İla-yi kelimetullah için savaşmanın şevkiyle coştukları yıllarda, 1258'de Söğütte dünyaya gelmiştir.

Osman Gazi çok küçük yaşından itibaren mükemmel bir dinî tahsil almaya ve harp san'atını öğrenmeğe başlamıştır.

Osman Gazi, 1281'de babası Ertuğrul Gazi'nin vefat ettiği anda, 23 yaşında; kumandanlıkta ve idarecilikte babasını aratmayacak derecede mahir bir idareci ve kumandandı... Bu yüzden diğer kardeşleri Savcı Bey'le Gündüz Beyin ve aşiretin bütün ileri gelenlerinin tasvibiyle Kayı boyunun başına geçmiştir.

Osman Gazi aldığı terbiye icabı, son derece mütevazi, imanlı, secaatli bir idarecidir. Bir yandan elinde kılıç düşmanları titretirken, diğer yandan Cenab-ı Hakka kullukta kusur etmemeye âzami dikkat sarfetmektedir. Şu hadise O'nun Hak dine bağlılığının müşahhas bir misalidir.

Osman Gazi ilerde kayınpederi olacak Şeyh Ede-Bâli'yi zaman zaman ziyaret edip çeşitli mevzularda ona danışırdı. Yine böyle bir ziyaret gününün gecesi uyumak için kendisine hazırlanan odaya girdiğinde, duvarda asılı duran Kur'an-ı Kerim'i görür. Kelâm-ı İlâhî'nin bulunduğu bir yerde uzanıp yatmaktan haya eder ve Kur'an-ı Kerim'i eline alarak sabah namazına kadar okur. Sabah namazını eda ettikten sonra başını yatağın kenarına koyduğu bir esnada uyku ile uyanıklık arasında şöyle bir nida işitir.

"Ey Osman! Madem ki sen benim kitabıma bu kadar hürmet edip, sabaha kadar okudun. Ben de seni ve senin evlâdını mübarek ve said eyledim. Dünyada ve ukbâda sen ve neslin mesud ve bahtiyar olacaksınız. Devlete nail olacaksınız. Kur'an'a ve O'nun hakikatlerine hürmet edip, onunla amel ettiğiniz müddetçe şanla, şerefle yaşayacaksınız"

Niçin uyumadığını soran Şeyh Ede-Bâli'ye akşamdan beri olanları ve en son gördüğü rüyayı anlatır. Çevrenin tanınmış, âlimi, mürşidi anlatılanları dinledikten sonra uzun uzun düşünür ve hiçbir yorum yapmaz...

Osman Gazi'nin ideâli kâinatı kuşatacak kadar geniştir. O Cenab-ı Hakkın yüce ismini bütün kâinata duyurmak, yaymak istemektedir. Bu uğurda canını seve seve vermeğe hazırdır... İdeâlinin genişliğini, henüz ilk beylik anlarından itibaren İstanbul'a göz koymasından anlıyoruz. Kendisine izafe edilen bir şiirinde şöyle demektedir.

Osman Ertağrul oğlusun,

Oğuzhan Karahan neslisin,

Hakkın bir kenter kulusun

İstanbul'u aç gülzâr yap!

Bu ideali İlham-ı Rabbani olarak kendisine rüya âleminde gösterilmiştir. Yine Şeyh Ede Bâli'nin misafiri olduğu bir günün akşamı şöyle bir rüya görür:

Rüyasında Şeyh Ede-Bali'nin yanında yatmaktadır. Bu esnada Şeyh Edebâli'nin koynundan bir ayın çıkarak yükselmeye başladığını görür. Ay bedir haline geldiği zaman gökten inerek kendisinin koynuna girer. Daha sonra göbeğinden bir çınar ağacı çıkarak süratle büyümeye başlar. Ağaç büyüdükçe yeşillenmektedir. Dallarının gölgesi bütün dünyayı örtmektedir. Ağacın yanıbaşında dört sıra halinde dağlar yükselmektedir. Bu dağlar, Kafkas, Atlas, Toros ve Balkan dağlandır. Ağacın köklerinden Dicle, Fırat, Nil ve Tuna nehirlerinin çıktığını görür. Dağlardan çıkan bu sular, gül ve çeşitli çiçeklerle bezenmiş bahçeler arasında dolaşarak akmaktadır. Bu geniş sulann üzerinde gemiler yüzmektedir. Bu sularla sulanan tarlalar mahsullerle dolup taşmaktadr. Dağların tepeleri sık ormanlarla örtülüdür. Vadilerde sayısız şehirler vardır. Bu şehirlerde çok güzel binalar vardır. Bu binaların hepsinin altın kubbelerinde birer ay yükselmektedir. Sayısız minarelerinden bülbül sesli müezzinler Ezan okumaktadır. Ağacın üzerinde bulunan bülbüller ve türlü çeşitli kuşlar okunan bu Ezan-I Muhammediye kendi hal dilleriyle iştirak etmektedirler. Ağacın yaprakları gittikçe uzamaktadır. Tam bu hengâmede aniden bir rüzgar çıkar ve ağacın yapraklarını İstanbul'a doğru çevirir. Şehir, iki denizin ve iki kıtanın birleştiği yerde, iki zümrüt ile firuze arasına oturtulmuş bir elmas gibi parlamaktadır. Böylece bütün dünyayı kuşatan geniş bir ülkenin çerçevelediği yüzüğün kıymetli taşını teşkil etmektedir. Osman gazi tam bu yüzüğü parmağına takarken uyanıvermiştir.

Gördüğü bu rüyayı Şeyh Ede-Bâli'ye anlatınca, şeyh tebessüm ederek O'na şöyle demiştir. "Osman, padişahlık sana ve senin nesline mübarek olsun. Kızım Bâlâ Hâtûn da senin helâlin olsun." Böylece, Osman Gazi, daha önce tâliblisi olduğu Bâlâ hatunla izdivaç etmiştir. Bu izdivaçtan Alaaddin Bey dünyaya gelmiştir. Oğlu Orhan Gazi'nin annesi ise Türkmen Beylerinden Ömer Bey'in kerimesi Mal Hatun'dur...

Osman Gazi; müslüman köylerine dadanan, masum halkı katlederek, mâmur yerleri yakıp yıkan Bizans tekfurlarına karşı cihad bayrağını açar ve durup dinlenmeden gaza eder. Maiyyetindeki bir avuç serdengeçtiyle fetihten fetihe koşmaktadır. Osman Gazi'nin şanlı fetih ve zaferlerine kısaca göz gezdirelim. 1285'te Kulaca Hisar, 1288 Karacahisar fethedilmiştir.

Bu zaferler üzerine Selçuklu Sultanı II.Sultan Mes'ud Osman Gazi'ye 1288'de Eskişehir'i de vermiştir. Bir yıl sonra da bağımsızlık alâmeti olarak; Tuğ, alem, tabıl, altın kılıç ve beyaz renkte bir sancakla birlikte bir de ferman göndererek, Kayı aşiretinin bağımsızlığını resmen ilan etmiştir.

Kayı aşiretinin hudutları gittikçe büyümektedir. Osman Gazi Cihangir ruhlu askerlerle yılmadan sınır boylarında dolaşmaktadır. 1292'de Sakarya'nın kuzeyine akın edilmiştir. 1298'de Bilecek ve Yarhisar kaleleri fethedilmiştir.

Bu fetihleri müteakip, Selçuklu devletinin de artık alem verici mukadder sonunu gören Osman Gazi 27 Ocak 1299'da, Osmanlı Devletinin kurulduğunu dosta ve düşmana ilan etmiştir. Akabinde devlet müesseselerini süratle kurmuş ve ehil kişileri mühim mevkilere getirmiştir...

Devletin kuruluşundan sonra fetih hareketleri devam etmiştir. 1301'de Yondhisan ve Yenişehir kaleleri fethedilmiş yine aynı yıl 27 Temmuz'da Bizans ordusuna karşı yapılan Koyunhisan muharebesinde parlak bir zafer kazanılmıştır. Yine o yıl Köprühisar fethedilmiştir. 1306 yılında da Bursa Tekfurunun idaresindeki müttefik Bizans ordusuna karşı yapılan meydan muharebesinde tarihlere "Dinboz zaferi" diye geçen, neticesi itibariyle oldukça mühim zafer kazanılmıştır. Bu parlak zaferlerden sonra Osman Gazi, hayalindeki fethi gerçekleştirmek için harekete geçmiş ve yeşillikler içerisinde cennet belde Bursa'nın fethi için 1314'te ilk hamle olarak şehri kuşatma altına almıştır.

Bu kahraman padişah 1326'da bir rivayete göre Bursa'nın fethi haberini aldıktan sonra, diğer bir rivayete göre de fetihten önce beka âlemine göçmüştür. Osman Gazi Söğut'te vefat etmiştir. Daha sonra vasiyeti gereği 6 Nisan 1326'daki fethi müteakip Bursa'ya getirilerek buradaki türbesine defnedilmiş-tir.

Osman Gazi, vefatından önce, 1320 yılında oğlu Orhan Gazi'yi yerine vekil tayin ederek, kendisinden sonra kimin padişah olmasını istediğini belli etmiştir. Oğlu Orhan Gazi'ye vefatından önce yaptığı nasihat ve vasiyet asırlar boyu idarecilerin kulağına küpe olmuştur. Oğluna; milletin istikbaline ışık tutan ilim adamlarına, millete pak ahlak yolunu gösteren salih kişilere ve millet için can vermiş olan şehitlerin evlatlarına hürmet ve itibar etmesini vasiyet eden Osman Gazi, devamla şöyle demiştir:

"Daima gaza ve cenge devam ediniz. Cihadın kemâline varıp, Sancağ-ı Şerifi daima yüksekte tutunuz. Hanedanımdan ve torunlarımdan her kim ki, doğru yoldan ve adaletten geri kalır, O, rûz-i mahşerde, Peygamber Efendimizin şefaatinden mahrum kalsın!

Oğlum; dünyaya gelen hiç bir padişah yoktur ki, ölüme itaat etmesin. Şimdi Hâkim-i Mutlakın hüküm ve iradesiyle ölüm yaklaştı. Bu mânevi yolculukta, artık, dünya nimetlerinden ümidi kesmek gerektir. Ey bahtiyar oğlum, bu devleti, bu emaneti sana bırakıyorum. Seni Hüdâya emanet ediyorum. Bütün işlerinde kanunları üstün tut. Askerleri ve halkı kendi akraban gibi sev, haklarını tamamen ve noksansız ver!"

Oğlu Orhan Gazi ve nesli bu vasiyyetini harfiyyen yerine getirmekte kusur etmiyeceklerdir. Bu yüzdendir ki, Osmanlı devletinin hudutları 3,5 asırda "bin" kat büyüyüp genişleyecektir...

Osman Gazi vefat ettiğinde geriye, dünya malı olarak zarurî eşyalarından başka birşey bırakmamıştı. İşte terekesi: Denizli bezinden içi âlemli yapılmış sarık bezi, bir at zırhı, bir tuzluk, bir kaşıklık, bir çift çizme, Alaşehir dokuması sancaklar, bir kılıç, bir tirkeş, bir mızrak, birkaç at ve üç sürü koyun...

Osman Gazi padişah iken devlet hazinesinden maaş almamıştır. Koyunlarının gelirleri ile geçimini temin etmiştir. Zaten elinde olanı fakirlere, muhtaçlara dağıtırdı. Bundan büyük lezzet alırdı. Gelecek nesillere dünyaya bedel bir devlet bırakmıştı. O'nun kurduğu devlet, üç kıtaya hükmedecek ve dünyaya, ilim, irfan, adalet, iman nurunu yayacaktı...

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:15 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Sultan Orhan Gazi

Osmanlı Devleti gibi üç kıtaya hükmedecek muhteşem bir imparatorluğun temelini atan
Osman Gazi, beka âlemine gitme vaktinin geldiğini anlayınca, Gazi oğlu Orhan'ı çağırmış ve ona şöyle vasiyet etmişti:

"Oğlum, İstanbul'u aç, gülzar eyle. Öldükten sonra beni Bursa'da Gümüşlü Kümbete defneyle. Oğlum, milletin istikbalini nurlandıran ilim adamlarına, millete pak ahlak yolunu gösteren salih zatlara din için can vermiş olan şehitlerin evlatlarına hürmet ve itibardan asla ayrılma. Bunları her zaman gör ve gözet.

"Allah'ı tanımayan kimselere, devlet umurunda vazife verme. Verirsen, yüzün kara olarak âhirete gelesin. Zira bu tip insanlar Allah'ın gazabına müstahak olduklarından, işlerinde hayır ve muvaffakiyet olmaz. Bunlar halka hüsn-ü muamele etmezler ve rüşvet almaya meyilli olurlar. Memleket ve millet bunlardan zarar görür. Bilmediğini, bilenden sor. Sana sadık olanları hoş tut. Askerlerine bol ihsanda bulun, zira ihsan, insanın tuzağıdır."

Osman Gazi vefat edince, oğulları, Orhan ve Alâeddin, saltanatı birbirlerine layık görmüşlerdi. Orhan Gazi Ağabeyi Alaeddin'in padişah olmasını istiyordu. Alaaddin Paşa ise;

"Kardeşim! Babamızın duası ve himmeti seninledir. Onun içindir ki, kendi zamanında askeri senin yanına vermişti. Şimdi çobanlık dahi senindir." diyerek kardeşi Orhan Gazi'nin Devletin başına geçmesini istiyordu. Neticede ümerânın da ısrarı üzerine Orhan Gazi Devlet idaresini üstlendi.

Âlim ve fâzıl bir insan olan Alaeddin Paşa kardeşinin ısrarı üzerine vezir oldu. Ancak şahit olduğu şu hadiseden sonra vezirlikten de vazgeçti.

Vezirliği esnasında, Ahmet isimli bir köylü, Mehmet Ağa'ya tarlasını satmıştı. Mehmet Ağa tarlada çift sürerken, bir küp altın buldu. "Ben Ahmet Ağadan altınların bedelini vererek değil, toprağın bedelini vererek satın aldım. Ahmet Ağa altınlarını buraya gömmüş ve unutmuş. Altınlar benim için haramdır. Götürüp sahibine vermeliyim." deyip küp dolusu altını götürüp Ahmet Ağaya vermek istemişse de, Ahmet ağa bir türlü altınları almamış ve şöyle demişti: "Hayır bu altınlar benim değildir. Tarlada bulduğun bu altınlar da senin hakkındır."

Neticede mesele kadıya intikal etmiş ve durumdan Alaaddin Paşa da haberdar olmuştu. Altınlar hazineye alınmış, bu duruma şahit olan Alaeddin Paşa, "Ben bu kadar ahlak ve fazilet sahibi adamlara vezirlik edemem, onların fazileti benimkinden üstündür." diyerek vezirlikten ayrılmıştı.

Orhan Gazi, mayası işte bu hadisede görüldüğü gibi ahlak ve faziletle yoğrulan bir devleti Gazi babasından devralmıştı. 38 senelik saltanatı boyunca fetihten fetihe koşmuş, devletin hudutlarını muazzam bir şekilde genişletmişti.

Hayatı zafer destanlarıyla dolu olan Orhan Gazi 1282'de doğdu. Annesi, Ömer Beyin kızı Mal Hatun'dur.

Küçük yaşından itibaren ata binmeyi, kılıç kullanmayı ve bütün harp sanatlarını öğrendi. Mükemmel bir dinî tahsil gördü. Henüz çocukluk çağında babasıyla birlikte gazalara katıldı. Bilecik ve Yar-Hisar kalelerinin fethinde büyük kahramanlıklar gösterdi. Yarhisar Tekfurunun kızı Nilüfer Hatun'la evlendi. Osman Gazi 1301'de Karaca-Hisar ve çevresinin idaresini oğlu Orhan Gazi'ye verdi.

Orhan Gazi, Civan kasıp kavuran Çavdaroğlu'nu 1316'da yendi ve bu eşkıyayı askerleriyle birlikte esir aldı.

Osman Gazi, bahadır oğlunun zafer üstüne zafer kazanması üzerine, Bizanslılara karşı girişilen fetih hareketlerinin kumandasını Orhan Gazi'ye verdi. Yanına yardımcı olarak, Akça-Koca, Gazi Abdurrahman, Konur-Alp ve Köse Mihal gibi namlı gazileri verdi.

Orhan Gazi maiyyetindeki bu kumandanlarla birlikte 1317-1318 yıllarında; Kara-Cüyûş, Ak-yazı, Tuz Pazarı, Kapucuk Hisarı, Sapanca gölü kenarındaki Kereste kalesi, Ebe-suyu Kiliki Hisan gibi yerleri fethetti. 1321'de Mudanya üzerine yürüyerek bu mühim yeri fethetti. Babasının vefatından sonra devlet idaresini omuzlayan Orhan Gazi, 1326'da Bursa'yı fethederek, babasının nâşını buraya getirtti ve "Gümüşlü Kümbet" e defnettirdi.

Bursa'yı payitaht yapan Orhan Gazi Anadolu içlerinde ve Batıda yıldırım süratiyle fetih hareketlerine girişmiştir. Orhan Gazi Bursa'yı fethederken, Akça-Koca Kandıra'yı, Abdurrahman Gazi Aydos ve Samandıra'yı, Kara-Mürsel ise İzmit Körfezinin kuzey taraflarını fethetmiş, Osmanlı hududunu Karadeniz ve İstanbul boğazına doğru genişletmişlerdi.

Bursa'nın Osmanlılar tarafından fethedilmesi üzerine telaşa kapılan Bizans İmparatoru II.Andronikos büyük bir ordu toplayarak yola çıktı. Orhan Gazi Bizans ordusuna karşı çıktı ve iki ordu Darıca ile Eskihisar arasında karşı karşıya geldi. 1329'da cereyan eden bu muharebeden Osmanlı ordusu muzaffer çıktı ve perişan olan Bizans ordusu İstanbul'a kaçtı.

Orhan Gazi zaferi müteakip İznik üzerine yürüdü ve bu muhkem kaleyi 1329 Mayısında fethetti. Şehre girer girmez büyük bir kiliseyi camie dönüştürdü ve şehirde imar hareketlerini başlattı.

İznik'ten sonra, sırasıyla; 1334'te Gemlik, 1335'te Armutlu, 1337'de İzmit, 1342'de Kirmastı, Karacabey, Mihaliç, 1345'te Kapıdağı yarımadası, Manyas Gölü Bölgesi ve Balıkesir, 1352'de Marmara Adaları, 1353'te Çimpe Kalesi fethedilmiştir.

Bütün bu fetihler neticesinde Osmanlı Devleti, Marmara ile Ege ve Karadeniz arasında dünyanın en stratejik bölgesine sıkıca yerleşmiştir.

Orhan Gazi Balıkesir'i alarak Karasi Beyliğini ortadan kaldırmış ve bu beyliğin topraklarını osmanlı Devletine katmıştı. Bu beyliğe tâbi ümerâdan; Hacı İl-Beyi, Evrenos Bey, Ece Halil ve Gazi Fâzıl gibi büyük ve tecrübeli kumandanlar Osmanlı hizmetine geçmiş ve Rumelinin fethinde mühim rol oynamışlardır.

Oğlu Şehzade Süleyman'ı Rumeli fütuhatına memur eden Orhan Gazi, şehzadenin emrine donanma ve seçme askerler vererek yolcu etmişti.

Şehzade Süleyman 1353'ten itibaren Rümelinde fetihlere başladı. 1354'te Gelibolu'yu fethetti. Bolayır ve Tekirdağ'ına kadar olan bütün Marmara kıyılarını ele geçirdi.

Babasının talimatı üzerine 1354'te Anadoluya gelen Şehzade Süleyman, Eretna Devletinin elinde bulunan Ankara'yı fethetti. Daha sonra tekrar Kümeline dönerek fetih harekâtını devam ettirdi. 1356'da Çorlu'yu fethetti. Fethedilen bu topraklara Anadoludan göçebe Türkmenleri getirterek yerleştirdi.

Şehzade Süleyman'ın 1359'da attan düşerek vefat etmesi üzerine Rumelindeki fetih hareketlerinin idaresini kardeşi I.Murad devraldı.

Devlet idaresini eline aldıktan sonra zaferden zafere koşan Sultan Orhan Gazi 1362 Mart'ında Hakkın rahmetine kavuştu. Bursa'daki türbesine defnedildi.

Orhan Gazi kuvvetli bir devlet teşkilatı kurmuştur. Yeniçeri ocağı onun zamanında kurulmuş, büyük bir ordu halini almıştı. Ayrıca, İzmit, Mudanya ve Gemlik'te tersaneler inşa ettirerek güçlü bir donanma meydana getirmişti.

Devleti Adalet üzerine tesis eden Orhan Gazi, halkın zulme uğramaması için büyük gayret göstermiş, bilhassa vergi hususunda, omuzuna kaldıramayacakları halkın verginin yüklenmesinden şiddetle kaçınmıştır.

Her tarafta imâretier yaptırmış, ilki 1335'te Bursa'da olmak üzere muhtelif yerlere medreseler kurdurmuştur.

Yaptırdığı imaretlerde fakirlere, yolculara yemek dağıtılmıştır. Hatta bazan bu yemekleri, bizzat kendisi dağıtmış akşamları da imaretin mumlarını, kandillerini kendisi yakarak hizmet etmiştir.

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:15 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Sehzade Süleyman

Mevlid şairi Süleyman Çelebi'nin dedesi ve Orhan Gazi'nin kayınbiraderi Şeyh Mahmud'un:
"Keramet gösterip halka suya seccade salmışsın Yakasın Rumeli'nin dest-i takva île almışsın."

dediği, Orhan Gazi'nin büyük oğlu Süleyman Şah, Rumeli fâtihi olarak tarihlere geçmiştir.

1316'da doğan bu şehzade'nin ömrü; 1359'da bir av esnasında attan düşerek vefatına kadar, gaza meydanlarında, fetihten fetihe koşmakla geçmiştir....

1331'de babası Orhan Gazi'ye vezir olan Şehzade Süleyman, idarî işlerden ziyade askerî işlerle vazifelendirilmiştir. Zaten fıtrat icabı cihangir ruhlu olan Şehzade Süleyman, maiyyetindeki kahramanlarla zaferden zafere at koşturmuş ve filiz halindeki devletin sınırlarını ikinci bir kıtaya, Avrupa'ya taşırmıştır...

Osman Gazi'nin temelini attığı devletin sınırları gittikçe genişlemekteydi. Ve fetihlerin hedefi Anadolu'daki Bizans topraklarıydı... İznik ve İzmit'in fethinden sonra Osmanlı Süvarileri, İstanbul Boğazı'nın Asya taraflarında at koşturmaya başlamışlardı. Devletin bekası ve ihtişamının ziyadesi için mutlaka Rumeli tarafları ele geçirilmeliydi... Bizanslılar arasındaki taht kavgası Rumeli fethine imkan hazırladı...

Kızı Teodora'yı Orhan Gazi'ye veren Bizans kralı VI.Yoannis Kantakuzinos'la V.Yoannis Paleoloğos arasındaki kavgada, Kontakuzinos'un yardım istemesi üzerine orhan Gazi, Süleyman Paşa kumandasında asker göndererek kayınpederinin imdadına koşmuştu.

Süleyman Paşa 1349'da yirmi bin kişilik bir kuvvetle Bizanslıların düşmanı Sırpların eline düşmek üzere olan Selanik'in imdadına yetişti ve Sırpları perişan ederek Selanik'i kurtardı.

Yine Şehzade Süleyman, Rumeli topraklarında at koşturmaya devam ederek, 1352'de Dimetoka meydan muharebesinde Sırp ve Bulgar ordusunu perişan etmiştir.

Rumeli topraklarındaki bu akınlarla, fethe zemin hazırlanıyordu. Zaten bu topraklarda yaşayan yerli ahâli Osmanlı idaresini hasretle bekler olmuşlardı. Çünkü Onlar, yıllardan beri köhne Bizans idaresinin zulmü altında inlemekteydi. Halk idareden memnun değildi. Saltanat çekişmeleri yanı sıra Katolik ülkelerinin saldırılarında da bıkmışlardı.

Şehzade Süleyman, maiyyetindeki mahir kumandanlar; Kardeşi Murad Bey, Hacı İlbeyi, Lala Şahin Paşa, Evranos Gazi, Gazi Fazıl Bey ve Ece Yakup Beylerle her seferden zaferle dönmekteydi. Rumeli'deki ahâli bu seferler esnasında Osmanlıları yakından tanımak imkanını bulmuştu.

Süleyman Paşa, 1354 başlarında Rumeli'yi tamamen bir İslam Beldesi yapmaya karar vermişti. Hazırlıkları tamamladıktan sonra, 1354 Şubat'ında Edincik'te bulunan donanmayla hareket etti ve üç bin kişilik bir kuvvetle Gelibolu'nun kuzeyinde bulunan Kozludere'ye çıkü. Daha sonra, bir yıl önce Çimpe hisarına yerleşmiş bulunan askerleriyle birlikte Gelibolu üzerine yürüdü ve 2 Mart 1354'te Gelibolu kalesini fethetti.

Gelibolu kalesinin fethini diğer fetihler takip etmiştir. Öyle ki 1356'da Gelibolu yarımadası'nın tamamı fethedilmiştir. Daha sonra marşlarda; destanlara izafeten Rumeli'nin fethi şu şekilde işlenmiştir:

"Şehzade Sultan Süleyman hem vezir, hem şahımız; Geçtiler Rumeli'ye sal ile arttı şanımız."

Birkaç yıl içerisinde Gelibolu yarımadasında ve Trakya'da büyük topraklar, Osmanlı Devleti Sınırlarına dahil edilmiştir. Şehzade Süleyman, Gelibolu'nun yanısıra; Bolayır, Ece-Ova, Konur-Hisar, Tekirdağ, İpsala, Malkara, Hayrebolu ve Keşan'ı da fethetmiştir.

Şehzade Süleyman fethedilen toprakların ebediyyen birer İslam beldesi olması için gerekli tedbirleri derhal almış ve Anadolu'dan getirttiği Müslüman ahaliyi fethettikleri yerlere yerleştirmiştir...

Rumeli'nin fethedilişiyle Osmanlı Tarihinde yeni bir devre başlamıştır. Artık İslam askerleri, Asya'nın yanısıra Avrupa kıtasında da at koşturmaya başlamıştır.

Rumeli'nin fethi yalnız Osmanlı tarihinde değil, Bizans tarihinde de bir dönüm noktasıdır. Etrafı Osmanlılarla çevrilmiş Bizans, günbegün çöküşünü seyretmekten başka birşey yapamaz hale gelmiştir.

Şanlı devlete Rumeli topraklarını armağan eden Şehzade Süleyman, 1359'da 43 yaşında iken vefat etmiş ve fethettiği Bolayır'a defnedilmiştir...

Fethedilen toprakların manevî bekçilerinden birisi olarak asırlar boyu türbesi ziyaret edilegelmiştir. İsmi, tarihlerde ve marşlarda devamlı anılmıştır.

Rumeli fethine atfen:

"Dört yüz arslandan bu vatan kaldı bize yadigâr

Terk edersek lanet etmez mi bize Perverdigâr"

marşı günümüze dek söylenegelmiştir.

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:16 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Sultan Murad Hüdâvendigar

Orhan Gazi zaferlerle dolu ömrünü ikmal edip beka âlemine göçünce, fetih sancağını oğlu Murad Hüdâvendigâr devir almıştı. Sultan Murad, atasından devraldığı mirasa layık olduğunu göstermiş, Anadolu ve Balkanlardaki fetihleriyle Osmanlı Devletini muhteşem bir imparatorluk haline getirmiştir. 27 yıllık saltanatı müddetince 37 muharebeye iştirak etmiş ve maharetle idare ettiği bu muharebelerin hepsini kazanmıştır.
Balkanlar fâtihi olarak tarihe geçen Sultan Murad Hüdâvendigâr 1326'da doğmuştur. Annesi Nilüfer Hatun'dur.

Mükemmel bir tahsil gören Şehzade Murad, küçük yaşından itibaren babası Orhan Gazi ile birlikte savaşlara katılmıştır. Kardeşi Şehzade Süleyman'la birlikte Rumeli fütuhatında bulunmuş, kardeşinin vefatı üzerine fetih harekâtını kendisi idare ederek büyük başarılar kazanmıştır.

Orhan Gazi'nin 1362'de vefatı üzerine, Devlet ricali tarafından Bursa'ya davet edilmiş ve hükümdar ilan olunmuştur.

Bursa'ya giden Murad Gazi'nin Rümelinden ayrılmasını fırsat bilen Bizans kuvvetleri Burgaz, Çorlu ve Malkara'yı ele geçirmiş, Ahiler de ayaklanarak Ankara'yı geri almışlardı.

Murad Hüdâvendigâr ilk olarak Devlet idaresini düzene koydu. Ankara'yı tekrar ele geçirdi. İsyan eden kardeşleri Şehzade Halil ile İbrahim'i bertaraf etti.

Anadoluda hakimiyyeti tesis ettikten sora yeniden Rumeline geçerek fetih harekâtına başladı. Bizanslıların eline geçmiş olan yerleri geri aldı. Çorlu ve Lüleburgaz'ı 1363'te zaptederek buraya Anadolu'dan göçmenler getirterek yerleştirdi. Bu suretle ele geçirdiği her yerde sağlam temeller atıyor ve oraya kök salıyordu.

Bu esnada Evranos; Malkara, Keşan ve İpsala'yı, Hacı İlbeyi ise Dedeağacı ve Dimetoka'yı fethetmişti. Daha sonra Edirne'nin fethi kararlaştırıldı. Babaeski ile Pınar Hisar arasındaki Sazlıdere'de Rum ve Bulgar askerlerinden oluşan düşman ordusu perişan edildikten sonra Edirne fazla karşı koyamadı ve teslim oldu.

Edirne'nin fethinden sonra fetih hareketleri süratle devam etti. Beylerbeyi Lala Şahin Paşa Filibeyi; Batı Trakya taraflarının fethine memur edilen Evrenos Bey de 1364'te Gümülcine'yi fethetti.

Osmanlı Devletinin Balkanlardaki muazzam fetihlerinden telaşa kapılan haçlı dünyası bir ordu teşkil ederek, Edirne'ye doğru yola çıktı. Yüzbin kişilik bu haçlı ordusunu Sırp-Sındığı mevkiinde yakalayan Hacı-İlbeyi on bin kişilik kuvvetiyle üç koldan baskın yaptı ve haçlı ordusunu tamamen imha etti.

1367'de Kara Timurtaş Bey Bulgarlara ait, Kızılağaç ve Yanbolu'yu, Lala Şahin Paşa, Samakov'u, Sultan Murad da, Bulgarların elindeki, Aydos, Karnâbâd, Sözebolu kasabaları ile Bizanslılara ait Hayrebolu şehrini fethetti.

1371'de Çirmen zaferi kazanıldı. Böylce Mekadonya yolları da açılmış oldu. Makedonya ve Trakya'nın bir kısmı fethedildi. Vezir Hayreddin Paşa Kavala, Drama, Zihne ve Serez'i fethetti.

1372'ye doğru Trakya fütuhatı tamamlanmıştı. Bulgaristan krallığı da Osmanlı Devletine bağlanmak mecburiyyetinde kalmıştı. Bu suretle, on yılda Gelibolu'dan Sırbistan'a gelinmiş ve Adriyatik'e kadar nüfuz ve tesir sahası oluşturulmuştur.

1376'da Bursa'ya giden Sultan Murad, Anadolu Beylikleriyle temaslarda bulunarak devletin nüfuzunu arttırmak için teşebbüslerde bulunmuştur. Bu maksatla oğlu Yıldırım Bayezid'e Germiyanoğlu Süleyman Şah'ın kızını aldı. Germiyanoğlu kızına çeyiz olarak Kütahya ve mülkiyatını, Simav, Eğrigöz ve Tavşanlı ile mülkiyatım verdi. Bu suretle Osmanlı Devleü Anadolu içlerinde yeni topraklar kazandı.

Sultan Murad Anadoludaki temaslarını tamamladıktan sonra tekrar Balkanlara yöneldi. Mükemmel hazırlanmış plan gereğince kararlaştırılan yerler birer birer fethedildi.

1380'de İştip, 1382'de Sofya, 1385'te Manastır ve Ohri fethedildi.

Vezir-i Azam Çandarlı Halil Hayreddin Paşa 1385/1386'da Arnavutluk üzerine sefere çıktı. II.Balşa'mn kumandasındaki Arnavutluk ordusunu yenilgiye uğrattı. 1386'da, Akçahisar, İşkodra başta olmak üzere bütün Kuzey Arnavutluk fethedildi. Sultan Murad merkezden uzak yerde ordunun Venediklilerle harbe girmesini istemediğinden İşkodra Venediklilere geri verildi.

Sultan Murad 1388'de Bulgaristan üzerine sefere çıktı ve Bulgaristan'ın büyük kısmını fethetti.

Bütün bu fetihler neticesinde bütün Balkanlar Osmanlı nüfuzuna girmişti. Sultan Murad Batıda fetihlerle meşgulken fırsatı ganimet bilen Karamanoğlu Alâeddin Bey, Osmanlı Devleti aleyhine faaliyetlere başlamıştı. Bunun üzerine Sultan Murad Anadoluya döndü ve süratle Karamanoğlu üzerine yürüdü. 1386'da Konya yakınlarında Karaman kuvvetlerini perişan etti. Bunun üzerine Karaman Beyi, zevcesi Sultan Murad'ın kızı Melek Hatun'u ricacı göndererek affını istedi ve Sultan Murad'm elini öperek özür diledi. Böylece Anadoludaki huzursuzluk da bertaraf edilmiş oldu.

Avrupa'daki Osmanlı fütuhatından dehşete kapılan haçlı dünyası bir araya gelmeye karar vermiş ve bu maksatla bir haçlı ordusu teşkil etmişlerdi. Macaristan, Lehistan, Sırbistan, Bosna Krallığı, Eflak, Boğdan, Hırvatistan, Bohemya ve Bulgaristan Krallığından müteşekkil bu büyük ordu ilerlerken, Sultan Murad da beylere ve kumandanlarına haber salarak ordusunu topladı. İki ordu Kosova'da karşı karşıya geldi.

Sultan Murad, savaştan bir gün önce yatsı namazını kıldıktan sonra Dergâh-ı İlâhiye el açarak şöyle dua etti:

"Ya Rabbi! Sen ol padişahlar padişahısın ki yeryüzündeki insanların sığınağısın ve bütün kulların ümit kapışısın. İslâm sancağını düşman elinde parçalatma ve bu zayıf, kuvvetsiz kulunu cihan içinde adı kötüye çıkmış bir insan etme..." Şanlı padişah'ın dudaklarından daha sonra şu mısra'lar dökülmüştür:

"Âb-i rûyi Habib-i Ekrem için,

Kerbelâ'da revan olan dem için,

Ehl-i İslama ol muin-u zahir,

Dest-i a'dâyi bizden eyle kasîr.

Bakma ya Rab, bizim günahımıza,

Nazar et can-u dilden âhımıza.

Mülk-i İslâmı payimal etme,

Menzil-i fırka-i dalâl etme.

Din yolunda beni şehîd eyle,

Âhirette beni saîd eyle..

Keremin çoktur ehl-i İslama

Dilerim kim irişe itmama..."

Bu muharebe neticesinde Balkanların hâkimiyeti ya Osmanlılarda kalacak veya Haçlıların eline geçecekti. Mağlubiyet halinde Osmanlı Devletinin Anadoludaki durumu da tehlikeye düşecekti.

20 Haziran 1389'de Kosova ovasında başlayan muharebe 8 saat bütün şiddetiyle devam etti.

Osmanlı ordusu bütün kanatlarda Haçlı ordusunu darmadağın etmiş, çembere aldığı düşman ordusunu imha harekâtına başlamıştı. Bu savaş hengâmesinde Sultan Murad'a yaklaşan Miloş isimli bir Sırplı aniden kolundan çıkardığı hançeri Sultan Murad'ın kalbine saplamıştı.

Sultan Murad, Allah'ın rızasını kazanmak için kendini kurban adamış ve bir gün önceki duasında da bunu taleb etmişti. Muharebenin zaferle neticelendiğini görmüş, fakat kendisi şehid düşmüştü.

Sultan Murad'ın şehid olması üzerine Yıldırım Beyazıd çağrılarak padişah ilan edildi.

Şehit padişahın cenazesinin çürümeden Bursa'ya getirilebilmesi için iç organlarının çıkarılması gerekiyordu.

20 Haziran 1389'da şehadet şerbetini içen Gazi Hünkârın iç organları Kosova Sahrasına gömüldü. Bugün de "Meşhed-i Hüdâvendigâr" diye bilinen bu mekan ziyaretçilerle dolup taşmaktadır.

Padişahın cenazesi Bursa'ya nakledilerek Çekirge'deki türbesine defnedildi.

Sultan Hüdâvendigârın şehâdeti bütün İslâm âleminde üzüntüyle karşılandı. Çünkü şehid padişah, ömrü boyunca İslâmiyeti fethettiği beldelerde hâkim kılmak için çalışmıştı. İslâm âleminin meseleleriyle yakından ilgilenmiş ve onlarla sıkı dostluk kurmuştu.

Saltanatı müddetince zaferden zafere koşan Sultan Murad devletin hudutlarını Anadolu'da ve Rumeli'de çok genişletmiş ve babasından bir beylik halinde aldığı ülkeyi imparatorluk halinde oğullarına bırakmıştır.

Adliye, maliye ve orduya ehemmiyet vererek, devrin en mükemmel teşkilatını kurmuştur.

Sultan Murad azim ve irade sahibi, vakur, cesur, müşfik, açık sözlü mizacıyla herkes tarafından sevilirdi. En tehlikeli anlarda bile, soğukkanlılığını muhafaza ederek, ne suretle hareket edilmesi icap ettiğini bilirdi. Bütün işleri devlet ricaliyle danıştıktan sonra karara bağlardı. Herhangi mühim bir işte, ileri sürdüğü fikre karşı yapılan itirazları dinler ve münasip olanı tatbik ederdi.

Neşri, eserinde bu şanlı padişah hakkında şunları söylemektedir:

"Gazi Murad Han dahi atası gibi sâhib-i hayr idi, âdil ve kâmil, din-Perver, âlî himmet, fakir-dost, düşkünlere yardımcı, rey ve tedbir sahibi, pehlivan idi. Bütün ömrünü gazaya sarfetmiştir. Nesl-i Osmanîde bu etdüğü gazayı hiçbir padişah etmedi şol kadar himmet ve sahâ-i nefsi var idi ki, hiç bir ahad kapısına gelip, mahrum gitmez idi. Fethedilen beldelerdeki ahaliye mülâyemetle (yumuşaklıkla) hareket ederek etrafındaki tesiri, muhabbete tebdil etti ve bunun neticesinde zaptedilen yerlerdeki halk, kendisine bağlılık göstererek, imparatorun idaresini aramaz oldu."

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:16 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Fatih Sultan Mehmed Han

"İmtisal-i câhidû-fillah oluptur niyyetim.

Dîn-i İslâmın mücerred gayretidir gayretim"

diyen Fatih, ömrünü bu gaye uğruna cihat etmekle geçirmiş büyük İslâm kahramanıdır.

Osmanlı Devletini dünyanın en muhteşem imparatorluğu haline getiren, ortaçağı kapatıp Yeniçağı başlatan, Bizans'ın paslı kilidini kırarak güzel belde İstanbul'u fetheden Fatih Sultan Mehmed Han; sadece askerî sahada değil, ilim, irfan, medeniyet ve adalet sahalarında da dünyaya örnek olacak müşahhas örnekler sergilemiş ve İslama hakkıyle bağlılığın bütün ilerlemenin ana kaynağı olduğunu fiilen ispatlamış bir devlet büyüğüdür.

49 senelik ömrünü; ilim tahsil etmekle, devleti her cihetten mamur hale getirmek için çalışmalar yapmakla, İ'la'yi kelimetullah için cihad etmekle geçiren Fatih Sultan Mehmed Han'ın hayatından günümüz gençliğinin ve istikbaldeki nesillerin çıkaracakları çok dersler vardır. Fatih 21 yaşında İstanbul'u fethetmekle gençliğe en güzel örnek olmuştur.

Nasıl yetişti?

Fatih, 29/30 Mart 1432'de Edirne Sarayında dünyaya gelmiştir. Babası, Sultan II.Murad, annesi Hüma Hatun'dur. Küçük yaşlarından itibaren çok sıkı bir eğitime tabi tutulan Sultan Mehmed, devrin meşhur âlimlerinden ders almıştır. Molla Yegan ve Akşemseddin hocaları arasındadır.

Henüz altı-yedi yaşlarındayken Manisa'ya vali tayin edilen Şehzade Mehmed burada da tahsiline devam etmiştir. Sultan Murad ele avuca sığmayan şehzadenin yetişmesi için Molla Gürani'yi hoca tayin etmiştir. Şehzade Mehmed'in cevval mizacı, Molla Gürani'nin ilmî haşmeti ve zaman zaman da tattığı sopası karşısında, yumuşamış ve hocasının önünde diz çökerek büyük bir heyecanla ilim tahsiline koyulmuştur. Fatihteki bu ilim aşkı hayatınn sonuna kadar devam edecek ve devrin âlimleri arasında zikredilecektir.

Arapça, Farsça, Yunanca, Latince, Sırpça, İtalyanca ve İbranice bilen Fatih, kelam, hadis, fıkıh, tefsir gibi dinî ilimlerde de mükemmel malumatlar elde etmiş, ayrıca; tarih, edebiyat, coğrafya, matematik, geometri ve astronomi gibi ilimlerde de devrin âlimleriyle tartışıp onları yenecek kadar malumat sahibi olmuştur.

Çok küçük yaştan itibaren ata binmeyi, ok atmayı, kılıç kullanmayı öğrenen Fatih, bu mahâretleriyle harp meydanında küffarı perişan ederken diğer taraftan, mahir bir edib (edebiyatçı) ve san'atkar olduğunu gösteren şiirler yazmıştır. Avnî mahlasıyla yazdığı ve ilk beytini baş tarafa aldığımız şu şiirinde aynı zamanda hayatının gayesini ve hedefini ortaya koymaktadır. Şöyle demektedir Fatih:

Fazl-ı Hakk-ı himmet-i cünd-ü Ricalullah ile

Ehl-i küfrü ser-tâ ser kahreylemektir niyyetim.

Enbiya ü evliyaya istinadım var benim,

Lütf-i Hak'dandır hemen ümîd-ifeth ü nusretim.

Nefs ü mal n'ola kılsan cihanda içtihad

Hamd-ü lillâh var gazaya şad hezârân rağbetim.

Eyfahr-ı âlem Muhammed mûcizât-ı Ahmed-i

Muhtar ile Umarım galib ola a'da-yı dine devletim.

Bu şuurla gayret gösteren Fatih'in devleti din düşmanlarına galib gelmiştir....

Oğlu Şehzade Mehmed'in mükemmel bir şekilde yetiştiğini gören Sultan Murad 1444'te tahttan vazgeçerek oğlunu tahta geçirmiştir.

Osmanlı tahtına çocuk yaşta bir padişah'ın geçtiğini gören Avrupa ülkeleri bu durumu fırsat bilerek yeni bir haçlı seferi düzenlemeye girişip, büyük bir haçlı ordusu hazırlarlar. Fakat tahtta oturan geleceğin ülkeler fâtihidir. Haçlı ordusuna karşı çıkacak Osmanlı ordusuna, orduyu yakından tanıyan, tecrübeli, maharetli birisinin kumandan olmasının lüzumunu görmüş ve derhal babasına bir mektup yazarak ordunun başına geçmesini istemiştir. Fatih'in davetinde şu veciz ifadeler yer almıştır:

"Eğer padişah siz iseniz, kâfirlerin hücumunu defetmek, devletinizi müdafaa etmek için gelmek vaciptir. Ve eğer biz padişah isek, size emrediyoruz, gelip ordumuzun başına geçin ve emrimize itaat etmek de sizlere vaciptir."

Bu davetten sonra ordunun başına geçen Sultan Murad, Varna savaşında maharetini ortaya koymuş ve çetin bir muharebe neticesinde haçlı ordusunu perişan etmiştir.

Savaşa başkumandan olarak iştirak eden Sultan Murad daha sonra askerin ve kumandanların ısrarı üzerine tahta geçmişti.

Fetih yolunda...

Fatih, babası sultan Murad'ın 3 Şubat 1451'de vefatı üzerine 6 Şubat 1451'de ikinci defa tahta çıkmıştır.

Genç Sultan'ın en büyük ideâli, İstanbul'u fethederek Kâinatın Efendisi'nin (a.s.m.) müjdesine mazhar olmaktır. Tahta geçişinin hemen akabinde bu gayenin gerçekleşmesi için faaliyete geçmiştir.

Edirne'de dünyanın o zamanın ölçülerine göre en büyük toplannı döktüren Fatih, büyük fetih hazırlığını süratle ikmal ettirmiştir. İlk defa havan topunu icat etmiş ve bu icadını fetih harekâtında uygulayarak icadının mükemmelliğini isbat etmiştir.

23 Mart 1453'te Edirne'den hareket eden fetih ordusu 5 Nisan'da İstanbul önlerine gelerek derhal şehri muhasara etmiştir.

29 Mayıs 1453'te fetihle neticelenecek muhasara boyunca ordu çeşitli kereler hücumlar yapmış ve bu cennet belde için yüzlerce şehid verilmiştir.

Fatih, şehrin denizden muhasarasını mümkün kılmak için dâhice bir planla, yaklaşık yetmiş gemiyi kızaklarla karadan yürüterek Haliç'e indirtmiştir.

21/22 Nisan 1453'te Kabataş veya Tophane'den kızaklar üzerinde kaydırılarak Kasımpaşa'ya indirilen gemiler Bizanslıları hayretler içerisinde bırakmış, morallerini bozmuştur. Çünkü onlar böyle bir teşebbüsü akıllarının ucundan bile geçirmemişler, Haliç'in ağzına gerdikleri zinciri hiçbir donanmanın aşamayacağı ümidiyle deniz tarafından emin olmuşlardır.

Dört ay gibi kısa bir zamanda Rumelihisar'ını (Boğazkesen hisarı) inşa ettiren Fatih, bu suretle, Karadenizden Bizanslılara gelecek yardım yolunu da kapatmıştır.

Nihayet 29 Mayıs 1453'te büyük fetih gerçekleşmiş, Fatih şehre girerek Ayasofya önünde şükür secdesine kapanıp, Cenab-ı Hak'ka hamdetmiştir. Haçlı dünyasının sembolü hüviyetindeki Ayasofya'yı camiye tahvil ettirmiş ve ilk Cuma namazını Ayasofya'da kılmıştır.

Fatih İstanbul gibi dünyanın merkezindeki bir şehri ele geçirerek Ortaçağı kapatmış, Yeniçağı başlatmıştır.

17 devleti tarihten sildi

Şanlı cihangirin fetihleri ölünceye kadar devam etmiştir. Ordusunun başında 25 büyük sefere çıkarak, 17 devleti haritadan silmiş, bu devletin topraklarını Osmanlı mülküne dahil etmiştir.

Fatih'in Bizans İmparatorluğuyla birlikte tarihten sildiği 17 devlet sırasıyla şunlardır: Bizans İmparatorluğu (1453), Enez Ceneviz Dükalığı (1456), Atina İtalyan Dükalığı (1458), Sırbistan Krallığı (1459), Mora Despotluğu (1460), Trabzon Rum İmparatorluğu (1461), Candaroğullan Beyliği (1461-1462), Eflak Prensliği (1462), Midilli Ceneviz Dükalığı (1462), Bosna Krallığı (1463), Karaman Devleti (1466), Âlâiyye Beyliği (1471), Kırım Hanlığı (1475), Arnavutluk (1478-1479), Tuğrul Beyliği (1479), Yunan Adalarından Zanta Dükalığı (1479), Hersek Dükalığı (1480) Bütün bu fütuhatıyla Fatih, bütün Balkan yarımadasını Osmanlı topraklarına katmış, Çanakkale ve İstanbul boğazlarını kontrol altına alarak boğazlarda hakimiyet kurmuştur.

Osmanlı Devletinin hudutlarını üç kıtaya yaymış ve Devleti dünyanın en büyük devleti yapmıştır.

Fatih, 1363-1473 yıllan arasında hemen hepsi gayr-i müslim olan 25 devletin hepsine karşı harbe girişmiş ve hepsinden de muzaffer çıkarak askeri dehâsını isbat etmiştir.

İla-yi kelimetullah uğruna can vermeyi gaye edinen bu şanlı idareci, ilmî, askerî, siyasî, ahlakî ve kültür sahalannda güzel meziyetleri şahsında toplamış ve bu meziyetleriyle gelecek nesillere örnek olmuştur.

Fatih devrinin ve Fatih'in şahsiyetinin diğer hususiyetlerine de kısaca göz atalım:

• Fatih, Osmanlı deniz kuvvetini dünyanın birinci deniz kuvveti haline getirmiştir.

• Topçuluk ve diğer harp teçhizatı üzerinde devamlı yenilikler yapmış ve askeri sahada devleti dünyanın en ileri ülkesi yapmıştır.

• Âlimlere ve san'atkârlara büyük değer vermiş ve onların rahatça çalışmaları için gerekli şartlan hazırlamıştır. Diğer İslam beldelerindeki âlimleri davet ederek onlara büyük imkânlar hazırlamıştır. Herbiri sahalarında mütahassıs âlimleri devamlı yanında bulundurmuş ve her zaman onlarla istişare etmiştir.

Fatih Camiiyle birlikte inşa edilen Sahn-ı Seman gibi ilim yuvalan yaptırmıştır. "8 Fakülte"de diyebileceğimiz Sahn-ı Seman'ın biri tıbba aittir ve 70 yataklı bir de hastahanesi vardır.

Fatih bütün ülkede baştan başa imar faaliyetine girmiştir. Saltanatı müddetince, 380 cami inşa ettirmesi onun imarcılığını gösteren müşahhas bir delildir.

Adalet anlayışı

Fatih devri, hukukta ve adalette de dünyaya örnek olacak uygulamalarla doludur.

Fatih'in muhakeme edilişi o zamanki adalete müşahhas bir misaldir: Fatih Camiinin inşası esnasında koca bir mermer sütunu yanlış kesip israf ettiği, dolayısıyle devlete zarar verdirdiği gerekçesiyle Fatih tarafından eli kestirilen Rum Mimar İpsilanti Usta İstanbul Kadısı Hızır Çelebi'ye müracaat eder.

Mahkeme günü kadı'nın huzuruna giren Fatih oturmak ister fakat Hızır Çelebi durmasına müsaade etmez ve davacı ile yanyana oturmasını ihtar eder. Emir, adaletin temsilcisinden gelmiştir. Uymamak mümkün mü?.. Muhakeme neticesinde Fatih suçlu bulunmuştur. Hüküm: "Kısasa kısas"... Yani, Fatih'in de eli kesilecektir. Devlet ricali araya girerek Rum ustaya ricada bulunurlar ve tazminatı kabul etmesini söylerler. Zaten Rum mimar da padişah'ın elinin kesilmesine razı değildir. Tazminatı kabul eder. Fatih bizzat kendi gelirinden, ustanın ailesinin ve çoluk çocuğunun ömür boyu ihtiyacını karşılayacak miktardaki tazminatı ödemeyi kabul eder ve aynca bir de ev yaptınr.

Muhakeme bu şekilde neticelendikten sonra Hızır Çelebi'nin yanına giden Fatih, İstanbul Kadısı'na, "Şayet adaletten ayrılıp padişahım diye benim lehime karar verecek olsaydın, başını şu kılıcımla uçuracaktım" der.

Hızır Çelebi ise Padişah'ın bu sözlerine cevaben şöyle der: "Sen de padişahım diye kararlarıma muhalefet idüp mahkemenin huzurunu bozmaya ve adaletin kudsiyetini ihlal etmiye kalksaydın (oturduğu minderin altındaki hançeri göstererek) ben de bunu senin kalbine saptayacaktım." der.

İşte bu anlayış bütün bir ülkeye hâkim olmuş ve bu anlayış devam ettiği müddetçe devlet, dünyanın en büyük devleti olma vasfını korumuştur.

Bütün hayati İslam için gayretle geçen Fatih gayretinin sebebini bir başka hadise vesilesiyle şöyle açıklamıştır:

Fatih'le anlaşmak isteyen Uzun Hasan'ın elçi olarak gönderdiği anası, Fatih'in Trabzon seferine de katılmıştır. Sare Hatun katlanılan zorluklara dayanamayıp Fatih'e şöyle demiştir: "Oğul bir Trabzon için kendini bu kadar yormak fazla değil mi? bir kal'a bu kadar meşakkatlere değer mi?"

Günlerdir at sırtında aşılmaz denilen dağları, geçitleri aşan Fatih şu cevabı vermiştir:

"Ana, İslâmın kılıcı elimdedir. Eğer bu zahmet ve eziyetlere katlanmazsam gazi lakabına lâyık olamam. Bugün ve yarın Allah'ın huzuruna çıktığımda utanırım. Sonra, bizim dâvamız Trabzon'u fethetmek dâvası değildir. Allah'ın ismini yüceltmek ve ilân etmek davasıdır. Bu uğurda ne kadar zahmet ve meşakkat çeksek yine azdır."

Fatih'in şahsiyyetini ve icraatlarını bu düşüncelerden ayrı olarak değerlendirmek hakikatlere uymaz.

Fatih, hedefin nereye olduğunu sadece kendisinin bildiği bir sefere çıktığı esnada yolda Yahudi dönmesi bir hekimin zehirlemesiyle 3 Mayıs 1481'de Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi, Fatih camii avlusundaki türbesine defnedilmiştir.

Bütün hayatını Dine, Devlete ve millete hizmetle geçiren bu büyük idarecinin hayatı, günümüzün ve geleceğin Devlet idarecileri, ilim adamları ve gençleri için alınacak derslerle doludur.

Bu gibi faydalı dersler layıkiyle alındığında tarihimizin şanlı devrelerinin tekerrür etmemesi için hiçbir sebeb yoktur.

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:17 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Haci Ilbeyi

Sayıları 60 bin ile yüz bin arasında olduğu tahmin edilen büyük Haçlı ordusu Edirne'nin kuzeydoğusundan Meriç kenarındaki Sırpsındığı mevkiine gelmişti. Buradan Edirne üzerine yürüyüp Edirne'yi alacak, daha sonra Müslümanları Anadolu'dan çıkaracaklardı. Hayalleri buydu. Ve gördükleri kadarıyla önlerinde bir engel de yoktu. Çünkü yüreklerine korku salan şanlı bir devletin padişahı Sultan I.Murad büyük ordusuyla birlikte Bursa'da idi. Rümelinde bulunan Lala Şahin Paşa'nın kuvvetleri de sınırlıydı. İşte bütün bunları hesap ederek büyük bir sevinçle içip eğlenmeye koyulmuşlardı. Onların bu durumunu yakından takip eden Osmanlı Devletinin gazalarda pişmiş şanlı bir kumandanı vardı; Hacı İlbeyi. Keşifte bulunmak üzere on bin gazi dervişiyle yola çıkmış ve düşmanın konakladığı yere yakın ormanlıkta askerlerini mevzilemişti.
Düşman sarhoş olmuştu. Hepsi kendilerinden geçmişti. Bu durumu gören Hacı İlbeyi kendilerinden on misli kalabalık düşmana hücum ederek imha etmeyi planlamış ve bu planını askerlerine şöyle açıklamıştı:

"Arkadaşlar, düşmanımız savaşa değil, düğüne gider gibi gelmekte. Geceleri şarap içip sarhoş olmaktalar. Bunlar ordu değil, bir yığın sarhoş sürüşüdür. Bir sürü koyun, bir kurt'a birşey yapamaz ama bir kurt bir sürü koyunu parça parça eder. Hele bu sürüye saldıracak olanlar sizin gibi aslan yürekli bir alay şahbaz yiğit olursa, düşman, güneş karşısında kalmış kar gibi erir, dayanamaz. Gece yarısından sonra düşmana üç koldan, dağılmadan ve topluca saldıracağız. Bir vurup kenara çekileceğiz. Düşman bocalayacak ve şaşıracaktır. Sonra tekrar saldıracağız. Allah bizimle beraberdir. Biz buralara kadar Allah'ın ismini yükseltmek ve İslâmı yaymak için geldik. Düşmanın çokluğuna bakmayınız. Ecdadımız Alparslan koca bir orduyu mağlup etti. Krallarını da esir aldı. Ben, güneş zulmeti boğar, dünyayı nura gark ederken, Balkan dağlarının ufkunda zaferin kucak açıp bizi beklediğine inanıyorum."

Bu konuşmadan sonra Hacı İlbeyi Mehteran'ın ceng havası çalmasını emretmiş ve yeri göğü inleten ceng havalan çalınmaya başlar başlamaz, "Bismillah, hücum!" diyerek askerlerini üç koldan hücuma geçirmişti. Sarhoş ve uyku sersemliğinde iken aniden hücuma uğrayınca neye uğradığını şaşıran düşman askerleri paniğe kapılmış ve telaştan birbirlerini kırmaya başlamışlardı. Onlar Sultan Murad'ın ordusuyla gelip hücuma geçtiğini zannetmişlerdi.

On bin gazi dervişin kılıçlan yıldırım gibi işlemekteydi. Haçlı ordusunun büyük bir kısmı kısa bir zamanda imha edilmiş, kalanları ise can havliyle kaçışmaya başlamıştı. Macaristan kralı I.Layoş da kaçanlar arasındaydı.

1364'te kazanılan bu zafer Anadoluda büyük sevinçle karşılandı.

İşte Sırpsındığı'nda Haçlı Ordusunu imha eden bu namlı kumandan Osmanlı devletinin Rumelindeki fetihlerinde büyük payı bulunan Hacı İlbeyi'dir.

1305 yılında Balıkesir'de dünyaya gelen Hacı İlbeyi'nin babası Karasi Beylerindendi. Kendisi de Karasi Beyi Dursun Beyin emirlerinden birisiydi. Hac vazifesini ifa ettikten sonra "Hacı İlbeyi" diye anılır olmuştu. Orhan Gazi zamanında Karasi Osmanlılara geçince Hacı İlbeyi de Karasi Beyi tayin edilen Şehzade Süleyman'ın maiyetine girmişti.

Süleyman Şah ve Evranos Gazi ile birlikte Rumeli fütuhatına katılan Hacı İlbeyi, Sultan I.Murad Hüdavendigâr tahta çıkınca Rumeli kumandanı olmuştu.

Gözüpek ve mahir bir kumandan olan Hacı İlbeyi maiyetindeki gönüllü askerlerle fetihten fetihe koşmaya başlamıştı. Sırasıyla, Dimetoka, İskeçe, Kavala, Dırama, Yenice, Dedeağaç ve Serez'i fethederek Osmanlı topraklarına dahil etti. Sultan Murad da fethedilen bu topraklara, Anadoludan müslüman aşiretleri gönderdi.

Hacı İlbeyi Edirne'nin fethinde de bulundu ve fetihte büyük rol oynadı.

Gazalarda pişmiş serdengeçtilerle sınır boylarında at koşturan Hacı İlbeyi, Kırklareli, Tekirdağ, Çorlu ve Kuleliburgaz'm Osmanlı topraklanna katılışında büyük rol oynadı.

Osmanlı Devletinin Avrupa kıtasındaki büyük fetihlerinde onun kılıcının ve maharetinin payı vardır.

Rumeli fâtihlerinden Hacı İlbeyi 1364'te vefat etmiştir.

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:17 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Mihaloğlu Gazi Alâaddin Ali Paşa

Akıncılar İslam uğruna kelle koltukta mücadele eden yiğitlerdir. Onlar için açlık, yorgunluk yoktu. Ne kadar kalabalık olursa olsun düşman sürüleri engel teşkil etmezdi. At sırtında gece gündüz düşman illerinde yol katederlerdi. Hayatları sınır gerisindeki şehir, kasaba ve köylerinde geçerdi.
Düşmanın iktisadî ve askeri küvetini perişan etmek, düşmanın yüreğine korku salmak için yapılan akınlarda kartal kanatlı sendengeçti akıncılar kasırga gibi eserlerdi. Onlar için cihad, bir şenlikti. İ'lâ-yi kelimetullah uğruna şehadet şerbetini içmek en büyük dilekleriydi. Onlar kanlarını, canlarını hak yoluna feda etmişlerdi.

En büyük akınlar Fatih ve Kanuni devirlerinde yapılmıştır. Bu devirde yapılan akınları Avrupalılar hâlâ hafızalarından silememişlerdir.

Akıncı beyleri içerisinde en meşhuru Mihaloğlu Alaâddin Ali Paşa'dır.

Ali Paşa akıncılarıyla birlikte Tuna'yı kuzeye doğru tam 330 defa geçmiştir.

1435'te dünyaya gelen Ali Paşa, iyi bir tahsil görmüştür. Macarca ve Romence dahil birkaç Avrupa dilini mükemmel şekilde bilmekte, Türkçe kadar rahat konuşmaktadır.

Fatih ve II.Bayezid devirlerinde yaptığı akınlarla devlete büyük hizmeti geçmiştir.

Fatih devrinde 25 devletle birlikte tutuşulan harplerde Alaâddin Ali Paşa'nın akınları, düşmanları yıldırmış ve muharebe güçlerini büyük ölçüde kırmıştır.

Fatih idaresindeki Osmanlı Devletine 25 devlet birden harp açmıştır. 1463'te başlayan savaşlar 16 sene aralıksız devam etmiş, savaşların hepsi Osmanlı devletinin zaferleriyle neticelenmiştir.

Osmanlı Devletine harp açan devletler arasında, Venedik, Macaristan, Almanya, Lehistan, Arago, Kastilya, Napoli gibi harp güçleri oldukça yüksek devletler de vardı. Devletler birleşerek haçlı orduları teşkil etmişlerdi.

İlk olarak Venedik 28 Temmuz 1463'te harp açmış, fakat Mihaloğlu Ali Bey ve diğer Akıncı beylerinin idaresinde Venedik'e yapılan akınlar Venedik'in iktisadî durumunu perişan etmiştir.

Venedik'ten sonra Macaristan'a akınlar yapılmıştır. Bu ülkeye 1461 ve 1466'da yapılan akınları Ali Bey idare etmiştir.

Alaaddin Ali Paşa 1466'daki akında, Macaristan Kralı Matthias Corvinus'un kızını esir almıştır. Bu prenses Mehtâb Hanım adını alarak müslüman olmuş ve Ali Beyle evlenmiştir.

Macarların cezalandırılmasına memur edilen Ali Paşa Tuna'yı geçmiş Varadin'i almış, otuz iki bin esirle dönmüştür.

Gazi Ali Paşa'nın katıldığı akınlardan bazıları şunlardır:

-1470'te Karniyol, Ljubljana ve Neustatele üzerine yapılan akınlarda yirmi bin kişilik düşman ordusu dağıtılmış, sekiz bin esir alınmıştır.

-1473'te Varadin şehri zaptedilmiştir. Yine aynı sene Hırvatistan baştan başa çiğnenmiştir.

-1474'te yapılan akınlarda Lehistan perişan edilmiştir.

-1478'de Venedik'e akın yapılmış, Friul ve Gorizia şehirleri alınmış Venedik ovası baştan başa çiğnenmiş, neticede Venedik'e baş eğdirilmiştir.

-1479'da Erdel'e büyük bir akın tertip edilmiş, kırk bin akıncı ile Erdel'e girilmiştir. Akınların Başkumandanlığını Mihaloğlu Ali Paşa yapmıştır. Bu büyük akında yirmi bin akıncı şehit düşmüştür. Buna mukabil Almanya ve Macaristan'ın harp gücü mahvedilmiş, Venedik ve Macaristan Balkanlardan defedilmiştir.

Alaaddin Ali Paşa Fatih'in vefatından sonra II.Bayezıd devrinde de akınlarına devam etmiştir.

Ali Paşa 1507'de Hakkın rahmetine kavuşurken geride beş bahadır evlat bırakmıştır.

Ali Paşa'nın evlatları; Gazi Hasan Bey, Gazi Ahmed Bey, Gazi Mehmed Bey, Gazi Hızır Bey ve Gazi Kara Mustafa Beyler Kanuni'nin saltanatının ilk yıllarında yaşamış ve hepsi de yaptıkları akınlarda şehit düşmüşlerdir.

Allah rızası için canlarını feda eden şanlı akıncılarımızı ve akıncılarımızın yiğit bir temsilcisi olan Alaaddin Ali Paşa'yı rahmetle yâdediyor, yazımızı akıncıların ruh haletinin terennüm edildiği Yahya Kemal'in "Akıncı" şiiriyle noktalıyoruz.

"Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik;

Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!

Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle!

Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kafilelerle...

Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan,

Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan.

Bir gün dolu dizgin boşanan atlarımızla

Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla...

Cennette bugün gülleri açmış görürüz de

Hâlâ o kızıl hâtıra titrer gözümüzde!

Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik,

Bin atlı, o gün dev gibi bir orduyu yendik!"

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:18 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Ulubatli Hasan

29 Mayıs 1453 günü Konstantiniyye önlerindeki İslâm ordusunda büyük bir hazırlık göze çarpıyordu. İslâm askerleri sabah namazından önce en temiz elbiselerini giymişler, birbirleriyle helalleşmişler, cemaatle namazı kıldıktan sonra ordudaki yerlerini almışlardı. Kâinatın Efendisinin müjdelediği "Mesud askerler"den olmak ve Cenab-ı Hakkın huzuruna şehid olarak gitmek için yanıp tutuşuyorlardı. Hele içlerinden birisi vardı ki, heyecandan yerinde duramıyordu. Bir gün önceden komutanlarına yalvarmış en ön saflarda vuruşan birlikte yer almak için çok dil dökmüştü.
Ulubatlı Hasan adlı bu yiğit Bursa Karacabey'deki Ulubat gölünün kuzeybatı kıyısının yakınında bulunan Ulubat köyünde dünyaya gelmişti. Yiğitler yiğidiydi. At yarışlarında, ok atmada, güreşte birinciydi. Daha sırtını yere getiren çıkmamıştı. Öyle ki çoğu defa iki kişiyle birden güreşir, ikisini de yenerdi. Ulubatlı Hasan'ın gönlü Allah için cihad etme aşkıyla yanıp kavrulmaktaydı "İla'yi kelimetullah" uğruna can vermek en büyük emeliydi.

Büyük hücum'un yapılacağı gün en ön safta vuruşacağı için çocuklar gibi seviniyordu. Otuz tane gözüpek yeniçeri seçmişti. Hep birlikte aynı noktaya hücum edeceklerdi.

Nihayet beklenilen an gelip çatmıştı. Mehter "hücum" havası çalınca Ulubatlı Hasan ve arkadaşları "Allah Allah" sesleriyle ileri atılmışlardı. Ulubatlı'nın bir elinde sancak, diğer elinde kalkan vardı. Sura dayanan merdivenlerden süratle tırmanıyordu. Atılan oklara, taşlara, üzerlerine dökülen kızgın yağlara kalkanını siper ediyordu. Nihayet surların üzerine varmayı başarmıştı. O anda kalkanını fırlatıp atmış, uzun palasını çekmiş, arslanlar gibi vuruşmaya başlamıştı. Önüne çıkan düşman askerlerine vuruyor, vuruyordu. Yahya Kemal'in tasvir ettiği gibiydi manzara. Şöyle demektedir şair:

Vur pençe-i Alî'deki şemşîr aşkına

Gülbangi asmanı tutan pir aşkına

Ey leşker-i müfettihü'l-ebvâb vur bugün

Feth-î mübîni zâmin o tebşir aşkına

Vur deyr-i küfrün üstüne rekz-î hilâl içün

Gelmiş bu şehsüvâr-ı cihangir aşkına

Düşsün çelengi Rûm'un eğilsün ser-î Firenk

Vur Türk'ü gönderen yed-i takdir aşkına

Son savletinle vur ki açılsın bu sûrlar

Fecr-i hücum içindeki Tekbîr aşkına

Ulubatlı'nın şimşek gibi çakan kılıcından ürken düşman askerleri uzaktan ok yağdırmaya başlamışlardı. Oklar peş peşe Hasan'ın vücuduna saplanıyordu. Ayakta duramayacağını anlayan Ulubatlı sancağı Topkapı'daki surlann üzerine dikivermişti. Sancağın surların üzerinde dalgalandığını gören askerler coşmuştu. Tekbir getirerek büyük bir gayretle surlara hücum ediyorlardı. Ulubatlı Hasan da vücudunun oklarla delik deşik olmasına rağmen yaralı ars-lan gibi sancağın yanına düşman askerlerini yaklaştırmıyordu. Nihayet diğer arkadaşlan yanına gelmiş, Hasan'ın etrafına halka olmuşlardı. Sancağın artık emin ellerde olduğunu gören Hasan yüzünde mes'ud

bir tebessümle ruhunu Rahman'a teslim etmişti. Kendisiyle birlikte surlara tırmanan arkadaşlarından 18'i de şehid olmuş, kalan 12'si sancağı düşürmemişti.

Çok genç yaşta şehitlik rütbesini kazanan Ulubatlı Hasan'ın vücuduna 27 ok saplanmıştı. Arkadaşlan bu okları çıkardılar ve bu mübarek şehidi Fatih'in huzuruna götürdüler. Fatih, İslâmın bu bahadır evladına dua ettikten sonra şöyle demiştir: "Ulubatlı Hasan'ım! Ne kadar şanlısın. Eğer sultan olmasaydım, Ulubatlı Hasan olmak isterdim!"

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:18 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Yavuz Sultan Selim

Hayatını; İslama, Müslümanların birliğine ve dirliğine vakfeden Yavuz Sultan Selim, tarihimizin şanına şan katmış büyüklerimizdendir.
Yavuz Selim, Şehzadeliğinden itibaren Devlet meselelerine el atmış, bütün mevcudiyetiyle İttihad-ı İslâm (İslam birliği) için çalışmıştır...

Tarihlerin kaydettiği büyük cihangirlerden olan Yavuz Selim, aynı zamanda san'atkârdı. Hayatının gayesini manzum olarak şöyle dile getiriyordu:

"Milletimde ihtilâf ü tefrika endişesi

Kûşe-i kabrimde hatta bî karar eyler beni;

İttihadken savlet-i a'dayı defa çaremiz,

İttihad etmezse millet, dağdâr eyler beni"

Milletinin ihtilafı karşısında mezarında bile rahat edemiyeceğini söyleyen Yavuz, bütün hayatı boyunca İslam Âleminin İttihadı için "İla-yı kelimetullah" için çalışmıştır. Bu gayeleri içindir ki Yavuz, Şehzadeliği esnasında ferasetiyle, Devletin arasına ayrılık sokmak isteyenleri keşfetmiş, baştaki idarecilerin Şah İsmail fitnesine karşı kayıtsız kalmasına dayanamayarak idareye talip olmuştur.

1470'te babası II.Bayezid'in sancak beyi olarak bulunduğu Amasya'da dünyaya gelen Yavuz Selim, Annesi Dulkadıroğlu Ala'üddevle'nin kızı Ayşe hatun'un nezaretinde devrin meşhur âlimlerinden ders alarak yetişmiştir.

Babası padişah olunca Şehzade Selim'i Trabzon sancak beyliğine atadı. Şehzade Selim sancakbeyi iken Anadolu'da Şah İsmail fitnesinin gittikçe yayıldığını ve Devletin istikbali için büyük tehlike oluşturduğunu görmüş ve başta pederi Sultan II.Bayezid olmak üzere, idarecilerin bu tehlikeye dikkatlerini çekmiştir. İdarecilerde bu tehlikeyi farkedecek feraseti göremeyince, kardeşleri Şehzade Ahmed'le Korkutun da Devletin düşmanlarından ziyade taht ile meşgul olduklarını görünce idareyi fiilen ele almaya karar vermiş ve bu kararını icra safhasına koymak için çalışmalara başlamıştı. Askerler, mertliğini, kahramanlığını yakinen bildikleri bu cihangir Şehzadenin idareyi ele almasını arzulamaktaydı. Çetin mücadeler neticesinde Şehzade Selim, 24 Nisan 1512'de tahta çıkmış ve 9. Padişah olarak Osmanlı tahtına oturmuştur.

Birlik yolunda...

Tahta oturuşundan 22 Eylül 1520'de vefatına kadar, 8 yıl içerisinde zaferden zafere koşan bu şanlı padişah, Devlet sınırları dahilindeki ve haricindeki ayrılığın kökünü kazıyarak "İTTİHAD"ı sağlamaya muvaffak olmuştur.

İlk olarak Devlet sınırları dahilindeki kargaşalığı halleden Yavuz Selim daha sonra devletin doğu hududundaki, fitne kaynağı İran üzerine yürümüş, 23 Ağustos 1514'te Şah İsmail'i Çaldıran'da perişan ederek, bu hile kaynağına kuvvetli bir şamar vurmuştur.

Daha sonra İslâm âlemi ve İslâm âleminin bayraktarlığını yapan Osmanlı devletine karşı düşmanca tavır izleyen Memlüklüler üzerine yürüyen Yavuz, 24 Ağustos 1516'da Mercidabık ve 22 Ocak 1517'de Ridaniye zaferiyle bu devlete son vererek Müslümanlar arasındaki bir sınırı daha ortadan kaldırmıştır.

29 Ocak 1516'da son Abbasi halifesi III.Mütevek-kil'alallah'dan halifeliği devralan Yavuz Selim, böylece, "Hâlife-i Müslimin" olarak Devleti namına İslam âleminin mânevi reisliğini de yüklenmiştir.

Mukaddes Beldeler; Mekke, Medine ve Kudüs'ü Devletin sınırlarına dahil eden Yavuz Selim kendi tabiriyle "Hâdimü'l Haremeyni'ş-şerîfeyn" sıfatını da almıştır.

İçerisinde Peygamber Efendimizin Hırka-i şerifi, kılıcı ve diğer eşyalan bulunan "Mukaddes Emanetleri" de, "Halife-i Müslimîn" sıfatıyla alarak İstanbul'a getirmiştir. "Emânat-ı Mukaddese"nin nakli ve

daha sonra Topkapı sarayında hususi yerine yerleştirilmesi esnasında gösterdiği hassasiyet dikkate şayandır.

Yavuz Sultan Selim, "Emanât-ı Mukaddese" nin Mısırdan İstanbul'a nakli esnasında yol boyu durmaksızın Kur'an-ı Kerim okutmuş, daha sonra Topkapı sarayında, bu mukaddes emanetler için "Hırka-i Saadet" dairesini yaptırmıştır. Dairenin inşası esnasında geceli gündüzlü bizzat inşaatla ilgilenmiştir. Daha sonra "Hırka-i Şerif dairesinde 24 saat aralıksız Kur'an-ı Kerim okutmuş, bu vazife için 40 hafız tayin etmiştir. Kırkıncı hafız olarak ta bizzat kendisi Kur'an-ı Kerim okumuştur.

Yavuz Selim; Hususu hayatındaki sade giyimi ve yaşayışıyle, âlimlere gösterdiği hürmet ve onlara verdiği değerle, İslama bağlılığıyla, Vatanının bekası, milletinin saadeti için çalışmasıyla, harp meydanlarındaki cihangirce davranışlarıyla, usta kumandanlığıyla, ilmiyle, faziletiyle kendinden sonraki nesillere örnek olmuş şanlı büyüğümüzdür.

O'nu harp meydanlannda en ön saflarda, yalınnılıç harbederken görür gibi olur, heyecandan titreriz. Şah İsmail üzerine yürürken askerlerin sabatsızlığı karşısında;

"Ehl-ü ıyâl" kaydünde olanlara desturdur, gerü karularunun yanıma getsünler! Biz buraya gerü dönmek içün gelmedük! Rahat isteyen bu yola yaraşmaz! Bizi isteyüp yolumuzda can ve baş fidâ idecek yiğitler ölümden havfitmez. Ölümden korkanlar geri dönsün! Düşmanla çarpuşacak merdler benümle gelsün! Eğer içünüzde er yoğ ise ben yalunuz gidenim!" dediğini hatırlayarak sarsılmaz azmi karşısında hayranlık duyarız.

Âlime hürmet ederdi

Cenk meydanlarının bu namlı cengâverini âlimler yanında halim selim görmekteyiz. Mısır seferinden dönüşte çamurlu bir yolda İbn-i Kemal'in atının ayağından sıçrayan çamurun Padişah'ın kaftanına bulaşması üzerine telaşa kapılan değerli âlime, "Efendim telaş etme. Âlimlerin atlarının ayaklarından sıçrayan çamurlar bizim için şereftir. Padişahlar her zaman âlimlere muhtaçtırlar" dediğini ve daha sonra bu çamurlu kaftanın vefatında sandukası üzerine örtülmesini vasiyyet ettiğini hatırlayıp âlime hürmetin derecesini takdirden âciz kalırız...

İlme âşık Yavuz Selim, âlimlere de son derece kıymet vermiştir. Devlet işlerinden arta kalan vaktini âlimlerle sohbet ederek geçirmiştir. Edebiyata meraklı, aynı zamanda "Farsça" divan sahibi bir şairdir.

Herhangi bir hususta karar vermeden önce iyice düşünen, ehil kişilere danışan karar verdikten sonra ne pahasına olursa olsun karan tahakkuk ettirmek için çalışan azim sahibi bir padişahtır.

Sefere çıkmadan önce, sefere çıkacağı ülkeler hakkında geniş çapta araştırma yaptırması kendisine büyük zaferler kazandırmıştır. Mısır'ın fethinden evvel Müverrih İbn Tağribirdi'nin "Al-Nucûm a-zâhira" adlı eserini Türkçeye tercüme ettirmiştir.

Yavuz Sultan Selim 8 yıllık idaresi esnasında

devletin hudutlarını Asya, Avrupa ve Afrika'da binlerce kilometrekare genişletmiştir. Vefatı anında Devletin üç kıtada yüz ölçümü; Avrupa'da 1.702.000 km2, Asya'da 1.905.000 km2 Afrika'da 2.950.000 km2 olmak üzere toplam 6.577.000 km2'ye ulaşmıştı...

İslâm âleminde birliği temin ettikten sonra, Batıya yönelen Yavuz'un Avrupa üzerine çıktığı sefer-i Hümayun esnasında sırtından çıkan "Şirpençe" çıbanı yüzünden hastalanmış ve Çorlu ile Uğraş nahiyesi arasındaki Sırt köyünde Beka âlemine göçmüştür.

Son ânı

Vefatından önceki hali, bu şanlı padişahın şahsiyyetini gösteren canlı bir misaldir. Cenab-ı Hakkın huzuruna çıkma anının geldiğini hisseden Yavuz, nedimi Hasan Can'dan Yasin suresini okumasını istemiştir. İlk okuyuşa kendisi de iştirak etmiş, ikinci okuyuşta "Selâmım kavlen min Rabbirrahîm" âyeti okunurken ruhunu Rahmana teslim etmiştir.

Son nefesinden önce Hasan Can'ın "Cenab-ı Hakk'la birlikte olmak anının geldiğini" söylemesi üzerine: "Bizi kiminle bilürdün" sözü Yavuz'u fazla tafsilata lüzum kalmadan tanıtan veciz bir cümledir...

Vefatını müteakip, şimdiki Yavuz Selim semtinde, Yavuz Selim Camii bahçesinde Kanûnî'nin yaptırdığı türbeye defnedilmiştir.

Bu şanlı büyüğümüzü hürmetle yâdedip Cenab-ı Hak'tan rahmet dilerken mevzuu Yahya Kemal'in 16.Asır Türkçesiyle, Yavuz Sultan Selim'in vefatı hakkında yazdığı "RIHLET" şiiriyle noktalayalım. Şöyle diyor Yahya Kemal "Rıhlet" şiirinde:

Bir gün çalındı nevbet-i takdir rıhlete

Ukbâda yol göründü Huda'dan bu davete

Doldukça doldu gözleri eşk-î firak ile

Kudretlü pâdişâh veda etti millete

Tevhîd maksadıyle geçirmişti ömrünü

Refetti ermegaanını dergâh-ı vahdete

Ray âtı gölgesinde fedâ-yı hayât eden

Ervaha pişdar olarak girdi cennete

Yekser riyâz-ı huld-i berin oldu cilvegâh

Her cenkten getirdiği binlerce râyete

Dîdâr-ı Fahr-ı Âlem'i görmekti gaayesi

Gark-ı huşu' çıktı huzûr-ı Risâlete

Alnında öptü fahrederek Fahr-ı Kâinat

Şâbâş sundu sarfedilen bunca himmete

Dîvân-ı Hak'da mağfiret-i Kirdigâr'dan

Şâyeste gördü cürm ü günâhın şefaate

Dür olmasıyle böyle büyük pâdişâhdan

Garkoldu nâs mâtem-i bî-hadd ü gaayete

Yer yer misâl-i bîd-i hazân oldu tuğlar

Sultan Selim'e girye-künân oldu tuğlar

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:19 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Barbaros Hayreddin Paşa

Barbaros Hayreddin Paşa; 16. Asırda ihtişamın zirvesine erişen Osmanlı Devletinin sancağını denizlerde şerefle dolaştıran kahraman kaptanımızdır.
Akdenizi bir Müslüman gölü haline getiren, Haçlı Avrupayı titreten bu şanlı kumandanın hayatı zaferlerle doludur. «İlayi kelimetullah» uğruna çıktığı seferlerde kazandığı zaferlerle Hak ismini yüceltmiş, ehl-i İslâmı mutlu edip, İslâm düşmanlarını üzmüştür. Bu bakımdan kendisine «Dinin hayırlı evladı» mânasına «Hayreddin» denilmiştir.

Asıl adı Hızır olan Barbaros Hayreddin Paşa, Fatih'in ordusunda tımarlı sipahi olan Nurullah Yakup Ağa'nın oğludur.

Barbaros Hayreddin Paşa'nın dedesi Abdullah Ağa da tanınmış tımarlı sipahilerdendir. Bu aile, Anadoludan Rümeliye geçmiş, Çanakkale Boğazı üzerindeki Eceabat liman kasabasına yerleşmişlerdi.

Dört cengaver kardeş

Barbaros'un babası Nurullah Yakup Ağa, Fatih'in kumanda ettiği orduyla birlikte 1462'deki Midilli'nin fethine iştirak etmiş, fetihten sonra gösterdiği fedakârlıktan dolayı adanın Bonova köyü kendisine tımar olarak verilmiştir. Endülüslü bir Müslüman kızıyla evlenen Nurullah Yakup Ağanın, İshak, Oruç, Hızır ve İlyas ismindeki, tarihe «Barbaros Kardeşler» olarak geçen kahraman evladları bu köyde dünyaya gelmiştir.

Nurullah Yakup Ağa, evladlarının tahsiline büyük ehemmiyet vermiştir. Barbaros kardeşler, dinî ilimler tahsilinin yanı sıra, birçok dil de öğrenmişlerdir. Barbaros kardeşler ana lisanları Türkçeden başka; Arapça, Yunanca, İtalyanca, İspanyolca, Fransızca, Latince de öğrenerek yetişmişlerdir.

Bu dört cengaver kardeşten üçü, İlyas, Oruç, İshak Reisler şehâdet şerbetini içmişlerdir...

İlyas Reis, ağabeyi Oruç Reisle birlikte Trablus Şam'a gitmek üzere Midilliden ayrıldığında Rodos'un Saint - Jean şövalyelerinin büyük harp gemileri tarafından yolları kesilmiştir, çarpışmada İlyas reis şehid, Oruç reis esir düşmüştür.

İshak Reis; Cezayir'de Kalelerin Kalesi mânasına gelen Kal'atü'l Kılâ'yı İspanyollara karşı kahramanca müdafaa etmiş, son nefesine kadar kılıcını elinden bırakmamış, vuruşa vuruşa şehid olmuştur. (31 Ocak 1518'de)

Oruç Reis; (10 Ekim 1518'de) İspanyollar tarafından şehid edilmiştir. Binlerce İspanyol askerinin saldırısına karşı 6 ay Tlemsen'i kahramanca koruyan deniz kurdu da dillere destan bir mücadele vererek 40 bini bulan düşman askerinin saldırısı sonucu, askerleriyle birlikte şehid edilmiştir.

Barbaros kardeşlerin bu şehâdetlerinden sonra kardeşleri Hızır, şehitlerin gözlerini arkada koymamıştır. Etrafına topladığı gözü pek reisler ve Leventlerle Haçlıları perişan etmiştir Hızır Reis'in leventleri:

Deniz üstünde yürürüz,

Düşmanı arar buluruz,

Öcümüz komaz alırız,

Bize Hayreddinli derler.

diyerek Akdeniz'i bir uçtan bir uca geçip önlerine çıkan düşmanı perişan etmişlerdir...

Oruç'un şehadetine kadar Ağabeyi ile birlikte küffara karşı mücadele veren Barbaros Hayreddin Paşa, daha sonra tek başına Akdeniz'de dolaşmaya başlamıştır.

Hayatı zaferlerle geçti

1473'te dünyaya gelen Hayreddin Paşa'nın hayatı zaferlerle doludur demiştik. Bu zafer dolu hayata kısaca göz gezdirelim...

1512'de ağabeyi Oruç'la birlikte Cenevizliler'in elindeki Cecel'i fethetmişlerdir. Tunus'un «Halku'l vâd» kalesini üs edindiler 1516'da Cezayir şehrini fethettiler. Barbaros karedşler Kuzey Afrika'daki müslümanlar üzerindeki Haçlı baskısını kırmaya azmetmişlerdi. Bu azimle çalışmışlar muvaffak olmuşlardır.

Cezayir'i fetheden Barbaros kardeşler, bütün Kuzey Afrika'yı fethetmeyi gaye edinmişlerdi. Yalnız daha önce bir düşünceleri vardı. Yavuz gibi bir cihangirin idaresindeki, İslâm âleminin hâmisi Osmanlı Devletinin maiyyetine girmek istiyorlardı... Bu düşünceleriyle Barbaroslann şan, şeref peşinde olmadıkları, sırf «İTTİHAD» için «İLA-Yİ KELİMETULLAH» için cihad ettikleri açıkça görülmektedir. Çünkü Kuzey Afrika'nın büyük kesiminde onlar Sultan olarak tanınmaktaydılar. Hutbeler önce Oruç, daha sonra Hayreddin adına okunmaktaydı. Fakat onlar dünyevî saltanat peşinde değillerdi. «Hadimü'l Haremeyni şerifeyn» olduğunu ilan edecek olan Yavuz gibi, onlar da dinlerinin, milletlerinin ve Ulvi gayeleri gerçekleştirmek için çalışan Devletin hizmetinde bulunmayı Hâkimliğe tercih etmişlerdir.

Bunun için Yavuz Sultan Selim'e çeşitli zamanlarda defalarca elçi gönderirler. İlk önce Mayıs 1516'da Piri Reis İstanbul'a gönderilir. Yavuz Barbarosların teklifleri karşısında memnuniyetini belli eder. Bunun nişanesi olmak üzere iki elmaslı kılıç verir. Biri Oruç, biri Hızır Reisler için...

Barbaros Hayreddin reis daha sonra 1517'de Hacı Hüseyin Reis'i Yavuz'a gönderir. Kahire'de bulunan Yavuz'la görüşen Hüseyin Reis daha sonraları 15 Mayıs 1519'da Yavuz'la İstanbul'da da bir görüşme yapmıştır... ..

Yavuz Barbaros Hayreddin Reisin isteklerini kabul etmiş, Yeniçeri kuvveti ile toplar göndermiş ve Anadolu'dan dilediği kadar asker toplaması izninin yanı sıra «Cezayir Beylerbeyi» unvanını vermiştir.

Artık Barbaros Hayreddin Paşa, Akdeniz'de Osmanlı devletini temsil etmektedir. Bu sıfatla İslâm düşmanlarının karşısına çıkacak, cihad edecektir. Devamlı kazandığı zaferlerle, aldığı ganimetlerle maddî cihetten de güçlenen Barbaros, kazandığı bu zaferleri iman gücü ve azmi yanında «Deniz Harp sanatındaki maharetine» ve yine mahir reislere sahip oluşuna borçludur. Barbros'un maiyyetindeki her biri Denizcilikte mahir, gözüpek reislerinden bir kısmı şunlardır: Coğrafya âlimi Piri Reis, Yahya Reis, Sinan Reis, Mehmet Reis, Aydın Reis, Kurtoğlu Müslihuddin Reis, Salih Reis, Turgut Reis, Barbaros'un oğlu Hasan Reis ve manevîoğlu Hasan Reis...

Barbaros'un oğulları

Bunlardan, Barbaros'un oğlu ile manevî oğlu Hasan Reisler Cezayir Beylerbeyliği yapmışlardır. Salih Reis de Cezayir Beylerbeyliği yanısıra Fas Fatihi olarak ta tanınır. Aydın Reis, Endülüslü Müslümanların İspanyol zulmünden kurtarılmalarında büyük vazife yapmıştır. Mücadeleleriyle düşmanın belini kırmıştır. Bu bakımdan Avrupalılar Ona «Şeytan Döven» demekteydiler. Müslümanlar ise, Aydın Reis'e'"Kâfir Döven" diyorlardı...

23 Ağustos 1519 ile 1520 baharında üst üste Cezayir'i ele geçirmek için saldıran İspanyollar, Hayreddin Paşa kumandasındaki kuvvetler tarafından bozguna uğratılmıştır. (1520-1525) tarihleri arasındayerli ahalinin ihaneti üzerine geçici bir süre elden çıkan Cezayir, 1525'te tekrar fethedilmiştir.

Bu parlak zaferlerden sonra Kanunî Barbaros'u İstanbul'a davet eder. Barbaros, 18 Amirali ile birlikte İstanbul'a hareket eder. Yol boyunca düşman limanlarına hücum eder. Önüne çıkan düşman donanmalarını perişan eder. 27 Aralık 1533'te binlerce İstanbullunun karşılamasıyla İstanbul'a ulaşır. Kanuniyle görüşür. Kanuni Barbaros'a iltifat eder.

Barbaros'a Kaptan-ı Derya'lık verilecektir. Fakat bunun için, protokola göre bu unvanı Sadrazam İbrahim Paşanın vermesi gerekmektedir. Padişah, devlet işinde yetkisi dahilinde olsa bile nizama halel vermekten şiddetle kaçınmaktadır. Bunun için Barbaros bizzat kendisi İbrahim Paşayla görüşmek üzere Halep'e gitmiştir. İstanbul - Halep arasını at sırtında 10 gün gibi kısa bir zamanda kateden Barbaros, dönüşte de 10 günde gelmiştir. İstanbul'a döndükten sonra 6 Nisan 1534'te tertip edilen merasimle Barbaros'a Kaptan'ı Deryalığa tayin fermanı bildirilir. Artık Barbaros Hayreddin Paşa, Osmanlı Devletinin Kaptan-ı Deryasıdır ve muazzam Osmanlı donanması emrindedir. "Muazzam donanma" diyoruz. Çünkü o devirde Osmanlı donanması Dünyanın donanma bakımından ilk sıralarındaydı. Askeriyenin diğer sahalarında olduğu gibi... Öyle ki birkaç senede bir bu gemiler değiştirilmekte, yenilenmekteydi...

Donanmaya çok ehemmiyet verdi

Barbaros'un birkaç ay içerisinde, sadece İstanbul'daki tersanelerde 61 Harp gemisi inşa ettirmesi, donanmanın gücünü gösteren müşahhas bir örnektir.

Kaptan-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa kumandasındaki Osmanlı Donanması denize açılır. Yeni Fetihlere doğru yelkenler fora edilir... 22 Ağustos 1534'te Tunus fethedilir. Bu fetih üzerine Barbaros, Kaptan-ı Deryalık ve Cezayir Beylerbeyliği makamlarına ek olarak Divan-ı Hümayun tarafından yeni bir Beylerbeyi tayinine kadar Tunus Beylerbeyi vekilliğini de üzerine almıştır.

Kaptan-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa, İtalya (Venedik) üzerine sefer-i Hümâyûna iştirak etmiştir. Orduyu Hümâyûn'un karadan hareketi ile birlikte 280 parçadan müteşekkil Donanmayı Hümâyûn 11 Mayıs 1537 günü hareket etmiştir.

1537'de Kiklad Adalannı fetheden Barbaros, Akdeniz'in yanı sıra Ege'yi de düşmandan temizlemiş ve Venediklileri Ege'den kovmuştur.

Barbaros'un kumandanlığında kazanılan Preveze Zaferi, Dünya Deniz Harp tarihine geçmiş, bütün Dünyaya Osmanlı hakimiyetini bir kez daha duyurmuş ve Akdeniz'in tamamen bir Müslüman gölü olduğunu düşmanlara da kabul ettirmiştir...

İspanya, Almanya, Venedik, Portekiz, Ceneviz, Papalık, Floransa, Malta donanmalarından kurulu 600'den fazla gemiden müteşekkil Haçlı donanmasını 28 Eylül 1538'de Preveze'de bozguna uğratan Donanmayı Hümâyûna kumandanlık eden Kaptan-ı Derya Hayreddin Paşa, bu mücadelesiyle şanlı tarihimize parlak bir sayfa daha ilave etmiştir.

Zaferler birbirini takip eder. Barbaros'un evladlığı Hasan Bey, Almanya İmparatoru ve İspanya Kralı Charles Quint (Şarlken)in bizzat kumanda ettiği haçlı donanmasını ve ordusunu Cezayir önlerinde bozguna uğratmış, yok etmiştir (24 Ekim 1541). Bu bozgun üzerine mağrur kral öfkeyle tacını denize fırlatmış ve perişan bir halde geri dönmüştür...

... Ve Barbaros vefat ediyor

Dünyanın en büyük devleti, kendilerinden yardım isteyenlerin yardımına koşmaktan geri durmamıştır. Fransa Kralı I.Français'in İspanya ile yaptıkları savaşta kendilerine yardımda bulunmaları için Kanûni'ye rica etmiş. Kanunî de bu ricayı kabul etmişti. Fransa'ya yardım için Barbaros vazifelendirilmiştir.

Barbaros Mayıs 1543'te Donanma ile İstanbul'dan ayrılır. 20 Ağustos 1543'te Nice'yi fetheden Barbaros şehrin anahtarını Kanunî Sultan Süleyman adına kabul etmiştir. Barbaros Nice'de fazla kalmaz ve Nice'i Fransızlara teslim eder. Fransızlar burada Avrupa'nın durumunu ortaya koyan davranışlarda bulunurlar ve Nice'i yağmalarlar. Barbaros, 1543 - 44 kışını Toulon'da geçirir. Barbaros Toulon'da kaldığı müddetçe şehre Osmanlı sancağı çekilmiştir. ..

Barbaros Hayreddin Paşa daha sonra İstanbul'a dönmüştür. 4 Temmuz 1546'da İstanbul'da fani dünyaya veda eden bu namlı reis, Beşiktaştaki türbesine defnedilmiştir. Ömrünü Hakka adayan Barbaros, hayatının her safhasında Rıza-i İlâhî için çalıştığını ısbat etmiştir. O yardımı Allah'tan beklemekteydi. Bunun içindir ki Bayrağında; «Nasr'un minallahi ve fethun kariybun ve beşşiril mü'mi-niyne» (Allah katından bir yardım ve yakın bir zafer vardır. -Ey Resulüm!- Mü'minlere müjde ver) -Es-saf Sûresi a. 13- âyet-i kerimesi yazılıydı...

Asırlar boyu, sefere çıkan donanmalar Barbaros'un türbesi önünden hareket etmiş ve türbe önünden geçerken top atışlarıyla O'nu selâmlamışlardır... Halen de deniz kuvvetleri top atışlarıyla bu denizlerin Pirî'ni hatırlamaktadırlar...

Bu şanlı büyüğümüzü tekrar hatırlarken ruhu şad olsun diyor ve yazımızı Beşiktaş önünden atılan her top sesleriyle hatırladığımız Yahya Kemal'in beyitleriyle noktalıyoruz...

Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?

Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!

Adalardan mı? Tunus'dan mı, Cezayir'den mi?

Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi

Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor;

O mübarek gemiler hangi seferden geliyor?

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:19 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Kanuni Sultan Süleyman

On altınca asır, tarihimizin en parlak devresi... Bu devreye 46 yıllık saltanatı ile mührünü basan şanlı hünkâr... Avrupalıların, "Muhteşem" sıfatını kullandıkları Sultan Süleyman...
Karadeniz'in şirin vilayetlerinden ve Osmanlı Devleti sancaklarından Trabzon'da 6 Kasım 1494'te dünyaya gelen küçük yavruya isim düşünülmektedir. Bu erkek çocuğun babası, geleceğin "Yavuz"u olacak olan Şehzade Selim'dir. Sancak Beyi olarak Trabzon'da bulunmaktadır. İsim için eskiden beri devam edegelen bir an'aneye başvurulur ve Kur'an-ı Kerim'den tefe'ül edilir. Açılan sahifedeki "İnnehu min Süleyman..." âyetinden alınarak yavruya Süleyman ismi verilir...

Şehzade Süleyman henüz küçük yaşlanndan itibaren şanlı pederinin bırakacağı muazzam Devletin becerikli idarecisi olacak şekilde yetiştirilir. Mükemmel dinî kültürün yanında san'at da öğretilir istikbalin Kanunisi'ne... Hocası Mevlânâ Hayreddin O'na dinî ilimleri öğretmiştir. Ayrıca devrin meşhur âlimlerinden müsbet ilimleri tahsil etmiştir. San'at olarak ta kuyumculukta karar kılınmıştır. Bu san'attaki ustasıyla Şehzade Süleyman arasında cereyan eden bir hadise hayli enteresandır. Şehzade Süleyman, ustasının verdiği vazifeyi yapmayınca ustası, "Sana bin sopa vuracağım" der. Bunu duyan Şehzade Süleyman'ın annesi Hafza Hatun ustadan evladının affını rica eder ve ustaya bin altın verir. Fakat usta yemin etmiştir. Yemini yerine getirmek için bir formül bulur ve çırağı Şehzade Süleyman'dan altınları yüz ince tel haline getirmesini ister. Ustanın isteği yerine getirilince, usta bu yüz altın telle Şehzadeye on kere vurur...

Şehzade Süleyman dedesi III.Bayezıd'ın sağlığında Devlet idareciliğine ilk adımı atmıştır. Evvela Şebinkarahisar, ardından Bolu sancak beyliğine tayin edilir. Bu iki tayine de amcası Şehzade Ahmet itiraz etmiştir. Tahta oturmayı ümid eden Şehzade Ahmed, yeğeninin, Yavuz Selim hesabına ümidini engelleyeceğini hesaplamaktadır... Ve şehzade Süleyman Kefe sancakbeyliğine tayin edilir. Henüz çocukluk çağındaki Şehzade Süleyman sancak beyliğinden önce yine henüz Şehzade olan pederi Şehzade Selimin Şah İsmail ordusunu Erzincan'da darmadağın ederken de yanıbaşındadır...

Yavuz Sultan Selim'in padişahlığı esnasında; Şehzade Süleyman padişah'ın payitahtta bulunmadığı sıralar babasına vekalet etmiş, daha sonra Saruhan sancak beyliği vazifesi ile Manisa'ya gönderilmiştir.

Tahta oturuşu ve sonrası

Yavuz'un 22 Eylül 1520'de vefatı üzerine Şehzade Süleyman 30 Eylül 1520'de Osmanlı tahtına oturmuştur. İlk icraat olarak adalet işlerini yoluna koymuş ve iç huzuru sağlamak için uğraşmıştır. 6 Şubat 1521 de Canbirdi Gazali isyanının bastırılmasından sonra üç kıtada 46 yıl boyunca devam edecek seferlere başlamıştır.

Kanunî, 7 Eylül 1566'da vefatına kadar 13 "Sefer-i Hümâyûn'a" çıkmıştır. Bu seferlerin neticesinde dört bir yanda kazanılan zaferler ve yapılan fetihlerle Devlet ihtişamın zirvesine ulaşmıştır. Garpta Belgrad'ın, Rodos'un fethedilmesi, Mohaç zaferinin kazanılması, Estergon seferi neticesinde alınan topraklar ve Viyana kapılarına dayanış... Doğuda ve Güneyde; İran üzerine yapılan seferlerle doğu hududunun sağlamlaştırılması... Akdenizdeki fetihler... Afrika kıtasındaki fetihler... Bütün bu fetihlerle Kanuni pederinden devraldığı topraklara; Trablusgarb'ı, İrak'ı, Cezayir'i... Anadolu'da Van'dan Ardahan'a kadar kuzey ile kuzeydoğu topraklarını, Batı'da; Macaristan, Erdel, Belgrad havalisini, Rodos'u, Adalar denizinde

en mühimmi Sakız olmak üzere çeşitli Venedik ve Ceneviz sömürgelerini... Akdeniz'de büyük ehemmiyeti olan Cerbe adasını ilave etmiş; Akdeniz'le Kızıldeniz'i ve Basra Körfezini birer Müslüman Türk gölü haline getirmiş; Osmanlı sancağını Umman ve Hint denizlerinde dalgalandırmıştır. Doğu sınırında çıbanbaşı olan Safevileri büsbütün sindirmiş ve İspanya krallığı ile Almanya imparatorluğuna ve Avusturya devletine, Osmanlı Devletinin hakimiyetini kabul ettiren anlaşmalar imzalatıp haraca bağlamıştır. Geriye hudutlarında güneş batmayan muhteşem bir Devlet bırakan bu idarecilerin devresinde Osmanlı Devleti "süpergüç" olmuştur.

Osmanlı Devleti Kanuni devrinde adaletiyle, idaresiyle, iktisadi faaliyetleriyle, ilim, kültür, san'at faaliyetleriyle bütün dünyaya örnek olmuştur.

Kanuni rahat döşeğinde ölümü hazmedememiş, Hakkın emanetini harp meydanında teslim etmek istemiş ve öyle de olmuştur. Son "Sefer-i Hümayun'da" ordu Zigetvar kalesi önlerindeyken top, tüfek sesleri, kılıç şakırtıları arasında teslim-i ruh etmiştir. Vefatının akabinde de kale fethedilmiştir.

Kanuni harp sanatındaki mahareti yanında, san'atkarlığıyla da tanınır. Aynı zamanda usta bir şairdir. "Muhibbi" mahlasıyla (takma ad) yazdığı şiirlerde san'atının ve fikrinin pırıltılarını görmekteyiz. Bütün hayatı boyunca adımlarını, Allah rızası için atmaya çalışmış olan bu cihangir padişah Tevhid uğruna her fedakârlığı göze almaktan çekinmemiştir.

Bir şiirinde şöyle der:

"Halk içinde mü'teber bir nesne yok devlet gibi

Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi

Saltanat dedikleri ancak cihan gavgaasıdır

Olmaya baht-u saadet dünyada vahdet gibi"

Hak için, "İla-yi kelimetullah" için çalıştığını hareketleriyle gösterdiği gibi, fikrini "Muhibbi" mahlasıyla yazdığı şiirlerinde sık sık işlediğini görmekteyiz. Kanuni, şu meşhur şiirinde niyetini açıkça belirtmektedir:

"Allah Allah diyelim, sancak-ı şahı çekelim,

Yürüyüp her yandan Şark'a sipahi çekelim

İki yerden kuşanalım yine gayret kuşağın,

Bulaşıp toz ile toprağa bu rahı çekelim,

Payimal eyliyelim kişverini sürhserin,

Gözüne sürme deyu dûd-ı siyahı çekelim.

Bize farz olmuş iken olmamız İslâm'a zahir

Nice bir oturalım bunca günahı çekelim!

Umarım rehber ola bize Ebübekr ü Ömer

Ey Muhibbi, yürüyüp Şark'a sipahi çekelim!"

Bu büyük hükümdarın devrinde yüzlerce büyük şahsiyetler yetişmiştir. Edebiyyata; Fuzulî, Bakî... İlim'de; Zenbilli Ali Efendi, İbni Kemal ve Ebussuud Efendi... Mimaride; Koca Sinan... Tarih'te; Selanikî Mustafa, Âli, Celâlzâde Mustafa, Nişancı Mehmet... Coğrafyada; Pîri Reis... Denizcilikte; Barbaros Hayreddin Paşa ve Turgut Reis... Önde gelen isimlerdendir.

Şair Padişahlardan Kanûnî'nin meşhur Beyti:

Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi

Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi

İlme ve buna bağlı olarak âlimlere ve san'atkarlara büyük değer veren Kanuni Devrinde Osmanlı sınırları yüzlerce san'at eserleriyle süslenmiş, yüzlerce eser yazılmıştır. Mimari sahasındaki başlıca eserler; Süleymaniye Külliyesi, Babasının namına yaptırdığı Sultan Selim Camii, oğullan Şehzade Mehmed ve Cihangir namına yaptırdığı camiler... Kızı Mihrimah Sultan namına yaptırdığı Edirnekapı ve Üsküdar'daki camiler, Haseki Sultan Camii ve medresesi ve her tarafa dağılmış, köprüler, medreseler, tekkeler...

Şan ve şerefle dolu bir devri ve Hak âşığı şanlı hünkan anlatmaya ciltler dolusu yazılar yetmez. Biz Kanuni hakkındaki yazımızı taşıdığı mânâ itibariyle vasiyyeti ve bir şiirle noktalayalım.

Kanuni hastalığı esnasıda Ebussuud efendiye bir sandık teslim ederek vefatında bu sandıkla gömülmesini vasiyyet etmiştir. Vefatı takiben ulemâ arasında yapılan tartışmalar neticesinde, dinimizde eşya ile gömülmek caiz görülmediğinden sandık kabre konulmaz. Fakat merak üzere açılır. İçindekileri gören Ebussuud efendi göz yaşlarını tutamaz. Sandıkta. Kanuni'nin verdiği hükümler için aldığı fetvalar vardır. Ebussuud efendi ağlayarak "-Süleyman sen kendini kurtardın biz ne yapacağız..." der...

Kanuni için ağlayanlardan birisi de şair Baki'dir. "Kanuni Sultan Süleyman Mersiyyesi" ile hislerini dile getirmiştir. Bu meşhur manzumenin altıncı bendininin son beyitleriyle yazımızı noktalayalım:

Şöyle diyor Baki şanlı hünkar için:

"Dest-i fenada merg-i hevâ durmayıp döner

Tiğın Huda yolunda sebil etti canları

Şemşîr gibi rûy-ı zemine taraf taraf

Saldın demir kuşaklı cihan pehlivanları

Aldın hezâr bütkedeyi mescid eğledin

Nâkus yerlerinde okuttun ezanları

Âhir çalındı kûs-ı rahîl ettin irtihâl

Evvel konağın oldu cinân büstanları

Minnet Hudâya iki cihanda kılup saîd

Nâm-ı şerifin eyliye hem gazi hem şehid"

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:20 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Mimar Sinan

Mimar Sinan deyince, ihtişamlı bir devre haşmetli eserlerle mühür basan, mimarî sahasında en mükemmel eserleri bizlere hediye eden koca ustayı hatırlarız hemen... Hatırlarız ve bir anda gözlerimizin önüne Şehzadebaşı gelir, Süleymaniye gelir, bütün haşmetiyle Selimiye gelir...
Bereketli bir ömürde meydana getirdiği mimari değerleri büyük 366 eserle; aynı zamanda azim ve gayretle çalışmanın karşılıksız kalmayacağını, böyle yüzlerce eserle neticeleneceğini fiilen göstermiş, gelecek nesle örnek olmuş bir büyüğümüzdür.

1490 yılında Kayseri'nin Ağırnas köyünde dünyaya gelen Sinan'ı, Osmanlı devletinin dört kıtada at oynattığı bir devirde ve cihangir iki padişahın maiyyetinde görmekteyiz. »Dünya bir padişaha çok iki padişaha azdır» diyen Yavuz'un ve devrinde, Osmanlı'nın cihanda en büyük devlet olduğu Kanunî'nin maiyyetinde...

Devamlı ilimle meşgul oldu

Sinan henüz yirmi iki yaşındayken, 1512 yılında Kayseri'den devşirme olarak İstanbul'a getirilmiştir. Bu tarihten itibaren Sinan'ı devamlı ilimle, araştırmayla meşgul görüyoruz... Azimle çalışmanın semeresini devamlı terfi alarak görür... Yavuz ve Kanunî devrinde, doğudaki ve batıdaki medeniyet ve kültür merkezlerini gören, oradaki eserleri yakından araştırma fırsatını bulan Sinan, »İlim mü'min'in yitik malıdır, nerede bulursa almalıdır» hadisi şerifi gereğince ilim namına, kültür namına her gördüğünü araştırmış, işine yarayacak olanları hafızasına nakşetmiştir... Sonradan bu görüp incelediklerini taklide sapmadan, tamamen kendisine has bir üslupla eserlerinde kullanmıştır...

Doğudan batıya, kuzeyden güneye binlerce kilometrelik mesafeleri fetih ordularıyla birlikte kateden Sinan, her defasında değişik yerler görmüş, aktif hizmetlerde bulunmuş, padişahların takdirini kazanmıştır. Sinan'ı sırasıyla şu seferlerde ve vazifelerde görüyoruz;

Yavuz Sultan Selim devrinde, 1514'te İran ve 1517'de Mısır seferine iştirak etmiş, İran'da Büyük Selçuklular devrinde başlayan kubbe mimarisini, Mısır'da Memlükler'den kalma eserlerdeki renkli taş kaplama ve kakmaları yakından görmüştür.

Kanunî Sultan Süleyman devrinde Belgrad (1521) ve Rodos (1522) seferlerine katılarak atlı sekban, 1526'da Mohaç savaşına girdikten sonra acemioğlanlar yayabaşılığına, daha sonra da kapı yayabaşılığına yükselmiştir. Alman seferine (1532) zemberekçibaşı rütbesiyle katılmıştır. 1534'te Irakeyn seferine katılmıştır. Yine Batıya yapılan seferlerden, Korfu, Pulya (1537) ve Kara Boğdan (1538) seferlerine iştirak etmiştir. Bu seferlerde Avrupa mimarisini yakından tanıyan Mimar Sinan, Tebriz ve Bağdad'da meydana getirilmiş olan «İslam mimarisinin» örneklerini de yakından tanıma fırsatını bulmuştu...

Ordunun geçtiği yollarda, köprü, yol, kanal gibi çeşitli yapı işlerinde gösterdiği muvaffakiyet Padişahın dikkatini çekmiştir. Kara Boğdan seferinde, Prut ırmağı üzerinde 13 günde bir köprü kurması onun maharetini bir kez daha ispatlayan örnek olmuştu...

Göstermiş olduğu bu muvaffakiyetlerle 1536'da «reis-i mimarân-ı dergâh-ı âli» rütbesini almış, vefatına kadar mimarbaşı olarak vazife yapmıştır.

Eserleri üç kıtaya yayıldı

Üç kıtaya yayılan devletin hemen her köşesinde onun eserlerine rastlanır. Budin ve Kırım'dan Mekke'ye kadar dört bir yan'da onun eserleri görülür... Mimari sahasının en olgun örnekleri olan 84 cami, 52 mescid, 57 medrese, 7 darülkurra, 22 türbe, 17 imaret, 3 darüşşifa, 5 su yollan, su kemerleri, 8 köprü, 20 kervansaray, 35 saray 8 mahzen, 48 hamam... Bunlar göze çarpacak derecede olanlar. Bunların yanında şimdi Avrupa'da Osmanlı'nın sefer hatırası olarak bulunan köprüler, yollar, kanallar, mescidler...

Bu san'at değeri yüksek ve eşsiz eserler içerisinde üç tanesi en çok dikkatleri çekmiştir. Koca ustanın da san'at hayatının üç devresine izafe ettiği üç eser... Çıraklık devri eseri Şehzadebaşı, Kalfalık devri eseri Süleymaniye ve ustalık devri eseri Selimiye camileri...

İstanbul'un görkemli yapılarından Süleymaniye için Yahya Kemal hislerini şu şekilde manzumeleştirmiş:

Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı

Adamış sevdiği Allahına bir böyle yapı.

En güzel mabedi olsun diye en son dinin

Budur öz şekli hayâl ettiği mimarînin.

Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,

Seçmiş İstanbul'un ufkunda bu kudsi tepeyi

Taşımış harcını gazileri, serdarıyle,

Taşı yenmiş nice bin işçisi, mimariyle.

Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne,

Uhrevi bir kapı açmış buradan gökyüzüne

Tâ ki geçsin ezeli rahmete ruh orduları...

Mimar Sinan'ın eserlerinde her şey yerli yerindedir. Sadelik içerisinde mükemmellik, ahenk, haşmet... Çok geniş kubbeleri, zarif minareleri, geniş ve ferah yapı tarzıyla, herşey yerli yerindedir Sinan'ın eserlerinde...

Dine hücum edenlere sed oldu

Mimar Sinan eserlerinde dış görünüş yanında içi de ihmal etmemiş, bilhassa camileri; çinilerle hat sanatının en güzel örnekleri ile donatmıştır...

Eserlerinde, işçilerle birlikte çalışan, taş taşıyan, harç karan Sinan, mütevâzi, cömert bir insan ve Rabbinin gösterdiği yolda yürüyen bir mü'mindi. O, gelecekteki iddiaları görmüşçesine, eserleriyle, «Dinin terakkiye mani olduğu» safsatasını çürütmüştü. İlme talib olmuş, aramış, azimle çalışmış ve bütün dünyanın takdirle alkışladığı eserler meydana getirmiştir...

Mimar Sinan'ın eserleri, ilmi teşvik eden son dine hücum eden iftiracıların önünde bir sed, bir kaledir... Bütün hücumlar Süleymaniye'nin eteklerinde güneş önündeki kar gibi erimiştir. Erimeye mahkum bırakmıştır Koca Usta...

9 Nisan 1588'de İstanbul'da fâni hayata gözlerini yuman Mimar Sinan geride dünya malı olarak tek çöp dahi bırakmamıştı... Süleymaniye gibi muhteşem âbidenin kuzey doğusunda, bir mimarın pergelini andıran şekli ile mütevâzi bir türbeye defnedilmiştir.

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:20 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Fuzûli

Kültür ve Medeniyet hazinemize eşsiz eserler armağan eden sanatkârlarımızdan birisi de Fuzulî'dir. Edebiyat sahasında dünya çapında şöhrete sahiptir. O'nun meydana getirdiği eserler asırlar boyu dillerden düşmemiştir... Şiir dalında meydana getirdiği eserlerin dünya klasikleri arasında mümtaz bir yeri vardır...
Fuzûlî'nin Şiir san'atına kabiliyeti küçük yaşlarından itibaren belli olmuştur. O çok küçük yaştan itibaren diz çöktüğü ilim ve irfan rahle-i tedrisinden aldığı geniş malumatı, ruhundaki İlâhî aşkla yoğurup, san'at potasına dökerek mükemmel bir şekil halinde nesillere cömertçe armağan etmesini bilmiştir. Bu yolda gösterdiği gayret ve Hak âşıklığındaki ihlasıdır ki O'nu unutulmayanlar listesine kaydettirmiştir...

Kısaca hayatına göz atalım: Fuzûlî'nin doğum tarihi hakkında kesin bir rakam söylenememekle birlikte 1480 tarihi civarında Kerbelâ'da dünyaya gelmiştir. Babası Süleyman Efendi Hille Müftülüğü yapmıştır...

Asıl adı Mehmed olan Fuzûlî ilk tahsilini babasının eğitim halkasında yapmıştır. Daha sonra çevrenin meşhur âlimlerinden de dersler almıştır. Kayınpederi Hoca Rahmetullah da ders aldığı âlimler arasındadır...

Kısa zamanda ilim, irfan vadisinde hayli mesafe olan Fuzulî şiire olan kabiliyetiyle, tahsil ettiği ilimleri edebiyatın bu zorlu dalında işlemeye başladığında, devrinin bütün mühim ilimlerini kazanmış hüviyete sahip bulunmaktaydı... Ana lisanı Türkçe'den başka Arapça ve Farsça lisanını da elde etmiş ve lisan bilgisini mükemmel eserler verebilecek derecede ileri seviyeye ulaştırmıştır...

Fuzûlî'nin verdiği eserlerle şöhreti Irak ve İran'dan taşarak Osmanlı topraklarına kadar yayılmıştır. Kanunî Sultan Süleyman'ın 1534'te Bağdat'ı fethetmesi üzerine, bu şanlı padişaha herbiri parlak birer eser olan 5 ayrı kaside takdim etmiş, bu cihangir Osmanlı padişahını methederek fethini alkışlamıştır.

"Geldi burc-ı evliyaya Pâdişâh-ı nâmdâr" diyen Fuzulî, "Kasîde-i der tavsîf-i Bağdad ve medhi Sultan Süleyman" eserinin bu mısrayla aynı

zamanda Bağdad'ın fethi olan H.941 senesine tarih düşürmüştür.

Bağdad'ın fethinden sonra Osmanlı tâbiiyetine giren Fuzûlî'ye Kanunî Sultan Süleyman yakın alâka göstermiş ve maddî bakımdan oldukça fakir olan Fuzûli'ye vakıf gelirlerinden günde 9 akçalık bir tahsilat bağlatmıştır.

1556 yılında Kerbelâ'da vefat ettiğinde ismi 3 kıtaya yayılmış bir şöhrete sahip bulunmaktaydı...

Fikirleri-şahsiyeti

Aklî ve naklî bütün İslâm ilimlerinde geniş malumata sahip Fuzulî, istikrarlı bir İslâmî fikrî yapısı yanında, daha ziyade hissiyatıyla şöhret bulmuştur. O, Cenab-ı Hakkın Kâinatta görünen İlahî san'atı karşısında coşmuş, İlâhî aşkla şekil ve ifade bakımından mükemmel şiirler söylemiştir...

Hak âşığı Fuzulî, cismanî aşktan İlahî aşka yönelen Mecnun gibi kâinattaki bütün mahlukata karşı, Cenab-ı Hakk'ın kudretinin birer tecellileri olması sebebiyle, san'atların san'atkâr-ı hakikisine olan aşkını dile getirmiştir... Sahada Mecnun'u geçtiğini söyleyen Fuzulî şöyle demektedir.

Mende Mecnun'dan füzûn (fazla) âşıklık isti'dadı var.

Âşık-ı sâdık menem Mecnûn'un ancak adı var.

Fuzulî İlahî aşkın hasretlisidir. Aşk belasıyla tanışmak ve onunla arkadaş olmak istemekte ve bunun için Cenab-ı Hakka yalvarmaktadır.

"Yâ Rab belâ-yı aşk ile kıl aşna beni

Bir dem belâ-yı âşkdan etme cüda beni" der...

Gönlü aşk ateşiyle tutuşan Fuzûlî bu aşkı gizlemeye tahammül gösterememekte, güç yetirememekte ve bülbül gibi feryâd etmektedir.

"Şeb-i hicran yanar canım döker kan çeşm-i giryânım

Uyarır halkı efganım kara bahtım uyanmaz mı...

Fuzûli rind-i şeydâdır hemîşe (dâima) halka rüsvâdır

Sorun kim bu ne sevdadır bu sevdadan usanmaz mı"

Fuzûlî İlâhî aşkı açıklamasından kendisi de hoşnud değildir.

Şöyle der:

Ah ü feryadın Fuzûli incidübdür âlemi

Ger belâ-yı aşk ile hoşnûd isen gavgâ nedür"

der..

Fuzulî Münacaatlarıyla Cenab-ı Hakka yalvarırken, Na'tlarıyla da "Hatemü'l Enbiya'ya" karşı muhabbetini dile getirmektedir. En meşhur Naatlarından biri olan "Su Kasidesi"ndeki,

Yâ Habib-Allah Yâ Hayrel-beşer müştâkınem

Eyle kim leb-i teşneler yanub diled, hemvâre su

Sensin ol bahr-i keramet kim şeb-i mi'râcda

Şebnem-i feyzin yitürmüş sabit ü seyyare sû

beyitlerinde olduğu gibi yanık bir ifadeyle hislerini terennüm eder. Su kasidesinden birkaç beyit daha görelim dilerseniz:

Dest bûs-ı arzusuyla ölürsem dostlar

Göze ilk toprağım sunun ânınla yâre su

Serv-i serkeşlik kılur kamer-i niyazından meğer

Dâmenin duta ayağına düşe yalvâre su

Tıynet-i pâkine rûşen kılmış ehl-i âleme

İktida kılmış tarîk-i Ahmed-i Muhtara su

Zerre zerre hâk-i dergâhına ister sala nur

Dönmez ol dergâhdan ger olsa pare pare su

Zikr-i nâ'tın virdini derman bilür ehl-i hata

Eyle kim def-i humar içün içer miyhvare su

Çeşme-i hurşidden her dem zilâl-ifeyz iner

Hacet olsa meraktan tecdid eden mîmâre su

Fuzulî san'atının kıymetini müdriktir.

"Yümn-i nd'tından güher olmuş Fuzûlî sözleri

Ebr-i nisandan dönen tek lü'lü-i şehvâre su"

demektedir.

Kasidenin sonunda maksadını ifade etmektedir:

Umduğum oldur ki rûz-ı haşr mahrum olmıyam

Çeşme-i vasim verüben teşne-i didâre sû

Fuzulî düzgün ve muntazam şiirden hoşlanmakta ve san'atta mükemmelliği aramaktadır. Gençlik devrinde aradığı mükemmelliği yakaladığı andan itibaren Fuzûlî mahlasını kullanmağa başlamıştır. O, titiz bir emeğin mahsulü eserlerinin diğer şairlerin-kinden ayırt edilmesi için hiç kimsenin kullanmaya cesaret edemeyeceği bir mahlas seçmiştir. Fuzulî bu mahlası alırken aynı zamanda "fazl"ın çokluk şeklini de kastetmiştir. Yani, faziletlere sahip kimse mânasına Fuzulî'yi de kastetmiştir...

Ciddiyetli bir şahsiyete sahip olan Fuzulî aynı zamanda son derece tevazu sahibiydi. Eserlerindeki mükemmelliği anlayıp bunu açıklaması, övünmeden çok divan edebiyatı geleneğindendir...

Gazel, kaside ve mesnevilerinde fikirlerini mahir bir kuyumcu hassasiyetiyle beyitlere nakşeden Fuzulî, güzel söz ipliğine inci gibi kelimeler dizerek san'at pazarına çıkarmıştır.

O'nun şikayet ve tenkitleri bile san'atlıdır. Yazılış ve mâna yakınlığı olan kelimeleri ustalıkla kullanır.

Yanlışlık yapmayı alışkanlık haline getirmiş katipleri, şöyle tenkit eder:

Kalem olsun eli ol kâtib-i bed-tahrirün

Ki fesâd-i rakamı, sûr'umuzı (şenlik) sûr

(şamata) eyler

Gah bir harf sükutiyle kılur nâdir'i nâr

Gah bir nokta kusûrıyle göz'ü kör eyler

İslamî yazı göz önüne alındığında bu beyitlerde ifade edilmek istenen mâna daha iyi anlaşılacaktır...

Eserleri

Türkçe, Arapça ve Farsça olmak üzere üç dilde de eser veren Fuzulinin eserlerini şu şekilde sıralayabiliriz.

Türkçe manzum eserleri: Divan, Beng ü Bade, Leylî vü Mecnûn, Kırk Hadis

Türkçe mensur eserleri: Hadîkatü's-Suadâ, Mektuplar

Arapça eserleri: Dîvan (manzum), Matlau'1-itikad (mensur)

Farsça manzum eserleri: Dîvan, Heft-câm (sâkinâme), Enîsü'1-kalb, Muammeyât

Farsça mensur eserleri: Rind ü zâhid, Hüsn ü Aşk

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:21 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Bakî

Bâki Osmanlı medeniyetinin bütün dünyayı ihtişam güneşiyle aydınlattığı 16.asırda yükselen Dâvudî bir sestir. Öyle bir ses ki, aradan dört asır geçmesine rağmen âhenginden ve gürlüğünden hiçbirşey kaybetmeden günümüze kadar ulaşmıştır. O bu kubbede hoş şada bırakarak ebediyete göçmüş büyüklerimizdendir. Şöyle der Bakî:
"Âvâzeyi bu âleme Dâvud gibi sal

Baki kalan bu kubbede bir hoş şada imiş"

Bakî, hayatı boyunca gösterdiği gayretlerle gelecek nesillere örnek olmuştur.

1526 yılında İstanbul'da fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Bakî, fakirliğin çalışmaya ve yükselmeye mani bir hal olmadığını hayatıyla isbat etmiştir. Babası Fatih Camii müezzinlerinden Mehmed Efendidir. Babası küçük Mahmud Abdülbâki'yi ailedeki geçim sıkıntısı yüzünden saraç çıraklığına vermiştir. Fakat geleceğin Bâki'si ilim tahsili aşkını bir türlü kalbinden söküp atamamıştır. Bir müddet ailesinden gizli olarak Fatih medresesine devam etmiş ve hocalarının güzide talebesi olma başarısını göstermiştir. Daha sonra mesele anlaşılınca ailesi okumasına izin vermiş, Abdülbaki de yeni bir şevkle tahsiline devam etmiştir.

Devrin meşhur müderrislerinden Karamanlı Ahmed ve Mehmed Efendilerin ilminden istifade eden Baki, 1552'den itibaren de Süleymaniye Müderrisi Kadızâde Şemseddin Ahmed Efendi'nin derslerine başlamıştır.

Bir taraftan ilim tahsil ederken diğer taraftan da şiirle uğraşan Bakî, henüz 19 yaşındayken İstanbul'da genç şairler arasında şöhret kazanmış bulunmaktaydı. Öyle ki devrin ve edebiyatımızın meşhur şairlerinden Zatî, her fırsatta bu genç şairi övmektedir. Hatta Baki'nin bir şiirini genişleterek gazel haline getirmiş ve divanına almıştır. Bunu kınayanlara karşı şöyle diyordu Zatî:

"Bakî gibi bir şâirin şiirini almak ayıp değildir".

Kanunî Sultan Süleyman'ın hususi iltifatını da gören Bakî, Padişanla sık sık sohbet etme imkanını da bulmuş ve "Muhibbi" mahlasıyla şiirler yazan padişahın gazel ve kasidelerine nazireler yazmıştır.

Henüz hayattayken "Sultanüş'şuâra" sıfatına layık görülen Bakî, II.Selim ve III.Murad devirlerinde de büyük alâka görmüş ilim ve san'at adamıdır.

Tahsilini tamamladıktan sonra Devlet hizmetinde çeşitli kademelerde vazife yapmış olan Baki'nin, hayatının iniş ve çıkışlarla dolu bu safhasına kısaca göz atalım:

1555'te Halep kadılığına tayin olunan hocası Şemseddin Ahmed efendiyle birlikte Halep'e gitti ve 1559'da hocasıyla birlikte İstanbul'a döndü. 1561'de danişmend oldu. Daha sonra Silivri Pîri Paşa medresesine, oradan da Murad Paşa medresesine tayin oldu. 1569'da Mahmud Paşa, 1571'de Eyyub, 1573'de Sahn, 1575'de Süleymaniye müderrisliği yaptı.

Baki'nin müderrislikten sonra kadılık hayatı başlar. Sırasıyla Mekke, Medine, İstanbul kadılığına tayin edildi. 1585'te Anadolu, 1591'de de Rumeli Kazaskeri oldu.

1600 yılında İstanbul'da Hakkın rahmetine kavuşan Baki memuriyet hayatı boyunca da başarılı bir şekilde hizmet vermiştir.

San'atı ve şahsiyeti

Baki, sadece 16.Asrın değil bütün asırların mümtaz san'atkârları arasında yer almıştır. Geniş bir ilme ve ebedî kültüre sahip olan Bakî ince bir zevkle, hassasiyetle seçtiği kelimelerle nazmı mücevher gibi işlemiş ve nazım diline yeni bir ahenk, yeni bir akıcılık getirmiş, nazım tekniğini mükemmelleştirmiştir. Kusursuz bir şekil güzelliği taşıyan şiirleri aynı zamanda kulakta hoş tesirler bırakan cazip musikisiyle de edebiyatımızda ayrı bir yer tutmaktadır.

Bakî çok yazmaktan ziyade "iyi" yazmaya dikkat etmiş, san'ata saygı göstererek söylediğini mükemmel söylemek istemiştir. Şöyle diyordu Bakî:

"Çoğ olmaz bu tarza gazel Bâkiyâ

Güzel söz güherdür güher az olur."

Kibar, zarif tabiatlı Bakî, devrinde dilden dile dolaşan şiirleriyle, sadece İstanbul'da değil Anadolu'nun pek çok yerlerinde tanınıp seviliyordu. Fakat o "sultanu'ş-şuâra" tacı başına konulmasına rağmen asla tevazuu elden bırakmıyordu. O gururun insanları perişan eden nefis aldatması olduğunu biliyor ve bunu şöyle ifade ediyordu:

"Saltanat tacın giyen âlemde mağrur olmasun

Nice sultan börkin almışdur begüm bâd-ı hazan"

(Beyim! Bu dünyada saltanat tacı giyenler asla mağrur olmasın! Çünkü hazan rüzgarı nice sultan başlığını ve başını alıp götürmüştür.)

Tevazuu yanında ciddiyetin de insana mükemmellik kazandıran değerlerden olduğunu bilir ve bunu hayatına tatbik der.

Bakî şöyle demektedir:

Boş eğmezüz edâniye dünyâyı dûn içün

Allahadır tevekkülümüz itimâdımız

Biz müttekâyı zerkeş-i câhe dayanmazız

Hakkın kemâl-i lutfunadır istinadımız

Zühd ü salâha eylemezüz iltica hele

Tutdu eğerçi âlem-i kevn'i fesadımız

Minnet Hudâya devlet-i dünya fena bulur

Baki kalur sahife-i âlemde adımız"

Hakkın lutfuna dayanan ve sadece Hakka minnet etmeyi prensip edinen Baki bu prensibi yüzündendir ki hayatta muvaffak olmuştur.

Şair Baki'nin sanatının en güzel örneklerinden birisi de, Padişah'ın vefatı üzerine kaleme aldığı "Kanuni Sultan Süleyman Mersiyesi'dir. Mersiyenin en güzel kısımlarından olan altıncı bendinde şöyle demektedir Bakî:

Tiğın içürdi düşmene zahm-i zebanları

Bahs etmez oldı kimse kesildi lisanları

Gördi nihâl-i serv-i serefrâz-ı nîzeni

Serkeşlik adın anmadı bir dahi banları

Her kande bassa pâyı semendün nisâr içün

Hanlar yolunda cümle revân etdi kanlan

Deşt-i fenada mürg-i hevâ durmayub döner

Tigın Huda yolunda sebil etdi canları

Şemşir gibi rûyı zemine taraf taraf

Saldun demir kuşaklı cihan pehlivanları

Aldun hezâr bütgedeyi mescid eyledün

Nâkûs yerlerinde okutdun ezanları"

Eserleri

Baki'nin başlıca eserleri şunlardır:

Divan: Devrinde çok miktarda istinsah edilip Osmanlı topraklarına yayılmış olan divanında 4508 beyit bulunmaktadır.

Faza'il-cihad: Müslümanları cihada teşvik eden bu eseri, Ahmed b.İbrahim'in eserinden tercüme etmiştir.

Hadîs-i erbain tercümesi: Şihâbeddin Ahmet b.Hatib el Kastalani'nin eserini esas tutarak yazmış olduğu siyer-i nebi.

Fazâ'il-i Mekke: 16.Asır müelliflerinden Kutbeddin Muhammed b.Ahmed'in eserinin tercümesidir.

Vefatında cenaze namazı Fatih'te, şeyhülislam Sun'ullah Efendi tarafından kıldırılan Baki, sanki mümtaz insanların başına gelen akıbeti görür gibi söylediği şu beyt, yine şeyhülislam tarafından tabutunun başında okunmuştur:

"Kadrini seng-i musallada bilüp ey Bakî

Durup el bağlayalar kurşuna yaran saf saf

Kalabalık bir cemaatın iştirakiyle kılınan cenaze namazından sonra, Edirnekapı dışında, Eyüpsultana giden yol üstünde Lâliefendi çeşmesi yakınında bulunan mezarlığa defnedilmiştir.

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:22 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Turgut Reis

Avrupalılar 16. Asırda Dragut ismini duyduklarında korkudan titriyorlardı. Onlar, Trablusgarb fâtihi, Preveze ve Cerbe deniz muharebelerinin muzaffer amirali, Akdeniz'in hâkimi şanlı denizcimiz Turgut Reis'e Dragut ismini vermişlerdi.
Donanmasının başında Akdeniz'de görülmeye başladığında bütün Avrupalıları bir telaştır alıyordu. Gelen Turgut Reis'ti. Osmanlı Devleti'nin şanlı amirali, yenilmez denizci, Haçlı donanmalarının korkulu rüyası...

Osmanlı Devletine harp ilan eden İspanya'nın harp ve ticaret gemileri Akdeniz'de seyredemiyorlardı. Çünkü Turgut Ris, donanması ve şehadet kuşağını kuşatmış serdengeçti leventleriyle her an karşılarına çıkabilirdi.

Turgut Reis, Katalonya, Balear, Sardunya, Sicilya, Korsika, Güneybatı İtalya kıyılarını vuruyor, İslam düşmanlarının yüreklerine korku salıyordu.

Turgut Reis Akdeniz'i bir göl haline getiren şanlı bir devletin kahraman bir kaptanıydı. Mevki, makam, şöhret ve dünyalığa beş para ehemmiyet vermeyen, din için, devlet için, halkın huzuru için canla başla çalışan mütevazi, vakur bir yiğitti.

Cihadla dolu hayatı

Turgut Reis 1485 yılında Muğla'nın bir köyünde dünyaya gelmiştir. Babası Veli isminde çobanlık yapan bir zattı. Turgut'un gözü daha küçük yaşından beri denizlerdeydi. O, hikayelerini dinlediği, küffâra denizlerde de aman vermemek için canlarını ortaya koyan leventlerin arasına karışmak istiyordu.

Henüz çocukluk çağlanndaki Turgut, levent olarak Osmanlıya ait kadırgalarda çalışmaya başlamıştır. Az zamanda gözü pekliği, zekası ve mahareti ile dikkatleri çekmiştir.

Oruç, daha sonra Barbaros Hayreddin Paşa Turgut Reis'i yanlarına aldılar. Hayreddin Paşa'nın yanında kaptan olarak bulunan Turgut Reis oldukça maceralı bu hayati da kendi açısından sıradan bulmuştur.

Zaptettiği Avrupa ülkelerine ait gemilerle güçlenen filosunu Batı ve Orta Akdeniz'de dolaştırıp İslam düşmanı devletlerin gemilerini avlamaya başlamıştır. Ancak, ihtiyaç halinde Cezayir'e gelerek Barbaros'un donanmasına katılmaktadır.

Bütün Akdeniz sahilleri Turgut Reis'in korkusuyla titremektedir. Hayreddin Paşa İstanbul'a gittiğinde Turgut Reis'i de beraberinde götürmüş, on dokuz amiralinden biri olarak Kanuni'ye takdim etmiş, Kanuni de kendisine Bahriye sancakbeyliği unvanıın vermiştir. Turgut Reis mevki ve makam sevdalısı değildi. Riya'dan, gösterişten, yapmacık hareketlerden nefret ederdi. Hakkı olsa bile istemek mizacına aykırıydı. Protokolden hoşlanmıyordu. O sedece hizmeti düşünüyordu, dinine, devletine, milletine hizmeti... Denizcilik tarihimizin bu şanlı kaptanı hayatı boyunca uğradığı haksızlıklara bu yüzden ehemmiyet vermemişti.

Barbaros'un vefatından sonra herkes onun Kaptan-ı Derya olacağını ümit ediyordu. Çünkü ondan daha layık bir kimse görülmüyordu. Fakat olmadı... Kendisi de istemedi...

Turgut Reis'in macera dolu hayatından bazı bölümlere göz gezdirelim:

Turgut Reis'in hayatında üç yıllık bir esaret devresi vardır. 1531 yıllarında Korsika'nın kuzey kıyısındaki Jiralana koyunda Salih Reis'le birlikte bulunurlarken Gianetino Doria kumandasında 80 parçalık donanma tarafından sarılır. Dövüşürler, fakat neticede Salih Reis'le birlikte esir düşerler. Üç yıl forsa olarak esir kalır.

En değerli arkadaşlarını düşman elinden kurtarmak için Cenova şehri önlerine gelen Barbaros, arkadaşları teslim edilmediği takdirde şehirde taş üstünde taş, omuz üstünde baş koymayacağını söyler. Neticede Barbaros'un dediğini yapacağını ören Cenovalılar Turgut ve Salih Reisleri Barbaros'a teslim ederler.

Turgut Reis 28 Eylül 1538'de kazanılan Preveze Zaferinde mühim rol oynamıştır. Bu meşhur deniz muharebesinde Turgut Reis ihtiyat filosuna kumanda etmiştir. Kesin darbe vurulacağı zaman, düşmanın geri hatlarına sızarak kaçmak isteyen Haçlı gemilerini top ateşiyle batırmıştır. Turgut Reis'in hücumları kesin neticenin alınmasını sağlamıştır. Turgut Reis, Düşman gemilerini gece de takip etmiş ve yaralı düşman gemilerini zaptetmiştir.

Tarihimizin mühim zaferlerinden olan 5 Ağustos 1552'de kazanılan Fonza ve 14 Mayıs 1560'ta kazanılan Cerbe zaferi Turgut Reis'in ustaca kumandası ve kahramanlığıyla kazanılmıştır.

Turgut Reis'in üssü Tunus'un güneyindeki Cerbe adasıydı. Zamanla bütün Güney Tunus'u ele geçirmiştir. Sefere çıkan Turgut Reis İspanya ve İtalya'ya ait sahillerdeki yerleşim merkezlerini teker teker ele geçirmektedir. Perişan olan Haçlı dünyası bütün imkânlarını kullanarak Turgut Reis'i ele geçirmeye çalışmışlardır.

Güney İtalya ve Sicilya kıyılarını yakarak Cerbe adasına dönen Turgut Reis'i ele geçirmek isteyen Andrea Doria 150 Parçalık gemi ile yola çıkar. Turgut Reis'in adada 12 parçalık harp gemileri vardır. Diğer gemileri seferdedir.

Doria adayı kat kat çembere alarak kuşatır. Kendisine göre Tugut Reis'in kaçması imkânsızdır. Bu Cenevizli kumandan etrafa haber salarak İtalyan Asilzadelerinin gelmelerini, Turgut Reis'i ele geçirmesini seyretmelerini ister.

Çepeçevre kuşatılan Turgut Reis, Fatih'in İstanbul kuşatmasında yaptığını yapmak ister. Düşmanın aklının ucundan bile geçiremeyeceği bir harekete girişir. El-Kantara deresinin sonu ile Cerbe adasının arka kıyısı arasına, ormandan kestirttiği kerestelerle kızak döşetir. Bilahare üzerine bol yağ döktürdükten sonra yerli halkın da yardımıyla gemileri kızaklar üzerinden çektirerek Adanın güney kıyısına indirir.

Doria İtalya'dan gelecek seyirci asilzadeleri bekleyedursun Turgut Reis Akdeniz'e açılır ve yakalanışını seyretmeye gelen İtalyan ve İspanyol asilzadeleriyle dolu bir gemiyi esir alır. Durumu öğrenen Doria müthiş şaşınr. Bu hadiseden sonra Turgut Reis'in Avrupa'daki şöhreti daha da artmaya başlar.

Trablusgarb'ın fethi

Osmanlı hakimiyetinde bulunan Libya'nın iç kısımlara ile Bingazi'nin emniyeti için Trablusgarb kıyılarının ele geçirilmesi lüzumlu hale gelmişti. Trablusgarb kıyılan Saint-Jean şövalyelerinin elindeydi. Ve bu kısım Osmanlı donanmaları için de bir tehlike teşkil ediyordu.

Trablusgarb'ın ele geçirilmesine karar veren Kanuni, Donanmayı Hümâyûnun bu sefer için yola çıkmasını ister. Donanmaya Turgut Reis kumanda edecektir. Kaptan-ı Derya Sinan Paşa da donanmada bulunmaktadır.

Bahsettiğimiz gibi Turgut Reis mevki, makam peşinde değildi. Onun için hizmet esastı. Nitekim en layık kendisi olduğu halde Kaptan-ı Deryalık önce Sinan Paşa'ya ardından Piyale Paşa'ya verilmişti. Protokolden hoşlanmayan Turgut Reis'ten ürken bazı devlet adamları onun Kaptan-ı Derya olmaması için çalışmışlar ve bu hususta padişahı ikna etmişlerdi. Fakat Kanuni, gerek Sinan Paşa'ya gerekse Piyale Paşa'ya talimat vererek Turgut Reis'in dediklerine harfiyyen uymalarını istemiştir.

Yanında yetişen kaptanların yüksek makamlar alması, kendisine hâlâ bir makam verilmeyişi Turgut Reis'in umurunda değildi. Fakat Kanunî Trablusgarb fethedildiği takdirde Turgut Reis'i Beylerbeyi yapacağını söylemişti.

Trablusgarb Turgut Reis'in donanmayı maharetle idare etmesi sayesinde 15 Ağustos 1551'de fethedilir. Kaptan-ı Derya Sinan Paşa, Murad Ağa'yı Trablusgarb Beylerbeyi ilan eder. Devletine ve Devlet nizamı içerisinde işleyen hiyerarşiye bağlı olan Turgut Reis tek kelimeyle dahi olsun itiraz etmez.

Filosunu alarak Trablusgarb'tan ayrılır. Bir de bakar ki bütün Donanmayı Hümayun peşinde... Amiraller, Kaptan-ı Derya Sinan Paşa'yı karada bırakarak Turgut Reis'in peşine takılmışlardır. Turgut Reis amirallere bu hareketlerinin isyan demek olduğunu, geri dönmelerini söylediğinde onlar geri dönmeyeceklerini ve kendisinden başka Kaptan-ı Derya tanımayacaklarını söylerler. Sinan Paşa da Turgut Reis'e yalvararak gitmemesini rica etmektedir. Devletin menfaatini düşünen Turgut Reis gitmekten vazgeçer, amiraller de Turgut Reis'in kumandası altında İstanbul'a dönmeye razı olur.

Hayatında kendisi için Padişah'a bir defa bile müracaat etmemiş olan Turgut Reis sadece Padişah'ın sözünü yere düşürmemek için müracat ederek Kanuni'ye verdiği sözü hatırlatır. Kanunî Turgut Reis'i çok sevmektedir. 1556'da kendisini Trablusgarb Beylerbeyi olarak tayin eder. Turgut Reis şehadetine kadar bu vazifede kalır.

Beylerbeyi olduktan sonra Trablusgarb şehrini baştan başa imar ettirir, pek çok eserler yaptırır, camiler inşa ettirir.

Turgut Reis ilerlemiş yaşına rağmen seferden sefere koşmaktadır. 17 Ağustos 1553'te Korsika'yı fetheder. 1555 yılında da İtalyanlara ait Reggio şehrini zapteder.

Piyale paşa ile birlikte Fransa'yı İspanya'ya karşı koruma seferlerine çıkar. İspanya'nın tehdidi altında bulunan Fransa, Kanuni'ye elçi göndererek yalvarıp yakarmış, İspanya'ya karşı korunmalarını istemiştir. İspanya'nın nüfuzunun genişlemesini istemeyen Kanuni de Fransa'nın imdadına donanmayı göndermiştir.

Turgut Reis ve Piyale Paşa, 1557'de Bizerte limanını, 1558'de Balear adalarım fethederler. Yine birlikte Cerbe zaferini kazanırlar.

Malta Seferi ve Turgut Reis'in şehadeti

Saint-Jean şövalyelerinin elindeki Malta Akdeniz üzerinde Haçlı dünyasının bir kalesi olarak durmaktadır. Turgut Reis burası ele geçirilmedikçe Akdeniz'de rahatsız edilmeye devam edileceklerini görerek Divan-ı Hümayun'u Malta fethine zorlamaktadır. Kendisi de, 1540, 41, 44, 46, 47 ve 1551'de olmak üzere adaya altı sefer yapmış fakat çok muhkem olan kaleleri ve yalçın kayalıklar yüzünden adayı ele geçirememişti.

Divan-ı Hümayun netice'de Malta seferine karar vermişti. Mustafa Paşa kara ordularının, Piyale Paşa donanmanın başına getirilmiş ve l Nisan 1565'te İstanbul'dan uğurlanmıştır. Divan her iki Paşa'ya kesin talimatını vermiştir: "Zinhar Turgutça Paşa'nın reyine muhalefet etmeyiniz!"

19 Mayıs 1565'te Malta önlerine gelen Donanmayı Hümayun derhal adayı kuşatır. Mustafa Paşa, Piyale Paşa'nın muhalefetine ve Turgut Reis gelinceye kadar hiçbir harekette bulunmama teklifini ileri sürmesine rağmen karaya asker çıkartır ve muharebeye başlar. 2 Haziran 1565'te Malta önlerine gelen Turgut Reis Mustafa Paşa'nın hareketine kızar. Çünkü kendisi yıllardır bu adayı taş taş incelemiştir. Zayıf tarafın neresi olduğunu bilmektedir. Fakat yine de harp taktiği açısından başlanılan muhasaranın kaldırılmasını uygun görmez. Çünkü böyle bir hareket düşmana moral verecektir.

Turgut Reis 80 yaşında olmasına rağmen en ön saflarda hücum etmekte, getirdiği tekbirlerle, naralarla askerlere şevk vermektedir. 17 Haziran 1565 günü yine şiddetli bir muharebede en ön saflarda vuruşurken başına isabet eden bir şarapnel parçasıyla yaralanır. Ak sakalı kana bulanan Bilahare de son nefesini vererek şehadet şerbetini içer.

Yalnız bizim tarihimizin değil, bütün dünya tarihinin şahit olduğu eşsiz amirallerden olan Turgut Reis, Trablusgarb'a götürülerek oraya defnedilmiştir. Şimdi aynı yerde türbesinde yatmaktadır. Malta'da Turgut Reis'in şehit düştüğü yere hâlâ Pointe Dragut, yani Turgut Burnu denilmektedir.

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:23 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Pîrî Reis

Pîri Reis, Devletin bayrağını denizlerde şerefle dalgalandırmış denizci olması yanında, denizcilik ilmiyle bütün dünyanın takdirini kazanmış değerli bir âlimimizdir. Yaptığı Dünya ve Amerika haritasıyla, yazdığı eserleriyle, asırlar boyu ilim alemince takdirle yâdedilmiştir.
Asıl ismi Ahmed Muhiddin olan Pîrî Reis, 1465'te Gelibolu'da doğmuştur. Babası Hacı Mehmed Efendi'nin nezaretinde tanınmış hocalardan ders gören Ahmed Muhiddin 11 yaşında dayısı Kemal Reis'in yanında çırak denizci olarak denizlere açılmıştır. Pîri Reis'in ölünceye kadar devam edecek denizcilik hayatı böylece çocukluk çağında başlamıştır. O hem denizlerde harp edecek, hem de ilim tahsil ederek kendisini yetiştirecektir...

Kemal Reisle Birlikte Akdeniz ve Ege'de dolaşarak düşmana aman vermeyen Piri Reis, Osmanlı Devleti'nin hizmetine girerek bu şanlı Devletin bayrağını denizlerde şerefle dalgalandırmıştır.

Pîrî Reis, Endülüs'teki Müslümanların İspanyollarca katledilmesi üzerine Kemal Reisle birlikte Endülüs Müslümanlarının yardımına koşmuş, 1486'da İspanya sahillerinden gemilerine bindirdikleri müslümanları Afrika'ya taşımıştır. Bu hizmetleri altı sene devam etmiştir.

II.Bayezit'ın daveti üzerine dayısıyla birlikte İstanbul'a giden Pîrî Reis'e padişah, Amirallik rütbesi vermiştir.

Pîri Reis dayısıyla birlikte 1498'de başlayıp 1502'ye kadar devam eden Osmanlı-Venedik harbine de katılmıştır.

Pîrî Reis, dayısıyla birlikte Sicilya, Korsika, Sardunya ve Fransa kıyılarına yapılan akınlara iştirak etmiştir. 1500'de Modon kalesinin denizden kuşatılmasında "Reis" unvanıyla harp gemisine kumandanlık etmiştir.

Kemal Reis'in 1511'de vefatı üzerine Barbaros'un idaresi altındaki donanmada vazife olan Pîri Reis, bu namlı denizcinin pek çok seferine iştirak etmiştir.

Pîrî Reis 1516 ve 1517'de Suriye ve Mısır'ın Yavuz Sultan Selim tarafından fethedilişi harekatına donanmasıyla katılarak değerli hizmetlerde bulunmuştur. Pîri Reis haritalarını Yavuz Kahire'de iken padişah'a takdim etmiş ve çok takdir görmüştür.

Mısır seferinden sonra Gelibolu'ya dönerek hayatını ilme veren Pîrî Ris, Kanuni devrinde Rodos seferine katılmıştır.

Tamamladığı değerli eseri "Kitab-ı Bahriye"yi 1527'de Sadrazam İbrahim Paşa vasıtasıyla Kanuni'ye takdim eden Pîrî Reis, ilme âşık padişah tarafından mükafatlandırılmış ve teşvik görmüştür.

Kanunî tarafından 1547'de Hind (Mısır) kaptanı Deryalığına atanan Pîri Reis bu vazifesinde devlete büyük hizmetlerde bulunmuştur.

Bu vazifede iken 1551'de Aden'i fethetmiş, Maskat kalesini ele geçirmiştir.

Basra'da iken Portekiz donanmalarının Basra Körfezine gireceğini haber alınca üç kadırga ile denize açılmış fakat gemilerinden birisi Bahreyn adaları yakınında parçalanarak batmıştır. Pîri Reis'in bu geri çekilişi ve Basra'daki donanmayı amiralsiz bırakılişi onu çekemeyenlerin elinde iyi bir koz olmuştur. Mısır Valisi tarafından aleyhine bir raporla Kanuni'ye şikayet edilmiş ve bu şikayet üzerine, donanmayı düşman tecavüzü karşısında müdafaasız bırakıp vazifeyi yerine getiremeyerek devlet otoritesine gölge düşmesine yol açmaktan dolayı Kanuni'nin emriyle Mısır Divanında 1554'te boynu vurulmuştur...

Hayatını devlet hizmetine ve ilme adayan Pîrî Reis 16.Asrın en büyük coğrafya âlimidir. İtalyanca, İspanyolca, Rumca ve Portekizce bilen Piri Reis bu dillerdeki coğrafyaya dair eserleri araştırmıştır.

Başlıca eserleri şunlardır:

Kitab-ı Bahriye: 858 büyük sayfa tutan denizciliğe ait bu değerli eserinde 223 harita bulunmaktadır. Piri Reis bu eserinde Akdeniz'i kayalarına ve akıntılarına varıncaya kadar en ufak ayrıntıları haritalar vasıtasıyla göstermiştir. Kitabın 78 sayfası da nazım şeklinde kaleme alınmıştır.

1513'te yaptığı Amerika ve Dünya haritası dünyadaki ilim adamlarınca hayretle ve takdirle karşılanmıştır. Çünkü Pîri Reis asırlar öncesinin sınırlı imkanlarına rağmen haritayı hayret verici doğrulukta çizmiştir. Bu haritasıyla Pîri Reis coğrafya ilminde Avrupalılardan çok üstün olduğunu isbat etmiştir.

1528'de yaptığı, Atlas Denizinin kuzeyini, Amerika'nın kuzey sahilini ve Grönland'dan Florida yarımadasına kadarki sahili gösteren haritası da çok değerlidir.

Pîrî Reis, Avrupalılar henüz Ortaçağın karanlıklarında yuvarlanırken, Galilei'yi "Dünya Dönüyor" dediği için 1633 tarihinde Engizisyon Mahkemesine çıkarıp başını uçurmak isterlerken, dünyanın yuvarlak olduğunu söylüyor, dünya haritası yapıyordu. Amerika kıtasının keşfinin üzerinden çeyrek asır geçmeden Amerika'nın haritasını yapıyordu.

Piri Reis'in dünyanın yuvarlık olduğunu söylediği yıllarda Macellan'ın henüz dünya turuna çıkmadığı (dünya turu 20 Eylül 1519'da başlamış ve Macellan'ın kaptanları tarafından 6 Eylül 1522'de tamamlanmıştır) hatırlanırsa, Pîrî Reis'in coğrafya ilmi bakımından Avrupalılardan ne kadar ileride olduğu açıkça görülür.

Kendi değerlerimize sahip çıktığımızda ilimde ve fende Avrupalıları fersah fersah geçeceğimizin delillerinden birisi de Pîrî Reis'dir.

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:23 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Tiryaki Hasan Paşa

Tiryaki Hasan Paşa, bereketli ömründe kazandığı zaferlerle, idare ettiği savaşlarda gösterdiği orijinal harp taktikleri ve ordusunu sevk ve idare edişiyle dünya askerlik tarihinin en şanlı kumandanları arasında yer alan büyüğümüzdür.
Hayatını "İ'la-yı kelimetullah"a adamış olan Hasan Paşa, bu mukaddes ideal uğruna katıldığı mücadelelerden her zaman galib ayrılmıştır. Düşman kuvvetleriyle mücadelede, maddî kuvvetten ziyade manevî kuvvetin ehemmiyetini ve inanç yönünden kuvvetli kişilerin koca ordulara karşı çıkıp onları perişan edebileceklerini bizzat göstermiş ve bu hakikati gelecek nesillerin nazarlarına sunmuştur.

Yaklaşık olarak 1521 yıllarında dünyaya gelen Hasan Paşa, genç yaşta Enderun'a girmiş ve saray okulunda iken kabiliyeti ve zekası ile dikkati çekmiştir.

Enderun'daki tahsilini ikmal eden Hasan Paşa 1574'ten itibaren bir müddet sarayda Sultan III. Murad'ın yanında hizmet vermiştir. Ardından Macaristan'da bir hudut sancağı olan Zigetvar'da yirmi sene beylik yapmıştır. Harikulade cesareti, mertliği, kahramanlığı ve dindarlığı ile tanınmış ve devrin idarecilerince her zaman takdirle hatırlanmıştır.

1594'te Bosna Beylerbeyi olan Hasan Paşa buradan da kendi arzusu üzerine Kanije Kalesi komutanlığına getirilmiştir. Bu vazifede iken, kale, büyük düşman kuvvetlerince kuşatılmış ve bu muhasara esnasında gösterdiği kahramanlıkla tarihimize şan vermiştir.

Hasan Paşa'yı yakından tanımak için Kanije kuşatmasına ve bu kuşatma esnasında yapılan müdafaaya göz atmak lazımdır.

Kanije müdafaası

Müstakbel Almanya imparatoru Arşidük Ferdinand yüz bin kişilik ordusuyla Kanije önlerine gelmiştir. Ordusunda Almanlardan başka İtalyan, Papalık, İspanyol, Malta ve Fransız birlikleri de vardı. Bu ordu, yeni bir haçlı ordusuydu adetâ... Ayrıca orduda 47 ağır top vardı.

Bu kuvvetlerin karşısında; Kanije Beylerbeyisi Tiryaki Hasan Paşa kumandasındaki dokuz bin asker ve yüz küçük kale topu ile kalplere sığmayan coşkun bir iman vardı.

9 Eylül 1601'de Kanije Kalesini kuşatan haçlı ordusu 2 ay 8 gün devam edecek kuşatma müddetince kaleye günde bin ilâ iki bin gülle yağdıracaktı.

Kuşatma cereyan ederken Hasan Paşa, Sadrazam Yemişçi Hasan Paşa'dan yardım istemiş, ancak Sadrazamın gelme ihtimalinin olmadığını öğrenmiştir. Bu durum karşısında asla metanetini bozmamış, güya sadrazamdan geliyormuş gibi, kendi yazdırdığı bir mektubu kale ahalisinin önünde okutmuştur.

Yine Sadrazam'a hitaben yazdığı mektupların kasten düşmanın eline geçmesini temin etmiş, bu mektuplardaki, kalenin durumunun çok iyi olduğunu ve sadrazamın gelmesine lüzum olmadığını bildiren mesajlarıyla dşümanın moralini bozmuştur.

Kalede barutun bitmesi üzerine Uzun Ahmed isimli yeniçeri baruthane kurarak barut imal etmeğe başlamıştır.

Kalede yiyecek sıkıntısı çekilmesine rağmen yakalanan düşman esirleri yağla, balla beslenmiş ve bunların kaçmasına göz yumularak gördüklerini anlatmaları temin edilmiştir.

Zaman zaman yapılan huruç hareketleriyle düşmanın gözü yıldınlmıştır.

Hasan Paşa atın üzerinde dik durmak için kendisini urganla üzengiye bağlatmış ve en önde hücum ederek düşmanı perişan etmiştir.

Devamlı yaptığı konuşmalarla askerin moralini takviye ederek şevk içerisinde olmalarını temin etmiştir. Hasan Paşa'nın Allah uğruna şehid olmanın faziletini anlatmasından sonra askerler şehadet şerbetini içmek için büyük bir azimle düşman saflarına dalmaktan çekinmemişlerdir.

"Paşam!.. Gazilik mi iyidir, yoksa şehitlik mi?" diyen askere şu cevabı vermiştir. "Cenab-ı Hak şehitliği kime dilerse ona verir. Gaza ise hepimize farzdır. Yani Allah'ın kati bir emridir."

Bu cevabı alan asker, kendisiyle birlikte savaşa katılıp şehid olmayı arzuladığını söyleyince Hasan Paşa, "Sen burada oturacaksın, emrime itaat edip gazi olacaksın! Şehid, belki ben olurum. İtiraz istemem." demiş ve hususi olarak vazifelendirdiği Yeniçeriyi kalede bırakarak kendisi yalınkılıç düşman saflarına dalmıştır.

Seksenlik komutanlarının cesaretini, kararlılığını gören gaziler coşuyor, birbirleriyle fedakarlık ve kahramanlık yarışına girişiyorlardı. Atılan güllelerden kalenin bedeni delik deşik olmuştu. Bu delikler geceleri sabahlara kadar çalışılarak sepet parçaları, yırtık elbiseler ve bulabildikleri diğer eşyalarla tıkanıyordu.

Kış bastırınca kaledekilerin durumu daha da vahim hal almıştı. Artık dayanmak imkansız hale gelmişti. Bu durum karşısında Hasan Paşa diğer komutanlarıyla istişare ederek umumî bir taarruza karar verdi. 17 Kasım 1601'de Mehteran. cenk havasını vurmaya başlamıştı. Kaledeki serdengeçtiler tekbir getiriyorlardı. İşte bu coşkunluk içerisinde Gazi Kara Ömer Ağa 800 yiğitle kaleden çıkmış ve yıldırım gibi düşman içerisine dalmıştı. Bu beklenmedik saldın hareketi üzerine düşman paniğe kapılmıştır. Onlar Sadrazamın ordusunun geldiğini zannediyorlardı. Hasan Paşa ise kaledeki bütün topları son bir defa ateşletiyor ve güya Sadrazamı selamlıyordu. Düşman ordugâhı karışmıştı ve panik başlamıştı. Gazilerin "Allah Allah" sadalan yeri göğü tutuyordu.

İlk hamlede düşmanın bütün ağırlıkları, yiyecekleri, cephaneleri ele geçirilmişti. Düşman 18 bin ölü vererek darmadağınık vaziyette kaçışmaya başlamıştı. Bunun üzerine üç bin yeniçeri düşmanı takibe başlamış ve 18 Kasım günü de 30 bin düşman imha edilmişti. Başkumandan Arşidük Ferdinand ve çok az askeri canını zor kurtarmıştı. Düşmanın 47 büyük kuşatma topu, 14 bin tüfek, 60 bin çadır, 14 bin kazma ve kürek, binlerce araba dolusu yiyeceği ele geçirilmişti. Aynca Ferdinand'ın altın tahtı ve otağı da zaptedilmişti. Muazzam bir zafer kazanılmıştı.

Hasan Paşa Ferdinand'ın çadınna girmiş ve böylesine bir zaferi kendisine nasib ettiği için şükür secdesine kapanmış ve iki rekat namaz kılmıştır. Daha sonra yanındakilere dönerek şöyle demiştir: "Bu kadar âciz olduğumuz halde böyle apaçık bir fethin bize nasib olması sadece Cenâb-ı Hakkın yardımı ve Peygamberimiz Efendimiz Hazretlerinin mâcizesi bereketiyledir. Tam bir samimiyetle çalışılır ve benim gibi âciz bir ihtiyar da olsa kumandana tam bir itaatla bağlanılırsa Cenab-ı Hak Müslümanlardan yardımı hiç bir zaman esirgemez."

Hasan Paşa, Zaferin ardından bütün ganimeti gaziler arasında pay eder, kendisi hiçbir şey almaz. Yakın arkadaşı olan Şair Faizî'nin tarifiyle, "son derece cesaretli, o derecede yumuşak huylu, o derece güzel ahlaka sahip ve alçak gönüllü bir kişi" olan Hasan Paşa'nın dünya malında gözü yoktu. Öyle ki büyük fedakarlık gösteren Ömer Ağa'ya kendi sorumluluğunda olan Peç sancak beyliğini vermiştir.

Zafer duyulunca İstanbul'da bütün evlerde şenlikler yapılmaya başlanmıştır. Zafer üzerine Sultan III.Mehmed Hasan Paşaya bizzat kendisinin yazdığı bir mektup göndererek paşayı tebrik etmiş, mükafat olarak; üç hil'at, murassa bir kılıç ve üç tane at göndermiş, ayrıca vezirlik rütbesi verilmiştir. Bütün bunlar karşısında, son derece tevazu sahibi olan Hasan Paşa sevinmemiş, bilakis üzüntüsünden göz yaşı dökmüştür. Sebebi sorulduğunda şöyle demiştir şanlı kumandan:

"Kanije'de ettiğimiz küçük bir hizmete karşılık bize vezirlik vermişler ve "Hatt-ı Hümayun" göndermişler. Halbuki, Kanun! Sultan Süleyman, Makbul İbrahim Paşa'y ı tam bir yetkiyle kendi yerine vekil tayin ettiği zaman bile O'nun eline bu kadar iltifatlar ihtiva eden bir mektup vermemişti. Rahmetli Piyale Paşa, Yavuz Sultan Selim Hazretlerinin damadı olduğu ve deniz muharebelerinde bütün Hıristiyan hükümdarlarının donanmalarına galip geldiği ve Sakız Adas'nın fethi gibi nice muvaffakiyetler elde ettiği halde kendisine vezirlik çok görülmüştü. İslâm Halifesi'nin Hatt-ı Hümâyûnu Kanije muhasarası gibi küçük bir hizmete mükafat olmaya başladı. Devletin vezirliği, benim gibi kocamış kimselere kaldı. Buna üzülmeyeyim de neye üzüleyim!"

Yüz bin kişilik düşman ordusunu perişan etmeyi gözünde büyütmeyip Devletin en mühim makamına nefsini layık görmeyen ve otoriteye bağlı, Devletin şahsı manevisini üstün tutmak için azami gayret gösteren bir şahsiyet... Hasan Paşa misalim görünce Osmanlı Devletinin altı asır yaşamasının sırrını anlıyor insan.

Kanije'nın şanlı serdarını son nefesine kadar din uğruna, Devlet uğruna gayret gösterirken görmekteyiz.

Kanije'den sonra Bosna'ya oradan Budin valiliğine gönderilmiş, daha sonra Beylerbeyi olmuştur.

Devlete başkaldıran Celali eşkıyalarından Canbolatla oğlunun isyanını bastırmıştır. Ayaklanmayı bastırdıktan sonra 1608'de tekrar Budin valiliğine dönmüş ve bu vazifede iken 1611'de vefat etmiştir.

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:25 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Kemankes Mustafa Paşa

Şimdiki Çarşıkapı otobüs durağının olduğu yerde büyük bir kahraman yatmaktaymış. "Yatmaktaymış" diyoruz, çünkü göründüğü gibi şimdi orada mezar yok. Medrese de yok. Koca türbe de yok. "Nereye gider koca türbe?" demeyiniz sakın! Hicranlı yüreklere hançer vurmuş olursunuz. Evet, nice büyüklerinki gibi, Kemankeş Mustafa Paşa'nın da türbesi yok edilmiş malesef...
Meydan açılacak. Planı yapanlar bakmışlar ki orada koca binalar var. Kimdir, necidir, demeden vurmuşlar kazmayı binanın temeline ve iki katlı mâmur medreseyi ve Mustafa Paşa'nın türbesini yerle bir etmişler. Ve orayı meydan yapmışlar.

Kemankeş Mustafa Paşa'nın mezarını ararken öğrendik bu acı hakikati. Tarihî kaynaklar, Kemankeş Mustafa Paşa'nın Bayezid Camii ile Çorlulu Ali Paşa Camii arasındaki kendi medresesi yanında bulunan türbesine defnedildiğini yazmaktadır. Fakat bahsedilen yerde öyle bir türbe yoktur. "Çünkü Mustafa Paşa'nın türbesi şimdiki Çarşıkapı otobüs durağının bulunduğu yerdeymiş. Yanında da iki katlı güzel bir bina olan medresesi varmış. Yol yapılırken türbe ve medrese yıkılmış. Böylece hiçbir iz kalmamış ve bu iki eser de yok olup gitmiş.

Kendisine türbesinde haşir sabahında uyanmak üzere yatması bile çok görülen Mustafa Paşa kimdi? Cevabını, bazılarınca yıkılmak, yakılmak ve unutturulmak istenilen tarihimizin mazi aynasına bakarak alıyoruz.

Mustafa Paşa 1592'de Arnavutluk'ta dünyaya gelmiştir. Genç yaşında yeniçeri ocağına intisab ederek savaşlara katılmıştır. Gayreti, çalışkanlığı ve maharetiyle dikkatleri çekmiştir. Ok atmadaki ustalığından dolayı "Kemankeş" denilmiştir. Herkes tarafından sevilip takdir edilen Kemankeş Kara Mustafa süratle terfi etmeye başlamıştır. 1634'te Sekbanbaşı olmuş, IV.Murad'ın Leh seferi dolayısiyle Edirne'ye gidişgelişinde yanında bulunmuştur. Padişah, yakından tanıdığı Kemankeşi çok takdir etmiş ve Revan seferinin .hazırlıkları devam ederken, 23 Mart 1635'te Yeniçeri Ağası yapmıştır.

Böylece mühim bir vazifeyle Revan seferine iştirak eden Kemankeş Mustafa Paşa, Revan'ın muhasarası esnasında büyük kahramanlık göstermiştir. Askerlerin önünde vuruşarak onlara moral vermiş ve Revan'ın fethinde büyük rol oynamıştır.

Aynı şekilde Bağdad'ın kuşatılması ve fethinde de Kemankeş Mustafa Paşa'nın büyük fedakarlıkları görülmüştür. Sultan IV.Murad, Sadrazam Tayyar Mehmed Paşa'nın Bağdad muhasarası esnasında şehid olması üzerine Kemankeş Mustafa Paşa'yı sadrazam yapmıştır.

Bağdat'ın fethinden sonra padişah İstanbul'a dönmüş, Mustafa Paşa Bağdat kalesini tamir ettirip, şehrin idaresini yoluna koyduktan sonra İran içlerine doğru yürümüş ve nihayet, 17 Mayıs 1639'da Kasr-ı Şirin'de Safevilerle Osmanlı Devletinin lehine olan bir anlaşma imzalamıştır.

Kemankeş Mustafa Paşa, Sultan IV.Murad'ın vefatından sonra tahta geçen Sultan İbrahim zamanında da sadrazam olarak vazifesine devam etmiştir.

Memleketin ve milletin bütün meseleleriyle uğraşmaya hayatını adayan Mustafa Paşa, milletin maruz kaldığı musibetlerden büyük üzüntü duymakta ve bizzat uğraşarak yaraları sarmaya çalışmaktadır. Nitekim, Nisan 1640'da Galata'da yangın çıktığını haber alınca yangın mahalline koşmuş ve yangını söndürmek, alevler arasında kalanlara yardım etmek için hayatını hiçe sayarak yangının içine dalmış, yardıma muhtaç insanların kurtulmalarına vesile olmuştur. Fakat bu yangındaki çalışmaları esnasında kendisinin de yüzü yanmıştır.

Anadoludaki zorbaların hadlerini bildiren, isyanları bastıran Kemankeş Mustafa Paşa daha sonra büyük bir gayretle Devletin malî meselelerini ele almış ve ilk planda devletin dış borçlarını ödemeye uğraşmıştır. Almış olduğu tedbirlerle vergilerin muntazam toplanmasını temin etmiş, bozuk akçe yerine yeni sikke kestirerek paranın değerini arttırmıştır.

Alım ve satım fiyatlarını kontrol altında bulundurmuş, tüccar ve esnafa sağlam para verildiğinden, piyasada bolluk ve ucuzluk temin edilmiştir.

Kemankeş Mustafa Paşa'nın gayretleri kısa zamanda karşılığını vermiş ve devletin geliri masrafı karşılar duruma gelmiştir. Hatta büyük meblağlar da devlet hazinesine kâr kalmıştır.

Durup dinlenmeden çalışan Mustafa Paşa'nın gayretleri neticesinde memlekette bir huzur, refah ve bolluk devri yaşanmış, devlet idaresi düzene girmiş, devletin itibarı gittikçe artarak eski haşmetli dönemlere benzer bir devir açılmıştır. Fakat ne yazık ki, Erbab-ı kemali çekemeyen, kötü karakterli kişiler Kemankeş Mustafa Paşa aleyhinde entrikalar çevirmeye başlamışlar, neticede de emellerine ulaşmışlardır.

Bu değerli devlet adamı 22 Şubat 1644'te padişaha suçsuz olduğunu ve aleyhine hile dolapları çevrildiğini anlatmışsa da bir türlü dinletememiş ve üzüntü içerisinde evine geldikten sonra evinin kuşatıldığını görmüş, bunun üzerine bostancılarla vuruşmaya başlamış, fakat yakalanarak eli kolu bağlı olarak Cellat Kara Ali'ye teslim edilmiştir. Kara Ali de Kemankeş Mustafa Paşa'yı Hocapaşa çarşısında Sebilhane önünde boğmuştur. Cenazesi kendi medresesi yanındaki türbesine defnedilmiştir.

Kemankeş Mustafa Paşa, büyük bir devlet adamı ve hayırsever bir zattır. Muhtelif yerlerde camiler, medreseler, çeşmeler, hanlar yaptırmıştır. Ka'be'nin su yolunu genişletmiş ve her sene Haremeyn fakirlerine 2500 sikke göndermiştir.

Bu büyük devlet adamı vefatından sonra unutulmamış ve değerli edibler, âlimler eserlerini kendisine ithaf etmişlerdir. Kardeşi, mevlevi şairlerinden Osman Dede "Gülşen-i İrfan" isimli eserim, Kara Çelebi-zâde Abdül'aziz Efendi "Zafernâme" sini ve Serezli Şeyh Habib Efendi Zade Abdurrahman Efendi, "Nahlistân-ı Tarab fi mahâsîn-i arzi'1-Arab" isimli Mısır tarihini Mustafa Paşa'ya ithaf etmişlerdir.

Türbesi yıkılsa da mezan yok edilse de Kemankeş Mustafa Paşa ve emsali büyükler gönüllerde yaşamaya devam edeceklerdir.

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:26 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Hezarfen Ahmed Çelebi

Günümüzde ilim ve teknikte ilerlemiş ülkelerin muhtelif gayelerle uzaya araçlar göndermelerine şahit olunca, ilk füzeyi bularak bizzat tecrübe eden Lagari Hasan Çelebi'yi ve kanat vasıtasıyla havada uçmaya muvaffak olan Hezarfen Ahmed Çelebi'yi hatırlamadan edemiyoruz.

Hezarfen Ahmet Çelebi'nin yaklaşık olarak üçyüz sene önce yaptığı tecrübe; yıllardan beri "eller aya biz yaya" tekerlemesini söyleyerek kendi değerlerini küçümseyen mazisinden habersizlerin yüzüne inen hakikat tokatlarıdır...

Avrupalıların, insanın uçabileceğini hayallerinden bile geçiremedikleri zamanda Hezarfen Çelebi uçmaya muvaffak olmuştur.

17.Asırda yaşamış bu değerli ilim adamımızın hayatı hakkında geniş bir malumat yoktur. IV.Murad zamanında yaşadığını ve meşhur tecrübesini IV.Murad'ın da seyrettiğini bilmekteyiz.

Muhtelif ilimlerde inkişaf etmiş olan Ahmed Çelebi halk tarafından "bin fenli" mânâsına gelen "Hezarfen" lakabıyla tanınmaktaydı.

Ahmed Çelebi kendisinden önce yaşamış olan İsmail Cevheri gibi uçmaya merak salmıştı.

Türkistan'ın Farab şehrinde doğan İsmail Cevheri, kollarına bağladığı iki düz satıhla Nişabur camiinin minaresinden aşağı atlayarak uçmayı, denemiş, fakat muvaffak olamamıştı. Bazı tarihçilere göre bu tecrübe esnasında hızla yere düşerek vefat etmişti.

Ahmed Çelebi uçmayı inceden inceye hesap yaptıktan sonra denemiştir. Ahmed Çelebi araştırma ve tecrübelerine önce evinde başlamıştır. Ardından Okmeydanında yüksekçe yerlerden kartal kanatlarıyla rüzgarlı havalarda atlayarak tecrübelerde bulunmuştur.

Yaptığı bütün tecrübelerde müsbet neticeler elde eden Hezarfen Ahmet Çelebi nihayet büyük tecrübeyi yapmaya karar verir.

Balmumu ve kartal kanatlarından yaptığı kanatlan kullanarak Galata kulesinden atlayacak ve bir müddet uçtuktan sonra yere inecektir.

Tecrübeyi merak eden Padişah Sultan Murad da bu uçuşu seyredecektir. Kararlaştırılan lodoslu bir günde Galata kulesinin en tepe noktasına çıkan Ahmed Çelebi "Ya Allah" diyerek kendisini boşluğa bırakmış ve yapma kanatlarını çırpmaya başlamıştır. Hayret dolu bakışlar arasında uçmaya başlayan

Ahmed Çelebi Üsküdar'daki Doğancılar meydanına sağ salim inmeğe muvaffak olmuştur.

IV.Murad bu muvaffakiyetinden dolayı Ahmet Çelebi'yi mükafatlandırmış, fakat bilahere bazı devlet ricalinin müdahalesiyle Cezayir'e sürmüştür. Hasan Çelebi'nin tecrübeleri ilk uzay çalışmalarını Müslüman Türklerin başlattıklarını gösteren müşahhas delillerdendir.

Legari Hasan Çelebi de yine IV. Murad zamanında tarihte ilk defa füzeyle uçan adam unvanını kazanan tecrübeyi yapmıştır.

Hasan Çelebi kendi icadı olan, elli okkalık barut macunu ile dolu, yedi kollu bir fişeği vücuduna bağlatmış ve bu fişekleri yardımcılarına ateşlettirmiştir. Fişekleri ateşlettirmeden evvel Sinan Paşa köşkünde kendisini seyreden IV.Murad'a dönerek, "Padişahım, İsa Nebiyle konuşmaya gidiyorum. Sizi Allaha ısmarladım" diye latife etmiştir. Fişeklerin ateşlenmesi üzerine süratle gökyüzüne doğru fırlayan Hasan Çelebi barutların bitmesi üzerine kollarına taktığı kanatlan açmış ve Sinanpaşa köşkü önünde denize salimen inmiştir.

IV.Murad bu muvaffakiyeti için Hasan Çelebiyi mükafatlandırmış ve onu sipahi sınıfına kaydettirmiştir.

Legari Hasan Çelebi ve Hezarfen Ahmet Çelebi gibi ilim adamlarımız, bu çalışmalarıyla, devekuşu misali başını kuma gömerek mazisine ısrarla sırt çevirenlere asırlar ötesinden âdeta şöyle haykırmaktadırlar:

"Bu tecrübeleri devam ettirseydiniz, dünyanın zevkine sefasına kapılmasaydınız, sizler de pekâla ay'a gidebilirdiniz."

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:26 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Kâtip Çelebi

Asırlar boyu üç kıtaya hükmetmiş şanlı bir devlet, bünyesinde bir yandan cihangir bir nesil yetiştirirken bir yandan da ömrünü ilme adayacak şuurda âlimler yetiştirmiştir. Bu özelliğiyledir ki "Devlet kılıçla kalem üzerinde durmaktadır" darb-ı meseline güzel bir misal olmuştur.
Ömrünü ilme vakfederek, gelecek nesillere çok değerli eserler bırakan, vatan sathını ilim nuruyla aydınlatan talebeler yetiştiren âlimlerimizden birisi de Kâtip Çelebi'dir.

Asıl adı Mustafa olan, ulemânın andığı isimle Kâtip Çelebi (veya Hacı Halife) Şubat 1609'da İstanbul'da doğmuştur.

Babası Abdullah Efendi Enderun'a dahildi. Kâmil bir Mü'min olan Abdullah Efendi oğlunun da İslâmı mükemmel bir şekilde öğrenip vatanına, milletine hizmet etmesini istiyordu. Kâtip Çelebi beş yaşına geldiği zaman babası Kırımlı imam İsa Halife'yi oğluna hoca tutmuştur.

Kâtip Çelebi, İsa Halife nezaretinde Kur'an-ı Kerim, Arapça ve diğer temel dinî ilimleri okudu. Henüz yedi yaşlanndayken Kur'an-ı Kerim'in yarısını ezberlemişti.

Kâtip Çelebi 14 yaşma geldiğinde Arapça ve Farsçayı mükemmel bilmekteydi. Ayrıca hat san'atında da hayli maharet kazanmıştı.

Oğlundaki ilim aşkını farkeden babası kendi aylığından 14 dirhem harçlık bağlayarak Katip Çelebi'yi yanına almıştı. Bu suretle Kâtip Çelebi divan kalemlerinden Anadolu Muhasebesi Kalemine talebe olmuştu (1623) Bu vazifede iken hesap kaidelerini ve siyakat (sözdeki uygunluk) yazısını da mükemmel surette öğrenmişti.

Babasının yanında devlet hizmetine başlayan Kâtip Çelebi yirmi seneden fazla bu hizmetini devam ettirmiştir.

Orduda mukabele defteri tutan Kâtip Çelebi bu vesileyle birçok sefere iştirak etmiştir. 1623'te babasıyla birlikte Tercan seferine gitmiş, ordunun Abaza isyanını bastırma hareketini yakından takip etmiş, 1626 yılında da Bağdat seferine iştirak etmiştir. Kâtip Çelebi'nin babası 1626'da vefat eder. İstanbul'da bulunduğu esnada devamlı ilim tahsil eden Kâtip Çelebi devrin meşhur âlimlerinin önünde diz çökerek ders almaktadır. Kadızade Efendi'den ders almıştır. Ayrıca İstanbul'un tanınmış âlimlerinden de istifade etmiştir.

Kâtip Çelebinin orduyla birlikte çıktığı diğer seferlerden başlıcalan şunlardır: 1629/30'da Hüsrev Paşa ile Bağdad Seferine, 1633'te Veziriazam Tabanıyassı Mehmed Paşa ile Bağdad seferine, Sultan IV.Murad ile birlikte Revan seferine iştirak etmiştir.

On sene orduda hizmet görüp gazalara iştirak eden Kâtip Çelebi hacca da gittikten sonra İstanbul'a dönerek kendisini ilme vermiştir.

Kâtip Çelebi kendisine bir yakınından miras kalan 300 akça ile kitap alarak geceli gündüzlü değerli eserleri incelemeye koyulmuştur. Tam on sene boyunca geceli gündüzlü eserlerle başbaşa yaşamıştır. Öyle ki bazı günler güneş battıktan doğuncaya kadar başını kitaplardan kaldırmamakta, güneş hayli yükseldikten sonradır ki sabah olduğunu farketmektedir.

Dinî ilimlerin yanı sıra Matematik ve astronomi de tahsil etmiş olan Kâtip Çelebi Fransızca ve latince de öğrenmişti. En fazla tarih ve coğrafya ilimlerine merak sarmıştır.

Kâtip Çelebi meşgalelerinin gayesini şöyle anlatmaktadır: "İnsan için en yüksek mertebe ve en büyük saadet, Allah'ı tanımaktır; bilhassa nereden gelip nereye gittiğimizi bilmektir".

Kâtip Çelebi'ye göre ilim Allah'ı tanımanın bir vasıtasıdır. Ve bu ölçüler içerisindeki ilim, cemiyetin ayakta durmasına ve devamına bir vasıtadır. İnsanda kâlb ne ise, cemiyette de âlimler aynı ehemmiyete hâizdir.

Devrinde münakaşa konusu olmuş meselelere parmak basan ve çok isabetli çözüme kavuşturan Kâtip Çelebi, bildiğim çekinmeden söylemiştir. Çünkü gelecek peşinde, makam peşinde değildir. Bu ihlası yüzündendir ki söyledikleri Devlet idarecileri ve halk üzerinde çok tesir yapmıştır.

Kâtip Çelebi, Mîzanü'l-Hakk'da Devlet idaresinin en mesuliyetli makamında oturan padişaha şu nasihatlarda bulunmaktadır:

"Önce, halkın padişahı Allah onu güçlendirsin ve devletini Kıyamet gününe dek devam ettirsin hazretlerine yaraşan nasihat budur ki, farzları ve vacipleri yerine getirip İslâm akidelerini bilecek kadar ilimle din mevzuunda iktifa edip kendilerinin ilm-i hali olan hazine ve asker ve halk işlerinin inceliklerini bilmeye çalışsınlar. Büyük ecdadları gibi tarih okuyup geçen devletlerin hallerinden hisse alsınlar. Ve halkın örfünü öğrenip her asrın icabı ne ise yumuşaklık ve sertlikle yüce devletin eski kanununu yürütsünler. Öteki devlet adamları ve saltanatın ileri gelenleri de bu yolda velinimetlerine yardımda bulunsunlar ve ellerinden geldiği kadar onun iyiliğini istemeye himmet etsinler. Müslümanların birbirine zıt davranmalarına razı olmayıp aralarında olan kavgayı yumuşaklıkla önlesinler ve Allah'ın emirlerini yerine getirmekte, harp ve cihad işinde gevşeklik göstermesinler."

6 Ekim 1659'da Bursa'da vefat eden Kâtip Çelebi'nin cenazesi İstanbul'da getirilerek defnedilmiştir.

Himmet sahibi oluşuyla, güzel ahlakıyla, talebe yetiştirmede gösterdiği gayretle, bıraktığı değerli eserlerle gelecek nesillere güzel örnek olan Kâtip Çelebi'nin kıymetli eserlerinden; Keşfü'z-zünun, Cihan-nüma, Tuhfatü'l-Kibar fi Efsâri'l Bihâr, Mizânü'l Hakk fi ihtiyaril Ahakk, ya tamamen ya da kısmen

Batı dillerine tercüme edilmiştir.

Yirminin üzerinde eser te'lif eden Kâtip Çelebi'nin eserlerinden bir kısmı şunlardır:

Arapça Fezleke, Türkçe Fezleke (Osmanlı tarihine ait eser), Süllemü'l-Vusûl (Arapça biyografi eseri), İlhamü'l Mukaddesi fi Feyzi'1 Akdes (Fıkhı meselelere ait bir eser), Cihannüma (Tarih ve coğrafyaya dair değerli bir eser), Keşfü'z-Zünun (yirmi yılda tamamlanan bu eser büyük bibliyografya ansiklopedisidir. 300 kadar ilim ve fen şubesine ait 1451 kitabın alfabetik olarak tahlili yapılmıştır Almanca ve İngilizceye tercüme edilmiştir.) Düstûr'ül-âmel ve Tarihi Frengi...

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:26 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Buhurizâde Mustafa Itrî Efendi


Bayram ve teravih namazlarında İslâm Alemindeki bütün camilerden yükselen:


Allahü Ekber Allahü Ekber

Lâilâhe İllallahü Vallahü Ekber

Allahü Ekber Velillahi'lhamd "saltanatlı segah tekbir´nin bestecisi Buhîrizâde Mustafa Itri Efendi, bütün müzik ölçülerine göre dünya çapında şaheserler meydana getirmiş mûsiki üstadıdır.

"Saltanatlı Tekbir" diye bilinen Kurban Bayramı tekbirinin yanısıra Cuma salası, Segah salât-ı Ümmiye, Nühüft İlâhî ve Rast Naatın bestecisi olan Buhurîzâde Mustafa Efendi üç asırdır milyonlarca mü'minin dilinden düşmeyen bu muhteşem bestelerin bestekârı olarak gönüllere taht kurmuştur.

Binden fazla eser besteleyen, fakat ne yazık ki nota kullanılmaması yüzünden günümüzde ancak 41 bestesi elimize ulaşan Buhurîzâde Mustafa Efendi 1640'da İstanbul'da doğmuştur. Çok küçük yaşında başladığı tahsil hayatını muvaffakiyetle tamamladıktan sonra Yenikapı Mevlevihânesine devam etmiş ve burada dinî musiki öğrenmiştir. XVII. Asnn büyük Musiki üstadı Hafız Post'tan aldığı derslerle musiki ilminde ilerleyen Buhurizâde, klasik musikimizi zirveye çıkarmıştır.

Bestekâr ve musikişinas olması yanında, devrinin namlı çiçekçisi ve meyve yetiştirici olarak da tanınan Mustafa Itrî Efendi, Siyahi Ahmed Efendi'den Edebiyat ve hat dersleri almıştır. Hat san'atında da hayli ilerleyen Itrî, bilhassa talik yazıda devrin hat ustaları arasında zikredilir olmuştur.

Kırım Hanı Selim Giray ile Sultan IV.Mehmed'in takdirini kazanan Itri, Enderun'a hoca olarak tayin edilmiş ve Enderun'daki talebelere musiki dersleri vermiştir.

Eserleri İmparatorluk döneminde üç kıtada söylenen, günümüzde de milyonlarca müslümanın dilinden düşmeyen Itri'nin şahsiyeti ve eserleri hakkında Yahya Kemal, mükemmel şiirriyle bir değerlendirme yapmıştır. Şöyle demektedir Yahya Kemal:

Büyük Itrî'ye eskiler derler,

Bizim öz mûsikîmizin piri;

O kadar halkı sevkedip yer yer,

O şafak vaktinin cihangiri,

Nice bayramların sabah erken,

Göğü, top sesleriyle gürlerken,

Söylemiş saltanatlı Tekbîr'i.

Tâ Budin'den İrak'a, Mısır'a, kadar,

Fethedilmiş uzak diyarlardan,

Vatan üstünde hürr esen rüzgâr,

Ses götürmüş bütün baharlardan.

O deha öyle toplamış ki bizi,

Yedi yüz yıl süren hikâyemizi

Dinlemiş ihtiyar çınarlardan.

Mûsikîsinde bir taraftan din,

Bir taraftan bütün hayât akmış;

Her taraftan, Boğaz o şehrâyîn,

Mavi Tunca'yla gür Fırat akmış.

Nice seslerle, gök ve yerlerimiz,

Hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz,

Bize benzer o kâinat akmış.

Çok zaman dinledim Nevâ-Kâr'ı,

Bir terennüm ki hem geniş, hem şuh:

Dağılırken "Nevâ"nın esrarı,

Başlıyor şark ufuklarında vüzuh;

Mest olup sözlerinde her heceden,

Yola düşmüş, birer birer, geceden

Yürüyor fecre elli milyon ruh.

Kıskanıp gizlemiş kaza ve kader

Belki binden ziyade bestesini.

Bize mîrâs kaldı yirmi eser.

"Nât'dır en mehîbi, en derini.

Vakıa ney, kudüm elince dile,

Hızlanan mevlevî semaiyle

Yedi kat arşa çıkmış "Âyîn"i.

O ki bir ihtişamlı dünyâya

Ses ve tel kudretiyle hâkimdi;

Adetâ benziyor muammaya;

Ulemâmız da bilmiyor kimdi?

O eserler bugün define midir?

Bir bilen var mı? Neredeler şimdi?

Öyle bir mûsikiyi örten ölüm,

Bir teselli bırakmaz insanda.

Muhtemel görmüyor henüz gönlüm.

Çok saatler geçince hicranda,

Düşülür bir hayâle zevk alınır.

Belki hâla o besteler çalınır,

Gemiler geçmiyen bir ummanda."

Itrî'nin kırk küsur eseri ve Dede Efendi'nin eserleri bugün elimizde muhteşem mûsiki âbideleri halinde durmaktadır. Bu eserleri örnek alarak musiki sahasında takdirle alkışlanacak eserler meydana getirmek dururken, yabancıların icadı musikilerle, yabancılarla yarışıp son sıralarda yer almak için gayret göstermek niye?..

Muhteşem bir medeniyeti meydana getiren ruha sahip olmak için Itri gibi san'atkarları yakından tanımak lazımdır.

1711 yılında İstanbul'da vefat eden büyük bestekârımızı rahmetle, şükranla yâdediyoruz.

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:27 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Evliya Çelebi

On ciltlik muhteşem eseri "Seyahatnamesi" ile dünya çapında tanınan âlimimiz ve seyyahımız Evliya Çelebi'nin hayatının dönüm noktası bir rüya ile başlar. Seyahatnamenin birinci cildinde gördüğü bu rüyayı şöyle anlatmaktadır:
"İstanbul'da hanemde bir gece uykuya dalmıştım. Birden bire kendimi Yemiş iskelesi yanında bulunan Ahi Çelebi Camiinde gördüm. Camiinin içi nur yüzlü bir cemaatle dolup taşmıştı. Ben de bu camiinin içine girerek minberin dibine diz çöküp oturdum. Bu nur yüzlü pirleri hayranlıkla temaşaya daldım. Fakat bunlann kim olduklarını anlayamamıştım. Nihayet yanımda bulunan bir zata sordum: '-Benim sultanım, ism-i şerifinizi ihsan buyurur musunuz?' dedim. O zat, Kemankeşlerin Piri "Sa'd ibni Ebi Vakkas" olduğunu söyledi. Derhal elini öptüm. Yine:

"-Sizin yanınızdaki zatlar kimlerdir?' diye sual ettiğimde: 'Sahabe-i Kiram ve Ensar Hazretleridir dedi. O tarafa baktım. Bu zatlar sıra ile Hazret-i Ebu Bekir (ra), Hazret-i Ömer (ra), Hazret-i Osman (ra), Hazret-i Ali (ra) idiler. Bunları doya doya seyredip taze can buldum. Mihrapta ise Kâinatın Efendisi Peygamber Efendimiz Aleyhisselâtü vesselam oturmakta idi. Biraz sonra yanımda oturmakta bulunan Sa'd İbni Ebi Vakkas Hazretleri elimden tutup beni Peygamber Efendimizin huzuruna götürdü ve dedi ki:

" 'Âşık'ı sâdıkın ve ümmet-i müştakın Evliya kulun şefatin rica eder.'

"Ben de derhal Hazret-i Peygamberin dest-i mübareklerini bûs ettim. Fakat heybetlerinden çok korkarak titredim. Kendilerine:

" 'Şefaat ya Resulallah!' diyeceğim yerde:

"Seyahat ve Resulullah! diyi verdim. Cenab-ı Peygamber derhal tebessüm ettiler. Seyahatlerimin hayırlı olması için 'Fatiha' dediler. Bundan sonra sıra ile Eshab-ı Kiram'in ellerini birer birer öptüm. Cümlesi:

"Seyyâh-ı âlem ve ferîd-i beni âdem ol! "diye dua ettiler. Ben de Ahi Çelebi Camiinden dışarı çıktım.

"Sabah olup uyanınca bir abdest alıp bu rüyamı tabir ettirmek üzere Kasımpaşa'da İbrahim Efendi Hazretlerine gittim. Bu zat bana:

"Sen büyük bir seyyah olacaksın!'

"buyurdu. Ben de bundan sonra seyahata çıkıp gördüklerimi yazmaya başladım."

Sahabelerin yaptığı dualar Dergâh-ı İlâhî'de kabul olunmuş ve Evliya Çelebi benzeri olmayan ve sahasında da tek olan dünya seyyahı oluvermiştir.

Asya, Avrupa ve Afrika'ya yayılan imparatorluğun topraklarını adım adım dolaşarak gördüklerini tesbit eden Evliya Çelebi'nin telif ettiği on bin sahifelik "Seyahatname"si emsalsiz bir tarih ve coğrafya eseri olarak dünya ilim âleminin dikkatini çekmiştir.

Meşhur seyyahımız 1630'da gördüğü yukarıda bahsi geçen rüyadan sonra, ilk seyahatim 1640'ta ailesinden gizli olarak Bursa'ya yapmıştır. Çıktığı bu ilk seyahati bir ay devam etmiştir. Evliya Çelebi Seyahatnamenin ikinci cildinde seyahat dönüşü babasının tavrım ve kendisine yaptığı nasihatlan şöyle anlatmaktadır:

"Hakir o gün hane-i gamkînimize (gam içinde olan evimize) varıp peder ü mâderin (baba ve ananın) dest-i şeriflerini (ellerini) öpüp huzur-i şeriflerinde (önlerinde) karar ettiğimde (durduğumda) peder-i azizim eyitti:

"Safa geldin Bursa seyyahı! Sefa geldin! 'Halbuki ne canibe gittiğimden kimsenin haberi yok idi. Hakir dedim: 'Sultanım, hakirin Bursa'da idiğimi nerden bildiniz?'

"Buyurdular ki: -Sen bin elli senesi muharreminin aşuresinde (1640 senesi Mayıs başları) kaybolduğun gece ben nice me'sure (makbul dualar) tilâvet ettim. Bin kerre "kevser" suresini okudum. Ol gece Âlem-i menamda (uykuda) seni gördüm ki Bursa'da Emir Sultan zaviyesinde ruhaniyetten istimdat ile seyahat rica edip bükâ ederdin (ağlardın) o gece bana nice ehl-i hal canlar rica edip senin seyahata gitmekliğin için izin talep eylediler. Ben de ol gece cümlesinin rızasıyla sana destur (izin) verdim. Fatiha tilavet eyledik.

"Gel imdi, oğul! Şimdengeri (bundan sonra) sana seyahat göründü. Allah mübarek eyliye. Amma sana nasihatim var" diye elimden yapışıp, huzurunda ayak üzerine durdurup sağ eliyle sol kulağımı burarak şu nasihata ağâz eyledi (başladı):

"Oğul! âdem yoksul olur, besmelesiz taam (yemek) yeme. Sırrın var ise sakın avratına deme. Cünüp iken yemek yeme. Esvabının (elbisenin) söküğünü üstünde dikme. İyi adını keme takma. Keme (kötüye) yoldaş olma, zararını çekersin. Sen yürü ileri, gözüm, kalma geri. Alay bozma..."

Seyahat için babasından da ruhsat alan Evliya Çelebi o tarihten itibaren vefatına kadar durmadan gezip dolaşmıştır.

Tatlı dilli, hoş sohbet seyyahımız Evliya Çelebi, 1611 yılında, İstanbul'un Unkapanı semtinde dünyaya gelmiştir. Asıl ismi Hafız Mehmed Zıllî Evliya idi Aslen Kütahyalı olan babası, Sultan IV.Murad'ın Kuyumcubaşısı Derviş Mehmed Zıllî Efendi de âlim bir zattı. Evliyanın kuvvetli bir tahsil görmesi için çalışmıştır. Evliya da babasını mahcup etmemiş, zekası, çalışkanlığı ve kabiliyetiyle hocalarının takdirini kazanmıştır. Hamid efendi medresesindeki tahsilini ikmal ettikten sonra, tanınmış âlim Ahfeş Efendi'den yedi sene ders almış, Evliya Mehmed Efendi'nin de ilminden istifade etmiştir. Bilahare Topkapı Sarayındaki Enderun-u Hümayun'a girmiş, burayı bitirdikten sonra da sipahi sınıfına dahil olmuştur.

Sultan IV.Murad, ilmini ve ahlakını yakinen bildiği Evliya Çelebiyi saraya muhasib olarak almıştır. Evliya Çelebi Sultan İbrahim ve Sultan IV. Mehmed devirlerinde de mühim resmi vazifeler almış ve bu vazifeler dolayısiyle çeşitli beldeleri gezmiştir.

Defterdarzade Ahmet Paşa ile Anadolu'yu, Şam Beylerbeyi Murtaza Paşa ile Suriye ve Filistin'i gezdikten sonra Melek Ahmed Paşa'nın sadrazamlığında sadarette memuriyet almış, Paşa'nın Rumeli Beylerbeyliğine gönderilmesi üzerine onu takib etmiştir.

Fazıl Ahmed Paşa'nın ordusuyla birlikte Avusturya'ya gitmiş, yolda gördüğü yerler hakkında çeşitli malzeme toplamıştır.

Elçi Mehmed Paşa ile birlikte Viyana'ya gitmiş, bu vesile ile Avusturya şehirlerini dikkatle tedkik etmiştir. Seyahatini İspanya, Hollanda ve Danimarkaya kadar uzatmış, daha sonra Eflak-Boğdan, Kırım, Kafkasya ve Hazer Denizi çevresini, Volga boylarını incelemiştir.

Hac vazifesini yerine getirmek için Hicaza, oradan Mısır, Sudan ve Habeşistan'a gitmiştir.

Yetmiş senelik ömrünü devamlı seyahat etmekle geçiren Evliya Çelebi, Osmanlı devletinin hemen bütün şehirlerini ve kasabalarını gezmiştir. Anadolu, Rumeli, Suriye, Irak, Mısır ve Hicaz'ın yanı sıra Macaristan, Transilvanya, Almanya, Hollanda, Bosna-Hersek, Dalmaçya, Güney Rusya, Kırım, Kafkasya ve İran'ın birçok bölgelerini dolaşmıştır.

Gördüklerini basit bir şekilde ele almamış, köklü incelemelerde bulunmuştur. Bölgelerin ahlak, görgü ve an'anelerini, meşhur şahıslarını, binalarını ve tarihlerini inceledikten sonra kaleme almıştır.

Seyahatlerinden bir kısmını savaşlara katılmak suretiyle yapan Evliya Çelebi, bizzat savaşlara da katılmış ve silah kullanmada, ata binmedeki maharetini harp meydanında göstermiştir.

Güzel sesi ve hoş sohbeti ile her zaman padişahların, vezirlerin ve komutanların yanıbaşında bulunmuştur. Onun hoş sohbeti yazı üslubuna da aksetmiş ve ölmez eseri "Seyahatname" zevkle okunan bir klasik hüviyetini asırlardan beri muhafaza etmiştir.

Ömrünü ilme adayan bu değerli âlim ve seyyahımız hiç evlenmemiştir. 1681'de vefat eden Evliya Çelebi'nin mezarı kayıptır.

Seyahatname'si muhtelif dillere tercüme edilmiş olan dünya çapında şöhret sahibi Evliya Çelebi'nin mezarının kayıp oluşunu kabullenmek istemiyorduk bir türlü. Araştırmaya başladık. Tarihî kaynaklar, Evliya Çelebi'nin Mısır Seyahati dönüşünde İstanbul'da vefat ettiğini ve Lohusakadın türbesinin yanına defnedildiğini söylemekteydi. Şişhanede bulunan Lohusakadın türbesinin yanında Meyyiz Zade Kabri ve onun bitişiğinde Evliya Çelebi ailesine ait mezarlık bulunmaktaymış. O civarda yaptığımız araştırmada, Lohusakadın türbesinden başka hiç bir mezar göremedik. Nasıl olurdu, koskoca mezarlık nereye giderdi? Kafamıza düğümlenen suallerin cevablarını değerli tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı'da bulduk. Şöyle diyordu Konyalı:

"Evliya Çelebi ve babası, IV.Murad'ın kuyumcubaşısı Mehmed Zıllî Efendi Lohusakadın türbesinin yanında medfundur. Fakat yol yapılırken ordaki bütün mezarlar yerinden söküldü ve mezar taşları bir çukura dolduruldu. Ben yol yapılırken gitmiş ve mezar taşlarını görmüştüm."

Bu ifadeden sonra tekrar Şişhane'ye gittik ve bu defa mezar taşlarını aramaya başladık. Ne yazık ki bütün aramalarımıza rağmen bir tek mezar taşına bile rastlayamadık. Evet, Koca Evliya Çelebi'nin, Mehmed Zilli Efendi'nin ve daha nice büyüklerin mezarları yok olmuştu, yok dilmişti. Evliya Çelebi'yi araştıran Batılı bir araştırmacı İstanbul'a gelip Evliya Çelebi'nin mezarını sorsa, "yoktur" veya "kayıp" cevabı verilecekti. O da "Ayıp" diyemeyecek kadar nezaket sahibi ise, "yazık" diyecekti. Nitekim öyle de demektedirler.

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:28 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Köprülü Mehmed Paşa

Köprülü Mehmed Paşa, zor bir devrede devleti maharetle idare etmiş, karmaşıklığa son vererek, devlete yeniden eski itibarını kazandırmış büyük bir devlet adamıdır. Devlet hizmetine girdiği andan itibaren sık sık haksızlıklara maruz kalmış, çekemeyen kişilerin haset oklarına uğramış, fakat o yılmamış vargücüyle devlet hizmetine koşmuş ve yine en sıkıntılı zamanda hizmete talib olarak devlet gemisini sahil-i selâmete çıkarmaya muvaffak olmuştur.
Mehmed Paşa, 1578'de Amasya'nın Vezirköprü kasabasında doğmuştur. Babası Vezirköprü eşrâfındandı. Gençliğinde İstanbul'a getirilerek saraya alındı. Has odalı Hüsrev Ağa'ya bağlanarak, büyük odalı zümresine dahil oldu. Sonra hazine-i âmire'de vazife aldı. Kara Mustafa Paşa'nın zamanında Mirahorluk payesi aldı. Daha sonra Mirmiranlıkla Şam'a vali tayin edildi. 1650'de Kubbe veziri oldu. Sadrazam Gürcü Mehmed Paşa'nın garazına uğradı ve bu yüzden rütbesi alınarak Köstendil'e sürüldü.

İpşir Paşa'nın himayesi ile Trablus'a vali tayin edildi. Eskişehir'de karşılaştığı Boynuyaralı Mehmed Paşa ile birlikte İstanbul'a döndü.

Bu esnada bütün memlekette anarşi kol gezmekteydi. Zorbalık ve haksızlık almış yürümüştü. Devlet düzeni bozulmuştu. Ordudaki disiplin bozulmuş, askerler ahaliyi rahatsız etmeye başlamışlardı. Henüz çocuk olan IV.Mehmed'in duruma hâkim olması mümkün değildi. Annesi Turhan Valide Sultan saltanat naibeliği yapıyordu.

İstanbul'da bulunan Köprülü Mehmed Paşa ise; yakın dostlarından Mimar Kasım Ağa, şair ve Musikişinas Solak Zade Mehmed Hemdemî Efendi ve Evliya Çelebi ile sohbet ediyor, devlet idaresi hakkındaki fikirlerini açıklıyordu. Mütevazi fıtratıyla tanınan, mevki ve makamda gözü bulunmayan Mehmed Paşa, devletin içerisinde olduğu durumdan ızdırap duyuyor ve yakın arkadaşlarına devletin kurtarılması için ne yapılması lazım geldiğini anlatıyordu.

Turhan Valide Sultan'ın müşavirlerinden olan Mimar Kasım Ağa, Köprülünün fikirlerini Valide sultana anlatmış ve Köprülüyü sadrazam olarak tavsiye etmişti.

Valide Sultan Köprülü ile görüştü ve onu sadrazam yapmak istediğini bildirdi. O esnada 78 yaşında olan Köprülü, kendisine geniş yetkiler verildiği ve aleyhine hile koparanların sözlerine itibar edilmeyeceğine söz verildiği takdirde sedâreti kabul edeceğini bildirmiş ve kendisine çok geniş yetkilerin verilmesi üzerine 15 Eylül 1656'da sadrazamlığı kabul etmişti.

Mehmed Paşa idareyi ele alır almaz derhal anarşiyi bastırma yoluna gitmiş ve zorbaları birer birer yakalatarak cezalarını vermişti. IV.Murad gibi, ordu intizam altına alınmadan Devletin kargaşadan kurtanlamayacağına ve huzurun temin edilemeyeceğine inanan Mehmed Paşa, ordudaki zorbaları temizleyerek, disiplini kurmaya muvaffak oldu.

İstanbul'daki karışıklıklarda, yeniçeri kiyafetine soktuğu Hristiyanlar vasıtası ile müslüman ahaliyi zarara uğratan Rum patriğini idam ettirdi.

İstanbul'daki ulemâ sınıfı arasındaki kargaşalığı önledi ve bu sınıfın huzurla hizmet görür hale gelmelerini sağladı.

Devlet bünyesinde asayişi muhafaza edip, huzur ve intizamı ikame ettikten sonra orduyu toplayarak sefere çıktı. Çanakkale Boğazını kapatmış olan Venediklilerin üzerine yürüdü.

Kaptan Topal Mehmed Paşa'nın denizden, kendisinin karadan yaptığı taarruz neticesinde Venediklileri boğazdan attı ve Venedik işgali altındaki Bozcaada ve Limni adalarını geri aldı.

Eflak, Boğdan ve Erdel meselelerini ele aldı. Bu havalideki isyanları bastırdı. Anadolu'daki Abaza Hasan Paşa isyanını da başarıyla bastırdı ve Anadolu'da huzuru temin etti.

1661'de Edirne'de vefat eden Köprülü, İstanbul'a getirilerek Divanyolundaki türbesine defnedildi.

Kendisinden sonra oğullan, Fazıl Ahmed Paşa ve Fazıl Mustafa Paşa sadrazam olarak devlete hizmet etmişler ve büyük muvaffakiyet göstermişlerdir.

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:30 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Mehmed Es'ad Yesarî Efendi

San'atlar arasında mümtaz bir yere sahip olan Hat san'atı, Osmanlı hattatlarının elinde kemâlin zirvesine çıkmıştır. Osmanlı Devleti bünyesinde yetişen sayısız hattatlar görenleri hayran bırakan nefis eserler bırakmışlardır. Bu hattatlar arasında öne çıkmış, bu san'atın zirvesine ulaşmış yıldız şahsiyetler kendilerinden sonra gelen hattatlara rehber olmuşlardır. Hattat Mehmed Es'ad Yesâri efendi de bu yıldız şahsiyetlerden birisidir.
O, azmiyle iradesiyle hat san'atında latif eserler vermiştir.

Mehmed Esad Efendi; Selefleri olan, hat san'atının ustalarından, Şeyh Hamdullah, Süleymaniye camiindeki yazılarını hayranlıkla temaşa ettiğimiz Şemseddin Karahisâri ve 17.Asrın en büyük Hattatı Hafız Osman Efendiler gibi, Hat san'atına yenilik getirmiştir. Bütün hat san'atkârlarımız getirdikleri yeniliklerle ve bu sanatı mütekâmil hâle getirmeleriyle İslâm Âleminde bu san'atın ustaları olmuşlardır. Bu yüzdendir ki Osmanlı hattatlarının en önde bulunmalarını îma eden "Kur'an-ı Kerim Mekke'de nazil oldu. Mısır'da okundu. İstanbul'da yazıldı" sözü meşhur olmuştur.

Osmanlı san'atkârları belli başlı hat nevileri olan; Kûfî, Muhakkak, Reyhanı, Nesih, Celî, Sülüs, Tevkî, Raik'a, Divanî, Siyâkat, Gubâr, Tuğra, Menşur, Zülfü Arûs, Hilâli, Muinî, Şikeste, Müselsel de en mükemmel şekli bulmuş ve icra etmişlerdir. Yalnız Es'ad Yesârî Efendiye gelinceye kadar 'Ta'lîk" yazıda İran hat san'atkârları önde bulunmaktaydı. Yesârî Efendi Ta'lik yazıya da en mükemmel şekli kazandırmış ve hat san'atının bu nevinde de en mükemmel eserleri Osmanlı san'atkârlarının verebileceğini isbatlamıştır.

Hattat Yesârî Efendi'nin hayatı da eserleri kadar dikkat çekicidir. O, azmin ve iradenin muvaffakiyetin temel şartı olduğunu göstermiştir.

Yesârî Efendi dünyaya geldiğinde vücudunun sağ tarafı felçli ve sol tarafı titrekti. Fakat O, vücudun hakiki sahibinin kendisi olmadığını idrak edecek bir imana sahipti. Bu durumun çalışmaya, meslek edinmeye ve meslekte uzman olmaya mâni teşkil etmeyeceğini gösterircesine çalıştı. Küçük yaşta hattatlığa merak sarmıştı. Sağ eli felçli olduğundan sol eliyle yazıyordu. Bu yüzden "Yesârî" diye anılmaya başlanmış ve daha sonraları bu sıfat isminin yerine kullanılmıştır.

Devrin meşhur hattatlarından Seyyid Mehmed Efendi'den meşk etmiş kısa zamanda kabiliyetini göstermiştir. Bir müddet Seyyid Mehmed Efendi'den

meşk ettikten sonra icazet almıştır. Daha sonra, Hattat-ı şehir Kâtipzâde Mehmed Refı' ve İsmail Refik Efendilerden de 1767'de icazet almıştır.

Kısa zamanda temayüz ederi ve çevrede tanınan Mehmed Es'ad efendi gayet mütevazi bir karaktere sahipti. Bu yüzdendir ki san'atının takdiri yanında herkes tarafından sevilip, sayılmış, devrin ileri gelenlerinden büyük itibar görmüştür.

Devletin Şeyhülislâmı Veliyüddin Efendi, Mehmed Es'ad efendinin vücutça hastalıklı olmasına rağmen Hat san'atında kemâle erişi ve bu derece maharetine nisbeten gösterdiği tevazuu karşısında; "Cenab-ı Hak, bu zatı bizim enf-i istihbarımızı (kibirlenen burnumuzu, kibirliliğimizi) kırmak için göndermiştir." demekten kendini alamamıştır.

Es'ad Yesari Efendi, bu güzel san'atı gittikçe tekâmül ettirerek devrinin en meşhur hattatları arasında yer almıştır. Bu ustalığından dolayı Enderun'ı Hümâyun'a hat muallimi olarak tayin edilmiştir. Sultan 3.Selim'in de takdirini kazanmıştır. Es'ad Mehmed Efendi'nin hayatına dair değişik bir çizgi olarak 1791 senesinde kendisi gibi hattat olan oğlu Mustafa İzzed Efendiyle birlikte Hacca gittiğini bilmekteyiz.

Mehmed Es'ad Efendi tevazuu yanında san'atını öğretmekte de gayet cömertti. San'atının zekatını, sadakasını, hatta bu sahadaki bütün varlığını cömertçe taliplilere dağıtıyordu. Evi âdeta bir mektep haline gelmişti. Bu san'ata merak salanlar haftanın belirli günlerinde evini dolduruyor ve bu büyük san'atkardan meşkediyorlardı.

Mehmed Es'ad Yesârî Efendi 19 Aralık 1798'de İstanbul'da vefat ettiğinde geride kendisini ebediyyete kadar hatırlatacak pek çok levhalar, kitabeler bırakmıştı.

Devrin şairlerinden Süruri vefatına şu kıt'ayla tarih düşürmüştür:

Hattât-ı hoş nivis Yesari Efendi'nin

Fevtîle kiydi hâme-i terceme-i siyah

Tarihi harfi mu'ceme ta'lik edüb dedim

Ceffelkalem Yesârîi Hattat getdi ah"

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:31 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Ahmed Cevdet Paşa

19. asrın en meşhur Devlet adamı ve âlimlerinden birisi de Ahmed Cevdet Paşa'dır.
Cevdet Paşa Devlet kademelerindeki icraatlarıyla, telif ettiği eserlerle ve hukuk sahasındaki üstün başarısıyla devrinde ve sonraki yıllarda takdirle hatırlanmıştır.

27 Mart 1822'de Lofça'da doğan Cevdet Paşa ilim âlemine çok küçük yaşında adımını atmıştır. Dedesi Ahmet Ağa Prut gazilerindendir. Babası İsmail Ağa Lofça'nın idare meclisi azâsıdır. Annesi Ayşe Sünbül Hanım da kültürlü, ilim, irfan kıymeti bilir bir kadındır. Bu şekilde ilme kıymet veren bir aile muhitinde büyüyen Ahmet Cevdet, ilk tahsilini doğduğu kasabada yapmış, çok kuvvetli bir dinî kültür edinmiştir. 17 yaşına kadar Lofça'daki âlimlerden dinî ilimlerin yanı sıra, Arapça, mantık ve fen ilimleri tahsil etmiştir. Fıtraten, zeki, kabiliyetli ve çalışkan olan Ahmet Cevdet 1839'da İstanbul'a gelmiş ve Fatih Camiinde tahsiline devam etmiştir. Bir taraftan öğrenirken diğer taraftan da öğrendiğini öğretmektedir. Devrin ricali, âlim ve şairleriyle tanışmış, hepsinin takdirini kazanmıştır.

1844'te Dârül-Mesnevî'nin açılışı esnasında padişah I.Abdülmecit'in huzurunda Mesnevi-i Şerif icazetini almıştır.

Medresede, hadis, tefsir, mantık, âdap, ilm-i kelam, hikmet, hendese, hesap, cebir, kozmoğrafya, coğrafya tahsil ederek kuvvetli bir ilmî yapı kazanmış olan Cevdat Paşa, devlet hizmetinde çeşitli kademelerde selâhiyetini ortaya koymuş ve her vazifesinde muvaffakiyet göstermiştir.

1845'te Müderris oldu. 1850'de Meclis-i Maârif âzâlığı ile Darülmuallimîn müdürlüğüne tayin edildi-. 1851'de devrin en yetkili ilim müessesesi olan "Encümen-i Dâniş"e âza tayin edildi. Bu vazifede iken "Kavâid-i Osmaniyye" isimli dilbilgisi kitabını Sultan Abdülmecid'e takdim etti. 1853'te de otuz yılda ikmal edeceği 12 ciltlik meşhur eseri "Tarih-i Cevdet" in üç cildini tamamlayarak padişaha sundu.

Cevdet Paşa bir yandan resmî vazifelerini yaparken bir yandan da ilmî faaliyetini devam ettirmekte, durmadan eser telif etmekteydi. Onun parlak çalışmalarla geçen vazife hayatına göz atmaya devam edelim:

1855'te Vak'anüvis olan Cevdet Paşa, yine aynı sene içerisinde Galata Mollası olarak hizmet verdi. Meclis-i Âli-i Tanzimat âzası oldu. Bu vazifede iken cezaî kanunnâmeleri tamamlamada çalıştı. 23 Mayıs 1863'te Bosna-Hersek müfettişliğine gönderildi. Bu vazifeden dönüşünde kendisine Osmanlı nişanı verildi. 1865'te vezir (paşa) rütbesini kazandı ve akabinde Haleb Valiliğine tayin olundu. 1868'de İstanbul'a çağrılarak "Divan-ı Ahkâm-ı Adliye" ve "Cemiyet-i İlmiyye" başkanlıklarına getirildi. Cevdet Paşa, yirmi sene bu vazifede kaldı. Bu vazifede iken 1872'de Maraş valiliğine (18 gün), Bursa valiliğine gönderilmişse de sonradan tekrar çağrılarak, Hanefi fıkhının temel alındığı kanunların tanzimi için çalışan heyetin başına getirildi.

Temel hukuk eserlerinden olan ve uzun zaman kullanılan "Medeni kanunları" muhtevi Mecelle'nin tanziminde en büyük vazifeyi yüklenmiştir.

Cevdet Paşa çeşitli defalar, mühim devlet makamı olan nazırlık (bakanlık)larda bulunmuş ve bu makamlarda iken çok değerli icraatlar yapmıştır.

Vefatına kadar, beş defa adliye, üç defa marif, iki defa evkaf (vakıflar), birer defa da dahiliye (içişleri), ticaret ve ziraat (tarım) nazırlığı yapmıştır. Ayrıca Şûrayı Devlet (Danıştay) reisliği de yapmıştır.

Mühim devlet idareciliği esnasında isabetli karar vermesiyle de tanındı. 1877'deki Osmanlı-Rus harbinin aleyhinde bulundu ve devletin harbe girmesini istemedi, fakat imkânları elvermediğinden harbe mani olamadı.

25 Mayıs 1895'te İstanbul'da Hakkın rahmetine kavuşan Cevdet Paşa geride kendisini rahmetle andıran değerli eserler ve uzun yıllar boyunca verilen değerli hizmetler bıraktı. Fatih türbesi mezarlığına defnedildi.

Cevdet Paşa, tarih, hukuk, edebiyat ve dinî ilimler sahasında kıymetli eserler telif etmiştir. Başlıcaları şunlardır:

Kavâid-i Osmaniye, Belâgat-i Osmaniye, Kavâid-i Türkiyye, Divançe (kaside ve gazeller), Tezâkir (tarih), Tarih-i Cevdet, Mâruzât, Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefâ... Ayrıca kendisinin başkanlığındaki ilmî bir heyetin hazırladığı ve 1868'den 1926'ya kadar 58 sene mer'iyette kalan MECELLE'yi de Cevdet Paşa'nın emek verdiği eser olarak kabul etmek lazımdır.

Cevdet Paşa Yurdumuzda Hukuk Fakültesinin kurucusu olarak da isim yapmıştır.

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:32 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Koca Yusuf

Pehlivanlarımızın dünyaya nam saldıkları 19. asırdayız. Henüz yürümeye başladığı andan itibaren akranlarıyla kapışarak pehlivanlığa ilk adımı atan yiğitlerimiz, büyüdükçe ustaların nezareti altında güreş dersi alarak er meydanına hazırlanmaktadırlar. Devrin hâkim havası altında, sağlam bir dinî ve millî kültür alan pehlivanlar, mertlik, yiğitlik, pehlivanlık yarışıı yapmayı en büyük zevk kabul etmektedirler. Devrin insanlarının en büyük eğlencesi de bu yiğitlerin güreşlerini seyretmektir.
Asırlardır harp meydanlarında gayr-i müslimlerle karşılaşmış yiğitlerimiz, ilk defa 19. asırda, sulh zamanında "diyar-ı firengistan"da gayr-ı müslim pehlivanlarla karşılaşmışlardır. Avrupa ve Amerika'da güreşerek dünyaya nam salan pehlivanlarımızın en meşhuru Koca Yusuf tur.

Gelmiş geçmiş en meşhur pehlivanlarımızdan olan Koca Yusuf, ulemâların "darül harp"te güreş tutmanın ve müslümanların maddeten de güçlü olduklarını isbat etmenin de bir cihad olduğu yolunda beyanları üzerine Avrupa ve Amerika'ya itmiş oralardaki bütün meşhur pehlivanların sırtını yere vurarak cihan pehlivanı unvanını almıştır.

Evlâd-ı fâtihan'dan olan Koca Yusuf 1865'te Deliorman'ın Şumla köyünde dünyaya gelmiştir. Çocukluğundan itibaren güreşe merak salan Yusuf on altı yaşında ayağına kisbet geçirerek er meydanında boy göstermeye başlamıştır.

Yusuf, çevikliği, kuvveti, ustalığı yanı sıra; açık sözlülüğü, mertliği ve İslâm'ı yaşamadaki hassasiyetiyle de dikkatleri çekmektedir.

Yirmi yaşına geldiğinde kendisine antreman verecek pehlivan bulamayan Koca Yusuf çoğu vakit tek başına çalışmaktadır.

Yusuf, koca koca kütükleri kaldırmakta, bu kütükleri kucağına alarak taşımaktadır. Her gün yüksek dağlara inip çıkan, koşan, temiz havayı ciğerlerine dolduran Yusuf, duvar idmanı yapmakta, çamur yoğurarak parmaklarını ve bileklerini kuvvetlendirmektedir.

Koca Yusuf yirmi yaşında iken 1885 yılında, 26 senedir Kırkpınar Başpehlivanlığını elinde bulunduran Aliço ile berabere kalmış, Aliço da sonrasında Koca Yusuf un "başpehlivanlığa" layık bir yiğit olduğunu kabul ederek başpehlivanlığı devretmiştir. Bu tarihten itibaren Yusuf Türkiye'nin başpehlivanıdır. Karşısına çıkan hiçbir pehlivan kendisinden bu unvanı almaya muvaffak olamamışdır. Devrin meşhur pehlivanları; Adalı Halil, Kara Ahmet, Katrancı, Karagöz Ali, Memiş, Filiz Nurullah, Kurtdereli Mehmet ve Hergeleci İbrahim Koca Yusuf la kapışmışlar, hepsi de Yusuf un kendilerinden üstün pehlivan olduğunu kabul etmişlerdir...

Er meydanında kıran kırana güreş yapılmaktadır. Zamana sınırlama yoktur. Mesala 1890'da Koca Yusufla Adalı beş saat güreşmişler, fakat herhangi bir netice alamamışlardır.

Türkiye'nin en kuvvetli adamı kabul edilen Yusuf, Fransız sirk cambazı Doublier'in dikkatini çeker ve Yusuf u Avrupa'ya götürerek güreştirmek bu sayede para kazanmak ister.

Meseleyi Koca Yusuf a açtığında ilk başlarda kabul etmeyen Yusuf, bilahare parayı pulu aklına getirmeden, sadece "keferelerin sırtını yere vurmak" ve Müslümanların maddî kuvvet bakımından da üstün olduklarını isbatlamak için Avrupa'ya gitmeğe razı olur.

Avrupalılar o devirde serbest güreşin yabancısı olduğundan Koca Yusuf Greko Romen güreşi dersi alır. 1895'te Fransa'ya gider. Yusuf, antremanda bile olsa içerisinde yenişme olmayan güreşi kabul etmemekte, karşısındaki rakibini tutar tutmaz yere sermektedir.

Fransa'ya giden Yusufun nâmı kısa zamanda bütün Fransa'da duyulmaya başlamıştır. Yusuf peşpeşe yaptığı güreşlerde rakiplerini bir dakika bile beklemeden tuş yapmaktadır.

Fransa'nın meşhur güreşçileri, Fenelon, Furnier, Dumont, Pol Pons, Sabes ve Feliks Bernard'ı Fransızları hayrette düşürecek kadar kısa zamanda yener. Mesela Dünya şampiyonu diye tanınan Sabes'i dört saniyede tuş eder.

Yusufun rakiplerini nasıl yendiğini anlamaya bile vakit bulamayan seyirciler güreşlerin uzatılmasını istemektedirler. Yusuf ise böyle bir teklifi şiddetle reddetmektedir. Menejerleri Yusuftan yavaş güreşmesini rica ederler. Yusuf bu teklifi kabul eder. Fakat Yusuf rakipleriyle bir-iki dakika oynadıktan sonra kâfi bulmakta ve sırtlarım yere vurmaktadır. Çaresiz kalan organizatörler Yusufun karşısına peş peşe iki güreşçi çıkarırlar ve iki güreşçinin yirmi dakika dayanması halinde büyük para vadederler. Ne varki Yusuf kendisiyle peş peşe güreşen Gambier ve Raul gibi meşhur güreşçileri de yirmi dakika dolmadan tuş yapıverir.

Yusuf, karşısına çıkan mağrur Rum Pierri ve İngiliz Tom Cannon'u da kısa zamanda tuş eder.

Avrupalı organizatörler, bu müthiş pehlivanı ancak bir Müslüman pehlivanının yenebileceğine kanaat getirerek Türkiye'den Hergeleci İbrahim'i getirirler.

Fransa'da karşı karşıya gelen Koca Yusuf la Hergeleci Avrupalıları hayrette bırakan müthiş bir güreş sergilerler. Anlaşmalarına göre güreş Türkiye'deki gibi serbest ve kıran kırana olacaktır.

Güreş süratle devam ederken Yusuf, Hergeleci'ye boyunduruk takar, Hergelecinin burnundan kan akmağa başlar. Telaşlanan hakemler güreşi durdurup Hergeleci'ye bir şikayeti olup olmadığını sorarlar. Şaşıran Hergeleci burnundan devamlı akan kana aldırış etmeksizin; "Neden ola ki? İşte pekâla güreşip duruyoruz." der.

Oynaş güreşe alışmış Avrupalıların şaşkın bakışları arasında bir nara savuran Koca Yusuf bu defa Hergeleciyi Kurt kapanına alır. Hergeleci'nin boğulduğunu zanneden seyirciler telaşlanırlar, kadınlar bağrışmayâ, ağlaşmaya başlar. Jüri heyeti ayrılmalarını ister. Yusuf aldırış etmez. Birkaç kişi Yusufu çeker yine de ayıramazlar. Bu defa sopalarla, bastonlarla Yusufun sırtına, kafasına vurmağa başlarlar. Netice'de ayrılan pehlivanlar berabere ilan edilir. Her iki pehlivanımız da neticeden memnun değildir. Yusuf;

"Ne güzel güreşiyorduk" derken Hergeleci;

"Bizde erkek güleşir, kadın ağlar; ama asla güreşi bırakın demez." ifadeleriyle kırgınlığını ortaya koymaktadır.

Fransızlar Yusufu yendirmek için Amerika'dan zincirkıran lakaplı Leitner'i getirtirler. Ne var ki Yusuf Leitner'i de kısa zamanda tuş ediverir.

Fransa'da karşısına çıkacak rakip bulamayan Yusuf sıkılmağa başlar. Onu en fazla organizatörlerin davranışları üzmektedir. Yusufun paraya pula metelik vermediğini bilen organizatörler onun sırtından büyük servetler elde ederken Yusuf a çok az pay vermektedirler. Yusuf buna da aldırış etmez. Fakat inancına göz dikilmesi Yusuf u çileden çıkarır.

Güreşirken tesettüre riayet eden ve diz kapaklarını örten şortla güreş tutan Yusuf hususi hayatında da dinî inançlarına son derece bağlıdır. Namazlarını düzenli olarak kılmaktadır. Yemeklerinin piştiği kaplarda daha önce domuz yağı ve etiyle yemek pişmiş olması ihtimalini göz önünde bulunduran Yusuf önceden bu kaplan iyice yıkatmakta ve yemeklerin pişmesine bizzat nezaret etmektedir.

Yusufun sırtından para kazanan Fransız Doublier sırf Yusufun inancıyla alay etmek için bir gün yemeğine domuz eti karıştırır. Bunu farkeden Yusuf, Doublier'i haklamak ister. Durumu farkeden Fransız kaçar. Ahlaksızlıktan tiksinen Yusuf, hele inancına karşı yapılan bu hakarete tahammül edemiyerek yapılan bütün teklifleri reddederek Fransa'da güreş yapmak istemez. Yusufun davranışları hayretle karşılanmaktadır. İngiliz Torna Cannon, "Meğer sizin Yusufun ahlakı da gövdesinin kuvveti kadar yamanmış" demektedir.

Fransa'daki ve civardan gelen bütün meşhur güreşçileri yenen Yusuf kendisine yapılan teklifi kabul ederek Amerika'ya gider.

Koca Yusuf Amerika'da

Amerikan basını Koca Yusufun gelişine büyük ehemmiyet vermiş ve yaptıkları neşriyatlarla Yusufu methetmişlerdir. Gazeteler aynı zamanda Yusufun meydan okumasına cevap vermeyen Amerika'lı güreşçilerle de alay etmektedir.

"Güreş âleminin İskender'i, Napolyon'u geldi"

diyen Amerikan basını Yusuf tan şöyle bahsetmektedir:

"Tırnağının ucuna kadar namuslu bir adam ve ne miktar olursa olsun para onu satın alıp cambazlık yaptıramaz."

"Bizim sporculara pek tuhaf gelecek bir gerçek var. Bu Türk paraya hiç önem vermiyor."

"Yusuf geldi. Güreş etmek istiyor ve isteğinde gayet samimi. Parasını da yatırdı. Gelgelelim karşısına çıkacak Amerikalı bulunmuyor. Bundan çıkan mânâ bizimkilerin müthiş ziyaretçinin kuvvetinden ürktükleridir."

"Müthiş Türk Yusuf, maçlarını Nev York'a gelmeden evvel ayarlamadığı ve güreş etmek istediğini uluorta söylediği için hata etmiştir. Böyle bir açıklama Amerikalı güreşçileri paniğe uğratmak için kâfiydi. Anlaşıldığına göre, şimdiye kadar şampiyonuz diye poz veren adamlar, Türk bu memlekette kaldıkça meydana çıkmayacaklar."

Güreşmek ümidiyle Amerika'ya gelen Yusuf her sabah organizatörlere; "Bugün güreşecek miyim" diye sormaktadır.

Yusufun karşısına çıkacak güreşçi bulamayan organizatörler nihayet akıllarınca bir çare bulurlar. Yusufun karşısına peş peşe beş güreşçi çıkacaktır. Ne var ki, Yusuf birincisinin sırtını yere serince diğer dört güreşçi, mindere çıkmaktan vazgeçerek organizatörleri hayal kırıklığına uğratırlar.

Bir diğer çare olarak Yusuf a beş dakika dayanana yüz dolar vaadedilir. Bu da netice vermez. Çünkü hiçbir güreşçi Yusufun karşısında beş dakika dayanamamaktadır.

Yusuf kendisine meydan okuyan, "Amerikan şampiyonu" unvanlı Robert'le güreşir. Ancak iki dakika boyunca Yusufun eline geçmemek için devamlı kaçan Robert yakalanacağını anlayınca minderden aşağı atlar. Çok kızan Yusuf salonda bulunan on bin kişiyi kendisiyle güreşe davet eder. Müteakip güreşinde Yusuf Robert'i perişan ederek yener.

Yusufun Amerika'daki meşhur güreşlerinden birisi de John F.Mc.Cormick ile yaptığı güreştir. Anlaşmaya göre Yusuf Mc.Cormick'i bir saat içerisinde üç defa tuş yapacak, yapamadığı takdirde mağlup sayılacaktır. Güreş başladıktan yedi dakika sonra Yusuf üç tuşu da yapmıştır...

1898'de Amerika'da fırtına gibi esen Yusuf Amerika turuna çıkar ve her gittiği yerde rakiplerini perişan eder. Zaman olur 41 derece ateşle güreşir.

Yusuf kendisine meydan okuyan ve esip savuran Rum Heraklides'i perişan eder. Rumla yaptığı güreşlerin birincisinde 47 saniyede, ikincisinde ise 23 saniyede tuş yaparak Rum'un mağrur burnunu yere sürter.

Yusuf Amerika'da son maçını serbest güreş dünya şampiyonu Lewis ile yapmıştır. Chicago'da yapılan güreşte Lewis'i üst üste iki defa yenmiştir.

Yaptığı bütün karşılaşmalarda, dininin, vatanının, milletinin şânını düşünen Yusuf devamlı galip gelmiştir. Avrupalılar kendisine "yenilmez Türk" ünvanını takmışlardır.

Yusufun gözünde kazandığı paraların ehemmiyeti yoktur. O artık vatanını, ailesini özlemiştir.

Yusuf kalan ömrünün iki çocuğu ve ailesiyle birlikte, Eyüb Sultan civannda alacağı bahçeli bir evde ibadet yaparak geçirmek istemektedir.

Vatan hasretine dayanamayan Yusuf New York'tan 21 Mayıs 1898'de Fransız bandıralı da Bourgogne Transatlantiği'ne binerek yola çıkar. Ne var ki ecel onu okyanusta beklemektedir. Bindiği gemi sis yüzünden İrlanda bandıralı Crmartyshire gemisiyle çarpışır.

Geminin battığını gören Yusuf abdest alarak iki rekat namaz kılar. Daha sonra bir filikaya binmek üzere denize atlar. Ne var ki can telaşına düşen tayfalar ve yolcular Yusufun binmesiyle filikanın batacağından ürkerek onun filikaya binmesini engellerler. Yusufun mengene gibi kayığın kenarına yapışan elini kürek darbeleriyle sökemeyince balta ile bileklerini keserler. Bunun üzerine Yusuf 5 Haziran 1898'de boğularak ruhunu Rahmân'a teslim eder.

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:32 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Sultan II.Abdülhamid Han

Sultan II.Abdülhamid Han, tarihimizin en talihsiz idarecilerindendir. onun talihsizliği daha tahta çıkar çıkmaz başlamıştır. "Kaht-ı Rical" tabirinin tam olarak kullanılabileceği bir devrede tahte oturmuştur. Otuz üç yıllık saltanatı müddetince, koca bir devleti bütünüyle parçalanmaktan kurtarmasına, vatan parçasının Ermeniler ve diğer Avrupalı devletlerce parça parça edilmesini önlemesine, perişan bir vaziyetteki ekonomiyi rayına oturtmasına, çok şümullü kültür ve eğitim seferberliğini başlatmasına rağmen "gelenin keyfi için geçmişe sövmeyi" âdet edinenlerin kaza oklarından kurtulamamıştır. Öyle ki günümüze kadar uzanan bir zaman diliminde Sultan II.Abdülhamid gerçek yönüyle ele almaktan ısrarla kaçınılmıştır. Hakkında gerçekçi bir inceleme yapılmadan Yahudilerin, Ermenilerin ve emperyalist emellerine mani olduğu için Avrupalıların yakıştırdığı "Kızıl Sultan" yaftası bazı yerli tarihçiler tarafından ısrarla kullanılmıştır.
Osmanlı tahtında en fazla kalan padişahlardan olan ve bütün Avrupa ülkelerinin, "hasta adam" tabir ettikleri Osmanlı Devletini pay etme sevdasına düştükleri bir devrede tahta oturan Sultan II.Abdülhamid'in hayatı çeşitli cepheleriyle incelendiğinde 19.yüzyılın siyasî ve içtimaî panoraması hakkında enteresan bilgiler alınacaktır. Biz, şahsiyeti en fazla tartışma mevzuu olmuş bir padişah'ın hayatına devrindeki hadiseleri de ele alarak kısaca göz atacağız.

Sultan II.Abdülhamid 21 Eylül 1842'de dünyaya geldi. Babası Sultan Abdülmecid, annesi Tir-i Müjgan Sultan'dır.

İyi bir tahsil görmüştür. Arapça, Farsça, Fransızca ve Tarih üzerine dersler almıştır. Ayrıca musiki öğrenmiş, marangozluk sanatında mükemmel eserler yapacak derecede ustalaşmıştır. Öyle ki yaptığı eserlerin yağmadan kurtulabilenleri görenlerce takdirle karşılanmaktadır. Cuma ve bazan vakit namazlarını kıldığı Yıldız Camiindeki, kendisinin ve şehzadenin namaz kıldığı mahfillerin tahta işlemesini bizzat kendisi yapmıştır.

Sultan II.Abdülhamid, büyük kardeşi Sultan V.Murad'ın 31 Ağustos 1876'da tahttan indirilmesinden sonra aynı gün Topkapı sarayında tahta oturarak cülus etmiş, 7 Eylül'de Kılıç alayı yapılmıştır.

Tahta oturduğunda ikbal uğruna türlü desiseler çeviren şahıslar Devletin en mühim kademesinde vazife başındaydılar.

Sultan Abdülaziz Han; Abdülhamid Han'ın tahta geçtiği esnada en üst seviyede Devlet idaresinde bulunanlardan, Hüseyin Avni Paşa, Midhat Paşa ve Mütercim Rüştü Paşa'nın müşterek çalışmalarıyla ve bizzat Abdülaziz'in üzerine titrediği donanmanın ve ordunun suistimal edilmesiyle 30 Mayıs 1876'da tahttan indirilmiş, daha sonra da bilhassa Hüseyin Avni Paşa'nın planlarıyla 4 Haziran 1876'da saray pehlivanlarınca her iki bilekleri kesilmek suretiyle şehit edilmiştir. Öyle ki bu pehlivan padişah henüz ölmemişken yanına doktor yaklaştırılmamış, ardından Hüseyin Avni Paşa tarafından Beşiktaş Karakoluna naklettirilmiş, orada hasır üzerine bırakılmıştır. Sultan Abdülaziz Beşiktaş karakolunda can çekişmiş, daha sonra ruhunu Rahmana teslim etmiştir.

Abdülaziz Han'ın katline karışanlar Yıldız Mahkemesinde muhakem edilmişler, neticede ileri gelenler idama mahkum olmuşlardır. Fakat Sultan Abdülhamid bu idamları hapis cezasına çevirmiştir.

Abdülhamid Han'ın tahta geçtiği 1876 senesi Osmanlı tarihinin dönüm noktasıdır. Bu tarihte Rusya ile kaçınılmaz bir savaş yaklaşmaktaydı. Balkanlarda huzursuzluk vardı. İsyan hareketleri görülüyordu. Sırbistan ve Karadağ Prenslikleri isyan etmişti. Bosna ve Hersek'te ayaklanmalar devam edip gidiyordu. Girit huzursuzdur.

Bu kanşık hengâmede tarihimizde ilk Anayasa hazırlanmış ve 23 Aralık 1876'da ilan edilmiştir. Bu tarih aynı zamanda I.Meşrutiyetin ilanı tarihidir. Anayasa mucibince teşekkül olunan "Meclis-i Meb'usan" 19 Mart 1877'de açılmıştır. Bu tarihten itibaren padişah yegâne karar mercii değildir. Bu durum 13 Şubat 1878'de Meclis-i Meb'usanın padişah tarafından tatil edilmesine kadar devam etmiştir. Daha sonra I.Meşrutiyetin ilan edildiği tarih olan 23 Temmuz 1908'e kadar, otuz küsur sene II.Abdülhamid Han'ın şahsî idaresi başlayacaktır.

Birinci Meşrutiyet devresi, Abdülhamid Han'ın şahsiyetinin Devlet idaresinde tam olarak görülmediği devredir. Kendisinin istememesine rağmen bazı Paşalar ve idareciler Rusya ile savaşta ısrar etmektedirler. Bu şahısların baskısı ve Meclisin ısrarına, henüz tahta yeni oturmuş olan Abdülhamid Han karşı koyamaz ve Rusya'ya harp ilan edilir.

Padişah'ın bu devrede mühim faaliyetlerinden olarak bazı Devlet ricalini etkili vazifelerden uzaklaştırması gösterilebilir. Mithat Paşa'nın 5 Şubat 1877'de Türkiye'den çıkarılması buna misal verilebilir.

İyi bir vali olan Mithat Paşa daha sonraları ikbal hırsına kapılarak türlü entrikalarla devlet çarkının başına tırmanmış, fakat icraatları bu makama layık olmadığını göstermiştir. Abdülaziz'in hal'inde birinci derecede rol oynamıştır. Bosna-Hersek eyâletinde ayyıldızlı bayrağın yanına bir haç ilave ettirmek garabetini göstermiştir. Kendi adına ordu kurmak cür'etini göstermiştir. Devletin amansız düşmanı İngiltere'nin gözü kapalı hayranlarındandır. Neticede hırsının tokadını yemiş, şan ve şöhretini kaybetmiştir...

Osmanlı-Rus harbi

Abdülhamid Han; henüz tam olarak Devlet idaresine hâkim olamadığını, Devletin borçlar içerisinde yüzdüğünü, Orduda tam bir birliğin temin edilemediğini biliyordu ve bu yüzden Rusya ile savaşa girmek istemiyordu neticede Devlet ricalinin ısrarları kararda ağır bastı ve 24 Nisan 1877'de Rusya'ya harp ilan edildi. Hicrî 1293 yılında cereyan ettiği için tarihimize 93 harbi diye geçen, bir sene devam edecak büyük muharebe başlamış oldu. Bu muharebe Dünyada cereyan etmiş ve büyük muharebelerden birisidir. Rumeli (Tuna) ve Anadolu (Kafkas) cephesi olmak üzere iki büyük cephede cereyan etmiştir.

Bu savaşlarda Osman Paşa Tuna cephesinde, Muhtar Paşa Kafkas cephesinde büyük kahramanlıklar göstermişlerdir. Ancak, Balkan savaşlarında en acı şekilde görüleceği üzere bu savaşlarda da ordu erkânı arasındaki geçimsizlik mağlubiyetler zincirini netice vermiştir. Gazi Osman Paşa'ya bu çekememezlikler yüzünden, yardım gönderilmesi engellenmiştir. Bu yüzden üst üste kazanılan zaferlere rağmen Plevne 10 Aralık 1877'de Ruslann eline geçmiştir.

Savaş esnasında kumanda birliği yoktu. Yeterli kumandanlar yoktu. Bu yüzden yeterli müdafaa da yapılamadı. Neticede Ruslarla 31 Ocak 1878'de Edirne mütarekesi, 3 Mart 1878'de Ayastafanos anlaşması imzalanmıştır. Abdülhamid Han, bütün diplomatik yollan tecrübe edip, büyük muvaffakiyet kazanarak Osmanlı Devleti için çok kötü neticeler getirecek olan Ayastafanos anlaşmasının yürürlüğe girmesini engellemiştir. Savaşta oldukça yıpranan ve perişan olan Rusya yeni bir savaşı göze alamamıştır.

Rusya ile savaştan bu şekilde kötü netice ile çıkıldıktan sonra Sultan Abdülhamid, ısrarına rağmen savaş isteyen "Meclis-i Meb'usânı" belli bir zaman göstermemek kaydiyle 13 Şubat 1878'de kapatmıştır. Böylece I.Meşrutiyet fiilen sona ermiş oluyordu.

Meclisin kapatılmasından yaklaşık üç ay sonra 20 Mayıs 1878'de iktidar değişikliği teşebbüsü olmuştur. Ali Suavi, yanına topladığı bir gurupla Çırağan sarayına baskın yapmış, V.Murat'ı yanlarına alarak tahta çıkarmak istemiştir. Bu teşebbüs Beşiktaş muhafızı Hasan Paşa tarafından ânında bastırılmış ve Ali Suavi Hasan Paşa tarafından öldürülmüştür.

İlk iki senelik saltanatı boyunca camilerde halkla beraber namaz kılan, halkla haşir neşir olan Abdülhamid Han bu hadiseden sonra aşın tedbir alan bir idareci hüviyetine bürünmüştür.

Berlin Muahedesi ve Ermeni Meselesi

93 Harbinin noktalandığı Ayastafanos Antlaşmasının uygulanamayacağını gören Rusya, Ayastafanos şartlarından vazgeçmiştir. Daha sonra Osmanlı Devleti ile Rusya arasında 13 Temmuz 1878'de Berlin anlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmanın görüşmelerine İngiltere, Almanya, Fransa, Avusturya-Macaristan ve İtalya da katılmıştır.

Antlaşmaya göre Rusya'nın menfaatinin Ayastafanos'a karşılık çok az görülmesine rağmen yine de çok ağır şartlar taşıyordu. Meselâ 61.Maddede, Doğu Anadolu'da Ermenilerin azınlık teşkil ettikleri vilayetlerde Ermeniler lehine ıslahat yapılması, aynı ıslahatın Mekedonya vilayetlerinde de tatbik edilmesi şart koşulmaktaydı. Devletin parça parça olmasını netice verecek bu hükümler Abdülhamid Han'ın çok başanlı diplomatik manevraları sayesinde asla yürürlüğe konulmamıştır.

İngiltere, Rusya ve Fransa'nın kasıtlı olarak Berlin antlaşmasına koydurdukları 61.Madde Devletin parçalanmasını hedefliyordu. Her üç ülkenin de Osmanlı Devleti topraklarında gözü vardı.

Doğu Anadolu'yu yutmak isteyen Rusya, Ermenileri kışkırtmaya başladı. 19.Asır'da Osmanlı Devletinin ve İslâm âleminin en büyük ve amansız düşmanı İngiltere de Ermenileri kışkırtanlar arasındaydı.

Halbuki Osmanlı Devleti sınırlan içerisindeki Ermeniler büyük bir huzur ve refah içerisinde yaşıyorlardı. Çoğunluğu ticaret ve kuyumculukla meşgul olmaktaydı. Zengin olmuşlardı ve çok rahat bir hayat sürüyorlardı. Tanzimattan sonra devlet memuru da olmuşlardı. Hatta içlerinden vezirliğe, senatörlüğe, nazırlığa yükselenler de olmuştu. Diğer azınlıklar gibi onlar da tam bir din ve vicdan hürriyetine sahiptiler.

Rusya ve diğer Avrupa devletlerinin kışkırtmaları ve büyük çapta yardımlarıyla 1886'da Ermeniler İsviçre'de "Hınçak" gizli cemiyetini kurdular. Günümüzde olduğu gibi, büyük ekseriyette oldukları, Rusya'nın sınırlan dahilindeki Ermenistan'da hiçbir faaliyette bulunmayan Ermenilerin hedefi Osmanlı Devletiydi. İngiltere ve Rusya gibi devletlerin uşaklığını ve maşalığını yapmakta kusur etmemeye çalışıyorlardı.

Gizli cemiyeti kurduktan sonra Avrupa'daki Ermeni zenginlerden para topladılar. Daha sonra Osmanlı sınırlannda yaşayan zengin Ermenilerden zorla maddî yardım aldılar.

Avrupa'da yetişen anarşist Ermenilerle, Rusya'daki Ermeniler peyderpey Osmanlı topraklarına sızarak çalışmalara başladılar. Neticede Anadolu'da isyanlar başladı. İlk isyan 1894'te Sason'da çıktı. Bundan sonra yer yer Anadolu'da isyanlar çıktıysa da hepsi bastınldı.

İngiltere, Fransa ve Rusya zaman zaman Berlin Muahedesinin 61. Maddesinin yürürlüğe konulması için baskı yapıyorlardı. Fakat Abdülhamid Han bütün baskılan göğüslüyor ve sonuçsuz bırakıyordu.

Sultan Abdülhamid Alman Büyükelçisine, 61. Maddeyi yürürlüğe koymaktansa ölmeyi tercih ettiğini söyleyerek bu husustaki kararlılığını açıkça ortaya koymuştur.

61. Madde yürürlüğe girdiğinde bugün 21 vilayetimizin yer aldığı bölgede bulunan o zamanki altı vilayet (Diyarbakır, Erzurum, Sivas, Harput, Van ve Bitlis) Ermenilerin kontrolüne geçecekti. Bugün Doğu bölgesinin elimizde bulunmasının Abdülhamid Han'ın ustaca politikasına ve mahir idaresine borçlu olduğumuzu unutmamak lazımdır...

Abdülhamid Han'ın Ermeni isyanlarını bastırmada ilk yaptığı iş, meseleyi fazla büyütmemek olmuştur. Zaten Ermenilerin istedikleri de meselenin, Osmanlı Devleti tarafından en mühim bir mesele gibi ele alınmasını sağlayarak Avrupa devletlerinin dikkatlerini çekmekti.

Abdülhamid Han Ermenilerin karışıklık çıkardıkları yerlerde, orduyu hadiselere müdahale ettirmeksizin karışıklığın ahâli tarafından bastırılması için çalışmış ve bunda da muvaffak olmuştur. Böylece Ermeniler planlarının aksiyle tokat yemişlerdir...

Kışkırttıkları Ermenilerin bir netice alamayacağını gören İngiltere, Fransa ve Rusya 11 Mayıs 1895 tarihli nota ile Berlin antlaşmasının 61. Maddesinin derhal yürürlüğe konulmasını istemişlerdir. Ayrıca notaya göre, Doğu vilayetlerinde yeni valiler tayin edilmeli, bu tayinler de büyük devletlerin direktifleri istikametinde yapılmalıydı. Ayrıca Ermenilerden müteşekkil jandarma birlikleri kurulmalı ve cani ermenilere dersini veren halktan oluşmuş birlikler dağıtılmalıydı. Notayı kabul ettirmek için tehdidini ileri götüren İngiltere donanmasını Çanakkale Boğazı önlerine getirmişti. Fakat Abdülhamid Han, bu tehditlere boyun eğmediğini ve eğmeyeceğini kesin olarak ortaya koymuştur. 3 Haziran 1895'te verdiği cevabî nota ile, 11 Mayıs notasını bütünüyle ve kesin bir şekilde, açık kapı bırakmayacak surette reddetmiştir.

Abdülhamid Han, Osmanlı Devletine göz dikmiş bu üç devlete karşı, sıkı bir dostluk münasebetleri kurmuş bulunduğu Almanya ile Avusturya ve Macaristan'ı ileri sürmüş ve böylece bu ihtiraslı devletleri pasif hale getirmiştir. Ayrıca İtalya ile de iyi münasebetlerim devam ettirerek bu devletin de aleyhte tavır, almasını önlemiştir.

Diplomatik yoldan ve anarşi ile bir neticeye ulaşamayacaklarını anlayan Ermeni komiteciler, Abdülhamid Han hayatta olduğu müddetçe de hiçbirşey elde edemeyeceklerini anlayarak padişah'a suikast tertip ederek öldürmeye karar verirler.

Suikast planının tatbiki için uluslararası anarşistlerle temasa geçerler. Belçikalı anarşist Jorris İstanbul'a gelerek Padişah'ın selamlık merasimlerini takip eder.

Padişah'ın her Cuma günü Yıldız camiinden çıktıktan sonra l dakika 42 saniyede arabasına bindiği tesbit edilir. Suikast için Viyana'da hususi araba yaptırılarak parçalar halinde İstanbul'a getirilir. Daha sonra İstanbul'da monte edilir. Çok büyük tahrip gücü olan saatli bomba arabaya yerleştirilir ve Yıldız camii önüne Padişahın arabasının yanına bırakılır. Suikastçilere göre her şey tamamdır. Fakat onlar takdir-i İlâhiyi hesaba katmamışlardır. Padişah o gün âdetinin hilafına olarak Şeyhülislam Cemâleddin Efendi ile birkaç saniye konuşmak için cami kapısında durur. Tam o sırada bomba müthiş bir gürültü ile infilak eder. Atların kemikleri etrafa sıçrayarak çevredekileri yaralar. Camiin önündeki saat kulesi padişaha siper olmuştur, herkes telaş içerisinde sağa sola koşuşurken Abdülhamid Han yerinden kımıldamaz ve yüksek sesle telaşa kapılmanın yersiz olduğunu hatırlatır. Bu şekilde suikast akim kalmış olur.

Suikastın başarısızlığına üzülenler arasında emperyalist devletler ve Ermenilerin yanı sıra, Osmanlı vatandaşı olup ta ismi fazlaca duyulanlar da vardır. Tevfik Fikret ve Ahmet Refik Altınay bunlardan ikisidir.

Tevfik Fikret Ermeni komitacıları tebrik eder, fakat padişahın ölmediğine neredeyse ağlar ve üzüntüsünü bomba hadisesini işlediği "Bir lahza-i teah-hur" şiirinde şöyle dile getirir:

"Ey şanlı avcı, damını bîhûde kurmadın,

Attın, fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın!"

İttihatçı subaylardan olan Ahmet Refik Altınay hadiseyi şöyle nakletmektedir:

"Osmanlı milletini Abdülhamit zulmünden kurtarmak için bu hareket-i kahramânânenin, Ermeni vatandaşlarımız tarafından icra olduğu anlaşıldı."

Abdülhamid'in düşmanları kimlerdi?

Avrupalılar ve Ermeniler azgın emellerine set çektiği ve şehitlerin kanı bedeline alınan toprakların bir karışının dahi teslim edilmeyeceğini kesin şekilde ortaya koyduğu için Abdülhamid Han'a müthiş kin besliyorlardı. Adını "Le Sultan Rouge" koymuşlardı. Yani "Kızıl Sultan". Malesef Osmanlı düşmanlarınca kullanılan bu sıfat yerli tarihçilerce de büyük bir gaflet eseri gösterilerek kullanılmıştır. Hatta yakın zamana kadar mekteplerde okutulan tarih kitaplarında bu sıfat kullanılarak Sultan II.Abdülhamid yeni nesillerin gözünde küçültülmek istenmiştir...

Yahudilerin Abdülhamid Han'a düşmanlığı

19.Yüzyılın başından itibaren Filistin'de bir devlet kurmak için teşkilatlanarak kesif bir faaliyete girişen yahudiler, Filistin'de kendilerine toprak verilmesi için Abdülhamid Han'a müracaat etmişlerdir.

Bu maksatla beynelmilel Siyonist faaliyetlerin organizatörlerinden Teodor Hertzel ile Hahambaşı Abdülhamid Hanla görüşerek tekliflerini yapmışlar fakat padişah tarafından şiddetle azarlanarak huzurdan kovulmuşlardır. Yahudiler Filistin'de kendilerine verilecek toprağa karşılık büyük miktarda para vaad etmişlerdir. Buna müthiş hiddetlenen Abdülhamid Han, "şehid kanıyla sulanan topraklar para ile satılmaz!" diye gelenleri kovmuştur.

Sultan Abdülhamid, tahttan indirilişinden sonra Selanik'teyken muhafazasına memur edilen bir yüzbaşıya bu hadiseyi şöyle anlatmıştır:

"Bana en çok dokunan; bu mason taslağı Yahudi'nin hal, (tahttan indiriliş) kararını tebliğ edişi olmuştur. Yıldız'a gelen mebuslar heyetinde Emanuel Karaso'yu hiç unutamıyorum. Bu suretle makam-ı hilâfete hakaret edilmiştir, yahudilerin Hazret-i Peygamber (a.s.m.) zamanından beri sadr-ı İslama ve Makâm-ı Hilâfete karşı duyduklan kin ve nefret cümlenin malumudur. Ben Osmanlı tahtında iken, siyonistlik dâvası için bir gün huzuruma beynelmilel (uluslararası) Yahudi teşkilatının kurucusu Teodor Hertzel ile Hahambaşı gelmişlerdi. Bunları Yıldız Sarayı'nda kabul etmiş ve maksatlarını dinlemiştim. Her ikisi Yahudiler için bir yurt dileğinde idiler. Bunun için de Kudüs'ü gösteriyorlardı. Hatta utanmadan o Teodor Hertzel:

'Zât-ı Haşmet penâhîlerine arzedelim ki, Kudüs için her kaç milyon altın tensip buyurursanız (isterseniz), derhal takdime hazırız.' demez mi?

"Kan beynime sıçramıştı. Düşün ki, yüzbaşı, makam-ı saltanatımızda bu iki yahudi, rüşvet teklifi cesaretinde bulunmuşlardı.

'Terk edin burayı, vatan para ile satılmaz!' diye bağırmıştım. İçeri giren saray adamlarına da, her ikisini almalarını söylemiştim. İşte bundan sonra, Yahudiler bana düşman oldular. Şimdi burada Selanik'te çektiklerim, Yahudilere yurt göstermeyişimin cezasıdır!.."

Abdülhamid Han'ın temas ettiği hadise cidden tarihimizin en acı tablolanndandır. Bildiği üzere İttihatçı ihtilâlciler İslam halifesine hal'ini bildirmek için, aralarında iki gayri müslimin bulunduğu dört kişilik heyeti göndermişlerdir...

İttihad-ı İslam Siyaseti ve İngiliz Dessaslığı

Abdülhamid Han insanlara ebedî saadet yollarını gösteren İslam dinine candan bağlı idi. Bütün müslümanların ortak fikir ve kültür alarak İslam düşmanlarına karşı durmaları için gayret sarfediyordu. Tarihi çok iyi bildiğinden, ne vakit İslama sıkı bir şekilde bağlanılmış ve İlayi kelimetullah için gayret sarfedilmişse o vakit büyük bir ilerleme kaydedildiği hakikatini göz önünden ayırmıyordu.

"Bizi yükselten, dinimize karşı duyduğumuz büyük aşktır" diyordu. Kuvvetli olmak için dine sadık kalmanın şart olduğunu söylüyordu. Şöyle diyordu Abdülhamid Han: "Bizi zinde tutabilecek yegâne kuvvet İslâmiyettir. Biz hiç de Fuad (Paşa)nın dediği gibi can çekişen bir millet değiliz. Biz canlı, kuvvetli bir milletiz; yalnız ulu dinimize sadık kalmamız şarttır."

Bütün İslam âleminin halifesi sıfatıyla İslama ve müslümanlara gelecek tehlikeleri bertaraf etmek için bütün maharetini ve gayretini gösteriyordu. Bunda da muvaffak olduğunu tarih kaydetmiştir. Dersaadet'le mübarek topraklan birbirine bağlayan demiryolunu yaptırmıştı. Bu sayede İstanbul'dan Mekke'ye trenle gitmek mümkündü.

Sultan Abdülhamid'in bütün İslam âleminde prestiji fevkalade kuvvetliydi. Bu durum İslam ülkelerinde gözü olan İngiltere'yi ürkütüyordu.

19.Asnn ikinci yarısından itibaren Osmanlı Devletinin birinci derecede düşmanı olarak İngiltere görünüyordu. Rusya ikinci planda kalıyordu.

İngiltere'nin gözünü diktiği topraklarda İslam halifesi Abdülhamid Han'ın sözü geçiyordu. Hindistan müslümanları, halife sıfatiyle padişaha çok bağlıydılar. Hindistan, Çin, Filipinler, Endonezya ve bütün Afrika camilerinde Sultan Abdülhamid nâmına hutbe okunuyordu.

İngiltere Başbakanı Gladstone büyük bir İslam düşmanıydı. Avam kamarasında, Kur'an'ı eline alıp, "Bu kitap müslümanların elinde olduğu müddetçe onlara galebe çalamayız. Ne yapıp edip, onları bu kitaptan soğutmalıyız." demiş ve daha sonra İslamiyete hakaretler etmiş, ardından da Kur'an-ı Kerim'i yere çalmıştı.

Gladstone, İngiliz emperyalizmine engel olan Sultan Abdülhamid'in de amansız düşmanıydı. Devamlı surette aleyhte propagandasını yapıyor, Avrupa umumî efkârını Osmanlı devleti aleyhine çevirmeye çalışıyordu.

İslam Birliğine çok dikkat gösteren Abdülhamid Han, bu husus hakkında şöyle diyordu:

"Bizim için ehemmiyetli olan Şam ile Mekke arasındaki demiryolunu en kısa zamanda inşa edebilmektir. Bu suretle karışıklık arttığında süratle asker göndermemiz mümkün olacaktır. Ehemmiyetli ikinci nokta ise, Müslümanlar arasındaki bağı öylesine kuvvetlendirmektedir ki, İngiliz hainliği ve hilekârlığı bu sağlam kayaya çarparak parçalansın."

Gayri müslim ülkelerin düşmanlıklarından doğacak saldırılara ancak birlik olmakla karşı durulabileceğini söyleyen Abdülhamid devletin "bir din ve iman ülkesi" olduğunu söylüyordu.

Sultan Abdülhamid Han şöyle diyordu:

"İmparatorluğumuz din, îmân ülkesidir ve öyle kalacaktır. Eğer din anlayışı yıkılırsa, imparatorluğumuzun sonu gelmiş demektir. Dindaşlarımızın oturduğu memleketlerin, büyük devletlerin elinde olması pek acıdır. Osmanlı İmparatorluğuna yirmi milyon müslüman kalmıştır. Buna rağmen bütün müslümanların gözü İstanbul'dadır. Düşmanlarımız maddî kudretimizi yıkmaya muvaffak olsalar dahi, manevî kudretimiz bakî kalacaktır.

"Müslümanların bulunduğu yerlerle irtibatımız daha sıklaşmalı, birbirimize daha fazla yaklaşmalıyız. Gelecek için yalnız bu birlikte ümit vardır. İslâmiyetin birliği devam ettiği müddetçe, İngiltere, Fransa, Rusya, Hollanda elimde sayılır. Çünkü kendilerine bağlı bulunan Müslüman memleketlerinde Halife'nin bir sözü cihadı meydana getirmeye kâfidir ve bu Hristiyanlar için felâket demektir.

"Henüz zamanı gelmiş değil ama, bir gün bütün mü'minler birden kalkınacaklar ve tek bir insan gibi hareket ederek gâvurun boyunduruğunu kıracaklardır."

Osmanlı Devletinin içtimaî yapısı üzerinde de şu değerlendirmelerde bulunmaktadır:

"Osmanlı imparatorluğu, dünyanın birçok milletlerini sinesinde toplamış olan bir imparatorluktur. Türkler, Araplar, Kürtler, Arnavutlar, Bulgarlar, Yunanlılar, Zencilerden ve diğer birçok unsurdan oluşmuştur. Buna rağmen iman birliği bizi büyük bir ailenin fertleri gibi birbirimize yaklaştırır. Bu sebeple hiçbir zaman Osmanlı imparatorluğu üzerinde fazla durmamak, buna karşılık, hepimizin müslüman olduğumuzu bilhassa belirtmekte fayda vardır. Her zaman her yerde Emirü'l Müslimin unvanı başta gelmeli, Osmanlı imparatoru ünvanı ise birinci satırda belirtilmelidir. Çünkü devletin sosyal bünyesi ve politikasının esası din üzerine kurulmuştur.

"Maalesef İngilizler zararlı propagandalariyle imparatorluğumuzun bir çok yerinde 'millet, ırk' fikrinin tohumunu ekmeye muvaffak olmuşlardır. Arabistan ile Arnavutluk baş kaldırmışlardır. Suriye'de ise bu hususta hazırlıklar vardır."

Dış politikadaki diğer gelişmeler

19.Yüzyılın son yıllarında ehl-i salip Osmanlı Devletine karşı hücumlarını arttırmışlardı. Düşman bir değildi, iki değildi. Düşman çokluktu. Yıllardır kuyruk acısı taşıyanlar Devletin sıkıntıda olduğunu farketmişler, aç canavarlar gibi saldırmışlardı. Abdülhamid Han elinden geldiğince bu hücumlan bertaraf etmeye çabalıyordu, fakat şairin dediği gibi;

"Dost bîperva, felek, birahm, devran bîsükûn,

Dert çok, hemderd yok, düşman kavî tâli zebun "du.

Mahir idareciler yoktu. Malî durum çeşitli sahalarda yenileşmeye ve Avrupayla boy ölçüşmeye mâniydi. Üstelik düşman bu durumu çok iyi biliyordu.

İşte bu buhranlı devreden istifade eden Fransa, 12 Mayıs 1881'de Tunus'u, İngiltere ise 15 Eylül 1882'de Mısır'ı işgal etmişti.

Daha düne kadar bir teb'a olarak Osmanlı Devletinin temin ettiği imkânlarla uzun yıllar refah ve huzur içerisinde yaşayan Yunanistan diğer Avrupalı ülkelerin de tahrikleriyle seciyelerini ortaya koymuş, kargaşa çıkarmaya Osmanlı Devletine kafa tutmaya başlamıştı.

Avrupa'nın bu şımarık çocuğuna ders vermek şart olmuştu. Nitekim, 18 Nisan - 20 Mayıs 1897'de yaklaşık bir ay devam eden savaşta Yunanlılar perişan edilmişler. Osmanlı tokadını bir kez daha iki yüzlü suratlarına yemişlerdi. Fakat yine Avrupalılar imdatlarına yetişmiş, savaşta mağlup olmalarına rağmen Avrupalı devletlerce masa başında bu mağlubiyetleri telafi edilmişti...

Padişah'ın Şahsiyeti-İcraatları

Abdülhamid Han'ın padişahlığının son yıllarına göz atmadan evvel, şahsiyeti ve muhtelif sahalardaki icraatları üzerinde durmak isteriz.

Dış siyasetteki mahareti hususunda dost ve düşmanın ittifak ettiği Abdülhamid Han'ın iç siyasetteki tavrı tartışma mevzuu olmuştur.

Abdülhamid Han iddia edildiğinin aksine zulme ulaşan icraatlarda bulunmamıştır. Aksine şefkatli bir idareci olarak tarihe geçmiştir. Zulüm olarak kabul edilirse yaptığı; muhaliflerini yüksek maaşlarla muhtelif yerlere sürmekten ibarettir.

Ürkek değil, aksine çok cesurdu. İlme ve kültüre hizmet gayeleri arasındaydı. Muazzam bir eğitim seferberliğini başlatmıştı. Yüzlerce ortaokul ve lise, binlerce ilkokul, ayrıca pek çok san'at mektepleri yaptırmıştı. Fen Fakültesi, Edebiyat Fakültesi, Hukuk Fakültesi, Teknik Üniversite, Tıp Fakültesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi gibi yüksek okullar Abdülhamid Han'ın eserleridir.

Yüzlerce talebeyi okumaları için Avrupa'ya göndermiştir. Fakat ne acıdır ki bu talebelerin büyük ekseriyeti Avrupanın ilmini fennini alacaklarına modasını, yaşayışlarını ve sefahetlerini alarak yurda dönmüşlerdi. Japonya da aynı yıllarda Avrupa'ya talebe göndermiştir. Fakat Japon talebeler Avrupa'nın ilmini, tekniğini elde etmek için var güçleriyle çalışmışlar, öyle ki derslerinde muvaffak olamıyanlar memleketlerine dönmeye yüzleri olmadığını ileri sürerek harakiri yapmak suretiyle hayatlarına son vermişlerdir. Yine Japon talebeler örf ve an'anelerinden zerre kadar taviz vermemişler, Avrupa'nın yaşayışına itibar etmemişlerdir. Günümüzde de aktüel hale gelen Japonya'nın kalkınmasındaki sırrı, bu ilk hamlede aramak lazımdır.

İlme ve kültüre ehemmiyet veren Abdülhamid Han bu gayretlerinin semeresini görmüş ve devrinde Doğu ve Batı kültürüne hakim, kalabalık bir nesil yetişmiştir. Onun muhalifleri bile kendi kurduğu mekteplerde yetişmişlerdir...

Yine kalıcı eserlerine bazı misaller daha verelim: Pek çok müze ve kütüphane kurdurmuştur. Bunların örnek şekilde kataloglarını yaptırmıştır.

Darülaceze, Hamidiye su tesisleri, yüzlerce sanayi, zirâat ve ticaret odası, belediye teşkilatı, telgraf hatlan, postahaneler, demiryolları, şoseler, köprüler, pek çok fabrikalar onun eserleri arasındadır.

İstanbul, Beyrut, Selanik gibi şehirlerde önce atlı, sonra elektrikli tramvaylar yaptırmıştır.

İstanbul ve Çanakkale boğazlan ile bazı kaleleri büyük bir itina ile tamir ettirmiştir. Çanakkale Boğazı 1915'de bu mevziler sayesinde kendini müdafaa edebilmiştir.

Hekimliğimiz Abdülhamid devrinde Avrupa seviyesine çıkmış, pek çok keşifleri olan, dünyaca tanınıp kabul edilmiş doktorlar yetişmiştir.

Orduyu asla siyasete bulaştırmamıştır. Bu hususta çok dikkat göstermiştir.

Kardeş kanı akıtmaktan son derece çekinmiştir. Kendisini hal'eden "Hareket Ordusu" ismi altında İstanbul'a gelen ve başıbozuk insanların doldurduğu orduya karşı emri altındaki I. Orduyu kullanmamıştır. Âdeta kendini ve tahtını, akabilecek kardeş kanını önlemek uğruna feda etmiştir.

Daha önceden birikmiş büyük miktarda dış borçların büyük kısmını ödemişti. Kalanlarının da en kısa zamanda ödenmesi için lüzumlu tedbirleri almıştı.

Fakat bütün bu hizmetlerine rağmen tahttan indirilmiş ve elem verici muameleler bu değerli padişaha reva görülmüştür...

Abdülhamid Han'in Hal'i ve sonrası...

Abdülhamid Han'a karşı olanlar İttihad ve Terakki cemiyeti çatısı altında toplanmaya başlamışlardı. Üyelerinin ekseriyetini 3.Orduya mensup genç subaylar teşkil etmekteydi. Bunlar rejime muhalif olduklarını söylüyorlardı. Hakikatte ise muhalefetleri maaşların muntazam ödenmemesinden kaynaklanıyordu. Subayların maaşları bazen iki-üç ay sonra ödeniyordu...

İttihat ve Terakki elemanları Yurt dışında Osmanlı aleyhine çalışmaya başlamışlardı. Öyle ki bunlar, Abdülhamid Han'ın devrilmesi için yabancı devletlerin müdahalesini bile istiyorlardı.

İttihatçıların gittikçe teşkilatlandıkları bir devrede Sultan Abdülhamid 23 Temmuz 1908'de II.Meşrutiyeti ilan etmişti.

Padişah, İttihatçılar için şöyle diyordu: "Devleti on sene idare edebilirlerse 'bir asır idare edebildik' diye sevinsinler!" Bu hükmün ne kadar doğru olduğunu tarih gösterecektir.

13 Nisan 1909'daki, tarihe, "31 Mart Vak'ası" diye geçen hadiseler Abdülhamid Han'ın idaresini sarsan en mühim hadiselerdendir. Başıbozuk bir güruhun başlatıp devam ettirdikleri hadiseler padişah'ın kardeş kanının dökülmesi endişesi yüzünden bir müddet bastınlamamıştır... Neticede İstanbul günlerce hadiselerle çalkalanmıştır.

İttihatçılardan Mahmut Şevket Paşa, üç-beş bin kişilik "Hareket Ordusu" adı altındaki orduyla İstanbul'a gelip hadiseleri bastırmak istediğini Padişah'a bildirmiştir. Esas gayesi İstanbul'a gelip Padişah'ı tahttan indirmek olan bu Paşa'nın arzusuna mani olunmamıştır. Hatta bazı devlet ricali Padişaha hareket ordusu namındaki, Yahudi ve Rumların ekseriyette bulunduğu yağmacılar sürüsünü I.Ordu ile dağıtılması için emir verilmesini Padişah'tan istemişler, fakat padişah bu teklifi kabul etmemiştir.

Neticede hareket ordusu İstanbul'a gelmiş, Meclis'i Meb'usana baskı yaparak padişah'm hal'i için karar çıkartmıştır. Abdülhamid Han 27 Nisan 1909'da hal'edilmiştir...

Otuz üç sene Devlete büyük hizmetler etmiş Padişah'a hal'ini tebliğ şekli İttihatçılar için en büyük leke olarak kalacaktır. Bir İslam halifesine hal'ini tebliğe; Selanik Milletvekili Yahudi Emanuel Karaso, senatör Ermeni Aram, Draç milletvekili Arnavut Es'ad Toptani Paşa ve Senatör Bahriye Feriki (Koramiral) Gürcü Arif Hikmet Paşa tayin edilmişlerdi. İttihatçıların seçtiğu bu adamların ne oldukları çok geçmeden herkes tarafından bilinecektir.

Karaso, İtalyan casusu bir hâin idi Es'ad Toptanî Paşa Arnavut istiklâli için isyan etmiş ve pek çok masum insanı katletmiştir. Aram Efendi'nin Ermeni komiteleriyle yakın münasebeti vardı. Arif Hikmet Paşa da karanlık işler çeviren bir adam olarak bilinmekteydi.

Padişah; hal'edildiği gece, hiçbirşey almasına müsaade edilmeden apar topar 38 kişilik maiyyetiyle birlikte Selanik'e nakledilmiştir. Orada gazete okumasına dahi müsaade edilmemiştir. Çok sıkıntılı bir hayat geçirmiştir. Öyle ki soğuk gecelerde terk edilmiş köşkün kadife perdelerini üzerine alarak uyumuştur.

Abdülhamid Han'ı tahttan indirenler ilk iş olarak tarihte misli az görülen bir yağmacılığa başlamış ve Yıldız sarayını yağmalamışlardır. İttihatçılar idareyi ele aldıktan sonra ordu arasında büyük bir tasfiye hareketine giriştiler. Binlerce subay, ittihatçı subaylara yüksek rütbeler vermek uğruna emekliye sevkedilmiş, ordu tecrübesiz subayların elinde kalmıştır. Ordu bütünüyle siyasetin içine girmiştir. Çok acıdır ki kısa zamanda orduda görüş ayrılıkları başlamıştır. İttihatçı ve muhalif subaylar birbirlerinin can düşmanı haline gelmiştir. Bu vaziyetteki orduyla savaş kazanmanın mümkün olmadığı acı neticelerle görülecekti.

İttihatçılar askerlik ile devlet idaresinin çok farklı işler olduğunu anlayamamışlardı. Devleti Balkan ve I.Cihan harbine sokmuşlar, koca imparatorluğun parça parça edilmesine Yurda düşman sürülerinin dalmasına vesile olmuşlardır. Balkan ve I.Dünya harbine girilmeyebilinirdi. İttihatçılar gözü kapalı savaşa atılmışlar, neticede; orduda birliğin temin edilemeyişi, emir-komuta zincirinin kopuk oluşu ve kendilerinin devlet idare edecek kabiliyette olmayışları yüzünden savaşlar kaybedilmiştir.

Sultan Abdülhamid'i tahttan indiren İttihatçılardan, Tal'at, Enver, Cemal Paşalar da dahil olmak üzere bir kısmı Abdülhamid Han'ı anlayamadıklarını itiraf etmişler ve yaptıklarından pişman olduklarını her vesileyle ifade etmişlerdir. Bunlardan, Filozof Rıza Tevfik, "Sultan Abdülhamid'in Ruhaniyetinden İstimdat" isimli şiirinde hislerini şöyle dile getirmiştir:

"Tarihler ismini andığı zaman,

Sana hak verecek, hey koca sultan;

Bizdik utanmadan iftira atan,

Asrın en siyasî padişahına!"

Divane sen değil, meğer bizmişiz!

Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz!

Sâde deli değil, edepsizmişiz!

Tükürdük atalar kıblegâhına"

Abdülhamid Han'ın tahttan indirilmesinden sonra Osmanlı devleti maceraperestlerin elinde kalmıştır. En kötüsü ordu siyasetin en derin çukuruna düşürülmüştür. Kaba kuvvetle hükümetlerin düşürülebileceği zihniyeti getirilmiştir. Savaşa girilmiş, Rumeli'de ve devletin diğer bölgelerinde büyük toprak kaybı olmuştur.

Abdülhamid Han Devletin başında kalsaydı, geçmiş yıllarda olduğu gibi Devleti savaşa sokmazdı. Musul ve Rumeli, Yunanistan'a kaptırılan Adalar elden gitmedi. İmparatorluktan ayrılan müslüman ülkelerle siyasi münasebetler kesilmezdi. Tarihimizi iyice tedkik eden her şahıs bu hükme varmakta gecikmeyecektir şüphesiz... Abdülhamid Han, Balkan harbinde Rümelinin düşmanlar tarafından istila edilmesi ve Selanik'ten de artık ümit kesilmesi üzerine 1912'de İstanbul'a getirilmiştir. Mazlum padişah ilk önce Selanik'ten ayrılmak istememiş, "Ben de bir silah alır, askerle beraber müdafaada bulunurum; ölürsem şehid olurum, ben zaten ölmüş bir adamım!" demiştir. Fakat kesin karar alındığını ve mutlaka İstanbul'a götürüleceğinin bildirilmesi üzerine kederli dudaklarından şu sözler dökülmüştür: "Allah bu hallere sebeb olanları kahhâr ismiyle kahretsin. Şimdi devlet ne hale geldi!"

İstanbul'da Beylerbeyi sarayında çileli bir hayat geçiren Abdülhamid, nihayet I. Cihan harbinden mağlup çıkıldığını da görünce acılara dayanamaz hale gelmiştir. Düşman donanması Çanakkale Boğazını zorladığı esnalarda Padişah Sultan V.Mehmed Reşad Abdülhamid Han'a bir heyet göndererek Anadolu'ya taşınması gerektiğini söyleyince şu cevabı vermiştir:

"Ceddim Fatih Hazretleri İstanbul'u alırken, son Bizans İmparatoru şehirden kaçmayı düşünmemiş, ordusu başında ölmüştür. Biz, Bizans imparatorları kadar da mı olamıyoruz ki, şehri bırakmayı düşünüyoruz ?Osmanlı Hanedanı İstanbul'u terkederse bir daha oraya dönemez. Muhterem biraderime söyleyin; İstanbul'dan bir adım bile dışarı atmam"

Devleti en buhranlı devrede otuz üç yıl maharetle idare eden bu mahir idareci, mazlum padişah Abdülhamid Han 10 Şubat 1918'de İstanbul'da rahmet-i Rahmana kavuşmuştur. Kabri Çemberlitaş'tadır.

Hakkında haksız hükümler verilen mazlum padişah'ı, şerefli hizmetleri bulunan bu değerli idareciyi bir defa daha rahmetle yâdedip, hayatı hakkında bu kısa tedkikimizi Yahya Kemal'in kendisi için yazdığı kıt'asıyla noktalıyoruz. Şöyle diyor Yahya Kemal:

"Ey şehryâr-ı â'tıfet-âsâr-ı muhterem

Ey Tâc-dâr-ı mâ'delet-efkâr-ı zu'1-kerem

Sensin, o pâdşâh-ı dil-âgâh-ı pür-himem

Kim vasf-ı Hazretin'de senin her ne söylesem

Abradır ey Halîfe-i pür-lutf-u mâ'delet"

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:33 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Nene Hatun

Mukaddesâtını, vatanım her zaman canlarından aziz bilen halkımız, vatanlarına gelen hücumlara karşı yediden yetmişe, erkeğiyle, kadınıyla, yaşlısıyla, genciyle karşı durmuş ve tarihe şan veren müdafalar yapmışlardır.
Vatan müdafaasında kadınlar da erkekleri ile fedakârlık yarışına girişmiştir. Zaman olmuş cephe gerisinde yaralılara hizmet etmiş, cephane taşımış, cephane imâlinde çalışmış, zaman gelmiş düşmanı Yurdundan defetmek için cepheye koşmuştur. İşte Nene Hatun da düşmanı defetmek için cepheye koşan kahraman kadınlardan birisidir.

93 Harbinin en çetin safhalarının cereyan ettiği günlere gidiyoruz. Rus ordusu 160 bin asker ve 189 topla Kafkas cephesine hücum etmektedir. Buna karşılık ordumuzun asker mevcudu 60 bindir. Silah ve cephane de Ruslarınkinden çok çok azdır...

Doğu Beyazıt'tan Batum'a kadar uzanan 340 kilometrelik cephe boyunca ordumuz, Müşir Katırcıoğlu Ahmed Muhtar Paşa'nın kumandası altında düşmanla amansız bir mücadeleye girişmiştir. Düşmanın kalabalık oluşuna, silah üstünlüğüne aldıran yoktur. Lâkin ağır kış şartları askerlerimizi yıpratmaktadır.

Moskof ordularının hedefi Erzurum şehridir. Burası ele geçirildiği takdirde Doğu Anadolunun bütünüyle ele geçirileceğine inanmaktadırlar.

Düşmanın bütün hücumları kahraman askerlerimizin göğsüne çarpıp erimektedir. Mertlikle galebe çalamayacağını anlayan düşman hileye başvurur. Tabyaları baskınlarla ele geçirmeyi planlar. Bunun için de Türkçeyi ana dilleri gibi konuşan Ermenilerin yardımıyla ve onlann kılavuzluğu altında 9 Kasım 1877'de Aziziye tabyasına, saldınp nöbetçileri şehit ederler. Durum anlaşılınca tabyada boğaz boğaza bir muharebe başlar.

Düşmanın siperlerimize hücum edip, tabyalarımıza girdiği haber; Erzurum'da bomba gibi patlar. Müezzinler minarelerden durumu haber vererek, herkesi cihada davet ederler.

Bütün Erzurumlular kadın, erkek ellerine ne geçirdilerse alarak Aziziye tabyasına koşuşmaya başlarlar.

Haberi duyan henüz yirmi yaşlarında olan Nene Hatun kundaktaki kız çocuğunu ve biraz büyükçe oğlunu "Sizleri Allah"a ısmarladım yavrularım" diyerek bağrına basmış, onları öptükten sonra eline et satırını alarak cepheye koşmuştur. Nene Hatun'un evinde başkaca kimse yoktur. Cepheden ağır yaralı gelen kardeşi Hasan bir gün önce şehid olmuştur.

Kocası cephede düşmanla vuruşmaktadır...
Aziziye tabyasına ulaşan Nene Hatun bacılarıyla, kardeşleriyle birlikte düşmanın üzerine atılır. Haberi duyar duymaz koşuşan Erzurumluların elinde sopa, taş, kazma, kürek ve yaralayıcı, öldürücü ev âletleri ve bir de dillerinde, kalplerinden kopup gelen "Allah Allah" sadâsı vardır. Âhirete inananlar şehâdeti en yüce mertebe bilmenin heyecaniyle cansiperane vuruşmaktadırlar.

Nene Hatun'un elindeki et satın düşman askerlerinin kafalarına yıldırım gibi inmektedir. Bir yandan da "vurun kardaşlarım, vurun bacılarım, kâfirlere aman vermeyin" diye haykıran Nene Hatun'un bu kahramanlığını gören Erzurumlular coşmuştur. Neticede Aziziye tabyasındaki düşman bütünüyle imha edilmiş ve tabya düşmandan geri alınmıştır. Yüzlerce şehit veren Erzurumluların bu cihetten gönülleri yaralı, fakat düşmanı defettikleri için kalpleri ferahtır...

Aziziye tabyasının geri alınmasında canla başla çalışan Nene Hatun bir semboldür. Müslüman kadınların yeri geldiklerinde nasıl kahraman kesileceklerine bir örnektir... O hayatı boyunca bu hâdiseden fazlaca bahsetmemiş, bahsi geldiğinde, "Biz ne yaptık ki, bizim yaptığımız ne ki yavrularım..." diyerek Anadolu insanının engin tevazuunu nur yüzüne peçe yapmıştır... O, ne yapmışsa rıza-ı İlâhi için yapmıştır. Bu yüzdendir ki kendisinden ve gösterdiği fedakârlıktan bahsetmemiştir.

1857'de Erzurum'da doğan Nene Hatun 22 Mayıs 1955'te Hakkın rahmetine kavuşmuştur.

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:34 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Seyh Samil (Bu Şeyh Şamil İsyanindaki Şeyh Şamil değil)

Şeyh Şamil ömrünü milletinin hürriyetine ve İslam beldelerinin bağımsızlığına adamış şanlı bir mücâhittir. O, yirmibeş yıl aralıksız devam eden muharebelerde koskoca Rus ordularını yenilgiden yenilgiye uğratmış, kan içici Moskof canavarına unutamayacakları şamarlar indirmiştir. İmam Şamil insanlığın düşmanı bir devlete karşı verdiği mücadelelerle sadece Kafkasya ve Türkiye'nin değil bütün hür dünyanın gönlünde yer tutmuş bir kahramandır.
İmam Şamil, 1797'de Dağistan'ın Buylank kasabasında dünyaya gelmiştir. Babası, gönüllü olarak Osmanlı ordusunda hizmet etmiş bir subay olan Denghan Mehmet, annesi, Türkmen uruğlarından Pîr Budak Bey'in kızı Gülçiçek Hatun'dur.

Küçük yaşından itibaren sıkı bir eğitim görmüştür. Medrese tahsili yaparak dinî ilimlerde büyük ilerleme kaydetmiş ve zamanın âlimleri arasına girmiştir. İslam için seve seve canını ortaya koyan yiğit insanlar diyarı Kafkasya'nın namlı bahadırlarından silah kullanmasını, ata binmesini öğrendi. Delikanlılık çağına girdiğinde bileği bükülmez bir yiğit olduğu anlaşılmıştı.

Kalplerindeki iman ateşini küffar hücumlarına kalkan eden yiğit insanlar, şeyhlerine bağlı olarak tek yürek, tek bilek halinde Moskofa karşı mücadele ediyorlardı.

Zengin arazisiyle, mükemmel havası ve manzarasıyla cennet diyar Kafkasya'yı ele geçirmek Rusya'nın en büyük gayesi olmuştu. 1927'den sonra Rusyamn hücumları sıklaşmıştı.

Müslüman Kuzey Kafkasya ahalisi, devrin en modern silahlarıyla ve sürüler halinde saldıran Moskoflara karşı kahramanca karşı koyuyorlardı.

1832 senesinden itibaren Kuzey Kafkasya'da istiklal meş'alesi asırlara nam salacak bir kahramanın eline geçecek ve yiğit insanlar İmam Şamil'in kumandasında zaferden zafere koşacaklardır.

Cimri Muharebesi ve Şamil'in yaralanması

17 Ekim 1832'de Ruslar Şamil'in büyüyüp yetiştiği Gimri kasabasını basar. Kasabada göğüs göğüse müthiş bir muharebe olur. Düşman çok kalabalıktır ve topu tüfeği vardır. Gimri'liler bir avuçtur, yeterli

silahlan yoktur. Fakat şehidliği en yüce makam kabul etmiş bu mü'min insanlara göre düşmanın maddî üstünlüğünün hiç bir kıymeti yoktur. Başlarında Şeyleri Gazi Muhammed ve bileği bükülmez yiğit Şamil vardır. İkisi de ön saflarda savaşıyor ellerinde şimşek çakan kılıçlan müthiş bir hızla işliyordu. Bu durumu gören Gimrililer taze bir güçle Moskofa kılıç sallıyorlardı. Fakat ne yazık ki, düşman ateşi ve kılıçları önünde devamlı şehit veriyorlar, sayılan gittikçe azalıyordu. Muharebenin en kızgın anlannda İmam Gazi Muhammed de Şamil'in yanı başında şehit düşmüştü.

Düşman baskınından önce gazi Muhammed'in Şamil'e söyledikleri gibi olmuştu herşey. Gazi Muhammed Şamil'e şöyle demişti:

"Ey Şamil, artık bana yolculuk göründü. Benden sonra Hamzat imamlığı eline alacaktır. Fakat o da ancak, pek az muammer olacak, Kafkasya'nın mukadderatına senelerce sen hükmedeceksin, yıldızın uzun seneler bu dağlarda güneş gibi parlayacak, namın dünyaları tutacak, çarlara boyun eğmeyecek, çar ordularına kan kusturacaksın. Gimri'yi bugün bırakıp gitsen bile yine kurtarır, benim mezarımı düşman ayakları altında bırakmazsın inşaallah."

Şeyhinin şehit düştüğünü gören Şamil, daha bir bilenmiş olarak düşmanın ortasına top güllesi gibi atılmıştı. Büyük bir maharetie işleyen kılıcı her inip kalkışında bir Moskof askerini yere seriyordu. Sağ elindeki hançeri de sol elindeki kılıç gibi ustalıkla kullanıyor, iki kolu şimşek gibi işliyordu. Fakat pusuda bekleyen ve fırsat kollayan bir düşman askeri süngüsünü hırsla Şamil'e saplamıştı. Süngü yiğit Şamil'in göğsünden girip sırtından çıkmıştı. O vaziyetteyken bile süngüyü saplayan askeri gebertmiş, ardından süngüyü çekip çıkardıktan sonra vuruşmaya devam etmişti. Gittikçe güçten düştüğünü farkedince vuruşa vuruşa savaş meydanından çekilmiş ve kayıplara karışmıştı. Durumu gören Gimri müezzini onu baygın halde bulmuş ve sırtına alarak o bölgenin meşhur hekimi Cerrah Abdülaziz Efendiye götürmüştü.

Yirmi beş gün baygın halde yatan Şamil uyandığına başucunda duran annesine ilk olarak; "Anam, namaz vakti geçti mi?" diye sormuştur. Kâinatın Yaratıcısına karşı duyduğu bu mesuliyet hissi onu pişirecek ve kendisini yakından tanıyan Kuzey Kafkasyalılar Rabbine son derece bağlı bu yiğit Şeyhi başlarına imam yapacaklardır.

Gazi Muhammet'ten sonra imam olan Hamzat Bey'in 19 Eylül 1835'te camide şehit edilmesinden sonra Dağistan ve Çeçenistan ileri gelenleri imamlığa en layık olarak Şeyh Şamil'i görerek bunu kendisine teklif etmişlerdi. Fakat son derece mütevazi bir zat olan Şeyh Şamil bu teklifi kabul etmemiş ve yiğit askerlerden birini seçmelerini istemiştir. O seçilecek imamın emrinde bir nefer olarak dini için, vatanı için, milleti için mücadele etmeyi tercih etmekteydi. Fakat istiklâl mücadelesinin zafere ulaşması için kendisinin başa geçmesi uygun görülüyordu. Devamlı ısrarlar neticesinde Şeyh Şamil imamlığı kabul etmiştir.

İmam olan Şeyh Şamil düzenli bir ordu ve idari teşkilat kurmak üzere vakit kaybetmeden kollan sıvamış, kısa zamanda nasıl bir mahir teşkilatçı olduğun ortaya koymuştur.

İmam Şamil'in liderliğinde Kuzey Kafkasyalılar Çarın ordularına kan kusturmaya başlarlar. Kafkas dağları Rus ordulanna mezar olmaktadır. Ahulgol ve Surhay kuşatmasında İmam Şamil'in kumandası altında yapılan mükemmel müdafaa düşmana çok ağır kayıp verdirmiştir.

Çar I.Nikola maddî kuvvetle yenemediği Şamil'i hile ile yenmeyi dener ve bol bol mevki, makam, rahat bir dünyevî hayat vaadinde bulunduğu mektubu vasıtasıyla General Klug von Klugenav ve Miralay Yevdokimof vasıtasıyla Şamil'e gönderir. Çar'ın alçakça teklifine müthiş hiddetlenen Şamil Çar'ın elçilerine dönerek gürler:

"General: Senin yerinde eğer şu anda kendisi karşımda bulunmuş olsa ve bu sefil teklifleri bana bizzat yapmak cesaretinde bulunsaydı, ona ilk ve son cevabımı, şu kırbacım verirdi.

"Söyle ona! Başında bulunduğum bu kahramanlar topluluğunun kalblerinde kökleşen bu eşsiz zafer imanı kökünden kazınmadıkça ve en genç muhariplerimden en ihtiyar naiplerime kadar tek kurşunları ve tek kollan kalıncaya kadar bu mübarek vatanı son dağına, son köyüne ve en son kaya parçasına kadar karış karış müdafaa etmekten beni hiç bir kuvvet alıkoymayacaktır.

"Bu uğurda bütün evlât ve ayalimi kılıçtan geçirseniz, son zürriyetimi kurutsanız, en son müridimi yok etseniz tek başıma ve son nefesime kadar yine dövüşeceğim. Son cevabım budur General!.. Ben Nikola'yı tanımıyorum!..."

Şamil'in bu cevabı Nikola'ya ulaştırıldığında, Çar, Kafkasyanın bu yiğit kartalını hile ile ele geçireceğine dair ümidimi kaybetmemiş, Kafkas ordulan başkumandanı General Feze vasıtasıyla ve onun ağzından Şamil'e teklifini tekrarlamıştır.

İmam Şamil'in General Feze'ye cevabı şöyle olmuştur:

"Ben, Kafkasya'nın hürriyeti için silaha sarılan muhariplerin en hakiri Şamil, Allah'ın himayesini Çarların efendiliğine feda etmemeğe ahteden, özü, sözü doğru bir müslümanım.

"Çar Birinci nikola'yı tanımadığımı, onun iradesinin bu sarp dağlarda sökmiyeceğini General Klug'a anlıyabileceği bir dilden tekrar tekrar söylemiştim. Sanki bu sözler taşa söylenmiş gibi, Çar ile görüşmek üzere beni hâlâ Tiflis'e davet edip duruyorsunuz. Bu davete asla icabet etmiyeceğimi şu mektubumla son defa olarak size bildiriyorum. Bu yüzden fâni vücudumun parça parça kıyılacağını ve sırtımı verdiğim şu vatan topraklarında taş üstünde taş bırakılmayacağını bilsem bu kat'î kararımı asla değiştirmeyeceğim. Cevabım işte bundan ibarettir. Nikola'ya ve kölelerine böylece malum ola."

Şamil'in 28 Eylül 1837 tarihini taşıyan bu mektubundan sonra müthiş muharebeler başlamıştır.

Ahulgoh müdafaası

İmanın hem nur hem kuvvet olduğu ve hakikî imanı elde eden bir adamın kâinata meydan okuyabileceği sırrından gafil olan Çar, Şamil'in bu cevaplan karşısında şaşırmıştı.

Çar Kafkasya'ya modern silah ve bol cephane ile donatılmış üç ordu gönderir. 1838 ve 1839 yıllarında Şamil'in liderliğindeki Kafkasyalılarla Ruslar arasında müthiş muharebeler cereyan eder.

Şamil bütün Kuzey Kafkasya'yı dolaşarak, camilerde, meydanlarda halkı cihada davet eder. Yiğit insanlar bu davete büyük bir iştiyakla koşarlar.

1839 senesinde Şamil'in kumandasında on bin muharip bulunmaktaydı. Bunlar hiç umulmadık anlarda Çar ordularının tepesine yıldırım gibi iniyorlardı.

30 Mayıs 1839'da General Grabe kumandasındaki Ruslarla Şamil'in kumandasındaki Kafkasyalılar arasında müthiş muharebe olur. Şamil'in kuvveti beş bin kişi, buna mukabil Ruslar otuz bin kişidir. Silah ve teçhizat durumu ise kıyas kabul edilmeyecek derecede Rusların lehinedir.

Şamil kuvvetleriyle birlikte ustalıkla çekilmiş ve Ahulgoh kalesine girmiştir.

Yetişen Rus ordulan kaleyi muhasara etmiştir. Muhasara aylarca devam eder. Kalede yiyecek ve içecek kalmamıştır. Cephane bitmek üzeredir. Şamil Rusların teklifi üzerine, ahalinin canlarına dokunulmayarak kaleden serbestçe çıkıp gitmelerine karşılık oğlu Cemaleddin'i rehin verir. Fakat Cemaleddin'i alan Ruslar kaleyi daha sıkı bir ateş altına alırlar.

Müthiş top ateşi altında kale bedenleri tahrip olmuştur. Şamil'in zevcesi ile iki yaşındaki yavrusu Mehmed Said şehit düşmüştür.

28 Ağustos 1839'da kaleye hücum eden Rus askerleriyle boğaz boğaza mücadele olur. Şamil ve askerleri son bir gayretle vuruşmaya devam etmektedirler. Kalede bulunan kadınlar düşmanın eline geçmektense ölmeyi tercih ederek kendilerini uçuruma atmaktadırlar.

Kalede taş üstünde taş kalmamıştır. Ayakta kalan sayıları yüze varmayan yiğitler son güçlerim ortaya koymaktadırlar. Dayanmanın mümkün olmadığını gören Şamil adamlarına çekilmelerini söyler. Kendisi de yaralı vaziyette, yine kendisi gibi yaralanmış sekiz yaşındaki oğlu Gazi Muhammed'i sırtına bağlayıp dik kayalara tırmanarak düşmanın arasından kaçmaya muvaffak olur.

Düşman şehitler arasında Şamil'i ararlarken o bir çoban vasıtasıyla Rus kumandanına şu mektubu gönderir:

"General! Çarına haber ver ki, Kafkasya'nın bağrında daha binlerce Ahulgoh var ve on binlerce surlar ve kuleler başlarını Rablerine kaldırıp ecelini susayanları bekliyor.

"Silahlarınızın vücudumda açtığı üç yarayı şifalı Dağıstan otlarından kendi ellerimle yaptığım ilaçlarla şimdiden iyi ettim ve harbe hazırlandım. Kalbimde açtığınız evlât, ayal ve hemşireme ait dört yaranın hiç hükmü yoktur. Geri kalan evlât ve ayalimi de şimdiden vatan ve Cenâb-ı Allah'a kurban adadım.

"Size ve Çarınıza her şeyi bol bol vereceğiz. Fakat vatanın hürriyet ve şerefini asla!..

"Ahulgoh'ta aldığınız kanlı ders kâfi gelmediyse, zengin çarınızın ordularını ve hazinelerini ortaya dökerek tekrar geliniz. Askerlik şerefini lekeleyerek yalan söyleyiniz, vaadlerinizi inkâr ediniz, ormanlarımızı kundaklayınız, ekinlerimizi yakınız, meyve ağaçlarımızı, bahçelerimizi kavurunuz. Bütün bunlar Kafkas'ın ezelî hürriyet ve istiklâl aşkını körüklemekten başka hiç bir şeye yaramıyacaktır.

"Çarlar ölecektir, Petro'larınız ve Katerina'larmız gibi Nikola da gözleri arkasında gidecektir. Fakat Kafkasya mutlaka kurtulacak hür ve mesut olacaktır. Allah, hak ve vatan uğrunda çarpışanların yardımcısı olsun."

Ahulgoh'un düşmesinden sonra Şamil dağ bayır dolaşarak yeniden ordu kurmaya gider ve 1840'tan itibaren teşkilatlı bir ordu kurmaya muvaffak olur. Altı bin kişilik ordunun 2500'ü piyade, 3000'i süvari, 500'ü de muhafız kıtası idi. Bu orduda sadece 12 top bulunmaktaydı.

Karargâhını Dargo'ya kuran Şamil orduyu, Ahverdil Muhammed, Şuayip Molla, Hacı Murat ve Tilit'li Murtaza Ali kumandalarında dörde taksim eder.

Şamil'in ordusu, sayıları 50 binden fazla ve topçu kuvveti bakımından da yirmi misli fazla olan Rus ordusuna karşı yıldırım muharebeleri yapmaya başlar.

Zaferden zafere...

Müthiş harp taktikleri uygulayan Şamil Rusları perişan etmeye başlar. Şamil merkezdeki kuvvetlerin idaresini eline alarak dört bir tarafa yetişiyor, düşmanı şaşırtıyordu.

1843'teki Birinci Dargo muharebesinde Rus ordusu perişan edilerek büyük miktarda esir ve cephane alınır.

Çar Nikola'nın hazırlattığı 4 ordu da peşpeşe bozguna uğratılır.

Şamil'in kumandasındaki Kafkasyalılar destanlar yazmaktadırlar. 30 Ağustos 1843 günü yapılan hücumla Unsokul kalesi 3 Eylül 1843'te de Satanah kalesi ele geçirilir.

Bundan sonra zaferler birbirini takip eder. Hossat zaptedilir. 9 Kasım 1843'te Gergebil Ruslardan geri alınır. Şamil şeyhinin mezarını Rus askerlerine çiğnetmemiştir.

l Ağustos 1845'te Dargo'yu saran Rus orduları perişan edilir. Mağrur General Vorontsof Dargo'da müthiş bozguna uğrar ve büyük miktarda cephane bırakarak kaçar.

Şamille baş edemiyeceğini anlayan Rus kumandanlarından Prens Vorontsof tüyler ürpertici bir icraata girişir ve Ağustos 1845'te Çeçenistan ormanlarını yakar.

Düşmanla anlaşmanın cezası ölümdür

Rus ordularının üzerlerine geldiğini gören Çeçen'ler kadın ve çocukları kurtarmak için Ruslarla anlaşma yapmak isterler. Fakat bunun için İmam Şamil'in reyini almaları gerekmektedir. Ne var ki, bu hususta İmam Şamil'in zerre kadar taviz vermediğini ve düşmandan yüz çevirmeyi idamla cezalandırdığını bilmektedirler. Neticede kura ile iki kişi tesbit edip Şamil'e gönderirler. Bu elçiler önce İmam Şamil'in ******* ziyaret ederek, Şamil'in muvafakati için aracı olmasını rica edip yalvarırlar. Şamil'in anası yalvarmalara dayanamayıp oğluna tavassutta bulunur.

Bu durumu gören Şamil, derin üzüntü duyar. Canevinden vurulur. Çünkü düşmanla anlaşmanın cezası ölüm, anlaşmak için aracı olmanın cezası ise yüz sopadır. Yirmi beş senelik şanlı mücadele esnasında bu hükümlerden zerre kadar taviz vermemiştir.

Uzun tefekkürden sonra hükmü verir. Anasına yüz sopa vurulacaktır. Bu hükmü işiten ananın cevabı şudur:

"Oğul, Allah'ın adaletini yerine getirmeden bir lahza geri durursan sana verdiğim sütü helâl etmem."

Şamil anasının cezasını çekmeyi üzerine alır ve kendisine yüz sopa vurulmasını ister. Emir kesindir. Müritleri kendisinin yerine cezayı yüklenmek isterlerse de şiddetle reddedilirler. Neticede ceza en ağır şekilde uygulanır ve İmam Şamil'e yüz kamçı vurulur.

"Mukaddes dâva uğruna, bin ana ve bin Şamil feda olsun!" diyen İmam Şamil, anasına ait küçük bir vatanî ihmal ve gafletin cezasını bizzat kendisi tekeffül etmiş ve ödemiştir.

Osmanlı Devletinden yardım isteniyor

Mahdut imkânlarıyla Ruslarla mücadele eden ve onları perişan eden İmam Şamil kesin netice alınması için Halife-i Müsliminden yardım ister. Bu maksatla 1853'te Muhammed Emin isimli kumandanını Sultan Abdülmecid'e gönderir. O yıllarda osmanlı Devleti İngiltere ve Fransa ile ittifak ederek Rusya'ya sefer yapma hazırlığı içerisindedir. Şamil'e göre, Rusya'ya öldürücü darbe Kırım'dan değil, Kafkasya'dan vurulabilirdi.

Kafkasya çok zengin bir ülkeydi ve Rusya ile Osmanlı Devleti arasında aşılmaz bir set olabilirdi.

Kafkasya'da çeyrek asırdır İmam Şamil'in liderliğinde verilen mücadelede, sayısı gittikçe artarak ikiyüz bine ulaşan muazzam Rus ordusu bozguna uğratılmıştır. Osmanlı ordusunun yardım ve desteğiyle Ruslara öldürücü darbe vurulabilecekti.

Sultan Abdülmecid, İmam Şamil'in kumandanını büyük bir alaka ile karşılamış ve derhal İmam Şamil'e yardım gönderilmesini emretmiştir. Bu maksatla büyük bir donanma Kafkasya'yı kurtarmak üzere ağzına kadar silah ve cephane dolu olarak yola çıkarılmıştır. Ne var ki, zengin belde Kafkasya'ya Osmanlı nüfuzunun girmesini istemeyen müttefik ülkeler, Kafkasya'ya giden yardım gemilerini çevirerek, malzemeleri Sivastopol'a yığmışlardır. Böylece Kafkasya'nın istiklal ümidi kaybolmuştur.

Şeyh Şamil'in Müdafaa Muharebeleri ve Esir Düşmesi

Çar II.Aleksandr, bir avuç insanın koskoca bir imparatorluğu çaresizlik içerisinde bırakmasını gururuna yediremiyordu. Meseleyi halletmek için büyük askerî birlikler hazırlatmıştı. Bu birliklerin sayısı bütün Dağıstan nüfusundan fazlaydı.

İmam Şamil bir avuç kahramanla, gözü dönmüş Rus sürülerine karşı kahramanca karşı duruyordu. Ne var ki, düşman kırmakla tükenmiyordu. Yüzlerce topu vardı. Büyük cephaneleri vardı ve silahlar devamlı ölüm kusuyordu. Son çarpışmada Şamil'in askerleri eriye eriye yüz kişi kalmıştı. Kadın ve çocuklar vardı. Durumu ören Şamil, kadın ve çocuklara ve yerli ahaliye dokunulmamak kaydiyle teslim olmuştur.

Kafkas Kartalı 6 Eylül 1859'da esir alınmıştır. Kırk kişilik maiyyetiyle birlikte Başşehir Petersburg'a götürülmüştür. On sene Rusya'da esir kalan Şamil, Çar'dan İstanbul'a gönderilmesini ister. Bu isteğin kabul edilmesinden sonra İmam Şamil 1870'te İstanbul'a gelir. Büyük bir kalabalık bu şanlı mücahidi büyük bir coşkunlukla karşılar. İstanbul bir bayram günü yaşamaktadır. Aziz misafirleri şehirlerine teşrif etmiştir...

Şamil'i getiren gemi Dolmabahçe sarayı önüne demirlemiştir. Büyük kahramanı bizzat Sultan Abdülaziz karşılamış ve onu büyük bir muhabbetle bağrına basmıştır. Sultan Abdülaziz sevincini şöyle ifade etmektedir: "Babam sultan Mahmut mezarından çıksa idi ancak bu kadar sevinç ve heyecan duyabilirdim!"

Sultan Abdülaziz Han aziz misafirine nasıl ikram edeceğini, onu nasıl ağırlayacağını bilemez âdeta. Günlerce başbaşa sohbet ederler.

İmam Şamil son günlerini mübarek beldelerde, yüce Nebi'nin (a.s.m.) makberinin bulunduğu Medine'de geçirmek istemektedir.

Rusya'dan ayrılırken geri dönmesi şart koşulmuş ve bunun için oğlu Muhammed Şefiî rehin alınmıştır.

Sultan Abdülaziz İmam Şamil'in son günlerini mübarek beldelerde geçirmesine müsaade edilmesi için Rus Çarına aracılıkta bulunur ve bu talep kabul edilir. Bundan sonra İmam Şamil mübarek beldelere gider ve haccını ifa eder. Hac esnasında dünyanın dört bir yanından gelen hacılar nâmını işittikleri bu şanlı mücahidi görmek, elini öpüp, duasını almak isterler, lâkin ister istemez izdiham meydana gelir. Bu duruma çare olmak üzere idareciler Şeyh Şamil'i Kabe'nin damına çıkarırlar. Bir müddet orada duran İmam Şamil'i hacılar doyasıya seyrederler.

Büyük bir izzet ve ikram'la ağırlanan İmam Şamil 17 Şubat 1871'de Medine-i Münevvere'de ruhunu Rahman'a teslim eder.

İmam Şamil'in cenazesi Cennetü'1-Baki denilen ve Peygaber Efendimizin (a.s.m.) zevcelerinin ve pek çok sahabenin de medfun bulundukları kabristana defnedilir.

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:35 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Gazi Osman Paşa

Tarihimiz boyunca sayısız kumandanlarımız askerî sahada hizmet ifâ etmişler, bilhassa savaş meydanlarında gösterdikleri maharet, cesaret ve şecaatle bütün dünyanın takdirle alkışladığı zaferlerin kazanılmasında faal roy oynamışlar; tarihimizde pek çok destanların yer almasında mühim vazife görmüşlerdir. Hepsi, ebediyen rahmetle, şükranla yâdedilecektir...
Gazi Osman Paşa da, tarihlere altın harflerle geçen Plevne müdafaası kumandanı olarak gönüllere taht kuran kumandanlarımızdandır.

Osman Paşa'yı henüz tahsil devresini tamamlamadan harp meydanlarında görmekteyiz... Bu meydanda kahraman askerlerimize serdarlık ederek, düşmanlara unutamayacakları şamarlar indirmiş bir kumandandır.

Osman Paşa 1832 yılında Tokat'ta doğmuştur. Askerliğe olan merak ve hevesi üzerine, Beşiktaş'taki Askerî Rüştiye'de ve Kuleli Askeri İdadisinde okumuştur. Daha sonra «Mekteb-i Erkân-ı Harbiyyeye» giren Osman Paşa, kurmaylık eğitimim tamamlamaya fırsat kalmadan, Kırım savaşının çıkması üzerine Tuna cephesine gönderilir... Genç yaşta harp meydanına atılan Osman Paşa'yı bundan sonra devamlı zaferler kazanan, hakkı olan terfiler olan bir subay olarak görmekteyiz.

Tuna cephesinde dört yıl kalan Osman Paşa, önce Mülâzım-ı Evvel, savaşın sonunda da Kolağası oldu (1856). Bundan sonra yarıda kalmış olan Kurmay eğitimini tamamladı ve Erkân-ı Harbiyye-i Umumiye reisliğinde Genelkurmay Başkanlığı çalışmaya başladı. Anadolu haritasını çıkarmak vazifesiyle Bursa'ya tayin edildi. Sırasıyla; Teselya, Yenişehir ve Cebeli Lübnan'da vazife aldı...

Girit isyanlarının başlaması üzerine Girit'e tayin edilen Osman Paşa, âsiler karşısında gösterdiği kahramanlık üzerine Miralay rütbesiyle taltif edildi (1866) Osman Paşa'yı bundan sonra, sırasıyla şu vazifelerde ve rütbelerde görmekteyiz: vazifeli gittiği Yemen'den Paşa rütbesi alarak dönmüştür. Rumeli'de bulunan Beşinci Ordu Manastır Fırka Kumandanlığına tayin edilir (1875). Buradaki çalışmalarından dolayı Birinci Ferik olur. Sırp isyanları başlayınca, emrindeki birliklerle âsiler üzerine yürür. Sırp ordusunu perişan eder ve müşir olur (1876). 1877-1878'de Rusya'nın Osmanlı devletine karşı saldırıya geçmesi üzerine Vidin ve Rahova bölgelerinin korunmasıyla vazifelendirilir.

Plevne ve Gazi Osman Paşa

Osmanlı'nın ezeli düşmanı Rusya, ilk hücumda ve kısa bir zamanda Osmanlı ordusunu mağlûp edip, İstanbul önlerine varmayı hayallemişti. Bu hayali kuvvetlendirecek hareketler de yok değildi. Kuzeyden hücuma geçecek olan Rusları durduracak iki müdafa hattı vardı. Tuna nehri ve Balkanlar silsilesi... Ruslar bu engeli de hemen hemen hiçbir zorluk görmeden geçmişlerdi.

Çarın kardeşi Grandük Nikola Nikolayeviç'in başkumandanlık ettiği Ruslar, Berkofça dağlarını aşmışlar, bugünkü Dobruca ve Bulgaristan topraklarına ulaşmışlardı. Bu ana kadar ciddi bir mukavemetle karşılaşmayan Ruslar hayallerinde İstanbul'u görmeye başlamışlardı... Rusların bu hareketi devam ederken, Osman Paşa'ya Ruslar'a karşı durmak üzere hareket emri verildi. Bunun üzerine Osman Paşa, Vidin'den hareket ederek beraberindeki 25 piyade taburu, 12 süvari bölüğü, 48 sahra topu ve 6 dağ topu ile birlikte, bir haftalık bir yürüyüşle Plevne önlerine gelmiş; şehri Ruslar'dan alarak, derhal doğru dürüst bir kalesi olmayan ve müdafaaya elverişli olmayan Plevne'yi tahkim etmeye girişmiştir.

Balkanlardan güneye sarkmak için Plevne engelini aşmak mecburiyetinde olan Ruslar, henüz yeni gelmiş, Osman Paşa kuvvetlerine karşı 20 Temmuz 1877'de saldırıya geçmiştir. Bu ilk saldırıda, kahraman askerlerimiz başlarında Osman Paşa ile düşmana karşı dururlar. Bu çarpışmalarda Ruslar 2874 ölü ve büyük ölçüde mühimmat bırakarak kaçarlar.

Moskoflar, savaşın başındaki kolay muvaffakiyetleri yüzünden ilerlemelerini devam ettireceklerini ummuşlardı. Fakat bilmiyorlardı ki, karşılarında, tarih boyunca destanlar yazan imanlı askerler ve başlarında da Osman Paşa gibi bir serdar vardı... Tecrübeli, cesur, imanlı kumandanların elinde olan bu şanlı ordu tarih boyunca zaferden zafere koşmuştu... Ruslar maddi güçlerine güvenerek, 30 Temmuz'da yeniden saldırır. Bu defa 184 top ve 50 bin askerle birlikte... Buna mukabil, Osman Paşa'nın elinde 58 top ve 23 bin asker vardı. Bu ikinci saldırıda da hüsrana uğrayan Ruslar, 7305 ölü verdikten sonra, gerisin geri kaçarlar.

Rus ordusu Plevne önlerinde mıhlanıp kalmıştı. Osman Paşa ve maiyyetindeki askerler düşmana göz açtırmıyor, bir adım bile ilerlemelerine müsaade etmiyorlardı...

Bütün dünyanın dikkati Plevne'deydi. Bir avuç Osmanlı ordusu, Rus ordusuna meydan okuyor, perişan ediyordu. Yakılan türküler yıllar boyu dillerden düşmemiştir.

Karadeniz akmam dedi,

Ben Tuna'ya bakmam dedi,

Yüzbin Moskof gelmiş olsa,

Osman Paşa korkmam dedi.

İman dolu sinede korku izi bulunabilir mi?.. Düşmanın sayı itibariyle çokluğu sarsılmaz imana sahip insanlar karşısında bir kıymet ifade edebilir mi?... Bunun cevabı Plevne'de verilmiştir.

Bütün hırslanyla saldıran Ruslar, Osman Paşa kumandasındaki Osmanlı askerlerinden yedikleri darbelerden sonra, bütün kuvvetleriyle Plevne önlerine gelmeye başlamışlardı. Rus Çan II.Aleksandr bizzat gelerek muharebeleri yakından takip etmiştir. Son Rus ihtiyatları Plevne önlerine getirilir... Gözleri öylesine korkmuştur ki, bütün bunlarla da yetinilemez. Çar, Romanya Prensi I.Karol'a bir telgraf çekerek yardım ister. Telgraf manalıdır. «İmdadımıza gel! istediğin gibi, istediğin yerden, dilediğin şartlarla Tuna'yı geç! Acele Plevne'de yardımımıza yetiş! Mahvoluyoruz! Hıristiyanlık, dâvasını kaybetmek üzeredir!» Bu telgraf üzerine Kral Karol, 3 piyade, l süvari tümeni ve 108 topla Rus ordusuna katılır...

Ruslar yine perişan oluyor

Ruslar ve Rumenlerden oluşan birlikler Plevne'ye karşı hücuma geçerler. 7 Eylül'den itibaren 432 top, geceli gündüzlü Plevne'yi döğmeye başlar. Dört gün aralıksız devam eden top ateşinden sonra, 11 Eylülde taarruza geçen Ruslar ve Rumenler, ancak kendilerinin dörtte biri kadar olan Osman Paşa kuvvetleri karşısında perişan olurlar. Bu üçüncü saldırıda da Ruslar, 3'ü general ve 350'si subay olmak üzere 15 bin 553 ölü vermiştir.

Plevne önlerinde bu muharebeler devam ederken, Osmanlı ordusu diğer taraftan Sırbistan ve Karadağ ile de savaşmaktaydı.

Plevne iki yönden Ruslar tarafından kuşatılmıştı. Yalnız güneydoğu ve güneybatıdaki Sofya - Plevne yolu açıktı. Muharebe ile Plevne müdâfilerini mağlûp edemeyeceklerini anlayan Ruslar, tam «Rusça» bir yola başvururlar. Plevne'yi dört bir taraftan sararak kuşatma altına almak, böylelikle, erzak ve mühimmat yardımı alamayacak olan kuvvetleri teslime zorlamak...

Bu planı tatbik için 3 Eylül'de, Plevne'nin güneydoğusunda, Osma suyunun doğu kıyısı üzerindeki Lofça'yı işgal ederler. Daha sonra 28 Ekim'de güneybatıdaki Sofya-Plevne yolunu da kapatırlar.

Böylelikle Plevne'yi dört bir yandan kuşatmış oluyorlardı... Müdâfiler erzakları, cephaneleri bitene kadar vuruşmaya devam ederler. Son kurşunu da atıp, yiyecek birşey kalmayıncaya kadar dayandıktan sonra, yine de teslim olmazlar.

Osman Paşa, 10 Aralık gecesi kaleden çıkıp düşman saflarını yararak, beraberindekilerle birlikte düşman hattını geçmeyi planlar ve planını tatbik eder. Vuruşa vuruşa ilerlerken, bir kurşunla dizinden yaralanır. Dizini delip geçen kurşun atına da isabet etmiştir...

Kahraman kumandan yaralı olarak teslim alınır. Rus başkumandanı ve Çar, Osman Paşa'yı tebrik edip kılıcını iade ederler.

Üçüncü Plevne zaferinden sonra, Sultan II.Abdülhamid tarafından «Gazi» unvanı verilen Osman Paşa, bir süre esir olarak Rusya'da kaldıktan sonra, Ayestefanos anlaşmasının imzalanması üzerine İstanbul'a gelmiştir.

4 ay 23 gün Plevne'de Ruslara karşı koyan ordunun kumandanı Gazi Osman Paşa'nın İstanbul'a gelişinde, Sultan Abdülhamid bu şanlı askerimizi kucaklar ve «Sen benim yüzümü ağarttın. İki cihanda da yüzün ak olsun!» diye dua eder. Daha sonra Mabeyn müşiri olan Gazi Osman Paşa, vefatına kadar bu vazifede kalır.

Düşmanın dahi takdir etmeye mecbur kaldığı bu faziletli kumandan, marşlarla dillerde, hatırasıyla gönüllerde yaşayagelmiştir. Halâ söylenir:

Kılıcımı vurdum taşa

Taş yarıldı baştan başa

Şanı büyük Osman Paşa

Askerinle binler yaşa...

5 Nisan 1900'da Rahmet-i Rahmana kavuşan Gazi Osman Paşa'nın mezarı Fatih camii haziresindedir.

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:35 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Ali Emiri Efendi

Şehzadebaşı'ndan Fatih Camiine giderken yolun sol tarafında mütevazi bir bina görünür. Tarihî eser olduğu bellidir. Kapısında "Millet Kütüphanesi" tabelası vardır. Bir bahçeden girilen ana yapıda eşsiz el yazması, taş basması eserler bulunmaktadır. Bu kütüphaneyi dolduran binlerce cilt eser Ali Emiri Efendi'nin emeğinin, gayretinin, fedakârlığının, mahsûlüdür.
Ali Emiri Efendi otuz yıl boyunca İslâm Âleminin kültür merkezlerini dolaşıp, varını yoğunu harcayarak bu kütüphaneyi dolduran eserleri toplamıştır. Hiç evlenmeyen Emiri efendi, hayatını, ilme, milletinin kültürünü yükseltmeye adamıştır. Ne yazık ki bu değerli şahsiyet gelecek nesillere layıkiyle tanıtılmamıştır. Hatta kurduğu kütüphanede onun topladığı, kendi imkanlarıyla satın aldığı eserleri okuyanlar bile Emiri Efendi hakkında fazlaca malumata sahip değillerdir.

Ali Emiri Efendi 1857'de Diyarbakır'da dünyaya gelmiştir. Ailesinde değerli ilim adamları bulunan Emiri Efendi küçük yaşından itibaren sıkı bir ilmî çalışmaya girişmiştir.

İlk tahsiline Diyarbakır'da başlayan Emiri Efendi ilk önce Sülüküyye Medresesine devam etmiştir. Daha sonra çeşitli medreselerde ilim tahsil etmiştir. Dinî ilimlerde kariyer sahibi olan Emiri Efendi gece gündüz okuyarak kendisini yetiştirmiştir. Tarih üzerinde çok durmuştur.

Maliye memuru, bilahare Müfettişi olarak Devlet Hizmetinde geçen otuz yıl müddetince her gittiği yerden değerli kitapları toplamıştır. Bu uğurda bütün maaşını ve kazancını vermiştir.

Anadolu ve Rümelinde muhtelif şehirlerde memurluk yapan Emiri Efendi en fazla kitaplara merak salmış ve nerede değerli bir kitap olduğunu duymuşsa her türlü fedakârlığı göze alarak gidip o eseri almıştır. Onun kitap aşkına bir misal vermek isteriz:

Ali Emiri Efendi tarafından tesis olunan Millet Kütüphanesi

Emiri Efendi, İşkodra ve Yanya vilayetleri maliye müfettişi iken, sırf Yemen'deki değerli eserleri toplamak için, Yemen Defterdarlığına talip olmuş ve Yemen'e gitmiştir.

Emiri Efendi'nin şimdi Türkiye'de, belki de dünyada tek nüsha olan Kaşarlı Mahmud'un değerli eseri Divan-ı Lügat'üt Türk'ü bulup kültürümüze kazandınşı da hayi enteresandır.

Yaşlıca bir kadın ihtiyacı olduğundan kendisine miras kalan bazı kitapları satmak ister ve kitapları sahaflar çarşısına getirir. Bu kitaplar arasında çok eski bir kitap kimsenin dikkatini çekmez. Emiri Efendi âdeti üzerine sahaflarda kitapları karıştırırken bu eski kitap gözüne çarpar. Bu kitabın, nüshası bulunmayan Divan-ı Lügat'üt Türk olduğunu anlayınca üzerindeki bütün parayı kitapçıya verir ve kitap için istenen ücretin kalanını eve giderek getireceğini, kitabı kimseye satmamasını söyler. Bu esnada ne olur ne olmaz diyerek te kitapçının üzerine kapıyı kilitler. Eve kadar gitmeye de tahammül edemez ve yolda rastladığı ahbaplarından aldığı borç parayı getirip kitapçıya vererek eşsiz eseri alır.

Bu eşsiz eseri üç gün üç gece aralıksız Kilisli Rıfat Beyle birlikte inceler. Üç gün boyunca sadece namaz kılmak için çalışmalarına ara verir ve yemek dahi yemez. İnceleme bittikten sonra Emiri Efendi, böylesine değerli bir eseri ilim dünyasının kazanmasına kendisini vesile kıldığı için Cenab-ı Hakka hamdeder ve iki rekat şükür namazı kılar.

Emiri Efendi bu şekilde derlediği on beş bin ciltlik kültür hazinesiyle Fatih'te Feyzullah Efendi Medresesinde şimdiki kütüphaneyi kurmuş ve ölünceye kadar da bu kütüphanede hafız-ı kütüplük yapmıştır.

İşgal sırasında İngilizlerin ve başka müsteşriklerin (yabancı islam araştırmacıları) 30-40 bin altına varan satın alma tekliflerini şiddetle reddetmiştir.

Son derece mütevazi olan ve İslamiyyeti yaşamadaki hassasiyetiyle tanınan Emiri Efendi, bütün servetini ve ömrünü milletine vakfetmiştir. Emiri Efendi, milletinin ancak, kültür vasıtasıyle, ilmi elde etmesiyle, mazisine, mefahirine sahip çıkmasiyle, dinine sımsıkı sarılmasiyle terakki edeceğine inanmıştır. "Millet" başlıklı şiirinde milletine karşı duyduğu hisleri şöylece terennüm etmiştir:

Hünerverfer yetişsün san'at îcâd eylesün millet,

Hamiyyetle çalışsun mülki âbâd eylesün millet.

Çıkar seyret ne İbn Rüşdlerle İbn Sina'lar,

Hele bir kerre azm-i râh-ı ecdâd eylesün millet.

Süleymâne teşebbüs Fâtihâne itinalarla

Bekada, halde Faruku dilşâd eylesün millet.

Olur elbet ne Hayreddinler, Turgutça'lar paydâr,

Yine Bahr-i Hind'de sâîmüz dâd eylesün millet.

Kerîm ol hizmet-i mille t'te candan öyle sat et kim,

Hamiyet-i sâff-ı bâlâsında tâdâd eylesün millet.

Vatan evlâdıyız hep dahli bu kadar bunda edyânın,

Çalışsın ittihad-ı ârâ ile ad eylesün millet.

Umumi bir uhuvvet hâsıl eylesün nûr-u ismetiyle,

Bütün birbirine şevkatle imdâd eylesün millet.

Bu gafletle geçerse ey "Emîri" asr-ı hâzırda,

Mezaristan içinde nazmımı yâd eylesün millet."

Emiri Efendi şahsiyeti ve karakteriyle de milletine örnek olmuştur. Fenne çok meraklıdır. Çok çalışkandır. Dinî, millî değerlere dil uzatan herkese karşıdır, onları hiç sevmez. Osmanlı kültürüne, Osmanlı sultanlarına, büyüklerimize büyük hürmeti vardır. İsimlerini hürmetle anmaktadır. Ne pahasına olursa olsun doğru bildiğini söylemekten çekinmez. Son derece doğru sözlü, dürüst ve merttir. Son derece fedakardır. Büyüklerimize dil uzatılmasına tahammül edemez.

Doğru bildiğini çekinmeden söylemesine şu vak'ayı misal olarak verebiliriz: Talat Paşa'nın sadrazamlığı esnasında, Paşa'nın da bulunduğu bir toplantıya Emiri Efendiyi davet ederler. Sohbet esnasında, Talât Paşa'nın muhtelif mevzulardaki sathî değerlendirmeleri karşısında Emiri Efendi Paşa'ya dönerek:

"-Paşa, paşa kaç cilt kitabınız var?" der. Talât Paşa:

"-30-40 tane kadar." cevabını verir. Bunun üzerine Emiri Efendi;

"Paşa, halktan utanmazsan Allah'tan kork. Ulema olmayan, Milletin ve devletin meselelerini çok iyi bilemeyen devlet adamı olamaz. Kitabı olmayan sadrazam olamaz. Sen millete ne vereceksin?" der.

Emiri Efendi hoşlanmadığı insanlara hiç yüz vermemiştir. Mesela Ziya Gökalp'ten hoşlanmaz. Gökalp'in ısrarla Divan-ı Lügat-üt Türk'ü görmek isteme talebini reddeder ve araya sevdiği dostlarının da girmesine rağmen Gökalp'e kitabı göstermez...

Değerli bir şair olan ve şiir yazabilecek kadar Arapça ve Farsça'yı iyi bilen Emiri Efendi'nin elliye yakın telif eseri bulunmaktadır. Eserlerinden bazıları şunlardır: Levami'ül Hamidiyye, Cevahir-ül Mülük, Ezhar-ı Hakikat, Yavuz Sultan Selimin Türkçe Eş'arının Tahmisi, Osmanlı Vilayet-i Şarkiyyesi (Diyarbekir), Yemen Hatırası, Mir'at-ül Fevaid...

Emiri Efendi bu değerli eserlerinden, ilminden, şairliğinden ziyade ilim ve kültür âlemine nadide eserler kazandırması, topladığı kitapları milletine armağan etmesiyle tanınmıştır.

Emiri Efendi'nin kültür dünyamıza kazandırdığı eşsiz eserlerden bazıları şunlardır:

"Cerrahiyyet-ül Hâniyye", dünyada ilk cerrah olan ve çok başarılı ameliyatlar yapan ve bütün bunları minyatürlerle kitabında gösteren Sabuncuoğlu Şerafeddin Bilâlî'nin eşsiz eseri... Bu kitapta bazı mühim ameliyatların yapılışı ve ameliyatta kullanılan aletler resimlerle gösterilmiştir.

Âşık Çelebi Tezkiresi: Âşık Çelebi'nin yazmış olduğu "Meşâir-i Şuara" isimli eserdir. Eserde 79 minyatür bulunmaktadır. Bu minyatürler şairler hayatta iken yapılmışlardır.

Kıyafatü'l İnsaniye Fi Şemâili'l-Osmaniye:

Seyyid Lokman'n, insanın fizikî yapısına bakarak karakter tayin etme ilmini muhtevi eseridir.

Emiri Efendi ayrıca cilt bakımından da eşsiz eserler toplamıştır. Bunlardan "Muhibbi Divanı"üstü bordro meşin üzerine gümüşle işlenmiştir. Son derece değerli bir nüshadır.

23 Ocak 1924'te vefat eden Emiri Efendi'nin cenaze merasiminde son Osmanlı Halifesi Abdülmecid Efendi de bulunmuştur.

Mütevazi, ihlaslı bir zat olan Emiri Efendi yaptıklarıyla milletin gönlünde yer etmiştir. Kültürümüze eşsiz eserler kazandıran Emiri Efendiyi rahmetle, şükranla yâdederken hakkındaki yazımızı Yahya Kemal'in yazdığı "Ali Emiri'ye Gazel" şiiriyle noktalamak istiyoruz.

Şöyle diyor Yahya Kemal gazelinde:

"Muhtaç isen füyuzuna eslâf pendinin

Diz çok önünde şimdi Emiri Efendi'nin

Âmid o şehr-i nur öğünsün ile'l-ebed

Fazl ü faziletiyle bu necl-i bülendinin

İklim-i Rûm'u gezdi otuz yıl taraf taraf

Bir maksadıyle tab'-ı nefâ'is-pesendinin

Yekpare nur olan bu kütüphâne-î nefis

Yekpare servetiydi bu âlemde kendinin

Ecdâd-ı pâkimiz gibi vakfetti millete

Hayranı oldu halk eser-î bîmenendinin

Yâ Fahr-ı Kâinaat sen iyfâ et ecrini

Divân-ı Kibriya'da bu Şark ercümendinin

RaHaTSiZ 12-27-2007 12:36 PM

Cevap : Tarihmize Şan Verenler
 
Koca Seyyid

Çanakkale önlerinde tarihte ender görülen bir muharebe cereyan etmekteydi. Bir yanda dünyanın en gelişmiş askeri vasıtalarına sahip ve sayıca çok kalabalık Batı ülkeleri, diğer tarafta vatanlarını müdafaa için cepheye koşup; düşmanın topuna, tüfeğine iman dolu göğsünü siper eden Mehmedcik...
Anadolunun cihangir ruhlu yiğitleri, şanlı fakat talihsiz devletlerinin elde kalan kısmını müdafaa için cansiperane vuruşmakta. Düşman zırhlılarının yağdırdığı güllelere, yaylım ateşe karşılık vermekte, düşmana adım attırmamaktadır.

Her hususu gözönünde bulundurduklarını zanneden ve hesaplarına göre en geç üç günde Çanakkale'yi aşacaklarını hesap eden düşmanlar yanıldıklarını acı bir şekilde görecek ve zelil bir halde kaçacaklardır Çanakkale önlerinden. Onlar kaçarken, geride Mehmetçiklerin kanları, canlan pahasına kazanıp evlatlarına ithaf ettikleri şanlı bir hatıra kalacaktır.

Çanakkale harbinde tarihlere şanla geçen kahramanlık tabloları çizilmiştir. İşte böyle tablolan çizenlerden birisi de Koca Seyyit'tir.

1889'da Balıkesir'e bağlı Havran ilçesinin Çamlık köyünde dünyaya gelen Seyit, çocukluğundan itibaren gürbüz yapısı ve pehlivanlığıyla dikkatleri çekmiştir. Bu vasfından dolayıdır ki asker ocağında kendisine pehlivanlığına izafeten "Koca" lakabı verilmiş ve "Koca Seyyid" diye tanınmıştır.

1909'da vatani vazifesine yapmak üzere askere giden Koca Seyit üç senelik asker iken 1912'de Balkan harbi patlak vermiş, Seyit de birliğiyle birlikte savaşa katılmıştır. 1913'te Balkan savaşının sona ermiş olmasına rağmen Seyit terhis edilmemiştir.

1914'te Birinci dünya savaşı patlak verince Seyit de Çanakkale'de topçu eri olarak vazife almıştı.

Çanakkale Boğazı'nın Rumeli yakasında, Kilitbahir denilen mevkide 28 lik Mecidiye bataryasında Şeyit'le birlikte kırk kişi vazifeliydi.

17 Mart 1915'te Çanakkale'deki bütün birliklerde yoğun bir faaliyet görülmekteydi. Ertesi gün, düşmanın büyük bir hücuma geçeceği haber alınmıştı.

Seyit Onbaşının bataryasında da hazırlıklar tamamlanmış ve düşmanın taarruzu beklenmeye başlanmıştı.

18 Mart 1918'de ilk önce Fransız daha sonra İngiliz zırhlıları Çanakkale boğazında görülmüşlerdi. Kıyılan yoğun top ateşine tutan düşman zırhlıları aynı şiddette karşı ateşle karşılaşınca duraklamışlar, fakat ateşlerini kesmemişlerdi.

Anadolu ve Rumeli kıyılarından ateş ve dumanlar göklere yükselmekteydi, düşman ateşi aralıksız devam ediyordu.

İngilizlerin en büyük savaş gemilerinden Queen Elizabeth ve Ocean zırhlıları Koca Seyit'in bataryasının bulunduğu Kilitbahir önlerine gelmiş, kıyıyı top ateşine tutmuştu.

Ateş çemberi genişleye genişleye Koca Seyit'in bataryasına ulaşmıştı. Bataryanın sağına soluna mermiler peşpeşe düşmeye başlamıştı. Durumun kritik oluşunu gören batarya komutanı "sığınağa!" emrini vermişti. Fakat batarya erleri sığınağa ulaşmadan müthiş bir gürültü kopmuş, sanki yer yerinden oynamıştı. Koca Seyit de o gürültüden sonrasını hatırlamıyordu. Düşman gemilerinden atılan bir mermi cephaneliğe isabet etmiş, cephanelik havaya uçmuştu.

Bataryadaki erlerden on dördü şehit olmuş, yirmi dördü ise yaralanmıştı. Sadece Seyit ile Ali isimli arkadaşı yara almadan kurtulmuşlardı.

Sağlık erlerinin müdahelesiyle kendine gelen Seyit gözlerini açınca etrafta şehit olan arkadaşlarının cesetlerim görmüş ve arkadaşlarından durumu öğrenmişti. Bataryada ikisinden başka kimse kalmamıştı.

Bataryanın toplarından ikisi toprağa gömülmüş ve kullanılmaz hale gelmişti. Sadece bir tanesi kullanılabilir haldeydi. Onun da vinci kırılmıştı.

Koca Seyit, bir denizde hâlâ ateş püsküren düşman zırhlısına bir yerde yatan şehitlere bir de topa bakmış ve büyük bir hırsla her biri 215 okka (276 kilo) ağırlığındaki mermilere yönelmişti. Arkadaşı Niğdeli Ali şaşırmıştı, Koca Seyit ne yapmak istiyordu. Seyit, şaşkın şaşkın kendisine bakan arkadaşına "yardım et de mermiyi yükleneyim" demiş, ardından da "Ya Allah" diyerek koca mermiyi kavramış ve Ali'nin yardımıyla sırtlamıştı. 276 kiloluk yüküyle 28'lik topun altı basamağını çıkan Koca Seyit mermiyi topun ağzına yerleştirmeyi başarmıştı. İmanın hem nur hem de kuvvet olduğunu göstermişti Koca Seyyit. Bu hakikati bütün dünyaya ilan edecekti. Şimdi bütün dikkatini vermiş önünde canavar gibi duran Ocean'ın üzerine çevirmişti topun namlusunu. Hedefi iyice tesbit edip nişanının doğru olduğuna kanaat getirdikten sonra "Ya Allah, bismillah!" diyerek topu ateşlemişti. Topun gürlemesiyle birlikte karşıdaki düşman gemisinden yoğun siyah bir duman yükselmişti. Anında yalpalamaya başlamıştı. Koca gemi isabet almıştı. Gemi personelinin sesleri kıyıdan duyuluyordu. Vurmuştu Koca Seyit, koca kefere gemisini. Ve mağrur düşmanın koca gemisi batacaktı.

Düşmanlar Mecidiye bataryasının safdışı edildiğini zannetmekteydiler. Kilitbahir cephesindeki komutanlar da aynı kanaate varmışlardı. Fakat Mecidiye bataryasından ateşlenen bir top düşman gemisini batırmıştı işte.

Batarya komutanı Hilmi Bey derhal Mecidiye bataryasına koşmuş ve topu Seyitle arkadaşının ateşlediğini öğrenmişti. Hemen oracıkta onbaşı rütbesini takmıştı Seyit'e. Komutanlar takdirlerini bildirmekteydi. Seyit ise Anadolu insanının tevazuu ile kızarmakta ve "fazla birşey yapmadığını, sadece arkadaşlarının intikamını aldığını" söylemekteydi. "Nasıl yaptın?" sualine ise şu cevabı veriyordu. "Cenb-ı Hakkın yardımıyla."

Koca Seyit'in Ocean'ı batınşı bir anda her tarafa yayılmıştı. Mehmedcik taze moralle düşmanı şiddetli top ateşine tutmuştu. Gün batımına kadar devam eden şiddetli savaşta düşman perişan edilmişti. Düşman Çanakkale'yi geçememişti. Geçemiyecekti de...

Çanakkale kahramanlarından Koca Seyit 1918'de terhis edilmişti. Köyüne dönen Seyit geçimini temin için çalışmaya başlamıştı. Fakat hain gözler cennet vatanın üzerinde olunca rahatlık yoktu.

Düşmanların hücumları bitmiyordu. Daha düne kadar Osmanlı devletine bağlı olan "uşak tabiatlı" Yunanlılar 15 Mayıs 1919'da İzmir'i, 28 Mayıs 1919'da da Ayvalık ve Edremit'i işgal etmişti. Vatan istila altındaydı, Çanakkale'nin şanlı gazisi Seyit onbaşı durabilir miydi? Durmadı ve işgal haberini alır almaz cepheye koştu.

Karış karış vatanını müdafaa eden yediden yetmişe Anadolu insanıyla omuz omuza verip vuruşuyordu. Koca Seyit, Ordunun 26 Ağustos 1922'de başlattığı büyük taarruza da iştirak etmiş ve 28 Ağustos'ta cereyan eden muharebede iki yerinden yaralanmıştı. Büyük zaferin kazanıldığını hastanede yatarken öğrenmişti Koca Seyyit. Dünyalar kendisinin olmuştu. Artık asırlardır olduğu gibi şanlı bayrağı semalarda hür olarak dalgalanacak, Ezan-ı Muhammedi vatan semalarından eksik olmayacaktı.

Savaşın kazanılmasından sonra mütevazı hayatını devam ettirmişti. Koca Seyyid, fakirdi, çoluk çocuğunun geçimini sağlamak için binbir meşakkatle dağdan odun getiriyor, odun kömürü yapıp satıyordu.

Koca gazinin madalyası bile yoktu. O da "müracaat et sana madalya versinler, maaş bağlasınlar" diyenlere, "Biz madalya için, maaş için dövüşmedik. 'Ya şehid olacağız ya gazi' dedik. Ücretini Cenab-ı Allah'tan bekledik ve Rabbim bize gazilik rütbesini nasib etti" demiştir.

1939 yılının Aralık ayında vefat eden Koca Seyit geride maddî hiç bir servet bırakmamıştı. Madde bakımından belki dünyanın en fakir insanıydı, fakat, şanlı tarihe malolan şanlı hatıralar bırakmıştı.


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.