ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   ForumSinsi Sözlük Ağı (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=515)
-   -   Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler... (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=803723)

Prof. Dr. Sinsi 09-10-2012 03:01 AM

Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler...
 
Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler...
Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler...

Osmanlıca Sözlük (H Harfi) HA Osmanlı alfabesinde sekizinci harftir ve ebced sayısı ile de sekizi ifade eder. şeklinde okunursa: Haram şey, haşarı yüzsüz kadın mânâlarına gelir.
HA harfinin ismidir. Ebcede göre beş sayısına delâlet eden ( ) harfi, mehmusedendir. Bazan başka harfe yâni "yâ" veya "hemze" veya "elif"e kalbolur. Bir kelimenin evveline ve âhirine ilâve edilebilir. Arabçada beş vecih üzere müstameldir:1- Zamir olarak, nasb ve cerr yerlerinde kullanılır.2- Gaib harfi olur. Mücerret gaib mânasına gelir: ( Ebûhu: Onun babası) kelimesinde olduğu gibi.3- Sekte "Hâ"sıdır. Kelimenin sonunda olan harekeyi veya harfi beyan için diğerine eklenir. ( Mâ-hiye) ve ( Hâ-hünâ) da olduğu gibi.4- Soru hemzesinden değişmiş olan "hâ" dır.5- Müennes işareti olan "hâ" dır.
HA f. "İşte!" mânasınadır. * Cemi edatıdır. Kelimelerle birleşerek onları çoğul yapar. Meselâ: Ayine-hâ : Aynalar. Der-hâ : Kapılar. Esb-hâ : Atlar. Zülüf-hâ : Zülüfler.
HA(Y) f. Çiğneyen mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şeker-hâ : Şeker çiğneyen. * Mc: Tatlı sözlü, güzel ve dokunmaz sözler söyleyen.
HA Kelime-i tenbihtir. İşaret ismi olan Zâ ve Zi kelimeleri ile Hâzâ Hâzihi Hâzâke gibi. Bundan başka "hâ" tenbih edatı olarak kelimeye dâhil edilir. (Hâzâ ) da olduğu gibi yakını ifade eder. İşaret ismi veya nida olur. (Eyyühâ ) daki gibi.
HAB' Gizli, saklı, hafi. * Gizlemek, örtmek, setretmek.
HAB f. Uyku. Rü'yâ.
HÂB-I ADEM Ölüm uykusu.
HÂB-I CÂVİD Ebedî uyku, ölüm.
HÂB-I GAFLET Gaflet uykusu.
HÂB-I GİRAN Ağır uyku.
HÂB-I HARGUŞ Tavşan uykusu. Şüpheli ve hafif uyku. * Yalan, hile.
HÂB-I NUŞİN Tatlı uyku.
HÂB-I RAHAT İstirahat için uyku.
HAB (HÂBE) Günah. Suç.
HABAB (Habâbe) Son derece muhabbet. * Su üzerindeki hava kabarcığı.
HABAİB (Habibe. C.) Habibeler, sevgili kadınlar.
HABAİK (Habike. C.) Kehkeşanlar, samanyolları. * Çizgiler.
HABAİL (Hibale. C.) Ağ, tuzak, bağ, kement.
HABAİL-İ MEVT Ölümün sebepleri.
HABAİL-ÜŞ ŞEYTAN Şeytanın tuzakları. * Kadınlar.
HABAİS (Habise. C.) Kötülükler. Murdar ve pis şeyler.
HABAK f. Mandıra, ağıl. * Dört yanı bir duvar veya set ile çevrilmiş yer, avlu.
HABAL Bozulma, düzensizlik. Karma karışıklık. * Sıkıntı, hüzün, keder, üzüntü.
HABALA (Hublâ. C.) Gebeler.
HABALEYAT (Habâlâ. C.) Hâmileler, gebeler.
HAB-ALUD Uykulu. Uyku karışık.
HABAR (C.: Habârât) İmzâ. Mühür, damga.
HABARAT (Habâr. C.) İmzâlar. * Damgalar.
HABARÎR (Hıbrîr. C.) Dağçiçekleri. Dağda yetişen çiçekler.
HABASET (Hubs) Murdarlık, pislik, kötülük.
HABAT Vücuttaki bir yara iyileştikten veya vücuda bir sopa ile vurulduktan sonra bedende kalan iz. * Davarın çok yemekten dolayı karnının şişmesi.
HABAYA Gizli işler, gizli şeyler. * Defineler.
HABAZ Hareket. * Bâtıl olmak. * Eksilmek.
HABB Tane, çekirdek. * Yuvarlak olarak hazırlanmış ilâç. * Buğday tanesi veya buna benzer tohum.
HABB Aldatıcı, kurnaz, hileci, hilekâr. * Denizin kabarması, denizde dalga olması.
HABBAL (Habl. dan) Urgan ve ip satan kimse.
HABBAR Terzi. * Mürekkepçi.
HABBAS Zindancı, gardiyan, hapseden.
HABBAT (Habbe. C.) Habbeler, tohumlar, tâneler. * Haplar.
HABBAZ (Hubz. dan) Ekmekçi. Ekmek yapan veya satan kimse.
HABBAZÎ Ekmekçilikle ilgili.
HABBE Tane. Tohum. * İhtiyaç. * Parça. * Dirhemin 1/48 kadarı.
HABBET-ÜL KALB (Bak: Süveydâ)
HABBET-ÜS SEVDA Çörek otu.
HABBE (HUBBE) Yol, tarik.
HABBE Gammazlık yapan kadın. (Müz: Habb)
HABBEYİ KUBBE YAPMAK Değeri olmayan bir şeye çok fazla ehemmiyet vermek. Zihinde büyütmek.
HABBEZA "Ne güzel, ne sevimli, ne hoş" mânâsında bir takdir edatıdır.
HABBÜL BÜLUĞ (Habb-ül büluğ) Erginlik çağındaki erkek ve kız çocukların yüzlerinde ve alınlarında çıkan sivilceler.
HABC Vurmak, darbetmek.
HABC Devenin ot yemekten dolayı karnının şişmesi. * Vurmak.
HABCAME f. Gecelik ve pijama gibi gece uyurken giyilen elbise.
HAB-DİDE f. "Rüya görmüş." Büluğa ermiş genç.
HABE f. Sıkılma, bunalma, darlanma, boğulma.
HABE Zarara ziyana uğradı (mânâsına fiil).
HABEB Aldatma, kandırma. Hile, kurnazlık.
HABEK f. Üzülme, sıkıntı yapma. * Sıkılma, bunalma.
HABEL Ana rahmindeki çocuk, cenin. * Gebelik, gebe olma zamanı. * Fls: Musallat fikir.
HABELE Üzüm çubuğu.
HABELLAK Küçük olup büyümeyen koyun.
HABEN Siroz denilen ve karında su toplanmasından ileri gelen bir hastalık.
HABEN Kısaltma, azaltma, kasma. * Edb: Aruzda "fâilâtün" den "ât" hecesini atarak, nazmı "fâilün" veznine sokma.
HABENDAT Şişman kadın.
HABENNEKA (Bak: Hebenneka)
HABENTA' Kısa boylu, tıknaz kişi.
HABER Hâriçten insanın fikrine intikal eden ilim. * Yeni havadis. Ağızdan ağıza nakledilen söz. * Peyam. Peygam. Nebe'. İlim ve malumat. Bilgi. * Hadis, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm'ın sözü. * Edb: Hâdiseyi bildiren fiil veya cümle. * Gr: Müsned. Mübtedanın mukabili. Bir isme yakıştırılan sıfat. Allah büyüktür cümlesinde: Allah, mübteda; büyüktür, onun haberidir. Bu, mübteda ise beraber tam bir cümle teşkil eden; merfu' bir isim, fiil veya cümle olabilir. (Bak: Müsned)
HABER-İ KÂZİB Yalan haber.
HABER-İ MEŞHUR Bidayette râvisi mahdut iken sonraki devirlerde, yalan üzere ittifakları muhal olan bir cemaat tarafından nakledilegelen makbul hadistir. (Ist. Fık.K.)
HABER-İ MÜTEVATİR Birçok kimselerin çokları vasıtası ile rivâyet ettikleri hadis.
HABER-İ SÂDIK Doğru haber. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) sözü. Hadis.
HABER-İ VÂHİD Bir sahabeden, bir kişiden veya bir koldan gelen sahih hadis. (Bak: Mütevatir)
HABER Berelenme, yaralanma. Çürüme.
HABERDAR Haberli, vâkıf, bir mes'eleden haberi olan.
HABERÎ (Haberiyye) Haberle ilgili. Haberden ibaret olan. * Gr: Yüklemle ilgili.
HABERKAS Küçük deve. * Küçük adam.
HABERPİJUH f. Haber almaya çalışan. Haber araştıran, haber toplayan.
HABES(E) (Habis. C.) Kötüler. Alçaklar. Pisler. * Necaset denilen ve maddeten pis şeyler (Necis veya necaset-i hakikiye de denir.)
HABEŞ Afrika'nın Kızıldeniz sâhili güneyinde müstakil bir memleket. Bu memleket ahalisinden olan. * Beyaz ve siyah arasında koyu esmer adam.
HABEŞÎ Habeş memleketi ahalisinden olan. Habeş'e mensub ve müteallik olan. * Koyu esmer renkli adam. * Hat, tezhib, minyatür gibi güzel san'atlarda kullanılan bir cins kâğıt.
HABETIKTIK Atın tırnağı taşa dokunduğunda çıkan ses.
HABEVKERA Belâ, mihnet.

Prof. Dr. Sinsi 09-10-2012 03:01 AM

Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler...
 
RE: Osmanlıca Sözlük (H Harfi) HABGAH f. Yatak odası. * Uyunacak yer.
HAB-GÜZAR f. Uyuyan, uyuyucu.
HABHAB Karpuz.
HABHAB (C: Habâhıb) Kısa boylu adam.
HABHAB Takunye. * Canbaz ayaklığı.
HABHABE Yumuşaklık, rahavet. * Muzdarip olmak, acı çekmek.
HABHABÎ İşsiz güçsüz boş olarak dolaşan adamlar.
HABIT Susturucu. * Batıl kılan. İptal ettiren. * Değersizleşen.
HABIT (Hübut. dan) Yukarıdan aşağıya inen. İnici. Düşen. Hübut eden.
HABİ Sürünüp emekleyen ufak çocuk.
HABİB (Hubb. dan) Sevilen. Sevgili. Seven. Dost.
HABİB-ÜL BEKKÂÎN Ağlayanların sevgilisi. Ağlayanların habibi.
HABİB-ULLAH (Habib-i Hudâ) Allah'ın sevgilisi. Hz. Muhammed (A.S.M.) (Eğer Allah'a muhabbetiniz varsa Habibullah'a ittiba edilecek. İttiba edilmezse netice veriyor ki; Allah'a muhabbetiniz yoktur. Muhabbetullah varsa netice verir ki; Habibullah'ın sünnet-i seniyesine ittibaı intac eder. L.)(Sâni-i Âlem'in; âsârın şehadetiyle nihayetsiz cemâl ve kemâli vardır. Cemâl, hem kemâl, ikisi de mahbub-u lizâtihidirler. Yâni bizzat sevilirler. Öyle ise, o cemâl ve kemâl sahibinin cemâl ve kemâline nihayetsiz bir muhabbeti vardır. O nihayetsiz muhabbeti, masnuatında çok tarzlarda tezahür ediyor. Masnuatını sever, çünki, masnuatının içinde cemâlini, kemâlini görür. Masnuat içinde en sevimli ve en âlî, zihayattır. Zihayatlar içinde en sevimli ve âli, zişuurdur. Ve zişuurun içinde câmiiyet itibariyle en sevimli, insanlar içinde bulunur. İnsanlar içinde istidadı tamamiyle inkişaf eden, bütün masnuatta münteşir ve mütecelli, kemâlâtın nümunelerini gösteren fert, en sevimlidir... İşte: Sâni-i Mevcudat, bütün mevcudatta intişar eden tecelli-i muhabbetin bütün envaını; bir noktada, bir âyinede görmek ve bütün enva-ı cemâlini, Ehadiyyet sırriyle göstermek için şecere-i hilkatten bir meyve-i münevver derecesinde ve kalbi, o şecerenin hakaik-ı esasiyyesini istiab edecek bir çekirdek hükmünde olan bir zâtı, o mebde'-i evvel olan çekirdekten tâ münteha olan meyveye kadar bir hayt-ı ittisal hükmünde olan bir Mi'rac ile, o ferdin, kâinat nâmına mahbubiyyetini göstermek ve huzuruna celbetmek ve rü'yet-i cemâline müşerref etmek ve ondaki hâlet-i kudsiyyeyi başkasına sirayet ettirmek için kelâmiyle taltif edip, fermaniyle tavzif etmektir... S.)
HABÎDE (C.: Hâbidegân) f. Uyuya kalmış, uykuya dalmış, uyumuş.
HABÎE Görülmemiş, daha henüz keşfedilmemiş. * Göze görülmeyen şey. * Kesilmiş, parça parça olmuş.
HABİH Ağaçla vurmak. * Bölmek.
HABÎKE (C.: Habâik) Kehkeşan, samanyolu. * Çizgi. * (C.: Hubük) Dikkat ve itina ile, sağlam ve san'atlı dokunmuş, yol yol hâreli güzel kumaş.
HABİL Sihirbaz, efsuncu, büyücü. * Kement ile yakalanan canavar.
HABÎL Yiğit, bahadır, genç, delikanlı. * Tuzak, ağ.
HABİL İlk insan Hz. Adem'in (A.S.) oğullarından birinin ismi.
HABİLE Gebe, hâmile, yüklü.
HABÎN Zakkum ağacı.
HABİR Taze ve yeni şey.
HABİR Haberli. Haberdar. Agâh. Âlim. Arif-i billâh. * Herşeyi bilen Allah (C.C.)
HABİRÂNE f. Bilgili ve haberdar olana yakışır şekilde.
HABİS Bağışlanan şey. Mukabilinde bir ücret istenmeyen şey. Parasız olarak verilen nesne.
HABÎS (Hubs. dan) Fesadcı. Hilekâr. Alçak tabiatlı. Kötü. Pis.
HABİS Hapseden. Tutan. Hapishâneye atan.
HABİS(A) Un helvası.
HABİSTAN f. Yatakhane, yatak odası.
HABÎT Fâsid, yaramaz, bozuk.
HABİYE (C: Havâbi) Küp. * Küçük havuz. * Kuyu.
HABK Bükmek. * Sağlam yapmak. * İyi dokumak.
HABL Bir şeyin bozulması. Noksan olmak. * Delirmek.
HABL İp. Urgan. Halat. * Tıb: Vücudda ip gibi olan âzalar.
HABL-ÜL MESAKÎN Sarmaşık bitkisi.
HABL-ÜL METİN Sağlam ip. * Mc: İslamiyet. Kur'an-ı Kerim.
HABL-İ MEVHUM Mc: Daima olacak gibi görünüp de gittikçe uzaklaşan istek, gaye. Mevhum ip.
HABLULLAH Allah'ın ipi. Kur'an-ı Kerim. Allah'a kavuşma vasıtası. İhlâs. İtaat. Cemaat.
HABL-ÜL VERİD Şah damarı. Atar damar.
HABN Karnın şişmesi.
HABN Eteğini kaldırmak. * Bir şeyi kabzetmek, almak.
HABNA' Çıbanları olan kadın.
HABNADİDE (Hâb-nâdide) f. Büluğa ermemiş çocuk. Erginlik çağına gelmemiş erkek veya kız.
HAB-NAK f. Uykusu gelmiş kimse, uykulu kişi.
HABNAME f. Rüya kitabı.
HABR (C.: Ehbâr) Alim ve sâlih kimse. Bilgili. Ehl-i ilim. * Ferahlık. * Nimet, vüs'at. * Refah, sürur. (Bak: Hibr) * Tıb: Dişlerin beyazına ârız olan sarılık.
HABR-ÜL ÜMMET Ümmetin âlimi, meşhur âlim.
HABR (C: Hubur) Büyük tuluk.
HABRA' (C: Habâri-Haberât) Sedir ağacı biten düz yer. Yumuşak yer.
HABREKÎ Kene böceği.
HABRENCE Güzel yemek. * Yumuşak.
HABRÎR Şey mânâsına gelir bir isim.
HABS Murdar, pis. Çirkin. * Ayıp, günah.
HABS Hapis, alıkoyma, bir yere kapatıp dışarı çıkarmama. Salıvermeme. * Zaptetme, tutma.
HABS-İ BEVL İdrarını tutma.
HABS-İ DÜMÛ' Metanet gösterip gözyaşlarını zaptetme.
HABS-İ MÜNFERİD Tek başına olan hapis. Hapishanede bir kişilik hücre. * Ehl-i dalâlet için olan ölüm ve kabir.
HABS Bir kaç şeyi birden karıştırmak.
HABŞ Cemetmek, toplamak.
HABT Şiddetli vurmak. Önünü görmeyerek körcesine basıp yürümek. * Yanılmak, unutmak, hatâ etmek. * Fesada vermek. * Hiç umulmayan birisinden yardım istemek. * Cin çarpmak.
HABT (C.: Ahbât) Sükun. Huşu. * Sönmek. * Çukur yer. * Düz yer.
HABT Yanlış hareket. * Maktulün kanının heder olması. * Bozma, ibtâl etme, muteberliğini kaybettirme. * Bir bahis veya münazarada karşısındakinin hatasını isbat ile onu ilzam edip susturma.
HABT-İ A'MÂL İrtidad eden, yâni dinden çıkan bir kimsenin, dindar iken yapmış olduğu ibadetlerinin ibtâl olup sevapsız kalması.HABTER : Kısa boylu.
HABT U HATA Düzensizlik, yanlış, hata.
HABUL Hurma ağacına çıkarken kullanılan urgan.
HABUS Galip kimse.
HABY (C.: Hıbâyâ) Örtmek. * Gizli olan.
HABZ Ekmek pişirmek. * Ekmek vermek. * Sözü birbiri ardınca söyleyip yürümek. * Devenin ayağını yere vurması.
HAC (Hâcet. C.) İhtiyaçlar. * Devedikenleri.
HAC f. Put, haç.
HACA Haris olmak. * Akıllı.
HACA' (C.: Ahcâ) Akıl. * Nahiye.
HACAC (HİCÂC) Kaş kemiği.

Prof. Dr. Sinsi 09-10-2012 03:01 AM

Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler...
 
RE: Osmanlıca Sözlük (H Harfi) HACACE (C.: Hıcc) Su üstünde olan yağmur kabarcığı.
HACALET Utanma. Utanç.
HACALET-ÂVER f. Utandırıcı. Utanç veren.
HACAMET (Hacamat) Tıb: Vücudun bir tarafından kan aldırmak.
HACAT (Hacet. C.) Hâcetler. İhtiyaçlar.
HACB Men'etme. Mahrum etme.
HACB-İ HİRMÂN Huk: Bir vârisi mirastan tamamen mahrum etme.
HACB-İ NOKSAN Bir vârisi mirastan kısmen mahrum etme.
HÂCC (C.: Hüccac) Hacca gitmiş kimse. Hacı.
HACC Kasdetmek. Muârazada delil ve bürhan ile galip olmak. * Bir yere çok tereddütle varıp gelme. * Şâyan-ı tâzim bir şeye teveccüh. * Bir şeyden feragat etmek. * Fık: İslâmın şartlarından ve hâli vakti müsait olan her müslümana farz olan, Mekke-i Mükerreme'deki Kâbe-i Şerif'i usulüne uygun olarak Arabi Zilhicce ayı, Kurban Bayramı günlerinde bir defa ziyaret etmek.Farz olan hacca, Hacc-ı Ekber denildiği gibi, umreye de Hacc-ı Asgar denilir. Maamafih arefe günü cumaya tesadüf eden bir hacca da Hacc-ı Ekber denilir.
HACC-I İFRAD Umreye niyet etmeksizin yalnız başına yapılan farz, vâcib veya nâfile hacdır ki, ihrama girerken yalnız hacca niyet edilmiş olur. Bunu yapana "müfrid" denir.
HACC-I KIRAN Hac aylarından önce veya hac aylarında hac ile umrenin ikisi için birden ihrama girilip umre yapıldıktan sonra usulü dairesinde ifa edilen hacca denir. Bunu yapan kimseye "karin" denir.
HACC-I TEMETTU' Hac mevsiminde evvelâ umre için ihrama girilip umre yapıldıktan sonra; aynı mevsimde daha yurda, aile ocağına dönülmeden tekrar ihrama girilerek usulü dairesinde yapılan hacdır. Bunu yapan kimseye "mütemetti" denir.
HACC SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 22. suresidir.
HACCAC Çok eskiden Irakta vâlilik yapan fakat, Hz. Resul-ü Ekremin (A.S.M.) soyundan gelenlere ve onlara taraftar olanlara çok zulmeden, haddini aşmış bir zâlimin ünvânı. Asıl ismi Yusuf bin Sakafi'dir. Haccac-ı Zâlim diye de anılır.
HACCAL Şatafatlı, debdebeli, gösterişli.
HACCAM Hacamat eden, kan alan.
HACCAR Taş işçisi, taş işinde çalışan, taşçı.
HÂCCE (C.: Havâcc) Hacca giden, usulüne uygun olarak Kâbe'yi ziyaret ederek hac vazifesini yerine getiren kadın veya kız. * (C.: Hâcc) Bir cins diken.
HACCE Cadde.
HÂCC-ÜL HAREMEYN Usulüne uygun surette, Mekke-i Mükerreme'yi ve Medine-i Münevvere'yi ziyaret eden.
HÂCE f. Hoca, efendi, sâhib, muallim, âile reisi.
HÂCE-İ ÂLEM (Hâce-i Kâinat) Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ünvanı.
HÂCE-İ EVVEL Milletin ilmen ve fikren terakki etmesi için, çeşitli bilgileri, halkın rahatlıkla anlayabileceği bir lisan ile yayan kimse.
HACEB Gırtlak.
HACEBE (Hâcib. C.) Perdeciler, kapıcılar. * İnsanın oturak yeri olan uzvu, kalça. (İkisine "hacebetan" derler)
HÂCEGÂN (Hâce. C.) f. Hocalar. * Eskiden yüzbaşı rütbesi karşılığında sivil rütbe. * Bâb-ı Âli kalemleri efendilerinden hususi bir rütbe taşıyan adam.
HÂCEGÂN-I DİVAN-I HÜMAYUN Eskiden devlet dairelerindeki yazı işlerinin başında ve bir takım mühim memuriyetlerde bulunanlar hakkında kullanılan bir tâbirdi. İkinci Mahmud zamanında yenilikler yapılıp memuriyete mahsus rütbeler ihdas olunurken hâcegânlık da rütbe sayılmış ve bunlara ait nişanla, resmi günlerde giyecekleri elbise de tâyin olunmuştu. Bu suretle hâcegân-ı divân-ı hümâyun tâbiri de tarihe karışmıştı. (O.T.D.S.)
HACEGÎ f. Tüccar, ticaretle meşgul olan kimse. * Efendilik, hocalık.
HACEL (Hacl) Utanma, sıkılma, hayâlılık.
HACEL Keklik kuşu.
HACELAN Ayağında köstek olan kişinin yürümesi. * Bir ayak üstüne yürümek.
HACELE (C.: Hacel-Hacelân-Haclâ) Dişi keklik. * Çeşitli elbiselerle süslü gelin evi.
HACEN Eğrilik.
HACER Taş, kaya. * İsmail Peygamber'in anasının ismi.
HACER-İ SEMAVÎ Gökten düşen taş. * Gök taşı.
HACERAT (Hacer. C.) Taşlar, kayalar.
HACEREYN İki taş. * Mc: Altun ile gümüş.
HACER-ÜL ESVED (El-Hacer-ül Esved) Kâbe'de bulunan meşhur siyah taş. Rengi siyah olduğundan "Esved" denmektedir. (İslâm Ansiklopedisi'ne göre: Kâbe'nin şark köşesinde olup, yerden bir buçuk metre yükseklikte kapıya yakın bir yerde yerleştirilmiş, üç büyük ve bir kaç tane de küçük parçadan müteşekkil ve gümüş bir halka ile çevrili ve bir adı da El-Ruh-ul Esved denilen taştır.)Rivayetlere göre; bu semavi bir taş olup Hz.İbrahim Aleyhisselâm'a Cebrail Aleyhisselâm tarafından getirildi. Daha evvel Ebu Kubeys Dağı'nda muhafaza ediliyordu.Hz. Ömer Radiyallahu anhu, Hacer-i Esved'e yaklaşıp öpmüş ve demiştir ki; "Çok iyi bilirim ki, sen zararı ve menfaatı olmayan bir taş parçasısın. Eğer Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm seni takbil ettiğini görmese idim, aslâ seni takbil etmezdim." (Sahih-i Buhari Tecrid-i Sarih Tercemesi) Kâbe'nin şark köşesinde ve yine yerden bir buçuk metre yüksekte diğer bir taş, El-Hacer-ül Es'ad (Mes'ud) da vardır ki; tavaf esnasında buna yalnız el ile temas edilir.
HÂCE-SERA f. Haremağası, hadımağası.
HÂCET (C.: Hâcât) İhtiyaç, lüzum, muhtaçlık.
HÂCETAŞ f. Eskiden bir efendinin müteaddit kölelerinden her biri.
HÂCETMEND f. İhtiyaç sahibi, muhtaç.
HÂCET-MENDÂNE f. Muhtaçcasına, ihtiyaçlı olarak.
HÂCET-MENDÎ f. Muhtaçlık, ihtiyaçlı olma.
HÂCETREVA İhtiyacı gideren, ihtiyaç olan bir şeyi te'min eden.
HACEVCA' Uzun ayaklı adam. * Uzun adam.
HACEZE Zâlimler.
HACFE (C.: Hucuf) Sade demirden olan kalkan.
HACHACE Korkudan melul olmak. * Sırrını demek isteyip yine dememek.
HACHACE Gizlenmek.
HACI (C.: Hüccâc) Hacc farizasını yerine getirmiş olan müslüman.
HACIYATMAZ Dibindeki ağırlıktan dolayı yere ne şekilde bırakılırsa bırakılsın, dik bir durum alan oyuncak. * Mc: Zor durumlarda kendisini çabucak toparlamayı beceren kişi.
HACÎ (Hicv. den) Hiciv yazan, hicveden, yeren.
HÂCİB Perde. * Perdeci. Kapıcı. * Eskiden Osmanlı İmparatorluğu zamanında Devlet Reisinin en yakın me'muru. Vezirler veya âmirler. * Kaş.
HÂCİB-İ BÂRİ Cebrail (A.S.)
HÂCİB-İ YEMİN Sağ kaş.
HÂCİB-İ YESAR Sol kaş.
HÂCİBEYN İki kaş.
HACÎC (Hâcc. C.) Hacılar.
HACİD Uyuyucu, uyuyan.
HACİF Karın gurultusu.
HACİL Utanmış. Utanan. Utanmaktan yüzü kızaran.
HACİL Ayaklarından üç tanesi beyaz olan at.
HACİL Otu çok olan yer.
HACİM Saldıran. Hücum eden.
HACİM (Bak: Hacm)
HACİN Küçük hayvan. * Büluğdan önce evlenmiş olan kız.
HACİR Hicret eden. Bir yerden bire yere göçen. * Sayıklıyan.
HACİRE (C.: Hâcirât) Terbiye sınırlarına sığmayan kötü söz ve hezeyan. * (C.: Hevâcir) Günün en sıcak anları.
HACİRÎ Yapıcı, kurucu.
HACİS Tasa, keder, hüzün, gam. * Hâtıra. Kalb ve hissin en derin ve gizli sesleri.
HACİSE (C.: Hevâcis) Merak, kalbe gelen endişe.
HACİYAN (Hâcı. C.) Hacılar, hacc farizasını yerine getirmiş olan müslümanlar.
HACİZ Ayıran. Bölen. * Vücudun içindeki bazı uzuvları ayıran karın zarı gibi zarların adı. * Haczeden. Borcunu ödeyemeyenin diğer mallarına el koyan. * Tıb: Bâdemin içindeki bazı oyukları ayıran bölme zarlarına denir. (Bak: Hicab)
HACL (HİCL) (C.: Ahcâl-Hucul) Köstek. * Bukağı. * Küçük deve yavruları.
HACLA' Ayakları beyaz olan koyun.
HACLE (Haclegâh) f. Gelin odası. Gerdek odası.
HACLET Şaşırma, acaibine gitme, taaccüb. * Utanma, arlanma.
HACLET-ÂVER f. Utanç verici, utandırıcı.
HACLET-DİH f. Utanç verici, utandırıcı.

Prof. Dr. Sinsi 09-10-2012 03:01 AM

Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler...
 
RE: Osmanlıca Sözlük (H Harfi) HACLET-ENGİZ f. Utandırıcı, sıkıltıcı.
HACM (Hacim) Bir cismin kapladığı yer. Cirm. Cüsse. * Emmek. Massetmek.
HACM-İ İSTİABÎ Bir şeyin içine alabildiği miktar.
HACMEN Büyüklükçe. Hacim bakımından.
HACR (Hicr) Men'etmek. Birisine bir şeyi yasak etmek. Malını kullanmaktan men'etmek. * Kucak. Ağuş.
HACRA' Taş gibi katı ve sert olan şey.
HACREN Malını kullanmaktan menetmek suretiyle.
HACUC şiddetli esen rüzgâr.
HACUN Eğrilik. * Uzak. * Mekke'de bir dağ.
HACUR (C.: Hucerât) Dere kenarı.
HACZ Men'etmek. Mâni olmak. * İki şeyin arasını ayırmak. * Alacaklı, borçludan alacağını alabilmesi için borçlunun malına el konulmak.
HAÇ (Ermeniceden) Put. Haç. İstavroz.
HAD f. Çaylak kuşu.HAD' (Hıd') : Aldatmak. * Dühul etmek, girmek. * Kurumak.
HAD' Baş aşağı eğmek. * Tevâzu etmek.
HAD'A Kamçıdan çıkan ses.
HADAA (Hâdı'. C.) Hileciler, hilekârlar, aldatıcılar, dalavereciler.
HADACİR Sırtlan.
HADAD Mürekkep. * Nakış. * Akılsız, ahmak adam. * Kolay.
HADAD Küçük, beyaz boncuk.
HADADE Hamâkat, ahmaklık.
HADAE İki yüzlü balta.
HADAFİL Eski kaftanlar, eski elbiseler.
HADAİ' (Hadîa. C.) Hileler, dalavereler, aldatmalar, yalanlar.
HADAİC (Hidâce. C.) Deveye yüklenen yükler.
HADAİD (Hadîd. C.) Demirden yapılmış şeyler. Sert şeyler.
HADAİK (Hadîka. C.) Bahçeler.
HADAİK-I HÂSSA Saray bahçeleri. Bunlar biri saray içinde, diğeri saray dışında olmak üzere iki kısımdı. Saray içindeki bahçe ve bostan işleriyle meşgul olanlara "Has Bahçe Bostancıları"; saray dışındakilere ise "Hassa Bostancıları" denilirdi. Saray dışı bahçe ve bostanların bazıları şunlardı: Kadıköy bağı, Davut Paşa bahçesi, Beşiktaş bahçesi, Dolmabahçe, Paşa bahçeşi, Florya, Fenerbahçe, Alibeyköyü, Hasköy bahçeleri ve daha birçok bahçe ve bostanlar. (O.T.D.S.)
HADAK Patlıcan.
HADAKA Elmas. * Her görüp beğendiğini aldırmak için kocasına teklif eden kadın.
HADALET Baldırı ve kolu etli olma.
HADAN Necid'de bir dağ.
HADANE Çocuk beslemek.
HADAR Suyu çok olan süt.
HADAR Mukim olmak, ikâmet etmek, oturmak.
HADAR Çabuk yetişen ot.
HADARET Bir şeyin yanında bulunmak. * Huzur. Yakında olmak. * Hazır etmek. Hazır olmak. * Medeniyet.
HADASET Gençlik. Yenilik. Tazelik. Yeniden oluş. Bir şeyin evveli, ibtidası.
HADB şefaat etmek.
HADB Vurmak, darb etmek. * Deriyi etiyle ayırmak. * Isırmak. * Yalan söylemek. * Uzunluk.
HADBA' (C.: Hudeb) Kalçaları sıyrılıp çıkan zayıf dişi deve.
HADBA' Uzun boylu akılsız kadın. * Yumuşak gönüllülük.
HADBE Arka yumruluğu, kamburluk.
HADC Deve palanı.
HADD Hudut. Çizgi. Sınır. * Cürüm. * Salahiyyet. * Şeriatça verilen ceza. * Derece. Son derece. Münteha. * İnsana ârız olan şiddet ve titizlik. * Def etme. Men etmek. * Keskin. Sivri. * Sert. Gergin. * Man: Üç tasavvurdan ibaret olan kıyas. * Ekşi. * Tesirli, müessir.
HADD-İ ASGAR Man: Bir hükmün veya neticenin mevzuu. Küçük kaziye.
HADD-İ BÜLUĞ Büluğa erme yaşı. Teklif-i İlâhînin başladığı, namaz ve oruç gibi dinî emirleri ifaya başlanılan yaş.
HADD-İ EKBER Man: Bir hükmün veya neticenin mahmulü, yani sıfatı veya hali, oluşu. Büyük kaziye.
HADD-İ EVSAT Man: Hadd-i asgar ile hadd-i ekberden çıkartılan diğer bir hüküm veya netice. Meselâ: Âlem hâdistir. Bunu, bu dâvayı isbat için: "Çünkü: Âlem mütegayyerdir ve her mütegayyer hâdistir" dediğimizde: Âlem, "hadd-i asgar"; hâdis, "hadd-i ekber", mütegayyer, "hadd-i evsat" olur.
HADD-İ İ'CAZ Edb: Fasahatın mu'cize şeklinde olanı. (Bak: İ'caz)
HADD-İ İMKÂN Mümkünün son haddi. Olabilirlilik. İmkân nisbetinde olan.
HADD-İ İTTİSAL Bitişme noktası.
HADD-İ KAT'-İ TARÎK Huk: Yolkesenlere verilecek ceza.
HADD-İ KAZİF Nâmuslu bir kadına zina isnad edene karşı verilen şer'î ceza.
HADD-İ KEMAL Olgunluk hâli. Kemalât haddi.
HADD-İ KİFAYE Kifâyet derecesi, yeterlik derecesi.
HADD-İ KUSVA Son derece. Son had.
HADD-İ MA'RUF şeriatça bilinen, makbul olan had. Emredilen, müsaade edilen hudud.
HADD-İ MÜNTEHA Son nokta.
HADD-İ MÜŞTEREK Ortak derece.
HADD-İ SEKR Fık: Şarap haricindeki diğer içkilerin bil'ihtiyar içilmesinden hâsıl olan sarhoşluğun icab ettirdiği ceza.
HADD-İ ŞER'Î Şeriat kanunlarıyla verilen ceza.
HADD-İ ŞÜRB Fık: Az veya çok miktarda şarap (alkollü içki) içilmesinden dolayı uygulanacak ceza.
HADD-İ TE'DİB Bir suç işleyeni başkalarına örnek olacak şekilde cezalandırmak. Darp ve ta'zir gibi.
HADD-İ ZÂTINDA Aslında. Yaradılışında.
HADD-İ ZİNA Zinâ suçu işleyene verilen ceza.
HADD Gürültülü bir sesle çağıran. * Denizden gelen gürültülü dalga sesi. * Gürültü ile yıkılan.
HADD Yol. * İnsan cemaatı. * Bir şeye tesir ederek iz bırakmak. * Yanak, yüz, vecih. * Yeri kazmak, yeri yarmak.
HADDA' (Hud'a. dan) Aldatıcı, hilekâr, dalavereci.
HADDA Deve çobanı.
HADDAD Demir işleri yapan usta, demirci, çilingir. * Muhâfız, bekçi, gardiyan. * Kapıcı.
HADDADÎ Demircilik.
HADDAM Muvaffakiyetli kişi. * İşlerinde başarılı ve becerikli kimse. * Çalışkan ve gayretli olan. * Hademe, hizmetçi.
HADDAN İki yanak.
HADDAS (Hads. den) Anlayışlı, zeki, çabuk kavrayan.
HADDE Erimiş madeni döküp tel yapmağa mahsus delikli maden levha.
HADDE-İ TEDKİK İnceden inceye araştırmak.
HADD-NA-ŞİNAS f. Haddini bilmez.

Prof. Dr. Sinsi 09-10-2012 03:01 AM

Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler...
 
RE: Osmanlıca Sözlük (H Harfi) HADEB Kambur olma, kamburluk.
HADEB Uzun boylu, akılsız kimse.
HADEBE Kambur, yumru. * Vücuttaki kamburluk.
HADEBİYYET Yumruluk, kamburluk.
HADED Engel, mâni, set.
HADEKA Gözün siyahlığı, gözbebeği.
HADEKA-İ AYN Göz güllesi, göz hadakası.
HADEMAT Hademeler. Hizmetçiler.
HADEME Hizmetçiler, hâdimler. * (C.: Hıdâm) Halhal. * Devenin ayağını bağladıkları kayış.
HADENG (Hadenk) f. Kayın ağacı. * Kayın ağacından yapılmış ok.
HADER Uyuşma.
HADER-İ UMUMÎ Bütün vücudu kaplayan uyuşukluk.
HADERNAK Örümcek.
HADES Yeni olmak. Eskiden olmayıp sonradan görülmek. * Taze. Yiğit. Genç. * Fık: Abdest almayı icabettiren hal. Bazı ibadetlerin yapılmasına mâni olan ve necaset-i hükmiye sayılan hal. * Pislik.
HADES-İ ASGAR Fık: Taharet-i suğra ile, yani yalnız abdest ile giden taharetsizlik hali. Bevletmek, kan gelmek sebebi ile hasıl olan hades gibi.
HADES-İ EKBER Fık: Taharet-i kübra ile, yani gusül abdesti ile giderilen taharetsizlik halidir.
HADES (Hads) Sür'atle idrak etmek. Zan ve tahmin eylemek. Fikrini, re'yini bildirmek. Bir sözün mâna ve mefhumunda, bir hususun vaz' ve üslubunda başka tarz tasavvur eylemek. (Bak: Hads)
HADESAN Şanssızlık, kısmetsizlik, talihsizlik. * Kaza.
HADESAT (Hades. C.) Hadesler. Pislikler. (Bak: Hades)
HADEYAN Yelmek.
HADF Yürüme hızı.
HADI' Alçaltıcı. * Gönül alçaklığı ve huzu ile muttasıf.
HADIL Yumuşak taze ot. * Islanmış, nemlenmiş.
HADIM AĞASI (Bak: Hâdim ağası)
HADINE Süt nine.
HADIR Tembel, uyuşuk, uyumuş.
HADIYD (Hazîz) Oturaklı, mütemekkin, yer. * Dağ eteği. Zir. Alçak yer. * Koz: Ayın veya başka bir seyyarenin mahreki üzerinde dünyaya en yakın bir mesafede bulunan nokta. Dünya ile diğer seyyarelerin güneşin merkezinden en uzak oldukları bir nokta.
HADÎ Birinci. * Mazluma yardım eden. * Deveyi şarkı söyleyerek süren.
HADİ' Hileci, aldatıcı. * Bozuk, fena.
HÂDÎ Hidayete ermiş. Mürşid. Rehber, delil. Hidayet yolunu gösteren. Hidayete, doğruluğa eriştiren. Önde giden.
HÂDİY-ÜT TARİK Hidayet yoluna sevkeden, mürşid. Doğru yolda giden.
HADÎA (C.: Hadâyi') Ustalıklı bir şekilde aldatma, oyun yapma.
HADÎA Davarın karnından gelen ses.
HADİÂNE f. Hile ile, hile yaparak.
HADÎ AŞER Onbirinci.
HADÎB Kınalı, kına yapılmış. * Boyalı, boyanmış.
HADİC(E) Vaktinden evvel doğan erkek veya kız çocuğu.
HADİD Demir, çelik. Sert, kavi olan. * Çabuk kavrayışlı, keskin, öfkeli, hiddetli, titiz. * Hudut ve sınır komşusu.
HADİD-ÜL BASAR Gözü keskin.
HADİD-ÜL MİZÂC Öfkeli, çabuk kızan.
HADİD-ÜN NAZAR Görüşü keskin olan.
HADİD SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 57. suresi.
HADÎD Dağ eteği. * İçinde yağmur suyu biriken alçak çukur. * Arz, yer, dünya.
HÂDİFE Halktan bir kısım.
HADÎKA Etrafı duvarla çevrilmiş bahçe. Sulu, ağaçlı bahçe.
HADÎKA-YI FERAHFEZA İç açan bahçe. Gönüle ferahlık veren bahçe.
HÂDİL (Hadl. den) Aşağıya sarkıtılmış. * Gözlerinde ve ağzında çıban olan deve yavrusu.
HADÎLE Çayır, çimen.
HÂDİM (Hidmet. den) (C.: Huddâm) Hademe, hizmetçi, hizmet eden, işe yarayan. * İmân ve İslâmiye'te ve millete faydalı olmağa çalışan. * Erkekliği yok edilmiş olanlar. Bunlardan saraylarla büyük kişilerin konaklarında çalışanlara Hadim ağası denilirdi. Osmanlı İmparatorluğunda bunlardan, büyük mevkilere yükselenler olmuştur. Hattâ sadrazam olanlar bile vardır.
HÂDİM-ÜL FUKARA Fakirlere hizmet eden.
HÂDİM-ÜL HAREMEYN-İŞ ŞERİFEYN Hilâfeti haiz olmaları hasebiyle Osmanlı Padişahlarına verilen ünvandır. Haremeyn; Mekke ile Medine'ye denilir. İslâm âleminin bu iki şehre hürmet-i mahsusaları sebebiyle ve daha fazla tâzim kasdiyle şerif sıfatını da ilâve ederek "Haremeyn-iş şerifeyn" denilmiştir. Haremeyn'in Hâdimi mânasına gelen bu tâbir ise ilk evvel Yavuz Sultan Selim hakkında kullanılmış, daha sonra bütün padişahlar hakkında istimal olunmuştur. Yavuz Sultan Selim Han Halep'i fethettiği haftanın ilk cum'a namazını Melik Zâhir camiinde eda ederken, hatib hutbede "Malik-ül Haremeyn-iş Şerifeyn" şeklinde adını anar anmaz, Yavuz Selim derhal yerinden kalkarak: "Haremeyn'in maliki olmak ne haddimdir. Ben Haremeyn'in hizmetkârı olmakla iftihar ederim." demek suretiyle tevazu göstermiş ve bu tabir ondan sonra, hutbelerde o suretle söylenmiştir.
HÂDİM Yıkıcı olan, yıkan, tahrib eden.
HÂDİM-ÜL LEZZAT Lezzetleri mahveden, yıkan. (Ölüm)
HADİM AĞASI Erkekliği yok edilmiş olan. Böyle kimselere "Tavaşi" de denilirdi. Bu gibiler, yabancı erkekler için mahrem sayılan harem dairesine girip çıktıkları ve muhafaza ile beraber harem hizmetini de gördükleri için kendilerine "Hâdim Ağası" adı verilirdi. (O.T.D.S.)
HADİME (Hâdim. den) Kadın hizmetçi.
HADÎME Su içinde eriyince pişmiş olan buğday.
HADÎN (C.: Hudenâ) Sâdık dost, vefadar arkadaş.
HADÎN-İ KADÎM Eski dost.
HADİN Bir kuş cinsidir. (Hiç doymak bilmez, yediğini hemen hazmedip yine yemek ister, yüksek yerleri sever, değme yer üstüne konmaz, ağaç başlarına konup bütün yemişini yer, yemişleri kalmazsa başka yerlere gider.)
HADİR Öten güvercin. Kişneyen at. * Üstü koyu, altı sulu olan yoğurt.
HADİR (C.: Hadere) Şişen aza, yumrulanan organ.
HADİR Gevşek, tembel, uyuşuk.
HADÎRE Kalabalık olmayan topluluk. * Yaranın içinde toplanan kan ve irin.
HADÎRE Hurması gök iken dökülen hurma ağacı.
HÂDİS Yeni. Sonradan olan şey. Değişen. Hudus eden.
HÂDİS-ÜS SİNN Yaşı taze. Genç delikanlı.
HADÎS Her söylenişinde yeni haber gibi dinlenmeğe lâyık. Peygamberimizin (A.S.M.) sözü, emri ve hareketi. Sünnet-i Nebeviyye. Hadisten bahseden ilim. (Bak: Tevâtür)
HADÎS-İ Bİ-L MA'NA Kelâm itibarı ile değil de mânaca doğru olan hadis.
HADÎS-İ KUDSÎ Mânası Peygamberimiz'e (A.S.M.) vahy veya ilham edilen, kelimesi kendisinden sudur eden kudsî kelâm.
HADÎS-İ MEŞHUR (Bak: Meşhur)
HADÎS-İ MEVZU' Başkası tarafından söylendiği hâlde Peygamberimize (A.S.M.) isnad edilen hadis. Muan'an veya senedlerle tesbit edilmemiş hadistir. Manası yanlış demek değildir.
HADÎS-İ MUALLAK Senedinin yalnız ibtidasından bir veya birkaç ravisi hazf edilmiş olan hadistir. Meselâ: Bir zat kendi şeyhini ve şeyhinin şeyhini zikr etmeksizin onların fevkindeki râvilerden itibaren senedi zikr etse ta'likte bulunmuş olur. (Ist. Fık.K.)
HADÎS-İ MÜRSEL Peygamberimiz'den (A.S.M.) işitildiği bildirilen hadis-i şerif.
HADÎS-İ MÜTEVATİR Kizb üzerine ittifakları aklen tecviz olunmayan cemaatlerin birbirinden ve ilk cemaatin de bizzat Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmdan rivâyet ettiği Hadis-i şeriftir. (İlm-i yakîni ifade eder. "Bu hadis-i şerif Peygamber'den (A.S.M.) sâdır olmuş mu?" demeğe imkân kalmaz).
HADÎS-İ SAHÎH Hakkında şüphe edilemiyen ve doğru senetlere ve râvilere isnad edilerek müsbet olarak kat'i bilinen hadis-i nebevidir.
HADÎS-İ ŞEYHEYN En muteber ve büyük hadis âlimlerinden İmam-ı Buharî ve İmam-ı Müslim'den rivayet edilen hadis-i şerif.
HÂDİSAT (Hâdise. C.) Yeni olan şeyler. Hâdiseler.
HÂDİSE (C.: Hâdisat, Havadis) Vâkıa, olay. Yeni bir şey, ilk defa olan. Haber.
HÂDİŞE Derisi parçalandığı halde kan çıkmayan yara.
HÂDİYE Değnek, asâ, sopa. * Su içinden sivrilerek yükselen kaya.
HADL Meyletmek, yönelmek.
HADLEKA şiddetle bakmak.
HADM Birşeyi ağzına koyup, bir lokmada çiğneyip yemek.
HADMA' Beyaz koyun.
HADME Ateş gürültüsü.

Prof. Dr. Sinsi 09-10-2012 03:01 AM

Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler...
 
RE: Osmanlıca Sözlük (H Harfi) HADR Evmek, acele etmek. * Vücutta bir organın şişip yumrulaşması. * Men etmek, engel olmak. * Saçak bükmek.
HADRA (Müennestir) Yeşillik. * Sebze. En yeşil. Pek yeşil.
HADRAVAT (Hadrevât) (Hadrâ. C.) Yeşillikler, yeşillik.
HADRE Yüz yüze olmak.
HADREBAN Feryadı şiddetli olan, çok fazla bağıran.
HADRECE Bükmek. * Sağlam yapmak, sağlamlaştırmak.
HADS Uzun düşünce ve delile ihtiyaç kalmadan hâsıl olan ilim. Sür'at-i intikal. Ani ve doğru idrâk. Delilden neticeye çabuk varmak.(Akıl tâtil-i eşgal etse de, nazarını ihmal etse, vicdan Sânii unutamaz. Kendi nefsini inkâr etse de onu görür. Onu düşünür. Ona müteveccihtir. Hads ki, şimşek gibi sür'at-i intikaldir, dâima onu tahrik eder. Hadsin muzâafı olan ilham, onu dâima tenvir eder. Meyelânın muzâafı olan arzu ve onun muzâafı olan iştiyak ve onun muzâafı olan aşk-ı İlâhi, onu dâima mârifet-i Zülcelâle sevkeder. Şu fıtrattaki incizab ve cezbe, bir hakikat-ı câzibedarın cezbiyledir. M.N.)(.... Hem hiç mümkün müdür ki: O hads-i kat'î, o yakîn-i şuhudî hadsiz emarelerden ve o emareler, hadsiz müşahedat vak'ıalarından ve o müşahedat vakı'aları, şeksiz ve şüphesiz mebâdi-i zaruriyeye istinad etmesin. Öyle ise, şu ehl-i edyandaki bu itikadât-ı umumiyenin sebebi ve senedi, tevatür-ü mânevi kuvvetini ifade eden pek çok kerrat ile melâike müşahedelerinden ve ruhanilerin rü'yetlerinden hâsıl olan mebâdi-i zaruriyedir, esasat-ı kat'iyyedir. S.)
HADS-İ SÂDIK Tam, doğru ve şüphesiz idrâk etme ve bilme.
HADSEN Sezmekle. Sür'atle intikal ve idrâk etmekle.
HADSÎ Hadsle. Hadse dâir ve müteallik.
HADSİYYAT Mümkün olan şeyler. Olması ihtimali olan nesneler. Mümkinat.
HADSİZ Hesapsız, sayısız. Belirli olmayan, çok.
HADŞ Kaşımak. * Tırmalamak.
HADŞE (C.: Hadeşât) Vesvese, kuruntu, merak, ye's, üzüntü, hüzün.
HADŞE-İ DERUN İç sıkıntısı, gönül üzüntüsü.
HADŞE-AVER f. Rahatsızlık veren, insanı sıkıntıya koyan.
HADŞE-NİSAR f. Merak veren, vesvese.
HADUN Memesinden biri diğerinden uzun olan koyun.
HADUR Yemen diyarında bir şehrin adı.
HADUR İniş. * Alçak yer.
HADUŞ Pire. Sinek.
HADV Sürmek.
HADY Evmek, acele etmek. * Rüzgârın esmesi.
HAFA Gizlilik. Gizli olmak. Saklılık.
HAFA Berdi denilen otun beyaz ve yaş olan kökü.
HAFA' Yalın ayak yürümek.
HAFA (HAFÂYE) Çok yürümekten adamın ayağının ve davarın tırnağının aşınması.
HAFAFÎŞ (Huffâş. C.) Yarasa kuşları.
HAFAGÂH f. Gizlenilecek yer, gizlenme yeri, siper.
HAFAİR (Hafîr. C.) Oyuklar, delikler, çukurlar.
HAFAK (HAFAKAN) Muzdarib olmak, acı çekmek. * Deprenmek.
HAFAKAN Sıkıntı. Kalb çarpıntısı. Iztırab.
HAFAT (Hâfe. C.) Sahiller, deniz kenarları, kıyılar.
HAFAVE Bir kimseyi mübâlâga ile sormak. * Şefaat etmek. * İkramda ve iltifatta mübâlağa etmek.
HAFAYA (Hafi. C.) Gizli şeyler. Sırlar.
HAFAYA-YI UMÛR İşlerin gizli tarafı.
HAFAZA (Hâfız. C.) Muhafızlar. Muhafız melekler.
HAFC Titremek. * Ayağını eğri basan.
HAFCAG Tatar beyi. (Aslı: Kıpçak)
HAFD Evmek, sür'at.
HÂFE (C.: Hâfât) Sâhil, kıyı, deniz kenarı. * İki veya daha fazla sathın, bir açı teşkil ederek birleşmesinden meydana gelen uzunlamasına keskinlik.
HÂFE-İ NEHR Nehir kenarı.
HÂFE-İ TARÎK Yol kenarı.
HAFE İçine bal konulan sahtiyan tuluk.
HAFEDE (Hafid. C.) Yardımcılar, hâdimler.
HAFEF Fakirlik. Darlık. * Şiddet.
HAFELLEH Ayaklarının uç kısmı birbirine yakın olup, ökçeleri uzak olan.
HAFENDER Malını güzel tedbirlerle çoğaltan mal sahibi.
HAFER Çukurdan çıkartılan toprak. * Dişin çürümüş kısmı veya kiri.
HAFER Çok fazla utanmak.
HAFEŞ (C.: Ahfâş) İğne ve iplik koyacak kap. * Sel.
HAFEŞ Gözün küçük olması ve görme kuvvetinin zayıf olması. (Öyle kişiye "ahfeş" derler.)
HAFET Islıklı yılan.
HAFF Bir şeyin etrâfını dolanan. Bir nesnenin çevresini dolanan.
HAFF Tavaf etmek. * Süslemek. * Hizmet etmek. * Kesmek.
HAFF Alaca renkli at.
HAFFAF Ayakkabı, terlik vb. gibi şeyler yapan ve satan. Kavaf.
HAFFANE (C.: Haffân) Deve kuşu yavrusu. * Hizmet. * Maiyyet.
HAFFAR Çukur kazan, kuyu kazan.
HAFFE (C.: Hıff) Çulhaların bez sardıkları ağaç.
HAFHAFA (C.: Hafâhıf) Köpeğin, yemek yerken ses çıkarması. * Sırtlan sesi.
HAFIK Ufkun nihayeti. Şark veya garb tarafı. * Vuran, çarpan, çırpınan.
HAFIKAN (Hâfıkeyn) Mağrib ile maşrık. Şark ile garb. Doğu ile batı.
HÂFIZ Kur'ân-ı Kerim'i tamamen ezbere okuyan. * Kur'an-ı Kerim'in mânası ile beraber her şeyini yaşamaya ve muhafazaya çalışan. * Muhafaza eden. Koruyan. Hıfzeden. (Hadis ilmi ile meşgul ve mütehassıs olup yüzbin hadis-i şerifi senetleri ile beraber ezberden okuyanlara da Hâfız-ül hadis denirdi.) (Ist. Fık. K.)
HÂFIZ-I HAKİKÎ Hakiki ve tam muhafaza eden. (Allah)
HÂFIZ-I KÜTÜB Kitabları hıfzeden, saklayan. Kütüphane me'muru, kütüphaneci.
HÂFIZ-I ŞİRAZÎ (Bak: Sa'd-ı Şirazî)
HÂFIZ Alçaltıcı. * İnsana haddini bildiren. * Rahatta olan.
HÂFIZA Muhafaza eden. Ezberleme kuvvesi. Kuvve-i hâfıza.
HÂFIZA-PİRÂ f. Hafızayı süsleyen. * Uğur sayılarak ezberlenen şey.
HAFİ Yalın ayak yürüyen veya koşan. * Çok ikram eden insan. İnsanı güler yüzle karşılayan.
HAFÎ Gizli. Açıkta olmayan. Saklı. * Fık: Sigasından dolayı değil, bir ârızadan dolayı mânası kapalı kalan lafız.
HAFÎD Evlâd. Oğul. Torun.
HAFÎDE Kız torun.
HAFİF Ağır olmayan. Hafif. Yeğni.
HAFİF-ÜL MİZAC Kararsız, hoppa, temkinsiz.
HAFİF-ÜR RUH Ruhu hafif olan, hoşsohbet.
HAFÎF Kuş uçarken, at koşarken veya rüzgâr eserken meydana gelen hışırtı, hışlama.
HAFİF-İ KEBUTER Güvercinin uçarken çıkardığı ses.
HÂFİL Dolu, mümteli.
HÂFİR Kazan, kazıcı, hafriyat yapan. Yerde çukur açan.(Esâsen kazıcı mânasına sıfat olmakla beraber, atın tırnağına isim olmuştur. Ve o münasebetle tırnağının kazdığı çukura, yani izine ve o suretle açılan çığıra dahi merdiyye mânasına râdiye ıtlak olunur. E.T.)
HÂFİR-İ Bİ'R Kuyu kazan.

Prof. Dr. Sinsi 09-10-2012 03:02 AM

Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler...
 
RE: Osmanlıca Sözlük (H Harfi) HÂFİR-İ KABR Mezar kazan, mezarcı.
HAFÎR Kazılmış yer. Çukur. Mezar.
HAFİR (C.: Havâfir) Davar tırnağı.
HAFİRE Evvelki hâline ve evvelki yerine dönmek.
HAFİŞE Sel yolu.
HAFİY Her şeyi arayıp bilmiş olan âlim. * Bir şeyi mübâlağa ile arayıp bilen kimse.
HAFİYE Saklı ve gizli şeyleri araştıran. * Casus. * Polis.
HAFİYE (HÂFİYYE) (C.: Havâfi) İnsan bedeninde gizli olan can. * Kuş kanadında ebâhirden sonra olan dört kısacık yeleklerin her birisi. * Gizli, mestur.
HAFİYEN İkram ederek. * Yalınayak olarak.
HAFİYYAT Gizli şeyler. Gizlilikler.
HAFİYYAT-I UMÛR İşlerin saklı tarafları, gizli kısımları.
HAFİYYEN Gizlice, saklı olarak, gizliden. Aşikâr olmıgirsin bir tarafına ..!!!.
HAFİYYETEN Gizlice, gizli ve saklı olarak.
HAFİYY Ü CELÎ Gizli ve âşikâr.
HAFÎZ Esirgeyen. Koruyan. Muhafaza eden. Muhafız.
HAFÎZ Hodbinliği, kibri, serkeşliği kırılmış kimse. Aşağı basılmış.
HAFİZALLAH Allah korusun. Allah muhafaza etsin, Allah saklasın (anlamındadır).
HAFÎZİYYET Muhafaza edicilik, koruyup esirgeyicilik. * Cenâb-ı Hakk'ın, bütün tohum ve çekideklerde olduğu gibi, bir mahlûkun başına gelecek vaziyetleri ve başından geçenleri muhafaza edici sıfatı. Cenab-ı Hakk'ın muhafaza ediciliği.(İsm-i Hafız'in tecelli-i etemmine işaret eden: âyetidir. Kur'an-ı Hakîm'in bu hakikatına delil istersen: Kitab-ı Mübin'in mistarı üstünde yazılan şu kâinat kitabının sahifelerine baksan, ism-i Hafîz'in cilve-i azamını ve bu âyet-i kerimenin bir hakikat-ı kübrasının naziresini çok cihetlerle görebilirsin. Ezcümle: Ağaç, çiçek ve otların muhtelif tohumlarından bir kabza al. O muhtelif ve birbirine muhalif tohumların cinsleri birbirinden ayrı, nevileri birbirinden başka olan çiçek ve ağaç ve otların sandukçaları hükmünde olan o kabzayı karanlıkta ve karanlık ve basit ve câmid bir toprak içinde defnet, serp. Sonra mizansız ve eşyayı farketmeyen ve nereye yüzünü çevirsen oraya giden basit su ile sula. Sonra senevî haşrin meydanı olan bahar mevsiminde gel, bak! İsrâfil-vâri melek-i ra'd; baharda, nefh-i Sur nev'inden yağmura bağırması, yer altında defnedilen çekirdeklere nefh-i ruhla müjdelemesi zamanına dikkat et ki, o nihayet derece karışık ve karışmış ve birbirine benziyen o tohumcuklar, ism-i Hafîz'in tecellisi altında kemal-i imtisal ile hatasız olarak Fâtır-ı Hakîm'den gelen evamir-i tekviniyeyi imtisal ediyorlar. Ve öyle tevfik-i hareket ediyorlar ki: Onların o hareketlerinde bir şuur, bir basiret, bir kasd, bir irade, bir ilim, bir kemal, bir hikmet parladığı görünüyor. Çünki görüyorsun ki: O birbirine benzeyen tohumcuklar, birbirinden temayüz ediyor, ayrılıyor. Meselâ bu tohumcuk, bir incir ağacı oldu. Fâtır-ı Hakimin nimetlerini başlarımız üstünde neşre başladı. Serpiyor, dallarının elleri ile bizlere uzatıyor. İşte bu, ona sureten benziyen bu iki tohumcuk ise, gün âşıkı namındaki çiçek ile, hercâi menekşe gibi çiçekleri verdi. Bizler için süslendi. Yüzümüze gülüyorlar; kendilerini bizlere sevdiriyorlar. Daha buradaki bir kısım tohumcuklar, bu güzel meyveleri verdi. Ve sünbül ve ağaç oldular. Güzel tad ve koku ve şekilleri ile iştihamızı açıp, kendi nefislerine bizim nefislerimizi davet ediyorlar. Ve kendilerini müşterilerine feda ediyorlar. Tâ nebatî hayat mertebesinden, hayvanî hayat mertebesine terakki etsinler. Ve hâkeza... kıyas et. Öyle bir surette o tohumcuklar inkişaf ettiler ki, o tek kabza, muhtelif ağaçlarla ve mütenevvi çiçeklerle dolu bir bahçe hükmüne geçti. İçinde hiçbir galat, kusur yok. sırrını gösterir. Herbir tohum, ismi-i Hafîz'in cilvesiyle ve ihsaniyle ona pederinin ve aslının malından verdiği irsiyeti; iltibassız, noksansız muhafaza edip gösteriyor. İşte bu hadsiz harika muhafazayı yapan Zât-ı Hafîz, kıyamet ve haşirde, hafîziyyetin tecelli-i ekberini göstereceğine kat'i bir işarettir. Evet bu ehemmiyetsiz, zâil, fâni tavırlarda bu derece kusursuz, galatsız hafîziyyet cilvesi bir hüccet-i katıadır ki; ebedi te'siri ve azim ehemmiyeti bulunan emanet-i kübra hamelesi ve arzın halifesi olan insanların ef'al ve âsâr ve akvâlleri ve hasenat ve seyyiatları, kemal-i dikkatle muhafaza edilir ve muhasebesi görülecek. Âyâ bu insan zanneder mi ki, başıboş kalacak. Hâşâ!... Belki insan, ebede meb'ustur ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzeddir. Küçük-büyük, az-çok her amelinden muhasebe görecek. Ya taltif veya tokat yiyecek. İşte hafîziyyetin cilve-i kübrasına ve mezkûr âyetin hakikatına şâhidler had ve hesaba gelmez. Bu mes'eledeki gösterdiğimiz şahid; denizden bir katre, dağdan bir zerredir. L.)
HAFK Naldan çıkan ses.
HAFL Kederlenme, hüzünlenme, tasalanma. * Toplantı, toplanma.
HAFNE (C.: Hafenât) İki avuç dolusu olan şey.
HAFR Kazmak ve çukur etmek.
HAFR Ahdinde durmamak. * Kiraya vermek.
HAFRİYAT Yeri kazıp derinleştirmeler. Kazılar.
HAFS Toplama, cem'etme. Biriktirme.
HAFS Hız. Sür'at.
HAFS Her nesnenin boşu.
HAFSA Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) zevcelerinden biri ve Hz. Ömer'in (R.A.) kızı.
HAFŞ Tıb: "Tavuk karası" adı verilen bir göz hastalığı.
HAFŞ Celbetmek, çekmek. * Yeri kazıp oymak. * Birbiri ardınca tez tez gelmek.
HAFT Dövmek.
HAFT Sâkin olmak. * Sözü gizli söylemek.
HAFTA f. Yedi günden ibaret müddet. Yedi günlük müddet.
HAFTAN Eskiden savaşlarda zırh üzerine giyilen bir cins pamuklu elbise. * Kaftan.
HAFUD Karnındaki yavrusunu âzası belirmeden düşüren deve.
HAFUR Bir ot cinsi.
HAFV Men etmek, mâni olmak, engel olmak.
HAFY Gizlemek. * Setretmek, örtmek. * İzhar etmek, görünmek. * Parlamak, yıldıramak.
HAFZ Aşırı olmama hali. * Refah ve ferahlık. Huzur ve rahat. * Yavaş yavaş mülayim yürüyüş, itidal. Alçak. * Kelimenin son harfini esre, yâni "i" diye okumak. * Sözü boğaz içinden söylemek.
HAFZ Taşımak için hazırlanmış ev eşyası. Ev eşyası taşıtılan deve. * Bir şeyi eğmek veya elden bırakmak.
HAH f. (Hasten : "İstemek" mastarından yapılmıştır.) Kelimenin sonuna getirilerek isteyen, ister mânasında terkib yapılır. Meselâ: Bed-hah : Kötülük isteyen.
HAHAM Mûsevilerin dinî reisi, râhibi, âlimi.
HAHAN f. İstekli, arzulu, tâlib.
HAHEM (Hâsten) mastarından, "İsterim" mânasına fiildir.
HAHER f. Kızkardeş. Hemşire.
HAHERÎ f. Hemşirelik, kızkardeşlik.
HAHER-ZADE f. Hemşirezade, kızkardeş çocuğu. Yeğen.
HÂHİŞ f. Fazla arzu, isteyiş.
HÂHİŞ-İ VİCDANÎ Vicdanî isteyiş ve arzu.
HÂHİŞGER (HÂHİŞKER) f. Arzulayan. İsteyen. İstekli.
HÂHİŞGERAN (HÂHİŞKERÂN) f. Hâhişgerler, istekliler, tâlibler.
HAH NA-HAH f. İster istemez.
HAİB (Heybet. den) Kokan, Utanan. Utangaç.
HAİB Mahrum. Ümidsiz. Kederli. Me'yus. Bi-behre olan.
HAİBEN Muvaffakiyetsiz olarak. Mahrum olarak.
HAİBÎN (Hâib. C.) Zarar ve ziyâna uğrayanlar. * Mahrum olanlar. * Me'yus olanlar, üzülenler.
HAİC (Hâyic) Coşkun, heyecanlı.
HAİD Pişman, nedamet eden, tövbekâr, nâdim.
HAİF (Havf. dan) Korkan. Korkmuş olan.
HAİF Gadir eden, azarlayan. Zulmeden.
HAİFEN Korkarak, korkakçasına.
HAİFANE Korkakcasına, ödlekçesine.
HAİK (C.: Hayyak) Çulha.
HAİL Perde. Mânia. İki şey arasını ayıran.
HAİL Korku ve dehşet veren.
HAİLE Neticesi fâcialı tiyatro piyesi. Trajedi. (Bak: Dram)
HAİM (Hâyim) Hayrette kalan. Mütehayyir. Sersem.
HAİN Emanete hıyanet eden. İyiliğe karşı kötülük eden.
HAİNANE Hâincesine, hâin bir kişiye yakışır şekil ve surette.
HAİR Hayrette kalmış, mütehayyir. Şaşırmış, taaccüb etmiş.

Prof. Dr. Sinsi 09-10-2012 03:02 AM

Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler...
 
RE: Osmanlıca Sözlük (H Harfi) HAİR-İ BAİR Şaşkın, sapıtmış. * Aklını kaybederek ne yapacağını bilemiyen.
HAİT Bir yeri çevreleyen duvar. Tahta perde. Çit.
HAİZ Bir şeye sahip olma. Sahip. Mâlik. * Yer tutan. * Akranından mümtaz olan.
HAİZ-İ EHEMMİYET Ehemmiyetli, mühim, önemli.
HAİZ (Bak: Hayz)
HAK (Bak: Hakk)
HÂK Vasat. Vasatî. Orta.
HÂK f. Toprak. Turab.(Hâk ol ki, Hüdâ mertebeni eyleye âli.Tâc-ı ser-i âlemdir o kim hâkk-ı kademdir.)
HÂK-İ MEZAR Mezar toprağı.
HÂK-İ PÂK Temiz toprak.
HÂK-İ VATAN Vatan toprağı.
HAKAİD (Hakd. C.) Kinler, garezler, hasedler.
HAKAİK (Hakayık) (Hakikat. C.) Hakikatler.
HAKAİK-I NİSBİYE Nisbete, ölçüye göre olan hakikatlar.(Hakaik-ı nisbiye denilen şeyler, kâinatın eczası arasında bulunan rabıtalardır. Ve kâinattaki nizam, ancak hakaik-ı nisbiyeden doğmuştur. Ve hakaik-ı nisbiyeden kâinatın envaına bir vücud-u vahid in'ikas etmiştir. Hakaik-ı nisbiye, büyük bir ölçüde hakaik-i hakikiyeden çoktur. Hattâ bir zatın hakaik-ı hakikiyesi yedi ise, hakaik-ı nisbiyesi yediyüzdür. Binaenaleyh kubuh ve şerde, şer varsa da, kalildir. İ.İ.)
HAKALLED Dar gönüllü, bahil kimse.
HAKAN Eski Türklerde hükümdar mânasınadır.
HAKAN-I MAĞFUR Ölmüş hükümdar.
HAKANÎ Hâkan ile ilgili, hâkana mensub.
HAKARET Küçüklük. İtibarsızlık. Hor ve hakir görmek. Küçümseme. Küçük görme. Tâzimsizlik.
HAKARET-ÂMİZ f. Hakaretle karışık. Hakaretle beraber.
HAKAYIK (Bak: Hakaik)
HAKAYIK-I NİSBİYE (Bak: Hakaik-ı nisbiye)
HAKAYIK-I SEB'A Yedi hakikat. Fatiha suresinin yedi âyeti. İmanın altı şartı ve İslâmiyet ile yedi olan mühim hakikatlar. Kur'an-ı Kerim'in yedi vechile hârika olması gibi hakikatlar.
HAKAYIK-ÜL VEKAYİ' Hâdiselerin hakikatları.
HAKB Devenin semerini karnına bağlamakta kullanılan ip. * Tutulmak.
HAKBA' Yaban eşeğinin dişisi.
HAK-BÎN f. Hakkı gören. Hak veren. Hakka imân eden. Hakka inanan.
HAKBÎZ f. Toprak kalburu.
HAKD Kin tutmak. Adâvetini gizlemek. (Bak: İhnet)
HAKDAN f. Dünya, arz, yer.
HAKEK Yumuşak beyaz taş.
HAKEM İki tarafın anlaşmak üzere hükmüne rıza göstermek için seçtikleri kimse. Haklı ve haksızın ayrılmasında aracılık eden.
HAKEME (C.: Hakemât) Damak geminin halkası.
HAKEMEYN İki hakem. * Tar: Sıffîn Vak'asında Hz. Ali (R.A.) ile Hz. Muaviye (R.A.) arasında hakem seçilen Amr İbn-ül As ile Ebu Muse-l Eş'arî.
HAK-ENDİŞ f. Hakkı düşünen. Hakkı arayan, doğruluk için endişe eden.
HAKESARÎ f. Perişanlık, düşkünlük.
HAKEZA Öylece. Bunun gibi. Böyle.
HAKHAH Gecenin ilk saatlerinde gitmek.
HAKHAKA Zahmetli ve meşakkatli yolculuk yapmak.
HAKIB Karnı guruldayan kişi. * Necaseti şedit kişi.
HAKIL Erkek fâre.
HAKIN Sidik zorluğu olan kimse.
HAKINE Boğaz altındaki çukurcuk.
HAKÎ Anlatan. Hikâye eden.
HAKÎ f. Toprak rengi. Toprakla alâkalı.
HAKÎ' Kırağı.
HAKÎBE Heybe.
HAKÎK Haklı, hak sahibi olan. * Müstehak, lâyık, münasib.
HAKİKAT (C.: Hakaik) Bir şeyin aslı ve esâsı. Mahiyeti. Gerçek. Doğru. Sahih. Künh. Sâbit ve vâki. * Kadirbilirlik. Sadâkat, doğruluk. Kâinat ve tabiat ve uluhiyet hakkında bütün teşbih ve mecazlardan âri ve zâhir olan gerçek. * "Mecâz" karşılığı, esas olarak kullanılan kelime. * Edb: Bir kelime neyi anlatmak için konulmuş ise, bu kelimenin o mânada kullanılması; göz kelimesinin, aynı o bilinen uzuv mânasında kullanılması gibi. (Bak: Mahiyet, Mecaz)
HAKİKAT-I HÂRİCİYE Hayat gibi âlem-i şehadete gelmiş varlık.
HAKİKAT-I SÂBİTE f. Sâbit, değişmez hakikat.
HAKİKAT-BÎN f. Hakikatı gören, hakikatı anlayan. Hakikatşinas. Hakikata inanan.
HAKİKATEN Doğrusu, gerçekten, hakikat olarak.
HAKİKAT-GU f. Doğru sözlü. Doğru konuşan.
HAKİKAT-PEREST f. Hakkı ve hakikatı seven, hakikata inanan. Dürüst, hakikat âşığı.
HAKİKAT-ŞİNAS f. Hakikatı doğru tanıyan, bilen. Hakikata imân eden.
HAKİKAT-ŞİNASÂNE f. Gerçeği, hakikatı tanıyana yakışacak surette.
HAKİKÎ Gerçek. Hakikate mensub. Sâhici, doğru.
HAKÎLE Uzun buğday. * Bağırsak içinde olan su.
HÂK İLE YEKSAN Yerle bir.
HAKÎM Hikmetle muttasıf olan ve mevcudatın hakikatına vâkıf olan. Hikmet mütehasssı. İlm-i hikmette mütebahhir ve mütehassıs olan. İş ve emirleri hikmetli ve yanlışsız olan. * Tabib, doktor.
HAKÎM-İ LOKMAN (Bak: Lokman)
HAKÎM-İ MUTLAK Tam hikmet sahibi olan. Cenab-ı Hak (C.C.)
HÂKİM Galib. Haklı ve haksızı ayırıp hak ve adalet üzere hükmeden. Başkasını müdahale ettirmeden idare eden, Allah (C.C.) * Memleketi idare eden. * Mahkeme reisi. (Hâkim-i Hakikî, Hâkim-i Ezelî, Hâkim-i Mutlak, Hâkim-i Zülcelâl, Hâkim-i Lemyezel... gibi isimlerle, Cenab-ı Hakk'a âit olan Hâkim sıfatı Kur'ân-ı Kerim'de 86 def'a zikredilir.)
HÂKİM-ÜŞ ŞER' Kadılar (hâkimler) için kullanılan bir tâbirdir. Kadılar davaları şer'î hükümler dairesinde hall ü faslettikleri için bu tâbir meydana gelmiştir. Şeriat hâkimi demektir.
HAKÎMANE f. Hikmetli olarak. Hakîm olana yakışır surette.
HÂKİMANE Hükmederek, hâkim olarak. Hâkime yakışır tarzda.
HÂKİME Kadın hâkim.
HAKİM EBU ABDULLAH Muhammed bin Abdullah ibn-i Beyyi' (Hi: 321-405) Sâmâniye Devleti Nişabur Kadılığında bulunmuş büyük muhaddislerden, Şafiî fakihlerinden, asrının en büyük din âlimi diye bilinen bir zattır. Bir çok eser te'lif etmiştir. Başlıcaları: El Müstedrek Ale-s Sahihayn, Kitab-ül İlel, El-İklil, El-Emali, Teracüm-üş Şüyuh, El Medhal ilâ İlm-is Sahih, Fazâil-ül İmam-üş Şafiî, Tarih-i Ulemâ-i Nişabur, Marifet-ül Hadis ünvanlarındadır.
HÂKİMİYYET Hâkim oluş. Hükmediş. Âmirlik. Üstünlük. Müdahale ve rakibi kabul etmemek hali.(... Evet, bu kâinata geniş bir dikkat ile bakan; kâinatı gayet haşmetli ve gayet faaliyetli bir memleket, belki idâresi gayet hikmetli ve hâkimiyyeti gayet kuvvetli bir şehir hükmünde görür, her şeyi ve her nev'i birer vazife ile musahharâne meşgul bulur. âyetinin askerlik mânasını ihsas eden temsiline göre; zerrat ordusundan ve nebatat fırkalarından ve hayvanat taburlarından, ta yıldızlar ordusuna kadar olan cünud-u Rabbaniyeden, o küçük me'murlarda ve bu pek büyük askerlerde, hâkimâne tekvinî emirlerin, âmirâne hükümlerin, şâhâne kanunların cereyanları, bedahetle bir hâkimiyyet-i mutlakanın ve bir âmiriyyet-i külliyenin vücuduna delâlet ederler. Ş.)
HAKÎ-NİHAD f. Mütevazi, kibirsiz, alçak gönüllü.
HAKİR Küçük. Ehemmiyetsiz. Kıymetsiz. İtibarsız. Kudretsiz.
HAKİRÂNE f. Hakircesine. Hakir bir kimseye yakışacak tarz ve şekilde.
HAKİSTER f. Kül, ateş külü.
HAKİYAN (Hâki. C.) İnsanlar, nev'-i beşer, dünya halkı.
HAKK (Bâtılın zıddı) Doğru. Gerçek. Vâcib ve lâzım olan. Her sâbit ve doğru olan şey. Adalet. Herkesin meşru olan salahiyeti, iktidarı, bir şey üzerindeki mâlikiyyeti. * Dâva ve iddia. * Hakikate uygunluk. * Geçmiş, harcanmış emek. Pay, hisse. * Münasib * Din. İslâmiyyet. * Kur'an. * Vukuu vâcib, geleceği şüphesiz olan. * Kıyamet. * Mahz-ı hakikat. * Yapacağını yalansız yapan kimse. * Musibet.
HAKK-I ÂMİRİYYET Âmirlik hakkı.

Prof. Dr. Sinsi 09-10-2012 03:02 AM

Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler...
 
RE: Osmanlıca Sözlük (H Harfi) HAKK-I İHTİTAB Ormana yakın olan kimselerin ormandan odun kesmek hakkı.
HAKK-UL YAKÎN (Hakk-al yakîn) Mârifet mertebesinin en yükseği. En yakînî bir surette hakikatı müşahede edip yaşamak hali. Ateşin yakıcı olduğunu bütün hislerimizle yakından duyup yaşadığımız gibi. (Bak: Yakîn)
HAKK Kazıma. Oyma. Maden üzerine yazı işlemek.
HAKK-İ MÜHÜR Mühür kazıma.
HAKK-İ SEHV Yanlışı kazıma.
HAKKA (Hakkan) Doğru olarak. Gerçek. Hakikat olarak. Lâzım ve sâbit kılmak.
HÂKKA Kıyamet günü. * Âfet. Devamlı musibet. (Herkesin ve her kavmin amellerini isbat ve izhar eylediğinden kıyamet gününe bu isim verilmiştir) (L.R.)
HÂKKA SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 69. suresi olup Mekkîdir.
HAKKÂK Hakkeden. Mühür vesair kazıyan.
HAKKÂKÎ Mühür ve saire kazıma, hakkâklık.
HAKKAK Hokkacı, kutucu.
HAKKAN Hakikaten, doğrusu.
HAKKANÎ Hak ve adalete uygun. Haklılığa uyar ve yakışır.
HAKKANİYET Haktan ve doğruluktan ayrılmamak. Adalet üzere bulunmak. Adalet ve insaf ile lâzım olanı icra etmek.
HAKK-BÎNANE f. Hakkı tanıyana göre.
HAKK-BÎNÎ f. Hakkı görme, hakkı tanıma.
HAKK-CU f. Hak arıyan.
HAKKE Arka yükü. * Diş.
HAKKETMEK Oyarak veya kazıgirsin bir tarafına ..!!! işlemek, yazmak.
HAK-GÛ f. Doğru ve hak söyleyen.
HAKK-GÜZAR f. Haktan ayrılmayan, hakkı tanıyan.
HAKKIYET Haklılık.
HAKK-ŞİNAS f. Hakka riayet eden. Hakkı tanıyan. Hak ile amel eden.
HAKL Ziraate uygun yer.
HAKLE (C.: Hıkâl) İçinde binâ ve ağacı olmayan mezrea.
HAKM Atın ağzına gem vurmak.
HAKM Bir nevi kuş.
HAKN Sütü tuluma koyup toplamak ve sağıldıkça üzerine koymak. * Men etmek, engel olmak.
HÂK-NİŞİN f. Dilenci, sâil, fakir.
HÂK-NİŞİNÎ f. Dilencilik, yoksulluk, fakirlik, sefâlet.HÂK-PA(Y) f. Ayağın tozu, ayağın toprağı. Ayağın batığı toprak.
HAK-PEREST f. Doğruluktan ayrılmayan, doğruluğu ciddi ve samimi seven. Hakka iman eden ve hak üzere âmil olan.(Fenn-i âdâb ve ilm-i münazaranın üleması mabeynindeki hakperestlik ve insaf düsturu olan şu: "Eğer bir mes'elenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse; ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır." Hem zarar eder. Çünki: Haklı çıktığı vakit o münazarada bilmediği bir şeyi öğrenmiyor; belki gurur ihtimali ile zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa; zararsız, bilmediği bir mes'eleyi öğrenip, menfaattar olur; nefsin gururundan kurtulur. Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip, taraftar çıkar; memnun olur. L.)
HAKR Hor görmek.
HAKR Cem etmek, toplamak.
HÂK-RAH f. Yol toprağı.
HÂK-RUB f. Süpürge.
HÂK-SAR f. Toz toprak içinde kalmış. Perişan hâlli.
HÂKSARÎ Perişanlık, düşkünlük, rezillik.
HAK-SEVER Adaletle hareket eden, doğru bildiği şeyden ayrılmayan, dürüst.
HAKUD Çok kin güden, hasetçi.
HAKV (C.: Ahkâ-Hukka) Fota. Don. * Böğür.
HAKVE Yürek ağrısı.
HÂL Durum, vaziyet. Görünüş. Tavır. Suret. Keyfiyet. * Cezbe. * Dert, keder, elem. * Mecâl. Kuvvet. * Gr: Fâili, mef'ulü veya her ikisinin durumunu bildiren sözdür. Halin sâhibine zi-l hâl denir.Meselâ : Reeytuhu mâşiyen: (Onu yürürken gördüm) cümlesinde Mâşiyen (yürürken) kelimesi, cümledeki mef'ulün hâlini bildirir. şimdiki zamanda olan fiilin durumuna da hâl denir.
HÂL-İ HÂZIR Şimdiki zaman, bu anki durum.
HÂL-İ İHTİZAR Can çekişme, ölüm ânı.
HÂL-İ İNTİZAR Bekleme hâli.
HÂL-İ SAHV Arızi veya dâimi sebeplerle, şuurunu kaybetmiş bir kimsenin, muvakkaten şuurunun yerine gelmesi hâli.
HAL' Kaldırma. Kal' etme. * Hükümdarı tahttan indirmek. Azletmek. * Mansıb ve mesnetten ihraç etmek. * Elbise gibi şeyleri soymak. * Bir şeyi izâle edip ayırmak ve terketmek. * Karısını boşamak. Evlâdını evlâdlıktan reddetmek.
HÂL Dayı. * Vücudda hususan yüzde görünen siyah benek, ben.
HÂL-İ SİYAH Siyah ben.
HAL' (HULÂE) Debbâğların dibâgat ettikleri derinin kazıntısı. * Vurmak. * Men etmek, engel olmak. * Hediye vermek, atâ etmek. * Cima etmek.
HAL Küçük Hindistan cevizi.
HALÂ (Harf-i cerrdir) İstisnaya delâlet eder.
HÂLÂ (Hâlen) şimdi. Henüz. şimdiye kadar. Elân.
HALÂ' Boş, hâli. * Ayak yolu, abdesthane. * Devenin çökmesi.
HALA (C.: Hâlât) Babanın kız kardeşi, hala. Arapçada: Ananın kızkardeşi. Teyze.
HALÂ Yaş ot.
HALA' Koparmak. * Pişmiş et.
HALÂA(T) Yüzsüzlük, utanmazlık, hayâsızlık. * Kötülüğünden dolayı ailesi ve cemaatı kendisinden ayrılan kimse.
HALAB f. Çamur, bataklık. Bataklık arâzi.
HALACA f. Ayak yolu, abdesthane.
HALAFET Ahmaklık, hamâkat, budalalık.
HALAHİL (Halhal. C.) Arap kadınlarının süs olarak ayak bileklerine taktıkları halkalar. Bunlar altun veya gümüşten yapılır.
HALAİF Halifeler.
HALAİK (Halayık) (Halk. C.) Mahlukat. Yaratılmışlar. * Huylar. Tabiatlar.
HALAİL (Halile. C.) Nikâhlı kadınlar, zevceler, karılar.
HALAK Nasib, hisse.
HALAK Eskimiş ve yıpranmış bez. Paçavra.
HALAK (Halka. C.) Halkalar.
HALAKA (Hâlik. C.) Berberler.
HALAKAT Halkalar.
HALAKAT Halukluk, güzel ahlâklılık, iyi huyluluk. * Düzlük, dümdüzlük.
HALAKÎ Paçavracı.
HALAKİM (Hulkum. C.) İnsan ve hayvanlarda boğazlar.
HALAL Dostluk, ahbaplık. * İki şey arasında açıklık olma.
HALA'LA' Erkek sırtlan.
HALALE Kadın eş. Halile, zevce.
HALAL(ET) İki şeyin arası açık olmak. * Dostluk. Samimi dostluk.
HALALUŞ f. Kavga, döğüş, şamata, gürültü.
HALAS Kurtulma, kurtuluş. Selâmete ermek.
HALAS Üzüm ağacına benzer bir ağaç (yanındaki ağaca sarılır gider; hoş kokusu vardır; akik gibi taneleri olur.)
HALAŞE f. Gemi dümeni. * Çörçöp.
HAL-AŞİNA f. Hâl ve durumdan anlayan.
HALAT (Hâlet. C.) Haller. Suretler. Keyfiyetler.
HALAT Kalın ip, gemi ipi.
HALAT (Hâle. C.) Halalar. Babanın kız kardeşleri. Arabçada: Ananın kız kardeşleri. Teyzeler.
HALAVET Tatlılık. Şirin olmak.
HALAVET-İ KELÂM Sözün güzelliği ve akıcılığı.
HALAVETBAHŞ f. Zevk veren, hâlâvet veren.
HALAVETYAB f. Zevk bulan, halâvet bulan.
HALAYIK Cariye, hizmetçi.
HALB Süt sağmak.
HALB Parçalama, pençeleme. * Birinin aklını başından alma.
HALBA Ahmak. Şaşkın. * Aldatıcı, hilekâr, sahtekâr.
HALBE (C.: Halâbib) Bir yarış yapmak veya bir şeye yardım etmek için toplanan atlılar grubu.
HALBES (C.: Halâbis) Bahadır, kahraman. Bir şeye sımsıkı bağlanıp ayrılmayan kişi.
HALBUKİ (Hâl bu ki) Hakikat ve doğrusu şudur ki, öyle iken.
HALBUS Serçeden küçük bir kuş.

Prof. Dr. Sinsi 09-10-2012 03:02 AM

Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler...
 
RE: Osmanlıca Sözlük (H Harfi) HALC Pamuğu temizlemek, havalandırmak ve kabartmak için yay ile atmak.
HALC Çekmek. * Hareket etmek.
HALCE Uzak, ırak yer, baid.
HALCEM Uzun, tavil.
HALD Devamlılık. Süreklilik. Dâimi. Bâki.
HAL-DAR f. Benli, benekli.
HALE Ay ve güneşin etrafında bazen görünen parlak dâire.
HALE Annenin kız kardeşi. Teyze. Türkçede babanın kız kardeşine hala denir. Arabçada dayıya "Hâl" denir.
HALEB Süt sağma. Sağılmış süt.
HALEBE (Hâlib. C.) Kandıranlar, aldatanlar, hile yapanlar.
HALEBE (Hâlib. C.) Süt sağanlar.
HALEBÎ Halepli, Halep ahalisinden olan.
HALEC Çalışmaktan, yürümekten veya ibadetten kemiklerin ağrıması.
HALECAN Titreme. Kalb çarpıntısı. Heyecan.
HALECAN-I KALB Kalb çarpıntısı.
HALED Kalb.
HALEDAR Haleli, halelenmiş. Parlak daireli.
HALEDE Küpe.
HAL' EDİLME Hükümdarın tahttan indirilmesi. * Boşanmış olmak. * Kovulmuş olmak.
HALEF Birinin yerine sonradan geçen kimse. Babadan sonra kalan oğul.
HALEF AN-SELEF Seleften halefe geçme. Geçen ve gidenden, gelene kalma. Babadan evlâda geçme.
HALEFEN Arkadan gelerek.
HALEFİYYET Haleflik, birinin yerine geçmiş olma.
HALEK Kara, siyah.
HALEL Bozukluk. Eksiklik. * Başkası tarafından verilen zarar. * İki şeyin aralığı. Boşluk. Açıklık.
HALELDÂR f. Bozma. Bozulma. Bozulmuş.
HALELPEZÎR f. Bozulan, Halel bulan. Eksik. Fesad kabul eden. Bozuk.
HALEM Helâk olmak. * Dibâgat yaparken derinin kurtlanması.
HALEMAT (Halme. C.) Meme uçları, meme başları.
HALEME (C.: Halem-Halemât) Meme başı. * Büyük kene. * Bir ot cinsi.
HALEN şu anda, henüz, şimdiki hâlde.
HALENBUS Serçe renginde, ondan küçük bir kuş.
HALENC (C.: Halânic) Ağaç, şecer.
HALESA (Hâlis. C.) Hâlis, sâfi.
HÂLET Suret. Hâl. Keyfiyet.
HÂLET-İ CEHENNEM-NÜMUN Cehennem gibi çok azab verici hal.
HÂLET-İ GAŞY Kendini bilmeyecek derecede baygınlık.
HÂLET-İ NEZ' Ölüm hâleti. Can verme zamanı. Sekerat vakti.
HÂLET-İ RUHİYE İnsanın ruh hâleti, manevi ve iç durumu.
HÂLET-İ ŞUHUD şuhud hali, mânen veya misalen seyretme hâleti.(...Fakat ihatasız olan hâlet-i şuhudda ve rü'ya gibi rü'yetlerini tâbirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için kısmen yanlıştır. M.)
HALEVAR f. Ay şeklinde olan, hilâl gibi olan.
HALEVAT (Halâ. C.) Halvetler, boşluklar. * Yalnız bulunulacak yerler.
HALEZON Sümüklü böcek kabuğu. Kabuklu sümüklü böcek.
HALF(E) Yemin etmek. Andiçmek. Kasem etmek.
HALF Ardı. Arka. Kendinden sonra gelen. Arka taraf.
HALF-I İMÂM İmâmın ardı, arkası.
HALFE Yerine adam koymak. * Kılavuz.
HALFE Andiçme, yemin etme.
HALFÎ Arka, ard ile alâkalı olan.
HALHAL Eskiden kadınların süs için ayaklarının topuklariyle baldırları arasına yani ayak bileklerine taktıkları altundan veya gümüşten yapılmış halka. Ayak bileziği.
HALHAL (C.: Halâhil) Ulu, şerif kişi.
HALHALE Esneklik, elâstikiyet.
HALIK Yoktan yaratan. Yaratıcı. Allah (C.C.)
HALIK (C.: Huluk-Havâlık) Büyük dağ. * Ağaca dolaşmış olan üzüm çubuğu. * Süt ile dolu olan koyun memesi. * Tıraş eden. Berber.
HALIKIYYET Yaratıcılık. Halk edicilik. İcad ve takdir.
HALİ Tenhâ. Boş. Sahipsiz. Issız. İçinde bir şey olmama.
HALÎ Hâl ile, vaziyet ile. Tavra âit. şimdiki. Hâle mensub.
HALÎ Gamsız, kedersiz, gailesiz, dertsiz. * Evlenmemiş erkek, bekâr adam.
HALİ' Boşanmış erkek, zevcesini şer'an terketmiş adam. (Müennesi: Hâlia'dır.) * İtaatsız, isyan eden, utanmaz, kayıtsız, hayasız. * Kovulmuş. * Soyulmuş.
HALÎ' Ailesinden ayrılan kimse. * Kurt.
HALÎ-ÜL-İZAR Yüzü yırtık. * Mc: Edepsiz, ahlâksız, utanmaz.
HALİB Sütçü, süt satan kimse. * Sidik borusu.
HALİB (C.: Halebe) Aldatıcı, hilekâr, sahtekâr. (Müennesi: Hâlibe'dir.)
HALÎB Taze süt.
HALÎC Liman. Boğaz. Kanal. Körfez. Koy. Denizin kara içine nehir gibi uzanmış kısmı. * Irmak. * Büyük çanak. * İp. * Deve ağzı.
HALÎC-İ FÂRİS Basra körfezi.
HALİC(E) Hareket ettirme. Sarsma, oynatma.
HALİCE Pamuk eğiren.
HALÎCE İçinde hurma ıslanmış süt. * Üzüm sıkıntısı.
HALİÇ (Bak: Halîc)
HALİÇE Küçük halı. Kilim. Seccâde. (Kaliçe de yazılır.)
HALİD (Hulud. dan) Sonsuz, ebedi. Daimi.
HALİDAT (Hâlide. C.) Sürüp gidenler, devam edenler.
HALİD BİN SİNAN Benî Abes kabilesinin Bin-Bagis'ten ehl-i tevhid bir zat olup; Hz. Peygamber Efendimiz, bu zat hakkında: "O bir nebi idi, fakat onun kavmi onu zâyi etti" buyurmuşlardır. Kendisi Peygamberimizin zamanına yetişememiş ise de kızı Nezd, Hz. Peygamberimize geldiğinde, o sırada Peygamberimizin âyetini okuduğunu işitince: "Bunu, babam da okurdu" demiş olduğu rivâyet edilir.
HALİD BİN VELİD Câhiliye devrinde Kureyş eşrafındandı. Hudeybiye muahedesinden sonra Müslüman oldu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, kendisine Seyfullah namını vermiştir. Çok kahraman bir gazi idi. Suriye, Filistin, Şam gibi yerler onun himmeti ile feth olunmuştur. 18 Hadis-i şerif nakletmiştir.Hicri 21 senesinde Suriye'de dar-ı bekaya göçerken: "Bunca muharebelerde bulunup bu kadar yaralar almış olduğum halde, hiç birinde vefat etmeyip akıbet yatakta öldüğüme kederleniyorum." meâlinde konuşmuş, atını ve silâhlarını fisebilillah vakfetmiştir. (R.A.)
HALİDE f. Saplanmış, dürterek bastırılmış.
HANÇER-İ HALİDE Saplanmış hançer.
HALİDE Hâlid'in müennesidir. (Bak: Hâlid)
HALİF Yemin etmek.
HALİF Yemin ederek sözleşenlerden herbirisi.
HALİF (Half. den) Yemin eden.
HALİF İki dağ arasındaki yol. * Eski elbise. * Arkadan gelen. Sonradan gelen. Birinin yerine geçen.
HALİFE Öncekinin yerine geçen. * Fık: İlâhî, yâni şer'î hükümlerin tatbik ve icrası için Peygamber'e (A.S.M.) vekil olan zât. İmam. İmamet-i kübra. (Namazda imama uyan cemaat gibi, halifeye de şer'î emirlerde öylece itaat edilir. Halifede aranan dört şart: İlim, adalet, kifayet, a'zâ ve havâsta selâmet.) (Bak: Hilafet)
HALİFE-İ EVVEL Devlet dairelerinde yazı işlerinde çalışanlar. Tanzimattan evvel kalem teşkilâtı; halife, halife-i sâni, halife-i evvel olmak üzere üç derece idi. Ondan sonra bir kısım dairelerde bunun yerine baş kâtib, bazılarında da mümeyyiz-i evvel denilmiştir.
HALİFE-İ MÜSLİMÎN Yavuz Sultan Selim Han'dan sonraki Osmanlı Padişahları hakkında kullanılmış bir tabirdir. Müslümanların halifesi demektir.
HALİFE-İ RUY-İ ZEMİN Yeryüzünün halifesi mânâsına gelen bu tabir, Yavuz Sultan Selim Han'dan sonra Osmanlı Padişahları hakkında kullanılmıştır.
HALİFE (C.: Hülef-Hulefât) Gebe deve.
HALİFE (C.: Havâlif) Türklerin kıldan veya keçeden yaptıkları çadırların direği, çadır direği.
HALİFE (C.: Halefâ) Su içinde biten bir ot. (Türkçede "kandıra" derler.)
HALİK Helâk olan. Mahv olan. Fenaya giden. Fâni. Zâil.
HALİK Tıraş edilmiş.

Prof. Dr. Sinsi 09-10-2012 03:02 AM

Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler...
 
RE: Osmanlıca Sözlük (H Harfi) HALİKA (C.: Halayık) Tabiat, mahlukât.
HALİKE Çok hırslı, haris olan nefis.
HALİKÎ Demirci.
HALİL (HALİLE) Zevc, koca. Nikâhlı karı. Zevce.
HALİL Samimi dost. Sâdık dost. * Nahif ve fakir kimse. (L.R.)
HALİL-ÜR RAHMAN Allah'tan başkasından hiçbir zaman yardım dilemeyip, O'nun dostluğunu ihtiyar eden Hz. İbrahim'in (A.S.) lâkabıdır.
HALİLİYYE Samimi dostluk ve kardeşlik.
HALİLULLAH Allah'ın dostu, Hz. İbrahim (A.S.).
HALÎM Yumuşak huylu. Hoş muamele yapan. (Bak: Elhalîm)
HALÎMÂNE f. Yumuşak surette. Yumuşak huylulara yakışır bir tarzda.
HALÎME Yumuşak huylu kadın. * Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın süt anasının ismi. Beni Sa'd bin Bekr kabilesindendir. Halime-i Sa'diye diye de anılır. (R.A.)
HALİN Ahmak.
HÂLİS Hilesiz. Katıksız. Saf. Duru. Saffetli. * Pek beyaz. * Evvelce karışık iken kusuru zâil olan. * Her ameli, yalnız Allah rızası için işleyen. (Bak: İhlâs) (Müennesi: Hâlise'dir)
HÂLİS-ÜD DEM Arı kan, safkan.
HALİS Bahadır ve haris kimse.
HALÎS Karışmış, muhtelif. * Siyah ile beyazı karışmış saç. * Tel.
HÂLİSANE f. Hâlise yakışır bir surette. Hâlis kimselere mahsus bir niyet ve fiil ile.
HÂLİSEN Halis ve katıksız olduğu halde. Hilesizce, doğru olarak.
HÂLİSET Edb: İbarenin düzgün ve akıcı olması.
HÂLİSİYYET Doğruluk, hâlislik, hilesizlik.
HALÎT Huk: Yol ve su gibi umumi olan araziler hukukunda ortak olan kimse. * Şerik, ortak. * Karışmış.
HALÎT Buz. Kırağı. Dolu.
HALİTA Karışık halde olan. Karma. İki veya muhtelif maddelerden yapılmış. * Madenlerin birbirleriyle birleşmelerinden hâsıl olan mürekkep madde.
HALİTA-İ DİMAĞÎ f. Akıldaki muhtelif mes'ele ve fikirler. Dimağdaki karışık, muhtelif bilgiler.
HALİYE (C.: Havâlî) Kendini süsleyen kadın.
HALİYEN Şimdiki hâlde, şimdiki zamanda.
HALİYEN (Hâli. den) Boş olarak, boş olduğu hâlde.
HALİYYAT (Haliye C.) Bekâr kadınlar, evlenmemiş kızlar.
HALİYYE Bağından boşanmış deve. * Yabancı bir yavru emziren deve. * Büyük gemi. * Arı kovanı. * Ahlâktan kinâyedir. * (C.: Haliyyât) Bekâr kadın, evlenmemiş kız.
HALK Boğaz. * Tıraş etmek.
HALK İnsan topluluğu. İnsanlar. * Yaratmak. İcad. Örneği ve benzeri olmayan bir şeyi yaratmak, ibdâ' eylemek. * Bir şeyi yumuşatıp düzleştirmek. (Bak: İnşa, İbda')(Sivrisineğin gözünü halkeden, güneşi dahi O halketmiştir. M.)(Kâinatı elinde tutamayan, zerreyi halkedemez. M.)(Hem semâvat ve arzı halkeden, semâvat ve arzın meyvesi olan insanın hayat ve memâtından âciz kalır mı? S.)
HALK-I CEDİD Ba'sü bade-l mevt, yeniden yaratılış. Yeniden yeniye tekrâren yaratılma. Ana karnındaki çocuğun, insan suretine inkılâb ettiği devre.
HALK-I DÜ CİHAN İki cihanın halkı. * Ölülerle diriler.
HALK-I EF'ÂL Mu'tezile fırkasının bir tabiridir. Hayvan ve insanların, kendi fiillerinin hakiki müessiri olduğunu iddia etmelerine verilen isimdir. (Bu iddiâlarını Ehl-i Sünnet ulemâsı müsbet delillerle reddetmiştir.)(Ehl-i dalâlet ve bid'at fırkalarından bir kısım zatlar, ümmet nazarında makbul oluyorlar. Aynen onlar gibi zatlar var; zâhiri hiçbir fark yokken, ümmet reddediyor. Bunda hayret ediyordum. Meselâ: Mu'tezile mezhebinde Zemahşerî gibi, İ'tizalde en müteassıb bir ferd olduğu halde, muhakkıkîn-i Ehl-i Sünnet, onun o şedit itirâzâtına karşı; onu tekfir ve tadlil etmiyorlar, belki bir rah-ı necat onun için arıyorlar. Zemahşerî'nin derece-i şiddetinden çok aşağı Ebu Ali Cübbaî gibi Mu'tezile imamlarını, merdut ve matrud sayıyorlar. Çok zaman bu sır benim merakıma dokunuyordu. Sonra lütf-u İlâhî ile anladım ki: Zemahşeri'nin Ehl-i Sünnet'e itirâzâtı, hak zannettiği mesleğindeki muhabbet-i haktan ileri geliyordu. Yâni, meselâ: Tenzih-i hakiki; onun nazarında, hayvanlar kendi ef'âline hâlik olmasiyle oluyor. Onun için, Cenab-ı Hakk'ı tenzih muhabbetinden, Ehl-i Sünnet'in halk-ı ef'âl mes'elesinde düsturunu kabul etmiyor. Merdut olan sâir Mu'tezile imamları muhabbet-i haktan ziyade, Ehl-i Sünnet'in yüksek düsturlarına kısa akılları yetişemediğinden ve geniş kavânin-i Ehl-i Sünnet, onların dar fikirlerine yerleşemediğinden, inkâr ettiklerinden merdutturlar. M.)
HALK-I EZDAD Birbirine zıd halleri bir şeyde yaratmak. Meselâ: Bir zerrede hem def edici hem de cezb edici (çekici) kuvvetin bulunmasını yaratmak.
HALK-I ŞER Şerrin yaradılışı.(İşte Mu'tezile bu sırrı anlamadıkları için "Halk-ı şer şerdir ve çirkinin icadı çirkindir." diye Cenab-ı Hakk'ı takdis için şerrin icadını ona vermemişler, dalâlete düşmüşler. M.)
HALKA Ortası boş yuvarlak şekil. * Dâire şeklinde olan şey.
HALKA-İ ÂB-GÛN Gökyüzü, semâ.
HALKA-İ DÜRR İnci dizisi.
HALKA-İ ZİKİR Tasavvufta, zikir esnasında daire şeklinde oturmak.
HALKABEGUŞ f. Kulağı küpeli, kulağı halkalı. * Mc: Köle, esir.
HALKABEND f. Toplanıp yuvarlak meydana gelecek şekilde oturma.
HALKAN Yaradılışça, hilkatça.
HALKAVÎ Halka şeklinde.
HALKAZEN f. Kapı çalan, kapı halkasını vuran.
HALL Sağlamlaştırmak. * Dostluk, sadâkat. * Fakir, hastalıklı, nahif insan. * Sirke.
HALL Giren, dâhil olan. İnen.
HALL Çözme. Çözülme. Karışık bir mes'elenin içinden çıkma. * Anlayıp karar vermek. Neticelendirmek. * Susam yağı. * Ezmek. * Açmak. * Dühul etmek, girmek.
HALL-İ MES'ELE Mes'elenin halledilmesi.
HALL-İ MÜŞKİLÂT Müşkilâtın yenilmesi, zorlukların çözülmesi.
HALLAC Pamuk atan. Pamuğu didik didik eden.
HALLAC-I MANSUR Asıl adı Hüseyin olan bu zat, tasavvuf mesleğinde meşhurdur. Manevi istiğrak hallerinde hissettiklerini, şeriata zâhiren zıd düşen ifadelerle söylediği için, Hicri 306 senesinde idam edilmiştir.
HALLAF Çok fazla yemin eden kimse.
HALLAK İyi traş eden. Berber. * Hamal.
HALLAK Yaratan, her şeyi halkeden, Kadir-i Zülcelal, Allah Teala Hazretleri (C.C.)
HALLÂL Halleden, çare bulan, çözen.
HALLÂL-I MÜŞKİLÂT Zorlukları yenen, müşkülâtı halleden kimse.
HALLÂL-ÜL UKAD Düğümleri çözen. * Mc: Zorlukları yenen.
HALLAL Sirkeci, sirke yapan kimse.
HALLAS Yakalıyan, tutan kimse.
HALLAT Yersiz ve münâsebetsiz sözler konuşan. * Ortalığı karıştıran.
HALLE Fakirlik. * Hâcet, ihtiyaç.* Kum içindeki yol ve gedik.
HALLEDALLAH Allah dâim ve bâki eylesin (meâlinde duâ).
HALLER Bakla.
HALLİ Zengin, gani, malı mülkü çok olan. * Kuvvetli, kavi.

Prof. Dr. Sinsi 09-10-2012 03:02 AM

Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler...
 
RE: Osmanlıca Sözlük (H Harfi) HALLİ (Halliye) Sirke ile ilgili.
HALLİSNÂ Bizi halâs eyle, bizi kurtar (meâlinde duâ.)
HALL Ü AKD Çözme ve düğümleme. İdame etme. Müşkül mes'eleleri ve işleri halledip neticeye bağlama.
HALL Ü FASL Çözme ve ayırma. Açıklayarak bitirme. Bir mes'eleyi müsbet bir neticeye bağlama.
HALLÜSİNASYON Lât. Tıb: Hakikatte olmayan bir şeyi varmış gibi görme ve işitme.
HALME Meme başı, meme tepesi.
HALS Bir şeyi soymak. Çalmak. Kapmak. * Dibinden taze yetişen çayırla karışık olan kuru çimen.
HALSAN Kişinin dostu, sevgilisi ve yâri.
HALT Karıştırmak. Münasebetsiz söz söylemek. Bir şeyi bir şeye karıştırmak. Hatâ etmek.
HALTA Köpeklere takılan boyun halkası. Tasma.
HALTIYYAT Yersiz ve münasebetsiz sözler.
HALUB(E) Sağılan şey.
HALUF Sütün veya yemeğin bozulması.
HALUK İyi huylu. Güzel ahlâklı. İslâma yakışır ahlâkta olan. İnsâniyyetli.
HALUM Yaş peynir gibi olan koyu yoğurt.
HALVET Yalnızlık. Tek başına kalmak. Tenhaya çekilme. * Gizlilik.
HALVET-İ FÂSİDE Karı-kocanın aralarında şer'î mâni olmasına rağmen birleşmeleri.
HALVET-İ SAHİHA Karı-kocanın aralarında şer'î mâni bulunmaması halinde birleşmeleri.
HALVETGÂH f. Tek başına oturup ibadetle vakit geçirilen yer. * Halvet yeri. Gizli olarak görüşülecek yer.
HALVETGÜZİDE (Halvetgüzin) f. Halveti, tenha bir yeri seçmiş olan kimse.
HALVETHANE f. Gizli ibadet yeri. * Gizli konuşup görüşmeye mahsus yer.
HALVETÎ Halvete müteallik, halvetle alakalı. * İbadet ve zikirlerini tenhada yapan bir tarikat adı. * Halvetiye Tarikatından olan kimse.
HALVETNİŞİN Yalnız başına bir yere çekilip ibadetle meşgul olanlar.
HALY Ot biçmek.
HALY (C.: Huliy) Altından ve gümüşten olan süs eşyâları.
HALZ Kabuğunu çıkarmak, derisini soymak.
HAM f. Olmamış, pişmemiş, çiğ. * Nâfile, beyhude, boşuboşuna. * İşlenmemiş, üzerinde çalışılmamış. * Acemi kimse, tecrübesiz. Terbiye görmemiş kişi.
HAM f. Bükülmüş, kıvrılmış, eğrilmiş.
HAM-I ZÜLF Saç lülesinin kıvrımı.
HAM' (HIM') (C.: Ahmâ') : Kaynata. Zevc tarafından olan kimseler.
HAM' (HUMU') Eğrilik, aksaklık.
HAMA Hıfzetmek, korumak. * Kovmak, defetmek.
HAMA' Kara balçık.
HAMAİD (Hamîde. C.) Bir kimsenin medhedilmeğe lâyık olan işleri.
HAMAİL (Himâle. C.) Tılsım, muska. * Kılıç kayışı, kılıcı bele bağlamaya yarayan kayış.
HAMAİM (Hamâme. C.) Güvercinler.
HAMAK İki ağaç veya direk arasına asılarak içine yatılan ağyatak.
HAMAKAT Ahmaklık. Budalalık. Bönlük. Anlayışsızlık.
HAMALE Bir mala kefil olma.
HAMAM(E) (C.: Hamâim) Güvercin kuşu.
HAMAN Peygamber Hz. Musa (A.S.) zamanındaki Mısır Fir'avununun vezirinin ismi.
HAMARAT Becerikli, elinden iş gelir, cerbezeli.
HAMAS Verem. * Yumuşaklıkla ve kolaylıkla bir şeyi çıkarmak.
HAMASET Yaradılıştan olan cesâret. Bahadırlık. Cesurluk. Kahramanlık. Yiğitlik.
HAMASÎ Hamâsetle alâkalı. Fıtrî cesarete âit ve müteallik.
HAMASİYYAT Kahramanlık destanları.
HAMAT Kaynana.
HAMATA Katılık. * Yanmak. * Boğaz ağrısı. * Darı samanı. * Kalbin ortası.
HAM-BE-HAM f. Kıvrım kıvrım. Büklüm büklüm.
HAMD Medih, övmek.Cenab-ı Hakk'a karşı kulların memnuniyet ve sevinçlerini ve O'na hamd ve şükür ile medihlerini bildirmeleri, senâ etmeleri. (Bak: Elhamdülillah) (Hamd'in en meşhur mânası; sıfat-ı kemaliyeyi izhar etmektir. Şöyle ki: Cenab-ı Hak insanı, kâinata câmi' bir nüsha ve onsekizbin âlemi hâvi şu büyük alemin kitabına bir fihriste olarak yaratmıştır. Ve Esmâ-i Hüsnâ'dan her birisinin tecelligahı olan her bir âlemden bir örnek, bir nümune insanın cevherinde vedia bırakmıştır. Eğer insan, maddi ve manevi her bir uzvunu Allah'ın emrettiği yere sarfetmekle hamdin şubelerinden olan "şükr-ü örfi"yi ifâ ve şeriata imtisal ederse, insanın cevherinde vedi'a bırakılan o örneklerin her birisi kendi âlemine bir pencere olur. İnsan o pencereden o âleme bakar. Ve o âleme tecelli eden sıfatla, o âlemden tezahür eden isme bir mir'at ve bir âyine olur. O vakit insan; ruhu ile, cismi ile, âlem-i şehadet ve âlem-i gayba bir hülâsa olur. Ve her iki âleme tecelli eden, insana da tecelli eder. İşte bu cihetle insan, sıfat-ı kemaliye-i İlâhiyyeye hem mazhar olur, hem müzhir olur. İ.İ.)(Hamd ü senâ, medih ve minnet O'na mahsustur, O'na lâyıktır. Demek nimetler O'nundur ve O'nun hazinesinden çıkar. Hazine ise dâimîdir. M.)
HAMDE Ateş gürültüsü.
HAMDELE "Elhamdülillah" demenin kısaca ismi. Bu sözün masdar haline getirilip kısaltılması.
HAMD Ü SENA Cenab-ı Hakk'a hamd ve O'nu isimleriyle medhetmek.
HAME Kafatası, başın üst kısmı.
HAME' Uzun müddet su ile yumuşayıp değişmiş cıvık ve kokar çamur. Balçık.
HAME Yaş ot demeti, taze ekin destesi, bir sap üzere bitmiş taze ekin. * Havası bozuk hastalıklı yer.
HÂME f. Yontulmuş kalem.
HÂME-İ EDEB Edebiyat kalemi.
HÂME-İ ŞEKVÂ şikâyet kalemi. şikâyet yazan kalem.

Prof. Dr. Sinsi 09-10-2012 03:03 AM

Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler...
 
RE: Osmanlıca Sözlük (H Harfi) HÂME-İ ZERRİN Altın kalem, altından yapılmış kalem.
HÂME VÜ ŞEMŞİR Kalem ve kılıç.
HAMEC Zayıflık.
HÂMEGÜZAR f. Kalemle yazılmış.
HAMEK Her şeyin küçükleri. * Siyah bulut.
HAMEL Kuzu. * Ast: Burçlardan birinin adıdır. Bu burcu teşkil eden yıldızlar kuzuya benzediği için arapça kuzu demek olan hamel denilmiştir. Güneş bu burca 21 Mart'ta girer ve gece ile gündüz bir olur.
HAMELAT (Hamle. C.) Saldırışlar, saldırmalar. * Atılmalar, atılışlar.
HAMELE Taşıyanlar, yüklenenler, kaldıranlar.
HAMELE-İ ARŞ İsrâfil, Cebrâil, Mikâil, Azrâil (A.S.)lar.
HAMELE-İ HÜCCET Günah ve sevabları yazan melekler.
HAMELE-İ KUR'AN Hâfızlar. Kur'anı ezbere okuyup ilmi ile amel eden mes'ud kimseler.
HAMELE-İ MÜMTESİL Aldığı emri imtisal edip yüklenen, mes'uliyeti üzerine alan.
HAM-ENDER-HAM f. Kıvrım kıvrım, büklüm büklüm.
HAMER Davarın arpa yemekten dolayı içinin ve ağzının kokması.
HÂME-RÂN f. Kalem yürüten, yazan.
HAME-ZEN f. Üzerinde kalem kesilecek âlet.
HAMH Fahirlenmek, büyüklenmek, kibirlenmek.
HAMHAMA Hımhımlık, sözü genizden söyleyerek konuşma.
HAMHAMA Atın yulaf ve su gördüğünde çıkardığı ses.
HÂMIZ Sirke gibi ekşi olan. Ekşiliği fazla olan, asit.
HÂMIZ-I FAHİM Kim: Karbonik asit.
HÂMIZ-I HALL Kim: Sirke asidi.
HÂMIZ-I KARBON Kim: Karbonik asit.
HÂMIZAT (Hâmız. C.) Asitler. Sirke gibi ekşi olan şeyler.
HÂMIZAT-I ŞAHMİYE Yağ asitleri.
HÂMIZİYYET Ekşilik, kekrelik.
HAMÎ f. Gevşeklik, hamlık.
HAMÎ Himaye edici, himaye eden. Koruyucu, koruyan. Kayıran.
HÂMİD Cenab-ı Hakk'a hamd ü sena eden. Allah'a şükreden. * Hz. Peygamber'in (A.S.M.) isimlerindendir.
HAMÎD Sena edilmeğe, medhedilmeğe elyak olan. Dünya ve âhirette hamd kendisine mahsus olan Allah (C.C.) * Isparta Vilâyetinin Osmanlılar devrindeki adı.
HAMİD Alevi sönen ateş. * Ölü, ölmüş. Sönmüş. idrâksiz. Sâkit ve sessiz. Ölü gibi halsiz olan.
HAMİDE f. Kambur, eğrilmiş, kemerli.
HÂMİDE Uzun müddet geçmesi sebebi ile rengine tegayyür ve siyahlık gelip eskimiş olan. * Nebatsız kuru yer. * Yanmış kül olmuş.
HAMİDEGÎ f. Kamburluk, eğri büğrü olmaklık.
HÂMİDÎN (Hâmid. C.) Hamdedenler, hâmidler.
HÂMİDÛN (Hâmid. C.) Hamdedenler, hâmidler.
HAMİE Hararetli, çamurlu, volkanlı, alevli, dumanlı.
HÂMİL (Hâmile) Yüklü yüklenmiş. * Gebe. * Taşıyan, götüren. * Hâiz. * Mâlik, sahib. * Uhdesinde bir poliçe bulunan.
HÂMİL-İ VAHY Vahyi Peygamberimize (A.S.M.) getiren Cebrail (A.S.)
HAMİL Kötü tanınmış olan kimse.
HAMÎL Kefil. * Başka yerden getirilen oğlan.
HAMÎLE Sıklığından dolayı birbirine girmiş olan ağaçlar. * Ağaç ve ot bitmiş kumlu yer. * Döşek çarşafı.
HAMİLEN Hâmil olarak. Taşıgirsin bir tarafına ..!!!, götürerek. * Hâmil olduğu halde.
HAMİM Sıcak ve kızgın su. * Yakın hısım, soy sop. * Samimi arkadaş.
HAMÎME (C.: Hamâyim) Her nesnenin iyisi.
HAMİNNE Hanım nine sözünün bozulmuş şekli, büyük anne.
HAMÎR (Hımâr. C.) Eşekler. Hımarlar.
HAMÎR(E) Eyer yapmada kullanılan tüysüz beyaz deri.
HAMÎR Hamur.
HAMÎR-İ MÂYE Mayanın hamuru.
HAMÎRE Hamur içine katılan maya.
HAMÎR-GÂR f. Hamurcu, hamur yoğurucu.
HAMÎS Beşinci. Hamis günü. Perşembe günü.
HÂMİSEN Beşinci olarak, beşinci olmak üzere.
HAMİŞ Mektubun altına sonradan yazılan sözler. Hâşiye.
HAMİT Şiddetli, sağlam. * Üzerinde kıl olmıyan yağ tulumu.
HAMİT (HÂMİT) Yanmış ve pörsümüş süt.
HAMİYE Tırnak kenarı. * Kızmış, kızgın.
HAMİYET Gayret. * Nâmustan gelen gayretle utanma veya kızma. * İstinkâf etmek. * Mukaddesatı ve milletin haklarını, mâmus ve haysiyeti korumak hususlarında gösterilen gayret ve ihtimam hasleti. İman ve İslâmiyeti ve Hz. Peygamber'in (A.S.M.) Sünnet-i Seniyyesini ve din ve mücahede kardeşlerini muhafaza ve müdafaa etmek gayreti.
HAMİYET-İ CÂHİLİYE f. Câhillikten gelen ırkçılık gibi bâtıl inanışları koruma gayreti. * Cenab-ı Hakk'ın ve Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) nehyettiği ve hak dine uymayan eski ve kötü inançları muhafaza gayreti.
HAMİYET-FÜRUŞ f. Kendini beğenip hamiyetli olduğunu iddia eden. Hamiyetli olduğunu göstermeğe çalışan.
HAMİYET-KÂR f. Hamiyetli. Haysiyet ve şeref sahibi.
HAMİYET-MEND (C.: Hamiyyet-mendân) f. Hamiyetli.
HAMİYET-MENDÂNE f. Hamiyetlicesine. Hamiyetli olan bir kimseye yakışacak şekil ve surette.
HAMİYET-MENDÎ f. Hamiyetlilik, hamiyetli oluş.
HAMKA Ahmak ve budala kadın.
HAMKE (C.: Humuk) Bit.
HAML Yük. * Sırtına yük alıp getirmek. * Kadının karnındaki çocuk. * İsnad. Yüklenme.
HAML Saçak. * Büyük saçaklı halı.
HAMLE Hücum etme. Atılış, saldırış. Savlet.
HAMLEC Bükmek.
HAMLETMEK Yüklemek, zannetmek.

Prof. Dr. Sinsi 09-10-2012 03:03 AM

Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler...
 
RE: Osmanlıca Sözlük (H Harfi) HAMM Çok sıcaklık, şiddetli hararet.
HAMM Kuyuyu temizlemek. * Evi süpürmek. * Etin kokması.
HAM MADDE Bir şeyin meydana getirilmesi için işlenilen ana maddelerden her biri.
HAMMADUN Çok hamdedenler. Çok çok şükür ve duâ edenler.
HAMMAL (Haml. den) Bir ücret karşılığında eliyle veya sırtıyla yük taşıyan adam. * Mc: Kaba, görgüsüz, terbiyesiz.
HAMMALİYYE Hamal ücreti.
HAMMAM Banyo, hamam.
HAMMAMÎ Hamam idare eden adam veya kadın. Hamamcı.
HAMMAMİYYE Edb: Divan Edebiyatında giriş kısmı hamam eğlencesi tasvirine tahsis olunan kaside.
HAMMAR (Hamr. den) Şarap yapan veya satan kimse. Meyhaneci, şarapcı. * Tas: Mc: Mürşid, şeyh, kılavuz.
HAMMAR Eşekçi.
HÂMME (C.: Hevâmm) Haşerât-ı muzırra, zararlı böcekler. * Binek hayvanı.
HÂMME Bir kişinin akrabası, yakınları. (Hâssa mânâsına da gelir, mukabili âmme'dir.)
HAMME (C.: Humm) Kaplıcanın sıcak suyu. * Kuyruk yağının kıkırdağı. * Kızdırmak mânasına mastar da olur.
HAMMURABİ (Bak: Nemrud)
HAMNANE Kene.
HAMR Ekşi. Şarap. İçki olup sarhoşluk veren şey. * Birine bâde içirmek. * Bir hususu söylemeyip setreylemek. Ketmeylemek. (L.R.)
HAMR Yüzmek.
HAMRA (Müennes) Çok kırmızı, kızıl renk. * Şiddet ve meşakkatli geçen yıl. * Şiddetle olan ölüm. * Arap olmayan cinsten. * Yüzü kızarmış kadın.
HAMS(E) Açlık. * Yaradaki şişin inmesi.
HAMSE Beş (sayısı).
HAMSE-İ ÂL-İ ABÂ (Bak: Âl-i Abâ)
HAMSE Mesnevi şekliyle yazılmış beş kitabdan ibaret bir takım demektir ki, böyle eser meydana getirmiş olanlara "Hamsenüvîs", yâhut "Hamseci" denilir. XII. yüzyıla kadar hamse-nüvîslik mutâd değildi. 1195'de vefat etmiş olan Genceli Şeyh Nizamî, manzum olarak beş kitab yazmış ve hepsine birden "penc genç", yâni "beş hazine" "ünvanını vermişti. Ondan sonra o yolda mesnevîler vücuda getirmek İran şâirlerince moda oldu. İran'ın Hüsrev-i Dehlevî, Mevlânâ Câmi gibi şâirleri hamse yazdılar. Çağatay şâiri Ali Şir Nevaî de Çağatay lehçesinde hamse tanzim etmiştir. Bizim lehçede ilk hamse yazan, daha doğrusu Şeyh Nizamî'nin hamsesini terceme eden Behiştî'dir. Bu Behiştî, İkinci Bayezid'in adamlarındandı. Yine bizim lehçemizle yazılmış birçok hamseler vardır. Ak Şemseddin'in oğlu Hamdullah Çelebi (Vefatı: M: 1508) Yusuf ve Züleyha, Leylâ ve Mecnun, Muhammediye, Mevlid-ün Nebi adlı hamseleri yazmıştır. (Edb. L.)
HAMSENÜVIS f. Hamseci, hamse yazan. Mesnevi tarzıyla beş kitabdan ibâret bir takım yazan kimse.
HAMSÎN Elli. * Erbaîn denen kırk günlük kara kıştan sonra gelen elli günlük kış.
HAMSUN Elli sayısı.
HAMŞ Baldırı ince olan.
HAMŞ Kaşımak. * Tırmalamak.
HAMŞEK Mestin üstüne vurulan parça.
HAMŞÜDE f. Bükülmüş, eğrilmiş.
HAMT Misvak ağacı. * Ekşimiş süt. * Koyunun derisini yüzüp kebap yapmak. * Gadap etmek, kızmak. * Kibirlenmek, tekebbürlenmek.
HAMT Şiddetli ve zahmetli olmak. * Çürümek. * Mütegayyer olmak, değişmek.
HAMTA Üzüm çiçeğinin kokusu.
HAMTAR Dolu kırba. * Yay kirişi.
HAMUL (Haml. den) Sabırlı, metanetli, tahammüllü, dayanıklı kimse.
HAMULANE f. Tahammüllü kimseye yakışır şekilde.
HAMULE f. Yük. Yük taşıyan nakil vasıtalarının yükü.
HAMULÎ Tahammüllülük, sabırlılık, dayanıklılık.
HAMUM İç yağı.
HAMUN f. Bozkır. Büyük sahra, düz ova.
HAMUS Sâkin olmak, susmak.
HAMUŞ f. Susmuş. Sessiz. Sâkit.
HAMUŞ Sivrisinek.
HAMUŞAN Mevlevi tâbirlerindendir. Konya'da Mevlâna'nın türbesi haricinde ve kıble cihetindeki büyük kabristana verilen isimdir. * Sessizler, susmuş olanlar, uykuda olanlar.
HAMUŞANE f. Sessizce, ses çıkarmadan. Sessizliği andırır bir şekilde.
HAMUŞÎ f. Susma, sükut etme. Sessizlik, sükunet.
HAMVÎ Sıcaklık.
HAMYAZE f. Esnek, elâstik, esneme. * Kötü hareket, fenâ iş.
HAMYE İçine yağ ve zeytin konulan kap.
HAMZ Keskinlik, katılık, şiddet. Metinlik, sağlamlık.
HAMZ Ekşilik. Kekrelik.
HAMZA (R.A.) Abdulmuttalib'in oğlu olup, Resulüllah'ın (A.S.M.) amcasıdır. Önceleri, İslâm dinine karşı olanlarla beraberdi. Ebucehil'in İslâm düşmanlığını çok ileri götürmesi karşısında, imana girip Ebucehil ve din düşmanlarına karşı çıktı ve İslâm'a büyük hizmetleri oldu. Uhud Gazası'nda 57 yaşında iken şehid edildi.
HAMZA İstemek. Arzu etmek. * Ekşi olan her ota derler.
HAMZE Baklaya benzer bir bitki.
HAN f. Hükümdar. Eski Türklerde Hakan da denen devlet reisi.
HAN f. Yolcuların misafir olduğu bina. Kervansaray. Otel. * Ticaret ehlinin sakin olduğu yer.
HAN f. Yemek sofrası. Üstüne yemek konan tepsi. * Yemek, taam. * Ahçı dükkânı, lokanta.
HAN f. Okuyan, okuyucu, çağıran manasına gelir. Meselâ: Duâ-hân : (Niyaz ve tazarrukârane bir tezellül ile) duâ okuyan.
HANA Yaramaz ve boş sözler konuşmak.
HANACIR (Hancere. C.) Gırtlaklar, hançereler.
HANADIK (Handek. C.) Hendekler. Bir mekânın etrafına kazılan geniş ve derin çukurlar.
HANADIR Görme kabiliyeti kuvvetli olan.
HANADİS (Hındıs. C.) Musibetler. * Karanlık geceler. * Şiddetli hâller.
HANAK (C.: Hınâk) Hiddetlenme, kızma.
HANAN Merhamet, şefkat, acıma.
HANAN (Hân. C.) f. Hânlar, hükümdarlar, pâdişahlar, kağanlar.
HANASÎR Helâk olmak.
HANASİRE Hıyânet ehli, hâinler.
HANAT (Hân. C.) Dükkânlar, meyhaneler.
HANAZÎR (Hınzır. C.) Hınzırlar, domuzlar.
HANBELÎ Dört hak mezhepten birisi. İmam-ı Ahmed bin Hanbel Hazretlerinin mezhebinden olan. (Bak: Mezheb, İmam-ı Hanbelî)
HANCER Ucu sivri, iki tarafı keskin büyük bıçak. Halk dilinde hançer şeklinde kullanılır. Divan edebiyatında şâirler, güzellerin kaşlarını hancere benzetirlerdi.
HANCER-İ BÜRRAN Keskin hançer.
HÂNÇE f. Küçük tepsi, ufak sini.
HÂNÇE-İ ZER Küçük altın tepsi. * Mc: Güneş.
HANÇERE Gırtlak, boğaz.
HANDA HAND f. Devamlı gülme, sürekli olarak gülme. * Devamlı gülen, sürekli gülen.
HANDAN f. Gülen, gülücü, mesrur.
HANDAN-RU(Y) f. Güler yüzlü, güleç, mütebessim.
HANDE f. Gülme, gülüş.
HANDE-İ ÂFTÂB Güneşin gülmesi. Güneşin doğması.
HANDE-İ GÜL Gülün açması.
HANDEBAHŞA f. Güldürücü, tebessüm ettirici.
HANDEBAR f. Güldüren, güldürücü.
HANDEFERMA f. Güldürücü, güldüren.
HANDEFEŞAN f. Gülümsemeler dağıtan, gülmeler saçan.
HANDEHARİŞ f. Bir kimseye alay tarzında gülme.
HANDEK Kale ve tarla gibi yerlerin etrafına kazılan geniş ve derin çukur. Hendek.
HANDEKÂR f. Gülen, tebessüm eden, gülücü.
HANDEK GAZVESİ Peygamberimizin (A.S.M.) büyük muharebelerinden birisi olup, hicretin beşinci senesinde Şevval ayında vuku bulmuştur. Asıl muharebeyi uyandıranlar Beni Nadir kabilesi olup bunlar Kureyş ve Gatfan kabilelerini de davet etmekle hepsi birden Medine-i Münevvere'ye hücuma geçtikleri vakit, Hz. Resullulah Efendimiz Selman-ı Fârisî'nin (R.A.) reyiyle Medine'nin etrafına hendek kazılmasını emretti. Bu münasebetle Gazve-i Handek denmekle meşhur oldu. Muharebe bir ay kadar devam edip, nihayet Yahudilerle Kureyş arasına nifak düşmüş ve kâfirler şiddetli bir fırtınaya tutulup perişan bir halde dönmüşlerdir.
HANDEKÜNAN f. Gülerek, güle güle.
HANDEMEŞHUN f. Devamlı gülen. Çok gülen.
HANDEMU'TAD f. Devamlı gülmeye alışmış olan, her zaman gülme alışkanlığı olan.
HANDEN f. Okumak.
HANDENÜMA f. Gülen.
HANDERİS Eski şarap.
HANDERİZ f. Gülüp duran, devamlı gülen.
HANDERUY f. Mütebessim, güler yüzlü.
HANDEZEN f. Gülen.
HANDİSTAN f. Şaka, lâtife.
HANE f. Ev, mesken, beyt. * Mat: Basamak, bölüm, göz. * Bazı kelimelerle birleştirilip mürekkep isim yapılan bir "ek" tir. "Hasta-hane, ecza-hane, yazı-hane, kıraat-hane" gibi.
HANE-İ AVARIZ Avarız ve bedel-i nüzul ve buna benzer vergiler ve tekâlifin toplanmasında tutulan ölçü. Buradaki hanenin, lügat mânası olan evle münasebeti yoktur. Kasabalar, köyler nüfuslarına ve emlâk ve arazilerinin miktar ve hâsılatlarına göre hane itibar edilir ve mahallî masraflarla sair vergiler ona göre tanzim edilirdi. Bu usul Tanzimat-ı Hayriyeye kadar devam etmiştir. (O.T.D.S.)
HANE-İ ÂYİNE Her yanı birbirinin aynı olan oda, salon veya köşk.
HANE-İ DEVVAR Dâim dönen, devreden hane. * Mc: Yıldız.
HANE-İ FERDA Ahiret.
HANE-İ HUDA Beytullah, Kâbe.
HANE BER-DUŞ Evi omuzunda. Avare. Serseri.
HANE Meyhane.
HANEBERENDAZ (Hâne ber-endaz) f. Ev yıkıcı.
HANEDAN f. Soyca dindar ve asil âile. * Peygamber (A.S.M.) sülâlesi.
HANEF İstikamet, doğruluk. * Ayak eğriliği. * Eğrilik, udûl.
HANEFÎ Dört hak mezhepten birisi. Veya bu mezhepten olan kimse. (Bak: İmam-ı A'zam)
HANE-FÜRUŞ f. Ev komisyoncusu, ev tellâlı.
HANE-GÎ f. Evcil, evde beslenen. Evde bulunanlardan, evdekilerden.
HANE-GİR f. Bir yeri mekân sayan kimse.
HANE-HARAB f. Câhil, bilgisiz. * Evi yıkılmış, evsiz barksız kalmış. * Hâli perişan olmuş kimse. * Mc: Müflis, züğürt, sefil.
HANE-HUDA f. Ev sahibi, sahib-ül beyt.
HANEK Ağzın tavanı, damak.
HANE-KÜŞ f. Mirasyedi, sefih.
HANEN şevk. * Nefsin cima arzusu.
HÂNENDE f. Okuyan, şarkı söyleyen.
HÂNENDE-GÂN f. (Hânende. C.) Hânendeler, şarkı söyleyenler, şarkıcılar.
HÂNENDE-GÎ f. Şarkıcılık, hânendelik.
HANES Burnun uç tarafının biraz yüksek olup geri kısmının basık olması. * Sığır burnu.
HANE-SUZ f. Ev yakıcı. * Mc: Gözü dışarda olan, kendi âilesini düşünmeyen kimse.

Prof. Dr. Sinsi 09-10-2012 03:03 AM

Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler...
 
RE: Osmanlıca Sözlük (H Harfi) HANEŞ (C.: Ahnâş) Avlanan haşere veya kuş. * Yılan.
HANEV Eğmek. * Davar kösnemesi.
HANEZ Mütegayyer olmak, değişmek. * Kokmak.
HANE-ZAD f. Efendisinin evinde dünyaya gelmiş olan köle veya cariye çocuğu.
HANFEC şişman, etli kişi.
HANFES (C.: Hanâfis) Yellengen böceği. * Pislik yuvarlayan böcek.
HANGAH f. Allah rızası için ve misafirleri minnet altında bırakmamak ihlâsı ile fakir ve dervişlere ve talebe-i uluma yemek verilen ve misafir edilen yer.
HANGAR Fr. Eşyayı muhafaza etmek için yapılan üstü örtülü, yanları açık yer. * Uçakları barındırmaya mahsus garaj.
HANHANA Sözü burun içinden söylemek. Hımhımlık.
HANIK (Hunk. dan) Boğucu, boğan. * Küçük dar yarık ve sokak.
HANIK Boğmak.
HANIM SULTAN Tar: Osmanlı hanedanında "sultan" nâmı verilen İmparatorluk prenseslerinin kızlarına verilen resmi ünvan.
HANİ' Karısını boşamış koca veya kocasından boşanmış kadın.
HANİF İslâmiyetten evvel Allah'ın birliğine inanan ve Hz. İbrahim'in (A.S.) dininden olanların vasfı. * İslâmiyete kuvvetle bağlı olan ve ilmiyle âmil olan kimse. * Eğri. * Eski kötü hallerinden vazgeçip hakka ve doğruluğa yönelen.
HANİF Gururlu, mağrur, kibirli. * Dargın, küskün.
HANİFE Bir kabile ismi.
HANİFEN MÜSLİMEN Müslim ve hanif olarak.
HANİN Fazla istekten dolayı inleyiş, şiddetli ağlayış. Sızlanmak. * Şevk ve arzu.
HANİN-ÜL CİZ' Kuru direğin inleyip ağlayışı. Hurma kütüğünün inlemesi.(Mescid-i Şerifte hurma ağacından olan kuru direk (Resul-ü Ekrem (A.S.M.) hutbe okurken, ona dayanıyordu) sonra minber-i şerif yapıldığı vakit Resul-ü Ekrem (A.S.M.) minbere çıkıp hutbeye başladı. Okurken, direk deve gibi enin edip ağladı; bütün cemaat işitti. Tâ Resul-ü Ekrem (A.S.M.) yanına geldi, elini üstüne koydu, onunla konuştu, teselli verdi, sonra durdu. Şu mu'cize-i Ahmediye (A.S.M.) pek çok tariklerle tevatür derecesinde nakledilmiştir. M.)
HANİN-İ HAZİN Acıklı sızlanma.
HANÎN Burun içinden ağlamak. * Burun içinden gülmek.
HANÎRE (C.: Hanâyir) Parmak başlarındaki boğum. * Kadınların yün ve pamuk attıkları yay. * Kirişi olmayan yay.
HANÎS Yeminini bozan, ahdinde durmayan. Rücu' eden. Te'hir eyleyen.
HANİS Sinen, dönen. (Bak: Hannas)
HANİS Ettiği yemini yerine getirmeyen. Yeminini bozan.
HANİS İki kat olmuş kimse.HANÎS : Zayıflık, gevşeklik.
HANİYE Şarap. * Erkeği öldükten sonra evlenmeyip, çocuğuna bakan kadın.
HANÎS Kebap olmuş nesne.
HANK (Hınk) Boğmak. Boğazını sıkıp öldürmek. Boğazı sıkılıp boğulmak.
HANK Muhkem etmek, sağlamlaştırmak. * Bir şeyi çiğneyip damağıyla ezmek. * Davarın ağzına gem vurmak veya urgan koymak.
HANKAH (Bak: Hangâh)
HANKAN Boğmak suretiyle, boğarak.
HÂNMÂN f. Ev-bark, ocak.
HÂNMÂN-SÛZ f. Ocak yakıcı, ev-bark yakan.
HANN Yalvarmak. * İnlemek. * Esirgemek.
HANNAK Boğan, boğucu.
HANNAN Rahmetlerin en lâtif cilvesini gösteren, Rahman ve Rahîm olan ve çok merhametli olan Allah (C.C.)
HANNAS (El-Hannâs) (Hunus. dan) Geri çekilerek veya büzülerek, sinerek fırsat bulunca vesvese vermek için dönüp gelen. Sinsi şeytan. Besmeleyi işitince kaçan, gaflete dalınca musallat olan şeytan. (Bak: Hunnes)
HANNASÎ Şeytanla alâkalı.
HANSA Sırtlan.
HAN-SALAR f. Kilerci, sofracıbaşı.
HANSİR (C.: Hanâsir) Yaramaz, boş, faydasız. * Bir yerden taşınan veya göçen kimseler, eşya ve elbiselerini yükletip gittiklerinde yerde kalan kıymetsiz şeyler.
HANŞEFİR Bela, zahmet.
HANŞUŞ Bakiyye, artan.
HANTAL Kaba, büyük ve ağır.
HANTEM (C.: Hanâtim) Kara bulut. * Desti. * İbrik. * Topraktan yapılan kap.
HAN U MAN (Hanmân) Ev. Bark. Ocak. Ehil ve iyal.
HANUN Gümleyerek esen rüzgâr.
HANUT Ölüyü, bozulup kokmaması için ilaçlama.
HANUT (C.: Havânit) Meyhane, içki içilen yer. * Dükkân.
HANVE Güzel kokulu bir ot.
HANYA' Beli bükülmüş kadın.
HANZ Kebap yapmak.
HANZAL(E) Zakkum. Zakkum ağacı. Ebu Cehil karpuzu denilen portakal büyüklüğünde mevyesi çok acı bir nebat. Karga kabağı diye de adlandırılır.
HAPİS (Bak: Habs)
HÂR f. Diken.
HÂR-I FİRKAT Ayrılık acısı.
HAR' Yarmak.
HAR (Her) f. Merkep, himar, eşek. * Çay ve havuz diplerinde olan balçık. * Mc: İdraksiz kimse. * Kargaşa.
HAR-İ DEŞTÎ Yaban eşeği.
HAR Yıkılmış, hedmolmuş.
HAR f. Hor, hakir, âdi. Aşağı. (Dinsiz, imansız ve din düşmanı ahlaksızların ve sefihlerin vasıfları.)
HARA' Süstlük, zayıflık.
HARA Deve kuşu yumurtasının yeri. * Ev ortası.
HARAB Viran. Issız. Yıkık. Perişan.
HARAB-ABAD f. Harabiyetle dolu olan yer. Tam harabe.
HARABAT Harabeler. Viraneler. Meyhâneler.
HARABE Harab yer. Şehir veya ev yıkıntısı. Perişan yerler.
HAR'ABE İnce kemikli, genç ve güzel kadın. * Uzun. * Yeşil üzüm çubuğu.
HARABENİŞİN f. Viranelerde, harabelerde oturan.
HARABEZAR f. Viranelik. Yıkıntı yeri.
HARABİYET (Harabî) Yıkılma. Yıkılış. Parçalanıp dağılış. Zillet ve sefalet içinde
HARAC Vaktiyle müslüman olmayan vatandaşlardan alınan vergiye denirdi. Arazi hasılatından veya çalışanların emeğinden elde edilirdi. Reşit ve vücudu sağlam olan gayr-ı müslim erkek verirdi. Buna harac-ı rüus veya cizye denirdi. Topraktan alınan vergiye de harac-ı araziye denilirdi.
HARAC-I MUKASSEME Arazinin hâsılatından yerin tahammülüne göre alınacak bir vergidir. bu harac, hâsılata taallûk eder. Bir sene içinde hâsılat tekerrür ederse bu harac da tekerrür der. Fakat mahsulât mevcud olmayınca bu vergi de alınmazdı.
HARAC-I MUVAZZAF Tar: Arazi üzerine her dönüm başına senevi maktuan muayyen bir miktar meblağ olarak alınacak bir vergidir. Buna "harac-ı vazife" adı da verilir. Bu vergi, zimmete taalluk eder ve araziden yalnız bilfi'l intifa edilmekle değil, intifaa temekkün ile de tahakkuk eder. Binaenaleyh, böyle bir araziyi sahibi kasden muattal bırakacak olsa, vergisini yine vermek mecburiyetindedir. (O.T. D.S.)
HARAC (Bak: Harec)
HARAC Beyazdan ve siyahtan meydana gelen, iki renk olan.
HARAC-GÜZAR f. Haraç verici.
HARAFE Aklın bozulması. Delilik.
HARAFET Hararetiyle dili yakan tad.
HARAHİR (Harhara. C.) Tıb: Akciğerden gelen hırıltılar. * Uykuda iken horlamalar.
HARAİB (Harîbe. C.) Bir kimsenin geçineceği şeyler.
HARAİD (Harîde. C.) Kızlar, bâkireler. * Delinmemiş inciler.
HARAİF (Harife. C.) Ev için yapılan güz hazırlıkları.
HARAİT Haritalar.
HARAK Ateş, nâr.
HARAK Korkudan veya utanmaktan dolayı dehşet içinde kalmak.
HARAM Helâl olmayan, İslâmiyetçe ve dince nehyedilen şeyler ve ameller. Allah'ın izin vermediği, men'ettiği şeyler. Helâlin zıddı olan şey.
HARAMİ Katı-üt tarik, yol kesen. Haydut.
HARAMİLİK Tar: Akıncı kumandanının iştirak etmediği ufak kuvvetler tarafından düşman memleketlerine yapılan akınlar. Bu akınlara yüz ve daha fazla akıncı iştirak ederdi. Akıncı kuvvetleri yüzden az olduğu takdirde "çete" ismini alırlardı. Büyük akınlarda olduğu gibi haramilik suretiyle yapılan akınlarda da alınan esirlerden "pencik" denilen beştebir vergi alındığı halde, çeteden bu vergi alınmazdı.
HARAM-ZADE Gayr-ı meşru münasebetten doğmuş çocuk. Piç.
HARARET Sıcaklık.
HARARET-İ GARÎZİYE Vücudun normal harareti.
HARARET-İ GARİZİYYENİN İLTİHABI ZAMANI İnsanda şehvanî ve nefsanî hislerin galeyanda olduğu devresi.
HARARET-İ HEVÂ Havanın harareti. Havanın sıcaklığı.
HARARET-BİN f. Termometre. Sıcaklık derecesini gösteren âlet.
HARÂS f. Hayvanla döndürülen değirmen.
HARÂS-I HARÂB Harap olmuş değirmen. * Mc: Dünya.
HARAS f. Dilsizlik, dilsiz olma.
HARASET Çift sürme. * Sürülen yer. Tarla. * Ekincilik, çiftçilik.
HARAŞ f. Hayvan ile döndürülen değirmen.
HARAŞİF (Harşef. C.) Balık pulları. Pul pul olan şeyler. * Yaprakları balık puluna benzeyen bitkiler.
HARAT Davarın memesinde olan bir hastalık. (Sütün parça parça, ufanmış gibi çıkmasına sebep olur)
HARATÎN-İ HASSA Osmanlılar zamanında Topkapı Sarayı'ndaki bir sınıf san'atkârın adı idi. Bunlar demir ve ağaç eşyayı tesviye ederlerdi. Bugünkü tâbirle tornacı demekti. Bileziklerden çarklara ve silâh yivlerine kadar her çeşit şey yaparlardı. (O.T.D.S.)
HARAZ Tasadan veya aşktan dolayı zayıflayan.
HARAZET Hastalığın uzaması, derdin müzminleşmesi.
HARB İki veya daha çok devletin birbirleriyle siyasi alâkaları keserek silahlı kuvvetlerle çarpışmaları, vuruşmaları.
HARB-İ UMUMÎ Genel harp, umumî savaş. 1914 senesinde başlayan Birinci Cihan Harbi.


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.