ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   Nerden & Nasıl Geldik (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=398)
-   -   711. Yıldönümünde Şu Bizim Osmanlı Devleti (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=101431)

GöKKuŞaĞı 01-28-2010 04:10 PM

711. Yıldönümünde Şu Bizim Osmanlı Devleti
 


27 Ocak Osmanlı Devleti’nin kuruluş günü olarak kabul edilir (1299)...
Son bulgulara göre, bu muazzam oluşumun çekirdeği, Merv ve Mahan bölgelerinden Anadolu’ya gelen Oğuzların Bozok kolunun Kayı Boyu’nun Karakeçili Aşireti tarafından atıldı...
Büyük göç Ahlat civarında sekiz sene kadar soluklanıp hazırlandıktan sonra, Batı’ya yöneldi. Ankara yakınlarında Aşiretin Beyi Gündüz Alp öldü. Dul eşi Hayme Ana, eski Türk geleneklerinden gelen bir töreye uygun olarak, bir süreliğine yönetimi ele aldı.
Sungur Tekin, Gündoğdu, Ertuğrul ve Dündar isimli dört oğlu vardı. Dündar henüz çocuk yaştaydı. Hayme Ana yetişkin oğullarını tek tek çağırıp sordu:
“Seni aşirete bey yaparsam, aşireti nereye götüreceksin?”
Sungur Tekin ile Gündoğru yaklaşık olarak aynı cevabı verdiler:
“Geri dönelim. Moğol istilâsı sebebiyle terk etmek zorunda kaldığımız topraklarımıza kavuşalım. Eski topraklarımızda çiftçilik ve hayvancılık yapar, geçinir gideriz.”
Ufukları çiftçilik ve hayvancılıkla sınırlıydı. Hayme Ana, son bir umutla Ertuğrul’u çağırdı ve aynı soruyu sordu...
Ertuğrul’un verdiği cevap, Hayme Ana’nın özlediği cevaptı. Şöyle diyordu: “Anacığım, deryayı (denizi) geçeceğiz ve devlet olacağız!”
Ertuğrul ne deniz görmüştü, ne de devlet bilirdi. Muhtemelen bunları Ahi Evran’ın ve Ahmed Yesevi’nin göçebe dervişlerinden öğrenmişti.
Ağabeyleri buna şiddetle itiraz ettiler. Ufukları sınırlıydı. Herkes ancak ufku kadar vardır.
Ağabeyleri itiraz edince konuyu görüşmek üzere “Aksaçlılar Kurulu” toplandı. Maalesef onlar da ikiye bölünmüştü.
Uzlaşma sağlanamadı.
Sonuçta Ertuğrul’un ağabeyleri, aşiretin yarısından fazlasını yanlarına alarak geri döndüler (Akıbetleri bilinmiyor). Ertuğrul ise peygamber müjdesi (İstanbul) istikametine yöneldi ve yüreğinin götürdüğü yere yürüdü. Yolda karşılaştığı kolaylaştırıcı hadiselerin de yardımıyla Söğüt ve Domaniç’i yurt tuttu. Zamanla Selçukluların “Ucbeyi” oldu. Süreç işlemeye başlamıştı.
Ertuğrul Gazi ölünce yerine oğlu Osman geçti. Devletler ve milletler hayatı açısından çok kısa sayılabilecek bir zaman zarfında çevredeki Bizans kalelerini alıp kök saldı. Sıra Orhan Gazi’ye geldiğinde Osmanoğlu devletleşme sürecindeydi. Orhan Bey hem Hıristiyanlar için kutsal sayılan İznik’i aldı, hem de Bursa’yı fethederek Bizans’ı yüreğinden vurdu... Ardından Rumeli’ye ordu geçirerek Peygamber müjdesini (Bizans’ın fethi) gerçekleştirme yolunda büyük bir adım attı. Artık Bizans kuşatması fiilen başlamıştı.
Bu bir “Yürek Seferi”ydi ve özünde Peygamber-i Alişan Efendimiz’in “fetih” müjdesi vardı. Maksat mal-mülk biriktirmek, şan-şöhret kazanmak değil, Allah adını ilâ etmek, yaymak ve yüceltmekti. Bunu bilen gazi dervişler, abdallar, Alperenler, kısacası yürek adamlar kitleler halinde Osmanlılara katılıyor, Osmanlı ordusu git gide evliyalar ordusuna dönüşüyordu.
Cihan hakimiyeti mefküresi önce yüreklerde tutuşmuş, ardından dünyayı tutmuştu.
Peki Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasında Avrupa ne durumdaydı?
Avrupa’da bölük-pörçük devletcikler vardı. Dönenim en büyük Avrupa Devleti, Altınordu Türk Hakanlığı idi... Moskova Büyük Prensliği ve Novgorod Cumhuriyeti gibi Rus ve Norman devletçikleri, Altınordu’ya bağlıydı.
Finlandiya’ya İsveç Krallığı hâkimdi... Kuzeyde Norveç ve Danimarka Krallıkları bulunuyordu.
Lehistan Krallığı ile Litvanya Büyük Dükalığı önemsiz devletçiklerdir.
Macaristan Avrupa’nın en güçlü devletlerinden biriydi. Sınırları Adriyatik’ten Karadeniz’e kadar uzanıyordu.
Bulgaristan Krallığı ile Eflak ve Boğdan Prenslikleri, (şimdiki Romanya) Altınordu’nun nüfuzu altındaydı. Sırbistan Krallığı ise henüz gelişme halinde küçük bir devletti...
Venedik Cumhuriyeti Avrupa’nın en büyük deniz gücüydü. Bu yüzden Avrupa’da geniş bir etkiye sahipti. Girit ve Ağrıboz gibi bazı önemli adalar da ona aitti. En büyük rakibi Ceneviz Cumhuriyeti idi. Zira Ceneviz’in de denizlerde hakimiyeti tartışılmazdı.
Orta İtalya, Papalık Devleti’nin (Başkent yine Roma) elindeydi.
İspanya da Avrupa’da ciddi sayılabilecek bir güçtü, ama Güneyi Endülüs Devleti ile sınırlanmıştı...
Endülüs Emevi Devleti Avrupa’nın hâlâ büyük güçleri arasındaydı. Başkent Gırnata Avrupa’nın en büyük ve en mamur şehriydi.
İngiltere Krallığı hemen hemen tüm İrlanda’ya hâkimdi... İskoçya ise bağımsız bir krallıktı... Fransa Krallığı nüfus bakımından Avrupa’nın en büyüğüydü.
Almanya dönemin en geniş topraklarına sahip bir Avrupa devletiydi. Aynı zamanda Katolik dünyanın tek imparatorluğuydu. Bugünkü Hollanda, Belçika, Lüksemburg, İsviçre, Doğu Fransa, ve Kuzeybatı İtalya Almanya’nın topraklarının içindeydi.
Napoli-Sicilya Krallığı da dönemin önemli devletleri arasında sayılabilir. En yoğun nüfuslu şehirleri sırasıyla Gırnata (Endülüs Emevi Devleti’nin başkenti), İstanbul (Bizans’ın başkenti) ve Fransa’nın başkenti Paris’ti...
Diğer şehirlerde nüfus yoğunluğu yoktu. Avrupalı insanlar genel olarak fakir, bilgisiz, görgüsüz insanlardı.


***Müverrih Aşık Paşazade’ye göre, Kayı Boyu’nun Anadolu’ya gelişinde dört temel unsur var...
1. Gaziyan (gaziler yani askerler, silahlı kuvvet);
2. Ahiyan (kardeşler, gönül erleri);
3. Bacıyan (kadın önderler=Bu teşkilatın, meşhur yürek adamlardan Ahi Evran’ın eşi tarafından kurulduğu yolunda rivayetler var);
4. Abdalan (dervişler)...
Askerlerin görevi malum: Savaşmak, aşireti korumak, gerektiğinde de fetihler yapmak...
“Ahiyan”ın görevi ise hem adaleti (Müslüman, Hıristiyan, Musevi ayırımı yapmadan) tüm hayata hâkim kılmak, hem de yürekleri diri tutmak...
“Abdalan”ın işlevi ise dini anlatmak, toplumu dini açıdan eğitmek...
Burada bence en dikkate değer ve hatta şaşırtıcı olan, “Bacıyan” sınıfıdır...
Eski Anadolu kadınının, bugünkü ortamla karşılaştırıldığında, sosyal hayatın içinde çok daha aktif roller üstlendikleri rahatlıkla görülebilir...
O kadar ki, kadınlar, “Bey Ana”, “Gazi Ana”, “Bacı Bey” gibi rütbelerle toplumda aktif görev yapmakta, zaman zaman erkeklere dahi kumanda etmektedirler...
Kabul edelim ki, bu kadarını bugünkü Müslüman toplumların çoğunun tasavvur etmesi bile güçtür!..
Çünkü Müslüman toplumların çoğunda kadın hâlâ “ikinci sınıf” bir varlıktır!
Bazılarında ise “varlık”tan bile sayılmamaktadır!
Acaba, kadını ikinci sınıf sayan Bizans’ı çok kısa süre içinde yerle bir edecek güce ulaşan Osmanlı’nın hızlı yükselişinde, kadını birinci sınıf sayan anlayışının payı ne kadardır? (Alın size tarihimize ilişkin bir sosyolojik araştırma konusu daha)...
Ahiler söylemleriyle, yüreklerdeki İslâm kültürünü ve gaza mefkûresini kuvvetlendiriyor, gerektiğinde kendileri bizzat savaşıyor, ama en önemlisi, kurdukları zaviyeler vasıtasıyla Kayı Boyu’na imanlı, ahlaklı, şuurlu “insan-asker” yetiştiriyorlardı.
Hiçbir makama, şana, şöhrete, servete göz dikmedikleri için de müthiş bir itibar sahibiydiler. O kadar ki, Osman Gazi kendisine hem “mürşit”, hem de kayınpeder olarak Şeyh Edebali’yi seçti.
Edebali İtburnu mevkiine “İnsan Fabrikası” (zaviye) kurmuş bir Alperen’di...
Osman Bey, bu cevher insanın kızı Malhun Hatun’la evlendi. Böylece Osmanlı’yı yücelten derin “yansıma” da başlamış oldu (Kifayetli hocalara kıran girdiğinde ise yetenekli padişahlar dönemi de kapanacak, ardından devlet çözülüp çökme sürecine girecektir).
Yansıma insanın doğrudan söz konusu olduğu alanlarda o kadar güçlüdür ki, peşin hükümlerden arınmış bir kafa ile tarihimize bakanlar, insanı kutsayan bir anlayışın hakim olduğunu rahatlıkla görebilirler.
Şeyh Edebali’nin Kur’ani bir referansla geliştirdiği “önce insan” (Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’ye öğütlerinin bir cümlesi, “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” biçiminde bir terkiptir) anlayışı, Osman Gazi’nin beyliğini kısa süre içinde devlete, devletini ise baş döndürücü bir hızla imparatorluğa dönüştürmüştür. Bu idrak sarsıldığında ise devlet de sarsılmış ve yıkılmıştır.
Osmanlı’da, kim olursa olsun, neye inanırsa inansın, nasıl giyinirse giyinsin insanlar hürdür... (İnsan hürdür, ama Abdullahtır).
Osmanlı’da “hak kuvvette” (günümüzün kuvvetliysen haklısın anlayışı) değil, “kuvvet hakta”dır (haklıysan kuvvetlisin anlayışı)...
Osmanlı’da padişahlar bile adliyeye karışamaz, gerektiğinde padişahlar yargılanır ve mahküm olur. (Fatih Sultan Mehmed’le Mimar İpsilantı Efendi Davası örneği) [Hukukun üstünlüğü ilkesi]...
Hocalar Osmanlı terkibi içinde öylesine büyük bir güçtür ki, Bursa Kadısı Molla Fenari, Yıldırım Bayezid’i “Namazlarını cemaatle kılmadığı” gerekçesiyle mahkemeden kovabilmekte, Şeyhülislâm Zembilli Ali Cemali Efendi, Yavuz Sultan Selim gibi öfkesi burnunda bir Padişah’ı “Halline fetva” vermekle tehdit edebilmekte, Sultan IV. Mehmed, Davutpaşa Camii Kürsü Vaizi Himmetzâde Abdullah Efendi tarafından, bir Cuma hutbesi esnasında azarlanabilmektedir.
Osmanlı’da Devlet Başkanları (Padişahlar) hükümete sadece tavsiyede bulunabilir, talimat veremezler... [Koçi Bey şöyle der: “Vezir-i âzam (yürütmenin başı=Başbakan) müstakil olup umûr-u saltanata (devleti yönetme biçimine) kimse müdahale etmezdi.”]
Buna da bugünkü adıyla “Kuvvetler ayrılığı prensibi” diyorlar... Bu prensip demokrasinin özü ve özetidir...
Yani Batı demokrasisi, Selçuklu’dan (çünkü Selçukluların da demokratik uygulamaları bir haylidir) ve Osmanlı’dan çok şey öğrenmiştir... Öğrene öğrene bugünkü şeklini almıştır...
Anlayacağınız demokrasinin şekillenmesine katkılarımız var...
Günümüzde de insana değer veren devletlerin gelişip büyüdüğünü, insanı hiçe sayan devletlerin ise çözülüp yıkıldığını görmüyor muyuz? Ceddimiz bundan 711 yıl önce bunu fark etmiş, fark ettiği için de devletini insana hizmet ekseninde yapılandırmış (bugünler Osmanlı Devleti’nin 711. kuruluş yıldönümüdür), tabir yerinde ise devletini büyük ve mükemmel bir hayır kurumuna dönüştürmüştü.
Hangi dinden, dilden, milletten, devletten olursa olsun muhtaç her insan Osmanlı Devleti’nin müşfik sinesinde ihtiyacını giderebilir, hatta bu şefkatten hayvanlar ve bitkiler bile nasiplerini alabilirlerdi.
Osmanlı’nın yokluğu, sadece beş yüz yıl müddetle hüküm sürdüğü topraklarda yaşayan insanların değil, aynı coğrafyada yeşeren bitki ve hayvanların da talihsizliğidir...
Zira çağımız dahil, hiçbir devirde çevre, Osmanlı asırlarında gördüğü ilgi ve sevgiyi görmemiş, hiçbir dönemde hayvanlar Osmanlı insanının kendilerine gösterdiği saygıyı yaşamamıştır.

Yavuz Bahadıroğlu


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.