ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   Miniklere Masallar (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=499)
-   -   Çocuk Masalları (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=43330)

rock_alltime 04-05-2008 10:59 PM

Çocuk Masalları
 
AHTAPOT

Gizem dolu, sır dolu, pek çok bilinmezliklerle dolu kainatın bilmem nerelerinde sessizce dönüp durmakta olan sevgili dünyamız. Üzerinde yaşamalarına, hayat bulmalarına, barınmalarına olanak tanıdığın on binlerce yıldan beri her şeyi ile belki de sadece sende var olan canlı varlıklar. Özgün düşünme yetenekleriyle, hayal güçleriyle, inatçılıklarıyla her zaman, her yerde ortaya çıkabilen ve bir bilinmezi bilmek için, problemlerin çözümüne yardımcı olmak için şevkle, istekle; kendilerinin yaşamaları lazım gelen hayatın normalitesinden arınarak, normalitenin bir parça üstüne çıkarak ve o geride bıraktıkları normalitecilerin yararına bir takım çabalar, arayışlar içine giren idealistler.

Denizin engin maviliklerinde aylardır pek çok yeri gezip dolaşmasına karşın gördükleri ona hiç de yabancı gelmeyen, o gördüklerine daha önceden biliyormuşçasına ilgisiz ve bu denize sularını akıtan ırmağı ilk fark ettiğinde düşüncesinde oluşan tutkunun harekete geçirdiği, ırmağın çıkışına, kaynağına ulaşmaya karar verdirttiği bir genç ahtapot.

Genç ahtapot ırmakta ağır ağır ilerlemeye başladı. Daima yüzeyde bulunmaya özen gösterdiği için, ırmak kenarında bulunan ağaçları, otları, çiçekleri, kuşları ve küçüklü, büyüklü canlı yaratıkları yakından incelemek olanağını buluyordu. Günler birbiri ardına geçip gittikçe, ırmağın genişliği daralmaya, sular daha bir coşkun akmaya ve meyil artmaya başladı. Genç ahtapot, akıntıya karşı yüzdüğü için, her geçen gün biraz daha fazla zorlanmaya başladığını fark etti. Hani sıkıntıya katlanamayıp kendini bırakıverse hiç yorulmadan denize geri dönebilecekti. Fakat, bu onun yapamayacağı bir işti. Mademki bir idealistti ve bir idea uğruna buralara kadar gelmişti, kesinlikle geriye dönüş söz konusu olamazdı.

Genç ahtapot çok uzaklarda zorlukla fark edilen karlı dağın yamaçlarına ulaştığında önüne oldukça yüksekten suların döküldüğü bir çağlayan çıktı. Bu çağlayanı aşıp yoluna devam etmesi gerekirdi, ama nasıl? Yaptığı bir iki deneme bu işin şimdilik olanaksız olduğunu gösterdi. Zaten yorgundu.
Günlerdir dur durak bilmeden,gücünün sınırlarını sonuna kadar zorlayarak buralara kadar gelmişti. “ Bir zaman için dinlenmeli, gücümü toplamalı, bu çağlayanı aşmayı başarabileceğime inandığım an gelip çağlayanı geçer yoluma devam ederim, diye düşündü. Dün gelirken gördüğüm kollardan birine sapar, orada günlerimi sakin geçirebileceğim bir yer ararım. Çağlayan şimdilik bekleyedursun. “

Genç ahtapot geriye dönüp, ırmağın kollarından birine girdi.Yok şurası, yok burası derken,sonunda bir göle vardı. Genç ahtapotun göldeki sakin yaşantısı oldukça uzun sürdü. Gerçekte bir idealist için zamanın fazla bir önemi yoktu. Zaman bırak geçsindi. Önemli olan geçen zamanı ustaca değerlendirebilmekti. Devamlı olarak fikir bakımından bir büyüme, bir ilerleme içinde olacaktın. Bu idealistçilik zaten sende doğuştan vardı. Sen istemesen de şartlar seni buna zorlardı. Bir ideanın peşinden gitmeye başladığın yani sen bir idealist olduğun zaman, dikkatli bir şekilde geçmişini düşünürdün ve şimdi anımsamak istemediğin o mutsuz, o karamsar, o kederli günlerinin bile seni nasıl eğitmiş olduğunu, deneyim sahibi yaptığını fark eder de şaşar kalırdın.

Aradan yıllar geçmiş,geçen yıllarla birlikte genç ahtapot büyümüş,olgun bir ahtapot olmuştu.Gölde ve gölün çevresinde yaşayan canlı varlıklarla daima iyi ilişkiler kurmuş, onların anlattıklarına kendi gözlemlediklerini de ekleyerek epey bir bilgi birikimine sahip olmuştu. Her şey çok güzeldi, belki de çok daha güzel olacaktı. Eğer göl kıyısına insanlar kamp kurmasalardı. Ahtapot insanları göl kıyısında görür görmez, içgüdüsünden gelen dikkat et sesine kulak vermiş, gölün dibindeki mağarasına çekilmişti. Günlerini mağarasında geçiriyor, ara sıra da, gölün derinliklerinde dolaşıyordu. Bazı günler göl yüzeyinde bir iki kayık görüyor, fakat kayıklardaki insanların kürek çekişlerini gölün derinliklerinde yüzerek seyretmekten başka hiçbir şey yapmıyordu.

Günlerden bir gün, bir kayık gölün ortalarına yakın bir yerde giderken ortalık kararıverdi. Şiddetli bir yağmur başladı. Gittikçe daha sert esmeye başlayan rüzgar gölde büyük dalgalar oluşturuyordu. Kayıkta bulunan insanların yaklaşan fırtınadan kaçmak için gösterdikleri çabalar boşuna oldu. Kayıklarının alabora olarak batmasını bir türlü engelleyemediler. Ahtapot yaklaşan fırtınayı önceden hissetmiş, kayıkta bulunan insanlar tarafından görülme tehlikesini göze alarak kayığın birkaç metre altına kadar sokulmuştu. Kayık battığında dev dalgalar arasında çırpınıp duran iki insanı güçlü kollarıyla sıkıca kavrayıp, onların boğulmalarına engel olmak için, yüzeye çıktı ve süratle kıyıya doğru yüzmeye başladı. Baygın durumdaki iki insanı kıyıda emin bir yere bırakan ahtapot, gölün derinliklerindeki mağarasına çekildi.

Bu olayı takiben geçen on gün içinde göl yüzeyinde hiç kayık göremeyen ahtapot insanların gitmiş olabileceklerini düşünerek yüzeye çıkıp çok uzaklardan kampın bulunduğu kıyıya doğru baktı. İlk dikkatini çeken şey, kıyıdaki kocaman demir kayıklar oldu. İnsanlar ayrıca kampın bulunduğu çadırların yanına tahtadan barakalar yapmışlardı. Çok insan vardı kıyıda. Gölün fazla sularını ırmağa akıtan kola doğru yüzmeye başladı. Kıyıdaki insanlara fark ettirmeden gölden çıkıp gitmeyi planlıyordu. Fakat çıkışa vardığında etrafta gitmesini engelleyen dikenli teller olduğunu üzülerek gördü. Bir hata yapmaktan korkuyordu. Bu dikenli telleri parçalayıp atar, yoluna devam edebilirdi. İşin içinde yaralanmak,çaptan düşmek olasılığı da vardı. Irmaktaki çağlayan zaten yolunun üstünde bir büyük engeldi. Çağlayanın karşısına çıktığında güçsüz durumda bulunmak yakışık almazdı.

Sonraki günlerde göl yüzeyi birdenbire hareketlendi. İnsanların göl kıyısına kadar kamyonlarla getirdikleri parçaları birbirine monte ederek yaptıkları gemiler vızır vızır gidip gelmeye başladı. Gemilerden dalgıçlar göle girerek, gölün dibini taramaya başladılar. Dalgıçların ellerindeki zıpkınlar görülür görülmez ahtapota yöneltilecekti. Gölde her kolunun uzunluğu beş metreyi bulan sekiz kollu dev bir ahtapot vardı ve bu ahtapotu öldüren ödüllendirilecekti. İşte burada biraz düşünmek gerekirdi. Katledilmek istenen bu ahtapot fırtınalı bir havada iki insanı mutlak bir ölümden kurtarmıştı. Onlar bayılmadan önce kendilerini kurtaranı görmüşler, ötekileri ahtapotun varlığından haberdar etmişlerdi. Ötekiler ötekilere, ötekilerde ötekilere durumu bildirmişler ve son ötekiler, ortaya bir ödül bile koymuştu. Bu durumu çıkışı olmayan bir labirent biçiminde algılamak gerekmektedir.

Ahtapot artık gölde barınmasının olanaksızlığını anlamıştı. Tüm iyi niyetine karşın insanlar onun bu gölde biraz daha fazla araştırma yapmasına izin vermeyeceklerdi. Zaten gölde bir süre daha yaşamak gereksizdi. Öğrendikleri yeter de artardı bile. Ahtapot mağarasından hınçla dışarı fırladı. Korkunç bir süratle kampın önünde demirli bulunan gemilerin tam karşısında su yüzeyine çıktı. Günlerdir arıyordunuz işte buradayım ve sizden korkmuyorum der gibi kabardıkça kabarıyor, gölde yapay dalgaların oluşmasını sağlıyordu. Aniden soluna doğru yöneldi. Kıyıdaki insanların hayret dolu bakışları altında göl çıkışındaki dikenli telleri paramparça ederek kola girdi ve bir süre sonra ırmağa ulaştı. Irmağın akıntılarına rahatça karşı koyarak çağlayanın önüne geldi ve iki kolunu uzatarak oradaki kayalara tutunup yukarıya çıktı.

Daha sonraki günlerde ahtapot ırmağın kaynağına ulaşmak için gösterdiği yoğun çabayı devam ettirdi. Kaynağın bulunduğu karlı dağın yamaçlarında daracık boğazlardan zorlukla geçiyor, derinliğin yüzmesine olanak tanımadığı yerlerde de adım adım ilerliyordu. Yamaçlarda yağan yağmur havanın giderek soğumasıyla birlikte kara dönüşüyor, yağan kar altında buz gibi soğuk suda titremek ona dağlarda yaşamın ne derece zorlu olduğunu öğretiyordu. Ahtapot daha ileriye gitmenin mümkün olmadığını düşünmeye başladığı bir sırada ırmağın kaynağını buldu. Kaynak, kayaların arasından, mağara gibi bir yerden, yeryüzüne çıkıp doğuyordu.

Ahtapot konuyu özetle toparladı: “ Demek kaynak burasıymış. Su bu daracık yerden yeryüzüne çıkıyor, yağan kar ve yağmur sularıyla besleniyor, çevreden kimi dereciklerin sularını alarak çağlayana kadar iniyor. Çağlayan geçildikten sonra sağdan soldan pek çok kol alan su gittikçe büyüyerek bir ırmak halinde benim doğduğum denize varıyor ve denizle bütünleşiyor. Uzun bir süre içinde yaşadığım göl de fazla sularını ırmağa bir kol aracılığıyla akıtan büyükçe bir su birikintisinden başka bir şey değilmiş. “

Dönüş yolunda, çağlayana yaklaştıkça, ahtapotu bir düşüncedir aldı. Acaba insanlar onu oralarda bekleyebilirler miydi? Bu yüzde elliye yüzde elliydi.Yani bekleyebilirlerdi de beklemeyebilirlerdi de. Onun orası belli olmazdı.Ahtapot, kesinlikle korkmuyordu. Zaten böyle durumlarda bir idealist için korku en son akla getirilecek bir şeydi. Korkmak için hiçbir neden yoktu. Ahtapot, şöyle bir durum değerlendirmesi yaptıktan, ne olursa ne şekilde hareket edeceğini hesapladıktan sonra, çağlayandan aşağı indi. Suların üstünden, göğsünü gere gere yüzerek, gölün ırmakla bağlantısını sağlayan kolun yanından geçti, gitti.

Ahtapot, birkaç gün sonra denize vardı. Yıllar önce, genç bir ahtapotken, bir idea uğruna yola çıkmış; yıllar sonra, büyük, olgun bir ahtapot olarak işte geriye dönmüştü. Fakat, idea, ideal değildi henüz. Bir idealist, öğrendiklerini başkalarına da öğreterek, onları da bilgilendirmeliydi. Ben, bana yetecek kadar bilgi sahibiyim fazlasını öğrenmesem de olur diyemediğin gibi, ben herkesten çok daha fazla bilgiliyim varsın benim bildiklerimi başkaları bilmeyiversin de diyemezdin. Ahtapot, kısa bir süre dinlendikten sonra girişimlerine başlamak istiyordu. Öğrendiklerini başkalarına da öğreterek onları da bilgilendirecekti. Beyninde kendisinin bilip de başkalarının bilmediği tek bir bilgi kalmayana kadar

Serdar Yıldırım

rock_alltime 04-05-2008 11:01 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
AK BENEKLİ

Çoban Ali her gün erkenden kalkar, koyunlarını otlatmaya giderdi. O sabah da şafak sökmeden uyandı. Yatağının içinde iyice gerindi, uzun uzun esnedi. Kuzu postundan yapılmış tüylü yeleğini giydi. Alelacele yalınayak kulübesinden dışarı çıktı. Ağılın kapısını açtı. Sopasıyla birer birer hepsinin kuyruğundan dürttü.

- Hadi bakalım tembeller! Düşün yola!

Koyunlar, kuzular Ali'yi görünce sevindiler, meleştiler. Ak benekli olanı Ali'nin kucağına atladı, yanaklarını yalamaya başladı.

Ali Ak Benekli'yi çok şımartmıştı. Ak Benekli doğduktan iki gün sonra ayağını taşa çarpmış, yaralanmıştı. Zavallı pek minik olduğu için bir türlü iyileşememişti. Ali gece gündüz onun yanından ayrılmamış, aşağı köyde oturan Senem Nine'nin otlardan yaptığı merhemleri süre süre iyi etmişti Ak Benekli'yi. İşte o gün bu gündür Ak Benekli'yi diğerlerinden bir başka tutar, bir başka severdi Çoban Ali.

Düştüler yola.

Çoban Ali Ak Benekli kucağında, elinde sopa , arkada diğerleri çıngırak sesleriyle kah koştular, kah durdular. Dere boyuna geldiler.

Güneş yükseldi; parladı.

Çoban Ali “Ah bir ağaç olsaydı sırtımı yaslayacak, gölgesinde serinleyecek! " dedi. Böyle derken Ak Benekli'yi kucağından indirdi. Cebinden kavalını çıkarıp başladı çalmaya. Yere, kuru toprağa çömelmiş, çalıyor da çalıyordu Çoban Ali yanık yanık.

Dere boyunda az ilerde Senem Nine'nin kulübesi vardı. Kimsesizdi zavallı kadıncağız. Bir zamanlar Çoban Ali kadar bir torunu olduğunu söylerler köylüler. Kimse bilmez Senem Nine'nin torununa ne olduğunu.

Kimi "Öldü; öldü. Ben biliyorum", kimi de "Kayboldu; kaybolmuş galiba." der, ama kimse sormaya cesaret edemez Nine'ye.

Bir gün biri soracak olmuş; Nineciğin gözlerinden seller gibi yaşlar akmış akmış da hiçbir şey söylememiş.

Yalnız Çoban Ali onun “Ah onlar gelmeden her şey ne kadar güzeldi! Herkes ne kadar mutluydu!" dediğini duymuştu çoğu kez.

"Kimler nine? Kimler geldi buraya?" diyecek olsa Çoban Ali, “Hiç, hiç kimse. Sen bana bakma oğulcuğum. Kendi kendine konuşan bir ihtiyarım işte ben " der, geçiştirirdi Senem Nine.

Çoban Ali bir yandan kavalını çaldı, bir yandan bunları geçirdi aklından. "Zavallı Senem Nine!" diye mırıldandı.

Ak Benekli Çoban Ali'nin üzüldüğünü anladı. Yanına gelip başını onun dizlerine dayadı. Çoban Ali sevdi, okşadı Ak Benekli'yi.

Güneş iyice yükseldi. Öğle oldu. Çoban Ali'nin karnı acıktı. Yerinden doğruldu. İki elinin işaret parmaklarını ağzına götürdü, keskin bir ıslık çaldı. Bunun üzerine bütün koyunlar toplaştılar, meleştiler. Çıngırak sesleri birbirine karıştı.

Senem Nine kulübesinden çıktı. Elini salladı.

- Çoban Ali; gel; taze çörek yaptım.

Çoban Ali sevincinden iki kez takla attı.

- Yaşşaa nineciğim!

Nine iki büklüm, Çoban Ali'ye hizmet ediyordu. Çörekler getirdi, ayran yaptı.

Ali ağzını çöreklerle doldurdu. Ak Benekli'yi de yanına çağırdı.

Senem Nine onların karşısına geçti, oturdu. Gözlerinden iki damla yaş aktı.

- Hey Çoban Ali! Oğulcuğum. Torunum da yaşasaydı, senin kadar olacaktı. Ah onlar gelmeseydi, o adamlar! Her şey ne güzeldi!

Çoban Ali yerinden ok gibi fırladı:

- Söyle nineciğim. Söyle, kimler geldi? Hangi adamlar? Ne olur anlat nine! Torununa ne oldu?

Ali böyle haykırırken Senem Nine'nin dizlerine kapanmış, sımsıkı onun ellerinden tutuyordu.

Senem Nine ağlıyor, bir yandan da Çoban Ali'nin saçlarını okşuyordu.

- Peki Çoban Ali. Anlatacağım oğulcuğum.

Ali ninenin yanına çöktü. Ak Benekli sanki olağanüstü bir şeyler olduğunu anlamış gibi bir nineye, bir Çoban Ali'ye bakıyordu. Çoban Ali Ak Benekli'yi çekti, kucağına oturttu.

Nine bir eliyle gözyaşlarını sildi. Başını kaldırdı. Dere boyunun iki yanını gözleriyle uzun uzun taradı.

- Çoban Ali, şuraları görüyor musun?

İşaret parmağıyla ta uzakları gösterdi. Yine devam etti:

- İşte buraları bir zamanlar yemyeşil ormandı. Çamı, kavağı, meşesi; ne ağaçlardı onlar! Dallarında cıvıl cıvıl kuşlar öterdi... Gölgelerinde köylüler serinlerdi. Mis gibi havasını ciğerlerimize doldururduk. Kuraklık nedir bilmezdik. Bereketli yağmurlar yağardı hep. Kışın kar yağıp da ilkbaharda erimeye başlayınca dere dolup taşardı. Ama o güzelim ağaçlar bizleri selden korurdu.

Çoban Ali merakla sordu:

- Eee nineciğim, ne oldu o güzelim ağaçlara?

Senem Nine hırsla kalktı. Bir elini yukarı kaldırıp yumruğunu sıktı:

- Onlar geldiler, o baltalı adamlar Çoban Ali. Yıktılar, devirdiler ağaçlarımızı. Söktüler köklerinden. Sanki canlarımızı da aldılar gittiler. O gün bu gündür bu toprak çorak, bu toprak kurak...

Çoban Ali yine sordu :

- Torununa ne oldu nine?

Senem Nine yine çöktü yere. Başını iki yana salladı. Kısık bir sesle:

- O kış çok kar yağdı Ali buralara, dedi. İlkbahar geldi. Dağlardaki tepelerdeki karlar başladı erimeye. Bu dere doldukça doldu. Doldu da taştı. Sel bastı her yeri. İşte benim minik torunumu da o sel aldı gitti... Gidiş o gidiş...

Çoban Ali'nin gözleri kocaman açılmış, rengi sapsarı olmuştu. Sanki bir şeylerden korumak istiyormuş gibi Ak Benekli'yi sımsıkı sardı, göğsüne bastırdı. Göz pınarlarından damla damla yaşlar yanaklarına süzülüyordu. "Nineciğim, zavallı nineciğim benim!" dedi.

Senem Nine çocuğu üzdüğünü anlayıp gülümsemeye çalıştı. "Hadi Çoban Ali, kalk. Derle toparla sürünü. Seni üzdüm oğulcuğum." dedi.

Çoban Ali bugünden sonra Senem Nine'nin anlattıklarını hiç unutmadı. Günler, geceler boyu hep düşündü durdu.

Yaz bitti; sonbahar geçti; kış geldi. Lapa lapa kar yağdı. Öyle yağdı ki Çoban Ali günlerce sürüsünü çıkarıp otlatamadı. Yalnızca Ak Benekli'yi yanından hiç ayırmadı.

Bazı geceler Çoban Ali neşelenir, ocağın karşısına geçer, kavalını çalardı. Ak Benekli o zaman zıplar da zıplar, onun neşesine katılırdı. Ali'nin canı bir şeye sıkılacak olsa Ak Benekli de hüzünlenirdi. Böyle kuvvetli bir dostluk vardı aralarında.

Günler, geceler geçti. İlkbahar geldi. Çoban Ali sevindi. Ak Benekli zıplayıp dans etmeye başladı. Sürü indi dere boyuna. Meleştiler, otladılar. Senem Nine onları gördü; seslendi :

- Çoban Ali... Gel, çörek yaptım.

Sarıldılar, nineyle öpüştüler.

Nine "Ak Benekli görmeyeli ne kadar büyümüş! dedi.

Güneş parlıyor, karları eritiyordu. Dere coştukça coşuyordu.

Ertesi gün Çoban Ali yine sürüsünü otlatıyordu. Öğle vakti yaklaştı. Senem Nine'nin kulübesinin kapısı hala açılmamıştı.

Çoban Ali merakla koştu. Kapıyı çaldı.

- Nine; benim. Çoban Ali. Aç kapıyı.

Biraz sonra nine kapıyı açtı. Yüzü solgun, sapsarıydı. Gözlerinde korku vardı.

- Ne oldu nineciğim, hasta mısın?

Nine Çoban Ali'nin üzerinden dereye doğru baktı. "Korkuyorum Çoban Ali; korkuyorum!" dedi.

- Neden nine?

- Dere hoşuma gitmiyor. Taşacak gibi. Yine felaket getirecek gibi.

Çoban Ali geriye döndü. Dere gürültülü sesler çıkarıyor, taştıkça taşıyordu. Korkuyla yanına baktı. Ak Benekli yoktu. Koşarak sürünün yanına geldi. "Ak Benekli neredesin? " diye bağırdı.

Zavallı hayvanlar derenin sesinden ürkmüşler, taşan sulardan korunmak için bir oraya bir buraya kaçışıyorlardı.

Çoban Ali yine seslendi: Ak Benekli ! Ak Benekli!

Kavalını çıkardı, çaldı Ak Benekli duyar da gelir diye. Ama ne gelen vardı ne giden. Zaten suyun sesi yükselmiş, hiçbir şey duyulmaz olmuştu.

Senem Nine de kulübesinden çıktı; Ali'nin yanına geldi. "Çoban Ali, durma buralarda. Kaç, sürünü kurtar. Sel başladı " diyordu. Bir yandan da “Ah yine o felaket!" diye ağlıyordu.

Çoban Ali durmadı, koştu. Dere boyu sulara bata çıka koştu. Hem koşuyor hem sesleniyordu:

- Ak Benekli, Ak Benekli! Ak Benekli!

O da sulara daldı. Kayboldu gitti ta ki aşağı köylüler onu bulup kurtarana dek.

Ak Benekli'yi sel alıp götürmüştü. O günden sonra Çoban Ali'nin yüzü hiç gülmedi. Her gün dere boyuna inip "Ak Benekli! Ak Benekli!" diye ağladı.

Yaz geldi, sular çekildi. Çoban Ali yine dere boyuna inmiş ağlıyordu.

- Ak Benekli nerdesin?

Omuzuna biri dokundu. Çoban Ali sıçradı, döndü. Senem Nine'yi gördü.

Senem Nine "Yas tutmayı bırak Çoban Ali. Ağlamakla Ak Benekli'yi geri getiremezsin " dedi.

"Ne yapabilirim nine ?" diye ağlamaya devam etti çocuk.

- Çok şeyler yapabilirsin. Çok şeyler yapabiliriz Çoban Ali, diye bağırdı nine. Ağaç dikeriz, yeniden ağaçlandırırız buraları. Yemyeşil orman olur zamanla. Eskisi gibi cıvıl cıvıl kuşlar öter dallarında o güzelim ağaçların. Ötmez mi Çoban Ali?

Çoban Ali kalktı.

Gözyaşlarını siliyor, bağırıyordu . "Öter nineciğim, öter nineciğim " diyordu.

Şimdi aradan uzun yıllar geçti. Dere boyu yine eskisi gibi ağaçlık, yemyeşil orman oldu. Kuşlar cıvıl cıvıl. Havası mis gibi.

Kimin yolu düşerse, gitsin baksın. Çoban Ali ile Senem Nine'nin kulübesi hâlâ orada duruyor.

Hatta bazıları Ak Benekli'nin de meleyişini duyar gibi olduklarını söylüyorlar.

Bilinmiyor

rock_alltime 04-05-2008 11:02 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
AKBABALARIN UMUDU

Çok eski çağlarda, ülkenin birinde, dinazorların yuvalandığı bir yer vardı. Dinazorlar,
yavrulama zamanı geldiğinde, yumurtalarını buraya bırakırdı. Bazı dinazorlar, bırakılan yumurtaların başını bekler, yavruların yumurtadan çıkışında, onların yaşama alışmaları için gereken ilk desteği sağlama görevini üstlenirdi. Bu dinazorlara "Öğretmen" denirdi. Dinazor yavruları, kendi başlarına yaşamlarını sürdürebilecekleri büyüklüğe gelince, yuvadan ayrılıp, ülkenin diğer yerlerine yayılırdılar.
Yuvadan çıkan dinazor yavrularının çoğu, ülkenin en verimli topraklarının bulunduğu batıya göç ederdi. Burada, yeşillikler ve bol yiyecek vardı.
Batının en verimli alanları, yedi tepeye yayılmış ağaçlık bölgeydi. Buraya "Yedi Tepe Ormanları" denirdi. Dinazor yavruları en çok, Yedi Tepe Ormanları'na giderdi. Yedi Tepe Ormanları'nın nehir gibi akan mavi denizin yanında olması, buraya ayrı bir güzellik veriyordu. Ormandaki hayvanlar, çoğu zaman dinlenmek için deniz kıyısına iner, boğazın diğer yakasındaki ormanlara ve kıyıdaki kumsala bakıp, zaman geçirir, birbirleriyle oynayıp eğlenirdi.
Yedi Tepe Ormanları'nda yaşayan dinazorların sayısı çoktu. Dinazorlar, ormandaki ağaçların arasında gizlenerek yaşadıklarından, sayılarının ne denli çok olduğu, diğer hayvanlarca bilinmezdi. İri gövdeli dinazorları görenler, onlardan korkup kaçardı. Gerçi dinazorların çoğu, başka hayvanlara zarar vermeden, ormandaki yiyeceklerle yetinmeye çalışırdı ama, diğer hayvanlar onların ürkütücü büyüklüğünden çekinir, onlara pek yaklaşmazdı.
Bazı kurnaz hayvanlar, dinazorların kendilerine saldıracağını düşünüp, orman yasalarını çiğnememeye çalışırdı. Bazıları da, belli etmeden, yasalara aykırı davranışlarını sürdürürdü...
Yedi Tepe Ormanları'nda yalnız dinazorlar yaşamıyordu. Bu ormanın çevresindeki taşlık alanlarda akbabalar da yaşardı. Bilirsiniz akbabalar yeşil alanları sevmezler. Onlar taş ve kum çöllerinde yuvalanırlar. Yedi Tepe Ormanları'nın çevresindeki taşlık alanları kullanan akbabaların gözü, hep Yedi Tepe Ormanları'ndaydı. Burayı nasıl taş çölüne çevireceklerini kuruyordular. Aslında bir çok orman alanını, taş çölüne çevirmeyi başarıp, buralara yuvalanarak sayılarını daha da çoğaltıyordular. Ormandaki ağaçların arasında gizlenmeye çalışan dinazorlar, ormanlar yok oldukça saklanacak yer bulma güçlüğü çekiyordular. Bu nedenle akbabaların taş çölleri, en çok dinazorları huzursuz ediyordu... Ormanları yok olan diğer hayvanlar, taş çölündeki oyukların arasına saklanıp yaşamlarını sürdürmeye çalışıyor ama, açlıktan güçsüz düşünce, akbabalara yem oluyordu.
Yedi Tepe Ormanları'nın taş çölüne dönüşmeye başlaması üzerine dinazorlar yaşamak için kendilerine yeni bir yer aramaya başladılar.

Sonunda boğaza bakan yamaçlardan birinde, yeşilliği bozulmamış, ağaçları
akbabalarca yok edilmemiş, bir vadi buldular. Bu alana "Yeşil Vadi" adını verdiler. Dinazorlar, buranın da taş çölüne dönüşmemesi için akbabaları Yeşil Vadi'den uzak tutma kararı aldılar. Yedi Tepe Ormanlarında yaşamlarını sürdüren dinazorlar, Yeşil Vadi'yi dinlenme alanı olarak kullanacaktı.
Yedi Tepe Ormanları'nı yalnız akbabalar yok etmiyordu. Diğer hayvanların bilinçsizce ağaçları kemirmesi sonucu, ağaçlar yok oluyor, yerini çıplak topraklara bırakıyordu. Yedi Tepe Ormanlarının yer yer kel olup, kabaklaştığı günlerde, Yeşil Vadi'nin el değmemiş güzelliği dinazorları pek sevindirdi. Bu alana kimse zarar versin istemediler. Dinazorların en irilerinden olan iki Trex, Yeşil Vadi'nin yönetimini üstlendiler. Tciretops ve Brantosaurus da onlara yardım etti. Yönetimin ilk işi, Yeşil Vadi'de yaşayan hayvanların türlerini belirlemek oldu. Yeşil Vadi'de ağaçların ve çalıların arasında yaşayan tüm hayvan türlerini belirlemek çok zordu. Trex, burada kaplumbağa yaşadığını öğrendi. Tüm dinazorlar, çevreyi araştırıp kaç tane kaplumbağa yaşadığını bulmak istediler. Gördükleri her kaplumbağa numaralandırıldı ve Yeşil Vadi'de oniki kablumbağa olduğunu anlaşıldı. Söylentiye göre, Yeşil Vadi'de papağanlar ve yılanlar da yaşıyordu. Dinazorlar, bulabildikleri yılanların boyunlarına halka geçirdiler. Papağanları da ayak bileklerinden numaraladılar. Yeşil Vadi'de yaşayan tüm hayvanlar belirlendikten sonra Trex, dinlenmeye gelen dinazorları topladı ve:
- Arkadaşlar. Bu alanda yaşıyan tüm hayvanları belirledik. Bu hayvanlar Yeşil Vadi'ye bugüne değin zarar vermemişler, bundan sonra da zarar vermezler. Başka hayvanların bu alana girmelerini engellersek Yeşil Vadi'nin yok olmasını önleriz.
diye seslendi. Dinazorlar Yeşil Vadi'de yaşayan hayvanların yaşam koşullarını iyileştirmek ve kendilerine güzel bir dinlence ortamı hazırlamak için Yeşil Vadi'yi onarmaya başladılar. Hayvanların yuvalarının bakımı yapıldı, dikenli çalılar budandı, açık alanlara çiçekler ekildi, yıkılan ağaçların yerine yeni ağaçlar dikildi. Yeşil Vadi daha güzel ve yaşanabilir bir ortam olmaya başladıkça dinazorlar seviniyordu.
Yeşil Vadi'nin çevresinde sarp kayalar vardı. Bazı akbabalar, bu kayaların üzerindeki taş yığınları arasına yuvalanmışdı. Bu alanda yaşıyan başka hayvanlar da vardı. Bunlar, arada Yeşil Vadi'ye inip, ağaçları kemirir, Yeşil Vadi'nin küçülmesine bilinçsizce katkıda bulunurdular. Akbabalar, kemirilen ağaçların bulunduğu yerlere taş yuvarlar ve bu alanı taş çölü yapardılar. Çevresi taşlarla çevrilen kabukları kemirilmiş ağaçlar, zamanla ölüp gidince, akbabalar bu taş çölüne inip, hemen yuva yapmaya başlardı. Yeşil Vadi de aynı Yedi Tepe Ormanları gibi taş çölüne dönüşmek üzereydi...

Bu durumu gören dinazorlar, Yeşil Vadi'de yaşamayan diğer hayvanları buradan
kovdular. Bu hayvanlar kayaların üzerindeki yuvalarına kaçışıp, öfkeyle Yeşil Vadi'ye bakarak iç çektiler. Akbabalar, sessizce dinazorların çabasına bakıp, diğer hayvanları Yeşil Vadi'den kovuşlarını görünce:
- Bir gün buraları da taş çölü olacak, dinazorlar bizimle baş edemezler...
diye için için güldüler. Akbabalar yalnız gülmekle kalmadı, Yeşil Vadi'yi taş çölüne dönüştürmek için kurnazca hazırlanmış kurgularla taş çölü sınırlarını, Yeşil Vadi'ye doğru ilerletmeye çalışdılar...
Akbabalar, bazen Yeşil Vadi sınırına yuvarladıkları taşların yanına gidip, sınır taşlarının yerini değiştirmeye, Yeşil Vadi'den toprak çalmaya çalışırdılar. Yeni yuvarlanan taşları üst üste dizerek sınır taşlarını eskiden de varmış gibi göstermeye çabalardılar...
Yeşil Vadi'nin adım adım ilerleyen sınır taşlarıyla küçüldüğünü gören dinazorlar, tam taşların yolu üzerine, derin bir hendek kazdılar. Hendeği suyla doldurduktan sonra yakın akrabaları olan timsahları buraya çağırıp, özgürce yaşamlarını sürdürmeyi önerdiler. Timsahlar, hendeğin çamurlu suyunda yaşamaya başlayınca akbabalar, timsahların kendilerini parçalamasından korkup, taş yuvarlamaktan vazgeçtiler. Akbabaların taş çölünü genişletme çabaları engellenince, boyunlarını büküp yeni kurnazlıklar düşünmeye başladılar... Amaçları Yeşil Vadi'ye yeni kayalar yuvarlayıp toprak kazanmak ve yeni taş yığınları arasında yuvalanmakdı... Yedi Tepe Ormanları'nı benzer yöntemlerle yok edip, taş çöllerine yuvalanan akbabaların yaptıklarını, Yeşil Vadi'de uygulayamamak, yamaçlara yuvalanmış akbabaları çok öfkelendiriyordu. Beceriksizliklerine gülen Yedi Tepe Ormanları çevresinde yaşıyan diğer akbabaların davranışlarına da çok içerliyordular...
Bir gün, kayalar arasındaki ininden çıkan çakal, boyunlarını büküp Yedi Vadi'ye bakan akbabaların hüzünlü duruşunu görünce dayanamadı ve sordu:
- Ne derdiniz var sizin? Niye böyle hüzünlüsünüz? - Şu önümüzde uzanan Yeşil Vadi'ye bakıp iç çekiyoruz.
Çakal çok şaşırdı. Daha önce yeşile bakıp da hüzünlenen hayvan görmediğini anımsadı. Gerekçelerini öğrenmek için:
- Neden?
dediğinde akbabalar üzgün bir tavırla:
- Bu vadiyi taş çölüne çeviremedik. Böyle giderse burası hep yeşil kalacak...
- Olsun bazı alanlar yeşil kalabilir. - Akrabalarımız bize gülüyor. Akbabaların yüz karası olduğumuzu düşünüyorlar. Onların arasına girmeye yüzümüz yok... - Taş yuvarlamayı denediniz mi? - Aşağıda timsahlar var. Hendeklere yaklaşmaya kalkınca bizi havada parçalıyorlar... - İşiniz zor anlaşılan. Size nasıl yardımcı olabilirim? - Yalan haber yaysak. Yeşil Vadi'de ağaçlar kesiliyor desek, kıyım yapılıyor desek belki diğer hayvanlar ayaklanıp buraya gelir, dinazorları buradan çıkarırlar. Sonra biz burayı taş çölüne çevirebiliriz. - Haberi nasıl yayacaksınız? - Onu bilemiyoruz iste. Senin tanıdıkların var mı? Bize yardım edermisin? - Ben de Yeşil Vadi'deki dinazorlardan hoşnut değilim. Yeşil Vadi'de avlanmamı engelliyorlar. Baykuş'tan yardım alabilir miyiz bir araştırayım. - Çok iyi olur. Sana bir gün borcumuzu öderiz. - Şöyle boğaza yakın bir yerde bir inim olsa iyi olur diyorum. - Söz sana güzel bir in veririz.
O gece çakal kimseye görünmeden baykuşun yanına gitti. Ona akbabaların kendisinden yardım istediklerini söyledi. Baykuş, akbabaların ne yapmak istediklerini bildiğinden, onlara yardım etmek istemedi. Çakal, baykuşun yardımını sağlamak için:
- Ama dinazorlar Yeşil Vadi'ye yerleştiler. Ağaçları kesiyorlar, doğayı yok ediyorlar...
diye yalanlarını sıralamaya başladı. Önce çakalın söylediklerine kulak asmayan baykuş, ardı arkası kesilmeyen yalanlara sonunda inanmaya başladı. İnandıkça öfkelendi, öfkelendikçe yerinde duramaz oldu. Dayanamayıp:
- Bu dinazorlara iyi bir ders vermeli...
deyince, çakal baykuşu kandırmış olduğunu düşünüp, mutluluk içinde inine döndü. Baykuş, Yeşil Vadi kıyımını dile getiren bir türkü besteledi. Kargaların hepsini yanına çağırdı. Bu türküyü bir çırpıda kargalara ezberletti. Sonra:
- Yarın, gün doğunca Yedi Tepe Ormanlarına gidecek, ağaçtan ağaca konup bu türküyü okuyacaksınız. Diğer hayvanlar da dinazorların neler yaptığını öğrensinler...
dedi. Kargalar öğrendikleri türküyü unutmamaya çalışarak uçuştular...
Sabah olunca kargalar daldan dala konarak, dinazorların kıyımını dile getiren
türküyü söylediler. Çirkin sesleriyle tüm hayvanlara haykırarak seslendiler:
- Kurtarın Yeşil Vadi'yi. Bir çıplak toprak parçasına daha dayanmamız söz konusu olamaz...
dediler. Yedi Tepe Ormanlarında yaşayan tüm hayvanlar kan ağlayıp, çevrelerindeki çıplak topraklara ve taş yığınlarına bakıp üzüntülerini dile getirdiler. Yedi Tepe Ormanlarında bir kıpırdanma başladı... Karga bu, pek akıllı değildir ya! Bir tanesi uçtu gitti Yeşil Vadi'ye. Bir dalın üstüne kondu. Biraz soluklanıp, dinlendikten sonra, o çirkin sesiyle baykuşun türküsünü söylemeye başladı. Karganın çirkin sesini duyan dinazorlar çok şaşırdılar. Biraz dinleyince, türkünün akbabaların kurnaz oyunlarından biri olduğunu hemen anladılar. Trex, dayanamayıp çığlık atarak karganın tünediği ağacın dibine gitti. Ağacın gövdesini elleriyle tutup sallamaya başladı. Karga çok korktu. Neye uğradığını bilemedi. Karga deprem olmuş gibi sallanan ağacın dalından düşmemeye çalışırken, yaprakların arasından uzanan Brantosaurus karganın uçmasını engelliyordu. Karga artık türküyü dile getirmiyor, sonunun yaklaştığını görüp çevresinden yardım almak için çığlık atıyordu. Onun çırpınışını gören Trex seslendi:
- Bu türküyü sana kim öğretti? - Baykuş - Hangi baykuş? - Yedi Tepe Ormanlarındaki Özgürlük Parkı'nda yaşayan baykuş.
Trex:
- O akıllı bir hayvandır. Böyle bir yalanı nasıl türkü yapmış olabilir? Ne gibi bir amacı vardır?
diye söylendi. Bu arada Pterezor gürültüyü duyduğu için kanat çırparak Trex'in yanına geldi. Brantosaurus, kargayı hırpalamayı sürdürürken, Pterezor:
- Gidip şu baykuşa sorayım mı? Neden bu türküyü bestelemiş?
Brantosaurus:
- Bu kargayı ne yapacağız? Trex! kargayı yemek ister misin? - Bırakalım gitsin. Bu küçük karga beni doyurmaz. Onun çirkin türküsüne öfkelenen biri nasıl olsa onu parçalar. Sonu benden olmasın. Brantosaurus kargayı hırpalamayı durdurunca, karga, korkuyla kanat çırpıp yanlarından uzaklaştı. O gece Pterezor, baykuşun yanına gitmek üzere Yeşil Vadi'den havalandı. Baykuş tünediği dalda bestelediği türküleri mırıldanırken kocaman Pterezor'un hemen yanına kanat çırparak konmasına pek şaşırdı. Korkuyla irkildi. Pterezor'un konuşmasını bekledi sabırla. Konduğu dala yerleşen Pterezor kanadını kaldırıp:
- Sen!
dedi öfkeyle. Sonra devam etti:
- O yalan ürküyü kargaların ağzından Yedi Tepe Ormanlarına yayan sen misin? - O türkü gerçekleri dile getiriyor. Yalan değil.
diye kendini savunmaya kalkan baykuşa, Pterezor öfkeyle seslendi:
- Kimden öğrendin hemen söyle bana? - Yeşil Vadi yamaçlarında yaşayan akbabalar görmüşler. Bana da çakal söyledi. - İnandım mı onların söylediklerine? - Evet - Burada pinekleyip duracağına, uçup gelseydin Yeşil Vadi'ye. Bizim ne yaptığımızı gözlerinle görseydin, bu yalan türküyü bestelemezdin.
diye başlayıp, Yeşil Vadi'de neler yaptıklarını anlattı. Hayvanları nasıl koruma altına aldıklarını, ne kadar ağaç diklerini söyledi. Baykuş Pterezor'a inanıp, çakalın kendisini aldatmış olduğunu anlayınca, türküyü yaymış olduğuna çok üzüldü. Pterezor'un anlattıklarını dinledikten sonra:
- Bu bir yanılgı. Hemen yeni bir türkü bestelerim. Yarın tüm Yedi Tepe Ormanlarında yeni türkü söylenir. Diğer hayvanları yatıştırmış olurum. - Kargalara öğretme. Artık onlara kimse inanmaz. Hem sesleri de çok çirkin. - Başka kuşlara öğretirim. Sakalara, sığırcık kuşlarına, bülbüllere öğretirim. - Bu olur işte.
Pterezor öfkesi yatışınca kanat çırparak baykuşun yanından ayrıldı.
Sabah olunca, Yeşil Vadi'deki dinazorlar, derin uykularından kuş cıvıltılarıyla uyandılar. Sesi güzel olan kuşlar bazen bir arada, bazen tek başına uzun uzun dinazorların gerçek öyküsünü dile getiren türküyü söylediler... Tüm Yedi Tepe Ormanları cıvıl cıvıl öten kuş sesleriyle doldu taştı. Arada kargalar da katıldı onlara. Bazıları yeni türküyü çirkin sesleriyle mırıldanırken, bazıları hala eski türküyü söylemeye çalışıyordu. Ama tüm hayvanlar güzel sesli kuşları dinlerken, kargaların cıyaklamasına kulak asmadılar. Bazıları kovaladılar kargaları...
Baykuş yaptığının ne denli kötü bir davranış olduğunu anlayınca, bir daha gözüyle görmeden, araştırmadan başkasının söylediklerine inanıp türkü bestelemedi.
Kuşların güzel türküsünü, geceleri bülbüller sürdürdü. Sabaha değin susmadan öttüler. Kuşlar bundan böyle, neşeyle daldan dala konarken hep bu türküyü söylediler... Yeni doğanlara ve unutanlara hep aynı türküyle seslenip, dinazorların Yeşil Vadi'de yaptıklarını anlattılar. Yeşil Vadi'nin nasıl taş çölü olmaktan kurtulduğunu dile getirdiler. Dinazorları, Yedi Tepe Ormanlarının kahraman koruyucuları olarak çevreye duyurdular...
Yedi Tepe Ormanlarında yaşayan diğer dinazorlar da Yeşil Vadi'nin güzelliğini görmek için buraya gelir oldular. Burada çoşup, neşeyle dans ettiler...

Akbabalar, dinazorların çalışmalarıyla doğal park biçimine gelen Yeşil Vadi'ye
baktılar umutla... Belki bir gün, istekleri gerçekleşir, Yeşil Vadi onların beklediği gibi "Taş çölüne" dönüşür diye düşlediler...
Yeşil Vadi yamaçlarında boyunlarını büküp, taşlarda tüneyerek bekleşen akbabalar, yüreklerinde taş çölü özlemiyle dinazorları izleyip durdular...

Bilinmiyor

rock_alltime 04-05-2008 11:03 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
AKIL OKULU

Gecelerden bir gece, sevgili aynacık bakın neler anlatmaya başlamış

Birgün ülkenin küçük kasabalarından olan Yitan’da şöyle bir haber yayılmış:

- Güzel başkentimizde bir Akıl Okulu varmış. Her kim o okula giderse orada ona akıl öğretiliyormuş.

Herkes bu haberi şaşkınlıkla birbirine anlatıyormuş. Şehrin en zenginlerinden olan bir adam da bu haberi duyunca kahkahalarla gülmeye başlamış:

- Efendim, hayatımda hiç bu kadar komik bir şey duymamıştım. Bir insan akıllıysa akıllıdır. Sonradan akıl kazanılır mı hiç? Olacak şey midir? Duyulmuş mudur? Görülmüş müdür?

Bu adam çok zengin olduğu için çocuklarının hiçbirisini okutmamış. Öyle çok parası varmış ki, istese şehrin tamamını satın alabilirmiş. Fakat çocuklarına devamlı şöyle diyormuş:

- Şükürler olsun çok paramız var. Yine de paramıza para katmalıyız. Ne kadar çok kazanırsak o kadar güçlü oluruz.

Çocuklarından biri ise, babasının bu düşüncesine katılmıyormuş. Devamlı;

- Babacığım, okumak gibisi var mıdır, diyormuş. Bak ne çok paramız var. Ama bu parayla bilgi satın alamayız. Buna kimsenin de gücü yetmez. Neden okumayı kötü görüyorsun?

Adam, çocuğunun bu sözlerini günlerce, gecelerce düşünmüş durmuş. Sabahlara kadar sayıklar olmuş: Akıl Okulu Akıl Okulu

Bir sabah dayanamamış ve kararını vermiş:

- Böyle olmayacak. Şu Akıl Okulu neymiş gidip göreceğim.

Adam yolculuk için hazırlanmış. Atına binmiş ve yola koyulmuş. Günler geçmiş. Geceler geçmiş. Memleketinden ayrılalı tam otuz-iki gün olmuş. Günün birinde, yolda ağır ağır yürüyen bir ihtiyara rastlamış. İhtiyarın gözleri görmüyormuş. Adam bu ihtiyarın hâline acımış. Yanına yaklaşarak;

- Ey yolcu, nereye gidiyorsun, diye sormuş.

İhtiyar da başkente gitmek istediğini söylemiş. Bunun üzerine adam atından inmiş ve ihtiyarı atına bindirmiş:

- Ben de başkente gidiyorum, demiş. Bir günlük yolum kaldı. Birlikte konuşa konuşa gideriz.

İhtiyar atın üzerinde, adam yaya yolculuklarına devam etmişler. Şehre vardıkları zaman adam ihtiyara;

- İşte başkente geldik, demiş. Burada inebilirsin.

Fakat ihtiyar, adama şunları söylemiş:

- Madem bir iyilik yaptın, bunun gerisini de getir. Beni şehrin meydanına kadar götür. Ondan sonra var git nereye gideceksen.

Adam hiç karşı çıkmamış ve “tamam” demiş. Beş-on dakika sonra şehrin meydanına gelmişler. Tam bu sırada ihtiyar bağırmaya başlamış:

- İmdat!.. Yardım edin. Bu adam atımı çalmak istiyor. Bu garibana yardım elini uzatacak yok mu? İmdat!..

Meydandaki insanlar koşa koşa gelmişler onların yanına. İhtiyar kör olduğu için ona acımışlar ve adamı suçlamışlar:

- Utanmıyor musun bu yaşta hırsızlık yapmaya. Hem de kör bir adamın atını çalmaya çalışıyorsun.

Adam haykırıyormuş:

- Hayır, yalan söylüyor. Bu at benim. Onu yoldan ben aldım. İhtiyardır, yorulmasın, bir iyilik yapmış olayım, dedim. Bu at benim. Ben hayatımda hırsızlık yapmadım. O yalancıdır.

Fakat gelgelelim insanlar adamı dinlememişler. Atı, kör ihtiyarı ve adamı doğruca şehrin hakimine götürmüşler. Hakim önce kör ihtiyarı, sonra adamı dinlemiş. Ardından da şöyle demiş:

- Bana bir baytar, bir nalbant, bir de saraç çağırın. Hemen gelsinler. Bekliyoruz.

Adam bu üç kişinin neden çağrıldığını bir türlü anlayamamış. Kimseye de soramamış. Mecburen çağırılanların gelmesini beklemiş. Kısa bir zaman sonra da hepberaber gelmişler. Hakim gelenleri tek tek huzuruna kabul etmiş. Önce baytar alınmış odaya. Hakim ona sormuş:

- Ata bak. Bu at hangi memlekete aittir?

Baytar şöyle karşılık vermiş:

- Çok fazla incelemeye gerek yok. Bu at bu şehirden alınmamış. Yitan yöresine ait bir aittir.

Adam kendi memleketinin ismini duyunca hayretler içinde kalmış. Bu sefer de hakim nalbantı çağırmış ve ona;

- Sen de bu atın nerede nallandığına bak, demiş.

Nalbant biraz inceledikten sonra şunları söylemiş:

- Bu at burada nallanmamış. Yitan yöresinde atlar böyle nallanır. Bizimkine benzemez.

Adam yine şaşırmış. Kendi kendine, “Nasıl bilebilirler?” diye sorup duruyormuş. Hakim son olarak saraca;

- Bu atın koşumlarını incele, demiş. Nasıl eyerlenmiş?

Saraç hiç beklemeden cevap vermiş:

- Efendim, ilk bakışta bizim yöremize ait olmadığı anlaşılıyor. Yitan yöresinin koşum şeklidir bu.

Hakim cevapları aldıktan sonra atın sahibine dönerek;

- Evet, sen doğru söylüyordun, demiş. Bu at senin. Artık atını alıp gidebilirsin. İhtiyara da gereken ceza verilecektir. Hiç meraklanma.

Fakat adam dayanamayarak hakime sormuş:

- Siz böyle bir şey yapmayı nasıl düşündünüz? Bu adamlar, bu atın Yitan yöresine ait olduğunu nereden anladılar? Lütfen bana söyler misiniz bütün bunlar nasıl olabiliyor?

Hakim adamın sorusuna gülerek cevap vermiş:

- Ben ve bu gördüğün herkes, bu şehirdeki Akıl Okulu’nu bitirdik. Her şeyi o okulda öğrendik. Orada doğrunun nerede ve nasıl bulunacağı öğretilir.

Adam böylece Akıl Okulu’nun ne anlama geldiğini yaşayarak öğrenmiş. Heyecanla memleketi olan Yitan’a dönmüş. Bütün olanları ailesine ve arkadaşlarına anlatmış. Sonra da bütün çocuklarını bu Akıl Okulu’na göndermiş. Anlamış ki, herkeste akıl var, ama onu kullanabilmek için eğitim gerekiyor.

Naz Ferniba

rock_alltime 04-05-2008 11:04 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
AKILLI ÇOBAN

Eski çağlarda Şahimerdan isimli bir hân yaşarmış. Hân, bir gün bütün halkı toplamış ve onlara şöyle bir vazife vermiş:
-Şu soruların cevabını en kısa zamanda bulun: Doğu ile batının arası kaç günlük yol? Allah, şu anda ne yapıyor? Bu iki sorunun cevabını üç gün içinde bulamazsanız hepinizin boynunu vururum!..
Hânın fermanına uymak lâzım, yoksa sonunda ölüm var. Ahali, üç gün düşünmüş taşınmış; fakat soruların cevabını bulamamış. Verilen üç gün bittikten sonra cellatlar, halkı sorgu alanına toplamışlar. Fakat, hânın sorularının cevabını hiç kimse bilmiyormuş. Yüce dağın eteklerinde koyun güden bir çoban, ahalinin müşkül hâlini görmüş. Yoldan geçen bir atlıya ne olup bittiğini sormuş. Yolcu şöyle demiş:
- Hân, halkına ‘Doğu ile batının arası kaç günlük yol? Allah, şu anda ne yapıyor?’ diye iki soru sordu. Soruların cevabını bulmak için de üç gün mühlet verdi. Bugün belirlenen vakit bitti. Fakat, henüz hiç kimse soruların cevabını bulabilmiş değil. Halkın böyle yorgun, bitkin ve üzgün olmasının sebebi ise ölüm korkusu...
Çoban, bu üzücü durumu öğrendikten sonra atın terkisine binmiş ve ahalinin toplandığı sorgu alanına gelmiş. Bütün halk toplandıktan sonra hân, tahtına oturmuş:
- Sorularımın cevabını bulan huzuruma gelip cevap versin. diye buyruk vermiş.
Meydana toplananların başları öne eğilmiş, ödleri kopmuş korkudan. Herkes ‘Sonumuz geldi.’ diye düşünürken, üstünde ak kaftanı, başında eski püskü başlığı ile bir genç, kalabalığı yara yara öne çıkmış:
-Hakanım, sorularınızın cevabını ben buldum, diyerek hânın huzuruna varmış. Bu durumu gören ahali, şaşkınlıktan âdeta donakalmış.
-Sorulara doğru cevap veremediğin takdirde başını alacağımı biliyorsun, değil mi?” diye sormuş hân, sert bir tavırla.
- Biliyorum, sultanım...
- Öyle ise söyle bakalım: Doğu ile batının arası kaç günlük yol?
- Yalnızca bir günlük yol, hakanım.
- Nereden biliyorsun öyle olduğunu?
- Eğer doğu ile batının arası iki günlük yol olsaydı, güneş yarı yolda kalırdı. Fakat öyle olmuyor; güneş sabahleyin doğudan doğuyor, akşamleyin de batıdan batıyor. Demek ki bu mesafe sadece bir günlük yol...
Bundan sonra hân;
-Allah şu anda ne yapıyor?” diyerek ikinci sorusuna geçmiş. Çoban bu sefer şöyle cevap vermiş:
- Hakanım, tahttan inerek yerinizi bana verin. Yerinize geçerek cevap vermek istiyorum.
Hân, çobanın bu ricasını kabul etmiş; yerinden kalkarak aşağı inmiş. Delikanlı, tahtın üstüne çıkarak ahalinin de işiteceği şekilde şöyle demiş:
- Yüce Allah, şu anda çobanı hânlığa, hânı da çobanlığa tayin ediyor.
Hân, delikanlının bu cevabını da kabul etmiş. “Böyle hazırcevap olana baskı yapılmaz, demiş ve meydana toplanan halkı da dağıtmış.
O günden sonra halk, çobana büyük saygı göstermeğe başlamış. Bir müşkülü olan ondan akıl sorar olmuş.

Bilinmiyor

rock_alltime 04-05-2008 11:04 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
AL KARA

Bir zamanlar Guzelistan'da Al Kara adlı bir yürek hırsızı yaşardı. Düş ve gerçeğin bir arada durduğu Basra'dan buraya kah dinlenmeye, kah ticaret yapmaya gelen Ciğerpare ve Yekbun adında iki zengin arkadaş vardı. Yekbun çekingen, mert ve doğru sözlüydü. Ne zaman, nerede ortaya çıkacağı pek belli olmazdı. Ciğerpare ise her sakala tarak uyduran, hangi ipte yürürse yürüsün, yere düşmeyen bir cambazdı. Al Kara'nın camına vuran kelebeklere baktıkça zevklenerek “Ahh" diye iç geçirip hayıflanırdı. "Bir gün ben de, Al Kara gibi, şu güzellere kösnül masallar anlatabilsem, eminim hepsinin yüreği bana akardı. Bizim oralarda zinhar böyle güzel kelebekler ortada görünmez!"


Ciğerpare sürmeli kara gözlerini sağa sola devirdiğinde Bin Bir Gece Masalları’nın ünlü kahramanı Simbad'ı andırıyordu. Bazen karası gidip, akı kalıyordu. Ellerini gür bıyıklarına götürüp, onları büktüğünde ise, düş dünyasında nice gezintilere çıkıyordu. Kent ışıklarının gökyüzüne yansıyan, pembemsi morluğunda bir Emir olup halıda uçuyor, bazen ince bir duman olup küpe binerek uzak diyarlarda Dengbejlerle buluşuyordu. Bazen de giz dolu dipsiz mağaralara inerek. bitimsiz sevdalılarla konuşuyor, cennetin anahtarıyla açılan simli kapılardan girip, altın tepside raks edenlerin ışıklı gövdelerinde sabahı sabah ediyordu.


Güzleistanlı Al Kara'nın ise daha farklı bir öyküsü vardı. O loğusa kelebeklerin amansız takipçisiydi. Bir kelebeğin yüreğini çalmayı, aklına koydu mu, ustaca avının yanına yaklaşır, onu bacaklarının arasında sıkı sıkı sakladığı iğnesi ile uyuşturur, "seni çok seviyorum," diyerek düşüncesini sarsardı. Ardından yüreğini söker, nehre götürür, yıkar, afiyetle yerdi. Yüreği çalınan kelebek acı duymaz, aksine olay karşısında büyülenir, Al'ın peşinde pervane olurdu. Al öyle ustaydı ki bu konuda, birisiyle kucaklaşırken, diğerinin ağzına okunmuş hurma tıkıştırırdı. Böylece ağına takılan kelebeğin kendine güveni gelir, gözleri ışıl ışıl parlar çevresinde olup biteni asla fark edemezdi.


Yüreğini yitirmiş kelebekler Al Kara'nın artık hizmetine girmişti. Yiyeceğini taşır, işini görürdü. "Sen çok yaşa Yürek Hırsızı e mi!" diyen!er yanında, yüreğini ona ikram etmek için can atan kabuğundan yeni çıkmış tırtıllar bile vardı. Bazen söz birlik etmişçesine Al'ı ziyarete gider, yüreklerini ona yedirmek için yarışırlardı adeta.


Saydam ve görünmezdi Al Kara. Kelebek koleksiyonu oldukça ünlüydü. İyi bir pazarlamacıydı aynı zamanda. Dişinin kesemediği sert yüreklerle başı derde girdiğinde, bir yolunu bulup bunları it pazarına götürür, pahalı ucuz demeden satardı. Bu kelebeklerin işi bitikti, bellerini bir daha doğrultamaz, anlayamadıkları bir şekilde, kendilerini yeraltı cennetinde bulurlardı. Bunun yanında, gözden çıkardığı kimi uysal kelebeği de, masal dünyasının ünlü prensi Ciğerpare’ye ikram ederek, gönlünü hoş ederdi. O da eline geçirdiği bu garibanların gözünün yaşına bakmadan, ciğerini söküp ateşle közlerdi. Ciğer yemekten göbeği şiş, ağzı kulaklarında, memlekete döndüğünde, yere göğe sığmaz, Güzelistan'daki kelebeklerin minik ciğerlerini nasıl yediğini, ballandıra ballandıra çevresindekilere anlatırdı.


Ciğerpare Güzelistan'a her gidişinde göz alıcı armağanlar da alırdı yanına. Kelebeklerin en çok rağbet ettikleri bulunmaz Basra kumaşından top top satın alıp, arkadaşı Yekbunla hörgüçlü develere yüklerdi. Onun heyecanını görüp, öykülerini dinleyenlerin, iştahı kabarır bir gün uçan halıya binip Güzelistan'a giderek ciğer yeme düşü kurarlardı.


Fındıkkurtları kelebekler kadar uysal sayılmazdı. Al Kara'nın son günlerde işi zordu. Gece gündüz onlara oyun hazırlamak için verdiği çabadan ötürü yorgun ve bitkin düşüyordu. Dişleri de iyi kesmiyor, gözleri de iyi görmüyordu. Yüreğini çalmak için uğraştığı bir Fındıkkurdu ile başı dertteydi şimdi. Onu kimseye kaptırmamak için köşe bucak saklıyordu.


Fındıkkurdu saçına kırmızı kurdele takıp, üstüne al bir yelek giyerdi. Bu göz alıclığıyla yürek hırsızına türlü cilveler yapar, hoş zaman geçirtirdi. Bu usta yürek hırsızı nedense bildiği tüm oyunları, Fındığın yanına gelince unutur, bir türlü onun yüreğine ulaşamazdı.


Güzelistan’da Ciğerpare’nin burnuna nefis kokular geliyordu yine. Dudaklarını yalayarak Al'ın çevresinde dönenip duruyor, ona Basra'dan, Halep'ten getirdiği değerli armağanları vermeyi de ihmal etmiyordu.


Al'ın gözü bu kez hiçbir şey görmüyordu. Fındıkkurdu'na güzel masallar anlatıp, güzel bir sofra hazırlamıştı. Ciğerpare’nin getirdiği Halep tatlısını da masaya koymayı ihmal etmedi. Fındıkkurdu, bu değişik ve oldukça lezzetli tatlıyı, nereden satın aldığını Al Kara'ya sordu. Al beklemediği bu soruya yanıt ararken, uzun süre kekeledi. Ciğerpare'den söz etmekten kaçındı. Eğer Ciğerpare ile Fındık bir kez karşılaşırsa işi iyice zorlaşacaktı. Kekeleyerek sözleri birbirine karıştırdı.



Fındıkkurdu bundan bir şey anlayamadı, üstelemedi de. Fındık, her seferinde, Al'ı oyalayıp, sabahı sabah ediyor ve yüreğini çaldırmadan yanından kaçıyordu, O gece yarısı sıraya giren yüreksiz kelebeklerin pervane olup cama vuruşlarını şaşkınlıkla ve üzüntüyle izlemişti. Al ile birlikte olmak için birbirlerini çiğniyordu güzel kelebekler, her birisinin elinde, acılı, ekşili ve tatlı yemeklerin olduğu birer sefertası vardı. Birbirine sahte gülücükler, alaycı iltifatlar yağdırıyorlardı. Hepsi de buraya niçin geldiğini çok iyi biliyordu. Fındıkkurdu ise bu karabasan Albastı'dan nasıl kurtulacağını düşünüyordu.


Al puslu havaları sever, işine gelmediği yerde saydamlaşırdı. Böylece de yürek çalması kolay olurdu. Her yıl bahar ayının on üçünde kelebeklerine davet verip şölen düzenlerdi. Bu yıl nedense bu geceyi unutmuştu. İçeri giremeyen kelebekler, olanları tahmin etse de, getirdiklerini hava ışımadan camın kenarına yerleştirip oradan usulca ayrıldılar.


Ertesi gün Al Kara, bu güzel ve iyi niyetli kelebeklere, dün gece, acil bir işi olduğunu, bu yüzden eve gelemediğini, bin bir dereden su getirerek, anlatmaya çalıştı. Kelebekler de göz göre göre bu yalana inanmak zorunda kaldı. İçlerinden bazıları, "Üzülme sen Al, sen yaşa bize yeter" diyerek ona sarılıp sarılıp öptüler. Ardından Al Kara'nın unuttuğu geçmiş kelebek şölenini de kutladılar.
Fındıkkurdu'nun ayakları yere basmadı bir süre. Al Kara'nın ona yağdırdığı iltifatlardan sonra, güzel bir kelebek olmuş uçuyordu. Bazı sözleri ağzına pelesenk etmişti Al. Yanındakini unutup aynı şeyleri bir başkasına da tekrarlıyordu. "Sen" diyordu Fındıkkurdu’na, "Onlara söylediğim sözlere bakma! Sen benim gerçek sevdiğimsin. Senden güzeli yok. Şunlara bak! Hepsinin rengi kaçmış, gözleri belermiş, kanatları koparılmış!..."


Fındıkkurdu çok yorgundu. Dinlediği bu tatlı masala dalıp kendinden geçti. O akşam tepsi gibi çıkan dolunay, pencereden içeriye girecekti neredeyse. Aradan bir yıl geçmiş, yine şölen zamanı gelmişti. Umutla şölene gelen bir kısım kelebek coşmuş şarkı söylüyordu. Onların gürültüsüne Fındıkkurdu sıçrayıp kalktı. Bir de ne görsün Al'ın eli tam yüreğinin üstünde durmuyor mu? Camdan içeri bakan kelebeklere gözü takıldı. Al Fındıkurdu'nun kaygısını anlamıştı. Kulağına, "Neden uyumuyorsun güzel bebeğim?" diye tatlı tatlı fısıldadı. "Bilmem, uykum kaçtı." dedi, tedirginliğini belli etmeden. Sonra toy ve heyecanlı bir sesle "Ben dolunayda uyuyamam... Şu cama konan böceklere de bak!" diye işaret etti çocuksu bir edayla.


Al Kara olanları görmezlikten gelerek acımasızca elini salladı: "Aldırma, onlar senin yanımda olduğunu tahmin ediyor ve kıskanıyorlar dedi. "Benden ejderha gibi korkarlar aslında. Senin yerinde olmak için çıldırıyorlar. Hepsinin yüreği midemde."


Fındıkkurdu, bu düşmanca sözlerden hiç hoşlanmadı. Ayrıca Al Kara'nın gerçek bir Albastı olduğunu anlamış ve sırlarını da öğrenmişti böylece. "Bak Allah aşkına” diyordu Al, "Birbirlerini nasıl da kıskanıyorlar." Sırıtırken, kan içmekten kırmızılaşmış kazma dişleri de korkunç bir görünümle ortaya çıkıyordu, "içeriyi görmek için cama nasıl da yükleniyorlar" diye Fındıkkurduna sokulup mutluluğunu belirtiyordu. Fındıkkurdu "yazık üşüyecekler dışarıda, aç kapıyı, içeri al onları" dedi. "Almam, ben dert babası değilim!... Her birisinin yığınla sorunu var. Dertlerini unutmak için buraya gelerek benden medet umuyorlar, akıllı olup yüreklerini çaldırmasaydılar!" dedi ve yutkundu..


Fındıkkurdu bütün bunları öğrenince çileden çıktı. Bunun üzerine bir kurnazlık düşündü. Bu arada Al Kara onu uyutup yüreğini çalmak için masalına devam ediyordu. Fındıkkurdu, "Benim uyumam için sadece masal anlatmak yetmez dedi. "Sevgilim gidip bana çaydan elekle su getirir, onu içer, ancak öyle uyurum!..." Al Kara "Hıh, bundan kolay ne var, kelebeğim kelebeğim” diyerek sarıldı Fındıkkurdu'na. Onu kendine çekerek dudağından öptü. "Bunu neden daha önce söylemedin?" dedi.


Fındıkkurdu ise çok heyecanlıydı. Her an yüreğini yitireceğini düşünüyordu. Dişi kelebeklerin özellikle yumurtlama döneminde duyarlı olduğunu, fazlasıyla ilgi beklediklerini biliyordu. Al Kara'nın kelebeklerin bu durumundan faydalanarak bir anda saydamlaştığını, avının yüreğini hissettirmeden söküp çıkardığını, onu çaya götürerek sağa sola çarparak yıkayıp yediğini de büyüklerinden duymuştu.


Fındıkkurdu karşısında bir görünüp, bir yok olan Al Kara'sını düşündükçe ürküyordu. Ne var ki, kendisi de bu amansız yapışkana takılmış, ona az kalsın inanıp yolunu yitirecekti. "Aslında" diye sağına soluna bakınıyordu. "Gerçekten böyle bir karabasan var mı?" Çünkü kendisinin gördüğü bu saydam yaratıkla, diğerlerinin gördüğü Al Kara aynı değildi. Belleğini yokladı. Bu düğümü çözmek için de sabırla direnip onu tesirsiz hale getirmeyi aklına koydu.


Al Kara duvara asılı eleğini usulca indirirken, "Şimdiye dek hiçbir kelebeğim böyle garip bir istekte yanıma sokulmadı," diye dişlerini sıkarak iç geçirdi. Daha fazla zaman harcamadan doğruca nehre gitti. Eleği suya daldırıyor daldırıyor boş çıkarıyordu. "Hiç elekle su taşınır mı canııım, bende de akıl yok..." diye başını salladı. Yorulmuş ve acıkmıştı. Metal dişleri birbirine vuruyordu. Canı şiddetle Fındıkkurdu'nun taze yüreğini yemek istiyordu. "Eskiden bu elekle nasıl su taşırdım?” diye söylendi Al Kara. "Tanrı be!ası Fındık, aklımı başımdan aldı. Bir kez yüreğini çalarsam, bir daha o bana bu işkenceyi yapamaz, kuzu olur peşime takılır, işte o zaman da ben ona yüz vermem," diye iç geçirdi. Tekrar tekrar su doldurmayı denedi. "Elekte su taşımak ha, maskara olduk!...Şimdiye dek hiçbiri beni böyle uğraştırmadı. Böyle ezilip büzülmedim. Canın cehenneme, demiştim pek çoğuna. Eğer bu kez de başaramazsam, onu doğduğuna pişman edeceğim. Rezil olacak sonunda" diyerek sağına soluna bakındı. "Yaşlandım galiba. Hava neredeyse aydınlanacak. Aman Tanrım.” Beni şimdi su yolunda görecekler, hem de don gömlek... Saydamlaşamıyorum. Çabuk kaçmalıyım buradan!..."


Al Kara'yı alelacele nehre gönderen Fındıkkurdu ışığı açtı. Cama vuran kelebeklere seslendi. "Dinleyin beni" dedi yumuşak ve inandırıcı bir sesle. "Kaçın buradan!" Kelebekler şaşırmış Fındıkkurdu'na bakıyordu "Yoksa Al Kara hepinizi Basra'lı simsara satacak! Yüreğinizden oldunuz. şimdi ciğerinizden de olacaksınız ve daha çok acı çekerek bir işe yaramayacaksınız sonunda!.. Burası büyülü bir adadır. Adı da ÇIRA-YANAN. Gördüğünüz bu simli ve esrarengiz ışık bir tuzaktır. Işığı gören sizin gibi iyi niyetli kelebekler, bir şey var diye, koşarak buraya gelir. Dertlerine derman ararken aldanırlar. İkram, ilgi görürler, ışık gözlerini alır sonunda. Aradıklarını bulduklarını düşünerek yüreklerini çaldırır, bir daha ayrılamazlar buradan. Daha ilerde KÖPEK- HAVLAYAN ve KEDİ- MİYAVLAYAN var. Oralar kelebekler için çok daha tehlikelidir. Köpek Havlayan'da tuzağa takıldınız mı işiniz bitiktir. Oranın beyin salatası çok ünlüdür. Burun deliğinden geçirdikleri bir çengelle beyninize ulaşır, onu çekip çıkarıp nehre götürür taşlayarak yıkarlar. Ondan sonra hiçbir şekilde düşünemez olur, sabah akşam demeden havlar durursunuz. Şimdi şu kırmızı kurdeleları alıp, başınıza takın! O sizi kötülüklerden koruyacaktır. Birbirinizden sakın ayrılmayın. Yollar dar ve engebelidir. Çaylar ırmaklar birbirini keser.


Kelebeklerin çoğu silkelenip kendine geldi, birbirlerine bakıp olacaklardan korkup hemen orayı terk ettiler. Hepsi de başlarına birer kırmızı kurdele taktı.


Kelebekleri Çıra Yanan'dan uzaklaştıran Fındıkkurdu birden bire yanında Yekbun'u gördü. Heyecanlandı, yüreği kıpırdadı. Yekbun ona "çabuk benimle şu ambara gir!" dedi. Fındıkkurdu şaşırdı, bu da kimdi! "Ama yapacak bir şey yok." dedi içinden. Yekbun'un dediğini aynen yaptı.
Al Kara nehirden eli boş olarak Çıra Yanan’a dönünce kapısı bacası arkasına kadar açık boş ve buz gibi bir ev buldu. Gözlerini yumarak, metal dişlerini gıcırdattı, sağa sola sopasıyla saldırdı. "Ah rezil Fındıkkurdu" dedi. "Ah, Fındık" dedi "Seni bir elime geçirirsem çiğ çiğ yiyip postunu pazarda satacağım... Bu oyuna ben nasıl gelirim?" Üzüntüsünden çıldıracak gibiydi. Soluklanmak için, düşünceli düşünceli erzak ambarına sırtını dayadı. Karşısına hangi kelebek çıksa onun yüreğini acımadan yiyecekti.


Yekbun Fındık'a işaret ederek, kırıp yediği fındıkların kabuklarını Al Kara'nın keline atmaya başladı. Neye uğradığını anlamayan Al sinirlenip başını yukarı kaldırdıkça kafasına bir tane daha iniyordu.


"Bana bak dişi Fare" dedi Al, "Benimle dalga geçip durma, şimdi yanına gelirsem Fındıkkurdu'nun acısını senden çıkarırım. Fındıkkurdu da Al'ın başına ceviz fırlatmaya başladı bu kez. Böylece serseme dönen Al'ın oyunu bozulmuştu. Durmadan hapşırıyor, başını yukarı kaldıramıyordu. Ona zor zamanlarında yardımcı olan Ciğerpare'ye sesleniyordu:


"Yetişşş Ciğerparem! Neredesin!" Bir yandan da elindeki sopasıyla kafasına vurarak, "Ben böyle bir çömezin ağına nasıl düşerim?" diyordu.


Yekbun, "Hadi" dedi gölge gibi izlediği Fındıkkurdu'na. Saklandıkları yerden çıkıp, Al Kara'yı derdest edip çuvala tıktılar. Çuvalın ağzını bağladılar. Al Kara böğürdükçe onlar sopayla vurdular.

Sultan Su Akar

rock_alltime 04-05-2008 11:05 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
ALTIN SAÇLI KIZ

Zamanın birinde, bundan çok yıllar önce. Saraylarda padişahların yaşadığı, meydanlarda okların atıldığı, pazarlarda altın sikkelerle alış veriş yapıldığı zamanın birinde... Güzel bir bahçenin tam ortasına kurulu bembeyaz bir ev varmış. Bu evde altın sarısı saçları olan güzel mi güzel, alımlı mı alımlı; al yanaklı, gül dudaklı, boylu poslu, Bukle adında bir genç kız anneciği ile beraber otururmuş.

Güzeller güzeli Bukle her sabah, babaannesinden kalma bir kemik tarak ile saçlarını taramayı pek severmiş. Bir saat, iki saat hiç bıkmadan tarar da tararmış yumuşacık saçlarını. Sonra da tarağın dişlerine takılan, bir de yere dökülen tellerini itinayla toplarmış. Onları pembe ipek mendilinin içine sarar bir çekmecede saklarmış.

Oturdukları beyaz evin bahçesi öyle güzel çiçeklerle bezeliymiş ki, kokuları siz deyin on mahalle, ben diyeyim yirmi mahalle öteden duyulurmuş. Renkleri o kadar canlı, o kadar başkaymış ki; bahçenin önünden her geçen durup bakar, hayran kalırmış bu güzelliğe. Bukle’nin annesi Menzile, bir çocuk gibi severmiş bu güzel çiçekleri. Okşarmış, öpermiş; her akşam güneş batınca dağların gerisine, ay ışığı altında sularmış tek tek. Laleler onu gördüklerinde daha dik durmaya, menekşeler kokularını her köşeye yaymaya, güller iri iri açmaya çalışırlar; güzellik yarışına girişirlermiş. Hem çiçeklerle yaşamak öyle kolay da değilmiş. Çabuk küser, çabuk solar, çabuk bükerlermiş boyunlarını. Pek nazlı, pek nazenin, pek hassas, pek narin, pek kırılgan imişler. Öyleymişler işte. Sevgi imiş asıl onları besleyip büyüten.

Menzile haftada bir kere, karanlık çöker çökmez Bukle’nin altın sarısı tellerinden birisini alır, bahçedeki o güzel çiçeklerden seçtiğinin içine usulca koyarmış. Ertesi sabah da aynı çiçek bir altın verirmiş Menzile’ye. Bu, kimseye duyurmak istemedikleri bir sırmış. Anne kız böyle yaşar giderlermiş işte. Kimseye zararları yokmuş. Kimseye de muhtaç değillermiş.

Ancak insanlar çeşit çeşitmiş. İyiler de çokmuş, kötüler de... Kimin iyi, kimin kötü olduğunu ise bilebilmek pek zormuş. Günlerden bir gün nasıl olduysa, kadının biri, bir köşede durur iken Menzile’nin çiçekten aldığı altını görüvermiş. Hayret etmiş, gözlerine inanamamış, dönüp bir daha bakmış “gördüklerim doğru mu acep!” diye. Hemen aklında türlü fikirler dolaşmaya, bu fikirler bir kurt gibi beynini kemirmeye başlamış. Sonunda bu fikirlere yenilip de aklınca bir plan hazırlamış. Üzerine eski püskü, yırtık pırtık giysiler geçirip elini yüzünü kire pasa bulayıp, varmış güzel bahçeli beyaz evin kapısına.

Menzile çıkmış bu perişan görünen kadının karşısına. “Buyrun” demiş gülümseyerek. Kadın iki büklüm durarak, kısık sesle “misafir etseniz beni birkaç gün Allah rızası için” demiş ve kapının önüne yığılıp kalmış. Menzile kadına pek acımış, haline pek üzülmüş. Hemen ana kız içeri taşımışlar kadını. Yatağa yatırıp üstünü örtmüşler. Merakla başında beklemeye başlamışlar. Bir süre sonra kadın açmış gözlerini “su içsem” demiş. Bukle bir koşu su getimiş. “Açım” demiş bunun üzerine kadın. Bu sefer de Menzile koşmuş mutfağa, sıcak çorba getirmiş. Bir güzel karnını doyurmuş kadın. Ardından da açmış elerini, uzun uzun dua etmiş bu güzel insanlara:

“Allah ne muradınız varsa versin.
Sağlık, mutluluk, huzur dolsun eviniz.
Tuttuğunuz altın, sofranız bereketli olsun.
Eviniz sıcak, yüreğiniz ferah olsun.
Yarınınız güzel, seveniniz bol olsun.
Kötülük dokunamadan geçip gitsin çatınızın üzerinden.
..........”

Bir güzel dualar etmiş ki kadın oturduğu yerden, Bukle ve Menzile pek sevinmişler. Menzile “evin yoksa kal bizimle, yoldaş olursun bize” demiş. Kadın hiç beklemeden hemen atılmış. “Olur olur, kalırım” diyerek bir çığlık bırakmış havaya. Kim ne düşünür nereden bilsin Menzile. Kimin niyeti nedir nasıl bilsin Menzile.

O günden sonra birlikte yaşamaya başlamışlar beyaz evde. Güzel, temiz elbiseler vermiş Menzile kadına. Birlikte yiyip birlikte içmeye, birlikte gezip birlikte tozmaya, birlikte oturup birlikte kalkmaya kısa zamanda pek alışmışlar. Her sabah Bukle’nin altın sarısı saçlarını o tarar olmuş. Her teli itinayla toplamış, kimse görmeden bir kısmını ayırıp saklamış. Fırsat buldukça bahçeye çıkıp çiçeklere koymuş telleri. Ertesi sabah da bir bir toplamış altınları.

Günler geçmiş, haftalar geçmiş, aylar geçmiş. Kadın usanmış bu işten. Yorulmuş, bıkmış, “yeter artık” diyerek bir gece yarısı uyurken Bukle derin derin, mışıl mışıl; almış makası eline, altın saçını kökünden tutup kesmiş bir çırpıda.

İşte o an olmuş ne olduysa, altın saçın her bir teli kocaman bir yılana dönüşüp atlamışlar kadının üstüne. Oracıkta sokup öldüreceklermiş neredeyse, Bukle “durun” demeseymiş. Kadın korkudan küçük dilini yutmuş da, bir dahi hiç konuşamamış. Ödü “pat” diye patlamış da aklı yerinden oynamış. O günden sonra da kiminle karşılaştıysa, saçının tellerini yaşmağının ucundan gösterip birşeyler geveler, birşeyler anlatmak istermiş. Lakin kimse ne dediğini bir türlü anlayamazmış bu deli kadının. Acıdıklarından eline ekmek parası tutuşturup yollarına devam ederlermiş.

Birgün bir sokağın köşesinde bağdaş kurmuş otururken ak sakallı bir dede gelip durmuş karşısında. Uzun uzun bakmış gözlerine bir şey okur gibi. Sonra da “bir adam vardı buralarda yaşayan” demiş kadına. “Nalbant idi. Herkes sever, herkes hürmet eder, herkes pek güvenirdi ona. Bir sabah senin gibi o da gördü çiçeklerin verdiği altınları. Göz bir gördü mü, akıl bir yazdı mı kenara gözün gördüklerini insan kendini tutamaz olur. Günler boyu eline iş alamadı. Gelip gidenler “niye çalışmıyorsun, hasta mısın?” diye sordular uzun süre. Nalbant kimseyle tek kelime konuşmadı. Gözünün önünden çil çil altınlar gitmiyordu. Bir damla uyku girmedi gözüne. Sonra baktı ki olmayacak; eline koluna, diline kulağına bir de aklına hakim olamayacak. Her bir şeyini, neyi var neyi yoksa olduğu gibi bırakıp çekti gitti buralardan. Kimseler bir daha haber alamadı nalbanttan. Ne nereye gittiğini öğrendiler, ne de neler yaptığını duydular. Ben sana söyliyeyim mi ne oldu nalbanta?”

Kadın gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi bakmış dedeye, karşısında duran bir canavarmış gibi. Devam etmiş ak sakallı dede konuşmaya. “Nalbant şimdi padişahın sağ kolu. Vezir oldu memlekete. Eğer senin gibi tutamasaydı kendini, bu şehrin sokaklarında dolaşacak, adı “deli nalbant”a çıkacaktı belki de.”

Konuşması bitince dede yürüye yürüye uzaklaşmış kadının yanından. Onun arkasından bakakalan kadın saçını başını yola yola bağırmış da duyanlar gök yarıldı sanmış. Çocuklar öyle bir ağlamış ki üç gün üç gece susturamamışlar. Kediler korkup damdan dama atlaya atlaya başka şehirde miyavlamaya gitmişler.

Bukle’nin saçları da kısa sürede uzamış, yine eskisi gibi taranacak hale gelmiş. Açgözlü olmanın, yalan söylemenin, kötü düşüncelerin ne kadar zararlı olduğunu da daha iyi öğrenmiş. Anne kız uzun yıllar mutlu bir şekilde, beyaz evlerinde, güzel çiçekleri ile yaşamaya devam etmişler. Bir daha da kimseye güvenip evlerine almayı hiç düşünmemişler

Naz Ferniba

rock_alltime 04-05-2008 11:06 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
ASLAN İLE FARE

Ormanlar kralı aslan ormanda bir gün avlanmaktan gelmiş, yatmış uyuyormuş. Minik bir fare aslanın üzerinde dolaşmaya başlamış.Aslan sinirlenerek uyanıp fareyi yakalayış. Tam öldüreceği sırada fare yalvarmış:
-Ne olur beni bırak! Gün olur benimda sana bir iyiliğim dokunur, demiş.
Aslan farenin bu sözlerine gülerek:
-Sen küçük bir faresin, bana ne iyiliğin dokunur ki deyip,fareye acımış ve fareyi bırakmış.
Fare sevinerek oradan uzaklasmış
Aradan zaman geçmiş, Aslan birgün avcıların kurduğu tuzağa yakalanmış.
Aslan çırpınmış, bağırmış ama tuzaktan bir türlü kurtulamamış. Oradan geçmekte olan minik fare aslanın bu durumunu görmüş. Hemen dişleri ile tuzağın iplerini kemirerek kesmiş. Aslanı tuzaktan kurtarmış.
Fare aslana:

- Beni küçük diye beğenmiyordun. Bak. senin canını kurtardım, demiş.
Aslan, böylece yapılan bir iyiliğin karşılıksız kalmayacağını anlamış.

Bilinmiyor

rock_alltime 04-05-2008 11:10 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
ASLANIN SARAYI

Aslan ormandaki hayvanları sarayına davet etmiş. Hem onlarla tanışmak, hem de ormanın sorunlarını konuşmak istiyormuş.

İçeri ilk olarak içeri giren ayı saraydaki kokuyu beğenmemiş. Eliyle burnunu tutup yüzünü buruşturmuş. Ağzından da “Öffff çok pis kokuyor.” Sözleri dökülmüş. Aslan bu işe çok kızmış. Sarayını kötüleyen ayıyı bir pençede yere serip öldürmüş.
İkinci olarak sarayı giren maymun olanları gördüğü için “Efendim sarayınız mis gibi kokuyor.” Aslan maymuna da kızmış. Abartıyor, bana şirin görünmek istiyor diyerek bir pençede maymununda işini bitirmiş.
Bütün bu olayları gören tilki aslanın huzurunda tek bir söz bile söyleyememiş. Bu kez aslan sormuş. “Söyle bakalım sarayımı beğendin mi? Kokusu nasıl?
Tilki işi kurnazlığa vurarak. “Sayın kralım ben bu günlerde nezle olmuşumda burnum koku almıyor.” Demiş.

rock_alltime 04-05-2008 11:11 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
AVA GİDEN AVLANIR

Okumak isteyenlere ve ilgisini çekenlere bir masalım var. Bazı gerçekleri, yeni kuşaklara yansıtmak istiyorum. Yarım yüzyılı geçen yaşamımda gördüklerimi, aile büyüklerimin öykülerini ve ninelerimin soğuk kış gecelerinde soba başında ısınırken, anlattıklarını yazıya dökmek istedim. Çok eskilerden bugüne gelen ve güncelliğini koruyan bir masal oluştu: Vahşi Batının masalı...
Binlerce yıl önce, daha insanların birbirlerini anlamak ve düşüncelerine değer vermek yerine, silahlarıyla, sopalarıyla karşıtlarına saldırıp baskı uygulamaya çalıştıkları zamanlarda, geniş topraklar üzerine yayılmış bir ülke varmış. O zamanlar tüm ülkeleri krallar ve imparatorlar yönetirmiş. Bu ülke, krallıklara baş kaldırıp Dünyaya bağımsızlığını duyurmuş. Ülkede, o günler için tuhaf sayılabilecek bir yönetim biçimi kurulmuş. Burada halk, aralarından birini başkan seçer, ülke yönetimini onun denetimine bırakırmış. Başkanı, krallardan ayıran en büyük özellik; Her konuda özgürce karar alma hakkı olmamasıymış. Bazı önemli karar için ülkenin ileri gelenleri bir araya gelip, tartışır ve oylayarak sonuca bağlarmış...
Ülkede her şey düzenine uygun yürüyor görünürmüş. Bazı anlarda başkan, yapacak iş bulamadığı için çevresine biriken kişilerle eğlence düzenler, keyif içinde yaşamını sürdürürmüş. Ülkede yaşam durgun olduğu için (ya da Başkana böyle yansıtıldığı için) Başkanın eğlence yaşamına dalması çok doğalmış. Bu eğlencelerde başkanın kadınlara düşkünlüğü söylentisiyle ülke çalkalanırmış. Özellikle ülkenin ileri gelenleri (ülkelerinin çıkarı için toplanıp karar alanlar), başka ülkelerin yönetimlerine karışacakları, ya da ülkelerinde insanlık adına kötü sayılacak davranışlara girecekleri zaman, bu tür söylentilerle kendi ülke halkının akılını bulandırır, yaptıkları hoş görüden uzak çalışmaları gizlemeyi sürdürürmüş...
Ülkenin ileri gelenleri, başka ülkelere karışamadıklarında, boş kalıp sıkılmamak için, kendi ülkelerindeki insanları saç kesimine ve rengine göre sınıflara bölüp, bazı sınıfları yok etmeye çalışmayı görev edinmişler. O zamanların yaşam biçimini yansıtan bu davranışlar, kendileri, ya da başkaları için doğal karşılanırmış.
Neler yapmamışlar ki?
Yönetimde görevli bazı insanlar, geceleri başlarına geçirdikleri külahlarla çevreye dehşet saçmış, evleri yakmış, insanları öldürmüşler. Sonra hiçbir şey olmamış gibi işlerini sürdürüp saygın kişiliklerine bürünmüşler... Bazıları dağlarda yaşayan kavimlere saldırıp, ateş suyu ve süs eşyalarıyla onları kandırmaya, topraklarını ellerinden almaya kalkışırmış. Sonra aç ve güçsüz kavimlerin sudan nedenlerle kamplarını basıp, çadırlarını yakmışlar...
Derileri kara diye topladıkları köleleri uzun yıllar hayvan gibi kullanmışlar,
kişiliklerini oluşturmalarına engel olmuşlar, karşı duranlarla savaşmışlar. Zevk için kara derili köleleri öldürmüşler...
Irkçılık ve soy kıyımı konusunda ellerinden geleni yaparken, düşünebildikleri her tür insanlık dışı işkenceyi uygularken, başka ülkelerin yönetimlerine kendi düşüncelerine uygun insanları getirmek için uğraşmışlar. Kendi yaptıklarının "Moda" olmasını sağlamak istemişler. İnsanlık dışı davranışlarının başkaları tarafından da onaylanmasına göz yumacak yöneticileri bulup ülkelerin başlarına geçirmişler... O ülkelerin kaderini değiştirecek, ülke içinde binlerin, ya da on binlerin ölümüne neden olacak kıyımlara göz yumarak, kendi düşüncelerini Dünyadaki yaşam biçimiyle özdeşleştirmişler... Her şeyi kendi düşüncelerine uymayanları düzene sokmak için yaptıklarını söyleyerek, yalnız kendilerini ve kendi yandaşlarını avutmuşlar. Bir de doğal olarak eğlenceye meraklı başkanlarını...
Sayısız insanı öldürmek ve soylarını kurutmak için silah kullanmışlar. Bunca insanın ölümüne neden olan silahlarını her koşulda iyileştirmişler. Daha hızlı ve vurucu silah yapımı en büyük emelleri olmuş. Araştırmaların, yeniliklerin temeli hep silahlarını geliştirmeyi amaçlamış... Çevrelerinde öldürülecek sınıflar kalmayınca, ya da kalanların öldürülmesinin anlamı olmayınca, silahlarını ne yapacaklarını bilememişler. Başkanlarının da bir çözüm üretecek durumu yokmuş... O eğlencenin mutluluğunu yaşıyormuş... Aralarından biri çıkmış:
- Başka ülkelerde karışıklık çıkaralım. Silahlanmalarını sağlayalım. Elimizde kalan silahları onlara satalım.
demiş.
Toplananlar ,düşüncenin parlaklığını görüp konuşmacıyı ayakta alkışlamışlar. Sonra kolları sıvayıp ülkeleri birbirlerine düşürmüşler.
Silah, belki korunmak için gereklidir. Ama silahı elinde tutan, onu kullanırken korkar. Vereceği zarardan korkar. Onu kullanmak istemez. Halbuki satıcı, silahın kullanılmasını ister. Kullanılan silah bozulsun, yerine yenisi alınsın. Biri silahını kullanınca, diğer daha güçlü silahla kendisini savunsun. Daha güçlü silah almak istesin...
Silah satıcıları, ülkelerdeki karışıklıklara acımasızlığı aşılamak için ne yapacaklarını düşünürken, bir sözcü:

- Irk ayrımı. Irk ayrımını körükleyelim. Siyah için Beyazı, Beyaz için din ayrıcalığını,
dindar için toplumcu düşünceyi kötüleyelim. Kin, insanları acımasız yapar...
demiş. Böylece ayrımcılık ülkelerin içine sızmış... Karşıt görüşlerin düşünceleri acımasızlaşınca, silahların tetikleri işlemiş...
Ortadoğu'da "Kutsal Topraklar" uğruna yıllarca savaşılmış. Kardeş gibi yaşayan etnik sınıflar birden Avrupalıların gözü önünde birbirlerini biçmişler. Ülkelerindeki düzeni korumak için komşu ülkeler savaştan çıkar ummuşlar. Akdeniz'de yan yana yaşayan insanlar ellerinde silahları ilerideki adadan, ya da kara parçasından gelecek saldırıyı bekleyerek, yıllarca savaşın eşiğinde yaşamışlar. Bazılarında halk yönetime karşı ayaklanmış. Daha nice örnekler oluşmuş... Sonuçta ülkelerin yönetimleri, içten ve dıştan gelecek saldırılara karşı kendilerini korumak için silahlanmışlar. Ordular beslemişler. Kazançlarını silah alımına yönlendirmişler. Satıcılar "Daha iyi silah" satmak istedikçe, gözü dönen yöneticiler de "Daha iyi silah, daha güçlü iktidar" diyerek silahların kölesi olmuşlar...
Dünyamız barut kokusuyla, akan kanlarla kirlenirken, silah satıcıları kazançlarını çoğaltıp ellerini ovuşturmuşlar. Zenginlikleri dillere destan olmuş... Başka ülkelerde yaşayanlar da onlar gibi zengin olmak isteyince, onlar gibi silah yapmak, ya da uyuşturucu satmak yolunu seçmişler. Onların da amacı kısa sürede, yükselen ceset tepelerin sırtından para kazanmakmış... Amaçları aynı ama, yöntemleri ayrı olan bu ülkelerin bazılarında baskı yönetimi, silahların gölgesinde gelişiyormuş... Silahların tetiklerine dokunanlar, yüksek bedelli silahları almak isterken fakirleşmişler... Gelirleri azalmış... Zavallı ülkelerin "Uyanıp savaşmaktan vazgeçmelerini engellemek" için Vahşi Batıda yaşayanlar, kirli emellerini gizlemek istemişler. Dış görünüşün hak ve hukuk ilkelerine saygılı olduğunu göstermek için ülkelerindeki yolsuzlukları bulup, Dünyaya sunmuşlar. Yalnız kendi ülkelerinde bu oyunu oynamanın çok da inandırıcı olmayacağını düşünerek, başka ülkelerde de benzeri kurgular yapmışlar... "Dürüst olmak" gibi tuhaf bir görüntü sergiler olmuşlar... Parası azalan ülkelere borç vermişler...
O yıllar, çok eskiden yaşanmış yıllar, bugün bizim yaşadığımız Dünyaya benzemiyormuş. O zamanlar insanlar; Kulaktan dolma bilgilerle, saptırılmış görüşlerle yetiniyor, kendilerine anlatılana inanıyormuş... Bu nedenle insanların birbirlerinden bilgi saklaması çok kolaymış. Bilgisiz insanları, yanlış yönlendirmek, onların düşüncelerini karartmak, yaşamlarını sıkıntılara boğmak kolaymış... Kısacası insanları kandırmak için emek harcamak gerekmezmiş...
Bir gün eski Dünyanın aydın insanları, vahşi batıdan kaynaklanan ayrımcılığı
görebilmişler. "Biz de onlara kendi silahlarıyla saldıralım" diyerek kolları sıvamışlar. Onları birbirine düşürmek için sabırla beklemişler. Bir gün, o ülkedeki yönetim biçimine göre başkanlık seçimi yapılacakken "Tam zamanı" diyerek harekete geçmişler...
Başkanlık seçiminde, halkın önüne çıkarılan adaylardan birinin, külahlı saldırganlara benzeyen, insan öldürmeyi zevk edinen geçmişi varmış. Diğeri de bir bayanmış. Aydın insanlar; "Bayandan başkan olmaz. İnsan öldürmeyi seven başkan olunca ülkeyi kana bular" gibi sözlerle Vahşi Batıdaki halkın aklını çelmişler. Halk kimi seçeceğini bilememiş. Kararsız kalmış. Başka ülkelerdekine benzeyen karışık bir ortam oluşmuş. Seçim günü oy farkı çok az olmuş. Ya geçersiz oylar?... Onlar seçim sonucunu etkileyen oylardan daha çokmuş. Halk hala yönetim biçiminin hakça olduğunu düşünüp, mahkemelere hücum etmiş. Ama, sonuç alınamamış. Hatta seçimlerin dürüstlüğüne gölge düşmüş. Eski Dünyanın aydınları gülümseyerek: "Öyle olmaz, bizim gibi silahlanıp, gücünüzü gösterin. Karşıtlarınızı öldürün." diye halka akıl vermişler...
O günden sonra vahşi batıda yaşayanlar, başka ülkelere silah satmaz olmuşlar. Eski Dünyanın insanları da silahları olmayınca, savaşmaz olmuşlar. Aralarındaki çekişmelerin tümü son bulmuş. Ya silahlara ne olmuş? Vahşi Batı, silahları kendi içinde kullanmış. Bu silahlarla "Karşıt Görüşlü" toplum katmanları birbirini kırdırmışlar...

Bilinmiyor

rock_alltime 04-05-2008 11:12 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
AY İLE NYAK

Gece yirmi saniye sürüyordu, NYAK da yirmi saniye. Yirmi saniye boyunca, kara bulutlara bürünmüş gökyüzü, büyümekte olan altın sarısı Ay'ın, ele gelmeyen bir ayla ile vurgulanmış ayçası, sonra, ne kadar çok bakılırsa, göz alıcı küçüklükleri o kadar irileşip sonunda Samanyolu'nun tozlarına dönüşen yıldızlar görülüyordu, bütün bunlar hızlı hızlı görülüyordu, üzerinde durulmak istenen her ayrıntı, bütünün yitip giden bir bölümü oluyordu, çünkü yirmi saniye hemen bitiyor, Nyak başlıyordu.

NYAK, karşı damdaki SPAAK-KONYAK reklamının yazısıydı,yirmi saniye yanıyor, yirmi saniye sönüyordu, yandığında da başka hiçbir şey görülmüyordu. Ay birden soluyor, gökyüzünün her tarafı kararıp düzleşiyor, yıldızlar parlaklıklarını yitiriyorlardı, on saniyedir, sürekli sevişme miyavlamaları çıkartarak, damların tepelerinde, oluklarında ağır ağır dolaşıp birbirlerini arayan dişi kedilerle, erkek kediler, şimdi NYAK'la kiremitlerin üzerinde fosfor neon ışığı altında, tüyleri dimdik, büzülüyorlardı.
Oturduğu tavan arasının pencerelerinden bakan Marcovaldo ailesinde karşıt düşünceler kol geziyordu. geceydi, artık büyük bir kız olan Isolina ay ışığının kendisini kapıp götürdüğünü duyumsuyor, yüreği çözülüyor, binanın alt katlarından ulaşan en cılız radyo sesi bile bir seranadın ezgileri gibi geliyordu ona. NYAK yanınca, radyo sanki başka bir havaya ,caza dönüşüyor, Isolina da ışıklar içindeki dans salonlarını, en üst kattaki tek başınalığını düşünüyordu. Pietruccio ile Michelino gecenin karanlığında gözlerini faltaşı gibi açıyor, haydut dolu bir ormanın orta yerinde olmanın sımsıcak, yumuşacık korkusunun içlerini kaplamasını bekliyorlardı; sonra NYAK! olunca, başparmaklarını havaya kaldırıp, işaret parmaklarını ileri uzatarak birbirlerine ,"Eller yukarı!Nembo Kid geldi!" diye saldırıyorlardı. Anneleri Domitilla, gece ışığın her sönüşünde, 'Artık çocukları almalı, bu hava çarpar. Hele Isolina'nın bu saatte pencerede olması doğru değil!' diye düşünüyordu. Ama sonra herşey , dışarısı içerisi de yeniden aydınlanıyordu, Domitilla kendini bir zengin evinde ziyaretçi gibi hissediyordu.
İçine kapalı küçük delikanlı Fiordaligi ise, NYAK her söndüğünde ke'nin bezeme kıvrımı içindeki soluk ışıklı bir pencerenin camının ardında ay rengi, neon rengi, gece ışığı rengi bir kız yüzü, kendisi gülümser gülümsemez, görülemeyecek bir biçimde açılan, sanki bir gülümsemeye dönüşen, daha çocuk sayılır bir kız ağzı görüyordu, karanlığın içinden, birden NYAK'ın insafsız ke'si çıkıp gelince, yüz sınır çizgilerini yitiriyor, tükenmiş, soluk bir gölgeye dönüşüyordu; çocuksu ağzın, gülümsemesine karşılık verip vermediği bilinemiyordu artık.
Bu tutkular fırtınası içinde Marcovaldo çocuklarına gök cisimlerinin konumlarını öğretmeye çalışıyordu.
"Şu Büyükayı , bir, iki, üç,dört, orası da kuyruğu, şu da Küçükayı, Kutup Yıldızı da kuzeyi gösterir."
"Peki bu nereyi gösteriyor?"
"Ke harfi o, yıldız değil. KONYAK sözcüğünün son harfi. Yıldızlar ana yönleri gösterirler. Kuzeyi, güneyi, doğuyu, batıyı. Ay'ın hörgücü batıda.. Hörgüç doğuda olursa Ay küçülür."
"Peki baba konyak küçülüyor mu? Ke'nin hörgücü doğuda!"
"Büyüyüp küçülmez, Spaak şirketinin koyduğu yazı o."
"Ay'ı hangi şirket koymuş?"
"Hiçbir şirket. Ay bir uydu, hep vardı."
"Hep varsa, hörgücü niye değişiyor?"
"Dördünler yüzünden. Yalnız bir bölümü görülüyor."
"KONYAK'ın da hep bir bölümü görülüyor."
"Pierbernardi binasının damı daha yüksek de ondan."
"Ay'dan da mı yüksek?"

Böylece, NYAK'ın her yanışında, Marcovaldo'nun yıldızları, yeryüzünün işleriyle iç içe giriyor, Isolina mırıldandığı bir mambo'yu inildemeye dönüştürüyor, çatı penceresindeki kız, göz kamaştırıcı, soğuk halka içinde yok oluyor, Fiordaligi'nin sonunda parmaklarının ucuyla göndermek cesaretini bulduğu öpücüğe karşılığını gizliyordu.
Filippetto ile Michelino ise, yirmi saniye sonra sönen ışıklı yazıya, yumrukları yüzlerinin önünde "Ta-ta-ta-ta..." diye makineli tüfek ateşi açıyorlardı havadan.
"Ta-ta-ta...Gördün mü baba, bir ateşte söndürdüm," dedi Filippetto, ama neon ışığı söner sönmez savaş tutkusu da geçmiş, gözleri uykudan kapanmaya başlamıştı bile.
"Keşke paramparça olsa!" dedi Marcovaldo yukarıdaki sözler üzerine. "Size Aslan'ı, İkizler'i gösterirdim..."
"Aslan mı? Michelino birden heyecanlanmıştı. Dur! Aklına bir fikir gelmişti. Sapanını aldı, cebinden eksik etmediği yedek taşları yerleştirdi, olanca gücüyle asılıp KONYAK'ı çakıl yağmuruna tuttu.

Çakılların karşı damın kiremitlerine, olukların çinkolarına düşerken çıkarttıkları sesler, kırılan bir pencere camının çatırtısı, aşağıyı boylayan bir taşın bir lamba çanağını çıtlatması duyuldu, sokaktan bir ses yükseldi: "Taş yağıyor! Hey, yukarıdakiler!, Serseriler!" Işıklı yazı, tam atış sırasında yirmi saniye dolduğu için sönmüştü. Tavan arasındakiler içlerinden yirmiye kadar saymaya başladılar: bir, iki,üç, on, on bir. On dokuz dediler, soluk aldılar ,yirmi dediler, çok çabuk saymış olabiliriz korkusuyla yirmi bir, yirmi iki dediler, ama hiçbir şey olmuyordu. Nyak yanmıyordu yeniden, çardaktaki asmalar gibi kendisini tutan kasaya dolanmış, zor okunur kara bir bezeme kalmıştı geriye."Aaa!" diye bağırdı hepsi, gökyüzü sayılamaz yıldızlarıyla tepelerinde yükseliyordu.
Michelino'nun kafasının arkasına bir tokat atmak için kaldırdığı eli havada kalan Marcovaldo, uzayda korunurmuş duygusuna kapıldı. Şimdi damlara egemen olan karanlık, sanki görülmez bir engel oluşturarak, sarı, yeşil, kırmızı hiyerogliflerin, göz kırpan trafik lambalarının, ışıkları yanık yol alan boş tramvayların, farların, ışık hunisini önlerinde sürüyen otomobillerin kaynaşmayı sürdürdükleri aşağıdaki dünyayı dışlıyordu.
Bu dünyadan yukarıya yalnızca bir duman gibi belirsiz, yaygın bir fosfor ışığı çıkıyordu. Artık kamaşmayan gözlerini gökyüzüne kaldırdığında uzamların görünümü uzanıyor, takım yıldızlar derinliğine yayılıyorlardı, gök kubbe dört bir yana dönüyordu, her şeyi içeren ,hiç bir sınırın içine girmeyen bu yuvarın dokusunun bir uzantısı, bir çentik gibi Venüs'e doğru açılıyor, onun, fışkırarak bir noktada yoğunlaşan hüzünlü ışığıyla, Dünyanın çatısı üzerinde tek başına belirmesini sağlıyordu.

Bu gökyüzüne asılı yeni Ay,soyut yarım ay görünüşünü gösterecek yerde, çevresi, Dünyanın yitirdiği bir güneşin düşey ışınlarıyla aydınlanmış ama yalnızca kimi ilkyaz gecelerinde görüldüğü gibi-yine de sıcak ısısını koruyan, donuk yuvar özelliğini açığa vuruyordu.
Marcovaldo, gölgelerle ışıklar arasında bölünmüş bu daracık Ay kıyısına baktıkça, sanki gece bir mucizeyle güneşe boğulmuş bir deniz kıyısına ulaşmanın özlemiyle doluyordu.
Çocuklar da, eylemlerinin umulmadık sonucundan korkmuş, neredeyse kendinden geçmiş Isolina, çatı penceresinin cılız ışığını, sonra da kızın aysıl gülümsemesini seçebilen Fiordaligi, tavan arasının penceresine yapışıp kalmışlardı. Annelerinin sesi duyuldu:
"Hadi gece artık, ne işiniz var pencerede? Ayışığında hastalanacaksınız!"
Michelino sapanını havaya kaldırdı:
"Ay'ı söndürüyorum!" deyip yorganın altına girdi.
Böylece o gecenin geri kalan bölümünde olsun, ertesi gece boyunca olsun karşı damdaki ışıklı ilan yalnızca SPAAK-KO yazdı ve Marcovaldo' nun evinden gökyüzü görüldü. Fiordaligi ile aysıl kız parmaklarıyla birbirlerine öpücükler gönderdiler, belki de dilsizler gibi konuşarak, buluşmak için sözleştiler.
Ama ikinci günün sabahı, damda, ışıklı yazının kasnağının arasında , kabloları, kordonları inceleyen, tulumlu iki elektrikçinin görüntüsü görüldü. Marcovaldo havanın nasıl olacağını anlamak isteyen yaşlılar gibi , burnunu dışarı çıkartıp; "Bu gece yine NYAK'lı bir gece olacak," dedi.
Kapı çalınıyordu. Açtılar. Gözlüklü biriydi. "Rahatsız ediyorum,pencerenizden dışarı bakmama izin verir misiniz? Sağ olun," Sonra da kendini tanıttı: "Doktor Godifredo, ışıklı reklam uzmanı."
"Yandık! Zararı bize ödetecekler!" diye düşündü Marcovaldo, gökbilim keyfini unutup öfkeli gözlerle çocuklarına baktı."Pencereden bakınca, siz de taşların buradan atılmamış olduğunu anlayacaksınız." Ellerini öne uzatmayı denedi. " Çocuklar bazan serçelere taş atıyorlar, ama Spaak'ın ilanı nasıl bozuldu anlayamadım. Ceza verdim hepsine, hem de öyle bir ceza ki! Bir daha yinelenmeyecek, içiniz rahat etsin."
Doktor Godifredo'nun yüzü ciddileşti:
"Benim SPAAK ile ilgim yok. 'Tomawak Konyak' için çalışıyorum.Bu dama ışıklı bir reklam yerleştirme olanağını incelemeye gelmiştim. Ama siz anlatın yine de, anlattıklarınız ilginç geldi bana."
Böylece Marcovaldo, yarım saat sonra, 'Spaak'ın başlıca rakibi 'Tomawak Konyak' ile anlaşmaya varmış oldu. NYAK yazısının her yeniden yanışında çocuklar sapanla taş atacaklardı.
"Bardağı taşıran son damla olacak bu," dedi Doktor Godifredo. Yanılmıyordu; aşırı tanıtım giderleri nedeniyle iflasın eşiğine gelmiş olan 'Spaak' en güzel ışıklı ilanının sürekli olarak bozulmasını, kötüye işaret saydı. Kimi kez KOGAK, kimi kez KONAK, kimi kez KONK diye okunan yazı müşteriler arasında, firmanın para sıkıntısı çektiği düşüncesinin yayılmasına yol açtı; bir süre sonra, ilancılık ajansı, eski borçlar ödenmedikçe onarım yapmama kararı aldı; sönen yazı alacaklıların telaşını arttırdı; SPAK iflas etti.

Marcovaldo gökyüzünde ayın olanca parlaklığıyla yuvarlaklaştığını gördü.
Elektrikçiler yeniden karşı dama tırmandıklarında son dördündü. O gece eskisinin iki katı yükseklikte ve büyüklükte ışıklı harflerle KONYAK TOMAWAK yazıyordu, artık ne Ay ne gökkubbe ne gökyüzü ne gece vardı, iki saniyede bir yanıp sönen KONYAK TOMAWAK, KONYAK TOMAWAK, KONYAK TOMAWAK vardı yalnızca.
İçlerinde en çok zarar gören Fiordaligi oldu; aysıl kızın penceresi, kocaman, içine girilemez bir çifte ve'nin gerisinde yitip gitmişti.

su perisi 04-05-2008 11:12 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
Rock_Alltime harikasın valla.... Emeğine sağlık...

rock_alltime 04-05-2008 11:13 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
BAŞINI VERMEYEN ŞEHİT

"...Hak budur ki o gazilerin içinde böyle gaziler olmasa, Zigetvara bu kadar yakında dört yan kafir hisarı iken bekleyiş, duraklama özellikle böyle cenge çalışmane mümkün idi."
Peçevî tarihi, s. 355

Yarın arifeydi. Öbür günkü bayram için hazırlanan beyaz kurbanlar, küçük Grigal palankasının etrafında otluyorlardı. Karşıda... Yarım mil ötede Toygun Paşa'nınson kuşatmasındân çılgın kışın hiddeti sayesinde kurtulan Zigetvar Kalesi, sönmüş bir yanardağ gibi, simsiyah duruyordu. Hava bozuktu. Ufku, küflü demir renginde,ağır bulut yığınları eziyor, sürü sürü geçen kargalar tam hisarın üstünden uçarken sanki gizli bir kara haber götürüyorlarmış gibi, acı acı bağırıyorlardı. Palanka kapısının sağındaki beden siperinde sahipsiz bir gölge kadar sakin duran Kuru Kadı yavaşça kımıldadı; ikindiden beri rutubetli rüzgârın altında düşünüyor, uzakta, belirsiz sisler içinde süzülen kurşuni kulelere bakıyordu. Bunların hepsi Türklerin elindeydi. Yalnız şu Zigetvar... yıkılmaz bir ölüm seddi halinde "Kızılelma" yolunu kapatıyordu. Sanki bu uğursuz kargalar hep onun mazgallarından taşıyor, anlaşılmaz bir lisanın çirkin küfürlerine benzeyen sesleriyle her tarafı gürültüye boğuyorlardı.
Kuru Kadı içini çekti. Sonra "Ah..." dedi. İncecik, sinirli boynunun üstünde bir taş topuz gibi duran çıkık alınIı iri kafasını salladı. Yeşil sarığını arkaya itti. Islak gözlerini oğuşturdu. Şimdiye kadar, asker olmadığı halde, her muharebeye girmişti. Birkaç bin yeniçeriyle dört beş topu olsa... bir gece içinde şu kaleyi alıvermek işten bile değildi. Şimdi vakıa müstakildi. Ne isterse yapabilirdi.Palankanın kumandanı Ahmet Bey öteki boy beyleriyle beraber Toygun Paşa ordusuna katılıp Kapuşvar fethine gitmiş... Kapuşvardan sonra Zigetvarı saran ordu kışın aman vermez zoruyla, zaptı yarı bırakarak Budin'e dönünce, o da askerleriyle tekrar palankasına gelmemiş,
Toygun Paşa'nın yanında kalmıştı. Bugün Grigal'den altı mil uzaktaydı. Palankaya yalnız Kuru Kadı karışıyordu; esmer, zayıf yüzünü buruşturdu: "Palanka... amma
topu tüfeği kaç kişi?" dedi. Bütün genç savaşçıları Ahmet Bey beraberinde götürmüştü.. Hisardakiler zayıflardan,bekçilerden, hastalardan, ihtiyar sipahilerden ibaretti.Hepsi yüz on üç kişiydi! Düşman, galiba öteki palankalardan çekiniyordu: Yoksa burasını bırakmaz, mutlaka almağa kalkardı. Biraz eğildi. İnce yosunlu, soğuk sipere dirseklerini dayadı. Aşağıya baktı. İki üç asker beyaz koyunların arasında dolaşıyordu. Bir tanesi karşısına geçtiği iri bir koçu, başına dokunarak kızdırıyordu, tos vuruyordu. Öbürleri, elleri silahlarında, bu oyunu seyrediyorlardı. Bağırdı:
- Oynamayın şu hayvanla...
Askerler, başlarını tepelerden gelen sese doğru kaldırdılar. Kuru Kadı'dan hepsi çekinirlerdi. Gayet sert,gayet titiz, gayet sinirli bir adamdı. Adeta deli gibi bir
şeydi. Sabahtan akşama kadar namaz kılar, zikreder,geceleri hiç uyumazdı. Daha yatıp uyuduğunu kalede gören yoktu. Vali Ahmet Bey ona "bizim yarasa" derdi.
Zavallının sabahı bekleme denilen hastalığını kerametine de yoranlar vardı. Tekrar bağırdı: .
- Haydi, artık akşam oluyor, içeri alın onları.Askerler koyunları toplamağa başladılar. Kuru Kadı'nın dirsekleri acıdı. Doğruldu. Tekrar Zigetvar'a baktı. Üst tarafındaki göl, kirli bakır bir levha gibi yeri kaplıyordu. Kargalar, havaya boşaltılmış bir çuval canlı kömür ellemeleri gibi karmakarışık geçiyorlar, sükûtu parçalayan keskin, sivri sesleriyle gaklıyorlardı.Kalbinde ağır bir elem duydu. "Hayırdır inşallah" dedi.Canı o kadar sıkılıyordu ki... Elleri arkasında, başı önüne eğik, bastığı siyah kaplama taşlarına görmez bir dikkatle bakarak yavaş yavaş yürüdü. Derin bir karanlık kuyusunu andıran merdivenin dar basamaklarında kayboldu.
... Arife sabahı, herkes uyurken, o, her vakit ki gibi yine uyanıktı! Mescit odasının önündeki taş yalakta, iki büklüm, abdestini tazeliyordu. Giden gece, daha gölgeden eteklerini toplayamamıştı. Bahçeye çıkan kapı kemerinde asılı kandil, sönük ışığıyla, duvarları titretiyordu.
- Hey, çavuşbaşı... Hey!...
Elindeki ibriği bıraktı. Kulak kabarttı. Bu, kuledeki nöbetçinin sesiydi. Kolları sıvalı, ayakları çıplak, başında takke, hemen yukarı koştu. Merdivende çavuşa rastgeldi. Onu itti. Yürüdü. Nöbetçinin yanına atıldı:
- Ne var?
- Kaleden düşman çıkıyor.
Erguvani bir esmerlik içinde siyah bir kaya gibi duran Zigetvara baktı. Bu kayadan yine koyu, uzun bir karartı süzülüyor, palankaya doğru akıyordu.
- Bize geliyorlar... dedi:
Çavuşa döndü:
- Haydi, gazileri uyandır. Kurban bayramını bugünden yapacağız. Koş. Bana da çabuk topçuyu gönder.Çavuş, bir eliyle bakır tolgasını tutarak, koştu.
Merdivene daldı. Kuru Kadı, uzakta, kara yerin üstünde daha kara bir leke gibi yavaş yavaş ilerleyen düşman alayına dikkatle baktı. Gözlerini küçülttü, büyülttü. Önlerinde birkaç top da sürüklüyorlardı. Binden fazla idiler. Halbuki hisardaki gaziler? Kendisiyle beraber yüz on dört kişi... "Ama, yine haklarından geliriz!"
dedi. Uyanan, yukarı koşuyordu. Hisar kapısının iyice bağlanmasını emretti. Sarığını, cübbesini, kılıcını, tüfeğini getirtti. İhtiyar topçu gelince, ona da, hemen "haber topları"nı atmasını söyledi. Bu bir adetti. Taarruza uğrayan bir palanka hemen "İşaret topu" atarak etrafındaki kuleleri imdadına çağırırdı.
Biraz sonra düşman hisarın önünde, harp düzenine girmiş bulunuyordu. Zaplar başsız, gür ejderha yavruları gibi siyah ağızlarını bedenlere çevirmişti. Türkçe bağırdılar:
- Size teklifimiz var. Elçimizi içeri alır mısınız?
Kuru Kadı:
- Alırız. Gönderin, gelsin! cevabını verdi.Bedenler, kalkanlı, tüfekli, oklu gazilerle dolmuştu.Palankanın ruhu, neşesi, keyfi olan iki arkadaş, bu esnada tuhaf tuhaf laflar söyleyip yine herkesi güldürüyordu. Bunların ikisine de "deli" derlerdi: Deli Mehmet,Deli Hüsrev... Serhatın muharebelerinde, hayale sığmayacak yararlılıklarıyla masal kahramanları gibi inanılmaz bir şöhret kazanan bu iki deli, hiçbir nizama hiçbir kayda, hiçbir disipline girmeyen, dünya şerefinde gözleri olmayan Anadolu dervişlerindendi. Her zaferden sonra kumandanlar onlara rütbe, hil'at, murassa kılıç gibi şeyler vermeye kalkınca gülerler: "İstemeyiz, fani vücuda kefen gerektir. Hil'at nadanları sevindirir..." derler, hak uğrundaki gayretlerine ücret, mükafat, övgü kabul etmezlerdi. Harp onların bayramıydı.
Tüfekler, oklar, atılmağa; toplar gürlemeğe; kılıçlar,kalkanlar şakırdamağa başladı mı, hemen coşarlar,
kendilerinden geçerler; naralar savunarak düşman saflarına saldırırlar... alevi gözlerle takip edilemeyen birer canlı yıldırım olup tutuşurlardı.
Kuru Kadı, onların herkesi güldüren münakaşalarını, saçma sapan sözlerini gülümseyerek dinlerken, elçiyi yanına getirdi, iki deli de sustu. Herkes kulak kesildi. Bu elçi Türkçe biliyordu. Küstahça tekliflerini söyledi.
Palankayı saran Zigetvar kumandanı Kıraçin'di.
Yanında iki bine yakın savaşçısı vardı. Grijgal'in "Vire ile verilmesini istiyordu. Ateşe, nura, haça, İncil"e, Zebur'a yemin ediyor; çıkıp giderlerken muhafızlara hiçbir ziyanı dokunmayacağına dair söz veriyordu.
Kuru Kadı:
- Pekâlâ!... Haydi git. Biz aramızda anlaşalım, kararımızı size öğleden sonra bildiririz! diye elçiyi aşağı
gönderip kapıdan attırdı. Sonra etrafındakilere döndü.
Şöyle bir göz gezdirdi. Sırtının hafif kamburu içeri çekildi:
- İşittiniz ya, gaziler! dedi, Kıraçin haini bizim yüzon kişiden ibaret olduğumuzu anlamış... üzerimize iki
bin kişi ile geldi. Teklif ettiği "Vire"yi kabul etmek isteyenler vârsa ellerini kaldırsın!
Kimsenin eli kalkmadı.
- Öyleyse hazır olalım. Haydi...
Bir gürültüdür koptu;
- Hazırız...
- Hepimiz, hepimiz...
- Hepimiz, hepimiz hazırız.
- Kılıçlarımız, kalkanlarımız yağlı.
-Oklarınız havlı_
- Yatağanlarınız keskin...
- Bugün nusret bizim.
- Amin, amin...
Kuru Kadı, "Ey alemlerin rabbi" diye ellerini kaldırdı. Bir duaya başlayacaktı. Deli Mehmet yalın kılıç karşısına dikildi. Palabıyık, gök gözlü, geniş beyaz çehresi,yeni doğmuş bir ay gibi parlıyordu:
- Duayı bırak, efendi dedi, gaza duadan faziletlidir. Gel... Lütfet. Bize şu kapıyı aç. Kalbindeki korkuyu
at. İşte hepimiz hazırız. Şu ayağımıza gelen gaza fırsatını kaçırmayalım.
Kuru Kadı'nın elleri aşağı düştü. Deli Hüsrev de arkadaşının yanına sokulmuştu. Bütün gaziler bu iki delinin arkasına üşüştü. Sanki hepsi bir anda deli oldular... bir ağızdan.
- Aç bize kapıyı, aç... diye bağırmaya başladılar.Kuru Kadı'nın iri patlak gözleri yaşardı. Yüzü sapsarı oldu. Uzun siyah sakalı kımıldadı. İki deliyi bile titreten, bütün gazilerin saçlarını ürperten ilahi bir
ağıt ahengi kadar etkili sesiyle haykırdı.
- Meydan erleri! Ey mertler! Padişahımız Süleyman Gazi aşkına şu sözümü dinleyin. Benim muradım
sizi gazadan engellemek değildir. Bugün can, baş feda olsun... Özellikle yarın kurban bayramı... Fakat bakınız maksadım ne? Bugün cuma... hem de arife. Bugün hacılarımız Arafat'ta, diğer mü'minler camilerde bizim gibi gazilerin zaferi için dua etmekteler... Bunda şüphesi olan var mı?
- Hayır.
- Hayır, asla...
- Hayır.
- O halde münasip olan budur ki, biz de namazlarımızı eda edelim. Gözlerimizin yaşını dökelim. Dua
edelim. Birbirimizle halelleşelim. Sonra gazaya girişelim. Kalanlarımız gazi, ölenlerimiz şehit olsun! Dünyada iyi nam ile anılalım. Ahirette peygamberimizin âlemi dibinde toplanalım... Ne dersiniz?
- Hay hay!
- Uygun...
- Pekâlâ!
Gazilerin hepsi buna razı oldu. Öğleye kadar durdular. Abdest aldılar, namaz kıldılar, tekbir çektiler, helallaştılar. Kıraçin'in askeri, sardıkları palankadan yükselen derin uğultuyu hep teklif ettikleri "Vire" münakaşasının gürültüsü sanıyorlardı.
Ansızın, uzaktaki Türk kulelerinden atılan "işaret topları" işitildi. Bu, "Biz, dörtnala geliyoruz" demekti.
Kuru Kadı eliyle hisarın kapısını açtı. Grijal gazileri "Allah, Allah" naralarıyla müthiş bir taşkın deniz gibi
fışkırdılar. İki koldan hücum olunuyordu. Kollardan birisine Deli Hüsrev, birisine Deli Mehmet baş olmuştu.
Ovada, Grijgal'e gelen yollardan bir toz dumanıdır kalkıyordu. Nice bin atlı imdada koşuyor sanılırdı. Düşman, bu hali görünce şaşırdı. İki ateş arasında kaldığını anladı. Halbuki toz duman içinde yaklaşan ancak beş on gaziydi.
... Bozgun başladı.
Deli Mehmet'le Deli Hüsrevin takımları düşmanı kaçırmamak için iyice sarıyordu. Kara Kadı cübbesini
atmış. Elindeki kılıç, cesaretlendirdiği gazileri arkasından yürüyordu. Deli Hüsrev, bir sarhoş gibi Kıraçin'inalayına dalmış kesiyor, kesiyor... inanılmaz bir çabuklukla kaçanlara yetişiyor, ikiye biçiyordu.
Kuru Kadı'nın gözleri Deli Mehmet'i aradı.
Bakındı, bakındı.
Göremedi.
Acaba o muydu? Yüreği ağzına geldi. Düşman safına karışıp kaynaşan kolun arkasında iri bir vücut yere uzanmıştı... Elli altmış adım kadar kendisinden uzaktı... Siyah, yüksek atlı bir şövalye, uzun bir kargıyı bu uzanmış vücuda saplıyordu. Durmadı. İlerledi. Koşarken ayağı bir taşa takıldı. Yuvarlanıyordu. Kılıcı ile fırladı. Hemen toplandı. Kalktı. Düşen kılıcını aldı. Doğruldu. Koşacağı tarafa baktı. Şövalye atından inmiş,kargıladığı şehidin başını teninden ayırmıştı. Bu anda,bu kestiği baş elinde, yine siyah bir şeytan gibi şahlanan atma sıçradı. Kaçacaktı... Kuru Kadı, bütün kuvvetiyle ona yetişmek için koşarken, baktı ki sol ilerisinde Deli Hüsrev kalkanını sallayarak, avazı çıktığı kadar bağırıyor,
- Mehmet, Mehmet!... Canını verdin!... Bâşını verme Mehmet!...
Bu nara o kadar müthiş, o kadar tesirli, o kadar yanıktı ki... Kuru Kadı: "Vah Deli Mehmet'miş!" diye olduğu yerde dikildi kaldı. Durur durmaz, o an, kırk adım kadar yaklaştığı kesik başlı şehidin yerden fırladığını gördü. Nefesi tutuldu. Şaşırdı. Bu başsız vücut uçar gibi koşuyordu. Kendi kellesini götüren zırhlı şövalyeye yetişti. Eliyle öyle bir vuruş vurdu ki... Lanetli hemen yüksek atından tepesi üstü yuvarlandı. Götürmek istediği baş elinden yere düştü. Deli Mehmet'in başsız vücudu canlıymış gibi eğildi. Yerden kendi kesik başını aldı. Hemen oracığa yorgun bir kahraman gibi, uzanıverdi. Bunu Kuru Kadı'dan başka kimse görmemişti. Herkes kaçan düşmanı kovalıyordu. Yalnız Deli Hüsrev,
- Yüzün ak olsun, ey yiğit! diye bağırdı. Sonra Kuru Kadı'ya doğru koşarak sordu.
- Nasıl, gördün mü bu civanı?
- Görmedin mi?
Kuru kadı sesini çıkaramadı. Gördüğü harika onu dondurmuştu. Olduğu yerde öyle dimdik kaldı. Sanki
ölmüştü. Deli Hüsrev, onu hızla sarstı.
- Ne durursun be can! Ne olsun, haydi gazaya.
Düşman kaçıyor... Deli Hüsrev'in kalkması Kuru Kadı'yı baştan can verdi, "Allah Allah" diyerek ileri atıldı.
Mücahitlere karıştı.
Cenk akşama kadar sürdü.
Er meydanının kanlı yüzüne "gece siyah saçlarını" dağıtırken çağırıcının
- Gaziler hisara!
Sesi duyuldu. Dönen gaziler içinde kılıcından kanlar damlayan Kuru Kadı, birkaç sipahi ile dışarıda kaldı. Yaralıları taşıttı. Şehit olanları saydırdı. Bunlar tam ondokuz kahramandı.:. Düşman altmış dört ceset bırakmış, diğer ölülerinin hepsini kaçırmıştı. Kuru Kadı sabahtan beri yemek yememiş, su içmemiş, durup dinlenmemişti... Toplattığı şehitleri hisarın önündeki meydana yığdırdı. Şehit Deli Mehmet'in cesedini kendi buldu. Kesik başı koltuğunda, uyur gibi, sakin yatıyordu.
Olduğu yerde gömdürdü. Sonra yanındakileri. savdı. Butaze mezarın başına çöktü. Ezberden "Yasin" okumağa başladı. Dışarılarda kimse yoktu, yalnız uzakta palanka kapısındaki nöbetçi dolaşıyordu. Kuru Kadı okurken, önündeki mezarın birden yeşil yeşil nurlarla tutuştuğunu gördü. Sesi kısıldı. Dudaklarını oynatamadı.Çeneleri kitlendi. Bu yeşil nurun içinde Deli Mehmet'in kanlı boynuna sarılmış beyaz kanatlı bir melaike, hem onu nurdan elleriyle okşuyor, hem açık alnını öpüyordu. Bu sıcak, bu yeşil nur büyüdü, taştı, bütün âlem bu nurun içinde kaldı. Kuru Kadı'nın gözleri kamaştı. Ruhu yandı. Kendinden geçti.
Onu, daha ilk defa böyle derin bir uykuya dalmış gören yoldaşları zorla kaldırdılar. Koltuklarına girdiler:
- Haydi, kapı kapanacak dediler, içeri gir.
Kuru Kadı'nın dili tutulmuştu. Cevap veremedi.
Sarhoş gibi sallana sallana hisara girdi. Hâlâ titriyordu. Palankanın içinde Deli Hüsrev'in menzilinden geçerken durdu. Kulak verdi; ağlıyor mu, inliyor mu diye... Hayır, Deli şıkır şıkır atını kaşağılıyor, keyifli bir türkü söylüyordu. Seslendi:
- Hüsrev.
- Efendim?...
Kapı açıldı. Kaşağı elinde, kolları, paçaları sıvalı,başı kabak Deli Hüsrev... daha Kuru Kadı bir şey sormadan,- Gördün mü Deli Mehmet'in zevkini? dedi.
- Siz de benim gibi buradan gördünüz mü?
- "Gözlüye hotti gizli yoktur!"
Küttedek kapıyı, kapadı. Yine türküsüne başladı.
...
Kuru Kadı palankada sabahı dar etti. Güneş doğmadan, Deli Mehmet'in mezarına koştu. Artık bütün günlerini bu mezarın başında geçiriyordu. Bu mezarın daimi ziyaretçisi oldu. Büyük bir taş yontturdu. Yazdırdı. Başına diktirdi. Beş vakit namazlarını bile cemaatine bu kabrin başında kıldırmak isterdi. Artık ne hacet dilese, ona nail oluyordu.
Grijgal'de, komşu palankalarda Kuru Kadı için "Deli oldu" diyorlardı. Her an "sonsuzluk" badesini içmiş
ezeli. bir sarhoş gibi nihayetsiz bir kendinden geçme,sonsuz sınırsız bir şevk, sükûn bulmaz bir heyecan içinde yaşıyordu. Fakat nasıl "deniz çanağa sığmaz"sa,onun büyük sırrı da ruhuna sığmadı. Taştı. Huruç günü gördüğü harikayı herkese anlatmağa başladı. Hatta
daha ileri gitti, çok iyi okuduğu "Mevlid-i Şerif" lisanıyla o gün gördüğünü yazdı. Yüzlerce beyitlik bir destan düzdü.
Ama o eski şevki kayboluverdi. Ruhuna koyu bir karanlık doldu. Kalbine acı bir ağırlık çöktü. Artık Deli Mehmet'in yeşil nurdan mezarı içinde sürdüğü ilahi zevki göremez oldu. Bu mahrumiyet onu delirtti. Yemekten içmekten kesildi. Bir gün, yine perişan kırlarda dolaşırken Deli Hüsreve rast geldi. Meğer o da geziniyormuş. Elindeki yayıyla yavaşça Kuru Kadı'nın arkasına dokundu.
- Ahmak, dedi, niye gördüğünü halka söyledin?
Adam gördüğünü kaale geçirirse kazandığı hali kaybeder. Eğer sussaydın, gördüğün keramete ölünceye kadar şahit olacaktın...
Kuru Kadı yere diz çöktü, ağlamaya başladı:
- Çok perişanım diye inledi, lütfet. Gel, beni gaflet uykusundan uyandır. Benim o görnüş olduğum durum ne hikmettir? İçinde benimle senden başka onu gören oldu mu?
- Bir gören daha var. O "can" herkese görünmez.
- Kimdir?
- Bilemezsin...
- Başkaları görmedi de, biz ikimiz niçin gördük?
- o şehitlik müjdesidir!" İkimiz de mutlaka şehit düşeceğiz!...
Kuru Kadı, gittikçe öyle serseri, öyle perişan, öyle berbat oldu ki... kendisini o kadar seven Vali Ahmet
Bey bile Budin'den gelince, onun hallerine dayanamadı.Nihayet "bu deli bir kişidir. Palankada hizmetinden istifade olunamaz" diye geriye göndermeye mecbur oldu.Aradan epey zaman geçti. Serhadde değil, hatta Grijgal hisarında bile herkes Kuru Kadı'yı unuttu. Yalnız yazdığı destan okunuyor, hiç unutulmuyordu.
On iki sene sonra...
Zigetvarın zaptı akabinde yaralılar toplanırken, meşhur kahraman Deli Hüsrevin bir gülleyle parçalanmış cesedi yanında, uzun boylu, ak saçlı, ak sakallı,yeşil cübbeli bir şehit buldular. Kıbleye yüzükoyun uzanmış yatan bu şehidin büyük, yeşil sarığı, henüz bozulmamıştı. Üzerinde hiçbir silah yoktu. Yarası neresinden olduğu belli değildi. Günlerce süren kuşatma esnasında hiç kimse böyle bir adam görmemişti. İnceden inceye araştırma yapıldı. Kim olduğu bir türlü anlaşılamadı.
O vakit birçok gazilerin "gayb ordusundan imdada gelmiş bir veli" sandıkları bu şehit, acaba, Grijgal hisarının o eski deli kadısı mıydı?...

Bilinmiyor

rock_alltime 04-05-2008 11:14 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
BAŞKA BAYRAM

Bir bayram sabahı imiş. Günlerden Cuma, aylardan kasım, mevsimlerden de sonbaharmış. Havada yağmur bulutları geziyormuş. Herkes ve her şey bayram olduğu için çok mutluymuş.

O sabah Efil erkenden uyanmış. Akşamdan hazırladığı bayramlıklarını sandalyenin üzerinden özenle almış. Beyaz çorabını, kırmızı çiçekli pantolonunu, pembe çizgili kazağını önce okşamış, sonra da giymiş. Yeşil fiyonklu ayakkabılarını da unutmamış. Hemen aynanın karşısına geçip saçını taramış. Ortasında kocaman bir gül olan tokasını takıp kendisine gülümsemiş. “Merhaba Efil” demiş hefifçe öne eğilerek. “Bayramın kutlu olsun.”

Efil neşeyle etrafında dönmüş. Kendisini bayramlıkları gibi yepyeni hissetmiş. Sonra odasına göz gezdirmiş. Bayram için odasına astıkları rengarenk balonları tek tek saymış. “Tam otuz-yedi balon” demiş heyecanla. Pencereye doğru koşup yavaşça perdeleri çekmiş. Vakit çok erken olduğu için gökyüzü çok aydınlık değilmiş. Bir de yağmur bulutları griye boyamış gökyüzünü.

Efil gri yağmur bulutlarının bayramını da kutlamış. Pencerenin önünde duran çiçeklerine “günaydın” dedikten sonra onların da bayramını kutlamış. Bu sırada Efil odasında bazı fısıldaşmalar duymuş. Dikkatle dinleyince odada bulunan her şeyin bayramlaştığını görüvermiş. O da bu bayramlaşmaya katılmış. Odadakiler Efil’in etrafında dönmüşler, dönmüşler, dönmüşler. “Bayramın kutlu olsun Efil” demişler. Sonunda hepsi de çok yorulmuş. Halının üzerine uzanıp dinlenmişler. Efil masasının başına geçip “bir bayram sabahı” resmi çizmeye başlamış. Efil resmini çizerken içeriden gelen sesleri duymuş. “Uyandılar, uyandılar” diye bağırmış ve koşa koşa annesiyle babasının yanına gitmiş. Önce babasına sarılmış, elinden öpüp “Bayramın kutlu olsun babacığım” demiş. Sonra da annesine sarılıp onun da elini öpmüş.

Efil’e bayram parası vermişler. Efil parasını hemen kumbarasına atmış. Babası Efil’e “Ben eve dönünce hep beraber bir yere gideceğiz” demiş. “Orada bir sürü çocuk var. Onların bayramını kutlayacağız. Yanımızda onlar için hediyeler de götürürsek iyi olur. Sen de düşün ve verebileceğin hediyeler varsa hazırla.”

Efill babasının dönüşünü beklerken odasında oturup uzun uzun düşünmüş. Ama bir türlü ne verebileceğini bulamamış. Bir ara yeleklerinden turuncu olanı raftan atlayıp “beni versene” demiş. “Bayramda bir çocuğu sevindirmek ne güzel olur.” Birden odada bir kargaşa olmuş. Herkes “beni de, beni de” diyerek zıplıyormuş. Efil şaşakalmış. Bütün oyuncaklarını büyük bir çantaya doldurmuş. Masal kitaplarını, küçük gelen kıyafetlerini, tokalarını, şapkalarını da başka bir çantaya koymuş. Babası geldiğinde Efil hediyeleriyle birlikte hazır bekliyormuş.

Kahvaltıdan sonra hiç zaman kaybetmeden Efil annesi ve babasıyla bereber kimsesiz çocukların kaldığı yere gitmişler. Orada o kadar çok çocuk varmış ki Efil hayret etmiş. Ne diyeceğini bilememiş. Bu sırada içinden bir ses ona “Hadi onların bayramını kutla” demiş. O an Efil getirdiği çantaları açıp her çocuğa bir hediye vermiş.

O gün Efil çok farklı bir bayram görmüş. Bayramların başka başka yaşandığını, herkesin bayramının değişik olduğunu anlamış. Böyle bir bayramdan sonra Efil kıyafetlerini daha temiz giymeye, oyuncaklarıyla daha dikkatli oynamaya başlamış. Çünkü onlara ihtiyacı olan sayısız çocuk olduğunu artık biliyormuş.

Naz Ferniba

rock_alltime 04-05-2008 11:15 PM

Cevap : Çocuk Masalları
 
BENİM BİR AĞACIM VAR

O gün çok güzel bir gündü. Gökyüzünde kuşlar sevinçle uçuşuyorlardı. Ağaç dallarının arasında birbirleriyle şakalaşıyorlardı. Bazen de kavga ediyor olmalıydılar ki, çok fazla gürültüleri yükseliyordu havaya. Bir taraftan da hoş bir melodi gibi arı vızıltıları geliyordu kulağa. Her şey uyanmış, işinin başına geçmişti anlaşılan. Rengarenk benekli kelebekler de boş durmuyorlardı. Onlar da çiçekten çiçeğe konmak için yarış ediyorlardı sanki birbirleriyle. Bir yandan da evin yan tarafından akan dereden güzel bir su sesi geliyordu.



Serpil güzel ve rahat bir uykudan uyanmıştı. Evin avlusundaki çeşmeden ellerini ve yüzünü yıkadı. Sonra da annesinin hazırladığı kahvaltıdan yedi afiyetle. Her şey çok güzeldi. Güneş onun için gülümsüyordu sanki. Kuşlar onun için cıvıldaşıyorlardı. Kelebekler en güzel renklerini ona göstermek için yarışıyorlardı. Ya şu dereden gelen su sesine ne demeli? Çok güzel bir gündü.



İşte bu güzel gün, Serpil’in içini coşturmuştu. Oyun oynamak için sabırsızlanıyordu. Ama arkadaşlarının hiçbirine ulaşamazdı bu saatte. Bu duyguyu yaşayınca içinde garip bir acı duydu. Çünkü Arkadaşlarının çoğu şimdi tarlada ya da bahçede ailelerine yardım ediyorlardı. İçinden, "Şu tatilleri de sevmiyorum. Bütün arkadaşlarımın işleri var. Onlarla şu güzel günde bir araya gelip oynayamıyoruz bile. Oysa okulda hep birlikteyiz. Hiç olmazsa teneffüslerde dilediğimiz gibi oynayabiliyoruz." dedi.



Bir müddet, "Acaba ne yapsam?" diye düşündü. "Biraz kırlarda dolaşıp, çiçek toplayayım. Topladığım güzel çiçekleri vazoya koyarım." İçinden muzip muzip güldü. "Acaba ninemi ikna edip, halatları ondan nasıl alabilirim? Eğer onu ikna edip, halatları alırsam güzel bir salıncak kurdururum dedeme. Oh ne güzel bir düşünce" diye geçirdi içinden. Ama önce kırlarda biraz dolaşsam iyi olur" dedi. Sonra da, içinden şarkılar söyleyerek zıplaya zıplaya kırlara doğru koşmaya başladı. Şimdi kendini çok daha mutlu hissediyordu.



Topladığı bir demet kır çiçeğiyle eve döndü. Dedesi avluda bir şeylerle uğraşıyordu. Dedesini görünce çok sevinmişti. Dedesini çok seviyordu
Serpil. Çünkü dedesi onun en iyi dostuydu. Masal arkadaşıydı. Dedesinin elinde bir tutam uzun uzun çubuklar vardı. Yanına yaklaştı. Sevinçle, "Nasılsın Dedeciğim? Bak çiçeklerime? Ne kadar güzel. Dede ninemden halatları istesek acaba verir mi? Çok güzel bir gün. Ben de çok mutluyum, ama benimle oynayacak hiç arkadaşım yok. Çok yalnızım ve sıkılıyorum. Eğer ninem halatı verirse, bana salıncak kurar mısın? Dedeciğim elindeki çubuklar da ne acaba?"



"Ohhh!! Hele şükür elimdekileri fark edip sordun. Kızım bir soru sorulduğunda ya da konuşulduğunda, karşılığını almadan başka bir soru sorulmaz. Ya da farklı bir konudan bahsedilmez. Ben şimdi senin sorduğun soruların hangisine cevap vereyim bilemiyorum?"



"Oh, evet haklısın dedeciğim. Özür dilerim. Kendimi çok yalnız hissediyordum. Ne yapacağımı bilemiyordum. Bu yüzden de kendi kendime oynayacağım oyunlar düşünmüştüm kafamda. Seni de görünce hepsini birden sıralayıverdim. Kusura bakma. Şey, en son sorduğumdan başlayabilirsin. Elindeki çubukların ne olduğunu sormuştum."



"Peki tamam. Yalnızken insanların kendini nasıl hissettiklerini çok iyi bilirim. Bu yüzden içindeki sıkıntılı duyguyu anlıyorum. Elimdekiler birer çubuk değil. Bunlar birer fidan."



"Fidan mı?"



"Evet, bunlar; erik, kayısı ve badem fidanları. Bunları bugün bahçemizin kenarlarına dikeceğim. Büyüyünce, hepsi birer meyveli ağaç olacaklar."



"Ama dede, madem meyveli ağaç olacaklar. O halde bahçenin iç kısımlarına dikmen daha doğru olmaz mı? Hem gelen geçen çocukların ve hayvanların meyvelerine uzanmasından korunmuş olmazlar mı?"



"Hah ha ha.. İlahi kızım. Hiç senin gibi düşünmemiştim. Senin söylediğin gibi de düşünülebilir, ama ben öldükten sonra da arkamdan dua edilmesini istiyorum. O yüzden bu fidanları bahçe kenarına dikiyorum."



"Bahçe kenarında olduğu için neden sana dua etsinler ki dede? Doğrusu hiçbir şey anlamadım."



"Bak şimdi. Ben bu fidanları bahçenin kenarına ektiğimde büyüyüp, meyveli birer ağaç olacaklar değil mi?"



"Evet."



"Bunlar büyüdüğünde, çocuklar geçerken yiyecekler. Bahçenin kenarından geçen yolcular yiyecek. Sonra, yoldan geçen hayvanlar, ağacın dibine düşen meyvelerini yiyecekler. Böylece benim dikmiş olduğum bu ağaçtan, bir çok şey faydalanacak. Mutlu olacak. Bu yüzden de, ben ölsem bile, Allah bana sevap yazacak. Böylece ben sürekli sevap almış olacağım. Hem belki de yoldan geçen ve aç olan bir yolcu yiyecek bu ağaçların meyvesinden. O yolcunun, açken bir meyve yemesi ve şükür etmesi ne kadar güzel değil mi? Arkasından da, "Bu ağacı eken her kimse Allah ondan razı olsun. Allah onun ruhunu şad etsin" diye dua etmesi bana yeter kızım. Ben bu ağaçları bunlar için dikeceğim zaten."



"Anladım dede. Sen hem ahirette, hem de dünyada meyvelerinden yiyeceksin diktiğin ağaçların."



"Ah benim akıllı kızım. Ne de çabuk anladın. Şimdi sen de, her iki yerde de meyve verecek olan bu ağaçlardan dikmek ister misin?"



"Tabiî isterim dede."



"Öyleyse hadi gel bakalım. Şu fidanları daha fazla sıcağın altında bekletmeden toprağa gömelim."

Meryem Tortuk


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.