ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   Miniklere Masallar (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=499)
-   -   Çocuk Masalları (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=43330)

rock_alltime 04-05-2008 10:59 PM

Çocuk Masalları
 
AHTAPOT

Gizem dolu, sır dolu, pek çok bilinmezliklerle dolu kainatın bilmem nerelerinde sessizce dönüp durmakta olan sevgili dünyamız. Üzerinde yaşamalarına, hayat bulmalarına, barınmalarına olanak tanıdığın on binlerce yıldan beri her şeyi ile belki de sadece sende var olan canlı varlıklar. Özgün düşünme yetenekleriyle, hayal güçleriyle, inatçılıklarıyla her zaman, her yerde ortaya çıkabilen ve bir bilinmezi bilmek için, problemlerin çözümüne yardımcı olmak için şevkle, istekle; kendilerinin yaşamaları lazım gelen hayatın normalitesinden arınarak, normalitenin bir parça üstüne çıkarak ve o geride bıraktıkları normalitecilerin yararına bir takım çabalar, arayışlar içine giren idealistler.

Denizin engin maviliklerinde aylardır pek çok yeri gezip dolaşmasına karşın gördükleri ona hiç de yabancı gelmeyen, o gördüklerine daha önceden biliyormuşçasına ilgisiz ve bu denize sularını akıtan ırmağı ilk fark ettiğinde düşüncesinde oluşan tutkunun harekete geçirdiği, ırmağın çıkışına, kaynağına ulaşmaya karar verdirttiği bir genç ahtapot.

Genç ahtapot ırmakta ağır ağır ilerlemeye başladı. Daima yüzeyde bulunmaya özen gösterdiği için, ırmak kenarında bulunan ağaçları, otları, çiçekleri, kuşları ve küçüklü, büyüklü canlı yaratıkları yakından incelemek olanağını buluyordu. Günler birbiri ardına geçip gittikçe, ırmağın genişliği daralmaya, sular daha bir coşkun akmaya ve meyil artmaya başladı. Genç ahtapot, akıntıya karşı yüzdüğü için, her geçen gün biraz daha fazla zorlanmaya başladığını fark etti. Hani sıkıntıya katlanamayıp kendini bırakıverse hiç yorulmadan denize geri dönebilecekti. Fakat, bu onun yapamayacağı bir işti. Mademki bir idealistti ve bir idea uğruna buralara kadar gelmişti, kesinlikle geriye dönüş söz konusu olamazdı.

Genç ahtapot çok uzaklarda zorlukla fark edilen karlı dağın yamaçlarına ulaştığında önüne oldukça yüksekten suların döküldüğü bir çağlayan çıktı. Bu çağlayanı aşıp yoluna devam etmesi gerekirdi, ama nasıl? Yaptığı bir iki deneme bu işin şimdilik olanaksız olduğunu gösterdi. Zaten yorgundu.
Günlerdir dur durak bilmeden,gücünün sınırlarını sonuna kadar zorlayarak buralara kadar gelmişti. “ Bir zaman için dinlenmeli, gücümü toplamalı, bu çağlayanı aşmayı başarabileceğime inandığım an gelip çağlayanı geçer yoluma devam ederim, diye düşündü. Dün gelirken gördüğüm kollardan birine sapar, orada günlerimi sakin geçirebileceğim bir yer ararım. Çağlayan şimdilik bekleyedursun. “

Genç ahtapot geriye dönüp, ırmağın kollarından birine girdi.Yok şurası, yok burası derken,sonunda bir göle vardı. Genç ahtapotun göldeki sakin yaşantısı oldukça uzun sürdü. Gerçekte bir idealist için zamanın fazla bir önemi yoktu. Zaman bırak geçsindi. Önemli olan geçen zamanı ustaca değerlendirebilmekti. Devamlı olarak fikir bakımından bir büyüme, bir ilerleme içinde olacaktın. Bu idealistçilik zaten sende doğuştan vardı. Sen istemesen de şartlar seni buna zorlardı. Bir ideanın peşinden gitmeye başladığın yani sen bir idealist olduğun zaman, dikkatli bir şekilde geçmişini düşünürdün ve şimdi anımsamak istemediğin o mutsuz, o karamsar, o kederli günlerinin bile seni nasıl eğitmiş olduğunu, deneyim sahibi yaptığını fark eder de şaşar kalırdın.

Aradan yıllar geçmiş,geçen yıllarla birlikte genç ahtapot büyümüş,olgun bir ahtapot olmuştu.Gölde ve gölün çevresinde yaşayan canlı varlıklarla daima iyi ilişkiler kurmuş, onların anlattıklarına kendi gözlemlediklerini de ekleyerek epey bir bilgi birikimine sahip olmuştu. Her şey çok güzeldi, belki de çok daha güzel olacaktı. Eğer göl kıyısına insanlar kamp kurmasalardı. Ahtapot insanları göl kıyısında görür görmez, içgüdüsünden gelen dikkat et sesine kulak vermiş, gölün dibindeki mağarasına çekilmişti. Günlerini mağarasında geçiriyor, ara sıra da, gölün derinliklerinde dolaşıyordu. Bazı günler göl yüzeyinde bir iki kayık görüyor, fakat kayıklardaki insanların kürek çekişlerini gölün derinliklerinde yüzerek seyretmekten başka hiçbir şey yapmıyordu.

Günlerden bir gün, bir kayık gölün ortalarına yakın bir yerde giderken ortalık kararıverdi. Şiddetli bir yağmur başladı. Gittikçe daha sert esmeye başlayan rüzgar gölde büyük dalgalar oluşturuyordu. Kayıkta bulunan insanların yaklaşan fırtınadan kaçmak için gösterdikleri çabalar boşuna oldu. Kayıklarının alabora olarak batmasını bir türlü engelleyemediler. Ahtapot yaklaşan fırtınayı önceden hissetmiş, kayıkta bulunan insanlar tarafından görülme tehlikesini göze alarak kayığın birkaç metre altına kadar sokulmuştu. Kayık battığında dev dalgalar arasında çırpınıp duran iki insanı güçlü kollarıyla sıkıca kavrayıp, onların boğulmalarına engel olmak için, yüzeye çıktı ve süratle kıyıya doğru yüzmeye başladı. Baygın durumdaki iki insanı kıyıda emin bir yere bırakan ahtapot, gölün derinliklerindeki mağarasına çekildi.

Bu olayı takiben geçen on gün içinde göl yüzeyinde hiç kayık göremeyen ahtapot insanların gitmiş olabileceklerini düşünerek yüzeye çıkıp çok uzaklardan kampın bulunduğu kıyıya doğru baktı. İlk dikkatini çeken şey, kıyıdaki kocaman demir kayıklar oldu. İnsanlar ayrıca kampın bulunduğu çadırların yanına tahtadan barakalar yapmışlardı. Çok insan vardı kıyıda. Gölün fazla sularını ırmağa akıtan kola doğru yüzmeye başladı. Kıyıdaki insanlara fark ettirmeden gölden çıkıp gitmeyi planlıyordu. Fakat çıkışa vardığında etrafta gitmesini engelleyen dikenli teller olduğunu üzülerek gördü. Bir hata yapmaktan korkuyordu. Bu dikenli telleri parçalayıp atar, yoluna devam edebilirdi. İşin içinde yaralanmak,çaptan düşmek olasılığı da vardı. Irmaktaki çağlayan zaten yolunun üstünde bir büyük engeldi. Çağlayanın karşısına çıktığında güçsüz durumda bulunmak yakışık almazdı.

Sonraki günlerde göl yüzeyi birdenbire hareketlendi. İnsanların göl kıyısına kadar kamyonlarla getirdikleri parçaları birbirine monte ederek yaptıkları gemiler vızır vızır gidip gelmeye başladı. Gemilerden dalgıçlar göle girerek, gölün dibini taramaya başladılar. Dalgıçların ellerindeki zıpkınlar görülür görülmez ahtapota yöneltilecekti. Gölde her kolunun uzunluğu beş metreyi bulan sekiz kollu dev bir ahtapot vardı ve bu ahtapotu öldüren ödüllendirilecekti. İşte burada biraz düşünmek gerekirdi. Katledilmek istenen bu ahtapot fırtınalı bir havada iki insanı mutlak bir ölümden kurtarmıştı. Onlar bayılmadan önce kendilerini kurtaranı görmüşler, ötekileri ahtapotun varlığından haberdar etmişlerdi. Ötekiler ötekilere, ötekilerde ötekilere durumu bildirmişler ve son ötekiler, ortaya bir ödül bile koymuştu. Bu durumu çıkışı olmayan bir labirent biçiminde algılamak gerekmektedir.

Ahtapot artık gölde barınmasının olanaksızlığını anlamıştı. Tüm iyi niyetine karşın insanlar onun bu gölde biraz daha fazla araştırma yapmasına izin vermeyeceklerdi. Zaten gölde bir süre daha yaşamak gereksizdi. Öğrendikleri yeter de artardı bile. Ahtapot mağarasından hınçla dışarı fırladı. Korkunç bir süratle kampın önünde demirli bulunan gemilerin tam karşısında su yüzeyine çıktı. Günlerdir arıyordunuz işte buradayım ve sizden korkmuyorum der gibi kabardıkça kabarıyor, gölde yapay dalgaların oluşmasını sağlıyordu. Aniden soluna doğru yöneldi. Kıyıdaki insanların hayret dolu bakışları altında göl çıkışındaki dikenli telleri paramparça ederek kola girdi ve bir süre sonra ırmağa ulaştı. Irmağın akıntılarına rahatça karşı koyarak çağlayanın önüne geldi ve iki kolunu uzatarak oradaki kayalara tutunup yukarıya çıktı.

Daha sonraki günlerde ahtapot ırmağın kaynağına ulaşmak için gösterdiği yoğun çabayı devam ettirdi. Kaynağın bulunduğu karlı dağın yamaçlarında daracık boğazlardan zorlukla geçiyor, derinliğin yüzmesine olanak tanımadığı yerlerde de adım adım ilerliyordu. Yamaçlarda yağan yağmur havanın giderek soğumasıyla birlikte kara dönüşüyor, yağan kar altında buz gibi soğuk suda titremek ona dağlarda yaşamın ne derece zorlu olduğunu öğretiyordu. Ahtapot daha ileriye gitmenin mümkün olmadığını düşünmeye başladığı bir sırada ırmağın kaynağını buldu. Kaynak, kayaların arasından, mağara gibi bir yerden, yeryüzüne çıkıp doğuyordu.

Ahtapot konuyu özetle toparladı: “ Demek kaynak burasıymış. Su bu daracık yerden yeryüzüne çıkıyor, yağan kar ve yağmur sularıyla besleniyor, çevreden kimi dereciklerin sularını alarak çağlayana kadar iniyor. Çağlayan geçildikten sonra sağdan soldan pek çok kol alan su gittikçe büyüyerek bir ırmak halinde benim doğduğum denize varıyor ve denizle bütünleşiyor. Uzun bir süre içinde yaşadığım göl de fazla sularını ırmağa bir kol aracılığıyla akıtan büyükçe bir su birikintisinden başka bir şey değilmiş. “

Dönüş yolunda, çağlayana yaklaştıkça, ahtapotu bir düşüncedir aldı. Acaba insanlar onu oralarda bekleyebilirler miydi? Bu yüzde elliye yüzde elliydi.Yani bekleyebilirlerdi de beklemeyebilirlerdi de. Onun orası belli olmazdı.Ahtapot, kesinlikle korkmuyordu. Zaten böyle durumlarda bir idealist için korku en son akla getirilecek bir şeydi. Korkmak için hiçbir neden yoktu. Ahtapot, şöyle bir durum değerlendirmesi yaptıktan, ne olursa ne şekilde hareket edeceğini hesapladıktan sonra, çağlayandan aşağı indi. Suların üstünden, göğsünü gere gere yüzerek, gölün ırmakla bağlantısını sağlayan kolun yanından geçti, gitti.

Ahtapot, birkaç gün sonra denize vardı. Yıllar önce, genç bir ahtapotken, bir idea uğruna yola çıkmış; yıllar sonra, büyük, olgun bir ahtapot olarak işte geriye dönmüştü. Fakat, idea, ideal değildi henüz. Bir idealist, öğrendiklerini başkalarına da öğreterek, onları da bilgilendirmeliydi. Ben, bana yetecek kadar bilgi sahibiyim fazlasını öğrenmesem de olur diyemediğin gibi, ben herkesten çok daha fazla bilgiliyim varsın benim bildiklerimi başkaları bilmeyiversin de diyemezdin. Ahtapot, kısa bir süre dinlendikten sonra girişimlerine başlamak istiyordu. Öğrendiklerini başkalarına da öğreterek onları da bilgilendirecekti. Beyninde kendisinin bilip de başkalarının bilmediği tek bir bilgi kalmayana kadar

Serdar Yıldırım

rock_alltime 04-05-2008 11:01 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
AK BENEKLİ

Çoban Ali her gün erkenden kalkar, koyunlarını otlatmaya giderdi. O sabah da şafak sökmeden uyandı. Yatağının içinde iyice gerindi, uzun uzun esnedi. Kuzu postundan yapılmış tüylü yeleğini giydi. Alelacele yalınayak kulübesinden dışarı çıktı. Ağılın kapısını açtı. Sopasıyla birer birer hepsinin kuyruğundan dürttü.

- Hadi bakalım tembeller! Düşün yola!

Koyunlar, kuzular Ali'yi görünce sevindiler, meleştiler. Ak benekli olanı Ali'nin kucağına atladı, yanaklarını yalamaya başladı.

Ali Ak Benekli'yi çok şımartmıştı. Ak Benekli doğduktan iki gün sonra ayağını taşa çarpmış, yaralanmıştı. Zavallı pek minik olduğu için bir türlü iyileşememişti. Ali gece gündüz onun yanından ayrılmamış, aşağı köyde oturan Senem Nine'nin otlardan yaptığı merhemleri süre süre iyi etmişti Ak Benekli'yi. İşte o gün bu gündür Ak Benekli'yi diğerlerinden bir başka tutar, bir başka severdi Çoban Ali.

Düştüler yola.

Çoban Ali Ak Benekli kucağında, elinde sopa , arkada diğerleri çıngırak sesleriyle kah koştular, kah durdular. Dere boyuna geldiler.

Güneş yükseldi; parladı.

Çoban Ali “Ah bir ağaç olsaydı sırtımı yaslayacak, gölgesinde serinleyecek! " dedi. Böyle derken Ak Benekli'yi kucağından indirdi. Cebinden kavalını çıkarıp başladı çalmaya. Yere, kuru toprağa çömelmiş, çalıyor da çalıyordu Çoban Ali yanık yanık.

Dere boyunda az ilerde Senem Nine'nin kulübesi vardı. Kimsesizdi zavallı kadıncağız. Bir zamanlar Çoban Ali kadar bir torunu olduğunu söylerler köylüler. Kimse bilmez Senem Nine'nin torununa ne olduğunu.

Kimi "Öldü; öldü. Ben biliyorum", kimi de "Kayboldu; kaybolmuş galiba." der, ama kimse sormaya cesaret edemez Nine'ye.

Bir gün biri soracak olmuş; Nineciğin gözlerinden seller gibi yaşlar akmış akmış da hiçbir şey söylememiş.

Yalnız Çoban Ali onun “Ah onlar gelmeden her şey ne kadar güzeldi! Herkes ne kadar mutluydu!" dediğini duymuştu çoğu kez.

"Kimler nine? Kimler geldi buraya?" diyecek olsa Çoban Ali, “Hiç, hiç kimse. Sen bana bakma oğulcuğum. Kendi kendine konuşan bir ihtiyarım işte ben " der, geçiştirirdi Senem Nine.

Çoban Ali bir yandan kavalını çaldı, bir yandan bunları geçirdi aklından. "Zavallı Senem Nine!" diye mırıldandı.

Ak Benekli Çoban Ali'nin üzüldüğünü anladı. Yanına gelip başını onun dizlerine dayadı. Çoban Ali sevdi, okşadı Ak Benekli'yi.

Güneş iyice yükseldi. Öğle oldu. Çoban Ali'nin karnı acıktı. Yerinden doğruldu. İki elinin işaret parmaklarını ağzına götürdü, keskin bir ıslık çaldı. Bunun üzerine bütün koyunlar toplaştılar, meleştiler. Çıngırak sesleri birbirine karıştı.

Senem Nine kulübesinden çıktı. Elini salladı.

- Çoban Ali; gel; taze çörek yaptım.

Çoban Ali sevincinden iki kez takla attı.

- Yaşşaa nineciğim!

Nine iki büklüm, Çoban Ali'ye hizmet ediyordu. Çörekler getirdi, ayran yaptı.

Ali ağzını çöreklerle doldurdu. Ak Benekli'yi de yanına çağırdı.

Senem Nine onların karşısına geçti, oturdu. Gözlerinden iki damla yaş aktı.

- Hey Çoban Ali! Oğulcuğum. Torunum da yaşasaydı, senin kadar olacaktı. Ah onlar gelmeseydi, o adamlar! Her şey ne güzeldi!

Çoban Ali yerinden ok gibi fırladı:

- Söyle nineciğim. Söyle, kimler geldi? Hangi adamlar? Ne olur anlat nine! Torununa ne oldu?

Ali böyle haykırırken Senem Nine'nin dizlerine kapanmış, sımsıkı onun ellerinden tutuyordu.

Senem Nine ağlıyor, bir yandan da Çoban Ali'nin saçlarını okşuyordu.

- Peki Çoban Ali. Anlatacağım oğulcuğum.

Ali ninenin yanına çöktü. Ak Benekli sanki olağanüstü bir şeyler olduğunu anlamış gibi bir nineye, bir Çoban Ali'ye bakıyordu. Çoban Ali Ak Benekli'yi çekti, kucağına oturttu.

Nine bir eliyle gözyaşlarını sildi. Başını kaldırdı. Dere boyunun iki yanını gözleriyle uzun uzun taradı.

- Çoban Ali, şuraları görüyor musun?

İşaret parmağıyla ta uzakları gösterdi. Yine devam etti:

- İşte buraları bir zamanlar yemyeşil ormandı. Çamı, kavağı, meşesi; ne ağaçlardı onlar! Dallarında cıvıl cıvıl kuşlar öterdi... Gölgelerinde köylüler serinlerdi. Mis gibi havasını ciğerlerimize doldururduk. Kuraklık nedir bilmezdik. Bereketli yağmurlar yağardı hep. Kışın kar yağıp da ilkbaharda erimeye başlayınca dere dolup taşardı. Ama o güzelim ağaçlar bizleri selden korurdu.

Çoban Ali merakla sordu:

- Eee nineciğim, ne oldu o güzelim ağaçlara?

Senem Nine hırsla kalktı. Bir elini yukarı kaldırıp yumruğunu sıktı:

- Onlar geldiler, o baltalı adamlar Çoban Ali. Yıktılar, devirdiler ağaçlarımızı. Söktüler köklerinden. Sanki canlarımızı da aldılar gittiler. O gün bu gündür bu toprak çorak, bu toprak kurak...

Çoban Ali yine sordu :

- Torununa ne oldu nine?

Senem Nine yine çöktü yere. Başını iki yana salladı. Kısık bir sesle:

- O kış çok kar yağdı Ali buralara, dedi. İlkbahar geldi. Dağlardaki tepelerdeki karlar başladı erimeye. Bu dere doldukça doldu. Doldu da taştı. Sel bastı her yeri. İşte benim minik torunumu da o sel aldı gitti... Gidiş o gidiş...

Çoban Ali'nin gözleri kocaman açılmış, rengi sapsarı olmuştu. Sanki bir şeylerden korumak istiyormuş gibi Ak Benekli'yi sımsıkı sardı, göğsüne bastırdı. Göz pınarlarından damla damla yaşlar yanaklarına süzülüyordu. "Nineciğim, zavallı nineciğim benim!" dedi.

Senem Nine çocuğu üzdüğünü anlayıp gülümsemeye çalıştı. "Hadi Çoban Ali, kalk. Derle toparla sürünü. Seni üzdüm oğulcuğum." dedi.

Çoban Ali bugünden sonra Senem Nine'nin anlattıklarını hiç unutmadı. Günler, geceler boyu hep düşündü durdu.

Yaz bitti; sonbahar geçti; kış geldi. Lapa lapa kar yağdı. Öyle yağdı ki Çoban Ali günlerce sürüsünü çıkarıp otlatamadı. Yalnızca Ak Benekli'yi yanından hiç ayırmadı.

Bazı geceler Çoban Ali neşelenir, ocağın karşısına geçer, kavalını çalardı. Ak Benekli o zaman zıplar da zıplar, onun neşesine katılırdı. Ali'nin canı bir şeye sıkılacak olsa Ak Benekli de hüzünlenirdi. Böyle kuvvetli bir dostluk vardı aralarında.

Günler, geceler geçti. İlkbahar geldi. Çoban Ali sevindi. Ak Benekli zıplayıp dans etmeye başladı. Sürü indi dere boyuna. Meleştiler, otladılar. Senem Nine onları gördü; seslendi :

- Çoban Ali... Gel, çörek yaptım.

Sarıldılar, nineyle öpüştüler.

Nine "Ak Benekli görmeyeli ne kadar büyümüş! dedi.

Güneş parlıyor, karları eritiyordu. Dere coştukça coşuyordu.

Ertesi gün Çoban Ali yine sürüsünü otlatıyordu. Öğle vakti yaklaştı. Senem Nine'nin kulübesinin kapısı hala açılmamıştı.

Çoban Ali merakla koştu. Kapıyı çaldı.

- Nine; benim. Çoban Ali. Aç kapıyı.

Biraz sonra nine kapıyı açtı. Yüzü solgun, sapsarıydı. Gözlerinde korku vardı.

- Ne oldu nineciğim, hasta mısın?

Nine Çoban Ali'nin üzerinden dereye doğru baktı. "Korkuyorum Çoban Ali; korkuyorum!" dedi.

- Neden nine?

- Dere hoşuma gitmiyor. Taşacak gibi. Yine felaket getirecek gibi.

Çoban Ali geriye döndü. Dere gürültülü sesler çıkarıyor, taştıkça taşıyordu. Korkuyla yanına baktı. Ak Benekli yoktu. Koşarak sürünün yanına geldi. "Ak Benekli neredesin? " diye bağırdı.

Zavallı hayvanlar derenin sesinden ürkmüşler, taşan sulardan korunmak için bir oraya bir buraya kaçışıyorlardı.

Çoban Ali yine seslendi: Ak Benekli ! Ak Benekli!

Kavalını çıkardı, çaldı Ak Benekli duyar da gelir diye. Ama ne gelen vardı ne giden. Zaten suyun sesi yükselmiş, hiçbir şey duyulmaz olmuştu.

Senem Nine de kulübesinden çıktı; Ali'nin yanına geldi. "Çoban Ali, durma buralarda. Kaç, sürünü kurtar. Sel başladı " diyordu. Bir yandan da “Ah yine o felaket!" diye ağlıyordu.

Çoban Ali durmadı, koştu. Dere boyu sulara bata çıka koştu. Hem koşuyor hem sesleniyordu:

- Ak Benekli, Ak Benekli! Ak Benekli!

O da sulara daldı. Kayboldu gitti ta ki aşağı köylüler onu bulup kurtarana dek.

Ak Benekli'yi sel alıp götürmüştü. O günden sonra Çoban Ali'nin yüzü hiç gülmedi. Her gün dere boyuna inip "Ak Benekli! Ak Benekli!" diye ağladı.

Yaz geldi, sular çekildi. Çoban Ali yine dere boyuna inmiş ağlıyordu.

- Ak Benekli nerdesin?

Omuzuna biri dokundu. Çoban Ali sıçradı, döndü. Senem Nine'yi gördü.

Senem Nine "Yas tutmayı bırak Çoban Ali. Ağlamakla Ak Benekli'yi geri getiremezsin " dedi.

"Ne yapabilirim nine ?" diye ağlamaya devam etti çocuk.

- Çok şeyler yapabilirsin. Çok şeyler yapabiliriz Çoban Ali, diye bağırdı nine. Ağaç dikeriz, yeniden ağaçlandırırız buraları. Yemyeşil orman olur zamanla. Eskisi gibi cıvıl cıvıl kuşlar öter dallarında o güzelim ağaçların. Ötmez mi Çoban Ali?

Çoban Ali kalktı.

Gözyaşlarını siliyor, bağırıyordu . "Öter nineciğim, öter nineciğim " diyordu.

Şimdi aradan uzun yıllar geçti. Dere boyu yine eskisi gibi ağaçlık, yemyeşil orman oldu. Kuşlar cıvıl cıvıl. Havası mis gibi.

Kimin yolu düşerse, gitsin baksın. Çoban Ali ile Senem Nine'nin kulübesi hâlâ orada duruyor.

Hatta bazıları Ak Benekli'nin de meleyişini duyar gibi olduklarını söylüyorlar.

Bilinmiyor

rock_alltime 04-05-2008 11:02 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
AKBABALARIN UMUDU

Çok eski çağlarda, ülkenin birinde, dinazorların yuvalandığı bir yer vardı. Dinazorlar,
yavrulama zamanı geldiğinde, yumurtalarını buraya bırakırdı. Bazı dinazorlar, bırakılan yumurtaların başını bekler, yavruların yumurtadan çıkışında, onların yaşama alışmaları için gereken ilk desteği sağlama görevini üstlenirdi. Bu dinazorlara "Öğretmen" denirdi. Dinazor yavruları, kendi başlarına yaşamlarını sürdürebilecekleri büyüklüğe gelince, yuvadan ayrılıp, ülkenin diğer yerlerine yayılırdılar.
Yuvadan çıkan dinazor yavrularının çoğu, ülkenin en verimli topraklarının bulunduğu batıya göç ederdi. Burada, yeşillikler ve bol yiyecek vardı.
Batının en verimli alanları, yedi tepeye yayılmış ağaçlık bölgeydi. Buraya "Yedi Tepe Ormanları" denirdi. Dinazor yavruları en çok, Yedi Tepe Ormanları'na giderdi. Yedi Tepe Ormanları'nın nehir gibi akan mavi denizin yanında olması, buraya ayrı bir güzellik veriyordu. Ormandaki hayvanlar, çoğu zaman dinlenmek için deniz kıyısına iner, boğazın diğer yakasındaki ormanlara ve kıyıdaki kumsala bakıp, zaman geçirir, birbirleriyle oynayıp eğlenirdi.
Yedi Tepe Ormanları'nda yaşayan dinazorların sayısı çoktu. Dinazorlar, ormandaki ağaçların arasında gizlenerek yaşadıklarından, sayılarının ne denli çok olduğu, diğer hayvanlarca bilinmezdi. İri gövdeli dinazorları görenler, onlardan korkup kaçardı. Gerçi dinazorların çoğu, başka hayvanlara zarar vermeden, ormandaki yiyeceklerle yetinmeye çalışırdı ama, diğer hayvanlar onların ürkütücü büyüklüğünden çekinir, onlara pek yaklaşmazdı.
Bazı kurnaz hayvanlar, dinazorların kendilerine saldıracağını düşünüp, orman yasalarını çiğnememeye çalışırdı. Bazıları da, belli etmeden, yasalara aykırı davranışlarını sürdürürdü...
Yedi Tepe Ormanları'nda yalnız dinazorlar yaşamıyordu. Bu ormanın çevresindeki taşlık alanlarda akbabalar da yaşardı. Bilirsiniz akbabalar yeşil alanları sevmezler. Onlar taş ve kum çöllerinde yuvalanırlar. Yedi Tepe Ormanları'nın çevresindeki taşlık alanları kullanan akbabaların gözü, hep Yedi Tepe Ormanları'ndaydı. Burayı nasıl taş çölüne çevireceklerini kuruyordular. Aslında bir çok orman alanını, taş çölüne çevirmeyi başarıp, buralara yuvalanarak sayılarını daha da çoğaltıyordular. Ormandaki ağaçların arasında gizlenmeye çalışan dinazorlar, ormanlar yok oldukça saklanacak yer bulma güçlüğü çekiyordular. Bu nedenle akbabaların taş çölleri, en çok dinazorları huzursuz ediyordu... Ormanları yok olan diğer hayvanlar, taş çölündeki oyukların arasına saklanıp yaşamlarını sürdürmeye çalışıyor ama, açlıktan güçsüz düşünce, akbabalara yem oluyordu.
Yedi Tepe Ormanları'nın taş çölüne dönüşmeye başlaması üzerine dinazorlar yaşamak için kendilerine yeni bir yer aramaya başladılar.

Sonunda boğaza bakan yamaçlardan birinde, yeşilliği bozulmamış, ağaçları
akbabalarca yok edilmemiş, bir vadi buldular. Bu alana "Yeşil Vadi" adını verdiler. Dinazorlar, buranın da taş çölüne dönüşmemesi için akbabaları Yeşil Vadi'den uzak tutma kararı aldılar. Yedi Tepe Ormanlarında yaşamlarını sürdüren dinazorlar, Yeşil Vadi'yi dinlenme alanı olarak kullanacaktı.
Yedi Tepe Ormanları'nı yalnız akbabalar yok etmiyordu. Diğer hayvanların bilinçsizce ağaçları kemirmesi sonucu, ağaçlar yok oluyor, yerini çıplak topraklara bırakıyordu. Yedi Tepe Ormanlarının yer yer kel olup, kabaklaştığı günlerde, Yeşil Vadi'nin el değmemiş güzelliği dinazorları pek sevindirdi. Bu alana kimse zarar versin istemediler. Dinazorların en irilerinden olan iki Trex, Yeşil Vadi'nin yönetimini üstlendiler. Tciretops ve Brantosaurus da onlara yardım etti. Yönetimin ilk işi, Yeşil Vadi'de yaşayan hayvanların türlerini belirlemek oldu. Yeşil Vadi'de ağaçların ve çalıların arasında yaşayan tüm hayvan türlerini belirlemek çok zordu. Trex, burada kaplumbağa yaşadığını öğrendi. Tüm dinazorlar, çevreyi araştırıp kaç tane kaplumbağa yaşadığını bulmak istediler. Gördükleri her kaplumbağa numaralandırıldı ve Yeşil Vadi'de oniki kablumbağa olduğunu anlaşıldı. Söylentiye göre, Yeşil Vadi'de papağanlar ve yılanlar da yaşıyordu. Dinazorlar, bulabildikleri yılanların boyunlarına halka geçirdiler. Papağanları da ayak bileklerinden numaraladılar. Yeşil Vadi'de yaşayan tüm hayvanlar belirlendikten sonra Trex, dinlenmeye gelen dinazorları topladı ve:
- Arkadaşlar. Bu alanda yaşıyan tüm hayvanları belirledik. Bu hayvanlar Yeşil Vadi'ye bugüne değin zarar vermemişler, bundan sonra da zarar vermezler. Başka hayvanların bu alana girmelerini engellersek Yeşil Vadi'nin yok olmasını önleriz.
diye seslendi. Dinazorlar Yeşil Vadi'de yaşayan hayvanların yaşam koşullarını iyileştirmek ve kendilerine güzel bir dinlence ortamı hazırlamak için Yeşil Vadi'yi onarmaya başladılar. Hayvanların yuvalarının bakımı yapıldı, dikenli çalılar budandı, açık alanlara çiçekler ekildi, yıkılan ağaçların yerine yeni ağaçlar dikildi. Yeşil Vadi daha güzel ve yaşanabilir bir ortam olmaya başladıkça dinazorlar seviniyordu.
Yeşil Vadi'nin çevresinde sarp kayalar vardı. Bazı akbabalar, bu kayaların üzerindeki taş yığınları arasına yuvalanmışdı. Bu alanda yaşıyan başka hayvanlar da vardı. Bunlar, arada Yeşil Vadi'ye inip, ağaçları kemirir, Yeşil Vadi'nin küçülmesine bilinçsizce katkıda bulunurdular. Akbabalar, kemirilen ağaçların bulunduğu yerlere taş yuvarlar ve bu alanı taş çölü yapardılar. Çevresi taşlarla çevrilen kabukları kemirilmiş ağaçlar, zamanla ölüp gidince, akbabalar bu taş çölüne inip, hemen yuva yapmaya başlardı. Yeşil Vadi de aynı Yedi Tepe Ormanları gibi taş çölüne dönüşmek üzereydi...

Bu durumu gören dinazorlar, Yeşil Vadi'de yaşamayan diğer hayvanları buradan
kovdular. Bu hayvanlar kayaların üzerindeki yuvalarına kaçışıp, öfkeyle Yeşil Vadi'ye bakarak iç çektiler. Akbabalar, sessizce dinazorların çabasına bakıp, diğer hayvanları Yeşil Vadi'den kovuşlarını görünce:
- Bir gün buraları da taş çölü olacak, dinazorlar bizimle baş edemezler...
diye için için güldüler. Akbabalar yalnız gülmekle kalmadı, Yeşil Vadi'yi taş çölüne dönüştürmek için kurnazca hazırlanmış kurgularla taş çölü sınırlarını, Yeşil Vadi'ye doğru ilerletmeye çalışdılar...
Akbabalar, bazen Yeşil Vadi sınırına yuvarladıkları taşların yanına gidip, sınır taşlarının yerini değiştirmeye, Yeşil Vadi'den toprak çalmaya çalışırdılar. Yeni yuvarlanan taşları üst üste dizerek sınır taşlarını eskiden de varmış gibi göstermeye çabalardılar...
Yeşil Vadi'nin adım adım ilerleyen sınır taşlarıyla küçüldüğünü gören dinazorlar, tam taşların yolu üzerine, derin bir hendek kazdılar. Hendeği suyla doldurduktan sonra yakın akrabaları olan timsahları buraya çağırıp, özgürce yaşamlarını sürdürmeyi önerdiler. Timsahlar, hendeğin çamurlu suyunda yaşamaya başlayınca akbabalar, timsahların kendilerini parçalamasından korkup, taş yuvarlamaktan vazgeçtiler. Akbabaların taş çölünü genişletme çabaları engellenince, boyunlarını büküp yeni kurnazlıklar düşünmeye başladılar... Amaçları Yeşil Vadi'ye yeni kayalar yuvarlayıp toprak kazanmak ve yeni taş yığınları arasında yuvalanmakdı... Yedi Tepe Ormanları'nı benzer yöntemlerle yok edip, taş çöllerine yuvalanan akbabaların yaptıklarını, Yeşil Vadi'de uygulayamamak, yamaçlara yuvalanmış akbabaları çok öfkelendiriyordu. Beceriksizliklerine gülen Yedi Tepe Ormanları çevresinde yaşıyan diğer akbabaların davranışlarına da çok içerliyordular...
Bir gün, kayalar arasındaki ininden çıkan çakal, boyunlarını büküp Yedi Vadi'ye bakan akbabaların hüzünlü duruşunu görünce dayanamadı ve sordu:
- Ne derdiniz var sizin? Niye böyle hüzünlüsünüz? - Şu önümüzde uzanan Yeşil Vadi'ye bakıp iç çekiyoruz.
Çakal çok şaşırdı. Daha önce yeşile bakıp da hüzünlenen hayvan görmediğini anımsadı. Gerekçelerini öğrenmek için:
- Neden?
dediğinde akbabalar üzgün bir tavırla:
- Bu vadiyi taş çölüne çeviremedik. Böyle giderse burası hep yeşil kalacak...
- Olsun bazı alanlar yeşil kalabilir. - Akrabalarımız bize gülüyor. Akbabaların yüz karası olduğumuzu düşünüyorlar. Onların arasına girmeye yüzümüz yok... - Taş yuvarlamayı denediniz mi? - Aşağıda timsahlar var. Hendeklere yaklaşmaya kalkınca bizi havada parçalıyorlar... - İşiniz zor anlaşılan. Size nasıl yardımcı olabilirim? - Yalan haber yaysak. Yeşil Vadi'de ağaçlar kesiliyor desek, kıyım yapılıyor desek belki diğer hayvanlar ayaklanıp buraya gelir, dinazorları buradan çıkarırlar. Sonra biz burayı taş çölüne çevirebiliriz. - Haberi nasıl yayacaksınız? - Onu bilemiyoruz iste. Senin tanıdıkların var mı? Bize yardım edermisin? - Ben de Yeşil Vadi'deki dinazorlardan hoşnut değilim. Yeşil Vadi'de avlanmamı engelliyorlar. Baykuş'tan yardım alabilir miyiz bir araştırayım. - Çok iyi olur. Sana bir gün borcumuzu öderiz. - Şöyle boğaza yakın bir yerde bir inim olsa iyi olur diyorum. - Söz sana güzel bir in veririz.
O gece çakal kimseye görünmeden baykuşun yanına gitti. Ona akbabaların kendisinden yardım istediklerini söyledi. Baykuş, akbabaların ne yapmak istediklerini bildiğinden, onlara yardım etmek istemedi. Çakal, baykuşun yardımını sağlamak için:
- Ama dinazorlar Yeşil Vadi'ye yerleştiler. Ağaçları kesiyorlar, doğayı yok ediyorlar...
diye yalanlarını sıralamaya başladı. Önce çakalın söylediklerine kulak asmayan baykuş, ardı arkası kesilmeyen yalanlara sonunda inanmaya başladı. İnandıkça öfkelendi, öfkelendikçe yerinde duramaz oldu. Dayanamayıp:
- Bu dinazorlara iyi bir ders vermeli...
deyince, çakal baykuşu kandırmış olduğunu düşünüp, mutluluk içinde inine döndü. Baykuş, Yeşil Vadi kıyımını dile getiren bir türkü besteledi. Kargaların hepsini yanına çağırdı. Bu türküyü bir çırpıda kargalara ezberletti. Sonra:
- Yarın, gün doğunca Yedi Tepe Ormanlarına gidecek, ağaçtan ağaca konup bu türküyü okuyacaksınız. Diğer hayvanlar da dinazorların neler yaptığını öğrensinler...
dedi. Kargalar öğrendikleri türküyü unutmamaya çalışarak uçuştular...
Sabah olunca kargalar daldan dala konarak, dinazorların kıyımını dile getiren
türküyü söylediler. Çirkin sesleriyle tüm hayvanlara haykırarak seslendiler:
- Kurtarın Yeşil Vadi'yi. Bir çıplak toprak parçasına daha dayanmamız söz konusu olamaz...
dediler. Yedi Tepe Ormanlarında yaşayan tüm hayvanlar kan ağlayıp, çevrelerindeki çıplak topraklara ve taş yığınlarına bakıp üzüntülerini dile getirdiler. Yedi Tepe Ormanlarında bir kıpırdanma başladı... Karga bu, pek akıllı değildir ya! Bir tanesi uçtu gitti Yeşil Vadi'ye. Bir dalın üstüne kondu. Biraz soluklanıp, dinlendikten sonra, o çirkin sesiyle baykuşun türküsünü söylemeye başladı. Karganın çirkin sesini duyan dinazorlar çok şaşırdılar. Biraz dinleyince, türkünün akbabaların kurnaz oyunlarından biri olduğunu hemen anladılar. Trex, dayanamayıp çığlık atarak karganın tünediği ağacın dibine gitti. Ağacın gövdesini elleriyle tutup sallamaya başladı. Karga çok korktu. Neye uğradığını bilemedi. Karga deprem olmuş gibi sallanan ağacın dalından düşmemeye çalışırken, yaprakların arasından uzanan Brantosaurus karganın uçmasını engelliyordu. Karga artık türküyü dile getirmiyor, sonunun yaklaştığını görüp çevresinden yardım almak için çığlık atıyordu. Onun çırpınışını gören Trex seslendi:
- Bu türküyü sana kim öğretti? - Baykuş - Hangi baykuş? - Yedi Tepe Ormanlarındaki Özgürlük Parkı'nda yaşayan baykuş.
Trex:
- O akıllı bir hayvandır. Böyle bir yalanı nasıl türkü yapmış olabilir? Ne gibi bir amacı vardır?
diye söylendi. Bu arada Pterezor gürültüyü duyduğu için kanat çırparak Trex'in yanına geldi. Brantosaurus, kargayı hırpalamayı sürdürürken, Pterezor:
- Gidip şu baykuşa sorayım mı? Neden bu türküyü bestelemiş?
Brantosaurus:
- Bu kargayı ne yapacağız? Trex! kargayı yemek ister misin? - Bırakalım gitsin. Bu küçük karga beni doyurmaz. Onun çirkin türküsüne öfkelenen biri nasıl olsa onu parçalar. Sonu benden olmasın. Brantosaurus kargayı hırpalamayı durdurunca, karga, korkuyla kanat çırpıp yanlarından uzaklaştı. O gece Pterezor, baykuşun yanına gitmek üzere Yeşil Vadi'den havalandı. Baykuş tünediği dalda bestelediği türküleri mırıldanırken kocaman Pterezor'un hemen yanına kanat çırparak konmasına pek şaşırdı. Korkuyla irkildi. Pterezor'un konuşmasını bekledi sabırla. Konduğu dala yerleşen Pterezor kanadını kaldırıp:
- Sen!
dedi öfkeyle. Sonra devam etti:
- O yalan ürküyü kargaların ağzından Yedi Tepe Ormanlarına yayan sen misin? - O türkü gerçekleri dile getiriyor. Yalan değil.
diye kendini savunmaya kalkan baykuşa, Pterezor öfkeyle seslendi:
- Kimden öğrendin hemen söyle bana? - Yeşil Vadi yamaçlarında yaşayan akbabalar görmüşler. Bana da çakal söyledi. - İnandım mı onların söylediklerine? - Evet - Burada pinekleyip duracağına, uçup gelseydin Yeşil Vadi'ye. Bizim ne yaptığımızı gözlerinle görseydin, bu yalan türküyü bestelemezdin.
diye başlayıp, Yeşil Vadi'de neler yaptıklarını anlattı. Hayvanları nasıl koruma altına aldıklarını, ne kadar ağaç diklerini söyledi. Baykuş Pterezor'a inanıp, çakalın kendisini aldatmış olduğunu anlayınca, türküyü yaymış olduğuna çok üzüldü. Pterezor'un anlattıklarını dinledikten sonra:
- Bu bir yanılgı. Hemen yeni bir türkü bestelerim. Yarın tüm Yedi Tepe Ormanlarında yeni türkü söylenir. Diğer hayvanları yatıştırmış olurum. - Kargalara öğretme. Artık onlara kimse inanmaz. Hem sesleri de çok çirkin. - Başka kuşlara öğretirim. Sakalara, sığırcık kuşlarına, bülbüllere öğretirim. - Bu olur işte.
Pterezor öfkesi yatışınca kanat çırparak baykuşun yanından ayrıldı.
Sabah olunca, Yeşil Vadi'deki dinazorlar, derin uykularından kuş cıvıltılarıyla uyandılar. Sesi güzel olan kuşlar bazen bir arada, bazen tek başına uzun uzun dinazorların gerçek öyküsünü dile getiren türküyü söylediler... Tüm Yedi Tepe Ormanları cıvıl cıvıl öten kuş sesleriyle doldu taştı. Arada kargalar da katıldı onlara. Bazıları yeni türküyü çirkin sesleriyle mırıldanırken, bazıları hala eski türküyü söylemeye çalışıyordu. Ama tüm hayvanlar güzel sesli kuşları dinlerken, kargaların cıyaklamasına kulak asmadılar. Bazıları kovaladılar kargaları...
Baykuş yaptığının ne denli kötü bir davranış olduğunu anlayınca, bir daha gözüyle görmeden, araştırmadan başkasının söylediklerine inanıp türkü bestelemedi.
Kuşların güzel türküsünü, geceleri bülbüller sürdürdü. Sabaha değin susmadan öttüler. Kuşlar bundan böyle, neşeyle daldan dala konarken hep bu türküyü söylediler... Yeni doğanlara ve unutanlara hep aynı türküyle seslenip, dinazorların Yeşil Vadi'de yaptıklarını anlattılar. Yeşil Vadi'nin nasıl taş çölü olmaktan kurtulduğunu dile getirdiler. Dinazorları, Yedi Tepe Ormanlarının kahraman koruyucuları olarak çevreye duyurdular...
Yedi Tepe Ormanlarında yaşayan diğer dinazorlar da Yeşil Vadi'nin güzelliğini görmek için buraya gelir oldular. Burada çoşup, neşeyle dans ettiler...

Akbabalar, dinazorların çalışmalarıyla doğal park biçimine gelen Yeşil Vadi'ye
baktılar umutla... Belki bir gün, istekleri gerçekleşir, Yeşil Vadi onların beklediği gibi "Taş çölüne" dönüşür diye düşlediler...
Yeşil Vadi yamaçlarında boyunlarını büküp, taşlarda tüneyerek bekleşen akbabalar, yüreklerinde taş çölü özlemiyle dinazorları izleyip durdular...

Bilinmiyor

rock_alltime 04-05-2008 11:03 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
AKIL OKULU

Gecelerden bir gece, sevgili aynacık bakın neler anlatmaya başlamış

Birgün ülkenin küçük kasabalarından olan Yitan’da şöyle bir haber yayılmış:

- Güzel başkentimizde bir Akıl Okulu varmış. Her kim o okula giderse orada ona akıl öğretiliyormuş.

Herkes bu haberi şaşkınlıkla birbirine anlatıyormuş. Şehrin en zenginlerinden olan bir adam da bu haberi duyunca kahkahalarla gülmeye başlamış:

- Efendim, hayatımda hiç bu kadar komik bir şey duymamıştım. Bir insan akıllıysa akıllıdır. Sonradan akıl kazanılır mı hiç? Olacak şey midir? Duyulmuş mudur? Görülmüş müdür?

Bu adam çok zengin olduğu için çocuklarının hiçbirisini okutmamış. Öyle çok parası varmış ki, istese şehrin tamamını satın alabilirmiş. Fakat çocuklarına devamlı şöyle diyormuş:

- Şükürler olsun çok paramız var. Yine de paramıza para katmalıyız. Ne kadar çok kazanırsak o kadar güçlü oluruz.

Çocuklarından biri ise, babasının bu düşüncesine katılmıyormuş. Devamlı;

- Babacığım, okumak gibisi var mıdır, diyormuş. Bak ne çok paramız var. Ama bu parayla bilgi satın alamayız. Buna kimsenin de gücü yetmez. Neden okumayı kötü görüyorsun?

Adam, çocuğunun bu sözlerini günlerce, gecelerce düşünmüş durmuş. Sabahlara kadar sayıklar olmuş: Akıl Okulu Akıl Okulu

Bir sabah dayanamamış ve kararını vermiş:

- Böyle olmayacak. Şu Akıl Okulu neymiş gidip göreceğim.

Adam yolculuk için hazırlanmış. Atına binmiş ve yola koyulmuş. Günler geçmiş. Geceler geçmiş. Memleketinden ayrılalı tam otuz-iki gün olmuş. Günün birinde, yolda ağır ağır yürüyen bir ihtiyara rastlamış. İhtiyarın gözleri görmüyormuş. Adam bu ihtiyarın hâline acımış. Yanına yaklaşarak;

- Ey yolcu, nereye gidiyorsun, diye sormuş.

İhtiyar da başkente gitmek istediğini söylemiş. Bunun üzerine adam atından inmiş ve ihtiyarı atına bindirmiş:

- Ben de başkente gidiyorum, demiş. Bir günlük yolum kaldı. Birlikte konuşa konuşa gideriz.

İhtiyar atın üzerinde, adam yaya yolculuklarına devam etmişler. Şehre vardıkları zaman adam ihtiyara;

- İşte başkente geldik, demiş. Burada inebilirsin.

Fakat ihtiyar, adama şunları söylemiş:

- Madem bir iyilik yaptın, bunun gerisini de getir. Beni şehrin meydanına kadar götür. Ondan sonra var git nereye gideceksen.

Adam hiç karşı çıkmamış ve “tamam” demiş. Beş-on dakika sonra şehrin meydanına gelmişler. Tam bu sırada ihtiyar bağırmaya başlamış:

- İmdat!.. Yardım edin. Bu adam atımı çalmak istiyor. Bu garibana yardım elini uzatacak yok mu? İmdat!..

Meydandaki insanlar koşa koşa gelmişler onların yanına. İhtiyar kör olduğu için ona acımışlar ve adamı suçlamışlar:

- Utanmıyor musun bu yaşta hırsızlık yapmaya. Hem de kör bir adamın atını çalmaya çalışıyorsun.

Adam haykırıyormuş:

- Hayır, yalan söylüyor. Bu at benim. Onu yoldan ben aldım. İhtiyardır, yorulmasın, bir iyilik yapmış olayım, dedim. Bu at benim. Ben hayatımda hırsızlık yapmadım. O yalancıdır.

Fakat gelgelelim insanlar adamı dinlememişler. Atı, kör ihtiyarı ve adamı doğruca şehrin hakimine götürmüşler. Hakim önce kör ihtiyarı, sonra adamı dinlemiş. Ardından da şöyle demiş:

- Bana bir baytar, bir nalbant, bir de saraç çağırın. Hemen gelsinler. Bekliyoruz.

Adam bu üç kişinin neden çağrıldığını bir türlü anlayamamış. Kimseye de soramamış. Mecburen çağırılanların gelmesini beklemiş. Kısa bir zaman sonra da hepberaber gelmişler. Hakim gelenleri tek tek huzuruna kabul etmiş. Önce baytar alınmış odaya. Hakim ona sormuş:

- Ata bak. Bu at hangi memlekete aittir?

Baytar şöyle karşılık vermiş:

- Çok fazla incelemeye gerek yok. Bu at bu şehirden alınmamış. Yitan yöresine ait bir aittir.

Adam kendi memleketinin ismini duyunca hayretler içinde kalmış. Bu sefer de hakim nalbantı çağırmış ve ona;

- Sen de bu atın nerede nallandığına bak, demiş.

Nalbant biraz inceledikten sonra şunları söylemiş:

- Bu at burada nallanmamış. Yitan yöresinde atlar böyle nallanır. Bizimkine benzemez.

Adam yine şaşırmış. Kendi kendine, “Nasıl bilebilirler?” diye sorup duruyormuş. Hakim son olarak saraca;

- Bu atın koşumlarını incele, demiş. Nasıl eyerlenmiş?

Saraç hiç beklemeden cevap vermiş:

- Efendim, ilk bakışta bizim yöremize ait olmadığı anlaşılıyor. Yitan yöresinin koşum şeklidir bu.

Hakim cevapları aldıktan sonra atın sahibine dönerek;

- Evet, sen doğru söylüyordun, demiş. Bu at senin. Artık atını alıp gidebilirsin. İhtiyara da gereken ceza verilecektir. Hiç meraklanma.

Fakat adam dayanamayarak hakime sormuş:

- Siz böyle bir şey yapmayı nasıl düşündünüz? Bu adamlar, bu atın Yitan yöresine ait olduğunu nereden anladılar? Lütfen bana söyler misiniz bütün bunlar nasıl olabiliyor?

Hakim adamın sorusuna gülerek cevap vermiş:

- Ben ve bu gördüğün herkes, bu şehirdeki Akıl Okulu’nu bitirdik. Her şeyi o okulda öğrendik. Orada doğrunun nerede ve nasıl bulunacağı öğretilir.

Adam böylece Akıl Okulu’nun ne anlama geldiğini yaşayarak öğrenmiş. Heyecanla memleketi olan Yitan’a dönmüş. Bütün olanları ailesine ve arkadaşlarına anlatmış. Sonra da bütün çocuklarını bu Akıl Okulu’na göndermiş. Anlamış ki, herkeste akıl var, ama onu kullanabilmek için eğitim gerekiyor.

Naz Ferniba

rock_alltime 04-05-2008 11:04 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
AKILLI ÇOBAN

Eski çağlarda Şahimerdan isimli bir hân yaşarmış. Hân, bir gün bütün halkı toplamış ve onlara şöyle bir vazife vermiş:
-Şu soruların cevabını en kısa zamanda bulun: Doğu ile batının arası kaç günlük yol? Allah, şu anda ne yapıyor? Bu iki sorunun cevabını üç gün içinde bulamazsanız hepinizin boynunu vururum!..
Hânın fermanına uymak lâzım, yoksa sonunda ölüm var. Ahali, üç gün düşünmüş taşınmış; fakat soruların cevabını bulamamış. Verilen üç gün bittikten sonra cellatlar, halkı sorgu alanına toplamışlar. Fakat, hânın sorularının cevabını hiç kimse bilmiyormuş. Yüce dağın eteklerinde koyun güden bir çoban, ahalinin müşkül hâlini görmüş. Yoldan geçen bir atlıya ne olup bittiğini sormuş. Yolcu şöyle demiş:
- Hân, halkına ‘Doğu ile batının arası kaç günlük yol? Allah, şu anda ne yapıyor?’ diye iki soru sordu. Soruların cevabını bulmak için de üç gün mühlet verdi. Bugün belirlenen vakit bitti. Fakat, henüz hiç kimse soruların cevabını bulabilmiş değil. Halkın böyle yorgun, bitkin ve üzgün olmasının sebebi ise ölüm korkusu...
Çoban, bu üzücü durumu öğrendikten sonra atın terkisine binmiş ve ahalinin toplandığı sorgu alanına gelmiş. Bütün halk toplandıktan sonra hân, tahtına oturmuş:
- Sorularımın cevabını bulan huzuruma gelip cevap versin. diye buyruk vermiş.
Meydana toplananların başları öne eğilmiş, ödleri kopmuş korkudan. Herkes ‘Sonumuz geldi.’ diye düşünürken, üstünde ak kaftanı, başında eski püskü başlığı ile bir genç, kalabalığı yara yara öne çıkmış:
-Hakanım, sorularınızın cevabını ben buldum, diyerek hânın huzuruna varmış. Bu durumu gören ahali, şaşkınlıktan âdeta donakalmış.
-Sorulara doğru cevap veremediğin takdirde başını alacağımı biliyorsun, değil mi?” diye sormuş hân, sert bir tavırla.
- Biliyorum, sultanım...
- Öyle ise söyle bakalım: Doğu ile batının arası kaç günlük yol?
- Yalnızca bir günlük yol, hakanım.
- Nereden biliyorsun öyle olduğunu?
- Eğer doğu ile batının arası iki günlük yol olsaydı, güneş yarı yolda kalırdı. Fakat öyle olmuyor; güneş sabahleyin doğudan doğuyor, akşamleyin de batıdan batıyor. Demek ki bu mesafe sadece bir günlük yol...
Bundan sonra hân;
-Allah şu anda ne yapıyor?” diyerek ikinci sorusuna geçmiş. Çoban bu sefer şöyle cevap vermiş:
- Hakanım, tahttan inerek yerinizi bana verin. Yerinize geçerek cevap vermek istiyorum.
Hân, çobanın bu ricasını kabul etmiş; yerinden kalkarak aşağı inmiş. Delikanlı, tahtın üstüne çıkarak ahalinin de işiteceği şekilde şöyle demiş:
- Yüce Allah, şu anda çobanı hânlığa, hânı da çobanlığa tayin ediyor.
Hân, delikanlının bu cevabını da kabul etmiş. “Böyle hazırcevap olana baskı yapılmaz, demiş ve meydana toplanan halkı da dağıtmış.
O günden sonra halk, çobana büyük saygı göstermeğe başlamış. Bir müşkülü olan ondan akıl sorar olmuş.

Bilinmiyor

rock_alltime 04-05-2008 11:04 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
AL KARA

Bir zamanlar Guzelistan'da Al Kara adlı bir yürek hırsızı yaşardı. Düş ve gerçeğin bir arada durduğu Basra'dan buraya kah dinlenmeye, kah ticaret yapmaya gelen Ciğerpare ve Yekbun adında iki zengin arkadaş vardı. Yekbun çekingen, mert ve doğru sözlüydü. Ne zaman, nerede ortaya çıkacağı pek belli olmazdı. Ciğerpare ise her sakala tarak uyduran, hangi ipte yürürse yürüsün, yere düşmeyen bir cambazdı. Al Kara'nın camına vuran kelebeklere baktıkça zevklenerek “Ahh" diye iç geçirip hayıflanırdı. "Bir gün ben de, Al Kara gibi, şu güzellere kösnül masallar anlatabilsem, eminim hepsinin yüreği bana akardı. Bizim oralarda zinhar böyle güzel kelebekler ortada görünmez!"


Ciğerpare sürmeli kara gözlerini sağa sola devirdiğinde Bin Bir Gece Masalları’nın ünlü kahramanı Simbad'ı andırıyordu. Bazen karası gidip, akı kalıyordu. Ellerini gür bıyıklarına götürüp, onları büktüğünde ise, düş dünyasında nice gezintilere çıkıyordu. Kent ışıklarının gökyüzüne yansıyan, pembemsi morluğunda bir Emir olup halıda uçuyor, bazen ince bir duman olup küpe binerek uzak diyarlarda Dengbejlerle buluşuyordu. Bazen de giz dolu dipsiz mağaralara inerek. bitimsiz sevdalılarla konuşuyor, cennetin anahtarıyla açılan simli kapılardan girip, altın tepside raks edenlerin ışıklı gövdelerinde sabahı sabah ediyordu.


Güzleistanlı Al Kara'nın ise daha farklı bir öyküsü vardı. O loğusa kelebeklerin amansız takipçisiydi. Bir kelebeğin yüreğini çalmayı, aklına koydu mu, ustaca avının yanına yaklaşır, onu bacaklarının arasında sıkı sıkı sakladığı iğnesi ile uyuşturur, "seni çok seviyorum," diyerek düşüncesini sarsardı. Ardından yüreğini söker, nehre götürür, yıkar, afiyetle yerdi. Yüreği çalınan kelebek acı duymaz, aksine olay karşısında büyülenir, Al'ın peşinde pervane olurdu. Al öyle ustaydı ki bu konuda, birisiyle kucaklaşırken, diğerinin ağzına okunmuş hurma tıkıştırırdı. Böylece ağına takılan kelebeğin kendine güveni gelir, gözleri ışıl ışıl parlar çevresinde olup biteni asla fark edemezdi.


Yüreğini yitirmiş kelebekler Al Kara'nın artık hizmetine girmişti. Yiyeceğini taşır, işini görürdü. "Sen çok yaşa Yürek Hırsızı e mi!" diyen!er yanında, yüreğini ona ikram etmek için can atan kabuğundan yeni çıkmış tırtıllar bile vardı. Bazen söz birlik etmişçesine Al'ı ziyarete gider, yüreklerini ona yedirmek için yarışırlardı adeta.


Saydam ve görünmezdi Al Kara. Kelebek koleksiyonu oldukça ünlüydü. İyi bir pazarlamacıydı aynı zamanda. Dişinin kesemediği sert yüreklerle başı derde girdiğinde, bir yolunu bulup bunları it pazarına götürür, pahalı ucuz demeden satardı. Bu kelebeklerin işi bitikti, bellerini bir daha doğrultamaz, anlayamadıkları bir şekilde, kendilerini yeraltı cennetinde bulurlardı. Bunun yanında, gözden çıkardığı kimi uysal kelebeği de, masal dünyasının ünlü prensi Ciğerpare’ye ikram ederek, gönlünü hoş ederdi. O da eline geçirdiği bu garibanların gözünün yaşına bakmadan, ciğerini söküp ateşle közlerdi. Ciğer yemekten göbeği şiş, ağzı kulaklarında, memlekete döndüğünde, yere göğe sığmaz, Güzelistan'daki kelebeklerin minik ciğerlerini nasıl yediğini, ballandıra ballandıra çevresindekilere anlatırdı.


Ciğerpare Güzelistan'a her gidişinde göz alıcı armağanlar da alırdı yanına. Kelebeklerin en çok rağbet ettikleri bulunmaz Basra kumaşından top top satın alıp, arkadaşı Yekbunla hörgüçlü develere yüklerdi. Onun heyecanını görüp, öykülerini dinleyenlerin, iştahı kabarır bir gün uçan halıya binip Güzelistan'a giderek ciğer yeme düşü kurarlardı.


Fındıkkurtları kelebekler kadar uysal sayılmazdı. Al Kara'nın son günlerde işi zordu. Gece gündüz onlara oyun hazırlamak için verdiği çabadan ötürü yorgun ve bitkin düşüyordu. Dişleri de iyi kesmiyor, gözleri de iyi görmüyordu. Yüreğini çalmak için uğraştığı bir Fındıkkurdu ile başı dertteydi şimdi. Onu kimseye kaptırmamak için köşe bucak saklıyordu.


Fındıkkurdu saçına kırmızı kurdele takıp, üstüne al bir yelek giyerdi. Bu göz alıclığıyla yürek hırsızına türlü cilveler yapar, hoş zaman geçirtirdi. Bu usta yürek hırsızı nedense bildiği tüm oyunları, Fındığın yanına gelince unutur, bir türlü onun yüreğine ulaşamazdı.


Güzelistan’da Ciğerpare’nin burnuna nefis kokular geliyordu yine. Dudaklarını yalayarak Al'ın çevresinde dönenip duruyor, ona Basra'dan, Halep'ten getirdiği değerli armağanları vermeyi de ihmal etmiyordu.


Al'ın gözü bu kez hiçbir şey görmüyordu. Fındıkkurdu'na güzel masallar anlatıp, güzel bir sofra hazırlamıştı. Ciğerpare’nin getirdiği Halep tatlısını da masaya koymayı ihmal etmedi. Fındıkkurdu, bu değişik ve oldukça lezzetli tatlıyı, nereden satın aldığını Al Kara'ya sordu. Al beklemediği bu soruya yanıt ararken, uzun süre kekeledi. Ciğerpare'den söz etmekten kaçındı. Eğer Ciğerpare ile Fındık bir kez karşılaşırsa işi iyice zorlaşacaktı. Kekeleyerek sözleri birbirine karıştırdı.



Fındıkkurdu bundan bir şey anlayamadı, üstelemedi de. Fındık, her seferinde, Al'ı oyalayıp, sabahı sabah ediyor ve yüreğini çaldırmadan yanından kaçıyordu, O gece yarısı sıraya giren yüreksiz kelebeklerin pervane olup cama vuruşlarını şaşkınlıkla ve üzüntüyle izlemişti. Al ile birlikte olmak için birbirlerini çiğniyordu güzel kelebekler, her birisinin elinde, acılı, ekşili ve tatlı yemeklerin olduğu birer sefertası vardı. Birbirine sahte gülücükler, alaycı iltifatlar yağdırıyorlardı. Hepsi de buraya niçin geldiğini çok iyi biliyordu. Fındıkkurdu ise bu karabasan Albastı'dan nasıl kurtulacağını düşünüyordu.


Al puslu havaları sever, işine gelmediği yerde saydamlaşırdı. Böylece de yürek çalması kolay olurdu. Her yıl bahar ayının on üçünde kelebeklerine davet verip şölen düzenlerdi. Bu yıl nedense bu geceyi unutmuştu. İçeri giremeyen kelebekler, olanları tahmin etse de, getirdiklerini hava ışımadan camın kenarına yerleştirip oradan usulca ayrıldılar.


Ertesi gün Al Kara, bu güzel ve iyi niyetli kelebeklere, dün gece, acil bir işi olduğunu, bu yüzden eve gelemediğini, bin bir dereden su getirerek, anlatmaya çalıştı. Kelebekler de göz göre göre bu yalana inanmak zorunda kaldı. İçlerinden bazıları, "Üzülme sen Al, sen yaşa bize yeter" diyerek ona sarılıp sarılıp öptüler. Ardından Al Kara'nın unuttuğu geçmiş kelebek şölenini de kutladılar.
Fındıkkurdu'nun ayakları yere basmadı bir süre. Al Kara'nın ona yağdırdığı iltifatlardan sonra, güzel bir kelebek olmuş uçuyordu. Bazı sözleri ağzına pelesenk etmişti Al. Yanındakini unutup aynı şeyleri bir başkasına da tekrarlıyordu. "Sen" diyordu Fındıkkurdu’na, "Onlara söylediğim sözlere bakma! Sen benim gerçek sevdiğimsin. Senden güzeli yok. Şunlara bak! Hepsinin rengi kaçmış, gözleri belermiş, kanatları koparılmış!..."


Fındıkkurdu çok yorgundu. Dinlediği bu tatlı masala dalıp kendinden geçti. O akşam tepsi gibi çıkan dolunay, pencereden içeriye girecekti neredeyse. Aradan bir yıl geçmiş, yine şölen zamanı gelmişti. Umutla şölene gelen bir kısım kelebek coşmuş şarkı söylüyordu. Onların gürültüsüne Fındıkkurdu sıçrayıp kalktı. Bir de ne görsün Al'ın eli tam yüreğinin üstünde durmuyor mu? Camdan içeri bakan kelebeklere gözü takıldı. Al Fındıkurdu'nun kaygısını anlamıştı. Kulağına, "Neden uyumuyorsun güzel bebeğim?" diye tatlı tatlı fısıldadı. "Bilmem, uykum kaçtı." dedi, tedirginliğini belli etmeden. Sonra toy ve heyecanlı bir sesle "Ben dolunayda uyuyamam... Şu cama konan böceklere de bak!" diye işaret etti çocuksu bir edayla.


Al Kara olanları görmezlikten gelerek acımasızca elini salladı: "Aldırma, onlar senin yanımda olduğunu tahmin ediyor ve kıskanıyorlar dedi. "Benden ejderha gibi korkarlar aslında. Senin yerinde olmak için çıldırıyorlar. Hepsinin yüreği midemde."


Fındıkkurdu, bu düşmanca sözlerden hiç hoşlanmadı. Ayrıca Al Kara'nın gerçek bir Albastı olduğunu anlamış ve sırlarını da öğrenmişti böylece. "Bak Allah aşkına” diyordu Al, "Birbirlerini nasıl da kıskanıyorlar." Sırıtırken, kan içmekten kırmızılaşmış kazma dişleri de korkunç bir görünümle ortaya çıkıyordu, "içeriyi görmek için cama nasıl da yükleniyorlar" diye Fındıkkurduna sokulup mutluluğunu belirtiyordu. Fındıkkurdu "yazık üşüyecekler dışarıda, aç kapıyı, içeri al onları" dedi. "Almam, ben dert babası değilim!... Her birisinin yığınla sorunu var. Dertlerini unutmak için buraya gelerek benden medet umuyorlar, akıllı olup yüreklerini çaldırmasaydılar!" dedi ve yutkundu..


Fındıkkurdu bütün bunları öğrenince çileden çıktı. Bunun üzerine bir kurnazlık düşündü. Bu arada Al Kara onu uyutup yüreğini çalmak için masalına devam ediyordu. Fındıkkurdu, "Benim uyumam için sadece masal anlatmak yetmez dedi. "Sevgilim gidip bana çaydan elekle su getirir, onu içer, ancak öyle uyurum!..." Al Kara "Hıh, bundan kolay ne var, kelebeğim kelebeğim” diyerek sarıldı Fındıkkurdu'na. Onu kendine çekerek dudağından öptü. "Bunu neden daha önce söylemedin?" dedi.


Fındıkkurdu ise çok heyecanlıydı. Her an yüreğini yitireceğini düşünüyordu. Dişi kelebeklerin özellikle yumurtlama döneminde duyarlı olduğunu, fazlasıyla ilgi beklediklerini biliyordu. Al Kara'nın kelebeklerin bu durumundan faydalanarak bir anda saydamlaştığını, avının yüreğini hissettirmeden söküp çıkardığını, onu çaya götürerek sağa sola çarparak yıkayıp yediğini de büyüklerinden duymuştu.


Fındıkkurdu karşısında bir görünüp, bir yok olan Al Kara'sını düşündükçe ürküyordu. Ne var ki, kendisi de bu amansız yapışkana takılmış, ona az kalsın inanıp yolunu yitirecekti. "Aslında" diye sağına soluna bakınıyordu. "Gerçekten böyle bir karabasan var mı?" Çünkü kendisinin gördüğü bu saydam yaratıkla, diğerlerinin gördüğü Al Kara aynı değildi. Belleğini yokladı. Bu düğümü çözmek için de sabırla direnip onu tesirsiz hale getirmeyi aklına koydu.


Al Kara duvara asılı eleğini usulca indirirken, "Şimdiye dek hiçbir kelebeğim böyle garip bir istekte yanıma sokulmadı," diye dişlerini sıkarak iç geçirdi. Daha fazla zaman harcamadan doğruca nehre gitti. Eleği suya daldırıyor daldırıyor boş çıkarıyordu. "Hiç elekle su taşınır mı canııım, bende de akıl yok..." diye başını salladı. Yorulmuş ve acıkmıştı. Metal dişleri birbirine vuruyordu. Canı şiddetle Fındıkkurdu'nun taze yüreğini yemek istiyordu. "Eskiden bu elekle nasıl su taşırdım?” diye söylendi Al Kara. "Tanrı be!ası Fındık, aklımı başımdan aldı. Bir kez yüreğini çalarsam, bir daha o bana bu işkenceyi yapamaz, kuzu olur peşime takılır, işte o zaman da ben ona yüz vermem," diye iç geçirdi. Tekrar tekrar su doldurmayı denedi. "Elekte su taşımak ha, maskara olduk!...Şimdiye dek hiçbiri beni böyle uğraştırmadı. Böyle ezilip büzülmedim. Canın cehenneme, demiştim pek çoğuna. Eğer bu kez de başaramazsam, onu doğduğuna pişman edeceğim. Rezil olacak sonunda" diyerek sağına soluna bakındı. "Yaşlandım galiba. Hava neredeyse aydınlanacak. Aman Tanrım.” Beni şimdi su yolunda görecekler, hem de don gömlek... Saydamlaşamıyorum. Çabuk kaçmalıyım buradan!..."


Al Kara'yı alelacele nehre gönderen Fındıkkurdu ışığı açtı. Cama vuran kelebeklere seslendi. "Dinleyin beni" dedi yumuşak ve inandırıcı bir sesle. "Kaçın buradan!" Kelebekler şaşırmış Fındıkkurdu'na bakıyordu "Yoksa Al Kara hepinizi Basra'lı simsara satacak! Yüreğinizden oldunuz. şimdi ciğerinizden de olacaksınız ve daha çok acı çekerek bir işe yaramayacaksınız sonunda!.. Burası büyülü bir adadır. Adı da ÇIRA-YANAN. Gördüğünüz bu simli ve esrarengiz ışık bir tuzaktır. Işığı gören sizin gibi iyi niyetli kelebekler, bir şey var diye, koşarak buraya gelir. Dertlerine derman ararken aldanırlar. İkram, ilgi görürler, ışık gözlerini alır sonunda. Aradıklarını bulduklarını düşünerek yüreklerini çaldırır, bir daha ayrılamazlar buradan. Daha ilerde KÖPEK- HAVLAYAN ve KEDİ- MİYAVLAYAN var. Oralar kelebekler için çok daha tehlikelidir. Köpek Havlayan'da tuzağa takıldınız mı işiniz bitiktir. Oranın beyin salatası çok ünlüdür. Burun deliğinden geçirdikleri bir çengelle beyninize ulaşır, onu çekip çıkarıp nehre götürür taşlayarak yıkarlar. Ondan sonra hiçbir şekilde düşünemez olur, sabah akşam demeden havlar durursunuz. Şimdi şu kırmızı kurdeleları alıp, başınıza takın! O sizi kötülüklerden koruyacaktır. Birbirinizden sakın ayrılmayın. Yollar dar ve engebelidir. Çaylar ırmaklar birbirini keser.


Kelebeklerin çoğu silkelenip kendine geldi, birbirlerine bakıp olacaklardan korkup hemen orayı terk ettiler. Hepsi de başlarına birer kırmızı kurdele taktı.


Kelebekleri Çıra Yanan'dan uzaklaştıran Fındıkkurdu birden bire yanında Yekbun'u gördü. Heyecanlandı, yüreği kıpırdadı. Yekbun ona "çabuk benimle şu ambara gir!" dedi. Fındıkkurdu şaşırdı, bu da kimdi! "Ama yapacak bir şey yok." dedi içinden. Yekbun'un dediğini aynen yaptı.
Al Kara nehirden eli boş olarak Çıra Yanan’a dönünce kapısı bacası arkasına kadar açık boş ve buz gibi bir ev buldu. Gözlerini yumarak, metal dişlerini gıcırdattı, sağa sola sopasıyla saldırdı. "Ah rezil Fındıkkurdu" dedi. "Ah, Fındık" dedi "Seni bir elime geçirirsem çiğ çiğ yiyip postunu pazarda satacağım... Bu oyuna ben nasıl gelirim?" Üzüntüsünden çıldıracak gibiydi. Soluklanmak için, düşünceli düşünceli erzak ambarına sırtını dayadı. Karşısına hangi kelebek çıksa onun yüreğini acımadan yiyecekti.


Yekbun Fındık'a işaret ederek, kırıp yediği fındıkların kabuklarını Al Kara'nın keline atmaya başladı. Neye uğradığını anlamayan Al sinirlenip başını yukarı kaldırdıkça kafasına bir tane daha iniyordu.


"Bana bak dişi Fare" dedi Al, "Benimle dalga geçip durma, şimdi yanına gelirsem Fındıkkurdu'nun acısını senden çıkarırım. Fındıkkurdu da Al'ın başına ceviz fırlatmaya başladı bu kez. Böylece serseme dönen Al'ın oyunu bozulmuştu. Durmadan hapşırıyor, başını yukarı kaldıramıyordu. Ona zor zamanlarında yardımcı olan Ciğerpare'ye sesleniyordu:


"Yetişşş Ciğerparem! Neredesin!" Bir yandan da elindeki sopasıyla kafasına vurarak, "Ben böyle bir çömezin ağına nasıl düşerim?" diyordu.


Yekbun, "Hadi" dedi gölge gibi izlediği Fındıkkurdu'na. Saklandıkları yerden çıkıp, Al Kara'yı derdest edip çuvala tıktılar. Çuvalın ağzını bağladılar. Al Kara böğürdükçe onlar sopayla vurdular.

Sultan Su Akar

rock_alltime 04-05-2008 11:05 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
ALTIN SAÇLI KIZ

Zamanın birinde, bundan çok yıllar önce. Saraylarda padişahların yaşadığı, meydanlarda okların atıldığı, pazarlarda altın sikkelerle alış veriş yapıldığı zamanın birinde... Güzel bir bahçenin tam ortasına kurulu bembeyaz bir ev varmış. Bu evde altın sarısı saçları olan güzel mi güzel, alımlı mı alımlı; al yanaklı, gül dudaklı, boylu poslu, Bukle adında bir genç kız anneciği ile beraber otururmuş.

Güzeller güzeli Bukle her sabah, babaannesinden kalma bir kemik tarak ile saçlarını taramayı pek severmiş. Bir saat, iki saat hiç bıkmadan tarar da tararmış yumuşacık saçlarını. Sonra da tarağın dişlerine takılan, bir de yere dökülen tellerini itinayla toplarmış. Onları pembe ipek mendilinin içine sarar bir çekmecede saklarmış.

Oturdukları beyaz evin bahçesi öyle güzel çiçeklerle bezeliymiş ki, kokuları siz deyin on mahalle, ben diyeyim yirmi mahalle öteden duyulurmuş. Renkleri o kadar canlı, o kadar başkaymış ki; bahçenin önünden her geçen durup bakar, hayran kalırmış bu güzelliğe. Bukle’nin annesi Menzile, bir çocuk gibi severmiş bu güzel çiçekleri. Okşarmış, öpermiş; her akşam güneş batınca dağların gerisine, ay ışığı altında sularmış tek tek. Laleler onu gördüklerinde daha dik durmaya, menekşeler kokularını her köşeye yaymaya, güller iri iri açmaya çalışırlar; güzellik yarışına girişirlermiş. Hem çiçeklerle yaşamak öyle kolay da değilmiş. Çabuk küser, çabuk solar, çabuk bükerlermiş boyunlarını. Pek nazlı, pek nazenin, pek hassas, pek narin, pek kırılgan imişler. Öyleymişler işte. Sevgi imiş asıl onları besleyip büyüten.

Menzile haftada bir kere, karanlık çöker çökmez Bukle’nin altın sarısı tellerinden birisini alır, bahçedeki o güzel çiçeklerden seçtiğinin içine usulca koyarmış. Ertesi sabah da aynı çiçek bir altın verirmiş Menzile’ye. Bu, kimseye duyurmak istemedikleri bir sırmış. Anne kız böyle yaşar giderlermiş işte. Kimseye zararları yokmuş. Kimseye de muhtaç değillermiş.

Ancak insanlar çeşit çeşitmiş. İyiler de çokmuş, kötüler de... Kimin iyi, kimin kötü olduğunu ise bilebilmek pek zormuş. Günlerden bir gün nasıl olduysa, kadının biri, bir köşede durur iken Menzile’nin çiçekten aldığı altını görüvermiş. Hayret etmiş, gözlerine inanamamış, dönüp bir daha bakmış “gördüklerim doğru mu acep!” diye. Hemen aklında türlü fikirler dolaşmaya, bu fikirler bir kurt gibi beynini kemirmeye başlamış. Sonunda bu fikirlere yenilip de aklınca bir plan hazırlamış. Üzerine eski püskü, yırtık pırtık giysiler geçirip elini yüzünü kire pasa bulayıp, varmış güzel bahçeli beyaz evin kapısına.

Menzile çıkmış bu perişan görünen kadının karşısına. “Buyrun” demiş gülümseyerek. Kadın iki büklüm durarak, kısık sesle “misafir etseniz beni birkaç gün Allah rızası için” demiş ve kapının önüne yığılıp kalmış. Menzile kadına pek acımış, haline pek üzülmüş. Hemen ana kız içeri taşımışlar kadını. Yatağa yatırıp üstünü örtmüşler. Merakla başında beklemeye başlamışlar. Bir süre sonra kadın açmış gözlerini “su içsem” demiş. Bukle bir koşu su getimiş. “Açım” demiş bunun üzerine kadın. Bu sefer de Menzile koşmuş mutfağa, sıcak çorba getirmiş. Bir güzel karnını doyurmuş kadın. Ardından da açmış elerini, uzun uzun dua etmiş bu güzel insanlara:

“Allah ne muradınız varsa versin.
Sağlık, mutluluk, huzur dolsun eviniz.
Tuttuğunuz altın, sofranız bereketli olsun.
Eviniz sıcak, yüreğiniz ferah olsun.
Yarınınız güzel, seveniniz bol olsun.
Kötülük dokunamadan geçip gitsin çatınızın üzerinden.
..........”

Bir güzel dualar etmiş ki kadın oturduğu yerden, Bukle ve Menzile pek sevinmişler. Menzile “evin yoksa kal bizimle, yoldaş olursun bize” demiş. Kadın hiç beklemeden hemen atılmış. “Olur olur, kalırım” diyerek bir çığlık bırakmış havaya. Kim ne düşünür nereden bilsin Menzile. Kimin niyeti nedir nasıl bilsin Menzile.

O günden sonra birlikte yaşamaya başlamışlar beyaz evde. Güzel, temiz elbiseler vermiş Menzile kadına. Birlikte yiyip birlikte içmeye, birlikte gezip birlikte tozmaya, birlikte oturup birlikte kalkmaya kısa zamanda pek alışmışlar. Her sabah Bukle’nin altın sarısı saçlarını o tarar olmuş. Her teli itinayla toplamış, kimse görmeden bir kısmını ayırıp saklamış. Fırsat buldukça bahçeye çıkıp çiçeklere koymuş telleri. Ertesi sabah da bir bir toplamış altınları.

Günler geçmiş, haftalar geçmiş, aylar geçmiş. Kadın usanmış bu işten. Yorulmuş, bıkmış, “yeter artık” diyerek bir gece yarısı uyurken Bukle derin derin, mışıl mışıl; almış makası eline, altın saçını kökünden tutup kesmiş bir çırpıda.

İşte o an olmuş ne olduysa, altın saçın her bir teli kocaman bir yılana dönüşüp atlamışlar kadının üstüne. Oracıkta sokup öldüreceklermiş neredeyse, Bukle “durun” demeseymiş. Kadın korkudan küçük dilini yutmuş da, bir dahi hiç konuşamamış. Ödü “pat” diye patlamış da aklı yerinden oynamış. O günden sonra da kiminle karşılaştıysa, saçının tellerini yaşmağının ucundan gösterip birşeyler geveler, birşeyler anlatmak istermiş. Lakin kimse ne dediğini bir türlü anlayamazmış bu deli kadının. Acıdıklarından eline ekmek parası tutuşturup yollarına devam ederlermiş.

Birgün bir sokağın köşesinde bağdaş kurmuş otururken ak sakallı bir dede gelip durmuş karşısında. Uzun uzun bakmış gözlerine bir şey okur gibi. Sonra da “bir adam vardı buralarda yaşayan” demiş kadına. “Nalbant idi. Herkes sever, herkes hürmet eder, herkes pek güvenirdi ona. Bir sabah senin gibi o da gördü çiçeklerin verdiği altınları. Göz bir gördü mü, akıl bir yazdı mı kenara gözün gördüklerini insan kendini tutamaz olur. Günler boyu eline iş alamadı. Gelip gidenler “niye çalışmıyorsun, hasta mısın?” diye sordular uzun süre. Nalbant kimseyle tek kelime konuşmadı. Gözünün önünden çil çil altınlar gitmiyordu. Bir damla uyku girmedi gözüne. Sonra baktı ki olmayacak; eline koluna, diline kulağına bir de aklına hakim olamayacak. Her bir şeyini, neyi var neyi yoksa olduğu gibi bırakıp çekti gitti buralardan. Kimseler bir daha haber alamadı nalbanttan. Ne nereye gittiğini öğrendiler, ne de neler yaptığını duydular. Ben sana söyliyeyim mi ne oldu nalbanta?”

Kadın gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi bakmış dedeye, karşısında duran bir canavarmış gibi. Devam etmiş ak sakallı dede konuşmaya. “Nalbant şimdi padişahın sağ kolu. Vezir oldu memlekete. Eğer senin gibi tutamasaydı kendini, bu şehrin sokaklarında dolaşacak, adı “deli nalbant”a çıkacaktı belki de.”

Konuşması bitince dede yürüye yürüye uzaklaşmış kadının yanından. Onun arkasından bakakalan kadın saçını başını yola yola bağırmış da duyanlar gök yarıldı sanmış. Çocuklar öyle bir ağlamış ki üç gün üç gece susturamamışlar. Kediler korkup damdan dama atlaya atlaya başka şehirde miyavlamaya gitmişler.

Bukle’nin saçları da kısa sürede uzamış, yine eskisi gibi taranacak hale gelmiş. Açgözlü olmanın, yalan söylemenin, kötü düşüncelerin ne kadar zararlı olduğunu da daha iyi öğrenmiş. Anne kız uzun yıllar mutlu bir şekilde, beyaz evlerinde, güzel çiçekleri ile yaşamaya devam etmişler. Bir daha da kimseye güvenip evlerine almayı hiç düşünmemişler

Naz Ferniba

rock_alltime 04-05-2008 11:06 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
ASLAN İLE FARE

Ormanlar kralı aslan ormanda bir gün avlanmaktan gelmiş, yatmış uyuyormuş. Minik bir fare aslanın üzerinde dolaşmaya başlamış.Aslan sinirlenerek uyanıp fareyi yakalayış. Tam öldüreceği sırada fare yalvarmış:
-Ne olur beni bırak! Gün olur benimda sana bir iyiliğim dokunur, demiş.
Aslan farenin bu sözlerine gülerek:
-Sen küçük bir faresin, bana ne iyiliğin dokunur ki deyip,fareye acımış ve fareyi bırakmış.
Fare sevinerek oradan uzaklasmış
Aradan zaman geçmiş, Aslan birgün avcıların kurduğu tuzağa yakalanmış.
Aslan çırpınmış, bağırmış ama tuzaktan bir türlü kurtulamamış. Oradan geçmekte olan minik fare aslanın bu durumunu görmüş. Hemen dişleri ile tuzağın iplerini kemirerek kesmiş. Aslanı tuzaktan kurtarmış.
Fare aslana:

- Beni küçük diye beğenmiyordun. Bak. senin canını kurtardım, demiş.
Aslan, böylece yapılan bir iyiliğin karşılıksız kalmayacağını anlamış.

Bilinmiyor

rock_alltime 04-05-2008 11:10 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
ASLANIN SARAYI

Aslan ormandaki hayvanları sarayına davet etmiş. Hem onlarla tanışmak, hem de ormanın sorunlarını konuşmak istiyormuş.

İçeri ilk olarak içeri giren ayı saraydaki kokuyu beğenmemiş. Eliyle burnunu tutup yüzünü buruşturmuş. Ağzından da “Öffff çok pis kokuyor.” Sözleri dökülmüş. Aslan bu işe çok kızmış. Sarayını kötüleyen ayıyı bir pençede yere serip öldürmüş.
İkinci olarak sarayı giren maymun olanları gördüğü için “Efendim sarayınız mis gibi kokuyor.” Aslan maymuna da kızmış. Abartıyor, bana şirin görünmek istiyor diyerek bir pençede maymununda işini bitirmiş.
Bütün bu olayları gören tilki aslanın huzurunda tek bir söz bile söyleyememiş. Bu kez aslan sormuş. “Söyle bakalım sarayımı beğendin mi? Kokusu nasıl?
Tilki işi kurnazlığa vurarak. “Sayın kralım ben bu günlerde nezle olmuşumda burnum koku almıyor.” Demiş.

rock_alltime 04-05-2008 11:11 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
AVA GİDEN AVLANIR

Okumak isteyenlere ve ilgisini çekenlere bir masalım var. Bazı gerçekleri, yeni kuşaklara yansıtmak istiyorum. Yarım yüzyılı geçen yaşamımda gördüklerimi, aile büyüklerimin öykülerini ve ninelerimin soğuk kış gecelerinde soba başında ısınırken, anlattıklarını yazıya dökmek istedim. Çok eskilerden bugüne gelen ve güncelliğini koruyan bir masal oluştu: Vahşi Batının masalı...
Binlerce yıl önce, daha insanların birbirlerini anlamak ve düşüncelerine değer vermek yerine, silahlarıyla, sopalarıyla karşıtlarına saldırıp baskı uygulamaya çalıştıkları zamanlarda, geniş topraklar üzerine yayılmış bir ülke varmış. O zamanlar tüm ülkeleri krallar ve imparatorlar yönetirmiş. Bu ülke, krallıklara baş kaldırıp Dünyaya bağımsızlığını duyurmuş. Ülkede, o günler için tuhaf sayılabilecek bir yönetim biçimi kurulmuş. Burada halk, aralarından birini başkan seçer, ülke yönetimini onun denetimine bırakırmış. Başkanı, krallardan ayıran en büyük özellik; Her konuda özgürce karar alma hakkı olmamasıymış. Bazı önemli karar için ülkenin ileri gelenleri bir araya gelip, tartışır ve oylayarak sonuca bağlarmış...
Ülkede her şey düzenine uygun yürüyor görünürmüş. Bazı anlarda başkan, yapacak iş bulamadığı için çevresine biriken kişilerle eğlence düzenler, keyif içinde yaşamını sürdürürmüş. Ülkede yaşam durgun olduğu için (ya da Başkana böyle yansıtıldığı için) Başkanın eğlence yaşamına dalması çok doğalmış. Bu eğlencelerde başkanın kadınlara düşkünlüğü söylentisiyle ülke çalkalanırmış. Özellikle ülkenin ileri gelenleri (ülkelerinin çıkarı için toplanıp karar alanlar), başka ülkelerin yönetimlerine karışacakları, ya da ülkelerinde insanlık adına kötü sayılacak davranışlara girecekleri zaman, bu tür söylentilerle kendi ülke halkının akılını bulandırır, yaptıkları hoş görüden uzak çalışmaları gizlemeyi sürdürürmüş...
Ülkenin ileri gelenleri, başka ülkelere karışamadıklarında, boş kalıp sıkılmamak için, kendi ülkelerindeki insanları saç kesimine ve rengine göre sınıflara bölüp, bazı sınıfları yok etmeye çalışmayı görev edinmişler. O zamanların yaşam biçimini yansıtan bu davranışlar, kendileri, ya da başkaları için doğal karşılanırmış.
Neler yapmamışlar ki?
Yönetimde görevli bazı insanlar, geceleri başlarına geçirdikleri külahlarla çevreye dehşet saçmış, evleri yakmış, insanları öldürmüşler. Sonra hiçbir şey olmamış gibi işlerini sürdürüp saygın kişiliklerine bürünmüşler... Bazıları dağlarda yaşayan kavimlere saldırıp, ateş suyu ve süs eşyalarıyla onları kandırmaya, topraklarını ellerinden almaya kalkışırmış. Sonra aç ve güçsüz kavimlerin sudan nedenlerle kamplarını basıp, çadırlarını yakmışlar...
Derileri kara diye topladıkları köleleri uzun yıllar hayvan gibi kullanmışlar,
kişiliklerini oluşturmalarına engel olmuşlar, karşı duranlarla savaşmışlar. Zevk için kara derili köleleri öldürmüşler...
Irkçılık ve soy kıyımı konusunda ellerinden geleni yaparken, düşünebildikleri her tür insanlık dışı işkenceyi uygularken, başka ülkelerin yönetimlerine kendi düşüncelerine uygun insanları getirmek için uğraşmışlar. Kendi yaptıklarının "Moda" olmasını sağlamak istemişler. İnsanlık dışı davranışlarının başkaları tarafından da onaylanmasına göz yumacak yöneticileri bulup ülkelerin başlarına geçirmişler... O ülkelerin kaderini değiştirecek, ülke içinde binlerin, ya da on binlerin ölümüne neden olacak kıyımlara göz yumarak, kendi düşüncelerini Dünyadaki yaşam biçimiyle özdeşleştirmişler... Her şeyi kendi düşüncelerine uymayanları düzene sokmak için yaptıklarını söyleyerek, yalnız kendilerini ve kendi yandaşlarını avutmuşlar. Bir de doğal olarak eğlenceye meraklı başkanlarını...
Sayısız insanı öldürmek ve soylarını kurutmak için silah kullanmışlar. Bunca insanın ölümüne neden olan silahlarını her koşulda iyileştirmişler. Daha hızlı ve vurucu silah yapımı en büyük emelleri olmuş. Araştırmaların, yeniliklerin temeli hep silahlarını geliştirmeyi amaçlamış... Çevrelerinde öldürülecek sınıflar kalmayınca, ya da kalanların öldürülmesinin anlamı olmayınca, silahlarını ne yapacaklarını bilememişler. Başkanlarının da bir çözüm üretecek durumu yokmuş... O eğlencenin mutluluğunu yaşıyormuş... Aralarından biri çıkmış:
- Başka ülkelerde karışıklık çıkaralım. Silahlanmalarını sağlayalım. Elimizde kalan silahları onlara satalım.
demiş.
Toplananlar ,düşüncenin parlaklığını görüp konuşmacıyı ayakta alkışlamışlar. Sonra kolları sıvayıp ülkeleri birbirlerine düşürmüşler.
Silah, belki korunmak için gereklidir. Ama silahı elinde tutan, onu kullanırken korkar. Vereceği zarardan korkar. Onu kullanmak istemez. Halbuki satıcı, silahın kullanılmasını ister. Kullanılan silah bozulsun, yerine yenisi alınsın. Biri silahını kullanınca, diğer daha güçlü silahla kendisini savunsun. Daha güçlü silah almak istesin...
Silah satıcıları, ülkelerdeki karışıklıklara acımasızlığı aşılamak için ne yapacaklarını düşünürken, bir sözcü:

- Irk ayrımı. Irk ayrımını körükleyelim. Siyah için Beyazı, Beyaz için din ayrıcalığını,
dindar için toplumcu düşünceyi kötüleyelim. Kin, insanları acımasız yapar...
demiş. Böylece ayrımcılık ülkelerin içine sızmış... Karşıt görüşlerin düşünceleri acımasızlaşınca, silahların tetikleri işlemiş...
Ortadoğu'da "Kutsal Topraklar" uğruna yıllarca savaşılmış. Kardeş gibi yaşayan etnik sınıflar birden Avrupalıların gözü önünde birbirlerini biçmişler. Ülkelerindeki düzeni korumak için komşu ülkeler savaştan çıkar ummuşlar. Akdeniz'de yan yana yaşayan insanlar ellerinde silahları ilerideki adadan, ya da kara parçasından gelecek saldırıyı bekleyerek, yıllarca savaşın eşiğinde yaşamışlar. Bazılarında halk yönetime karşı ayaklanmış. Daha nice örnekler oluşmuş... Sonuçta ülkelerin yönetimleri, içten ve dıştan gelecek saldırılara karşı kendilerini korumak için silahlanmışlar. Ordular beslemişler. Kazançlarını silah alımına yönlendirmişler. Satıcılar "Daha iyi silah" satmak istedikçe, gözü dönen yöneticiler de "Daha iyi silah, daha güçlü iktidar" diyerek silahların kölesi olmuşlar...
Dünyamız barut kokusuyla, akan kanlarla kirlenirken, silah satıcıları kazançlarını çoğaltıp ellerini ovuşturmuşlar. Zenginlikleri dillere destan olmuş... Başka ülkelerde yaşayanlar da onlar gibi zengin olmak isteyince, onlar gibi silah yapmak, ya da uyuşturucu satmak yolunu seçmişler. Onların da amacı kısa sürede, yükselen ceset tepelerin sırtından para kazanmakmış... Amaçları aynı ama, yöntemleri ayrı olan bu ülkelerin bazılarında baskı yönetimi, silahların gölgesinde gelişiyormuş... Silahların tetiklerine dokunanlar, yüksek bedelli silahları almak isterken fakirleşmişler... Gelirleri azalmış... Zavallı ülkelerin "Uyanıp savaşmaktan vazgeçmelerini engellemek" için Vahşi Batıda yaşayanlar, kirli emellerini gizlemek istemişler. Dış görünüşün hak ve hukuk ilkelerine saygılı olduğunu göstermek için ülkelerindeki yolsuzlukları bulup, Dünyaya sunmuşlar. Yalnız kendi ülkelerinde bu oyunu oynamanın çok da inandırıcı olmayacağını düşünerek, başka ülkelerde de benzeri kurgular yapmışlar... "Dürüst olmak" gibi tuhaf bir görüntü sergiler olmuşlar... Parası azalan ülkelere borç vermişler...
O yıllar, çok eskiden yaşanmış yıllar, bugün bizim yaşadığımız Dünyaya benzemiyormuş. O zamanlar insanlar; Kulaktan dolma bilgilerle, saptırılmış görüşlerle yetiniyor, kendilerine anlatılana inanıyormuş... Bu nedenle insanların birbirlerinden bilgi saklaması çok kolaymış. Bilgisiz insanları, yanlış yönlendirmek, onların düşüncelerini karartmak, yaşamlarını sıkıntılara boğmak kolaymış... Kısacası insanları kandırmak için emek harcamak gerekmezmiş...
Bir gün eski Dünyanın aydın insanları, vahşi batıdan kaynaklanan ayrımcılığı
görebilmişler. "Biz de onlara kendi silahlarıyla saldıralım" diyerek kolları sıvamışlar. Onları birbirine düşürmek için sabırla beklemişler. Bir gün, o ülkedeki yönetim biçimine göre başkanlık seçimi yapılacakken "Tam zamanı" diyerek harekete geçmişler...
Başkanlık seçiminde, halkın önüne çıkarılan adaylardan birinin, külahlı saldırganlara benzeyen, insan öldürmeyi zevk edinen geçmişi varmış. Diğeri de bir bayanmış. Aydın insanlar; "Bayandan başkan olmaz. İnsan öldürmeyi seven başkan olunca ülkeyi kana bular" gibi sözlerle Vahşi Batıdaki halkın aklını çelmişler. Halk kimi seçeceğini bilememiş. Kararsız kalmış. Başka ülkelerdekine benzeyen karışık bir ortam oluşmuş. Seçim günü oy farkı çok az olmuş. Ya geçersiz oylar?... Onlar seçim sonucunu etkileyen oylardan daha çokmuş. Halk hala yönetim biçiminin hakça olduğunu düşünüp, mahkemelere hücum etmiş. Ama, sonuç alınamamış. Hatta seçimlerin dürüstlüğüne gölge düşmüş. Eski Dünyanın aydınları gülümseyerek: "Öyle olmaz, bizim gibi silahlanıp, gücünüzü gösterin. Karşıtlarınızı öldürün." diye halka akıl vermişler...
O günden sonra vahşi batıda yaşayanlar, başka ülkelere silah satmaz olmuşlar. Eski Dünyanın insanları da silahları olmayınca, savaşmaz olmuşlar. Aralarındaki çekişmelerin tümü son bulmuş. Ya silahlara ne olmuş? Vahşi Batı, silahları kendi içinde kullanmış. Bu silahlarla "Karşıt Görüşlü" toplum katmanları birbirini kırdırmışlar...

Bilinmiyor

rock_alltime 04-05-2008 11:12 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
AY İLE NYAK

Gece yirmi saniye sürüyordu, NYAK da yirmi saniye. Yirmi saniye boyunca, kara bulutlara bürünmüş gökyüzü, büyümekte olan altın sarısı Ay'ın, ele gelmeyen bir ayla ile vurgulanmış ayçası, sonra, ne kadar çok bakılırsa, göz alıcı küçüklükleri o kadar irileşip sonunda Samanyolu'nun tozlarına dönüşen yıldızlar görülüyordu, bütün bunlar hızlı hızlı görülüyordu, üzerinde durulmak istenen her ayrıntı, bütünün yitip giden bir bölümü oluyordu, çünkü yirmi saniye hemen bitiyor, Nyak başlıyordu.

NYAK, karşı damdaki SPAAK-KONYAK reklamının yazısıydı,yirmi saniye yanıyor, yirmi saniye sönüyordu, yandığında da başka hiçbir şey görülmüyordu. Ay birden soluyor, gökyüzünün her tarafı kararıp düzleşiyor, yıldızlar parlaklıklarını yitiriyorlardı, on saniyedir, sürekli sevişme miyavlamaları çıkartarak, damların tepelerinde, oluklarında ağır ağır dolaşıp birbirlerini arayan dişi kedilerle, erkek kediler, şimdi NYAK'la kiremitlerin üzerinde fosfor neon ışığı altında, tüyleri dimdik, büzülüyorlardı.
Oturduğu tavan arasının pencerelerinden bakan Marcovaldo ailesinde karşıt düşünceler kol geziyordu. geceydi, artık büyük bir kız olan Isolina ay ışığının kendisini kapıp götürdüğünü duyumsuyor, yüreği çözülüyor, binanın alt katlarından ulaşan en cılız radyo sesi bile bir seranadın ezgileri gibi geliyordu ona. NYAK yanınca, radyo sanki başka bir havaya ,caza dönüşüyor, Isolina da ışıklar içindeki dans salonlarını, en üst kattaki tek başınalığını düşünüyordu. Pietruccio ile Michelino gecenin karanlığında gözlerini faltaşı gibi açıyor, haydut dolu bir ormanın orta yerinde olmanın sımsıcak, yumuşacık korkusunun içlerini kaplamasını bekliyorlardı; sonra NYAK! olunca, başparmaklarını havaya kaldırıp, işaret parmaklarını ileri uzatarak birbirlerine ,"Eller yukarı!Nembo Kid geldi!" diye saldırıyorlardı. Anneleri Domitilla, gece ışığın her sönüşünde, 'Artık çocukları almalı, bu hava çarpar. Hele Isolina'nın bu saatte pencerede olması doğru değil!' diye düşünüyordu. Ama sonra herşey , dışarısı içerisi de yeniden aydınlanıyordu, Domitilla kendini bir zengin evinde ziyaretçi gibi hissediyordu.
İçine kapalı küçük delikanlı Fiordaligi ise, NYAK her söndüğünde ke'nin bezeme kıvrımı içindeki soluk ışıklı bir pencerenin camının ardında ay rengi, neon rengi, gece ışığı rengi bir kız yüzü, kendisi gülümser gülümsemez, görülemeyecek bir biçimde açılan, sanki bir gülümsemeye dönüşen, daha çocuk sayılır bir kız ağzı görüyordu, karanlığın içinden, birden NYAK'ın insafsız ke'si çıkıp gelince, yüz sınır çizgilerini yitiriyor, tükenmiş, soluk bir gölgeye dönüşüyordu; çocuksu ağzın, gülümsemesine karşılık verip vermediği bilinemiyordu artık.
Bu tutkular fırtınası içinde Marcovaldo çocuklarına gök cisimlerinin konumlarını öğretmeye çalışıyordu.
"Şu Büyükayı , bir, iki, üç,dört, orası da kuyruğu, şu da Küçükayı, Kutup Yıldızı da kuzeyi gösterir."
"Peki bu nereyi gösteriyor?"
"Ke harfi o, yıldız değil. KONYAK sözcüğünün son harfi. Yıldızlar ana yönleri gösterirler. Kuzeyi, güneyi, doğuyu, batıyı. Ay'ın hörgücü batıda.. Hörgüç doğuda olursa Ay küçülür."
"Peki baba konyak küçülüyor mu? Ke'nin hörgücü doğuda!"
"Büyüyüp küçülmez, Spaak şirketinin koyduğu yazı o."
"Ay'ı hangi şirket koymuş?"
"Hiçbir şirket. Ay bir uydu, hep vardı."
"Hep varsa, hörgücü niye değişiyor?"
"Dördünler yüzünden. Yalnız bir bölümü görülüyor."
"KONYAK'ın da hep bir bölümü görülüyor."
"Pierbernardi binasının damı daha yüksek de ondan."
"Ay'dan da mı yüksek?"

Böylece, NYAK'ın her yanışında, Marcovaldo'nun yıldızları, yeryüzünün işleriyle iç içe giriyor, Isolina mırıldandığı bir mambo'yu inildemeye dönüştürüyor, çatı penceresindeki kız, göz kamaştırıcı, soğuk halka içinde yok oluyor, Fiordaligi'nin sonunda parmaklarının ucuyla göndermek cesaretini bulduğu öpücüğe karşılığını gizliyordu.
Filippetto ile Michelino ise, yirmi saniye sonra sönen ışıklı yazıya, yumrukları yüzlerinin önünde "Ta-ta-ta-ta..." diye makineli tüfek ateşi açıyorlardı havadan.
"Ta-ta-ta...Gördün mü baba, bir ateşte söndürdüm," dedi Filippetto, ama neon ışığı söner sönmez savaş tutkusu da geçmiş, gözleri uykudan kapanmaya başlamıştı bile.
"Keşke paramparça olsa!" dedi Marcovaldo yukarıdaki sözler üzerine. "Size Aslan'ı, İkizler'i gösterirdim..."
"Aslan mı? Michelino birden heyecanlanmıştı. Dur! Aklına bir fikir gelmişti. Sapanını aldı, cebinden eksik etmediği yedek taşları yerleştirdi, olanca gücüyle asılıp KONYAK'ı çakıl yağmuruna tuttu.

Çakılların karşı damın kiremitlerine, olukların çinkolarına düşerken çıkarttıkları sesler, kırılan bir pencere camının çatırtısı, aşağıyı boylayan bir taşın bir lamba çanağını çıtlatması duyuldu, sokaktan bir ses yükseldi: "Taş yağıyor! Hey, yukarıdakiler!, Serseriler!" Işıklı yazı, tam atış sırasında yirmi saniye dolduğu için sönmüştü. Tavan arasındakiler içlerinden yirmiye kadar saymaya başladılar: bir, iki,üç, on, on bir. On dokuz dediler, soluk aldılar ,yirmi dediler, çok çabuk saymış olabiliriz korkusuyla yirmi bir, yirmi iki dediler, ama hiçbir şey olmuyordu. Nyak yanmıyordu yeniden, çardaktaki asmalar gibi kendisini tutan kasaya dolanmış, zor okunur kara bir bezeme kalmıştı geriye."Aaa!" diye bağırdı hepsi, gökyüzü sayılamaz yıldızlarıyla tepelerinde yükseliyordu.
Michelino'nun kafasının arkasına bir tokat atmak için kaldırdığı eli havada kalan Marcovaldo, uzayda korunurmuş duygusuna kapıldı. Şimdi damlara egemen olan karanlık, sanki görülmez bir engel oluşturarak, sarı, yeşil, kırmızı hiyerogliflerin, göz kırpan trafik lambalarının, ışıkları yanık yol alan boş tramvayların, farların, ışık hunisini önlerinde sürüyen otomobillerin kaynaşmayı sürdürdükleri aşağıdaki dünyayı dışlıyordu.
Bu dünyadan yukarıya yalnızca bir duman gibi belirsiz, yaygın bir fosfor ışığı çıkıyordu. Artık kamaşmayan gözlerini gökyüzüne kaldırdığında uzamların görünümü uzanıyor, takım yıldızlar derinliğine yayılıyorlardı, gök kubbe dört bir yana dönüyordu, her şeyi içeren ,hiç bir sınırın içine girmeyen bu yuvarın dokusunun bir uzantısı, bir çentik gibi Venüs'e doğru açılıyor, onun, fışkırarak bir noktada yoğunlaşan hüzünlü ışığıyla, Dünyanın çatısı üzerinde tek başına belirmesini sağlıyordu.

Bu gökyüzüne asılı yeni Ay,soyut yarım ay görünüşünü gösterecek yerde, çevresi, Dünyanın yitirdiği bir güneşin düşey ışınlarıyla aydınlanmış ama yalnızca kimi ilkyaz gecelerinde görüldüğü gibi-yine de sıcak ısısını koruyan, donuk yuvar özelliğini açığa vuruyordu.
Marcovaldo, gölgelerle ışıklar arasında bölünmüş bu daracık Ay kıyısına baktıkça, sanki gece bir mucizeyle güneşe boğulmuş bir deniz kıyısına ulaşmanın özlemiyle doluyordu.
Çocuklar da, eylemlerinin umulmadık sonucundan korkmuş, neredeyse kendinden geçmiş Isolina, çatı penceresinin cılız ışığını, sonra da kızın aysıl gülümsemesini seçebilen Fiordaligi, tavan arasının penceresine yapışıp kalmışlardı. Annelerinin sesi duyuldu:
"Hadi gece artık, ne işiniz var pencerede? Ayışığında hastalanacaksınız!"
Michelino sapanını havaya kaldırdı:
"Ay'ı söndürüyorum!" deyip yorganın altına girdi.
Böylece o gecenin geri kalan bölümünde olsun, ertesi gece boyunca olsun karşı damdaki ışıklı ilan yalnızca SPAAK-KO yazdı ve Marcovaldo' nun evinden gökyüzü görüldü. Fiordaligi ile aysıl kız parmaklarıyla birbirlerine öpücükler gönderdiler, belki de dilsizler gibi konuşarak, buluşmak için sözleştiler.
Ama ikinci günün sabahı, damda, ışıklı yazının kasnağının arasında , kabloları, kordonları inceleyen, tulumlu iki elektrikçinin görüntüsü görüldü. Marcovaldo havanın nasıl olacağını anlamak isteyen yaşlılar gibi , burnunu dışarı çıkartıp; "Bu gece yine NYAK'lı bir gece olacak," dedi.
Kapı çalınıyordu. Açtılar. Gözlüklü biriydi. "Rahatsız ediyorum,pencerenizden dışarı bakmama izin verir misiniz? Sağ olun," Sonra da kendini tanıttı: "Doktor Godifredo, ışıklı reklam uzmanı."
"Yandık! Zararı bize ödetecekler!" diye düşündü Marcovaldo, gökbilim keyfini unutup öfkeli gözlerle çocuklarına baktı."Pencereden bakınca, siz de taşların buradan atılmamış olduğunu anlayacaksınız." Ellerini öne uzatmayı denedi. " Çocuklar bazan serçelere taş atıyorlar, ama Spaak'ın ilanı nasıl bozuldu anlayamadım. Ceza verdim hepsine, hem de öyle bir ceza ki! Bir daha yinelenmeyecek, içiniz rahat etsin."
Doktor Godifredo'nun yüzü ciddileşti:
"Benim SPAAK ile ilgim yok. 'Tomawak Konyak' için çalışıyorum.Bu dama ışıklı bir reklam yerleştirme olanağını incelemeye gelmiştim. Ama siz anlatın yine de, anlattıklarınız ilginç geldi bana."
Böylece Marcovaldo, yarım saat sonra, 'Spaak'ın başlıca rakibi 'Tomawak Konyak' ile anlaşmaya varmış oldu. NYAK yazısının her yeniden yanışında çocuklar sapanla taş atacaklardı.
"Bardağı taşıran son damla olacak bu," dedi Doktor Godifredo. Yanılmıyordu; aşırı tanıtım giderleri nedeniyle iflasın eşiğine gelmiş olan 'Spaak' en güzel ışıklı ilanının sürekli olarak bozulmasını, kötüye işaret saydı. Kimi kez KOGAK, kimi kez KONAK, kimi kez KONK diye okunan yazı müşteriler arasında, firmanın para sıkıntısı çektiği düşüncesinin yayılmasına yol açtı; bir süre sonra, ilancılık ajansı, eski borçlar ödenmedikçe onarım yapmama kararı aldı; sönen yazı alacaklıların telaşını arttırdı; SPAK iflas etti.

Marcovaldo gökyüzünde ayın olanca parlaklığıyla yuvarlaklaştığını gördü.
Elektrikçiler yeniden karşı dama tırmandıklarında son dördündü. O gece eskisinin iki katı yükseklikte ve büyüklükte ışıklı harflerle KONYAK TOMAWAK yazıyordu, artık ne Ay ne gökkubbe ne gökyüzü ne gece vardı, iki saniyede bir yanıp sönen KONYAK TOMAWAK, KONYAK TOMAWAK, KONYAK TOMAWAK vardı yalnızca.
İçlerinde en çok zarar gören Fiordaligi oldu; aysıl kızın penceresi, kocaman, içine girilemez bir çifte ve'nin gerisinde yitip gitmişti.

su perisi 04-05-2008 11:12 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
Rock_Alltime harikasın valla.... Emeğine sağlık...

rock_alltime 04-05-2008 11:13 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
BAŞINI VERMEYEN ŞEHİT

"...Hak budur ki o gazilerin içinde böyle gaziler olmasa, Zigetvara bu kadar yakında dört yan kafir hisarı iken bekleyiş, duraklama özellikle böyle cenge çalışmane mümkün idi."
Peçevî tarihi, s. 355

Yarın arifeydi. Öbür günkü bayram için hazırlanan beyaz kurbanlar, küçük Grigal palankasının etrafında otluyorlardı. Karşıda... Yarım mil ötede Toygun Paşa'nınson kuşatmasındân çılgın kışın hiddeti sayesinde kurtulan Zigetvar Kalesi, sönmüş bir yanardağ gibi, simsiyah duruyordu. Hava bozuktu. Ufku, küflü demir renginde,ağır bulut yığınları eziyor, sürü sürü geçen kargalar tam hisarın üstünden uçarken sanki gizli bir kara haber götürüyorlarmış gibi, acı acı bağırıyorlardı. Palanka kapısının sağındaki beden siperinde sahipsiz bir gölge kadar sakin duran Kuru Kadı yavaşça kımıldadı; ikindiden beri rutubetli rüzgârın altında düşünüyor, uzakta, belirsiz sisler içinde süzülen kurşuni kulelere bakıyordu. Bunların hepsi Türklerin elindeydi. Yalnız şu Zigetvar... yıkılmaz bir ölüm seddi halinde "Kızılelma" yolunu kapatıyordu. Sanki bu uğursuz kargalar hep onun mazgallarından taşıyor, anlaşılmaz bir lisanın çirkin küfürlerine benzeyen sesleriyle her tarafı gürültüye boğuyorlardı.
Kuru Kadı içini çekti. Sonra "Ah..." dedi. İncecik, sinirli boynunun üstünde bir taş topuz gibi duran çıkık alınIı iri kafasını salladı. Yeşil sarığını arkaya itti. Islak gözlerini oğuşturdu. Şimdiye kadar, asker olmadığı halde, her muharebeye girmişti. Birkaç bin yeniçeriyle dört beş topu olsa... bir gece içinde şu kaleyi alıvermek işten bile değildi. Şimdi vakıa müstakildi. Ne isterse yapabilirdi.Palankanın kumandanı Ahmet Bey öteki boy beyleriyle beraber Toygun Paşa ordusuna katılıp Kapuşvar fethine gitmiş... Kapuşvardan sonra Zigetvarı saran ordu kışın aman vermez zoruyla, zaptı yarı bırakarak Budin'e dönünce, o da askerleriyle tekrar palankasına gelmemiş,
Toygun Paşa'nın yanında kalmıştı. Bugün Grigal'den altı mil uzaktaydı. Palankaya yalnız Kuru Kadı karışıyordu; esmer, zayıf yüzünü buruşturdu: "Palanka... amma
topu tüfeği kaç kişi?" dedi. Bütün genç savaşçıları Ahmet Bey beraberinde götürmüştü.. Hisardakiler zayıflardan,bekçilerden, hastalardan, ihtiyar sipahilerden ibaretti.Hepsi yüz on üç kişiydi! Düşman, galiba öteki palankalardan çekiniyordu: Yoksa burasını bırakmaz, mutlaka almağa kalkardı. Biraz eğildi. İnce yosunlu, soğuk sipere dirseklerini dayadı. Aşağıya baktı. İki üç asker beyaz koyunların arasında dolaşıyordu. Bir tanesi karşısına geçtiği iri bir koçu, başına dokunarak kızdırıyordu, tos vuruyordu. Öbürleri, elleri silahlarında, bu oyunu seyrediyorlardı. Bağırdı:
- Oynamayın şu hayvanla...
Askerler, başlarını tepelerden gelen sese doğru kaldırdılar. Kuru Kadı'dan hepsi çekinirlerdi. Gayet sert,gayet titiz, gayet sinirli bir adamdı. Adeta deli gibi bir
şeydi. Sabahtan akşama kadar namaz kılar, zikreder,geceleri hiç uyumazdı. Daha yatıp uyuduğunu kalede gören yoktu. Vali Ahmet Bey ona "bizim yarasa" derdi.
Zavallının sabahı bekleme denilen hastalığını kerametine de yoranlar vardı. Tekrar bağırdı: .
- Haydi, artık akşam oluyor, içeri alın onları.Askerler koyunları toplamağa başladılar. Kuru Kadı'nın dirsekleri acıdı. Doğruldu. Tekrar Zigetvar'a baktı. Üst tarafındaki göl, kirli bakır bir levha gibi yeri kaplıyordu. Kargalar, havaya boşaltılmış bir çuval canlı kömür ellemeleri gibi karmakarışık geçiyorlar, sükûtu parçalayan keskin, sivri sesleriyle gaklıyorlardı.Kalbinde ağır bir elem duydu. "Hayırdır inşallah" dedi.Canı o kadar sıkılıyordu ki... Elleri arkasında, başı önüne eğik, bastığı siyah kaplama taşlarına görmez bir dikkatle bakarak yavaş yavaş yürüdü. Derin bir karanlık kuyusunu andıran merdivenin dar basamaklarında kayboldu.
... Arife sabahı, herkes uyurken, o, her vakit ki gibi yine uyanıktı! Mescit odasının önündeki taş yalakta, iki büklüm, abdestini tazeliyordu. Giden gece, daha gölgeden eteklerini toplayamamıştı. Bahçeye çıkan kapı kemerinde asılı kandil, sönük ışığıyla, duvarları titretiyordu.
- Hey, çavuşbaşı... Hey!...
Elindeki ibriği bıraktı. Kulak kabarttı. Bu, kuledeki nöbetçinin sesiydi. Kolları sıvalı, ayakları çıplak, başında takke, hemen yukarı koştu. Merdivende çavuşa rastgeldi. Onu itti. Yürüdü. Nöbetçinin yanına atıldı:
- Ne var?
- Kaleden düşman çıkıyor.
Erguvani bir esmerlik içinde siyah bir kaya gibi duran Zigetvara baktı. Bu kayadan yine koyu, uzun bir karartı süzülüyor, palankaya doğru akıyordu.
- Bize geliyorlar... dedi:
Çavuşa döndü:
- Haydi, gazileri uyandır. Kurban bayramını bugünden yapacağız. Koş. Bana da çabuk topçuyu gönder.Çavuş, bir eliyle bakır tolgasını tutarak, koştu.
Merdivene daldı. Kuru Kadı, uzakta, kara yerin üstünde daha kara bir leke gibi yavaş yavaş ilerleyen düşman alayına dikkatle baktı. Gözlerini küçülttü, büyülttü. Önlerinde birkaç top da sürüklüyorlardı. Binden fazla idiler. Halbuki hisardaki gaziler? Kendisiyle beraber yüz on dört kişi... "Ama, yine haklarından geliriz!"
dedi. Uyanan, yukarı koşuyordu. Hisar kapısının iyice bağlanmasını emretti. Sarığını, cübbesini, kılıcını, tüfeğini getirtti. İhtiyar topçu gelince, ona da, hemen "haber topları"nı atmasını söyledi. Bu bir adetti. Taarruza uğrayan bir palanka hemen "İşaret topu" atarak etrafındaki kuleleri imdadına çağırırdı.
Biraz sonra düşman hisarın önünde, harp düzenine girmiş bulunuyordu. Zaplar başsız, gür ejderha yavruları gibi siyah ağızlarını bedenlere çevirmişti. Türkçe bağırdılar:
- Size teklifimiz var. Elçimizi içeri alır mısınız?
Kuru Kadı:
- Alırız. Gönderin, gelsin! cevabını verdi.Bedenler, kalkanlı, tüfekli, oklu gazilerle dolmuştu.Palankanın ruhu, neşesi, keyfi olan iki arkadaş, bu esnada tuhaf tuhaf laflar söyleyip yine herkesi güldürüyordu. Bunların ikisine de "deli" derlerdi: Deli Mehmet,Deli Hüsrev... Serhatın muharebelerinde, hayale sığmayacak yararlılıklarıyla masal kahramanları gibi inanılmaz bir şöhret kazanan bu iki deli, hiçbir nizama hiçbir kayda, hiçbir disipline girmeyen, dünya şerefinde gözleri olmayan Anadolu dervişlerindendi. Her zaferden sonra kumandanlar onlara rütbe, hil'at, murassa kılıç gibi şeyler vermeye kalkınca gülerler: "İstemeyiz, fani vücuda kefen gerektir. Hil'at nadanları sevindirir..." derler, hak uğrundaki gayretlerine ücret, mükafat, övgü kabul etmezlerdi. Harp onların bayramıydı.
Tüfekler, oklar, atılmağa; toplar gürlemeğe; kılıçlar,kalkanlar şakırdamağa başladı mı, hemen coşarlar,
kendilerinden geçerler; naralar savunarak düşman saflarına saldırırlar... alevi gözlerle takip edilemeyen birer canlı yıldırım olup tutuşurlardı.
Kuru Kadı, onların herkesi güldüren münakaşalarını, saçma sapan sözlerini gülümseyerek dinlerken, elçiyi yanına getirdi, iki deli de sustu. Herkes kulak kesildi. Bu elçi Türkçe biliyordu. Küstahça tekliflerini söyledi.
Palankayı saran Zigetvar kumandanı Kıraçin'di.
Yanında iki bine yakın savaşçısı vardı. Grijgal'in "Vire ile verilmesini istiyordu. Ateşe, nura, haça, İncil"e, Zebur'a yemin ediyor; çıkıp giderlerken muhafızlara hiçbir ziyanı dokunmayacağına dair söz veriyordu.
Kuru Kadı:
- Pekâlâ!... Haydi git. Biz aramızda anlaşalım, kararımızı size öğleden sonra bildiririz! diye elçiyi aşağı
gönderip kapıdan attırdı. Sonra etrafındakilere döndü.
Şöyle bir göz gezdirdi. Sırtının hafif kamburu içeri çekildi:
- İşittiniz ya, gaziler! dedi, Kıraçin haini bizim yüzon kişiden ibaret olduğumuzu anlamış... üzerimize iki
bin kişi ile geldi. Teklif ettiği "Vire"yi kabul etmek isteyenler vârsa ellerini kaldırsın!
Kimsenin eli kalkmadı.
- Öyleyse hazır olalım. Haydi...
Bir gürültüdür koptu;
- Hazırız...
- Hepimiz, hepimiz...
- Hepimiz, hepimiz hazırız.
- Kılıçlarımız, kalkanlarımız yağlı.
-Oklarınız havlı_
- Yatağanlarınız keskin...
- Bugün nusret bizim.
- Amin, amin...
Kuru Kadı, "Ey alemlerin rabbi" diye ellerini kaldırdı. Bir duaya başlayacaktı. Deli Mehmet yalın kılıç karşısına dikildi. Palabıyık, gök gözlü, geniş beyaz çehresi,yeni doğmuş bir ay gibi parlıyordu:
- Duayı bırak, efendi dedi, gaza duadan faziletlidir. Gel... Lütfet. Bize şu kapıyı aç. Kalbindeki korkuyu
at. İşte hepimiz hazırız. Şu ayağımıza gelen gaza fırsatını kaçırmayalım.
Kuru Kadı'nın elleri aşağı düştü. Deli Hüsrev de arkadaşının yanına sokulmuştu. Bütün gaziler bu iki delinin arkasına üşüştü. Sanki hepsi bir anda deli oldular... bir ağızdan.
- Aç bize kapıyı, aç... diye bağırmaya başladılar.Kuru Kadı'nın iri patlak gözleri yaşardı. Yüzü sapsarı oldu. Uzun siyah sakalı kımıldadı. İki deliyi bile titreten, bütün gazilerin saçlarını ürperten ilahi bir
ağıt ahengi kadar etkili sesiyle haykırdı.
- Meydan erleri! Ey mertler! Padişahımız Süleyman Gazi aşkına şu sözümü dinleyin. Benim muradım
sizi gazadan engellemek değildir. Bugün can, baş feda olsun... Özellikle yarın kurban bayramı... Fakat bakınız maksadım ne? Bugün cuma... hem de arife. Bugün hacılarımız Arafat'ta, diğer mü'minler camilerde bizim gibi gazilerin zaferi için dua etmekteler... Bunda şüphesi olan var mı?
- Hayır.
- Hayır, asla...
- Hayır.
- O halde münasip olan budur ki, biz de namazlarımızı eda edelim. Gözlerimizin yaşını dökelim. Dua
edelim. Birbirimizle halelleşelim. Sonra gazaya girişelim. Kalanlarımız gazi, ölenlerimiz şehit olsun! Dünyada iyi nam ile anılalım. Ahirette peygamberimizin âlemi dibinde toplanalım... Ne dersiniz?
- Hay hay!
- Uygun...
- Pekâlâ!
Gazilerin hepsi buna razı oldu. Öğleye kadar durdular. Abdest aldılar, namaz kıldılar, tekbir çektiler, helallaştılar. Kıraçin'in askeri, sardıkları palankadan yükselen derin uğultuyu hep teklif ettikleri "Vire" münakaşasının gürültüsü sanıyorlardı.
Ansızın, uzaktaki Türk kulelerinden atılan "işaret topları" işitildi. Bu, "Biz, dörtnala geliyoruz" demekti.
Kuru Kadı eliyle hisarın kapısını açtı. Grijal gazileri "Allah, Allah" naralarıyla müthiş bir taşkın deniz gibi
fışkırdılar. İki koldan hücum olunuyordu. Kollardan birisine Deli Hüsrev, birisine Deli Mehmet baş olmuştu.
Ovada, Grijgal'e gelen yollardan bir toz dumanıdır kalkıyordu. Nice bin atlı imdada koşuyor sanılırdı. Düşman, bu hali görünce şaşırdı. İki ateş arasında kaldığını anladı. Halbuki toz duman içinde yaklaşan ancak beş on gaziydi.
... Bozgun başladı.
Deli Mehmet'le Deli Hüsrevin takımları düşmanı kaçırmamak için iyice sarıyordu. Kara Kadı cübbesini
atmış. Elindeki kılıç, cesaretlendirdiği gazileri arkasından yürüyordu. Deli Hüsrev, bir sarhoş gibi Kıraçin'inalayına dalmış kesiyor, kesiyor... inanılmaz bir çabuklukla kaçanlara yetişiyor, ikiye biçiyordu.
Kuru Kadı'nın gözleri Deli Mehmet'i aradı.
Bakındı, bakındı.
Göremedi.
Acaba o muydu? Yüreği ağzına geldi. Düşman safına karışıp kaynaşan kolun arkasında iri bir vücut yere uzanmıştı... Elli altmış adım kadar kendisinden uzaktı... Siyah, yüksek atlı bir şövalye, uzun bir kargıyı bu uzanmış vücuda saplıyordu. Durmadı. İlerledi. Koşarken ayağı bir taşa takıldı. Yuvarlanıyordu. Kılıcı ile fırladı. Hemen toplandı. Kalktı. Düşen kılıcını aldı. Doğruldu. Koşacağı tarafa baktı. Şövalye atından inmiş,kargıladığı şehidin başını teninden ayırmıştı. Bu anda,bu kestiği baş elinde, yine siyah bir şeytan gibi şahlanan atma sıçradı. Kaçacaktı... Kuru Kadı, bütün kuvvetiyle ona yetişmek için koşarken, baktı ki sol ilerisinde Deli Hüsrev kalkanını sallayarak, avazı çıktığı kadar bağırıyor,
- Mehmet, Mehmet!... Canını verdin!... Bâşını verme Mehmet!...
Bu nara o kadar müthiş, o kadar tesirli, o kadar yanıktı ki... Kuru Kadı: "Vah Deli Mehmet'miş!" diye olduğu yerde dikildi kaldı. Durur durmaz, o an, kırk adım kadar yaklaştığı kesik başlı şehidin yerden fırladığını gördü. Nefesi tutuldu. Şaşırdı. Bu başsız vücut uçar gibi koşuyordu. Kendi kellesini götüren zırhlı şövalyeye yetişti. Eliyle öyle bir vuruş vurdu ki... Lanetli hemen yüksek atından tepesi üstü yuvarlandı. Götürmek istediği baş elinden yere düştü. Deli Mehmet'in başsız vücudu canlıymış gibi eğildi. Yerden kendi kesik başını aldı. Hemen oracığa yorgun bir kahraman gibi, uzanıverdi. Bunu Kuru Kadı'dan başka kimse görmemişti. Herkes kaçan düşmanı kovalıyordu. Yalnız Deli Hüsrev,
- Yüzün ak olsun, ey yiğit! diye bağırdı. Sonra Kuru Kadı'ya doğru koşarak sordu.
- Nasıl, gördün mü bu civanı?
- Görmedin mi?
Kuru kadı sesini çıkaramadı. Gördüğü harika onu dondurmuştu. Olduğu yerde öyle dimdik kaldı. Sanki
ölmüştü. Deli Hüsrev, onu hızla sarstı.
- Ne durursun be can! Ne olsun, haydi gazaya.
Düşman kaçıyor... Deli Hüsrev'in kalkması Kuru Kadı'yı baştan can verdi, "Allah Allah" diyerek ileri atıldı.
Mücahitlere karıştı.
Cenk akşama kadar sürdü.
Er meydanının kanlı yüzüne "gece siyah saçlarını" dağıtırken çağırıcının
- Gaziler hisara!
Sesi duyuldu. Dönen gaziler içinde kılıcından kanlar damlayan Kuru Kadı, birkaç sipahi ile dışarıda kaldı. Yaralıları taşıttı. Şehit olanları saydırdı. Bunlar tam ondokuz kahramandı.:. Düşman altmış dört ceset bırakmış, diğer ölülerinin hepsini kaçırmıştı. Kuru Kadı sabahtan beri yemek yememiş, su içmemiş, durup dinlenmemişti... Toplattığı şehitleri hisarın önündeki meydana yığdırdı. Şehit Deli Mehmet'in cesedini kendi buldu. Kesik başı koltuğunda, uyur gibi, sakin yatıyordu.
Olduğu yerde gömdürdü. Sonra yanındakileri. savdı. Butaze mezarın başına çöktü. Ezberden "Yasin" okumağa başladı. Dışarılarda kimse yoktu, yalnız uzakta palanka kapısındaki nöbetçi dolaşıyordu. Kuru Kadı okurken, önündeki mezarın birden yeşil yeşil nurlarla tutuştuğunu gördü. Sesi kısıldı. Dudaklarını oynatamadı.Çeneleri kitlendi. Bu yeşil nurun içinde Deli Mehmet'in kanlı boynuna sarılmış beyaz kanatlı bir melaike, hem onu nurdan elleriyle okşuyor, hem açık alnını öpüyordu. Bu sıcak, bu yeşil nur büyüdü, taştı, bütün âlem bu nurun içinde kaldı. Kuru Kadı'nın gözleri kamaştı. Ruhu yandı. Kendinden geçti.
Onu, daha ilk defa böyle derin bir uykuya dalmış gören yoldaşları zorla kaldırdılar. Koltuklarına girdiler:
- Haydi, kapı kapanacak dediler, içeri gir.
Kuru Kadı'nın dili tutulmuştu. Cevap veremedi.
Sarhoş gibi sallana sallana hisara girdi. Hâlâ titriyordu. Palankanın içinde Deli Hüsrev'in menzilinden geçerken durdu. Kulak verdi; ağlıyor mu, inliyor mu diye... Hayır, Deli şıkır şıkır atını kaşağılıyor, keyifli bir türkü söylüyordu. Seslendi:
- Hüsrev.
- Efendim?...
Kapı açıldı. Kaşağı elinde, kolları, paçaları sıvalı,başı kabak Deli Hüsrev... daha Kuru Kadı bir şey sormadan,- Gördün mü Deli Mehmet'in zevkini? dedi.
- Siz de benim gibi buradan gördünüz mü?
- "Gözlüye hotti gizli yoktur!"
Küttedek kapıyı, kapadı. Yine türküsüne başladı.
...
Kuru Kadı palankada sabahı dar etti. Güneş doğmadan, Deli Mehmet'in mezarına koştu. Artık bütün günlerini bu mezarın başında geçiriyordu. Bu mezarın daimi ziyaretçisi oldu. Büyük bir taş yontturdu. Yazdırdı. Başına diktirdi. Beş vakit namazlarını bile cemaatine bu kabrin başında kıldırmak isterdi. Artık ne hacet dilese, ona nail oluyordu.
Grijgal'de, komşu palankalarda Kuru Kadı için "Deli oldu" diyorlardı. Her an "sonsuzluk" badesini içmiş
ezeli. bir sarhoş gibi nihayetsiz bir kendinden geçme,sonsuz sınırsız bir şevk, sükûn bulmaz bir heyecan içinde yaşıyordu. Fakat nasıl "deniz çanağa sığmaz"sa,onun büyük sırrı da ruhuna sığmadı. Taştı. Huruç günü gördüğü harikayı herkese anlatmağa başladı. Hatta
daha ileri gitti, çok iyi okuduğu "Mevlid-i Şerif" lisanıyla o gün gördüğünü yazdı. Yüzlerce beyitlik bir destan düzdü.
Ama o eski şevki kayboluverdi. Ruhuna koyu bir karanlık doldu. Kalbine acı bir ağırlık çöktü. Artık Deli Mehmet'in yeşil nurdan mezarı içinde sürdüğü ilahi zevki göremez oldu. Bu mahrumiyet onu delirtti. Yemekten içmekten kesildi. Bir gün, yine perişan kırlarda dolaşırken Deli Hüsreve rast geldi. Meğer o da geziniyormuş. Elindeki yayıyla yavaşça Kuru Kadı'nın arkasına dokundu.
- Ahmak, dedi, niye gördüğünü halka söyledin?
Adam gördüğünü kaale geçirirse kazandığı hali kaybeder. Eğer sussaydın, gördüğün keramete ölünceye kadar şahit olacaktın...
Kuru Kadı yere diz çöktü, ağlamaya başladı:
- Çok perişanım diye inledi, lütfet. Gel, beni gaflet uykusundan uyandır. Benim o görnüş olduğum durum ne hikmettir? İçinde benimle senden başka onu gören oldu mu?
- Bir gören daha var. O "can" herkese görünmez.
- Kimdir?
- Bilemezsin...
- Başkaları görmedi de, biz ikimiz niçin gördük?
- o şehitlik müjdesidir!" İkimiz de mutlaka şehit düşeceğiz!...
Kuru Kadı, gittikçe öyle serseri, öyle perişan, öyle berbat oldu ki... kendisini o kadar seven Vali Ahmet
Bey bile Budin'den gelince, onun hallerine dayanamadı.Nihayet "bu deli bir kişidir. Palankada hizmetinden istifade olunamaz" diye geriye göndermeye mecbur oldu.Aradan epey zaman geçti. Serhadde değil, hatta Grijgal hisarında bile herkes Kuru Kadı'yı unuttu. Yalnız yazdığı destan okunuyor, hiç unutulmuyordu.
On iki sene sonra...
Zigetvarın zaptı akabinde yaralılar toplanırken, meşhur kahraman Deli Hüsrevin bir gülleyle parçalanmış cesedi yanında, uzun boylu, ak saçlı, ak sakallı,yeşil cübbeli bir şehit buldular. Kıbleye yüzükoyun uzanmış yatan bu şehidin büyük, yeşil sarığı, henüz bozulmamıştı. Üzerinde hiçbir silah yoktu. Yarası neresinden olduğu belli değildi. Günlerce süren kuşatma esnasında hiç kimse böyle bir adam görmemişti. İnceden inceye araştırma yapıldı. Kim olduğu bir türlü anlaşılamadı.
O vakit birçok gazilerin "gayb ordusundan imdada gelmiş bir veli" sandıkları bu şehit, acaba, Grijgal hisarının o eski deli kadısı mıydı?...

Bilinmiyor

rock_alltime 04-05-2008 11:14 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
BAŞKA BAYRAM

Bir bayram sabahı imiş. Günlerden Cuma, aylardan kasım, mevsimlerden de sonbaharmış. Havada yağmur bulutları geziyormuş. Herkes ve her şey bayram olduğu için çok mutluymuş.

O sabah Efil erkenden uyanmış. Akşamdan hazırladığı bayramlıklarını sandalyenin üzerinden özenle almış. Beyaz çorabını, kırmızı çiçekli pantolonunu, pembe çizgili kazağını önce okşamış, sonra da giymiş. Yeşil fiyonklu ayakkabılarını da unutmamış. Hemen aynanın karşısına geçip saçını taramış. Ortasında kocaman bir gül olan tokasını takıp kendisine gülümsemiş. “Merhaba Efil” demiş hefifçe öne eğilerek. “Bayramın kutlu olsun.”

Efil neşeyle etrafında dönmüş. Kendisini bayramlıkları gibi yepyeni hissetmiş. Sonra odasına göz gezdirmiş. Bayram için odasına astıkları rengarenk balonları tek tek saymış. “Tam otuz-yedi balon” demiş heyecanla. Pencereye doğru koşup yavaşça perdeleri çekmiş. Vakit çok erken olduğu için gökyüzü çok aydınlık değilmiş. Bir de yağmur bulutları griye boyamış gökyüzünü.

Efil gri yağmur bulutlarının bayramını da kutlamış. Pencerenin önünde duran çiçeklerine “günaydın” dedikten sonra onların da bayramını kutlamış. Bu sırada Efil odasında bazı fısıldaşmalar duymuş. Dikkatle dinleyince odada bulunan her şeyin bayramlaştığını görüvermiş. O da bu bayramlaşmaya katılmış. Odadakiler Efil’in etrafında dönmüşler, dönmüşler, dönmüşler. “Bayramın kutlu olsun Efil” demişler. Sonunda hepsi de çok yorulmuş. Halının üzerine uzanıp dinlenmişler. Efil masasının başına geçip “bir bayram sabahı” resmi çizmeye başlamış. Efil resmini çizerken içeriden gelen sesleri duymuş. “Uyandılar, uyandılar” diye bağırmış ve koşa koşa annesiyle babasının yanına gitmiş. Önce babasına sarılmış, elinden öpüp “Bayramın kutlu olsun babacığım” demiş. Sonra da annesine sarılıp onun da elini öpmüş.

Efil’e bayram parası vermişler. Efil parasını hemen kumbarasına atmış. Babası Efil’e “Ben eve dönünce hep beraber bir yere gideceğiz” demiş. “Orada bir sürü çocuk var. Onların bayramını kutlayacağız. Yanımızda onlar için hediyeler de götürürsek iyi olur. Sen de düşün ve verebileceğin hediyeler varsa hazırla.”

Efill babasının dönüşünü beklerken odasında oturup uzun uzun düşünmüş. Ama bir türlü ne verebileceğini bulamamış. Bir ara yeleklerinden turuncu olanı raftan atlayıp “beni versene” demiş. “Bayramda bir çocuğu sevindirmek ne güzel olur.” Birden odada bir kargaşa olmuş. Herkes “beni de, beni de” diyerek zıplıyormuş. Efil şaşakalmış. Bütün oyuncaklarını büyük bir çantaya doldurmuş. Masal kitaplarını, küçük gelen kıyafetlerini, tokalarını, şapkalarını da başka bir çantaya koymuş. Babası geldiğinde Efil hediyeleriyle birlikte hazır bekliyormuş.

Kahvaltıdan sonra hiç zaman kaybetmeden Efil annesi ve babasıyla bereber kimsesiz çocukların kaldığı yere gitmişler. Orada o kadar çok çocuk varmış ki Efil hayret etmiş. Ne diyeceğini bilememiş. Bu sırada içinden bir ses ona “Hadi onların bayramını kutla” demiş. O an Efil getirdiği çantaları açıp her çocuğa bir hediye vermiş.

O gün Efil çok farklı bir bayram görmüş. Bayramların başka başka yaşandığını, herkesin bayramının değişik olduğunu anlamış. Böyle bir bayramdan sonra Efil kıyafetlerini daha temiz giymeye, oyuncaklarıyla daha dikkatli oynamaya başlamış. Çünkü onlara ihtiyacı olan sayısız çocuk olduğunu artık biliyormuş.

Naz Ferniba

rock_alltime 04-05-2008 11:15 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
BENİM BİR AĞACIM VAR

O gün çok güzel bir gündü. Gökyüzünde kuşlar sevinçle uçuşuyorlardı. Ağaç dallarının arasında birbirleriyle şakalaşıyorlardı. Bazen de kavga ediyor olmalıydılar ki, çok fazla gürültüleri yükseliyordu havaya. Bir taraftan da hoş bir melodi gibi arı vızıltıları geliyordu kulağa. Her şey uyanmış, işinin başına geçmişti anlaşılan. Rengarenk benekli kelebekler de boş durmuyorlardı. Onlar da çiçekten çiçeğe konmak için yarış ediyorlardı sanki birbirleriyle. Bir yandan da evin yan tarafından akan dereden güzel bir su sesi geliyordu.



Serpil güzel ve rahat bir uykudan uyanmıştı. Evin avlusundaki çeşmeden ellerini ve yüzünü yıkadı. Sonra da annesinin hazırladığı kahvaltıdan yedi afiyetle. Her şey çok güzeldi. Güneş onun için gülümsüyordu sanki. Kuşlar onun için cıvıldaşıyorlardı. Kelebekler en güzel renklerini ona göstermek için yarışıyorlardı. Ya şu dereden gelen su sesine ne demeli? Çok güzel bir gündü.



İşte bu güzel gün, Serpil’in içini coşturmuştu. Oyun oynamak için sabırsızlanıyordu. Ama arkadaşlarının hiçbirine ulaşamazdı bu saatte. Bu duyguyu yaşayınca içinde garip bir acı duydu. Çünkü Arkadaşlarının çoğu şimdi tarlada ya da bahçede ailelerine yardım ediyorlardı. İçinden, "Şu tatilleri de sevmiyorum. Bütün arkadaşlarımın işleri var. Onlarla şu güzel günde bir araya gelip oynayamıyoruz bile. Oysa okulda hep birlikteyiz. Hiç olmazsa teneffüslerde dilediğimiz gibi oynayabiliyoruz." dedi.



Bir müddet, "Acaba ne yapsam?" diye düşündü. "Biraz kırlarda dolaşıp, çiçek toplayayım. Topladığım güzel çiçekleri vazoya koyarım." İçinden muzip muzip güldü. "Acaba ninemi ikna edip, halatları ondan nasıl alabilirim? Eğer onu ikna edip, halatları alırsam güzel bir salıncak kurdururum dedeme. Oh ne güzel bir düşünce" diye geçirdi içinden. Ama önce kırlarda biraz dolaşsam iyi olur" dedi. Sonra da, içinden şarkılar söyleyerek zıplaya zıplaya kırlara doğru koşmaya başladı. Şimdi kendini çok daha mutlu hissediyordu.



Topladığı bir demet kır çiçeğiyle eve döndü. Dedesi avluda bir şeylerle uğraşıyordu. Dedesini görünce çok sevinmişti. Dedesini çok seviyordu
Serpil. Çünkü dedesi onun en iyi dostuydu. Masal arkadaşıydı. Dedesinin elinde bir tutam uzun uzun çubuklar vardı. Yanına yaklaştı. Sevinçle, "Nasılsın Dedeciğim? Bak çiçeklerime? Ne kadar güzel. Dede ninemden halatları istesek acaba verir mi? Çok güzel bir gün. Ben de çok mutluyum, ama benimle oynayacak hiç arkadaşım yok. Çok yalnızım ve sıkılıyorum. Eğer ninem halatı verirse, bana salıncak kurar mısın? Dedeciğim elindeki çubuklar da ne acaba?"



"Ohhh!! Hele şükür elimdekileri fark edip sordun. Kızım bir soru sorulduğunda ya da konuşulduğunda, karşılığını almadan başka bir soru sorulmaz. Ya da farklı bir konudan bahsedilmez. Ben şimdi senin sorduğun soruların hangisine cevap vereyim bilemiyorum?"



"Oh, evet haklısın dedeciğim. Özür dilerim. Kendimi çok yalnız hissediyordum. Ne yapacağımı bilemiyordum. Bu yüzden de kendi kendime oynayacağım oyunlar düşünmüştüm kafamda. Seni de görünce hepsini birden sıralayıverdim. Kusura bakma. Şey, en son sorduğumdan başlayabilirsin. Elindeki çubukların ne olduğunu sormuştum."



"Peki tamam. Yalnızken insanların kendini nasıl hissettiklerini çok iyi bilirim. Bu yüzden içindeki sıkıntılı duyguyu anlıyorum. Elimdekiler birer çubuk değil. Bunlar birer fidan."



"Fidan mı?"



"Evet, bunlar; erik, kayısı ve badem fidanları. Bunları bugün bahçemizin kenarlarına dikeceğim. Büyüyünce, hepsi birer meyveli ağaç olacaklar."



"Ama dede, madem meyveli ağaç olacaklar. O halde bahçenin iç kısımlarına dikmen daha doğru olmaz mı? Hem gelen geçen çocukların ve hayvanların meyvelerine uzanmasından korunmuş olmazlar mı?"



"Hah ha ha.. İlahi kızım. Hiç senin gibi düşünmemiştim. Senin söylediğin gibi de düşünülebilir, ama ben öldükten sonra da arkamdan dua edilmesini istiyorum. O yüzden bu fidanları bahçe kenarına dikiyorum."



"Bahçe kenarında olduğu için neden sana dua etsinler ki dede? Doğrusu hiçbir şey anlamadım."



"Bak şimdi. Ben bu fidanları bahçenin kenarına ektiğimde büyüyüp, meyveli birer ağaç olacaklar değil mi?"



"Evet."



"Bunlar büyüdüğünde, çocuklar geçerken yiyecekler. Bahçenin kenarından geçen yolcular yiyecek. Sonra, yoldan geçen hayvanlar, ağacın dibine düşen meyvelerini yiyecekler. Böylece benim dikmiş olduğum bu ağaçtan, bir çok şey faydalanacak. Mutlu olacak. Bu yüzden de, ben ölsem bile, Allah bana sevap yazacak. Böylece ben sürekli sevap almış olacağım. Hem belki de yoldan geçen ve aç olan bir yolcu yiyecek bu ağaçların meyvesinden. O yolcunun, açken bir meyve yemesi ve şükür etmesi ne kadar güzel değil mi? Arkasından da, "Bu ağacı eken her kimse Allah ondan razı olsun. Allah onun ruhunu şad etsin" diye dua etmesi bana yeter kızım. Ben bu ağaçları bunlar için dikeceğim zaten."



"Anladım dede. Sen hem ahirette, hem de dünyada meyvelerinden yiyeceksin diktiğin ağaçların."



"Ah benim akıllı kızım. Ne de çabuk anladın. Şimdi sen de, her iki yerde de meyve verecek olan bu ağaçlardan dikmek ister misin?"



"Tabiî isterim dede."



"Öyleyse hadi gel bakalım. Şu fidanları daha fazla sıcağın altında bekletmeden toprağa gömelim."

Meryem Tortuk

rock_alltime 04-05-2008 11:16 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
BİLYEGÖZ

Develer tellal iken, pireler berber iken, ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallarken, yani çok, ama çok eskiden, Kafdağı yamaçlarına kurulu bir memleket varmış. Her yanında dereler çağlar, pınarlar ağlarmış o memleketin. Zümrüt gibi uzanan kırları, binbir yemişle dolu meyve bahçeleri görülmeğe değermiş. Kral Bilyegöz hüküm sürermiş orada. Doğru su garip bir adammış kral. Sarayından çıkıp gezmez, karısı ve biricik kızından başka kimseyle konuşmazmış. Sinirli sinirli dolaşır, bilye gibi küçük gözlerini sağa sola çevirerek anlaşılmaz sözler söylermiş. Diken üstünde oturuyor gibi rahat sız ve mutsuzmuş. Kimse yüzünün güldüğünü görmezmiş. Yüreğinde öylesine büyük bir hastalık varmış ki; onu hiçbir hekimin tedavi etmesi mümkün değilmiş.

Çünkü "altın hastalığı" denilen garip bir derde tutulmuş Kral. Aklı fikri daima altınlarda imiş. Zamanlı zamansız kalkar, bodruma iner, hazinelerini kontrol edip, saatlerce orada durur da zamanın nasıl geçtiğini fark etmezmiş. Kocaman avuçlarına altınlarını doldurur, onları çocuğunu sever gibi öpüp okşar, bıkmadan usanmadan defalarca sayarmış. Karısı ve kızı onun bu haline çok üzülür, bazı günler ona: " Siz bu ülkenin kralısınız... Her türlü zenginliğe sahip kudretli bir insansınız. Altınlara karşı böyle hastalık derecesine varan ilginiz bir felakete sebep olabilir. Hiç olmazsa bazı günler sarayın bahçesine inip açık havada dolaşın. Bir çiçek cennetini andıran bahçenizde gezerseniz belki gönlünüz aydınlanır." derlermiş. Kral Bilyegöz gülüp geçermiş onlara... Sözleri bir kulağından girer,öbüründen çıkarmış. Bir sabah erkenden uyanmış. Pencereyi açıp dışarı bakmış. Çiçek açmış ağaçların yanında yemyeşil uzanan setlere çiğ yağdığını görmüş. Her şey öylesine güzel ve iç açıcıymış ki Kral Bilyegöz bir lahza altınlarını unutup bahçeye çıkmayı düşünmüş. Karşıdaki nar ağacı üzerinde öten bülbül onu hayata çağırıyor gibiymiş. Süratle giyinip kapıya yürümüş. Ayakları altında gıcır gıcır sesler çıkaran mermer salonları hızla geçmiş. Merdivenleri inip çıkış kapısına yönelmiş. Birden yüreğini kaplayan o hain hastalık ses vermiş: "Dur, bahçeye çıkma! Çıkacaksan bile altınlarını yanına al..." diyormuş bu ses.

Bilyegöz bu sesi susturamayacağını anlayınca hemen dönüp hazinelerinin bulunduğu mahzene koşmuş. Kalın ve ağır kapıları bir bir açıp altınlarına erişmiş. Koltuğuna sığabilen, içi mücevher dolu işlemeli bir kutuyu kapıp çıkmış. Az sonra güneşin yavaş yavaş ısıtmağa başladığı o muhteşem bahçenin içine girmiş. Çiçek tarhlarının, gül fidanlarının, lale setlerinin arasında dolaşmağa başlamış. Uzun bir süre gezinmiş. Fakat gördüğü bunca güzellik bile ona altınlarını unutturamamış. Bahçenin kenarında toprağa oturup mücevher kutusunu açmış. Göz kamaştırıcı bir aydınlıkla parıldamış altınlar, inciler... Bilyegöz kıymetli taşlarla süslü mavi gerdanlıkları, zümrüt yeşili mercanları ve çil çil altınları seviyor, okşuyor, onlarla bir çocuk gibi oynuyormuş. Birden dalıp gittiği o garip alemden uyanmış. Hemen arkasında bir çıtırtı duymuş. Korkuyla dönüp bakmış. Elbiseleri yamalı, pabuçları eski, boynu bükük bir zavallı adam duru yormuş karşısında. Ellerini birbirine kavuşturmuş, çatlak dudaklarını büzmüş adam. Yüzünde koca bir çaresizlik, yoksulluk ve gariplik okunuyormuş. Saygıdeğer kralım, diye başlamış söze. Sizinle karşılaşmam Allah'ın bir lütfu bana. Yoksulluk içinde kıvranan zavallı bir insanım ben. Karım ve çocuklarımın boğazına günlerdir bir lokma ekmek girmedi. Bana yardım eder, fazla değil bir altın bağışlarsanız ömür boyu duacınız olurum. Ne o!ur boş çevirmeyin beni... Kral Bilyegöz şaşkınlıkla bakmış dilenciye. Altın sözünü duyunca mücevher kutusuna sıkıca sarılmış. Hayır! diye bağırmış. Sana hiç bir şey veremem! Dilenci duyduklarına inanmak istemiyormuş: Lütfen demiş, bir tek altından ne çıkar. O sizin için bir kıymet ifade etmez ama beni ve çocuklarımı açlıktan kurtarır. Lütfen... Kral Bilyegöz belki her şeyi yapsa bile bu işi yapamaz, hiç kimseye bir gram ağırlığında bile olsa altın veremezmiş. İyice sinirlenmeye başlamış. Küçük gözlerine tiksinti ve nefret dolmuş. Defolup git başımdan. Beni rahat bırak, altınlarıma göz dikme. Bir tane bile olsun vermem. Anladın mı pis dilenci! diye haykırmış. Zavallı dilenci ümitlerini yitirivermiş. Anlamış ki bu cimri kral asla kendisine yardım etmeyecek. Yüreği acıyla sızlamış, gözlerinden bir kaç damla yaş yuvarlanmış yere. Gönlünün derinliklerinden kopup gelen bir sesle garip bir dua etmiş.Daha doğrusu bir beddua...

İnşallah tuttuğunuz her şey altın olur kralım! Neye elinizi uzatırsanız altın olsun... demiş. Sonra da ardına dönüp, aksayan adımlarla çekip gitmiş. Kral Bilyegöz dilencinin sözleri karşısında bir an şaşkınlığa uğramış. Sonra gülüp geçerek "pis adamlar" diye mırıldanmış. "Bütün işleri dilencilik... Çalışıp kazanmayı hiç düşünmez bunlar..." Kralın düşünceleri doğru değilmiş. Yeryüzünde nice fakir ve yoksul insan varmış. Çalışamayacak durumda olan, hasta, sakat ve hakikaten çaresiz nice insan. Aslında zenginler onlara yardım ellerini uzatmalı, kardeşçe, insanca yaşamanın çarelerini aramalı imişler.

Mücevher kutusunu kucaklayıp ayağa kalkmış kral. Geldiği yöne doğru ilerlemiş. Birden gözüne ilişen kıpkırmızı bir gül görmüş. Onu kopararak, biricik kızına götürmek istemiş. Uzanıp almış. O da ne? Dalından koparılan gül bir lahza da som altın haline gelivermemiş mi?! Yaprağı, dikenleri, sapı som altın bir gül.. Kral Bilyegöz'ün gözleri şaşkınlıkla büyümüş. İkinci bir güle uzanmış; yine aynı şey oluvermiş, o da altın haline dönüşmüş. Sevinmiş Bilyegöz. Sınırsız bir coşkuya kapılmış. Yaşasın diye haykırmış. Her tuttuğum altın oluyor artık... Heyecanla koşmuş sarayına. Hizmetçilerden bir bardak su istemiş. Getirmişler. Bilyegöz bar dağı eline aldığında onun da altın haline geldiğini görmüş. Artık elini neye uzatsa; bardak, çatal, kaşık, havlu, sabun hatta ekmek, her şey altın oluyor, bir anda külçeleşiyormuş. Bilyegöz'ün sevinci azalmaya başlamış. İçi ne kıpır kıpır bir huzursuzluk dolmuş. Tahtına kurulu düşünürken biricik kızı içeri girmiş. Onu görünce olanları unutup kızına doğru yürümüş. Gel bakalım küçük kraliçem, babana sarıl şöyle, demiş. Kollarını uzatmış, kızının omuzlarından tut muş. İşte asıl korkunç felaket o zaman görülmüş. Eli değer değmez sevgili kızı, altın bir heykel hali ne dönüşmüş. Altın bir heykel, cansız, kaskatı ve soğuk... Kral Bilyegöz beyninden vurulmuşa dönmüş. Şaşkın .gözlerle çevresine bakıyormuş. Hizmetçiler de neye uğradıklarını bilememişler, birer köşeye saklanıp beklemişler.

Artık kimse yaklaşamıyormuş krala. Korkunç felaketler yağdırıyormuş çevresine. Neye dokunsa altın oluyormuş. Karısı ise ağlayıp duruyor: Bu felaket senin o uğursuz altın hasta lığın yüzünden geldi başımıza... Kızımı yok ettin.,. diye feryat ediyormuş. Kral Bilyegöz perişan olmuş, bütün dünyası kararmış. Artık altınlarını hiç sevmiyormuş. Onların sarı, pırıltılar saçan soğuk görünümlerine düşman olmuş. Elini bir yere sürmekten korkuyor, deli gibi dolanıp duruyormuş. Ülke halkı olanları duymuş. Çaresiz ve yoksul insanlar gizlice seviniyor, "O bunu hak etmişti" diyorlarmış. Bilyegöz yaptıklarına pişman olmuş. Gece sabahlara kadar uyumuyor, bu korkunç felaketten kurtulmak için yüce Allah'a dualar ediyormuş. Artık kendini bir tek kuruşu bile olmayan zavallı fakirlerden bile güçsüz, perişan ve yoksul kabul ediyormuş. Elini sürdüğü her şeyin kaskatı altın kesildiği bir dünyada yaşamaktansa, ölüp gitmek daha iyiymiş.

Düşünüp taşınmış. Ülkesindeki bilginleri sarayına çağırıp onlarla konuşmuş. Bu işe bir çare bulmalarını istemiş. Sonunda yaşlı bir bilgin sözü almış: Bu, demiş, sizin altın hastalığınıza verilmiş ilahi bir cezadır. Artık samimi bir gönülle günahınıza tövbe edip, Allah'tan af dileyip, bundan sonra çok cömert bir insan olacağınıza söz vermeniz gerekir. Eğer bunu yapar, sözünüzde durursanız, kurtulursunuz. Şimdi ülkemizin yüce dağlarından doğup sarayınızın yakınından geçen "Huzur Nehri"ne gidiniz. O suya girip abdest alınız. Yüreğinizdeki kötülükleri yıkayınız. Belki o zaman eski durumunuza dönersiniz. Kızınız da yeniden dirilebilir, demiş. Kral son bir çare diye, hemen "Huzur Nehri"ne koşmuş. Yaşlı bilginin tarif ettiği gibi ab dest alıp yıkanmış. Sonra ellerini açıp Allah'a, kendisini affetmesi için dua etmiş. Duası bittikten sonra yakınında bulunan bir ağacın dalını tutmuş. Tuttuğu dalın altın haline gelmediğini görünce, sevincinden kendini tutamayıp "Yaşasın, yaşasın, kurtuldum artık" diye haykırmağa başlamış. İyice emin olmak için, elini başka şeylere uzatmış. Gerçekten artık hiç biri altın olmuyormuş. Yüreği aydınlanmış Bilyegöz'ün. Ömründe böyle bir sevinç duymadığını düşünmüş. Hemen sarayına koşup karısına müjde vermek istemiş. Tam içeri girecekken bir de bakmış ki sevgili kızı dirilmiş, kendisini bekliyor. Koşarak sarılmış ona. Sevinçten ağlıyormuş artık...

Allah'ım, Allah'ım, diye mırıldanmış. Sana ve milletime karşı olan görevimde kusur göstermeyeceğim. Beni o korkunç altın hastalığından kurtardığın için sana ne kadar şükretsem azdır... demiş. Sonra bahçede kendisinden bir altın isteyen yoksulu ve ülkenin diğer fakirlerini toplayarak, onlara nice mallar, altınlar ve hediyeler dağıtmış. Karısı ve kızı seviniyor, ülkenin tüm insanları bayram ediyorlarmış. Her şey daha bir güzelmiş şimdi..

rock_alltime 04-05-2008 11:17 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
BREMEN MIZIKACILARI

Bir zamanlar yaşlı ve yorgun bir eşek varmış. Sahibinin onu artık daha fazla beslemek istemediği ortaya çıkmış. " En iyisi buralardan gitmek " diye düşünmüş eşek. "Bremen'de şarkıcılık yaparım. Bazıları anırmamı pek bir beğenirdi zaten."



Böylece bir sabah erkenden yola çıkmış. Bir süre yürüdükten sonra iki büklüm bir köpekle karşılaşmış. "Artık sahibime avda yardımcı olamayacak kadar yaşlandım," demiş köpek eşeğe. " Sahibimde artık beni beslemiyor." Eşek gülmüş. " Benimle Bremen'e gelsene şarkıcı oluruz," demiş.



Yola koyulmuşlar.Çok geçmeden bir damın üzerinde üzgün oturan bir kedi görmüşler. " Çok yaşlandım, fareler bile dalga geçiyorlar, " demiş kedi. "Sen de bizimle gel" demiş eşek. "Sesin hala güçlü çıkıyor, şarkı söyleriz Bremen'de."



Bağıra bağıra şarkılar söyleyerek yola devam etmişler. Bir çiftlik evinin yakınlarından geçerken kendi seslerinden yüksek bir sesle irkilmişler. " Kuk-ku-ri-kuuuuuuuuu!...Sonum geldi!" diyormuş iri bir horoz. Sonra eşek, köpek ve kediye yana yakıla anlatmış: " Bu akşam sahibimin konukları gelecek. Öyle hissediyorum ki beni pişirip yiyecekler." Eşek"Endişelenme, seninki gibi bir ses bize çok şey katar. Haydi gel şarkıcı olalım," demiş.



Akşam olduğunda hepsi çok yorulmuş. Bir şeyler yemek ve uyumak istiyorlarmış.İlerde penceresinden ışık süzülen bir kulübe görmüşler. Horoz uçup pencereden içeri bakmış. "Dört soyguncu görüyorum, nefis bir sofranın başındalar," demiş. "Bir planım var," demiş eşek. Birbirlerinin sırtına tırmanmışlar. En altta eşek, sonra köpek, onun üstünde kedi ve nihayet en tepede de horoz. Pencere yaklaşıp çıkarabilecekleri en yüksek sesle bağırmaya başlamışlar. "İmdaaaaaat! Bu bir hayalet!" demiş soygunculardan birisi. " "Bence bir canavar!" demiş ötekisi. " Bence cadılar bastı! " demiş öteki. " Annemi istiyorum," demiş sonuncusu. Bir kaç dakika sonra dört şarkıcımız soygunculardan kalan sofradaymışlar.


Geceleyin onlar uyurken soyguncular geri gelmişler. Ama hayvanlar hazırlıklıymış. Soyguncular içeri girer girmez, eşek "Şimdi" demiş ve saldırıya geçmişler. Soyguncular bir daha hiç dönmemecesine kaçmışlar oradan. Şarkıcılarımız da bu sevimli küçük kulübeye yerleşmişler. Bremen'e gitmeyi de bir süre ertelemişler, ama her gün şarkı söylemeyi unutmuyorlarmış.Eğer bir gün onları dinleme şansınız olursa, Bremen sakinlerinin ne büyük bir tehlike atlattıklarını anlamanız güç olmaz..

rock_alltime 04-05-2008 11:17 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
BUHUR DAĞI İLE KINALI CEYLAN

Bir varmış, bir yokmuş... Bir vakitler, herkeslerin türlü savaşlardan sonra terkettiği bir viran şehrin yanında, bir dağ varmış... Bahar geldiğinde, eteklerine dağılmış binlerce kocayemiş, ıhlamur, amber ve mersin ağaçlarından yayılan baş döndürücü koku, tüm şehri tütsülermiş...Bu yüzden halk, Buhur Dağı ismini vermiş ona eskiden...

Dağ onca ağacına, çiçeğine, suyuna, taşına rağmen çok yalnızmış... Gün geceye durduğunda, gökyüzüne bakar, gördüğü her yıldıza bir türkü söylermiş... Efkarından pınarları ağlar, toprağı sızım sızım sızlarmış... İstermiş ki rüyaları gerçek olsun, gönlüne göre bir yareni olsun, koynunda uyuyup koynunda uyansın, dağ daha bir dağ olsun, sevda daha bir sevda olsun.

Yine öyle gecelerden bir gece, kaldırmış başını göğe, haykırıyormuş türküsünü ki; birden, bir hışırtı duymuş... Bakmış ki güzeller güzeli kınalı bir ceylan durur karşısında... Durur da öylece süzer nazlı gözlerini ona doğru...Buhur Dağı'nın kalbine kor ateşler düşmüş, heyecanla sarsılmış gövdesi...Dile gelmiş de seslenmiş bir bakışta vurulduğu Kınalı Ceylan'a...

"İşte nicedir beklediğim, nicedir düşlediğim yarim geldi, umudum, ışığım, sevincim geldi, hoş geldi... Yaklaş maralım, daha da yaklaş ki yakından göreyim güzelliğini."

Ceylan ürkek, ceylan telaşlı, ardına bile bakmadan, seke seke gözden kaybolmuş sessizce... Sinmiş uzaktaki bir ağacın gölgesine, derdini dillendirmiş kendince:

"Sesini duydum uzak diyarlardan, yaktığın türkülerde anlattığın bendim koca dağ, Buhur Dağı!... Sesine sevdalandım da buldum seni, yüreğine sevdalandım da sevdim seni. Ne var ki ben bir yaralı ceylan, sana ne hayrım olur ki, sana verecek neyim var ki. Geldim, gördüm, bildim seni...Fakat benim daha gidecek yolum, çekecek çilem var."

Rüzgarlar Kınalı Ceylan'ın sedasını taşıdığında Buhur Dağı'na, kara bulutlar çökmüş zirvesine... Dağ öfkeli, dağ kırgın, adeta kükrer gibi söylemiş meramını:

"Duydum seni kınalım, duydum da duymasına, hem kendini gösterir hem de neden kaçarsın? Her gece seni söyledim ezgilerimde, seni yazdım gökyüzüne. Uçan kuşun kanadında, çağlayan nehirlerin nefesinde, tan yerinde şavkıyan seherlerde, yağmurların buğusunda aradım izini. Önce bana görün, sonra bırak git diye mi? Hemen şimdi dönesin bana geri, ya da ilelebet kanasın yaran; öyle ki kımıldayamayasın, öyle ki bir yudum su içmeye kalkamayasın çöküp kaldığın yerden!"

Ceylanın küçücük yüreği burkulmuş acıyla... Korka korka dağın hışmından, seslenmiş ona titreyen sesiyle:

"Nedir bu hiddetin, feryadın? Nedir bu halden sual etmez gazabın?... 'Zaman' dedikleri bir ilaç varmış, ben daha yollara düşüp onu bulacağım, yaramı onunla sarıp bekleyeceğim iyileşmeyi... Sende kalırsam şu halimle; sana acıdan, tasadan başka bir şey veremem. Sen bir yüce dağsın, sabır taşlarıyla döşeli bayırların... Beni sen de anlamazsan, kimler anlasın?"

Dağ küsmüş, ceylan boynu bükük; vurmuş kendini yollara... Bağrında Buhur Dağı'nın hasreti, vuslata ömrü yetsin diye dualar ederek Yaradan'ına, gözden kaybolup, gitmiş uzaklara...

Buhur Dağı fısıldamış ardından:

" Bekleyeceğim seni maralım, taşım üstünde taş kalmayıncaya, toprağımda tek bir ot bitmeyinceye değin..."

Ay güneşi, güneş ayı kovalamış durmuş, mevsimler mevsimlere, yıllar yıllara kavuşmuş... Diyar diyar gezmiş ceylan, deva bildiği mahir zaman iyileştirirken yarasını, Buhur Dağı'nın içli sesi, gönlünün mabedinden bir an olsun silinmemiş... Kızıl kınalı başını semaya kaldırıp da sevdasının ve sevdalısının sırrına erdiği yalnız gecelerinde, her bir yıldızdan yüreğine yansıyan ışık, yarinin kendisine adadığı türkülerinin giziymiş...

(Masalcı tam da öyle bir anda, sesini verivermiş masala...)

"Gecedir; ayrı düşmüş sevgililerin elzemi hasretleri göğsünde emziren... Gecedir; tek yürekte iki taşkın nehir gibi coşan, ikiyi bir kılan, biri ikiye bölen sevdaların beşiği... Ömür denilen ise ahu gözlü ceylanın kirpiğinde kanat çırpması kadar bir kelebeğin... Ceylan fani, dağ fani... Geldi vakti saati... Düştü ceylan sevdasının, sevdalısının yollarına..."

Günler birbiri ardına inci gibi dizilirken, hiç durmadan koşmuş ceylan... Ayaklarında dermanı kalmamış, acıkmış, susamış... Bir an olsun durmamış, Buhur Dağı'nın billur ırmaklarının suyuymuş susadığı, Buhur Dağı'nın kaynağıyla besleyip büyüttüğü ağaçların yemişleriymiş acıktığı... Derman, Buhur Dağı'nın koynundaymış.

Birbirlerini gördükleri ilk andaki kadar ışıltılı ve sakin bir gece, Kınalı Ceylan varmış yarinin eteklerine... Nice soğuk iklimlerden sıcak iklimlere değin yolunu gözlediği ceylanını, gelişinden bilmiş Buhur Dağı... Seslenmiş usulca:

"Ey kınalım, ey güzeller güzeli ceylanım, döndün demek sonunda bana... İyileşti mi yaran? Buldun mu çareni; bir su damlası gibi akıp gittiğin, bir kum tanesi gibi savrulduğun yollarda? Senin gönlümü kasıp kavuran hasretin, ehramı oldu ağaçlarımın, çiçeklerimin; tohumlar bile çatlayamadan küle döndü toprağımda... Vardın geldin ama; şimdi benim sana verecek neyim var; susuzluğunu gidereceğin bir pınarım bile yok ki; kuruyup gitti hepsi, acıktıysan seni neyle doyurayım; sabır taşlarımda biten otlarla kanmazsın ki açlığına."

Ceylan bitkin; tırmanırken dağın yamacına, devrilivermiş bedeni kurumuş dalların arasına, küçücük kınalı başını vurmuş kocaman bir taşa... Son mecaliyle konuşmaya çalışırken, şu kelimeler dökülmüş dilinden:

"Sar beni Buhur Dağı'm... Sar beni yazgım olan; canım tenimden çıkmadan beni sana kavuşturan sevdan ile... Toprağından kanıma aksın ölüm, kanımdan toprağına aksın dirim, hasretinle yaktığın çiçeğin, ağacın, kanımla hayat bulsun yeniden. Ben sana karışayım, sende son bulup, sende doğayım... Bak şu kızıl yıldız var ya; işte o benim yıldızımdır. Ona söyleyerek şimdi en güzel türkünü, kollarında uyut beni güzel sesinle..."

Ve canını teslim etmiş ceylan oracıkta, nazlı gözleri kapanırken düşen iki damla yaş; yuvarlanıp dağın iyi yanına, iki ayrı ırmağa dönüşürken...

Buhur Dağı, tüm acılardan da büyük bir acıyla öyle sarsılmış, öyle inlemiş ki, gökyüzü yırtılmış sesinden, şimşekler çakmış, simsiyah bir yıldırım düşmüş zirvesine; ikiye bölmüş koca dağı...

O geceden sonra mevsim ne vakit bahara dönse, Buhur Dağı'nın ikiye ayrıldığı, Kınalı Ceylan'ın gözyaşlarından oluşan iki ırmağın kavuştuğu yerde kızıl bir gonca gül bitermiş. Açıp da yaprağını, kokusunu yele verdiğinde yıldızlı gecelerde; kimselerin duymadığı, kimselerin bilmediği bir türkü yankılanırmış o vadinin en kuytu yerinde...

İlke Ersoy

rock_alltime 04-05-2008 11:18 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
BÜCÜR ZÜRAFA

İstanbul Gülhane Parkı’ndaki hayvanat bahçesinde zürafalar için oldukça geniş bir yer ayrılmıştı.
Burada anne ve baba zürafa ile iki yavru zürafa kalıyordu. Onlar gün boyu salına salına geziyorlar, ziyaretçiler de onları seyrediyordu. Anne ve baba zürafa yıllardır burada bulundukları için durumu kabullenmişler, bu hayata alışmışlardı. Fakat yavru zürafaların canı çok sıkılıyordu. Devamlı olarak babalarına “ Babacığım, bizler burada daha ne kadar zaman kalacağız? Bizleri masallarda anlattığın o güzel yerlere ne zaman götüreceksin? “ diye sitem ediyorlardı.

Bir gün yavru zürafalardan biri baba zürafaya şöyle bir soru sordu: “ Babacığım, bizler buralara nasıl geldik, kimler getirdiler? “ Bunun üzerine baba zürafa: “ Bundan yıllar önce, buralardan çok uzaklarda yaşamış dedeniz bücür zürafayı anlatacağım sizlere “ dedi. “ O zaman anlayacaksınız buralara nasıl geldiğimizi. Zürafalar hep uzun boylu, boyunlu olurlar, fakat dedeniz doğduğunda da küçükmüş. Yıllar geçmiş, yaşı büyümüş, boyu büyümemiş. Yaşının büyümesiyle birlikte onun kalbindeki özlem daha da büyümüş. Çünkü o, bir sirk yıldızı olmak istiyormuş. Yaşadığı çevrede tıkılıp kalmak, dar bir kısır döngü içinde ömür törpülemek ona göre değilmiş. Bücür zürafa bu büyük hedefine ulaşabilmek için yaşadığı ormanda gösteriler düzenlemeye başlamış. Orman hayvanları bücür zürafanın gösterilerini ilgiyle karşılamışlar, onun yaptığı hayvan taklitlerini zevkle seyretmişler.

Günlerden bir gün ormana avcılar gelmiş. Bu avcılar yakaladıkları hayvanları hayvanat bahçesine götüreceklermiş. Bir tepenin üzerine çıkıp dürbünle çevreyi gözleyen avcılar karşıdaki düzlükte bücür zürafayı gösteri yaparken görmüşler. Bücür zürafanın hayranlık uyandıran hareketlerini, enfes dönüşlerini seyreden avcılar, onun tam bir hokkabaz olduğunda karar kılmışlar. Gösteri bittikten sonra bücür zürafayı yakalamak için iz sürmeye başlamışlar. Bücür zürafa hemen anlamış takip altında olduğunu. Bu durum onu hiç şaşırtmamış. Çünkü zirveye giden yolda önüne bir takım yol ayırımlarının çıkacağını biliyormuş. Olanı biteni en ince ayrıntılarına kadar düşünüp planını yapmış. Eğer plansız, programsız hareket ederse istenmeyen, üzücü olaylar ortaya çıkabilirmiş. Avcıların niyetini kesin olarak bilmek olanaksızmış.

Sonunda avcılar bücür zürafayı bir bataklığın yakınlarında kıstırmışlar. Sazlıkta yarım daire şeklinde ilerleyen avcılar, bücür zürafayı yakalamayı umdukları yerde yeller estiğini görmüşler. Bücür zürafanın ayak izleri bataklığın kenarında yok oluyormuş. Aslında bu durum planın bir bölümünü oluşturuyormuş. Bücür zürafa avcıların takibinden kurtulmak için daha önceden oraya sakladığı bir ağaç kütüğüne binerek uzaklaşmış. Ertesi gün avcıların konuşmalarını saklandığı yerden dinleyen bücür zürafa yakalandığı takdirde hayvanat bahçesine götürüleceğini öğrenmiş. Dört ayağı üstünde hoplaya hoplaya ortaya çıkmış ve avcıların hayret dolu bakışları altında iki perende atmış, daha sonra kurt gibi uluyup aslan gibi kükremiş. Bildiği bütün numaraları birbiri peşi sıra sergilemiş ve alkışlar arasında gösterisini tamamlamış.

Bücür zürafa hayvanat bahçesine getirilince bu bölüme konmuş. Fakat o burada da boş durmamış, gösterilerine devam etmiş. Bu arada annemle birbirlerine gönül vermişler. Aradan zaman geçmiş, ben doğmuşum. Küçüklüğümü hatırlıyorum da şu demir parmaklıkların arkası bücür zürafayı görmeye gelen insanlarla dolardı. O da gün boyu bıkmadan, usanmadan gösterilerini sürdürürdü. Yavrularım, bu hayvanat bahçesine yılın belli tarihlerinde uluslar arası bir sirk gelir. Sirk kurulurken sirkin sahibi parkta gezmeye çıkmış. Buradaki kalabalığı görünce ne olduğunu merak edip sokulmuş. Bir süre bücür zürafayı seyrettikten sonra onun dünya çapında bir yetenek olduğuna karar vermiş ve yüksek bir ücret karşılığında sirke transfer etmiş. O, ele geçirdiği bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirmesini bildi. Bir iki provadan sonra sahneye çıktı. Görülmemiş bir başarı sapladı. Gittiği her yerde on gün kalan ve geceleri bir gösteri sunan sirk, bücür zürafayı kadrosuna almasıyla birlikte seyirci patlamasına uğradı ve günde dört beş gösteri sunar hale geldi. Sirkin o yıl bir ay kaldığını unutmadan söyleyeyim. Ertesi yıl sirk geldiğinde babam bücür zürafa buraya uğradı. Beni, annemi ve arkadaşlarını görmeye gelmişti. Çok sevindik. Yanımızda iki saat kadar kaldı. Pek çok ülkede gösteriler sunduklarını, gittikleri her yerde yoğun bir ilgiyle karşılaştıklarını anlattı. Sirk yıldızı olmak istemiş, bunun için yıllarını vermiş, sonsuz gayret göstermiş ve sonunda başarmıştı. Mutluydu. Şimdi anladınız mı yavrularım, buralara nasıl geldiğimizi, kimlerin getirdiğini? “

Yavru zürafalar sanki ağız birliği etmişlerdi aynı sözü söylemek için: “ Evet anladık babacığım, hem de çok iyi anladık “ dediler ve birbirlerine bakarak kıkır kıkır güldüler. Ortada reddedilmez bir gerçek vardı. Azmin başaramayacağı hiçbir şey olamazdı. Yeter ki gerçekten istenmeliydi. Tutar koparırdın. İdeal kiminin düşüncesinde bir tutku olarak kendiliğinden ortaya çıkardı. Kimi de başarılı birini örnek alarak onun izinden giderdi. İşte yavru zürafalar bücür zürafanın açtığı yoldan yürüdüler, onun izinden gittiler. Akşamları gökyüzüne dikkatle bakarsanız yıllar sonra birer yıldız olacak iki yavru zürafanın göz kırptıklarını görürsünüz.

Serdar Yıldırım

rock_alltime 04-05-2008 11:19 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
CANAVARLAR ÜLKESİ

Masal Dünya'sında, sevimli bir ülke varmış. Burada yaşıyan insanların çoğu
mutlu ve güler yüzlüymüş. Çoğu zaman birbirleri ile şakalaşır, nükteler üretir, bunlara kahkahalarla gülermişler. Bu neşeli insanların sokaklarda, caddelerde yürümeleri bambaşka bir güzellik sergiliyormuş. Sokaklarda kadınlı, erkekli kümeler halinde uyum içinde yürürmüşler. Erkeklerin etrafa kah caka satarak, kah kaslarını gererek, kah yeni terlemiş kaytan bıyıklarını sıvazlayarak salına, salına yürümeleri görülmeye değermiş. Ya genç kızlar. Onların çıtı pıtı tavırları, sekerek yürümeleri, oyalı mendilleri ve gerdan bükmeleri dillere destanmış. Lokum gibi güzel ve tatlı kızların ünü tüm masal Dünya'sına yayılmış. Sanatçılar onların sevgi dolu bakışlarını çizmişler. Müsizyenler onlar için içli türküler bestelemişler. Su boylarında, sandal gezilerinde onların anısına şiirler söylemişler. Türküler, şarkılar, şiirler yankılanırmış sarp dağların arasında. Hep gezen, yürüyen insanlar için...
Yalnız bu insanların çok önemli bir sorunu varmış. Söylenceye göre geçmiş zamanlarda bir büyücü bu insanlara iki kişilik vermiş. Büyücü tüm tılsımını üç büyülü söz üzerine kurmuş. Her kim "at, avrat ya da silah" sözcüklerinden birini kullanırsa tavrı değişiyormuş birden.
Bu insanlar duygusal olmalarına karşın, ata bindiklerinde bir başka kişiliğe bürünüyormuşlar. Bu sevecen, neşeli ve güzel insanlar gidiyor, yerine gözleri yuvalarından fırlamış, asık suratlı, dişlerini göstererek çığlıklar ve savaş naraları atan insana benzer saldırgan yaratıklar geliyormuş.
Bu sevgi dolu insanlar "avrat" sözcüğünü duyluklarında gözleri dönüyor, ağızları kudurmuş hayvanlar gibi köpükleniyor ve önlerine çıkan kadınlara kim olduklarına bakmaksızın saldırıyormuşlar.
Karınca bile incitmeyen, hayvanları sevgi ile besleyen bu insanlar ellerine bir "silah" geçti mi, ulu orta kurşun savuruyor, canlı cansız her şeyi yok ediyormuşlar. Hele "silah", "at" üzerinde ellerine geçerse vay karşısındakilerin hallerine...
Bu yaratıkların atlarını mahmuzlayarak, ağızlarından köpükler saçarak, hırçınca dolanmaları ürkütücüymüş. At sırtında çılgınlar gibi, önlerine çıkan her canlıya saldırmak, onlara zarar vermek ya da öldürmekmiş emelleri. Bu işten pek çok keyif alıyormuşlar. Bir de karşılarına çıkan canlıya zarar verebilirseler, sevinç çığlıkları komşu ülkelerden bile duyulurmuş.
Kral, halkı bu büyüden kurtarmak için tüm bilginleri bir araya toplamış ve düşüncelerini sormuş. Bilginler :
- Bu insanların yürürken bir sorunları yok. Sorun at sırtına bindiklerinde başlıyor. Bir yolunu bulup ata binmelerini önlersek, belki büyü etkili olamaz.
diye yorum getirmişler. Kral, bilginlerin düşüncesini uygun bulmuş, halkın ata binmemesi için ne yapabileceklerini araştırmalarını istemiş.

Bilginler bir süre araştırdıktan sonra, yine Kral'ın karşısına gelmişler :
- Birisi bize, komşu ülkelerde bir araç olduğunu söyledi. Bu araç atsız gidiyormuş ve
söylentiye göre attan da hızlıymış.
demişler. Kral, büyük bir umutla bilginlerini görevlendirmiş. Bilginler seçtikleri elçilere komşu ülkedeki atsız aracı inceleme görevi vermişler. Eğer, elçiler atsız aracın sorunu çözeceğine inanırsalar, atların yerine bu araçların kullanılması için Kral emir bile verecekmiş.
Haberciler köy köy dolaşıp bilginlerin görevini halka duyurmuşlar :
Ey güzel ülkenin tatlı insanları, bilginlerimiz hepinizin bildiği büyüyü bozmak için Kral tarafından görevlendirildiler. Komşu ülkelerde atsız araçlar varmış. Bu araçları inceleyecekler. Eğer büyüyü bozacağına inanırsalar, bu araçlar ülkemize getirilecek. Halkımız bundan böyle ata binmeyecek. Bu araçları kullanacak. Kral'ımız der ki :
"Halkımız mutlu olsun. Artık üzüntülü günler geride kalacak..."
Bu haberi duyan herkes pek sevinmiş. Büyü etkin olduğunda canlılara zarar verirken keyifleniyormuşlar, ama sonra çok üzülüyormuşlar. Kolay değil, bir hiç uğruna tanıdık, tanımadık demeden herkesin canına zarar vermek hoşlarına gitmiyormuş.
Tarihi görev, günü geldiğinde başlamış. Elçiler, halkın çoşku ve sevgi dolu gösterisi eşliğinde, bir deve kevranı ile komşu ülkeye doğru yolculuğa çıkmışlar. Büyüden uzak kalmak için kervana hiç at almamışlar. Elçiler, derelerden, tepelerden dolana, dolana, deve kervanının hızlıyla aylar sonra komşu ülkeye ulaşmışlar.
Bilginler bu ülkeyi gezerken, atsız aracı görmüşler. Biraz inceledikten sonra :
- Bu araç tam bizim Kral'ın istediği gibi. At olmadan yürüyebiliyor. Ata binmeyince, insanlar hırçınlık yapamazlar. Hem ata binenler, bu araçtakine zarar veremez. Baksanıza, bu araç attan çok hızlı...
diye yorumlarını yapmışlar.
Elçiler komşu ülkeden bir örnek aracı alıp ülkelerine götürmek istemişler. Amaçları aracı Kral'a göstermek ve kendi kanılarını Kral'a doğrulatmakmış. Komşu ülke, yeni araçlarını satacak bir pazar bulduğu için elçilerin isteğini uygun bulmuş ve yetkili görevli hemen bir örnek araç hazırlatmış.
Örnek aracın nasıl kullanılacağını öğretecek bir sürücüyle araca binen elçiler, kendi ülkelerine dönmüşler. Elçilerin bu hızlı araçla ülkelerine dönmeleri yalnızca birkaç gün sürmüş.

Elçiler yeni araçla Kral'ın önüne geldiklerinde, alanda toplanan halk
merakla gösteriyi bekliyormuş. Sürücü aracı çalıştırmış. Kral araca binmiş ve araç
hareket etmiş. Atsız aracın yürüdüğünü gören topluluktan bir uğultu kopmuş. Hepsi hayretlerini saklayamamışlar. Gösteriyi izleyenler de inanmış bu aracın atların yerini alacağına. "Artık büyü etkili olamayacak" diye pek sevinmişler.
Sürücü, Kral'ın görevlilerine aracı nasıl kullanacağını öğretmeye başlamış. Kral komşu ülkeye haber iletmiş. Yeni araçtan satın alacaklarını bildirmiş. Zaman içinde birer ikişer yeni araçlar gelmeye başlamış. Önce Kral, daha sonra yanındaki görevliler bu araçtan edinmişler.
Atlı canavarlar, bu araçları gördüklerinde onlara sadırmaya çalışmışlar ama, araç çok hızlı olduğu için araca yetişememişler. Aracın üzerindekilerin atlı canavardan zarar görmediği tüm ülkede yankı yaparak duyulmuş. Atlı canavarlardan kurtulmak isteyen herkes, bir an önce bu araçtan edinmek için sıraya girmiş. Halkın tüm emeli kendi kendine yürüyen araçtan satın almakmış. Herkes yememiş, içmemiş tüm gelirini biriktirmiş ve bu pahalı aracı almış. Aracı almaya gücü yetmeyenler hala ata biniyor ve atlı canavar olmaya devam ediyormuş. Kral, atlardan tümüyle kurtulmak için ülkenin büyük girişimcilerine destek olmuş. Fabrikalar kurdurmuş. Artık bu güzel ülkede de kendi başına yürüyen araçlar üretilmeye başlanmış. Halk ülkelerinde yapılan araçları daha kolay ve ucuza alma olanağına kavuşmuş.
Yıllar hızla akıp gitmiş. Ülkede ata binenler pek kalmamış. Kalanlar da eski etkinliklerini gösterememişler. At olmayınca, büyülü sözcüklerin etkisi azalmış. Artık "avrat" sözcüğünden etkilenenler eskisi kadar çok değilmiş. "Silah" sözcüğü hala ürkütücü oluyormuş ama, büyüden kurtulmak için halkın çoğunluğu silah taşımaz olmuş. Aslında Kral, silah taşıyanı cezalandırmaya başlamış olduğundan, yalnız silahı çok sevenler, eski canavarlıklarını sürdürmek isteyenler, gizliden silah taşımaya devam etmişler.
Araçlar çoğalınca önceleri tek tük, sonraları sayıca daha çok tuhaf olaylar olmaya başlamış. Büyüye benzemesin diye bu olaylara "kaza" adını vermişler. Araçlar ya birbirleri ile çarpışıyor, ya da bir ağaca, bir direğe çarpıp parçalanıyormuş. Aracın bir başkası ile çarpışması, eskiden atla yapılan saldırıdan daha kötü sonuç veriyormuş. Artık canlılar eskisi gibi birer, birer zarar görmüyor, topluca canlarından oluyormuşlar. Ülke, bazı günler kan gölüne dönüyormuş.
Bazı günler tüm araçlar yollarda kalıyor saatlerce ilerleyemiyormuşlar. Bir araç yolun ortasında durup yük ya da yolcu indirip bindirirken, arkasındakiler onu beklemek zorunda kalıyormuş. Bazen hızla giden bir araç öndekini nasıl geçmesi gerektiğini bilmediği için, arkadan ona çarpıp, hem öndekine hem de kendisine zarar veriyormuş. Sürücüler bazen araçları öyle zorluyorlarmış ki, hıznı alamayan araç, karşı yönden gelen araçla kafa kafaya girip içindeki tüm canlıların ölmesine neden oluyormuş. Halkın görünüşte bu konuda pek suçu yokmuş. Çünkü daha önce yalnızca ata binmiş olan halk, bu araçları ata biner gibi kullanmaya başlamış.

Zamanla, araçların üzerindeki gözleri dönmüş sürücüler, yollarda hızla ilerlerken
önlerine çıkan her şeyi ezmeye, kırmaya başlamışlar. Sanki ata binerken diğer canlılara saldırdıklarında yaptıkları gibi davranmışlar.
Bilginler hemen bir araya gelmişler. Bu "kazaların" nedenini araştırmışlar. Yoksa "büyü" biçim mi değiştirdi derlerken, komşu ülkeden getirdikleri araçla ilgili, pek önemli bir konuda eksiklik yaptıklarını görmüşler.
Komşu ülkeden sürücü getirmişler, onun aracı kullanmayı öğretmesini sağlamışlar. Meğer, araçlar kullanılırken uyulması gereken kuralları komşu ülkeden almayı unutmuşlar. Bilginler komşu ülkeden "trafik" adı verilen kuraları almamışlar. Tüm kazalar kuralsızlıktan ya da kural bilmemekten kaynaklanıyormuş.
Bilginler hemen "trafik" kurallarını kendi dillerine çevirmişler ve halka öğretmeye başlamışlar. Ama çok geç kaldıklarını "kazalar" önlenemez boyuta gelince anlamışlar.
Getirilen kurallar, eskiden at üzerinde saldırılar düzenleyen bu insanlara pek yaramamış. Halk ata binerken nasıl nara atıp saldırılar düzenliyorsa, araçları da öyle kullandıklarından kurallar etkisiz kalmışlar. Yalnızca bu insanların ünleri değişmiş. Eskiden tüm komşu ülkeler bu güzel ülkenin insanlarına "Barbar" derken, şimdi "Trafik Canavarı" demeye başlamışlar...
Öyle ya, masal diyarı da olsa, zevk için canlılara zarar verenlere başka ne ad verilir ki.

Bilinmiyor

rock_alltime 04-05-2008 11:20 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
ÇİRKİN ÖRDEK YAVRUSU

Anne Ördek sabırla yumurtalarının kırılmasını bekliyordu. Vakit tamamlanınca ördek yavruları yumurtalarından çıkmaya başladılar. Fakat en son ve en büyük yumurta bir türlü kırılmıyordu. Sonunda yumurtanın beyaz kabuğu çatladı. Diğerlerinden daha gri ve farklı olan ördek yavrusunun küçük kafası göründü. Anne ördek yeni doğan yavruya bakarak ; "Umarım değişir.." dedi şefkatle. Zaman ilerliyordu ama ördek yavrusunun rengi hala griydi. Kümesin bütün hayvanları onunla alay ediyorlar, ona "çirkin ördek yavrusu" diye sesleniyorlardı.



Zavallı yavru o kadar mutsuzdu ki sonunda uzaklara gitmeye karar verdi. Gün boyunca yürüdü gece olunca ise çok yorulmuştu. Mola verdi. Bir yanda açlık, bir yanda korku...Ama yapabileceği hiç bir şey olmadığından derin bir uykuya dalmakta gecikmedi.

Ertesi sabah su sesleriyle gözlerini açtı. Geceyi yaban ördeklerinin çılgınca eğlendiği küçük bir göl kıyısında geçirdiğini anladı. Bu gürültücü arkadaşlarına kendini tanıtmaya hazırlanıyordu. Birden bir tüfek sesi ile irkildi. hiç zaman kaybetmeden oradan uzaklaştı. Çok geçmemişti ki küçük ördek kendini bir çiftlikte buldu. Çiftliğin sahibi yaşlı kadın onu doyurdu. Ateşin yanında uyumasına izin verdi. Fakat yavru ördek bir göl bulabilme umuduyla oradan da uzaklaştı.

Günlerce bir göl bulabilmek için rasgele yoluna devam etti. Sonunda bir göl kıyısına ulaştı. Bu arada yalnız başına yaşamayı öğreniyordu. Bu göl kıyısında yavru ördek gün geçtikçe büyüyordu. Kendisi farkında olmadan görüntüsü değişiyordu. Geçen kuğuları gördükçe onların asil duruşları ve güzel görünüşlerinden dolayı iç çekiyordu.

İlkbaharda bir kuğu sürüsü gölün kıyısına yuva yapmaya geldi. Çirkin ördek yavrusuyla tanışmak için yaklaştılar. Fakat kendisini bu zarif kuşlarla arkadaşlık etmek için çok çirkin ve kaba buluyordu.Birden bire suda aksini gördü. O da ne!...

Kendisini güzel bir kuğuya dönüşmüş olduğunu fark etti. Kuğu sürüsüne katıldı ve ömür boyu mutlu oldu.

Bilinmiyor

rock_alltime 04-05-2008 11:20 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
DEDEMİN BATTANİYESİ

Annem göğe çamaşır asmaya gidiyorum diyerek evden çıkmış bir daha eve dönmemişti.Annem belki de bacadan tütmüştü.Annem belki de yan odada bana uyku dikiyordu.Anlaşılan annem gökteki çamaşırları hala kurutamamıştı hele dedemin fil mendili büyüklüğündeki battaniyesini kurusun diye bekliyorsa annem göğe takılı bir çamaşır şarkısı olarak kalacaktı.Dedemle aynı evde kalıyorduk.O benden üç yaş büyüktü sadece, neredeyse romatizma ilaçlarını biberonla içecekti, kısacası dedem inatçı bir baston kralıydı en önemlisi çocuktu. Bahçemizin karnında kocaman bir mantar çıkmıştı sadece o mantarla konuşur mantara şarkılar söyler kızdığı zaman bastonuyla mantarın gövdesine vurur ve peyniri biten fareler gibi eve ağlayarak gelirdi.Hayalet gibi sadece belirli günlerde ortaya çıkan halam dedemi ziyarete gelir ucuz ve renksiz küp şekerleri gibi olan dişlerini sıkar kapıları çarparak evden uçardı. Dedem de arkasından ekşi ekşi biriktirdiği limonları fırlatırdı.Bütün isteği battaniyesine kavuşmak ona sarılıp uyumak ve şarkılar söylemekti belki de bütün kızgınlığı bu yüzdendi.Ben kendi kendine büyüyordum bahçedeki mantarda kendi kendine büyüyordu dedem kendi kendine sadece konuşuyordu bunun yanında diline torba geçirmiş gibi bütün limonları şapırtılı ve şupurtulu yiyordu.Bir sabah yanıma geldi gözlerimi bastonuyla açarak;

Ben gidiyorum evlat mantarıma iyi bak onunla konuş olur mu dedi ve kapıya doğru yönelirken ben de,

Nereye diye sordum..

Dedem yine sinirlenmişti ayaklarını zıplatarak,

Nereye olacak havaalanına gidiyorum .. Bütün pilotlara soracağım
Battaniyemi gördünüz mü diye.Halan gelirse uçmaya gitti dersin ..

Dedem uçmaya gitti.Hayır hayır bunu size söylemeyecektim halama söyleyecektim.Dedem gitti.Battaniyenin gökte asılı kaldığını düşünüyordu demek.Acaba annem de bütün çamaşırları toplayıp gelir miydi ? Kapı çalıyordu, dedemin gittiğine sevinen bir hal vardı kapıda. Kapı beni çağırıyordu. Kapıyı açtım, musluğa benzeyen burnuyla sinirli sinirli nefes alan halam dedemi soruyordu;

Deden yok mu?

Yok, dedim.Uçmaya gitti.

Bu sırada halam sinirden domates taşıyan kamyonlar gibi hızlıca koşmaya başladı.Ben arkasından birkaç kez güldüm ve içeri girdim. Tek başına kalmıştım.Dedem o gece eve gelmemişti.Bir sürü limon Dedemin gelmesi için sulanmaya başlamışlardı.Dedem gelmezse bu limonları gömecektim çünkü ben limon sevmiyordum hele hele dedemin canlarını çıkardığı bu limonları hiç sevmiyordum.Gökten dedeme benzeyen bastona binmiş başka dedeler geçiyordu sanki. Sonra pervaneli bir battaniyenin üzerinde limon yiyen halam kafasını yıldızlara vurup çıldırıyordu.Bütün bunlar bir oyundu biliyorum bu gece korkmadan uyumak için uydurduğum bir gök oyunu..İçeri girdim ve dedemin yerine yattım limonlar benim oradan kalıp gitmem için ekşi ekşi kokmaya başlamışlardı.Ne yaparlarsa yapsınlar dedemin sineklerin bile konmasını istemediği yatağında bu gece ben yatacaktım.Limonlar bağırmaya başlamışlardı,

Şılap şulup bize dedeni getir...
Şulup şılap bize dedeni getir...
Şapır şupur dedenin yatağından çabuk kalk.

Hıh hiç umurumda değildi. Ben de onlara;

Beni dinleyin, beni dinleyin diyorum.Dedem battaniyesini aramaya çıktı.Eğer daha fazla gürültü ederseniz suyunuzu çıkarır size içiririm
O zaman anlarsınız ne kadar ekşi olduğunuzu ..

Sesleri bitmişti.Sessizliği hiç bu kadar sevmemiştim.Uyumaya koyulmuştum bu gece komik rüyalar görmek için oyuncaklarımı ve dedemin takma dişlerini uykumun içine atıvermiştim.Anlaşılan uyumam kolay olmayacaktı bu sefer de yataktan dedeme benzeyen sesler gelmeye başlamıştı yatak hem sesler çıkarıyor hem de yerinden kalkmaya çalışıyordu bense yataktan neredeyse düşecektim. Sonra düşünmeye başladım dedemin uyuyamamasının sebebi demek bu yatakmış yatak bu sefer beni sallamaya başlamıştı yatak bana şöyle sesleniyordu:

Hey küçük canavar! kalk üstümden zaten deden ezdi bütün tahtalarımı bu gece kendi kendime şarkılar söyleyerek uyuyacağım. Haydi diyorum yoksa seni dedenin olduğu yere fırlatırım..

Gece horozları ötmeye başlamıştı ben tek başıma bir yatakla konuşuyordum buna inanamıyordum ama yatağa da sinir olmuştum. Yatak beni hızlı hızlı sallamaya devam ederken yastık da tek gözünü sonuna kadar açmış bana bakıyordu.Dedemin niye bu kadar tuhaf olduğunu şimdi daha iyi anlıyordum.Yatağın ardından yastık da kafamı sallamaya başlamıştı limonlarsa gözüme ekşi ekşi sularından fışkırtıyorlardı bu bir savaş mıydı? Hemen toparlandım dedeme çok yalvarmama rağmen bir mum almamıştı bana gece neden güneş açmıyordu ki kapkaranlık bir odada dedesiz kalmıştım önümü görebilseydim keşke... Kapı kapı çalıyordu kapı yine beni çağırıyordu. Kapıya koşarken yere düşmüştüm kafam yatağın altına girmişti kafamı kurtarmaya çalışıyordum fakat yatak kafamı sıkmaya başlamıştı kapı çalıyordu yatak kafamı sıkmaktan vazgeçmiş bu sefer de çevirmeye başlamıştı bu arada çok sevdiğim ama kaybettiğim kalemtraşım da buradaydı yatakla olan kavgamızı kesmek için yanıma koşmuştu kalemtraşım yatağın bir tahtasını tuttu ve sivriltti yatak kendisine battı ve yaralandı kendi kendini yaralayan yatağı da ilk defa görmüştüm demek ki kötülük böyleydi sivri ve yaralayıcı yatak herhalde ölmüştü halbuki onunla iyi anlaşabilirdik demek ki kötülerle anlaşma olamazdı..Tam yatağın altından kafamı kurtarmıştım ki bir tahta kurusu yani kuru böcek ailesi yanıma geldi bana koroyla bir teşekkür şarkısı söylediler,


TAHTA KURULARININ ŞARKISI..
Teşekkürler kötü olan her şeyi ortadan kaldıran evlat..

Bu yatak rüyalarımıza karışıyordu...
Teşekkürler dedesi giden evlat...
Lay lay lomm..

Yatak ölmüştü sanki her şey daha farklı olmuştu böylece evin duvarları kendilerini boyamaya başladılar yastık kafamı bir gecelik uyumaya davet ediyordu her şey ne kadar tuhaflaşmıştı peki ya mantar pis kokan küf mantarı ne olmuştu dedemin tutunması için kristal bir bastona dönüşmüştü peki dedem bu kristal bastona tutunabilecek miydi? Limonlar birleşip sarı renge dönüştüler ve sulu boyamın sarısına karıştılar ekşi de olsalar onları güneşin açmasına yardımcı olan sarı renk olarak kullanacaktım .Yatak ölünce her şey iyileşir olmuştu.Demek kötü olan bir şeyin çevresine etkisi şişman yani kocaman yine bir kötülüktü oh olsun bütün kötülükler ölmeliydi...Bu arada ben beş adet takvim değiştirdim yani çook uzun zaman oldu kristal bastona tutunmasını beklediğim dedem gelmedi halam beni yanına almak istedi musluk burunlu halama belli etmesem de onu seviyordum ama yanında kalamazdım çünkü uyurken ilkokulda ezberlediği bütün şiirleri okuyormuş ben geceleri rahat uyuyabileceğim bir hala bulamayacağım için dedemi hep bekledim.Bahçede gezinirken kristal bastonun üzerinde uyuyakalan bir battaniye gördüm battaniye dedemin sesiyle şarkı söylüyordu;


GELMEYEN DEDEMİN ŞARKISI..

İşim çıktı gelemiyorum evlat...
Gök battaniyesini kaybeden dedelerle dolu......
Limonlarımı göndermişsin güneşe..
Artık limon yemiyorum
Buradaki dedelerle dostluğu oynuyorum...

Esra Elönü

rock_alltime 04-05-2008 11:23 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
DEMOKRASİ BEKÇİSİ

Yıllar önce bir ülkenin başkanı, aynaya bakıp, kendinin değişmez olduğunu
düşünmüş. Bulunduğu göreve seçimle gelmiş olmasına aldırmadan, koltuğu bırakmamak için çok direnmiş. Süresi dolduğu halde yerinden ayrılmak istememiş. Danışmanlarını çağırıp :
"Anayasa değişse de süremi uzatsalar" demiş.
Danışmanlar nasıl "Hayır" diyebilirler ki? Onların tüm geliri Başkan'ın iki dudağı arasındaymış. "Sizi istemiyorum" dese aç kalırmışlar. Bunun üzerine kolları sıvayıp söylenti yaymışlar. Söylenti yaymak, onların danışmanlık görevleri arasında olduğundan, bu konuda çok da başarılıymışlar. Bir süre sonra ülkede herkes:
"Yerine kimi getirebiliriz ki? Bırakalım görevi sürdürsün." demeye bile başlamış.
Halbuki ülke halkı bu Başkan'ın tutarsız davranışlarından, bulunduğu göreve yakışmayan tavırlarından son derece rahatsızmış. Başkan'ın adını kullanmadan onu anlatan fıkra ve öyküler, dilden dile dolaşırmış. Ülke o zamanlar bir tarım ülkesi olduğundan, büyük baş hayvanlardan birinin adını Başkan'a takma ad bile yapmışlar. Evde, kahvede ya da sokakta birbirlerine yeni duydukları fırkayı anlatıp, dağarcıklarını zenginleştirmeyi sürdürürken, birden Başkan'ın görevinin uzatılmasını düşünmeleri akıl alacak bir davranış değilmiş. Aydınlar ve sağduyusu olanlar kendi aralarında:
"Bu halk ne zaman tutarlı ve akıllı davranacak" diye söylenir olmuşlar.
Herkes bir kurtarıcı aramış. Siyasetçilerin ortaya çıkıp: "Olmaz" demesini sabırla bekleyip durmuşlar. Nedense yer yarılmış, tüm siyasetçiler içine girmiş olmalılar ki, birden ortalıktan yok olmuşlar. Kimseden "Çıt" çıkmamış...
Açık alınlı, köylü ağızlı biri ortaya çıkmış. Hem de çok yiğitçe "Olmaz" demiş. Yasaları korumak istemiş. "Nasıl yaparsınız?" diyerek diğer siyasetçileri uyarmış. Onun öncü olduğunu gören siyasetçiler saklandıkları çukurlardan, mağralardan ve kuytu köşelerden çıkıp, öncünün arkasından homurdanarak yürümüşler:
"Olmaz ya! Nasıl değiştirirsiniz? Anayasa'yı koruyalım. Demokrasi elden gidiyor..." diyerek Başkan'ın tavrını eleştirmişler.
Çok sevdiği koltuğunu bırakan Başkan, başı öne eğik, üzüntüyle görevden ayrılmak zorunda kalmış. Öncü, başarmış olmanın mutluluğunu yaşarken, halk onu uzun süre desteklemiş. Onun öncü davranışını hiç unutmamış. Yaşı ilerleyince ona "Baba" bile demişler...
Gel zaman, git zaman "Baba", halkın yüreğinde sevgiyle yaşamını sürdürmüş. Ülkenin önemli siyasetçisi olarak partisine ve halka hizmet vermiş. Bazen seçimleri kazanıp ülke yönetimini üstlenmiş, bazen başkalarının yönetimini denetlemiş. Halka olan güvenini yitirmeden uzun yıllar siyaset konuşmuş. Hem de ne kadar uzun...
Onu ilk seçenlerin hepsi toprak olup gitmişler. Onların oğulları büyümüş, yaşlı birer insan olup, torunlarının ellerinden tutmuşlar. O hala ülke yönetiminde söz sahibiymiş. Torunlar da büyümüşler. Onu hep "Baba" olarak tanıdıklarından, ondan sevgilerini esirgememişler. İnsan aile büyüklerinden sevgisini esirger mi?
Bir gün Başkanlık seçimi yapılacakmış. Tüm siyasetçiler bir araya gelip en uygun aday konusunda birleşmişler. Evet! "Baba" sonunda muradına ermiş ve "Başkan" olmuş...
"Başkan" olunca, tüm taraflılığını unutarak, yaşamı boyu sürdürdüğü siyaseti bir kıyıya atıp, gerektiği gibi hizmet sunar görünmüş. Halk da onun Başkanlığını benimsemiş. Tepki göstermemiş... Aslında tarafsız olunca, kimseyi kayırıp görevini kötü amaçla kullanmayınca, tepki göstermemeleri doğalmış. Onun Başkan olmasına ses çıkartmamaları, babaları olduğu kabul etmiş olmalarındanmış. Yoksa... Yoksa ne yapabilirler ki? Yalnızca bol bol öykü ve söylence üretip, tahlihsiz kaderlerine küsebilirmişler...
"Baba" tüm sevecenliğiyle halkı kucaklamaya çalışmış. Kendisini demokrasinin bekçisi olarak tanıtmış. Eskiler ve yaşlılarla düşünceli ve bükük boyunlu uzun kulaklı eşekler (pek çok masalda eşeklerin iyi birer düşünür oldukları yazıldığı için onları atlamak istemedim) her zaman unutkan halk gibi düşünmemişler. Baba'nın kendi çıkarı için neler yapabildiğini hiç akıllarından çıkarmamışlar... Ama Başkan'ın karşısına çıkıp, tek söz bile söylememişler. Nasıl söylesinler ki? Yasalar Başkan hakkında ileri geri yazı yazmaya, söz söylemeye "Asla" izin vermiyormuş. Sessizce gülümseyerek unutkan halkı izlemişler...
Yıllar durmuyor ilerliyormuş. Masal da olsa, zaman geçip gidiyormuş. Bir gün Başkan kara kara düşünürken, odasına giren Baş Danışman onun dalgın halini görüp:
"Hayır ola. Bir sorun mu var?" "Hayır sorun yok. Ama küçük bir şey var. Beni üzüyor." "Sen Başkan'sın. Emret, hemen sorunu yok edelim." "Yapar mısın?" "Elbette." "O zaman... Şey... Benim görev sürem bitiyor. Acaba Anayasa'yı değiştirip görev süremi uzatabilir miyiz?"

Bilinmiyor

rock_alltime 04-05-2008 11:24 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
DİYET

Dar kapısından başka aydınlık girecek hiçbir yeri olmayan dükkânında tek başına, gece gündüz kıvılcımlar saçarak çalışan Koca Ali, tıpkı kafese konmuş terbiyeli bir aslanı andırıyordu. Uzun boylu, iri pençeli, kalın pazılı, geniş omuzlu bir pehlivandı. On yıldır bu karanlık in içinde ham demirden dövdüğü kılıç ve namluları tüm Anadolu'da, tüm Rumeli'de sınır boylarında büyük bir ün kazanmıştı. Hatta İstanbul'da bile yeniçeriler, satın alacakları kamaların, saldırmaların, yatağanların üstünde "Ali Usta'nın işi" damgasını arıyorlardı. O, çeliğe çifte su vermesini biliyordu. Uzun kılıçlar değil, yaptığı kısacık bıçaklar bile iki kat olur, kırılmazdı, "Çifte su vermek" sanatının, yalnız ona özgü bir sırrı vardı. Yanına çırak almaz, kimseyle çok konuşmaz, dükkânından dışarı çıkmaz, durmadan uğraşırdı. Bekârdı. Hısımı, akrabası yoktu. Kentin yabancısıydı. Kılıçtan, demirden, çelikten, ateşten başka söz bilmez, pazarlığa girişmez, müşterileri ne verirse alırdı. Yalnız savaş zamanları ocağını söndürür, dükkânının kapısını kilitler, kaybolur, savaştan sonra ortaya çıkardı. Kentte onunla ilgili birçok hikâye söylenirdi. Kimi "cellat elinden kaçmış bir çelebi", kimi "sevgilisi öldüğü için dünyadan elini eteğini vakitsiz çekmiş garip" derdi. Siyah şahane gözlerinin mağrur bakışından, soylu davranışlarından, gururlu suskunluğundan, düzgün sözlerinden onun öyle sıradan bir adam olmadığı belliydi... Ama kimdi? Nereliydi? Nereden gelmişti? Bunları bilen yoktu. Halk onu seviyordu. Kentte böyle tanınmış bir ustanın bulunması herkes için ayrı bir övünç kaynağıydı.
- Bizim Ali...
- Bizim koca usta...
- Dünyada eşi yoktur...
- Zülfikâr'ın sırrı ondadır!.. derlerdi.
Koca Ali en kalın, en katı demirleri mısır yaprağı gibi incelten, kâğıt gibi yumuşatan sanatını kimseden öğrenmemiş, kendi kendine bulmuştu. Daha on iki yaşındayken, sert bir beylerbeyi olan babasının başı vurulmuş, öksüz kalmıştı. Amcası çok zengindi. Gösterişe düşkün bir vezirdi. Onu yanına aldı. Okutmak istedi. Belki devlet katında yetiştirecek, büyük görevlere çıkaracaktı. Ama Ali'nin yaratılışında "başkasına gönül borcu olmak" gibi bir sızlanmaya yer yoktu. "Ben kimseye eyvallah etmeyeceğim," dedi. Bir gece amcasının konağından kaçtı. Başıboş bir adsız gibi dağlar, tepeler, dereler aştı. Adını bilmediği ülkelerde dolaştı. Sonunda Erzurum'da yaşlı bir demircinin yanına girdi. Otuz yaşına kadar Anadolu'da uğramadığı kent kalmadı. Kimseye boyun eğmedi. Gönül borcu olmadı. Ekmeğini taştan çıkardı. Alnının teriyle kazandı, içinde "kutsal ateş"ten bir alev bulunan her yaratıcı gibi, para için değil, sanatı, sanatının zevki için çalışıyordu. "Çeliğe çifte su vermek" onun aşkıydı. Gönüllü olarak savaşlara gittiği zamanlar yeniçerilerin, sipahilerin, sekbanların arasında, Ali Usta, işinin övgüsünü duydukça tadı dille anlatılmaz bir mutluluk duyardı. Ölünceye kadar böyle hiç durmadan çalışırsa daha birkaç bin gaziye kırılmaz kılıçlar, kalkanlar parçalayan çelik yatağanlar, zırhlar, keskin ağır saldırmalar yapacaktı. Bunu düşündükçe gülümser, tatlı tatlı yüreği çarpar, ruhundan kopan bir atılımla örsünün üzerinde milyonlarca kıvılcım tutuştururdu.
- Tak!
- Tak, tak!...
- Tak, tak!
İşte bugün de sabah namazından beri durmadan on saat uğraşmıştı. Dövdüğü eğri namluyu örsünün yanındaki su fıçısına daldırdı. Ocağının sönmeye başlayan ateşine baktı. Çekici bırakan eliyle terini sildi. Kapıya döndü. Karşıki mescitte dokunaklı dokunaklı akşam ezanı okunuyor, bacasının tepesindeki yuvada leylekler sonu gelmez bir takırdı koparıyorlardı. İkindi abdesti daha duruyordu. Yalnız ellerini yıkadı. Kuruladı. Yenlerini indirdi. Saltasını omzuna attı. Dışarıya çıktı. Kapısını iyice çekti. Kilitlemeye gerek görmezdi. Uzun alandan mescide doğru yürüdü... Kentin kenarındaki bu gösterişsiz tapınağa hep yoksular getirdi. Minaresi sokağa bakan küçük bir pencereydi. Müezzin buradan başını çıkarır, ezanını okurdu.
Koca Ali mescide girince her zamankinden fazla kalabalık gördü. Hep üç kandil yakılırken bu akşam ramazan gibi bütün kandiller yanmıştı. Daha namaz safları dizilmemişti. Kapının yanına çöktü. Yanında alçak sesle konuşanların sözlerine istemeye istemeye kulak kabarttı. Konya'dan iki garip dervişin geldiğini, yatsı namazına kadar Mesnevi okuyacaklarını duydu.
Akşam namazı kılınıp, bittikten sonra mescittekilerin bir bölümü çıktı.
Koca Ali yerinden kımıldamadı. Zaten biraz başı ağrıyordu. "Mesnevi dinler, açılırım!" dedi. Büyük bir gönül rahatlığı içinde, iki garip dervişin ruhu ürperten ezgileriyle kendinden geçti. Her âşık gibi onun yüreğinde de sonsuz bir kendinden geçiş, bir coşku, bir kaynaşma yeteneği vardı. En küçük bir nedenle coşardı. Anlamını çıkaramadığı bir dilin gizemli uyumu, durgun kanını sular altında saklı derin bir su çevrintisi gibi kaynattı. Her yanı nedensiz bir sarsıntıyla titriyor, sökülmez bir hıçkırık boğazına düğümlenir gibi oluyordu. Yatsı namazını kıldıktan sonra mescitten çıkınca, doğru dükkânına giremedi. Yürüdü. Uykusu yoktu. Ilık, yıldızlı bir yaz gecesiydi. Samanyolu, sarı altın tozundan göz alabildiğine bir bulut gibi göğün bir yanından öbür yanına uzanıyordu. Yürüdü, yürüdü. Kentten mandıralara giden yolun geçtiği tahta köprüde durdu. Kenara dayandı. Geniş derenin dibine yansıyan yıldızlar, ışıktan çakıltaşları gibi parlıyor, şırıldıyordu. Kenardaki karanlık top söğütlerde bülbüller ötüyordu. Daldı, gitti. Saatlerce kımıldamadı. Dinlediği ezgilerin ruhunda kalan uyumlarını işitiyor, tıpkı mescitteki gibi kendinden geçiyordu. Ansızın arkasından bir ses:
- Kimdir o?... diye bağırdı.
Daldığı tatlı düşten uyandı. Döndü. Köprünün öbür yanında iki üç karaltı ilerliyordu. Elinde olmadan karşılık verdi:
- Yabancı yok!
- Kimsin?
- Ali...
Gölgeler yaklaştı. Bir adım kalınca onu giyiminden tanıdılar:
- Koca Ali... Koca Ali, be!
- Sen misin, Ali Usta?
- Benim!
- Ne arıyorsun bu saatte buralarda?
- Hiç...
- Nasıl hiç? Suya çekicini mi düşürdün yoksa!...
Bunlar kent subaşısının adamları, bekçilerdi. Kol geziyorlardı. Ne diyeceğini şaşırdı. Geceleri afyon yutan bu serseriler, namuslular gözünde hırsızlardan, uğursuzlardan daha korkunçtu. Kendilerinden başka dışarıda bir gezeni yakaladılar mı, dayaktan canını çıkartırlardı. Ama, ona kötü davranmadılar. Bekçibaşı:
- Ali Usta, sen deli mi oldun? dedi.
- Yok.
- Böyle gece yarısına yakın değil, hatta yatsıdan sonra sokakta, hele böyle kentin kıyısında kimsenin dolaşmasına ağamızın izin vermediğini bilmiyor musun?
- Biliyorum.
- Ee, ne arıyorsun buralarda?
- Hiç...
- Nasıl hiç...
Koca Ali yine ses etmedi. Bekçiler onun namuslu bir adam olduğunu biliyorlardı. Hırpalamadılar. Yalnız:
- Haydi yerine git, dolaşma... dediler.
Geldiği yollardan hızlı hızlı dönen Koca Ali, ruhunda demin dinlediği uyumu tekrarlıyordu. Bülbüller keskin keskin ötüyor, uzaktan mandıraların köpekleri havlıyorlardı. Sokakta hiç kimseye rastgelmedi. Dükkânının önüne gelince durdu. Bacasının üstündeki leylek uyumamış, kefenli bir görüntü gibi ayakta duruyordu. Kapısı aralıktı. Çıkarken sıkı sıkıya kapadığını hatırladı:
- Tuhaf, rüzgâr açmış olacak!... dedi.
İşine yaramazdı ki, hırsız aşırmak sıkıntısına girsin...
İçeriden kapıyı sürmeledi. Bekçilerin karışması canını sıkmıştı. İşte kentte yaşamak da bir türlü tutsaklıktı. Öte yandan da dağ başında, köyde sanatı geçmezdi. Birden ağır bir yorgunluk duydu. Kandilini yakmaya üşendi. Ocağın soluna gelen alçak musandıraya el yordamıyla çıktı. Büyük bir ayı pöstekisinden oluşmuş yatakçığına uzandı.
Sıçrayarak uyandı. Kapısı vuruluyordu. Uyku sersemliğiyle:
- Kim o? diye haykırdı.
- Aç çabuk.
Sabah olmuştu. Kapının aralıklarında bembeyaz ışık çizgileri parlıyordu. O hiç böyle dalıp kalmaz, güneş doğmadan uyanırdı. Doğruldu. Musandıradan atladı. Ayakkabılarını bulmadan yürüdü. Hızla sürmeyi çekti. Birdenbire açılan kapının dükkânı dolduran aydınlığı içinde, palabıyıklı, yüksek kavuklu Bekçibaşı'yı gördü. Arkasında keçe külâhlı, çifte hançerli genç yamakları da duruyorlardı. "Ne var?" der gibi yüzlerine baktı. Bekçibaşı:
- Ali Usta, dükkânı arayacağız! dedi. Koca Ali şaşkınlıkla sordu:
- Niçin?...
- Bu gece Budak Bey'in mandırasında hırsızlık olmuş.
- Ee, bana ne?...
- Onun için işte dükkânı arayacağız.
- O hırsızlıktan bana ne?
- Hırsızlar çaldıkları bir kuzuyu köprünün altıda kesmişler. Meşin keselerin içindeki paraları alarak bir tanesini oraya bırakmışlar.
- Bana ne?...
- O keselerden bir tanesini de bu sabah senin dükkânın önünde bulduk... Sonra... Şu eşiğe bak. Kan lekeleri var!
Koca Ali, kamaşan gözleriyle kapısının temiz eşiğine bakh. Gerçekten el kadar bir kan lekesi sürülmüştü. O, bu kırmızı lekeye dalgın dalgın bakarken, palabıyıklı bekçi:
- Hem bu gece, geç saatte ben seni köprünün üstünde gördüm, orada ne arıyordun? dedi.
Koca Ali yine verecek bir karşılık bulamadı. Önüne baktı:
- Arayın... diyerek geri çekildi. Bekçiyle yamakları dükkâna
girdiler. Örsün yanından geçen yamaklardan biri haykırdı:
- Ay! İşte, işte...
Koca Ali elinde olmadan, bekçinin baktığı yana gözlerini çevirdi. Yeni yüzülmüş bir deri gördü. Şaşırdı. Yamaklar hemen deriyi yerden kaldırdılar. Açtılar. Daha ıslaktı. Bir ağalarının, bir de suçlunun yüzüne bakıyorlardı. Bekçibaşı köpürerek sordu:
- Çaldığın paraları nereye sakladın?
- Ben para çalmadım.
- İnkâr etme, işte kuzunun derisi dükkânında çıktı.
- Ya kim koydu?
- Bilmiyorum.
Koca Ali öyle uzun boylu konuşmazdı. Subaşının karşısına çıkartıldığı zaman da, gece geç saatte köprünün üstünde ne aradığını anlatamadı. Bekçilerin bulduğu bütün kanıtlar aleyhine çıkıyordu. Budak Bey'in yeni sattığı beş yüz koyunun parası da mandıradan çalınmıştı. İki güçlü hırsız, bekçi çobanı sımsıkı bağlamışlardı. Sonra canını çıkarıncaya kadar dövmüşler, hatta işkence için bir kolunu da kırmışlardı. Ertesi gün yargıcın önünde bu çoban, hırsızın birini Koca Ali'ye benzettiğini söyledi. Gece geç saate kadar dükkânına gelmemesi, derinin dükkânda, para keselerinden birinin kapısı önünde bulunması, Koca Ali'nin suçlanmasına yetti. Ne kadar inkâr etse hırsızlık suçunu silemiyordu. Üstelik nereden geldiği, nereli olduğu da belli değildi.
Sol kolunun kesilmesine karar verildi.
Koca Ali bu kararı duyunca, ömründe ilk kez sarardı. Dudaklarını ısırdı. Karara boyun eğmekten başka yolu yoktu... Sendeleyerek ayağa kalktı. Yargıca dik bir sesle:
- Kolumu bırakın, kafamı kesin! diye dilekte bulundu.
Bu, ömründe onun ilk dileğiydi. Ama yaşlı yargıç hak yemez biriydi.
- Hayır oğlum, dedi. Sen adam öldürmedin. Eğer çobanı öldürseydin, o zaman kafan giderdi. Ceza suça göredir. Sen yalnız hırsızlık ettin. Kolun kesilecek Hak böyle istiyor. Yasaların kestiği yer acımaz...
Koca Ali'nin kolu kafasından çok değerliydi. Çeliğe "çifte su"yu bu iki koluyla veriyor, bu iki eliyle sınırlarda dövüşen binlerce gaziye çelik kalkanları kıran, ağır zırhları yırtan, demir tolgaları ikiye biçen tüy gibi hafif kılıçlar yetiştiriyor, yok pahasına, pir aşkına çalışıyordu.
Onu, Ağa kapısında bekçilerin odası altına kapattılar. Cezanın uygulanacağı günü burada bekliyor, hiç sesini çıkarmıyor, çolak kalınca örsünün başında çekiç vuramayacağını düşünerek, tanrısı ölen inançlı bir kişinin yasını duyuyordu. Kolunun diyetini verecek on parası yoktu... Şimdiye kadar para için çalışmamıştı.
Bütün kent halkı, Koca Ali gibi büyük bir ustanın kolu kesileceğine acıdı. Bu kadar yakışıklı, mert, çalışkan, güçlü, güzel bir adamın ölünceye kadar sakat sürünmesine en duygusuz gönüller bile dayanamıyordu.
İşte herkes onu seviyordu.
Sipahiler onlara çok ucuza kılıç döven bu adamı kurtarmaya sözleştiler. Kentin en büyük zengini Hacı Mehmet'e başvurdular; bu adam Karun kadar mal sahibi olduğu halde son derece cimriydi. Hâlâ kentin pazar yerinde küçük bir dükkânda kasaplık yapıyordu. Düşündü, taşındı; nazlandı. Suratını ekşitti. Başını salladı: Ama sipahilerle iyi geçinmek gerekiyordu.
- Değil mi ki siz istiyorsunuz, dedi. Ben de onun kolu için diyet veririm. Ama bir koşulum var.
- Ne gibi? diye sordular.
- Varın kendisine söyleyin. Eğer ben ölünceye kadar bana, hiç para almadan hizmetçilik, çıraklık etmeye yanaşırsa...
- Pekâlâ, pekâlâ...
Sipahiler, Ağa kapısına koştular. Hacı Kasap'ın önerisini Koca Ali'ye söylediler. O, önce "kasaplık bilmediğini" ortaya sürdü. Kabul etmek istemiyordu. Sipahiler:
- Adam sen de! Kasaplık iş mi? O kadar savaş gördün. Kılıç salladın. Bağlı koyunu yere yatırıp kesemez misin? diye üstelediler. "Kula kul olmak", ölümlü dünyada "birisine gönül borcu duymak" acıların en büyüğüydü.
O daha çok gençken, vezir amcasının kayırmasını bile çekememiş, gönül borcu altında kalmamak için aile ocağından kaçmış, gurbet ellerine atılmıştı. Şimdi kör talihi, onu bak kime köle edecekti? Sipahiler:
- Hacı'nın yaşı yetmişi aşmış... Zaten daha ne kadar yaşar ki... O ölünce yine sen özgür kalır, bize kılıç yaparsın. Haydi, düşünme usta, düşünme! diyorlardı.
Hacı Kasap, kesilecek kolun diyetini yargıca saydığı gün Hoca Ali'yi arkasına taktı. Dükkânına getirdi. Bu adam pek titiz, pek huysuz, oldukça çekilmez biriydi. Hiç durmadan dırdır söylenirdi. Cimriliğinden şimdiye kadar bir hizmetçi, bir çırak tutamamıştı. Koca Ali'yi eline geçirince hemen dükkânının köşesinde bir set yerleştirdi. Üstüne bir şilte koydu. Geçti, oraya oturdu. Her şeyi ona yaptırmaya başladı. Ama her şeyi... Sabah namazından beş saat önce kentten iki saat ötedeki mandırasından o gün satılacak koyunları ona getirtiyor, ona kestiriyor, ona yüzdürüyor, ona parçalatıyor, ona sattırıyor... ta akşam namazına kadar durmadan buyruklar veriyordu. Zavallıya yedirdiği, içirdiği yalnız bulgur çorbasıydı. Bazen kendi artıklarını köpeğe verir gibi önüne atardı. Geceleri dükkânı baştan aşağı yıkatıyor, uykuya yatmadan ertesi sabah için koyun getirmek üzere mandırasına yolluyordu. Odununu bile ormandan ona kestiriyor, suyunu ona taşıtıyor, her işi, her işini ona gördürüyordu. Hatta evinin bahçesindeki lağım kuyusunu bile ona temizletti.
Koca Ali sade suya bulgur çorbasıyla bu kadar sıkıntıya yıllarca göğüs gerebilecekti. Ama Hacı Kasap'ın ikide bir:
- Ulan Ali!... Kolunun diyetini ben verdim. Yoksa çolak kalacaktın!... diye yaptığı iyiliği tekrarlamasına dayanamıyordu. Bir gün, iki, üç gün dişini sıktı. Durmadan çalıştı. Gece uyumadı. Gündüz koştu. Efendisinin karşısında elpençe divan durdu. Yine:
- Kolunun diyetini ben verdim.
- ...
- Şimdi çolak kalacaktın, ha...
- ...
- Benim sayemde kolun var.
- ...
Hacı Kasap bu sözleri âdeta "aferin" dercesine diline dolamıştı. Her buyruğunun yerine getirilmesinden sonra kır sakallı, çirkin, sıska yüzünü ekşiterek, mavi çukur gözleriyle onu tepeden tırnağa kadar süzer, "Aklında tut, benim tutsağımsın!" der gibi verdiği diyeti hatırlatırdı. Koca Ali susar, yüreğinin parçalandığını, göğsüne sıcak sıcak bir şeyler yayıldığını, kilitlenen çenelerinin çatırdadığını, şakaklarının attığını duyardı. Geceleri uyuyamıyor, gündüzleri uğraşırken, mandıraya gidip gelirken, salhanede koyunları yüzerken, müşterilere et keserken, "Ne yapacağım, ne yapacağım?" diye düşünüyor, hiçbir şeye karar veremiyordu. Dünyada kimseye eyvallah etmeyerek azla yetinip, gururun mutluluğu için yaşamak isterken başına gelen bu bela neydi?
Kaçmayı namusuna yediremiyordu. İşte o zaman gerçekten hırsızlık etmiş olacaktı. Ama bu herifin ikide bir de yaptığını başa kakmasına dayanmak ölümden pek güç, ölümden pek acı, ölümden pek ağırdı...
Hacı Kasap'a köle olduğunun tam haftasıydı. Günlerden cumaydı. Yine erkenden mandıraya gitmiş, koyunları getirmiş, salhanede yüzmüş, dükkândaki çengellere asmıştı. Tezgâhın solundaki büyük, yağlı siyah taşta satırları biliyor, yine "Ne yapacağım, ne: yapacağım?" diye düşünüyor, dudaklarını ısırıyordu. Daha efendisi gelmemişti. Satırları bitirince büyük bıçakları bilemeye başladı.
"Ne yapacağım, ne yapacağım?" diye düşünmeye öyle dalmıştı ki, kasabın geldiğini duymadı. Ansızın uğursuzun boğuk sesi yüreğini ağzına getirdi:
- Ne yapıyorsun be?...
Döndü. Efendi köşesine oturmuş, çubuğunu tüttürüyordu:
- Bıçakları biliyorum, dedi.
- Hay tembel miskin hay!... Sabahtan beri ne yaptın?
Ses çıkarmadı. Kapakları çürümüş bu küçük, bu hain, bu yılan gözlere kırpmadan baktı, baktı. İhtiyar beklemediği bu acı bakışa kızdı. Sordu:
- Ne bakıyorsun?
- ...
Koca Ali sesini çıkarmıyor, bir hafta içinde belki beş yıllık hizmetini durup dinlenmeden gördüğü halde onu yine "tembel, miskin" diye kötülemekten sıkılmayan bu kötü insanı ezici bir bakışla süzüyordu. Yine yüreği parçalanır gibi oluyor, göğsüne sıcak bir şeyler yayılıyor, çeneleri kilitleniyor, şakakları zonkluyordu. Bir anda bu titreme durdu. Koca Ali gözlerini açtı. Bir hafta buna nasıl dayanmıştı? Şaşırdı. Hacı Kasap çubuğu yanına bıraktı. Hizmetçisinin bu ağır bakışından kurtuluvermiş gibi dırlandı:
- Kolunun diyetini benim verdiğimi unutuyorsun galiba! dedi. Ben olmasaydım şimdi çolak kalacaktın...
Koca Ali yine karşılık vermedi. Acı acı gülümsedi. Kızardı. Sonra birden sarardı. Hızla döndü. Bilediği satırların en büyüğünü kaptı. Sıvalı kolunu, yüksek kıyma kütüğünün üstüne koydu. Kaldırdı, ağır satırı öyle bir indirdi ki... O anda kopan kolunu tuttu. Gördüğü şeyin ürperticiliğinden gözleri dışarı fırlayan Hacı Kasap'ın önüne:
- Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi! diye hızla fırlattı. Sonra giysisinin kolsuz kalan yenini sıkı bir düğüm yaptı. Dükkândan çıktı.
Onun bir zamanlar geldiği yer gibi, şimdi gittiği yeri de, kentte kimse öğrenemedi.

Bilinmiyor

rock_alltime 04-05-2008 11:25 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
FATOŞ'UN BEBEĞİ

Fatoş, annesiyle birlikte alışverişe çıkmıştı. Oyuncak satan mağazanın yakınına geldiklerinde,
Fatoş:

“ Anneciğim, sınıfımı geçince bana alacağın oyuncak bebeği görmek istiyorum “ dedi. “ Onu ne kadar sevdiğimi bilemezsin, anneciğim. O çok şirin, çok tatlı bir bebek. O bebek mutlaka benim olmalı. Sınıfımı geçince o bebeği bana alacaksın, değil mi anneciğim?..”

Bunun üzerine annesi:

“ Tabii kızım.“ dedi.“ Sen yeter ki, sınıfını geç. Karneni aldığın gün, o bebeği sana alacağım.”
Biraz sonra Fatoş’ la annesi mağazanın vitrini önünde durdular. Fatoş, ilk anda vitrindeki bebeği gördü. İşte oradaydı, hep aynı yerde.‘ Nasılsın Ülkü? ‘diyerek bebeğin hatırını sormak ihtiyacını hissetti düşüncesinde. ‘ İyi misin Ülkü?..Merak etme güzel bebek, pek yakında birbirimize kavuşacağız. Ben, seni çok seviyorum ve inanıyorum ki, sen de, beni çok seveceksin. Bu nasıl olacak diye sorma bana güzel bebek., çünkü, ben sana her zaman iyi davranacağım, seninle güzel güzel konuşacağım, sana tatlı sözler söyleyeceğim, senin kalbini hiç kırmayacağım. ‘ Annesinin “ Fatoş..” demesiyle düşüncelerinden sıyrıldı, Fatoş. “ Haydi kızım, gidelim artık. Sonra geç kalacağız ama. “

Fatoş:

“ Tamam anneciğim, özür dilerim “ dedi. “ Bir an daldım!..” Daha sonra Fatoş, annesinin elinden tutarak, yürüdü. Aradan günler geçti, ders yılı sonu geldi ve Fatoş karnesini alarak 3. sınıfa geçti. Aynı gün annesi Fatoş’ u oyuncak satan mağazaya götürdü ve bebeği satın alarak kızına verdi. Fatoş, bu güzel armağan için annesine teşekkür etmeyi unutmadı. Fatoş, bir süre evde bebeğiyle oynadıktan sonra, sokağa çıktı. Fatoş’ u gören Burcu, onun yanına gelerek, “ Fatoş, bu bebeği yeni mi aldınız? “ diye sordu.

Fatoş:

“ Evet Burcu..” dedi. “ Sınıfımı geçtiğim için, annem bana bu bebeği aldı. Ne kadar sevindim bilemezsin. Çok şirin bir bebek değil mi? Hem adını da ben koydum. Adı Ülkü…”

“ Adı da kendi gibi güzelmiş bebeğinin. “ dedi Burcu. “ Ülkü’ yü sevmeme izin verir misin? “
“ Tabii olur Burcu, al sev Ülkü’ yü “ dedi Fatoş ve bebeği arkadaşına verdi. Daha sonra Fatoş, sınıf arkadaşı olan Burcu’ ya, sınıfını geçti diye bir armağan alınıp alınmadığını sordu. Burcu da, nasıl bir armağan istemesi gerektiğine bir türlü karar veremediğini söyledi. Bunun üzerine Fatoş, Ülkü’ yü satın aldıkları mağazanın vitrininde çok güzel bir bebeğin daha olduğunu, yarın annesiyle gidip o bebeği görebileceğini, eğer beğenirse, bebeği satın alabileceklerini ve birlikte evcilik oynayabileceklerini anlattı. Fatoş’ un fikrini olumlu bulan Burcu, bu konuyu akşam yemeğinden sonra anne ve babasına açacağını söyledi.

Vakit gece yarısını geçeli biraz olmuştu ki, Fatoşun bebeği ayağa kalktı. Baktı Fatoş derin uykuda. Hemen odadan çıktı. Bu iş buraya kadardı. Daha fazla dayanamayacaktı. Ne güzel mağazanın vitrininde diğer bebekle sohbet ediyordu. Ya şimdi ne vardı? Konuşacak kim vardı? Yapayalnız, sessiz sessiz, bekle dur. Olacak şey miydi bu? Konuşmadan öylece beklemekten bıkmıştı. Doğruca mağazaya gidecek ve arkadaşına kavuşacaktı. Koridordan geçtikten sonra, sokak kapısını açtı. Kapıyı kapatıp yola çıktı. Issız ve yarı karanlık yolda hızlı adımlarla yürümeğe başladı. Ancak sabaha karşı mağazanın vitrini önüne gelen Fatoşun bebeği, arkadaşının yerinde yeller estiğini görünce, olduğu yere çöküverdi. Arkadaşı vitrinde yoktu, demek ki, satılmıştı, alan da kim bilir kimdi?

Fatoşun bebeği bir süre mağazanın vitrini önünde çaresizlik içinde kalakaldıktan sonra, toparlandı ve gerisin geriye dönerek, Fatoşların evine doğru yürümeğe başladı. Evin önüne geldiğinde, öğle üzeri olmuştu. Sokak kapısı kapalıydı. Kapının önündeki çöp bidonunun arkasına saklanıp, beklemeğe başladı. Aradan on beş-yirmi dakika geçmişti ki, karşıdaki evin sokak kapısı açıldı ve Burcu dışarı çıktı. Burcu’ nun kucağındaki bebeği hemen tanıdı. Çok sevindi o anda. Vitrindeki arkadaşını, demek ki, Burcu almıştı. Burcu gelerek kapının zilini çaldı. Kapıyı Fatoş açtı. Fatoş’ la Burcu konuşurken, aralık kalan sokak kapısından içeri süzüldü. Fatoş’ un onu gece yatmadan önce bıraktığı koltuğun altına uzandı. Biraz sonra Burcu evine gidince, Fatoş odasına geldi., bir iki yere baktıktan sonra, bebeği koltuğun altında buldu. Bebeği kucağına alan Fatoş, mutfakta yemek hazırlamakta olan annesinin yanına koştu.

Meğer evlerinde akşam yemeği yendikten sonra, Burcu, anne ve babasına durumu anlatmış, onlar da, “ İstersen şimdi gidip bebeği alalım, hem de gezmiş oluruz. “ demişler ve vitrindeki diğer bebeği Burcu’ ya alıvermişler.Öğle yemeğinden sonra Fatoş ile Burcu evcilik oynamaya başladılar. Fatoşun bebeği Ülkü ile Burcunun bebeği Arzu nihayet bir araya gelmişti. Topu topu bir gün ayrı kalmışlardı, fakat anlatacak o kadar çok şey vardı ki…Şimdilik sadece bakışmakla yetineceklerdi, konuşmak için fırsat nasıl olsa bulurlardı.

Serdar Yıldırım

rock_alltime 04-05-2008 11:26 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
FİL ÇOCUK

Afrikalı bir zenci çocuk
Büyücü çırağıymış
Fili insan yapayım derken
Kendini fil yapmış.

Dağlarda, bayırlarda
Gezerken ayağına
Kocaman bir diken batmış
Filin canı çok acımış.

Aslandan, kaplandan, kartaldan Tilkiden, kurttan, baykuştan
Tavşandan yardım istemiş
Fili gören korkup kaçmış.

Fil ağlana, sızlana
Köyüne geri dönmüş
Anası, babası, amcası
Çocuk sesli filden kaçmış.

Fakat cesur Toro
Moro’nun arkadaşı
Korku nedir bilmezmiş
Dikeni çekip çıkarmış.

Moro hep fil kalmış
Toro’dan ayrılmamış
Onların öyküleri
Dünyada destanlaşmış.

Serdar Yıldırım

rock_alltime 04-05-2008 11:26 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
GİTARCI ASLAN

Ormanlar Kralı aslan bir varisi olmadığından yakınıyordu. Nedeni bilinmezdi fakat hiç yavrusu olmamıştı. Bir erkek yavrusu olsa bir iki yıla kalmaz kocaman olurdu. Şöyle yelesini savurarak boy boy dolaşırdı ortalıkta. Ormana asayişi kontrol için çıktığında bir kükre dimiydi, suçlular ve suç hazırlığı içinde bulunanlar saklanacak delik aramalıydı. Neden sanki tacını, tahtını bırakacağı bir varisi yoktu. Yakın akrabaları falan da yoktu ki, onlardan birini yanına alsın, yetiştirsin, kendinden sonrası için kral olmaya hazırlasın. Kral dediğin soylu olurdu, asil olurdu, öyle her önüne gelen krallık yapamazdı. Tutsa alelade bir aslanı kendinden sonrası için vasiyet etse, yeni kral beceriksiz çıkacak ve yönetim etkisiz kalınca da orman karışıklığa, kargaşalığa, kaosa sürüklenecekti.

“ Hayır, gözüm arkada kalmamalı “ diye düşündü Ormanlar Kralı aslan. “ Soy kütüğümü tekrar kontrol etmeliyim. Hem bu defa öncekiler gibi olmamalı, çok daha dikkatli davranmalıyım. Babamı, dedemi ve tüm soyumu, sopumu en ince ayrıntılarına kadar incelemeliyim. Mutlaka bulmalıyım, damarlarında asalet kanı taşıyan bir aslan mutlaka bulmalıyım. ”

Ormanlar Kralı aslanın günlerce süren araştırması sonunda meyvesini verdi. Dört nesil öncesinde krallık yapan aslan yerine büyük oğlunu vasiyet edince küçük oğlu bu duruma üzülmüş ve çekip gitmişti. Onun çok uzaklardaki Grandr Ormanı’na gittiği ve orada sakin bir yaşam sürmeye başladığı belirtilmişti. Konu hakkında daha sonra ne olduğu gibi bir bilgiye rastlanmıyordu. Ormanlar Kralı aslan tilkiyi huzuruna çağırdı ve ona durumu anlatıp, Grandr Ormanı’nda araştırma yapmasını, eğer varsa, akrabalarından genç ve yetenekli bir erkek aslanı alıp saraya getirmesini emretti. Tilki tamamen sessiz iş görecek ve dışarıya bilgi sızdırmayacaktı.

Tilki, Grandr Ormanı’na vardığında küçük bir kalabalık gördü.Bu kalabalığın ortasında genç bir erkek aslan gitar çalıyordu. Tilki daha önce gitar çalan bir aslan görmediği için çok şaşırdı. Pek de güzel çalıyordu canım bu aslan gitarı. Gitar sesini yakından dinlemek için ön sıraya geçmek lazımdı. Haydi ne duruyordu geçseydi ya ön sıraya. Tilki kalabalığın arasından sıyrılarak ön sıraya geçti. İşte şimdi gitar sesi kulağına daha bir hoş geliyordu. Bir süre bu gitarcı aslanın konserini dinledikten sonra onun oldukça yetenekli olduğunda karar kıldı. Hani gitarcı aslan hava karardıktan sonra konserini bitirip dinleyenlere teşekkür edip kalkıp gitmese sabaha kadar onun çaldıklarını dinlemeye razıydı. Bu kadar olurdu canım, bu kadar olurdu.

Tilki ertesi gün yoğun bir çaba içine girdi. Sağa gitti, sola gitti, gezdi, dolaştı. Pek çok orman hayvanıyla konuşmalar yaptı. Ne yaptı etti, sözü döndürdü, dolaştırdı, dört nesil öncesinde kral olan aslanın küçük oğlunun ne olduğu, nasıl yaşadığı ve soyunun devam edip etmediği sorularını onlara sordu. Konuya doğru dürüst bir açıklama getiren yoktu. Hep ben ne bileyim, ben ne bileyim. Fakat iş dedikodu anlatmaya geldi miydi fındık kırdırıyorlardı. Birbirlerinin arkasından demediklerini bırakmıyorlardı. Dedikodu kötü bir alışkanlıktı, bunu bari bilselerdi ya..

Tilkinin Grandr Ormanı’ndaki araştırması on gün devam etti. Sonunda bir yaşlı aslan konuyu aydınlığa kavuşturdu. Kraliyet ailesinden şu anda hayatta olan bir aslan kalmıştı. O da gitarcı aslandı. Tilki için gitarcı aslanı bulmak zor olmadı. Yine aynı yerde konser veriyordu. Tilki konser sona erdikten sonra gitarcı aslanın yanına giderek, Ormanlar Kralı aslan tarafından buraya gönderildiğini, kralın kendisini konser vermek için saraya davet ettiğini söyledi. Bu teklifi kabul eden gitarcı aslan, ertesi gün tilki ile birlikte yola çıktılar.

Saraya varınca tilki gitarcı aslana kalacağı odayı gösterdikten sonra kralın huzuruna çıktı ve en başından başlayarak olanları anlattı. Damarlarında asalet kanı taşıyan genç ve yetenekli bir erkek aslan nihayet bulunmuştu. Fakat şu gitar çalma işi kralı hem şaşırtmış, hem de düşündürmüştü. Nereden aklına gelmişti bilmem ki bu aslanın gitar çalmak? Akşam yemeği sarayın yemek salonunda yendikten sonra gitarcı aslan konserine başladı. Sanki sihirli bir el gitarın telleri üzerinde dolaşıyordu ve dinleyenler bu tellerden çıkan nağmelerle büyüleniyorlardı. Bazı bazı gitarcı aslan sesiyle de iştirak ediyordu bu nağmelere ve gerçekten büyüleyici bir tablo ortaya çıkıyordu.

Günler günleri kovaladı. Geçen günlerle birlikte kral gitarcı aslanı tanıdıkça daha bir sevdi. Asildi, soyluydu, bilgiliydi, kültürlüydü, saygılıydı. Daha ne olsundu canım aynı zamanda kuzeniydi ya bu gitarcı aslan.Yerine vasiyet ederdi olur biterdi.Ama bunu ona nasıl söyleyecekti. İşin en zor tarafına sıra gelmişti. Günler geçip gidiyor fakat kral bir türlü ona söyleyemiyordu. Sonunda kral bir gün cesaret bulup her şeyi olduğu gibi anlattı.

“ İşte soy kütüğü burada. İşte şunlar dört nesil öncesinde dedelerimizin adları. Benim dedem kral tarafından vasiyet edilince, senin deden Grandr Ormanı’na gitmiş. Onun soyundan sadece sen yaşıyorsun. Yani sen benim kuzenim oluyorsun. Benim tahtımın, tacımın tek varisi sensin. “

Kralın anlattıkları gitarcı aslanı hiç şaşırtmadı. Zaten o bütün bunları babasından defalarca dinlemişti. Her şeyi bildiğini krala söyledi. Kral, gitarcı aslanı açık sözlülüğünden dolayı kutladı. Çünkü gitarcı aslan her şeyi bildiği halde bildiğini söylemeyiverse hem kendini aldatmış sayılırdı, hem de kralı. Kral bunun farkındaydı ve böylesine mert bir aslanın varisliği kabul etmesinden kıvanç duydu.

Serdar Yıldırım

rock_alltime 04-05-2008 11:27 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
GÖK BİLİMİNE MERAKLI PADİŞAH

Bundan yıllarca önce gökbilimine son derece meraklı bir padişah yaşarmış. Vaktinin çoğunu sarayın yanına inşa ettirdiği gözlemevinde geçirirmiş. O zamana kadar gökyüzü, yıldızlar, uzay, astronomi hakkında yazılmış ne kadar kitap, çizilmiş ne kadar harita varsa bunları mutlaka kitaplığında bulundurmak istermiş. Başka ülkelerin müneccimlerini, astronomlarını sarayında toplar, aralarında yaptıkları tartışmalara kendisi de katılırmış.Dünyanın varoluşundan yaşadıkları zamana kadar geçirdiği evreler, insanın dünyadaki macerası, gezegenlerde hayat olup olmadığı gibi pek çok soruya cevap ararlarmış.



Günlerden bir gün Acemistan sarayındaki Ebu Salip Efendi’nin bir çeşit teleskop icat ettiği ve bununla birçok yeni yıldız keşfettiği haberi duyulur. Padişah vezirini huzura çağırır: “Bu yeni keşfedilen yıldızların biçimleri, durumları neymiş bilmek isteriz. Tez Acem sarayına elçi gitsin. Ebu Salip Efendi buyursun gelsin, misafirimiz olsun” diye emretmiş.



Aradan günler, haftalar geçmiş. Padişahın elçi aracılığıyla gönderdiği mektuptaki şartları çok olumlu bulan Ebu Salip Efendi, Acem Şahı’ndan izin almış yola çıkmış. Gökbilimine meraklı padişah konuğunu sarayın kapısında karşılamış. Sarayda Ebu Salip Efendi’nin keşfettiği yıldızlar hakkında anlattıkları padişahı meraklandırmış. Yıldızların en büyüğüne kendi adının verildiğini duyan padişah heyecandan yerinde duramaz olmuş. Bir an önce teleskopun bir eşini de burada yapmasını istemiş.



Ertesi gün, sarayın yanındaki gözlemevine gitmişler. Ebu Salip Efendi, malzemeleri yetersiz, gözlemevini de küçük bulmuş. Daha büyük bir gözlemevi yaptırmak istemiş. Padişahtan gerekli izni alan Ebu Salip Efendi, saraydan oldukça uzakta bulunan bir dağın yamacında yeni gözlemevinin inşaatını başlatmış. Kendisi de yakındaki bir köye yerleşmiş.



Gözlemevinin yapımı aylarca sürmüş. Harcanan para tahminlerin üstüne çıkmış. Devlet hazinesinde para kalmamış. Padişah halkından dört beş sene sonrasının vergilerini istemeye başlamış. Halk büyük sıkıntılar içinde kalmış. Elerindeki avuçlarındaki son kuruşlarını gözlemevinin yapımı için veren halk çaresizlik içine düşmüş. Vergi tahsildarları ile aralarında çatışmalar çıkmış. Padişah gaflet uykusundan uyanamamış. Yapılan uyarıları umursamaz görünmüş. Yeni keşfedilen yıldızların ve adının verildiği büyük yıldızın saçmakta olduğu ışık gözlerini kamaştırmış. Sarayında yapılan ara sıra Ebu Salip Efendi’nin de katıldığı konusu uzay, yıldızlar, astronomi... olan toplantıları daha bir can kulağı ile dinler olmuş.



Yaz günlerinden birinde, padişah iki adamı ile birlikte kıyafet değiştirerek bir köye gitmiş. Köyün sahibi; otuz yaşlarında, dürüst, iyi kalpli, mert bir adammış. Padişah ile iki adamını evine davet etmiş. Yemekler yenmiş, ayranlar içilmiş koyu sohbetbaşlamış. Söz, sağdan soldan derken, dönmüş dolaşmış yıldızlara, uzaya gelmiş dayanmış.



Tüccar kılığındaki padişah, ilk insanın yeryüzünde görünmesinden tutmuş, dünyanın gizli kalmış bütün sırlarını birer birer anlatmış. Uzayın sonsuz bir boşluk olduğunu, bu sonsuz boşlukta sayılamayacak kadar gezegen ve yıldızın bulunduğunu söylemiş. Yüce padişahın yaptırmakta olduğu gözlemevi ve son derece geliştirilmiş teleskop sayesinde adı sanı bilinmeyen pek çok gezegen ve yıldızın keşfedileceğinden bahsetmiş. Padişahlarına insanlığın şükran borçlu olduğunu belirtmiş.



Tüccar kılığındaki padişahın anlattıklarını sessizce dinlemekte olan köyün sahibi:



“İnsanlık padişahımıza neden şükran borçlu olsun? Gözlemevinin yapımı için, teleskop yapımı için harcanan paralar nereden bulunuyor diye düşünmek gerekir. Zaten zar zor geçinen halktan aldığı vergileri olabildiğince arttırmak, üstelik dört beş sene sonrasının vergilerini zorla almaya çalışmak hangi kanunda vardır? Bunun adı zorbalık değil de nedir? Fakir fukaranın karnı mı doyacak sanki yıldız keşfetmekle? Ebu Salip o toplanan paraların birini taşa, on birini kuşa çevirirmiş...” demiş.



Bu sözler yenilir yutulur gibi değilmiş. Tüccar kılığındaki padişah, oturduğu yerden hırsla ayağa fırlamış. Yanındaki iki adam da yerlerinden kalkmışlar, elleri kılıçlarında, kılıçları kınlarından yarı yarıya sıyrılmış vaziyette, tetikte beklemişler. Şu haddini bilmez bu pervasızlığının hesabını canıyla ödemeliymiş.



Köyün sahibinin söyledikleri, tüccar kılığındaki padişahın beyninde balyoz gibi patlamış. Gözlerinin beyazı kaybolmuş: “Yüce padişah hakkında nasıl böyle konuşursun? Devlete vergi vermek vatandaşlık görevidir. Herkes bana ne derse uzayın sırlarını kim çözecek?” demiş.



Köyün sahibi yer minderinde oturur vaziyette:



“Devlete vergi vermek, fakat kazancına göre... Bu devrin insanına bu kadar yüklenilmez. Eldeki avuçtaki son kuruşu almak günahtır. Tamam, uzayın sırlarının çözülmesi için uğraş verenler insanlığa büyük bir hizmet etmiş olurlar. Fakat bu çözüm birkaç yılda gerçekleşmez. Bilim ve fen ilerledikçe hepsi birer birer çözülecektir. Bunun için belki de yüzyıllar geçmelidir. Zamana ihtiyaç vardır” demiş.



Köyün sahibinin sözleri mantığa son derece uygunmuş. Tüccar kılığındaki padişah durgunlaşmış. “Toplanan paraların birisi gözlemevi için harcanıyorsa, on biri kuşa nasıl çevriliyor?”



“Her ayın son günü çuvallar dolusu kuş arabalar içinde Acem Şahı’na gönderilirmiş.”



Padişah başka söz söylememiş. Bir baş işaretiyle karşısındakini selamlayıp dışarıya çıkmış. İki adamıyla birlikte atlarına binmişler. Başkente doğru hızla uzaklaşmışlar. Köyün sahibinin iddia ettikleri doğru çıkar. Padişahın ustaca hazırlanmış planı sayesinde, ayın son günü , Acem Şahı’na gönderilmek istenen arabalar içinde çuvallar dolusu altın para ele geçirilmiş. Suçlular yakalanmış. Ebu Salip Efendi’nin büyük bir palavracı olduğu, teleskop yapımından anlamadığı, yıldız mıldız keşfetmediği ortaya çıkmış. Toplantılarda anlattıklarının hepsini ezberlemiş olduğu açıklanmış. Ebu Salip, memleketindeki bütün malını mülkünü sattırarak ele geçen parayı padişaha vermiş. Böylelikle canı bağışlanmış. Fakat ömrünün sonuna kadar gözetim altında kalacakmış. Oldukça yüklü bir miktar olan bu paralar ile ayın son günü ele geçirilen altın paralar eski sahiplerine, yani halka geri verilmiş. Acılar hafifletilmiş.



Su gibi akıp gidenin adı zamanmış. Zaman içinde padişah ile iki adamı kıyafet değiştirerek sık sık köy ağasının evinde misafir kalmaya başlamışlar. Bu görüşmeler süresince, ne tüccar kılığındaki padişah köy ağasına kendisinin padişah olduğunu söylemiş, ne de köy ağası, tüccarın padişah olduğunu ilk günden beri bildiğini ona hissettirmiş. Yıllarca hemen her konuda bilgi alışverişinde bulunmuşlar. Köy ağasının daima halk için, halktan yana olan istek ve düşünceleri ön plana alınmış. Bu istek ve düşünceleri uygulamak genelde çok basitmiş. Gezegenleri ve yıldızları bir tarafa bırakan padişah sadece “halkının mutluluğu” için çalışmış.

Serdar Yıldırım

rock_alltime 04-05-2008 11:28 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
GÖLGESİYLE YARIŞAN TAY

At yarışlarının yapıldığı şehir hipodromu çok kalabalıktı. Tribünler tıklım tıklım doluydu. Her pazar günü olduğu gibi bu pazar da birinci olana büyük ikramiyenin verildiği yarışlar yapılacaktı. Birincilik için en büyük aday Kara Bomba isimli attı. İki yıla yakın bir zamandır bu şehirde yapılan yarışmaların tek ve mutlak hakimiydi. Simsiyah rengi, kocaman gözleri ve dev gibi uzun boyuyla o her zaman atların en irisiydi. Daha uzun bir süre birinciliği kaptırmayacağı tahmin ediliyordu.

Diğer yarışmacı atlar ise Fırtına, Ak kız, Pençe, Sürpriz, Zorlu, Tavşan ve Yekta idi. Yekta, böyle bir yarışa ilk defa katılıyordu, oldukça heyecanlıydı. Gerçi yetiştirildiği yarış atı çiftliğinde çok iyi hazırlanmıştı, fakat genç ve tecrübesiz oluşu onu korkutuyordu. Ya birinci olamazsa?..Böyle bir şeyi düşünmek bile istemiyordu.O zaman, sıradan bir yarış atı durumuna düşecek ve belki bu durum hep böyle sürüp gidecekti. Bin bir çeşit yarış hilelerinin yapıldığı, düzenin ve entrikanın bol olduğu bu yarışlarda birinci olmak sadece süratli olmak ve dayanıklılık demek değildi. Mesela bazı yarışlarda Tavşan tavşanlık yapardı. Yarış başlar başlamaz öne geçer, temposunu gittikçe arttırır, atları yorar ve yarışı bırakırdı. Son düzlükte Kara Bomba yaptığı bir atakla birinciliği kazanırdı. Pençe isimli yarış atı Kara Bomba’nın diğer yardımcısıydı. Yarış sürerken form durumu yüksek olan atları kollar, onlara çarpar, önlerine geçip hızlarını azaltır ve Kara Bomba’nın yarışı kazanmasını sağlardı.

Atlar, düzenli olarak başlama yerinde sıralandılar. Start için tabanca sesi duyulur duyulmaz, sekiz tane güçlü yarış atı ileri atıldılar. Çıkışı çok kuvvetli olan Tavşan hemen öne geçti. Yekta tüm çabasına karşılık ikinci sırada kalmıştı.” Tüh be, Tavşan’ı kaçırdım!..Bu Tavşan’ı zaten son düzlüğe kadar kimse geçemezmiş. Yarışın ortasına gelmeden onu mutlaka geçmeliyim. Haydi Yekta, daha hızlı, daha hızlı…”

1500 startı geçildiğinde Tavşan ikinci durumdaki Yekta’nın üç boy kadar önündeydi. “ Bomba nerelerde ki, dönüp bakmalı. Tavşan bu süratiyle yarışı tamamlayamaz. Vay, Bomba hemen arkamdaymış! Ne oluyor ya, ne dümen çeviriyor bunlar? Son düzlüğe kadar orta sıralarda saklanırmış bu. Benden huylandılar muhakkak. “

Yarışın ortası:1000 startı geçilirken, Tavşan isimli yarış atı aniden koşu pistinin kenarına çıktı ve yarışı bıraktı. Yekta süratle onun yanından geçti ve birinci duruma yükseldi. Fakat yarışın bitmesine 1000 metre vardı ve Kara Bomba, Yekta ile arasındaki farkı gitgide kapatmaktaydı.

Son düzlüğe ( son 500 metre ) Yekta ile Kara Bomba başa baş girdiler. Nefesleri kesen bir mücadeleden sonra bitişe 100 metre kala başlayan Yekta’nın öldürücü deparları yarışı iki boy farkla kazanmasını sağladı. Yekta mutluydu artık çünkü ilk yarışını zor da olsa birinci olarak bitirmeyi başarmıştı. Yekta, Kara Bomba ve ekibiyle birçok defalar daha yarıştı. Girdiği her yarışta birinci oldu. Artık bu şehir ona dar gelmeye başlamıştı. Dışa açılmalı, adını daha geniş çevrelere duyurmalı ve daha büyük yarışlar kazanmalıydı. Nitekim girdiği bölge birinciliği koşusunu da kazanınca, bir ay sonra yapılacak olan ülke şampiyonluğu yarışına katılmak için antrenmanlarını daha da sıklaştırdı.

Hazırlandığı yarış atı çiftliğinde birçok yarış atı Yekta’ya değişik zamanlarda katıldıkları yarışmaları anlattılar. Yekta, onları büyük bir dikkatle dinledi. Görgüsünü, bilgisini arttırdı. Yekta’ya göre, bilmenin, öğrenmenin sonu yoktu. Her yeni bilgi yeni bir şeyler öğretirdi. Önemli olan öğrendiklerine kendi düşüncelerinden yeni fikirler katarak “ özgün bilgi “ elde edebilmekti. Doğru düşünebilmek ancak kendini çok iyi tanımakla mümkün olabilirdi. Bu da kişisel erdem için gerekli olan “ oto kontrol “ yani kendi kendini kontrol etme yeteneğini sağlardı. Oto kontrol yeteneğinin düzenli olması, mükemmellik sınırlarını zorlardı.

Günler günleri kovaladı. Her geçen gün Yekta’nın gücüne güç katıyordu. Gittikçe daha süratli koşmaya ve mesafeleri daha kısa zamanda aşmaya başlamıştı. Büyük yarışa yedi gün kalmıştı. Öğleden sonra özel olarak hazırlanmış kamyona Yekta’yı bindirdiler. Kamyon, biraz sonra ülkenin en büyük şehrine gitmek üzere yola çıktı. Yolun yarısı geçilmişti ki, kamyon büyük bir gürültüyle yol kenarındaki hendeğe yuvarlandı. Sonra derin bir sessizlik. Yekta’ya şans eseri bir şey olmamıştı. Kapısının açılmasını bekledi. Gelen giden yoktu. Uzun bir süre uğraştıktan sonra kapının kilidini kırmayı başardı. Korkuyla dışarı fırladı. Yola çıktı. Çok uzaklarda tek tük ışıklar görünür gibi oluyordu.Yarışın yapılacağı yer oralarda olmalıydı. Kamyon olmasa da olurdu. Kendi başıma da olsam oraya varabilirim, diye düşündü. Koşmaya başladı. Koştu…Koştu…

Aradan bir saatten fazla zaman geçti.Hava kararmaya,Yekta, şaşırmaya başladı. Ne oluyordu? Neden ortalık hep aydınlık kalmıyordu? Karanlık kadar anlamsız şey var mıydı? Şaşırmakta haklıydı. Gündüzleri açık havada antrenman yapar, hava kararmadan içeriye girerdi. İçerde de ışıklar gece gündüz yanardı. O, şimdiye kadar karanlıkta hiç kalmamıştı. Yekta ay ışığı altında, yavaş bir tempo tutturmuş olarak kilometrelerce koştuktan sonra birden ürperdi. Sol tarafında bir karartı vardı ve kendisini geçmeye çalışıyordu. Hızla başını çevirdi. Bir at !..

Yekta:

“ Kim ola ki? Nereden çıktı birdenbire? Neyse kim olduğu beni ilgilendirmez. Önemli olan beni geçmek üzere olması.İşte buna izin vermem!..Şimdiye kadar kimse bana toz yutturamadı. Tempoyu biraz arttırayım, bakalım ne yapacak? “ diye düşündü. Yekta’nın gölgesini geçmek için verdiği uğraş bütün bir gece boyu devam etti. Sabaha karşı karanlık yerini aydınlığa bırakırken Yekta’nın gölgesi silinip gitti. Bir aralık kafasını sol tarafına çeviren Yekta onu göremedi. Sağına baktı, yine yok. Arkasına baktı, gerilere daha gerilere baktı. Rakibinin olağanüstü tempoya ayak uyduramayıp yarışı bıraktığını zannetti. Hızını yavaş yavaş azalttı.

Yekta hafif bir tempo ile koşmaya bir saat kadar daha devam etti. Yarışın yapılacağı şehrin işte ilk evleri gözükmeye başlamıştı. Yekta yolda rastladığı bir sütçü beygirine at yarışlarının yapılacağı hipodromun nerede olduğunu sordu. Tarif edildiği üzere yoluna devam etti. Göğsü gururla kabarmış olarak, başı dimdik vaziyette, şehrin ana caddesinden geçerken arabalar durmuştu ve yol kenarındaki insanlar gazetelerde,dergilerde birçok defalar resmini gördükleri, hakkında yazılan yazıları okudukları bu şahane tayı çılgınca alkışlıyorlardı. Hipodromun kapısının açık olmasından yararlanan Yekta, içeriye girdi. Biraz sonra koşu pistine çıkmıştı. Altı gün sonraki ülke birinciliği koşusu burada yapılacaktı. Ağır adımlarla koşu pistinde tur atan Yekta o yarışta birinci olmayı düşünüyordu mutlaka.

Yekta’yı getiren kamyonun devrildiğini haber alan sahibi olay yerine gelmişti. Sürücü ile seyis yaralı olarak hastaneye kaldırıldılar. Yekta’nın sahibi sabah olunca Yekta’yı aramaya koyuldu ve onun hipodroma geldiğini haber alınca oraya gitti. Hipodromun kapısından içeriye giren Yekta’nın sahibi Yekta’yı koşu pistinde ağır adımlarla koşarken görünce “ Yekta… Yekta…”diye bağırarak piste fırladı. Hızla koşarak Yekta’ya yetişti ve onun boynuna sarıldı. Yekta neden sonra durumun farkına vardı. Sahibi onu bu yabancı şehirde aramış ve bulmuştu.
Yekta’nın sahibi Yekta’yı bir arkadaşının yarış atı çiftliğine götürdü. Yorgun durumdaki Yekta o günü ve ertesi günü dinlenerek geçirdi. Daha sonra koşu antrenmanlarına başlayan Yekta üç gün içinde eskisinden daha iyi bir form tuttu. Artık hazırdı ve birincilik için en şanslı kendisini görüyordu.

Yekta yarış günü kasırga gibi esti. Daha ilk metrelerde yaptığı korkunç atakla öne geçti. Çılgın gibi koşuyordu. Ülkenin en iyi yarış atları onun sürati karşısında çaresiz kalmışlardı. Açık farkla ve rekor bir dereceyle yarışı birinci olarak bitirdi. Bu birincilik onun pratik ile teoriyi en iyi şekilde birleştirmesiyle oluşmuştu. Sonuç olarak mükemmele ulaşmış ve geçilmez ünvanına sahip olmuştu

Serdar Yıldırım

rock_alltime 04-05-2008 11:30 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
GÜMÜŞ GÖZLÜ DEV

Bir varmış, bir yokmuş. Develer tellal iken, pireler Berber iken, Ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, uçsuz bucaksız Kafdağı'nda Gümüş Gözlü bir dev yaşarmış.

Gümüş Gözlü Dev, diğer devler gibi hain ve acımasız değilmiş. Aksine altın gibi bir kalbi varmış.Herkese iyilik düşünür, herkesin yardımına koşarmış.

Ülke hükümdarı olan Sarı Dev zalimin biriymiş. En küçük suçları bile ölümle cezalandırır, cellatlara emirler yağdırırmış. En çok sevdiği kelimeler: "Öldürün! Kesin!.." gibi kelimelermiş.

Gümüş Gözlü Dev'in biricik kız kardeşi Nazlı Çiçek de hükümdar Sarı Dev'in sarayında hizmetçi olarak çalışıyormuş. Gümüş Gözlü Dev, kardeşinin başına bir felaket gelmesinden korkuyor, "Ona bir şey olursa ben ne yaparım?" diye düşünüyormuş.

Günlerden bir gün korktuğu başına gelmiş.Kardeşi Nazlı Çiçek, hükümdara yemek götürürken, ayağı eşiğe takılıp düşmüş. Tabaklar, bardak lar, yemekler etrafa saçılmış. Sarı Dev korkuyla büzülen hizmetçiye nefretle bakarak: - Götürün bu beceriksizi. Bir damdan aşağı fırlatın! diye gürlemiş.

Gümüş Gözlü Dev de oradaymış. Öyle üzülmüş, öyle üzülmüş ki sormayın.
Cellatlar koşup gelmişler. Nazlı Çiçeği kınalı saçlarından tutup sürümüşler. Gümüş Gözlü Dev'in gözlerinden yaşlar süzülmüş. Kimselere belli etmeden dışarı çıkmış. Cellatlara yetişmiş. Önlerinde diz çöküp yalvarmış:
- "Ne olur kardeşimi serbest bırakın. Annem onun yokluğuna dayanamaz. Benim başka kardeşim yok ki..." diye ağlamış. Cellatların taş kadar katı yürekleri hiç yumuşamamış.
- Hükümdarın emrine karşı gelemeyiz! diye
cevap vermişler.

Gümüş Gözlü Dev, hemen kardeşini fırlatacakları damın dibine inip beklemiş. Cellatlar kardeşini itip aşağı atmışlar.
Gümüş Gözlü Dev bir top gibi aşağı düşen kardeşini kurtarmak içjn kocaman kollarını açmış. Kızcağız bütün hızıyla kucağına düşmüş. Yere yuvarlanmışlar. Gümüş Gözlü Dev altta kalmış.

Nazlı Çiçek biraz sonra toparlanıp kalkmış.Fakat Gümüş Gözlü Dev hâlâ upuzun yatıyormuş.Gümüş gibi parlak gözleri yarı açıkmış. Yüzündemutlu bir görünüm varmış. Nazlı çiçek O'nun öldüğünü anlayınca:
- Benim için kendini feda etti. Bir daha Kaf Dağı'na O'nun kadar iyi kalpli ve fedakar hiç kimse gelemez... diye ağlamış, ağlamış...

Bilinmiyor

rock_alltime 04-05-2008 11:31 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
GÜRÜLTÜLÜ ÇOCUK

Gürültücü çocuğu hiç kimse sevmezdi. Çünkü o kadar gürültü yapardı ki yer yerinden oynardı. Hele yürürken çıkardığı sesler dayanılacak gibi değildi. O sokağa çıktığı zaman herkes evine koşar, kapıyı pencereyi sıkı sıkı örterdi.

Bir gün annesi gürültücü çocuğu ekmek almaya gönderdi.

Gürültücü doğru fırına gidip bağırdı:

- Bir tane ekmek istiyorum!

Öyle bağırdı ki arabasında uyumakta olan minik bebek ağlamaya başladı. Bebeğin annesi gürültücüye dönerek "Ne düşüncesiz çocuksun ! Biraz yavaş konuşamaz mısın sen?" diye söylendi. Ama bizim gürültücü çocuk hiç akıllanmadı. Eve dönerken başladı gülmeye. Kahkahaları her yeri çınlatıyordu.

Pencereden genç bir hanım başını uzatıp gürültücüye seslendi:

- Neden bu kadar hızlı gülüyorsun? Çocuğum hasta ve başı çok ağrıyor. Sesin onu rahatsız etti. Haydi git buradan!

Gürültücü çocuk daha da çok gülmeye , gümbür gümbür sesler çıkarmaya başladı.

Artık ona bir ders vermenin zamanı gelmişti. Bütün mahalle halkı toplanıp konuştular.

Ertesi gün gürültücü çocuk ekmek almak için fırına girdi. Her zamanki gibi bağırmaya başladı :

- Bir tane ekmek istiyorum.

Ama fırıncı hiç oralı olmadı; duymamış gibi davrandı. Gürültücü çocuk daha da bağırdı:

- Bir tane ekmek istiyorum dedim!

Fırıncı yine ses çıkarmadı.

Gürültücü çocuk çaresiz fırından çıktı.

Yürürken "takır tukur"sesler çıkarıyor, ıslık çalıyordu.

Evin önünden geçerken biri pencereyi açtı ve gürültücü çocuğun başına bir kova soğuk su döktü. Gürültücü titremekten hiç ses çıkaramaz oldu.

Sonra doğruca evine gidip olanları düşündü. Çevresine ne kadar saygısızca davrandığını anladı.

O gün bu gündür gürültücü çocuk bir daha hiç gürültü yapmadı.

Bilinmiyor

rock_alltime 04-05-2008 11:32 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
HERKES ASLINA ÇEKER

Bir gece sevgili aynacık yine gelmiş padişah kızının başucuna. Masalını anlatmaya başlamadan önce demiş ki:

- Sevgili padişah kızı; büyük kalpler, büyük binalar gibidir; daima kendilerini gösterir.

Pencereden baktığında göremediğin dağın ardında, küçücük bir devlet varmış. Küçük bir devletmiş ama, insanları pek şirinmiş. Irmakları, dereleri, ağaçları, çiçekleri her şeyi küçücükmüş bu devletin, hem de pek güzelmiş.

İşte bu devletin bir de padişahı varmış. Sarayında oturur, hiç usanmadan düşünür dururmuş. Artık dayanamayacak hâle gelmiş. Vezirlerini çağırmış yanına:

- Zaman kaybetmeden haber salın memleketin dört bir köşesine. Her kim bana Hızır’ı gösterirse, dilesin benden ne dilerse. Her bir isteği emirdir benim için. Artık gücüm kalmamıştır. Bu merak birgün öldürecek beni.

Vezirler bir telaşla emri yerine getirmeye çalışmışlar. Memleketin sağına-soluna, altına-üstüne; kuzeyine-güneyine, doğusuna-batısına adamlar gönderilmiş. Padişahın bu sözleri insanlara duyurulmuş:

- Duyduk-duymadık demeyin! Padişahımız Hızır’ı görmeyi arzu etmektedir. Her kim padişahımıza onu gösterebilirse kıymetli hediyelerle ödüllendirilecektir. Duyduk-duymadık demeyiiin!

Padişah bir haber gelir ümidiyle uyku nedir unutmuş. Sabahlara kadar pencerelerde geleni-gideni gözetler olmuş. Neredeyse gökte uçan kuşun kendisine geldiğini zannederek yakalatacakmış. Vezirler korkmaya başlamışlar;

- Aman padişahımızı bu dertten bir ân önce kurtaran biri çıkmalı, yoksa aklını kaçıracak.

Aradan bilmem kaç ay geçtikten sonra, çiçeklerin meyveye durduğu bir bahar sabahı bir adam gelmiş saraya. Kendinden emin bir hali, dimdik yürüyüşü varmış. Kapıcıya demiş ki:

- Tez padişahımıza haber salın, kendisiyle görüşmek isterim. Ona güzel haberler getirdim.

Kapıcı önce umursamamış bu hali perişan adamın sözlerini:

- Padişahımız senin gibi birisiyle zaman kaybetmek istemeyecektir. Ne diyeceksen bana de, ben haberi padişahımıza veririm.

Adam;

- Ben bilmez miyim padişahımızın çok meşgul olduğunu, demiş. Fakat haberi Hızır’dan getirdim. Çok önemli

Kapıcı “Hızır” ismini duyar duymaz telaşlanmış. “Sen buradan ayrılma. Hemen geliyorum.” diyerek vezirlerin yanına koşmuş. Vezirler bu adamın gelişine pek sevinmişler:

- İnşallah, demişler. İnşallah bu adam padişahımızı bu dertten kurtarır. Artık dayanacak gücümüz kalmadı.

Hiç zaman kaybetmeden adamı çağırtmışlar. Padişaha da haber vermişler:


- Sevgili padişahımız, Hızır’dan haber getiren bir adam sizinle görüşmek istiyor. Huzura çağıralım ister misiniz?

Padişah öyle heyecanlanmış, öyle sevinmiş ki; “hemen gelsin”, demiş. Adam gururla o ihtişamlı kapıdan içeri girmiş. Sanki padişah kendisi, sanki her şey onun emrinde. Başlamış konuşmaya:

- Efendimiz, duydum ki Hızır’ı görmek istiyormuşsunuz. Ben bu isteğinizi yerine getirebilirm. Ama onu, size ancak dört yıl sonra gösterebilirim. Yalnız bir şartım var. Bu dört yıl içinde her isteğimi yerine getireceksiniz. Bir dediğim iki edilmeyecek.

Padişah dinlemiş dinlemiş, sonra da;

- Tamam, demiş. Bir dediğin iki edilmeyecek. Dört yıl boyunca dilediğin şeye sahip olacaksın. Hiçkimse sana karşı gelmeyecek. Fakat , dört yılın sonunda bana Hızır’ı gösteremezsen, eğer sözünde durmazsan ölüm için hazırlan.

Adam kendinden emin bir şekilde, sesini de gürleştirerek;

- Beni dilediğiniz şekilde öldürebilirsiniz efendim, demiş.

Ve padişah emir buyurmuş, adama bir köşk hazırlanmış. İçi altınlarla doldurulmuş. Bu dünyada sahip olunacak ne kadar şey varsa bir bir verilmiş.

Adam halinden memnun, dört yıl sonrasını hiç düşünmeden yaşamaya başlamış. Fakat dört yıl nedir ki, göz açıp-kapayıncaya kadar gelir-geçer. Nitekim giden günlerin hiç farkına varmadan, adam bir de bakmış dört yıl bitivermiş. Bir telaştır başlamış. Padişaha gidip ne diyeceğini bilemiyormuş. Hızır’ı nerede bulsun da getirsin!

Eğer yalan söylediğini padişah öğrenirse, onun çok sinirleneceğini de biliyormuş. Dört yıl önce konuştuklarını birden hatırlayıvermiş. Tek çareyi kaçmakta bulmuş adam. Şehirden çok uzakta bir yer bulmuş kendisine ve orada gizlenmeye başlamış.

Padişah adamı getirmeleri için köşke askerlerini göndermiş. Fakat adamın kaçtığını öğrenmişler. Bütün askerler şehrin her yerini araştırmaya başlamışlar.

Adam gizlendiği yerde gece-gündüz dua edip yalvarıyormuş:

- Beni kurtar. Bu kuyudan çıkmama yardımcı ol. Bunu ancak sen yapabilirsin. Beni kurtar.

Korkudan tit tir titriyormuş. O sırada yanıbaşında bir dedecik belirivermiş. Nasıl ve nereden geldiğini anlayamamış bu dedeciğin. Dedecik adama bakmış, hali perişan. Sormuş;

- Neden korkuyorsun? Kimden saklanıyorsun böyle? Bana anlatırsan belki bir çaresini bulabiliriz.

Adam her şeyi açık açık anlatmış dedeciğe. Dedecik de hiç konuşmadan dinlemiş onu. Sonra da;

- Haydi beni padişaha götür, demiş. Onu bir de ben göreyim.

Şehre doğru yola çıkmışlar. Saraya daha varmadan padişahın askerleri yollarını kesmişler. Adamı ellerinden bağlamışlar, doğruca saraya götürmüşler. Dedecik de adamın yanındaymış. Padişah adamı görünce;

- İşte dört yıl doldu, demiş. Bana Hızır’ı gösterme vaktin geldi. Her isteğini yerine getirdim. Şimdi sıra sende. Sen de benim isteğimi yerine getirmelisin. Yoksa öleceksin.

Adam çaresiz, başını öne eğmiş ve;

- Efendimiz, ben size yalan söylemiştim; demiş.

Padişah bir vezirlerine, bir adama, bir de dedeciğe bakmış ve şunları söylemiş:

- Sen bize yalan söyledin. Öyleyse bunun cezasını çekmelisin.

Padişah önce birinci vezirine, “Bu adama nasıl bir ölümü uygun görürsün?” diye sormuş. Birinci vezir;

- Sevgili padişahımız, demiş. Bence bu adamı parça parça edelim ve parçalarını meydana asalım. Böylece hiçkimse size yalan söyleme cesaretini bir daha gösteremesin.

Bu cevap üzerine dedecik;

- Herkes aslına çeker, demiş.

Sıra ikinci vezire gelmiş. O da fikrini söylemiş:

- Bu yalancıyı bir kazana koyup kaynatalım. En güzel ceza bu olur.

Bu cevap üzerine dedecik yine;

- Herkes aslına çeker, demiş.

Üçüncü vezir de konuşmaya başlamış:

- Bu adamı bir tepsiye koyup fırında kebap gibi pişirmeli.

Dedecik bu sefer de aynı şeyi söylemiş:

- Herkes aslına çeker.

Sıra dördüncü vezire gelmiş. Padişah onun düşüncesini de öğrenmek istiyormuş. Dördüncü vezir;

- Ey padişahımız, demiş. Siz merhametli bir hükümdarsınız. Hızır’ı ne kadar görmek istediğinizi biliyorum. Öyleyse Hızır aşkına bu adamı affedin. Çünkü onu bağışlamanız size yakışan bir harekettir. Mutlaka bunun karşılığında büyük mükafatlar verilecektir.

Bu sözlerin sonunda dedecik yine aynı cümleyi söylemiş:

- Herkes aslına çeker.

Padişah dayanamayıp dedeciğe dönerek konuşmuş:

- Kimsin bilmiyorum, fakat vezirlerim için hep aynı şeyi söyledin. Bu ne demek?

Dedecik padişaha şu cevabı vermiş:

- Ey padişah! Birinci vezirin bir kasabın oğludur. Bu yüzden adamı, bir kasap gibi parçalayıp astı. İkinci vezirin bir aşçının oğludur. O da adamı yemek gibi kazana koyup kaynattı. Üçüncü vezirin bir kebapçının oğludur. Bu sebeple adamı fırına koyup kebap gibi pişirdi. Dördüncü vezirin ise, bir alimin oğludur. O, “affedilsin” dedi. Çünkü merhametli olmayı öğrenmişti. Hepsi de görgüsüne göre ceza verdi.

Bu sözleri dinlerken padişah düşünceye dalmış. Tam bu sırada dedecik;

- İşte ben Hızır’ım, demiş ve ortadan kaybolmuş.

Padişah hemen tahtından kalkmış, dışarıya bakmış. Fakat hiçbir şey görememiş. Sonra da şunları söylemiş:

- Bu dünyada Hızır’ı görmeyi öyle çok istemiştim ki, bu adam sayesinde işte gördüm. Bana insanları nasıl tanıyacağımı da öğretti. Ve merhametli olmanın ne kadar güzel olduğunu gösterdi.

Böylece adam ölümden kurtulmuş ve padişahla beraber sarayda yaşamaya başlamış. Yine bir dediği iki edilmiyormuş, ama artık adam hiçbir şey istemiyormuş.

Naz Ferniba
</B>

rock_alltime 04-06-2008 11:36 AM

Cevap : Çocuk Masalları
 
HİÇLER ŞEHRİNİN KIZI

(Kirman Bölgesi'nden bir masal)

Bir varmış bir yokmuş. Hiçler Şehri'nde bir kız vardı. Bir gün eli yaralandı. Yarası iyileşmeye başladıktan birkaç gün sonra, merhem ve ilaç alıp yarasına sürmek için halasına gitti. Halası, "Bende merhem yok" dedi. Onun yerine iki yumurta verdi kıza.
- Bu yumurtaları pazara götürüp sat ve parasıyla attardan merhem al, dedi.
Şimdi dinleyin bakın, kızacağız başından geçenleri nasıl anlatıyor: Pazara giderken yolda yumurtalarımı kaybettim. Çok üzüldüm. Elimi keseye soktum. Kesenin dibinde bir kuruş buldum. Sonra yumurtaları bulmak için o bir kuruşu bir adama verdim.
Adam bana iğneden bir minare yaptı. Minareye çıktım. Şehrin dört bir yanına baktım. Yumurtalardan birinin tavuk olup bir ihtiyarın elinde dolaştığını gördüm.
İkinci yumurta horoz olmuş, bir köyde harman biçmekle meşguldü. Önce "Gidip horozu alayım", dedim. Minareden aşağıya indim. Köye gittim. Oraya varınca horozumun kendisi için çalıştığı çiftçiye:
- Horozumu ver. Ayrıca sana çalıştığı kadarının ücretini de ver dedim.
Uzun tartışmalardan sonra çeltik ekili tarlanın ürününden bana bir öküz dengi hak vermesinde anlaştık. Harman kaldırıldıktan sonra yirmi beş batman pirinç benim payıma düştü.
Pirinçleri götürmek istedim. Çuvalım yoktu. Bir pire öldürdüm. Derisinden çuval yaptım. Pirinçleri içine doldurup horozun sırtına yükledim. Yürümeye başladım.
Çok pirincim olduğu için pirinç ticareti yapmaya karar verdim. Şehirden çıktım. İki konaklık yol gittim.Bir de baktım, horozun sırtı pirinç yükünden yara bere olmuş. Orada bulunanlara:
- Bu yaranın ilacı nedir? diye sordum.
- Ceviz içini kavurup horozun sırtına sürersen yarası iyileşir, dediler.
Bir ceviz içini kavurdum. Yarası iyileşsin diye sırtına koydum ve yattım. Sabah uyandığımda bir de ne göreyim, horozun sırtında kocaman bir ceviz ağacı bitmiş! Çocuklar ağacın etrafına toplanmışlar, ceviz düşürüp yemek için ağaca taş ve kesek atıyorlar! Ağacın dalına çıktım. Ağaçta yüz eşek yükü taş ve kesek toplandığını gördüm. Bir keser bulup yer dümdüz olana kadar kesekleri parçaladım. Burasının salatalık ve karpuz ekimi için uygun olduğunu gördüm.
Bir parça salatalık ve karpuz tohumu ektim. Ertesi sabah pek çok salatalık ve karpuz bitmişti. Bir karpuz koparıp kesmeye başladım. Karpuzu keserken çakım kayboluverdi.
Belime bir hamam peştamalı bağlayıp çakımı bulmak için karpuzun içine girdim. Çok büyük ve kalabalık bir şehir gördüm orda. O şehrin çarşısına gittim. Aşçı dükkanında bir dinar verdim, biraz çorba satın aldım ve içmeye başladım.
Çorba o kadar lezzetliydi ki kasesini bile yaladım. Kaseyi o kadar yaladım ki inceldi, inceldi neredeyse delinecekti. Bir de baktım ki kasenin dibinde bir kıl belirdi. Kılı alıp dışarı atmak isterken kılın ardından bir deve yuları çıktı. Yuları çektim. Arkasından yedi katar deve geldi. Develerin hepsi tam teçhizatlıydı.
Birbiri ardı sıra geldiler. Çakım da en arkadaki devenin kuyruğuna bağlanmıştı.
Masalımız burada bitti, ama serçecik daha evine gitmedi.

rock_alltime 04-06-2008 11:39 AM

Cevap : Çocuk Masalları
 
İKİ KURBAĞA

Biri beyaz, diğeri siyah renkteki kurbağanın huy ve mizacı tıpkı renkleri gibi zıtmış. Ak kurbağa ne kadar iyimserse Karakurbağa o kadar kötümsermiş. Ak kurbağa bir şeye “ak” mı dedi; o hemen atılıp “kara” dermiş. Her şeyin olumsuz tarafını görmeye o kadar alışmış ki, gördüğü her şeyi eleştirmeyi neredeyse meslek haline getirmiş. Yağmur yağsa, Karakurbağa:

“Offff! Olacak şey mi şimdi bu?” diye şikayete başlarmış. “Yağmurda ne derenin tadı olur, ne de ortalıkta avlayacak sinek bulunur. Nefret ediyorum yağmurdan!”

Arkadaşının aksine her şeyin güzel tarafını görmeyi seven Akkurbağa cevap vermeden edemezmiş:

“Haksızlık etme lütfen! Sırf senin keyfin bozuldu diye güzelim yağmura niye düşman oluyorsun ki? Hem söylesene, yağmur yağmasa bizim evimiz-yurdumuz olan dereler, sazlıklar, bataklıklar kalır mı ortada?”

Elbette o, bu sözlerini tamamlayamadan Karakurbağa atılırmış:

“Tamam tamam, bay çok bilmiş kurbağa! Biliyor musun, sen tam da insanların sözünü ettiği şu Polyanna'ya benziyorsun. Mutluluk rolü oynayacağım diye saçma sapan sözler ediyorsun. Hani, uçurumdan aşağı düşsen, ‘bak ne güzel uçuyorum' diyeceksin neredeyse. Azıcık gerçekçi olsana ya canım!”

Akkurbağa genelde bu tür tartışmaları uzatmak istemez ve şöyle dermiş:

“Gerçeği görmek için asıl kendi kötümser bakışını terk etmelisin.”

İşte böyle iki zıt kutupmuş bu iki kurbağa...

Günlerden birgün canları sıkılınca derenin yakınındaki köye doğru gitmeye karar vermişler. Akkurbağa:

“İstersen fazla yaklaşmayalım, biliyorsun yaramaz çocuklar bizi görürse canımızı acıtabilirler” dediyse de, Karakurbağa ısrar etmiş:

“Akşamın bu karanlığında çocuklar bizi nereden görecek Allah aşkına! Şu en yakındaki evin oraya kadar gidelim, sonra geri döneriz. Korkaklığı bırak şimdi.”

Akkurbağa, korkaklıkla suçlanmaktan çekindiğinden, çaresiz kabul etmiş. Köye girmişler ve evin yanına gelmişler. Akkurbağa sıkıntılı bir vıraklama ile “Hadi, artık dönelim, içimde kötü duygular var!” demiş demesine, ama Karakurbağa heyecanla atılmış:

“Gel bir oyun oynayıp öyle dönelim. Şuradaki yüksek kovayı görüyor musun? İkimiz aynı anda üstünden zıplayacağız. Bakalım yarışmayı kim kazanacak?”

“Akşamın bu vaktinde bırak böyle çocuklukları lütfen!” diye itiraz edecek olmuş Akkurbağa, ancak yaramaz arkadaşı bir türlü fikrinden vazgeçmemiş. Hatta “Dediğimi yapmazsan, seninle artık arkadaş olmam!” diye tehdit bile savurmuş. Bunca yıllık arkadaşını kaybetmek istemeyen Akkurbağa bu teklifi de istemeye istemeye kabul etmiş.

İki kurbağa hızla koşup zıplamışlar. Ama ne olduysa o zaman olmuş ve tam kova dedikleri şeyin üzerinde çarpışıp içine düşmüşler! Acı gerçeği o zaman anlamışlar: üzerinden atlamaya çalıştıkları o şey, yarısına kadar dolu kocaman bir süt güğümü değil miymiş meğer!
Yorulana kadar giriştikleri denemelerin sonucunda başka bir gerçeği daha anlamışlar: Güğümün kenarları zıplayıp çıkmalarına imkân vermeyecek kadar yüksekmiş. Karakurbağa ümitsizlik içinde haykırmış:

“Mahvolduk! Buradan çıkmamız mümkün değil! Bu güğümün içinde ölüp gideceğiz.”

“O kadar kolay pes etme bakalım” diye karşılık vermiş Akkurbağa. “Çıkmadık candan ümit kesilmez. Kim bilir, hiç ummadığımız bir anda imdadımıza yardımsever bir el yetişir belki de.”
Karakurbağa acı bir kahkaha attıktan sonra şöyle demiş:

“Benim kurbağa Polyannam! Neler sayıklıyorsun sen? Bari böylesi bir haldeyken hayal görmekten vazgeç.”

“Ben hayal filan görmüyorum. Nasıl bilmiyorum, ama buradan kurtulacakmışız gibi bir his var içimde. Kendini koyuverme sakın!”

Ne yazık ki, Karakurbağa'nın ümitsizliği her geçen dakika bütün kalbini daha çok kaplamış ve ümitsizliği arttıkça bacaklarındaki güç ve kuvvet de azaldıkça azalmış. Ve en sonunda:

“Bacaklarımda derman kalmamış. Hakkını helal et kardeşim!” deyip sütte yüzmekten vazgeçmiş. Bir-iki dakika sonra da son nefesini vermiş...

Akkurbağa arkadaşının bu kadar kolay vazgeçip ölmesine çok üzülmüş, fakat ümidini hiç yitirmemiş. Sürekli şu şekilde yalvarmış Allah'a:

“Darda kalanların sesini ancak Sen duyar, onların imdadına ancak Sen koşarsın! Senin rahmet ve şefkatin süt güğümüne düşmüş zavallı bir kurbağaya da yetişir elbet! Kurtar beni Allahım!”

Akkurbağa bu şekilde yalvarırken, bir taraftan da sebebini bilmeden sütün içinde var gücüyle çırpınmış. Karanlıkta, yapayalnız, çaresiz, ama hiç ümitsizliğe düşmeden... çırpınmış, çırpınmış… Bu hal dakikalarca devam etmiş. Bir ara arka tarafından ayağına birşey çarpmış. Dönüp baktığında bunun irice bir tereyağı topağı olduğunu görmüş. Oraya nereden geldiğini düşününce, bu tereyağının farkında olmadan kendi çırpınışlarıyla meydana geldiğini anlamış. Gözleri sevinçle parlamış, çünkü bu onun kurtuluş vesilesi olabilirmiş!

Azalmaya yüz tutan gücü, ummadığı kadar artmış. Bu defa niçin yaptığını bilerek bacaklarını yine çırpıp durmuş. Bir saat kadar sonra tere yağ topağı o kadar büyümüş ki, onun üstüne basıp zıpladığı gibi güğümün dışına atlamış ve ilk sözü şu olmuş:

“Rahmetinden ümidimi kestirmediğin ve imdadıma yetiştiğin için Sana şükürler olsun Allah ım!”

Bilinmiyor

rock_alltime 04-06-2008 11:40 AM

Cevap : Çocuk Masalları
 
İKİ YÜREKLİ EŞEK

Bir varmış, bir yokmuş. Bol bol süt içenlerin kentinde bir sütçüyle eşeği yaşarmış. Sütçü, çıkarını iyi bilen, çalışkan,gayretli ve kurnaz bir adammış. Sabahları gün ağarmadan uyanır, gider eşeğini uyandırır, neşeli türkülerle onu hazırlarmış :

Güneş şimdi doğmadan
Dostum benim, gel uyan!
Kazanır daima çalışan
Dostum benim, gel uyan!

Uykusunu bir türlü alamayan eşeğin gönlünü almak için çeşitli komiklikler yapar, ona şeker verir, sağrısını sıvazlarmış. Eşek bu ya, eşekliği nerden belli olacak?... İsteksiz isteksiz bir iki anırırmış. Uykusunu dağıtmak için gözlerini ovdukça ovarmış. Ancak karnı bir güzel doyduktan sonra keyfi yerine gelirmiş. O da başlarmış sahibiyle birlikte türkü söylemeye :

Sabah erken kalkmalı
İşimize bakmalı
Öğlen vakti olmadan
Şu sütleri satmalı

Öyle bir gayretlenirmiş ki eşekçik, sütüne yüklenen süt güğümlerinin bile ağırlığını duymaz olurmuş. İki çalışkan arkadaş, horozlar kukkuriku diye bağırmadan, bebekler ınga ınga diye ağlamadan yola çıkarlar, evlere süt dağıtırlarmış.
“Süüüt!...Sütçüüü!”
Eşek de sahibinden geri kalır mı? Başlarmış bağırmaya :
“Ai...Aaaaiii!”
Böylece sahibiyle beraber süt satarmış eşekçik. Akşamlara kadar yorulmak nedir bilmezmiş. Sahibinin cepleri para ile doldukça bir sevinirmiş, bir sevinirmiş ki, anlatamam. Her akşam yatarken ; “Yarın olsa da işe çıksak,s ahibimin cepleri yine parayla dolsa!” diye güzel güzel düşünürmüş. Boğaz tokluğuna çalışmaktan, sahibini mutlu kılmaktan başka bir şey akıl etmezmiş zavallıcık.
“Süüüt.Sütçüüü! Haydi, sütçünüz geldi!”
Derken, çalışmalarının karşılığını görmüş sütçü. Zengin olmuş. Adamlar tutmuş. Sütçülüğe çıkmayı bırakmış. Eşek bu duruma üzülmüş. Üzülmüş ama elden ne gelir? Katlanmış çaresiz. Asık suratlı bir adamla satışa çıkarken isteksiz isteksiz yürür, eski günlerini içinden acı acı anarmış.
“Hey gidi günler hey, ne mutluyduk o günlerde! Cepte ağırlığımızca paramız, altın yaldızlı koltuğumuz yoktu ama neşemiz, dostluğumuz vardı.Birbirimize sevgimiz vardı. Gülen yüzümüz vardı. Türkülerimiz vardı. Yarınları bekleyişimiz vardı. Canım, her şeyimiz vardı işte!
Zengin oldukça gülmesini unutan asıl sahibi artık ne kendisini arar, ne de hal hatır sorar olmuş.
Bu vefasızlık iyi yürekli eşeğe pek dokunmuş. Öyle ki, gün geçtikçe sararıp solmaya, zayıflamaya başlamış. İnsan, o sıkıntılı günlerin sadık arkadaşını, dert ortağını, türkü arkadaşını unutur mu? Bir türlü kabullenemiyormuş bunu...
Derken, sıskalıktan kaburgaları birbirine geçer olmuş hayvancığın. O kadar zayıflamış yani. Değil sabahtan akşama kadar dolaşmak, ayağını bile kımıldatamaz olmuş. Dünya hali bu. Hastalık, düşkünlük olmaz mı?
Ama asık suratlı adam aman zaman dinleyecek soyundan değilmiş. Eşek kırılıp döküldükçe, acıma dilendikçe basarmış tekmeyi, sen misin tembellik eden diye. Üstelik ağır sözler söylermiş :
“Seni ucuz hayvan seni! Demek bütün niyetin sahibini iflas ettirmek. Geber de kurtulalım bari!”
Aman zaman bilmeyene hal anlatmak ne mümkün?..
İki gözü iki çeşme, öksürüp aksırarak, derdini anlatamadan bir köşeye çekilirmiş kara yazgılı hayvan.
Asık suratlı adam dayaklar yetmezmiş gibi tutmuş eşeği sahibine şikayet etmiş.
“Aman efendim, ne uyuz hayvan bu? Üstelik her gün hasta. Naz ediyor ama kime? Böyleleri her zaman zarar verir sahibine. Bana kalırsa, çalışmayana ekmek olmamalı. Satalım, başımızdan atalım, gitsin!”
Parasına para katmaktan başka bir şey düşünmeyen sahibi, eskisi kadar düşünceli, iyi huylu değilmiş. Üstelik bir sinirliymiş, bir sinirliymiş ki, ne söylense bağırır çağırırmış! Adamını dinledikten sonra iri iri açılmış gözleri :
“Ne demek?” demiş. “Benim evimde para kazanmadan yan gelip yatmak, ha? Olmaz öyle şey! İşine gelmiyorsa, defolsun! Biz kimsenin bedava bakıcısı değiliz!”
Zavallı hasta eşek pencerenin altında sahibinin bu sözlerini duyunca yüreğine inecekmiş nerdeyse.
“Yok, vallahi kalmam burda! Bu kadar vefasızlık sığmaz benim mantığıma.” demiş kendi kendine, üzerinden güğümleri atıp ormana doğru kaçmış...
Tanrı bir kapıyı kaparsa bir kapıyı açar elbet. Eşek gözyaşları içinde söylene söylene yürüye dursun, yolda ufacık bir torbayı bile taşıyamayan ihtiyar bir çiftçiye rastlamış. Hani, insanlara bir daha yanaşmayacağına söz vermiş ama, yufka yüreği dayanamamış yine. Kendi hastalığını, halsizliğini unutup seslenmiş :
“Çiftçi baba, çiftçi baba, istersen torbanı yükle sırtıma. Kaldıracak halin yok belli. Sana yardım edebilirim belki.”
Çiftçi o kadar sevinmiş ki, hayvanın boynuna sarılmış, torbayı sırtına atmış.
“Eşek kardeş, belli, seni Tanrı gönderdi... Sağolasın! Ama sen de ne kadar zayıfsın. Üstelik soluyorsun. Titriyorsun. Besbelli, hastasın. Ama yine de ben, senden daha hasta ve dermansızım.”
İki bitkin yolcu konuşa konuşa bir kulübeye gelmişler. İhtiyar sırtından torbayı indirirken eşeğe teşekkür etmiş :
“Buyur” demiş. “Biraz dinlen. Belki gideceğin yol uzundur.”
Eşek üzüntüyle kafasını sallamış :
“Gideceğim yer yok ki!”
“Ya evin barkın?”
“Yok... Yok!”
“Eşin, dostun?”
“Yok dedim ya!”
Başlamış başından geçenleri birer birer anlatmaya. Sözlerini bitirirken,
“Tanrı kimseyi benim gibi düşürmesin”demiş. “Artık bundan sonra bir köşeye çekilip ölümümü bekleyeceğim.”
Kafasını uzun uzun kaşımış sevimli ihtiyarcık :
“Doğrusu sevgili eşek,” demiş. “Hikayen pek acıklı. Naparsın, dünyanın hali bu! Sen de fazla duygulusun. Belli. Bir dostun seni terk etti diye bu dünyayı terk etmeye değer mi? Gel, burada kal. Yemeğime ortak ol. Kıt kanaat geçinir gideriz. Üstelik, biz arkadaş değerini biliriz.”
Pek sevinmiş eşekçik. Yüreğine su serpilmiş. Mutlulukla ihtiyarın evine yerleşmiş. Neşeli günler yaşamaya başlamışlar. Günler ayları, aylar yılları kovalamış.
Bir gün kentteki zengin sütçünün varlığını kaybettiği, yorgan döşek hasta düştüğü haberi ortalığa yayılmış. İhtiyar :
“Sana ettiğini buldu!” demiş eşeğe.
Ama eşeğin yüreği acıyla burkulmuş. Sormuş soruşturmuş. Eski sahibine kimsenin bakmadığını, pek zavallı bir durumda son günlerini saydığını öğrenmiş.
“Ne de olsa eski dost, varayım helâllaşayım. Bir yararım dokunur mu sorayım” demiş.
Yola düşmüş.
Ölüm döşeğinde bulmuş eski sahibini. Gitmiş,öpmüş ellerini.
Sahibi önce tanıyamamış. Ama, dikkatli bakınca sevinçle boynuna atılmış :
“Gel, benim eski dostum!” demiş. “Şu zavallı sahibini bağışla. Anladım ki arkadaşlık,
dostluk parayla ölçülmemeli. Doğrusu, sen eşekliğinle iyi ders verdin bana. Yalvarırım, sana yaptıklarım için beni bağışla!” demiş ve ruhunu teslim etmiş.
İnce duygulu eşek, sahibinin başında uzun süre ağlamış. Son görevlerini de yerine getirdikten sonra çiftçinin yanına dönmüş.
İhtiyar çiftçi onu sevgiyle karşılamış ve demiş ki :
“Sevgili dostum, hoş geldin!.. Doğrusu soyluluğun gözlerimi yaşartıyor. Başkası olsaydı gitmezdi. Oysa, sen başkalarından çok değişiksin. Böyle hiçbir karşılık beklemeden sevmek ve yardımcı olmak ne güzel! Artık bu güzel huyunu öğrendim ya, malım mülküm, varım yoğum senindir. Var,bildiğin gibi yaşa. Şunu unutma sakın; senin gibi olanlar bir gün mutlaka kavuşur hak ettiğine!”

rock_alltime 04-06-2008 11:53 AM

Cevap : Çocuk Masalları
 
İNSAN YİYEN BİTKİ

Güneş Otel sahibi Ali Bulut otelin bahçesine büyük bir sera yaptırmış ve bu serada tropikal bitkiler yetiştiriyordu. Afrika’dan getirilen et yiyen bir bitki vardı ki, Ali Bulut, onun dört yıldır bir santim bile büyümediğinden yakınırdı. Et yiyordu, balık yiyordu ama hiç büyümüyordu. Aslında bitkinin büyümesi gerekti ve büyüyordu. Hem öylesine büyümüştü ki, boyu yirmi metreyi geçmişti ama Ali Bulut bunu görememişti. Bitki yukarı değil, aşağı boy atıyordu. Gövde toprak altındaydı. Görünen beyindi. O beyin birkaç ay sonra inanılmaz büyüklükteki gövdeyi harekete geçirecek, bitki insan yiyen bir canavara dönüşecek ve şehrin altını üstüne getirerek etrafa kan ve ölüm saçacaktı.

Aradan birkaç ay geçti. Yaz günüydü. Bitki kıpırdanmaya başladı. Beyin giderek yükseliyor ve gövde toprak altından çıkıyordu. Seranın dört metre yüksekliğindeki tavanına çarpan beyin gövdeye yakın kökleriyle serayı kaldırarak Güneş Otel’e fırlattı. Otelin ikinci katının bazı camları kırıldı. Ne oluyor diyerek pencerelere koşan insanlar bahçedeki dev bitkiyi gördüler. Devamlı olarak daha uzun ve kalın kökler topraktan çıkıyordu. Korkuya kapılan insanlar otelin çıkış kapısına ve yangın merdivenine hücum ettiler. Bu insanlardan çoğu kökler tarafından yakalanarak kuyu biçimindeki ağza atıldılar. Bitki insan yedikçe büyümesi hızlanıyordu. Bitkinin kökleri şehrin başka yerlerinde de topraktan çıkarak insanları yemeye ve evleri yıkmaya başladı. Koşarak kaçan veya arabasına binerek şehri terk eden insanlar çoktu. Bir saat sonra ise, şehirde kimse kalmamıştı. Şehrin çevresi askeri birlikler tarafından sarılmıştı. Askeri birlikler insan yiyen bitkiye binlerce kurşun ve bomba attılar. Gelen bir emir üzerine ateş kesildi, çünkü insan yiyen bitkiye bunlar tesir etmiyordu.

Ali Bulut bir haftadır kaçakçılık anlaşması yapmak için yurtdışındaydı. Olayı televizyon haberlerinden öğrenince özel uçağına atladığı gibi geldi. Bir aralık yardımcısına: “ Kızdığım zaman köse bitki diyordum. Şuna istediğimi yaptırabilirsem dünyaya hakim olurum. “ Ali Bulut komutandan izin alarak asker kordonunu aştı: “ Canım, yavrum benim. Ben geldim, bak baban geldi. Çok insan yemişsin ama beni yeme. Ben seni et ve balıkla besledim. “ Ali Bulut hem konuşuyor hem de kökler arasından yürüyordu. Kökler uzun süre ona dokunmadı ama gövdenin yanına gelince yakaladılar. Ali Bulut bağırmaya başladı: “ Dur, beni bırak. Bütün servetim senin olsun. Milyarlarım senin olsun. “

İnsan yiyen bitki ilk kez konuştu: “ Hangi senin servet, hangi milyarlar. İnsan sağlığına zararlı maddeler satarak, kaçakçılık yaparak, onun bunun hakkını çalarak zorla sahiplendiğin paralar. Senden nefret ediyorum Ali Bulut, artık parayı unut. Bak ağzıma, dışardan belli olmuyor ama içersi çok sıcaktır. Bundan sonra kötülük yapamayacaksın.” İnsan yiyen bitki Ali Bulut’u yedikten sonra yarım saat geçti. Onu durduracak kuvvet yoktu. İstese köklerini ayak gibi kullanıp çok uzaklara gidebilirdi. Nedeni bilinmez bir şekilde hareketsiz duruyordu.

Bitki uzmanı, tropikal bitkiler üzerinde araştırma yapmakta olan bir bilim adamı, komutanın yanına gelerek, insan yiyen bitkiyi tamamen zararsız hale getirebileceğini söyledi. Şişedeki ilaç iğneyle bitkiye şırınga edilirse, bitki ölürdü. Komutandan izin alan bitki uzmanı elindeki iğneyle insan yiyen bitkinin köklerine yaklaşmaya başladı. Köklerin yanından geçerken aniden dönerek iğneyi köke sapladı ve ilacı şırınga etti. Bitki uzmanı daha sonra iğneyi yere atarak yürümeye devam etti. Geri dönüp kaçsa hemen yakalanırdı. Bunu biliyordu. O zaman insan yiyen bitkiyi şüphelendirebilir ve bitki durumu anlarsa ilaçlı kökü koparıp atar ve kendini mutlak bir ölümden kurtarabilirdi. On dakika sonra insan yiyen bitkinin gövdesi sarsıldı ve ağzından ahh diye bir feryat işitildi. Kökler titremeye başladı. İlaç beyine ulaşmıştı. Artık kurtuluşu yoktu. Ölüm gelmişti.


“ Ben, dedi, insan yiyen bitki, belki yanlış yaptım gibi gözüktü sana ama doğrusu buydu. O insanların ölmesi lazımdı. Özellikle Ali Bulut’un. Diğer ölenler de onun adamlarıydı. Şehri dört koldan sarmıştı Ali Bulut’un çetesi. Onları öldürdüm, onların evlerini yıktım. Hepsi kötü insandı. Bir tek iyi insanın canına, malına zarar vermedim. Askerler ezilmesin diye şehri terk etmedim. Seni gelirken gördüm elinde iğne vardı ama o iğnenin beni öldürebileceğini düşünemedim. Herneyse böylesi daha iyi oldu, tabii kötüler için. Neden varolduğum anlaşılsa ve bana yardımcı olunsa insanlar arasında zararlı olanları ayıklardım. Sessizce yeraltından sokulur, konuşmaları duyar ve onları ayıklardım. “

İnsan yiyen bitki daha fazla konuşamadı. İlaç, onun beyinsel fonksiyonlarını durdurmuştu. Ölmüştü. Bitki uzmanı ise yaptığı hatayı anlamış ve dizlerinin üstüne çökmüştü. Ağlıyordu.

Serdar Yıldırım

rock_alltime 04-06-2008 11:55 AM

Cevap : Çocuk Masalları
 
KAMYON

Kamyon, Zincirli Han'ın dar ve basık kapısından, yan duvarlara sürtünüp sıvaları dökerek ve üzerine bağlanmış sepetlerle çuvalları dört tarafa fırlatarak ıkına sıkına çıktı. Şoför bir eliyle direksiyona yapışmış, dört metre genişliğindeki sokağın karşı tarafındaki berber dükkanlarına girmeden sola manevra yapabilmeye uğraşıyor, öteki eliyle de ağzına peynirli pide tıkıyordu. Toz, çamur, benzin, makine yağı tabakaların altında elbisesinin ve yüzünün rengi pek belli olmayan şoför yamağı arka tarafta durmuş, iki yana koşarak şoföre:
"İleri!.. Geri!.. Yana!.." diye işaretleri veriyor, bir taraftan da soğan ekmek tıkınıyordu. Kamyon, içindeki yirmi iki müşterisiyle beraber sokağa çıkıp biraz ilerledikten sonra durdu. Uzaktan doğru koşup gelen bir çocukla, otomobilde heybesini bacaklarının arasına almış değirmi sakallı birisi fiskos edip konuşmaya başladılar. Ara sıra duyulan "Buğday, veresiye defteri, şinik, sekiz metre kara di mi..." gibi sözlerden, İzmir'e giden manifaturacının oğluna dükkan idaresi ve köylülerle veresiye muamelesinin şekli hakkında son talimatı verdiği anlaşılıyordu. İkide birde sabırsızlıkla arkasına dönüp bakan şoföre şöyle bir başını çevirip:
"Dur azıcık... patlamadın a!.." diyor; sonra gözlerini müşterilerde de gezdirerek sözünün yalnız şoföre değil, başka sabırsızlanan varsa onlara da dokunur olduğunu anlatmak istiyordu.
Bu sırada, sırtındaki eski bir heybe ile çok genç bir köylü otomobile yaklıştı; tereddüt eder gibi bir müddet şoföre baktıktan sonra:
"İzmir'e mi?" diye sordu.
"Oraya!.."
"Beni de alır mısınız?"
"Yer yok!.."
Delikanlı hemen arkasını döndü, uzaklaşmaya başladı. Fakat şoförün penceresine dayanarak ona birtakım şeyler havale eden esmer, uzun boylu, sırım gibi incelmiş boyunbağlı birisi arkasından bağırdı:
"Gel buraya! Hey... Delikanlı!.."
Köylü döndü. Esmer, uzun boylu bir adam şoföre:
"Ne diye yer yokmuş, arkada bir yere sıkışır!.." dedi.

Bu adam kamyonun sahibi idi. Şoför yüzünü buruşturarak indi. Delikanlıdan yarım lira peşin aldı. Sonra, arabanın arka kapağını gevşeterek eğri bir şekle koyan ve üzerine çulları seren öteki köylüleri sıkıştırıp, yeni gelene bir yer açtı. Zaten dizleri üzerine çömelerek ancak sığışabilen yolcular hem; "olmaz, buraya nasıl sığar!" diye söyleniyorlar, hem de her setre pantolonlunun emrine itaate alışık bir tavırla birbirlerini iterek yer açıyorlardı. Genç köylü bir kıyıya çömeldi, heybesini altına aldı ve kamyon, hızla bir sarsıldıktan sonra yürüdü.
Şoförün yanında oturan siyah elbiseli, gümüş çerçeveli gözlük takmış, yaşlıca, sünepe tavırlı bir adam -Beyşehir tarafına dava toplamaya giden bir avukat,- başını arkaya çevirerek! "Uğurlar olsun cümlemize!" diye bağırdı. İçerdekiler hepsi birden aynı sözü tekrarladılar. Konya'dan çıkıp Beyşehir'e giden yolun başlangıcındaki dik yokuşu tırmanmaya başlayınca, herkes yanındaki ile veya çaprazlama ta öbür baştaki biriyle lafa koyuldu, birkaç kişi yalnız cıgara içip dumanını savuruyordu. Birbiri arkasına dizili tahta sıralarda oturmayıp yarım lira eksiğine en arkada yere çömelen ve kamyonun şiddetle sarsılan bu kısmında ikide birde, başlamak üzere olan uykularından fırlatılan köylüler, cıgara da içmeyerek, boş gözlerle bakışıyorlardı.
Sonradan gelen genç köylü ilk defa otomobile biniyordu. Benzi sapsarıydı. Bunun yarısı alışmadığı bir şeyde hızlı hızlı götürülmenin verdiği heyecan ve korkudan, yarısı da başka bir şeyden geliyordu.
Konya'ya bir saat ötedeki bir köyden olan bu delikanlı otomobile binmişti, İzmir'e gidecekti. Araba İzmir'e gelince şoför yolcuları selâmetlemeden evvel nedense yol parasının üstünü toplamak âdetindeydi. Bunu genç köylü de biliyordu, fakat yazık ki şoförün bu isteğini yerine getirecek vaziyette değildi. Yanında beş parası bile yoktu.
Mahsuller para etmeyince, vergiler ödenmez hale gelince, evde tuz, gaz tükenip yerine yenisi konmayınca oğul babasını bir kenara çekmiş:

"Baba, ben gidip şehirlerde çalışayım. Bak, köyün yarısı gitti, İzmir'de çok iş varmış. Fabrikalarda adamına göre yarım lire yevmiye bile veriyorlarmış. Kışın burada kalıp yük olacağıma, gidip ekmeğimi ararım, harman zamanında gene gelir, tarlada çalışırım...! demişti. İhtiyar babasının aklı ermedi ve fakirlikten söz söyleyemez, fikir ortaya atamaz hale geldiği için peki dedi. Ve on sekiz yaşındaki delikanlı, bundan evvel İzmir'e gidip gelenlerden akıl danışmaya gitti.

İzmir'e gitmek için evvela Konya'dan otobüse binmek lazımdı. Beyşehir, Karaağaç, Ödemiş üzerinden iki üç günde varılıyordu. Yol parası beş lira idi. İzmir'e varınca hemşerileri bulup ötesini onlardan öğrenmek lazımdı.
Delikanlı bunun üzerine yol parası tedarikine çıktı. Fakat evindeki eski bir çifteye bir liradan fazla veren bulunmadı. Beş lira gibi mühim bir parayı köyde bir araya getirebilmek, bir hafta uğraştığı halde, mümkün olmadı. Ne yapacağını şaşırmış bir halde iken bakkalın oğluna rastladı. Bu çocuk bir zamanlar babasının yanından kaçıp şoför muavinliği yapmıştı. Kendisine akıl öğretti:

"Ülen, sen deli misin? Otomobile de para mı verilirmiş?.." dedi ve ona, şoföre yarım lirayı peşin verdikten sonra bir daha beş para vermemesini, İzmir'e yaklaştıkları zaman usulca arkadan atlayarak tüymesini ve İzmir'e yayan girmesini söyledi. Yalnız şunu da ilave etti:
"Amanın tetik ol, İzmir'e girmeden otomobili durdurup yol parasını toplarlar. Sen daha evvel atlamazsan yandığın gündür. Şoförler seni yatırıp suyunu çıkarana kadar döverler, üstelik de don gömlekten gayri neyin varsa alırlar..."

İşte bu on sekiz yaşındaki köylü delikanlısı, cebinden elli kuruşu peşin verdikten sonra, böylece on parasız otomobile binmiş, İzmir'e ameleliğe gidiyordu.
Yolculuğun ikinci günü akşamına doğru genç köylü olduğu yerde rahat oturamamaya başladı. Yola çıkalıdan beri açtı. Köyden beraber aldığı azıcık yufkayı daha biner binmez yemişti. Yanıbaşında kuru ve siyah bir ekmeği ağır ağır geveleyen köylülere yutkunarak bakıyor, sanki başı dönüyormuş gibi gözlerini kapayarak kafasını kamyonun sarsılan tahtalarına dayıyordu. Sonra birdenbire irkiliyor, yerinden azıcık doğrularak öne, şoföre doğru bakıyor, tekrar sıkıştığı yere büzülüyordu. İçinde, otomobil ilerledikçe büyüyen bir korku ona arasıra açlığını unutturuyor, yahut açlıkla karışarak onu sersemletiyordu. İzmir'e yaklaştıklarını yolcuların konuşmalarından anlamıştı. Fakat ne kadar yaklaştılar? Atlayacak, kaçacak zaman geldi mi? Eğer daha çok varsa bu Allah'ın dağlarında gece yarısı nasıl yolu bulacak, buralarda nasıl geceleyecek? Ya candarmaların eline düşerse?.. Ya şoför parayı vermeden atlayıp kaçtığını karakola haber verirse?.. O zaman candarmaların dayağı mı daha kötü idi, şoförün dayağı mı? Belki otomobildeki müşterilerden bir merhametli çıkar da bunu dövdürmezdi. Fakat bu kadar adamın içinde rezil olmak vardı. Üstelik don gömlekle kalacaktı. Bu kılıkta İzmir'e nasıl girer, hemşerilerini nasıl arardı? Atlamaktan başka çare yoktu...
Fakat atlamayı nasıl becerecekti? Kamyon, arkasından atılmış pamuk gibi bir toz yığını bırakarak koşuyor, dar dönemeçlerde, içindekileri bir yandan bir yana fırlatarak, kıvrıntılar yapıyordu. Birçok defa gördüğü halde hiç içine binmediği bu acayip şey, çıkardığı gürültü ve insanı sersem eden hızıyla, ciğerlere ve beyne dolan sıcak benzin kokusu ile birdenbire korkunç bir kılık alan bu makine ona anlaşılmaz bir ürkeklik veriyordu. Bu ara toz, gürültü ve sürat kargaşalığı içinde dumanlanan kafasından, bozuk bir rüya şeridi gibi, köyü, kendisine anlatılan İzmir'in hayalinde yarattığı vuzuhsuz şekilleri, şoförün benzin kokulu, Beyşehir'den inen siyah ceketinden fırlayan sıska ensesi geçiyordu.
Arasıra otomobil herhangi bir sebeple yavaşlar gibi olunca delikanlı yüzünde zaptemediği bir dehşet ifadesiyle yerinden fırlıyor, "acaba duracak mı? Para toplamaya mı başlayacak?" diyor; araba tekrar hızlanınca derin bir nefes alarak yerine çekiliyor ve atlamak için katî kararını veriyordu. Fakat nasıl atlayacak? Bu kamyon, bu gitgide gözünde büyüyen, bütün hislerine, alışamadığı ve ezici tesirler yapan korku makinesi kendisini bir kıskaç gibi yakalamıştı. Buradan kurtulmasına imkan olmadığını sanıyordu. Gözleri alev alev olmuş, dört tarafına bakınıyor, etrafındaki köylülerin, ön sıralarında oturan efendilerin hep kendisine baktıklarını, biraz kımıldasa yakasına yapışacaklarını zannediyordu. Alnından yanaklarına doğru terler akıyor ve şakaklarındaki ayva tüylerini ıslatıyordu.
Otomobil birdenbire yavaşladı. Yolun sol tarafı sarp bir kesme idi ve sağ tarafta, iki minare boyunda bir yar, esner gibi ağzını açmıştı. Yol birdenbire darlaşıyordu. Motorun hafifleyen gürültüsü arasında aşağıdan doğru gelen bir su şırıltısı duyuluyordu. Henüz taş bile döşenmemiş olan şosenin bu kısmında çökme ve kayma tehlikesi bulunduğu için yolcular burada yayan yürür ve otomobiller yavaş yavaş ilerlerdi. Bunun için otomobili tamamen durdurmadan şoför başını arkaya doğru çevirdi ve:

"Haydi beyler!" dedi.
Birdenbire arka tarafta bir hareket oldu: Delikanlı, gözleri dönmüş, korkudan titreyerek, kendini dışarıya, yolun üstüne fırlattı. Fakat daha durmamış olan otomobilden bu tersine atlayış ona muvazenesini kaybettirdi; olduğu yerde birkaç kere döndükten sonra aşağı boşa gitti ve eliyle çalılara tutunmaya çabalayarak, kafası sivri taşlara çarpa çarpa ve arkasından acı bir hışırtı ile akan topraklar ve ufak taşlarla birlikte, yardan aşağıya, şimdi şırıltısı daha çok duyulan dereye doğru yuvarlandı.

rock_alltime 04-06-2008 11:56 AM

Cevap : Çocuk Masalları
 
KAR TANESİ

Bir varmış,bir yokmuş...
Eski çağlarda, kuzey ülkelerinden birinde, ormanlar içindeki küçük bir köyde, Daniel adında bir çiftçi ve Anna adındaki karısı yaşıyorlarmış. Artık genç sayılmayacak yaşa gelmiş oldukları halde, Daniel ve Anna'nın çocukları yokmuş. Halleri vakitleri yerinde olduğundan, çocuksuz olmak, karı kocayı çok üzmekteymiş. Ama her ikisi de iyi kalpli insanlar oldukları için, yalnızlıklarını gidermek için türlü yollara sapar, huysuz ihtiyarlar gibi yaşamazlarmış.

Daniel ve Anna, köyün bütün çocuklarına sevgi gösterir, her fırsatta komşu çocuklar için pastalar yapar, onları evlerinde misafir eder ve ağırlarlarmış. Ayrıca evlerinde altı tane kedi, dört tane de köpekleri varmış. Yalnız ev hayvanlarına değil, ormanda yaşayan yaratıklara da iyi davranırlarmış. Bütün bunlara rağmen, yaşlı karı koca, bir çocukları olsa daha da mutlu olacaklarını düşünmekten kendilerini alamazlar mış. Bir kış günü, Daniel ve Anna'nın yaşadıkları köyü karlar kaplamış. O kadar kar yağmış ki,evlerin kapıları dışarda biriken kar yüzünden açılamaz olmuş. Çiftçiler bütün kış hazırlıklarını yazdan yapmış oldukları için evlerine çekilmiş, burunlarını bile dışarı çıkarmıyor, gürül gürül yanan ocaklarının karşısın da oturup pencerelerinden dışarı bakıyorlarmış. Çiftçi çocukları ise, kar yağmaya başlayınca sabırsızlan mışlar.Bir önceki senenin kışında kar ve buzla kaplı oyun yerlerinde oynadıkları oyunları hatırlıyor ve dışarı çıkmak istiyorlarmış.

Nihayet ertesi günü kar dinince artık çocukları evde tutmak mümkün olmamış. Her tarafı diz boyu karla kaplı olan bahçeler, sabahın erken saatlerinde irili ufaklı çocuklarla dolmuş. Kimisi kar topu oynamaya, kimisi kayak kaydırmaya, kimisi de kardan adam yapmaya başlamış.
Daniel ve Anna pencerelerinden çocukları seyrederken kendileri de dışarı çıkıp karlar arasında oynamak hevesine kapılmışlar. Üstlerine kalın elbiseler giyip bahçeye çıkmışlar.

Yumuşak, temiz bir halı gibi ayakları altında ezilen karın içinde gezmek bile başlı başına bir eğlen ceymiş. Karı koca, arkalarından köpekleri koşturarak bahçede kovalamaca oynamışlar.
Bir müddet sonra yorulmaya başlayınca daha az hareketli bir oyun oynamaya karar vermişler. Komşu bahçede çocukların yaptığı kocaman bir kardan adama gözleri ilişen Anna, ellerini çırparak bağırmış:
--Daniel buldum... Değişiklik olsun diye biz de kardan bir kadın yapalım.
Daniel başını sallayarak itiraz etmiş:
--Hayır... Kardan bir çocuk yapalım.
Anna bu fikri çok beğenmiş. Hemen küçük bir kartopunu yerde yuvarlayarak büyütmüş ve bir kenara ayırmışlar. Bir yuvarlak kartopuna küçük kol ve bacaklar uydurmak için karları avuçlayıp şekil vermişler. Sonra daha küçük bir kartopundan da baş yapıp gövdenin üstüne oturtmuşlar. Usul usul kar parçasını yontarak kardan güzel bir çocuk yapmışlar. Çocuğun gözleri yerine iki yuvarlak kömür parçası, burnu yerine koni şeklinde bir küçük havuç, saçı yerine de bir tutam siyah at kılı yapıştırmışlar. O zaman kardan çocuk daha da güzelleşmiş.

İşin sonlarına doğru üşümeye başladığı için artık içeri girmeyi düşünen Anna,birden elinin üstünde ılık bir nefesin sıcaklığını hissetmiş. Hemen başını çevirip bakmış. Bir de ne görsün?.. Küçük kardan çocuğun gözleri beyaz karların arasında pırıl pırıl parlayıp dönmüyor mu?

Anna heyecanla kocasına seslenmiş:
--Daniel.. Hayal mi görüyorum? Bu kardan bebeğin gözleri oynuyor gibi geldi bana..
Ama Anna hayal görmüyormuş, gerçekten de kardan çocuk canlanmış. Daniel kollarını kardan çocuğun boynuna dolayıp onu sevmek isteyince, parmaklarının değdiği yerlerden, inceli kalınlı, sıva gibi kar parçacıkları dökülmüş. Bu döküntüler, tıpkı bir yumurtanın kabuğuna benziyormuş. Kabukların için den küçük, çok güzel bir kardan bebek çıkmış. Bebek gülüyor, sesler çıkarıyor ve kıpırdanıyormuş. Anna hemen atılıp bebeği etekliğine sarmış:

--Çabuk içeri gidelim Daniel, diye bağırmış. Tanrı dileğimizi kabul etti ve bize bir çocuk verdi. Ama onu hiç kimseye göstermeyelim. Köy halkı kardan yaptığımız bir bebeğin canlandığını duymasın..
Heyecanla hemen evlerine kapanmışlar. Kardan kızlarının adını "kar tanesi" koymuşlar. Bu isim ona çok da yakışıyormuş, çünkü bütün vücudu kar kadar beyaz olan bebeğin yalnız saçları ve gözleri siyahmış. Kar tanesi o kadar çabuk büyüyormuş ki bir hafta içinde on üç yaşlarında bir kız kadar gelişmiş, büyümüş. Anna komşu kadınlara kar tanesini yeğenleri olarak tanıtmış. Kar tanesi gün geçtikçe büyüyor, güzelleşiyor ve bütün köylüler tarafından çok seviliyormuş. Her gün köyün çocukları kar tanesiyle oynamak için evlerine geliyormuş.

Bahar ayları yaklaştıkça, çocuklar başka oyunlar oynamaya başlamış. Ama kar tanesi kışın olduğu kadar neşeli görünmüyormuş. Durumu farkeden Anna ve Daniel telaşlanmaya başlamışlar, çünkü kar tanesi artık her zamanki gibi yemek de yemiyormuş. Anne ve baba çocuğa sordukları halde bir cevap alamamışlar. Kar tanesi bahar boyunca gölgeli ve serin yerlerde tek başına dolaşmış ve her gün biraz daha solmuş. Yaz ayları gelip çattığında ise kar tanesi evden dışarı çıkmak istemiyor, davetleri reddediyormuş.

O ülkede her sene yaz ortası büyük bir bayram yapılırmış. Yaz bayramı günü gelince, Daniel ve Anna, yanlarına kar tanesini alarak bayram yerine gitmişler. Ormanın orta yerinde, ağaçlık ve çimenlik bir alana yerleşmişler. Bütün köy halkı ordaymış. Herkes gülüp oynuyor, eğleniyormuş. Yalnız kar tanesi günün güneşli olduğu saatler boyunca hiç bir eğlenceye katılmamış. Serin bir ağaç gölgesinde oturmayı tercih etmiş. Ortalık karardığı zaman, arkadaşları gelip kar tanesini saklandığı yerden almış ve oyuna götürmüşler. Ormanın açıklık bir yerinde kocaman bir ateş yakılmış. Bütün çocuklar ateşin üstünden atlayarak sevinç çığlıkları atmaya başlamışlar.

Kar tanesi bu oyunu seyretmekle yetinmiş. Arkadaşlarına katılmayı düşünmüyormuş ama öbür kızlar zorla kar tanesini ateşin yanına götürmüşler. Sıra kar tanesine gelince, arkalarından gelen bir "Ahh" sesi duymuşlar. Dönüp bakınca hiç bir şey görememişler. Kar tanesinin aralarında olmadığını görünce onun ailesinin yanına gittiğini sanmışlar. Oysa bu sırada Daniel ve Anna da kar tanesini arıyorlarmış. Bütün bir gece herkes kar tanesini aramış ama bulamamışlar. Üzüntü içinde evlerinin yolunu tutmuşlar.

Bir gece, kar tanesinin kayboluşundan bir ay kadar sonra, Anna'nın uykusu kaçmış. O sırada korkunç bir fırtına başlamış. Rüzgar çatıları sarsıyor, pencereleri çarpıyormuş. Hava birden bire soğumuş Karı koca oturup fırtınanın dinmesini beklerken, pencereden bir tıkırıtı duyulmuş. Ne olduğunu anlamaya çalışan Anna ve Daniel, kar tanesini pencereden kendilerine bakarken görmüşler. Hemen koşup kızlarını içeri almak istemişler, ama kız gülerek karşı koymuş. Onlara demiş ki:
--Ev çok sıcak. Sizin çok sevdiğiniz yaz aylarından ben hoşlanmıyorum. Ben kardan yapılmış olduğum için sıcağa dayanamıyorum. Yaz bayramında ateşin üstünden atlarken eriyip yok olmuştum. Benim için ne kadar üzüldüğünüzü gördüğüm halde, gelip sizinle birlikte yaşayamadım. Bu günkü fırtına benim amcamdır. Ondan rica ettim, havayı biraz soğuttu. Ben de sizi görmeye geldim. Yaz aylarında sizinle birlikte oturmama imkan yok. Ama kış gelip de ilk kar düşünce, kardan bir çocuk yaparsınız, yine sizin yanınıza gelirim.

Bu sözleri gözleri yaş dolu olarak dinleyen Anna, kış gelene kadar beklemeye razı olmuş. Ama Daniel'in aklına daha iyi bir fikir gelmiş.

--Senin bütün korkun sıcak havalardan ve güneş ışığından değil mi kar tanesi? diye sormuş. Kız evet demek ister gibi başını sallamış. O zaman Daniel şunları söylemiş.

--Öyleyse yarından tezi yok, evimizi ve tarlalarımızı satıp, daha kuzeyde, daha soğuk bir yere taşınıyoruz. Kışın yılda on ay sürdüğü o kuzey ülkelerinde, yaz aylarında bile kar vardır. Orada bizimle beraber yaşarsın değil mi?

Bu fikir kar tanesinin çok hoşuna gitmiş. Sevinçle ellerini çırpmış.

Aradan bir ay geçtikten sonra, Daniel ve Anna, kuzeyde, soğuk bir yere, halkı balıkçılık ve avcılıkla geçinen bir köye taşınmışlar. Aynı gün, kar tanesi onların yanına gelmiş. Hep birlikte yaşamış ve ömürlerinin sonuna kadar mutlu olmuşlar.

Bu masaldan alınacak ders: Eğer insanlar çok güçlü bir sevgi bağıyla birbirlerine kenetlenmişlerse; birlikte olabilmek ve mutlu yaşayabilmek için önlerine çıkan her engeli kolayca geçerler.

Bilinmiyor

rock_alltime 04-06-2008 11:57 AM

Cevap : Çocuk Masalları
 
KATI YÜREKLİ ZENGİN

Ayna ayna, güzel ayna
Ayna ayna, şeker ayna
Ayna ayna, cici ayna; kim neler yaşamış anlat bana

Ve sevgili aynacık gece mavisinde başlamış anlatmaya

Güzel bir ilkbahar sabahında, henüz kimsecikler yatağında doğrulmamışken, kuşlar o dal senin bu dal benim uçuşmaya başlamışlar bile. Yeni yeşermiş ağaçlar rengarenk çiçekleriyle yeryüzüne yeni bir hayat sunuyorlarmış. Önce gök aydınlanmış, sonra güneş hafifçe başını çıkarmış saklandığı yerden. Güller, karanfiller, zambaklar, papatyalar, küstümçiçekleri, menekşeler, sünbüller birbiriyle yarışır gibi açıyorlarmış.

İşte böylesine güzel bir bahar sabahında, insanlar uyanmak için hiç de zorlanmazlarmış. Gözlerini açar-açmaz çiçeklerin süslediği bahçelerine koşarlar, o mis kokulu havayı ciğerlerine doldururlarmış. Günleri sevinç ve neşe içinde geçermiş.

İlkbaharın, tüm güzelliğini hediye ettiği bu memlekette herkes güleryüzlü, merhametli, konuksever ve iyi kalpliymiş. Bir karıncayı bile incitmekten korkarlarmış. Kazandıklarının bir kısmını fakir olanlara hediye ederler, onların sıkıntılarını azaltmaya çalışırlarmış.

Fakat bu memlekette kese kese altınları, elmasları, gümüşleri, sandık sandık incileri olan bir adam yaşarmış ki; bir kez olsun güldüğünü gören olmamış. Kapısını kim çalsa en ağır sözlerle onu evinden kovarmış. Hiçkimseden hoşlanmadığı için hiçkimse de ondan hoşlanmazmış.

Birgün elbiseleri yıpranmış, açlıktan benzi solmuş bir adam bu katı yüreklinin evine varmış, kapısını çalmış. Kapıyı açan hizmetçi, karşısında bir dilenci görünce onu uyarmak istemiş ve demiş ki;

- Bu evin sahibi çok katı yüreklidir. Sana hiçbir şey vermez. Ondan ağır bir söz işitmeden gitsen iyi olur. Yoksa kalbini kırar.

Hizmetçi dilenciye bu sözleri söylerken evin sahibi çıkagelmiş. Gür sesiyle evi inleterek;

- Kimdir beni rahatsız etmekten çekinmeyen, diye sormuş.

Dilenci elini uzatarak;

- Efendim, ben çok açım. Bir parça ekmek vererek iyilikte bulunmak istemez misiniz, demiş.

Adam öfkeden ne yapacağını şaşırarak dilenciye haykırmış:

- Sor bakalım, bu memlekette benim evimden bir dilenciye, bir lokma ekmek çıkmış mı? Var git yoluna. Ekmeğini başka kapılarda ara. Ne diye sana yardım edeyim!

Bu sözleri işiten zavallı dilencinin kalbi kırılmış. Usulca elini çekmiş, tek kelime etmeden dönmüş gitmiş. Fakat adamın o halini merak etmemek mümkün mü? Dilenci de merak etmiş tabiî. Kendi kendine konuşmuş durmuş:

- Ben fakirim, hiç gülmesem “niye gülmüyorsun” diye soran olmaz. Peki bu adamın derdi ne? Aç değil, açıkta değil. Memleketi satın alacak kadar parası var. Ama güldüğü hiç görülmemiş. Yazık, ne kadar yazık. Bu hayattan zevk almasını öğrenememiş. İnsanlardan köşe-bucak kaçıyor. Bereket mi kalır o evde!

Bu olayın üzerinden yıllar geçmiş. Belki on yıl, belki on-beş Ölen ölmüş, kalan kalmış. Kimi zaman zor günler yaşanmış, kimi zaman sevinç sarmış her yanı. Zengin adamın başına bir felaket gelmiş. O servet sanki toz olmuş uçmuş. Daha ne olup bittiğini anlamadan, adam kendisini sokakta buluvermiş. Kapı kapı dolaşıp bir parça ekmek için el açmaya başlamış.

Birgün şehrin sokaklarında böyle dolaşırken, ihtişamlı bir evin karşısında durmuş. Ve ona bakmaya başlamış. Eski günleri, o çok zengin olduğu günleri hatırından geçirir gibi uzun uzun bakmış eve. Sonra da gidip kapısını çalmış. Kapıyı açan hizmetçi karşısında bir dilenci görünce konuşmadan içeri girmiş. Kısa bir süre sonra geri döndüğünde elinde bir sepet yiyecek varmış. Sepeti dilenciye uzatırken hayretle bağırmış:

- Olamaz! Siz, siz böyle ne hallere düştünüz.

Hizmetçinin sesine gelen evin sahibi, merakla sormuş:

- Ne var, ne oluyor?

Hizmetçi, eskiden yanında çalıştığı beyin şimdi bir dilenci olduğunu, buna çok üzüldüğünü söylemiş. Ev sahibi ise dilenciyi tanıyınca bu duruma pek şaşırmamış:

- Ben, bir zamanlar onun kapısını çalan yoksuldum. Fakat o, beni evinden kovdu ve benim kalbimi kırdı. Öyle zengindi ki, gözü hiçkimseyi görmezdi. Demek ki, ondan alınan bana verilmiş. Üzülme, onu içeri al. İstediği kadar yesin içsin.

Dilenci içeri alınmış, krallara layık bir şekilde ağırlanmış. Adam yaptığı hatayı anlayarak;

- Hakkınızı helâl edin efendim, demiş. Şükürler olsun ki, henüz yaşıyorken sizinle karşılaştım. Yoksa bu hakkı nasıl ödeyebilirdim.

Bu iki insan uzun seneler beraber, o evde yaşamışlar. Ve adam gülmeyi; insanlara yardım etmenin ne kadar zevkli olduğunu, insana ne kadar güzel bir huzur verdiğini öğrenmiş.

Naz Ferniba

rock_alltime 04-06-2008 11:57 AM

Cevap : Çocuk Masalları
 
KARDA KAYBOLAN KENT

O sabah, Marcovaldo'yu sessizlik uyandırdı. Havada tuhaf bir şey olduğu duygusuyla yataktan kalktı. Saatin kaç olduğunu anlayamıyordu, panjurların çubukları arasındaki ışık, günün, gecenin bütün saatlerindeki ışıktan başkaydı. Pencereyi açtı, kent yok olmuştu, yerini beyaz bir kağıt almıştı. Bakışını yoğunlaştırınca, beyazın ortasında neredeyse silinmiş kimi çizgiler seçti, çevredeki pencereler, damlar, sokak lambaları gibi olağan görünüşün çizgilerinin karşılıklarıydı, ama gece üzerlerine yağan karın altında kaybolmuşlardı.

"Kar!" diye bağırdı Marcovaldo karısına, daha doğrusu bağırmak istedi, ama sesi yavaş çıktı. Tıpkı çizgilerin, renklerin, perspektiflerin üzerine olduğu gibi gürültülerin, daha doğrusu gürültü yapma olanağının üzerine de kar yağmıştı; pamuk döşeli bir ortamda, sesler titreşemiyorlardı.
İşine yaya gitti; kar nedeniyle tramvay çalışmıyordu. Sokakta geçecek yol açarken, daha önce hiç duyumsamadığı gibi özgür buluyordu kendini. Kent sokaklarında kaldırımla taşıt yolu arasındaki yükseklik farkı yok olmuştu, taşıtlar yoldan geçemiyorlardı; Marcovaldo her adımda bacaklarının yarısına kadar kara batsa da, çoraplarının içine kar suyu sızsa da, yolun ortasından yürümek, çimenlere basmak, trafik çizgilerinin dışından karşıya geçmek, zikzak yaparak gitmek özgürlüğüne kavuşmuştu. Sokaklar, caddeler, dağların kayaları arasındaki bitmek bilmeyen ıssız boğazlar gibi uzanıyorlardı. Kim bilir bu örtünün altında gizlenen kent yine aynı kent miydi, yoksa gece bir başka kentle mi yer değiştirilmişti? Kim bilir şu beyaz yükseltilerin altında yine benzin pompaları, gazeteci kulübeleri, tramvay durakları mı vardı, yoksa yalnızca çuval çuval kar mı? Marcovaldo yürürken değişik bir kentte kaybolduğunu düşlüyordu; oysa adımları onu yine her günkü iş yerine, her zamanki ambara götürüyorlardı; eşikten içeri adım atar atmaz, dış dünyayı yok etmiş olan değişiklik, yalnızca çalıştığı firmayı esirgemiş gibi kendini yine aynı duvarların arasında bulunca şaşırdı.
Boyundan daha uzun bir kürek bekliyordu kendini. Ambar şefi Sinyor Viligelmo küreği uzatıp "kapının önündeki kaldırımı temizlemek bize düşüyor," dedi, "yani sana". Marcovaldo küreği koltuğunun altına alıp çıkmak için geri döndü.
Kar küremek çocuk oyuncağı değildi, hele midesi boş birisi için, ama Marcovaldo karı bir dost, yaşamının içine hapis edildiği kafesin duvarlarını yok eden bir etken sayıyordu. Büyük bir hevesle çalışmaya koyuldu, kaldırımdan sokağın ortasına kürek dolusu kar atmaya başladı.

Boşta gezen Sigismondo da kara gönül borcu duyuyordu; çünkü o sabah kar temizleyicisi olarak Belediyeye kaydını yaptırdığından, sonunda bir kaç günlüğüne de olsa işe kavuşmuştu. Ama bu duygu onu Marcovaldo gibi belirsiz hevesler yerine, şu kadar metrekare yeri temizleyebilmek için ne kadar metreküp kar kaldırması gerektiği gibi kesin hesaplara götürüyordu; kısaca ekip şefinin gözüne girmeyi ve -gönlünde yatan aslan buydu- işinde ilerlemeyi amaçlıyordu.
Sigismondo geriye dönünce ne görsün? Yolun daha yeni temizlediği bölümü, ötede, kaldırımdaki soluk soluğa bir adamın rastgele boşalttığı küreklerle yeniden karla örtülmeye başlamıştı. Tepesi attı. Kar dolu küreğini adamın göğsüne yönelterek ona doğru koştu.
"Bana baksana! Sen mi atıyorsun bu karı?"
"Ne? Neyi?" dedi, irkilen Marcovaldo; sonra kabullendi:
"Belki, evet."
"Öyleyse hemen küreğinle temizle, yoksa hepsini yediririm sana."
"Ama kaldırımı temizliyorum ben."
"Ben de sokağı."
"Nereye atayım peki?"
"Belediyede misin sen de?
"Yo. Sbav firmasındayım."
Sigismondo ona, karı kenara yığmayı öğretti, Marcovaldo'da onun bölgesini temizledi. Hoşnut, kürekleri kara saplı, yaptıkları işi seyre koyuldular.
"Yarım sigaran var mı?" diye sordu Sigismondo.

İkisi de birer yarım sigara yakarken, bir kar temizleme aracı, yanlarına düşen iki büyük beyaz dalga kaldırarak sokaktan geçti. O sabah her gürültü yumuşacıktı; ikisi de bakışlarını kaldırdıklarında, temizledikleri yerler yeniden karla örtülmüştü. "Ne oldu? Kar mı başladı?" Gözlerini gökyüzüne kaldırdılar. Makine süpürgelerini döndürerek köşeden dönmüştü bile.
Marcovaldo karı tıkız bir duvar gibi yığmayı öğrendi. Böyle küçük duvarlar oluşturmayı sürdürürse sadece kendisi için sokaklar yapabilecek, nereye gittiğini sadece kendisi bilecek, başka herkes bu sokaklarda yolunu şaşıracaktı. Kenti yeni baştan düzenleyecek, kimsenin gerçek evlerden ayırt edemeyeceği, evler gibi yüksek tepeler dikecekti. Belki de artık bütün evlerin dışı da içi de kara dönüşecekti; anıtlarıyla, çan kuleleriyle, ağaçlarıyla kardan bir kent, kürek vuruşlarıyla yıkıp bir başka biçimde yeniden yapılabilen bir kent.
Kaldırımın kenarında bir yerde büyükçe bir kar birikintisi vardı. Marcovaldo onu da duvarlarıyla aynı yüksekliğe getirmek için düzeltmeye başlamıştı ki, bir otomobil olduğunu anladı; yönetim kurulu başkanı Kommendatore Alboino'nun arabasıydı, her tarafı karla kaplıydı, Bir otomobille bir kar yığını arasındaki ayrımın bu kadar az olduğunu görünce, Marcovaldo kürekle bir otomobil biçimlendirmeye koyuldu. Sonuç başarılı oldu; doğrusu ikisinden hangisinin gerçek olduğu anlaşılmıyordu. Son düzeltmeleri yaparken Marcovaldo küreğe takılan döküntülerden yararlandı; paslı bir teneke kutu bir farın biçimlendirilmesini sağladı; bir musluk parçası da kapının kolu oldu.
Sıra sıra kapıcılar, odacılar, postalar selam durdular, başkan Kommendatore Alboino büyük kapıdan çıktı. Miyoptu, aceleciydi, kararlı bir biçimde süratle otomobiline doğru yürüdü, sarkan musluğu kavradı,çekti, başını eğdi ve boynuna kadar kara saplandı.
Marcovaldo çoktan köşeden kıvrılmıştı, avluyu kürüyordu.
Avluda ki çocuklar kardan adam yapmışlardı.
"Burnu eksik!" dedi içlerinden biri.
"Ne koyalım oraya? Havuç!" Hepsi kendi mutfağına, sebzelerin arasında havuç aramaya koştu.
Marcovaldo kardan adamı seyre dalmıştı. "Karın altında, neyin kar neyin karla kaplı olduğu ayırt edilemiyor; bir insan uymuyor buna, çünkü benim şu karşıdaki değil, ben olduğum biliniyor."
Düşüncelere daldığı için damdan iki kişinin bağırdığını duymadı: "Hey, kardeş, çekilsene biraz oradan!" Dam temizleyicileriydi. Birden, üç kental kar başından aşağıya indi.
Çocuklar ele geçirdikleri havuçlarla döndüler. "A, bir kardan adam daha yapmışlar!" Avlunun ortasında, yan yana, birbirinin aynı iki kardan adam vardı.
"İkisine de burun takalım!" deyip, iki kardan adamın kafalarına birer havuç batırdılar.
Diriden çok ölü gibi olan Marcovaldo, içine gömülüp buz kestiği kılıfı yaran bir yiyeceğin geldiğini duyumsadı. Hemen ağzına attı.
"Anne havuç yok oldu!" Çocuklar çok korkmuşlardı.
En yüreklileri umudunu yitirmedi. Yedek bir burnu vardı, bir biberdi; biberi kardan adama taktı. Kardan adam biberi de yuttu.

Bunun üzerine kardan adama burun olarak bir mangal kömürü takmayı denediler. Marcovaldo olanca gücüyle kömürü tükürdü. "İmdat! Canlı! Canlı!" Çocuklar kaçıştılar.
Avlunun bir köşesinde bir ısı bulutunun yükseldiği bir parmaklık vardı. Marcovaldo, ağır kardan adam adımlarıyla oraya gidip durdu. Kar sırtından aşağı eridi, oluk oluk giysilerinden aktı; soğuktan şişmiş, buz kesmiş bir Marcovaldo çıktı ortaya.

Küreği aldı ısınmak için avluda çalışmaya koyuldu. Bir hapşırık burnunun ucuna gelmiş, orada duruyor, dışarı çıkmaya karar veremiyordu. Marcovaldo gözleri yarı kapalı yürüyordu, hapşırık hep burnunun ucuna tünemiş duruyordu. Birden sanki homurdanır gibi "Haaaap..." yaptı, "...şu" ise bir mayın patlamasından daha güçlü oldu. Havanın yer değiştirmesi nedeniyle Marcovaldo duvara çarptı.
Hapşırma havanın yer değiştirmesinin ötesinde, gerçek bir hortum oluşturmuştu. Avludaki bütün kar havalandı, bir kasırgada olduğu gibi savruldu, yukarıya çekilip gökyüzünde billurlaştı.
Baygın Marcovaldo gözlerini açtığında, avlunun her yeri temizlenmişti, bir tek kar tanesi bile kalmamıştı. Marcovaldo'nun gözleri önünde, gri duvarları, ambarın sandıkları, sıkıcı, itici bütün günlerin nesneleri ile, her zamanki avlu belirdi.



Yazan: Italo Calvino
Türkçesi: Rekin Teksoy
Can yayınları,1991


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.