ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   İslami Genel Konular (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=324)
-   -   Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=776838)

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:01 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
Hz. Peygambere Mektup

Bismillahirrahmanirrahim

Sevgili Peygamberim, kalbimde senin yerini, sana olan sevgimi anlatamam ama
insan sevdiğini sevdiğine söyleyemezse bunun bir anlamı olur mu? Sana olan
sevgimi nasıl anlatayım. Benim seni sevdiğimi bilmeni o kadar çok isterdim ki, beni
tanımanı, beni de senin sevmeni benim varlığımı bilmeni. Bir bilseydin sana olan
sevgimi , bir bilseydim senin de beni sevdiğini.

Senin sevgini kazanabilmek için ne yapabilirim Ya rasulullah. Kendimi o kadar
dünya işlerine kaptırmışım ki ben bile ne yaptığımın farkında değilim. Sanki
sonbaharda bir ağaçta kalmış son bir yaprak gibi kendimi yalnız hissediyorum. Ve
rüzgar beni almış koparmış uçuyorum bilmediğim yerlere. Rüzgarın eline esir
olmuşcasına, dünyanın zevklerine esir olmuşcasına , rüzgarla uçuyorum. Sonra bir
nur denizine düşüyorum. O sensin Ya Rasulallah. Seni buldum ya Ya Rasulallah
rüzgar beni uçurmasın. O nur denizinde boğulayım. Senin nurunla bende
nurlanayım. Beni yanından hiç ayırma Ya Rasulallah, beni bırakma. Beni rüzgara bir
daha verme. Ağacıma dahi geri dönmek istemiyorum. Senin yanındayken bütün
kötülüklerden uzak olurum. Senin yanında olmak sana kavuşmak , seninde beni
sevdiğini bilmek. Başka ne isteyebilirim ki. Bütün insanlar senin sevginle yanarken,
seninde beni sevdiğini bilmek. Biliyorum ki senin bizi sevmen senin güzel ahlakına
sahip olmak demektir.

Allahım bize peygamber efendimizin ahlakıyla yaşamak nasip et ki, peygamber
efendimizin sevgisine layık olalım. Bu dünyada sana hasret yaşıyoruz Ya
Rasulallah. Bu dünyada göremedik nur yüzünü, olamadık yanında, savaşamadık ta
şehid bile olamadık senin yolunda. Bu aciz ümmetini ne olur sev Ya Rasulallah.

Allahım ne olur affet bizi. Peygamber efendimizin yüzü suyu hürmetine affet. Bu
aciz kullarını ne olur yolunda ayırma, ayırma ki sana kavuşalım. Senin sevginden
ver bize verki senin sevginle herşeyi unutup sadece senin için yaşayalım.
Günahımız binlerce , mağfiretine sığındık ,mağfiret et ne olur, ne olur Allahım...

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:01 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
EFENDİMİZİN DÜNYAYA TEŞRİFLERİ SIRASINDA MEYDANA GELEN HÂRİKÂ HÂDİSELER

Kâinatta en büyük hâdise hiç şüphe yok ki, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (a.s.m.) dünyaya teşrifleri hâdisesidir.
Çünkü, hilkat ağacının çekirdeği odur. Kâdir-i Zülcelâl, onun gelişini takdir etmemiş olsaydı, kâinat da, insan da olmayacaktı. Dolayısıyla imtihan dünyasının kapısı da açılmayacaktı. "Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, Nûr-u Muhammedî (a.s.m.) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir: Eğer o âlem-i kebir, bir şecere tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi [meyvesi] olur. Eğer dünya mücessem bir zîhayat farzedilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur."
İşte, "Sen olmasaydın, ey Habîbim, felekleri [kâinatı] yaratmazdım" kudsî hadisi , bu sırra işaret etmektedir.
Ayrıca, Efendimizin risâleti diğer peygamberler gibi hususî değil, umumi ve cihanşümûldür. Buna binâen elbette dünyaya teşrifleri esnasında birtakım hârikâ hâdiseler vücuda gelecekti. Ve bu hâdiseler akıl ve basîret sahiplerini düşünceye sevkedecekti.
Nebiyy-i Ekrem Efendimizin dünyaya teşrifleri esnasında belli başlı şu hârikâ hâdiseler meydana geldi :
1) Teşrif Ettikleri Gece Bir Yıldız Doğdu.
Yahudîler arasında birçok âlim vardı. Bunlar, kitaplarında Allah Resûlünün geleceğini görüp, öğrenmişlerdi. Yıldızlardan hüküm çıkarmada da usta sayılırlardı. Efendimizin doğumu gecesinde bir yıldız parlamış ve Yahudî âlimler bu yıldızdan Ahirzaman Peygamberinin dünyaya teşrif ettiklerini anlamışlardı.
Resûl-i Zîşanın meşhur şâiri Hassan bin Sâbit (r.a.) bu hususu şöyle anlatmıştır:
"Ben sekiz yaşlarında var yoktum. Biliyorum, bir sabah vakti, Yahudînin biri 'Hey Yahudîler!' diye çığlık atarak koşuyordu. Yahudîler, 'Ne var, ne yırtınıyorsun?' diyerek adamın başına üşüştüler. Yahudî şöyle haykırıyordu:
"'Haberiniz olsun, Ahmed'in yıldızı bu gece doğdu. Ahmed bu gece dünyaya geldi."' 36
İbni Sa'd'ın naklettiği konu ile ilgili bir rivâyette ise şöyle denilmektedir:
"Mekke'de oturan bir Yahudî vardı. Allah Resûlünün doğdukları gecenin sabahı Kureyşlilerin karşısına çıktı ve sordu:
"'Bu gece kabilenizden bir oğlan çocuk doğdu mu?'
Kureyşliler, 'Bilmiyoruz' cevabını verince, adam sözlerine devam etti:
"'Varın, gidin, soruşturun, arayın; bu ümmetin peygamberi bu gece doğdu. Sırtında alâmeti var.'"
Kureyşliler varıp soruşturdular ve gelip Yahudîye haber verdiler:
'Bu gece Abdullah'ın bir oğlu dünyaya geldi, sırtında bir nişan var.'"
Yahudî gidip peygamberlik alâmetini gördü. Ve aklını kaybetmişçesine şöyle haykırdı:
"'Peygamberlik artık İsrâiloğullarından gitti. Kureyşlilere öyle bir devlet gelecek ki, haberi doğudan batıya kadar ulaşacaktır.'" 37
Demek gökkubbe pırıl pırıl yıldız kandilleriyle Resûl-i Kibriya Efendimizin gelişini alkışlıyordu.
2) Medâyin'deki Kisrâ Sarayından On Dört Burç Çatırdayarak Yıkıldı.
Kâinatın Efendisinin doğduğu geceydi... Saatler, doğum anlarını gösteriyordu. Derin bir uykuya dalan Medâyin şehri korkunç bir çatırdı ve gürültü sesiyle uyandı. Hükümdarla birlikte halk da heyecan içinde yataklarından fırladı. Manzara korkunçtu ve telaş verici idi. Hükümdar Sarayının o sapa sağlam burçlarından on dördü çatırdayarak yıkılıvermişti.
Geceyi korkular içinde geçiren Kisrâ sabaha çıkar çıkmaz memleketinin dinî reislerini derhal bir toplantıya çağırdı. Toplantıda, cereyan eden hâdisenin neyin nesi olduğunu görüşeceklerdi.
Kisrâ tacını giymiş tahtına oturmuştu. Henüz müzakereye başlamamışlardı ki, doludizgin yaklaşan bir atlı, elinde bir mektup getirdi. Mektupta, İstahrabat'ta binlerce seneden beri ışıl ışıl yanan ateşlerinin söndüğü haber veriliyordu.
Bu haber, Kisrâ'nın korku ve heyecanını daha da arttırdı.
Bu sırada toplantıda bulunan İran başkadısı Mûbezan söz alarak gördüğü bir rüyâyı anlattı:
"Gördüm ki yüzlerce kükremiş deve, önlerine şaha kalkmış Arap atları olduğu halde Dicle suyunu geçti ve İran topraklarına yayıldılar."
Kisrâ, doğru sözlü, bilgili ve adaletli Mûbezan'ın bu rüyâsını da mânâlı buldu. Sinirleri fazlasıyla gerilmişti. Bu muammayı çözmek istiyordu. Bilgisine ve irfânına güvendiği Mûbezan'a sordu:
"Peki, bu neye işâret olabilir?"
Başkadının cevabı kısa ve öz oldu:
"Araplar tarafından çok önemli birşeyler olacağına işâret olabilir."
Kisrâ, bunun üzerine derhal Hîre Valisi Numan bin Münzir'e bir mektup yazdı. Mektupta,
"Bana orada bulunan âlimlerden, suallerime cevap verebilecek kudrette biri varsa gönder!" diyordu.
Mektubu alan Numan, işin ciddiyetini anladı ve derhal Abdü'l-Mesîh bin Amr adında bir bilgini Medayin'e gönderdi.
Gelen âlimi hükümdar derhal huzura kabul etti.
Cereyan eden hâdiseleri anlattıktan sonra, kendisinden bu hususta bilgi istedi. Abdü'l-Mesih, Kisrâ'ya hâdiseler hakkında bir bilgi veremeyeceğini söyledi ve ilâve etti:
"Şam yakınında Câbiye'de oturan dayım Satîh'de bunlara cevap verecek bilgi vardır."
Bunun üzerine Kisrâ, Abdü'l-Mesîh'i gidip Satîh'ten hâdiseler hakkında bilgi almak üzere vazifelendirdi.
Meşhur Şam kâhini Satîh kemiksiz, âdetâ âzâsız bir vücud, yüzü göğsü içinde bir acûbe-i hilkat ve çok yaşlı bir kâhindi. Dâimâ sırt üstü yatardı. Bir yere götürülmek istendiği zaman bohça gibi katlanırdı. Gaipten verdiği doğru haberler, o zamanın insanları arasında meşhurdu.
Abdü'l-Mesîh, dağ taş demeden yol alarak dayısı Satîh'in yanına vardı. O sırada Satîh, hayatının son anlarını yaşıyordu. Şiddetli hastalık içinde kıvranıyordu. Hastalığın şiddeti dudaklarından konuşma kudretini de alıp götürmüştü ki, gelen adamın ne selâmın alabildi ve ne de konuşabildi.
Fakat, Abdü'l-Mesîh olup bitenleri anlatınca iş birden değişiverdi. Ölüm döşeğinde ecelle pençeleşen Satîh gözlerini birden açtı ve sanki kabir kapısına değil, dünya evinin kapısına yeni ayak basacakmış gibi canlanarak heyecan içinde haykırdı:
"Ey Abdü'l-Mesîh! İlâhi vahyin okunması çoğalacak.
Asâ'nın sahibi peygamber olarak gönderildi. Semâve Vadisini su bastı, Farsların ateşi söndü. Artık Şam da Şam değil, Satîh için."
Şunu iyi bil ki, zaman üzerinde hükmü geçerli olan mutlak Hâkim, böyle istedi ve gelen peygamberle nebîlik ipinin iki ucunu düğümledi."
Derin bir nefes çektikten sonra da ilâve etti:
"Sasanîlerden, yıkılan burç sayısınca hükümdar gelecek ve sonra hüküm yerini bulacaktır." 38
Bu cümleler, Satîh'in dudaklarından dökülen son sözler oldu. Sanki bu gerçeği dile getirmek için bekleyip durmuştu. Sözlerini bitirir bitirmez gözlerini kapadı ve ruhunu Yüce Allah'a teslim etti.
Meşhur kâhin Satîh, bu sözleriyle açıkça Âhirzaman Peygamberinin dünyaya gelmiş olduğunu haber veriyordu. O âna kadar bir benzeri görülmemiş bu hâdise, dünyaya o gece şeref veren zâtın beraberinde getirdiği sönmez nûr ile Mazdeizmin 39 karanlık inancı içinde kıvranan İran saltanatını ortadan kaldıracağına işaretti. Nitekim, tarih buna şahid oldu ve hâdiseler Satîh'in haber verdiği gibi cereyan etti: İran Devleti, 67 yıl süren on dört hükümdarın idaresinden sonra, Kadisiyye'de Hâtemü'l-Enbiyânın ordusu tarafından İslâm topraklarına katıldı.
3) Kâbe'nin İçini Karanlık Ve Kirlere Boğan Putların Pekçoğu Başaşağı Yıkıldı:
Kureyş müşrikleri, yeryüzünde Allah'ın tek ma'bud oluşunun içinde ve üstünde ilk olarak abideleştiği Kâbe'yi putlarla karanlıklara boğmuşlardı. Ne var ki, henüz Tevhid temsilcisi Resûl-i Kibriyânın dünyaya gözlerini açması karşısında bile, çoğu yerlerine kurşun ile perçinlenmiş bu putlar, hâdisenin azametine dayanamayarak yerlere yıkılıverdiler.
Bu hâdisenin ifâde ettiği mânâ büyüktü: Dünyaya teşrif eden bu Zât, kendisine verilecek vazife gereği kapkaranlık şirk inancını ortadan kaldıracaktır. Gönüllerde pâk, nezih ve saâdet dolu Tevhid inancını bayraklaştıracaktır.
Dünya buna şâhid oldu. O Resûl-i Zîşan, kısa zamanda Kâbe'yi cansız putlardan temizlediği gibi, gönüllerdeki putları da İslâm îmânı ile yok ediverdi.
4) İstahrabat'ta Bin Seneden Beri Yanmakta Olan Mecûsîlerin Kocaman Ateş Yığınları Bir Anda Sönüverdi.
Mecûsiler bu ateş yığınını kendilerine ilâh kabul etmişlerdi. Efendimizin dünyaya teşrifleri ile birlikte bu kocaman ateş, sanki okyanusların istilâsına uğramış basit bir ateşmiş gibi sönüverdi.
Demek ki, gelen zât, putperestlik gibi, ateşperestliği de bir çırpıda ortadan kaldıracak ve yeryüzünü Tevhid meş'alesiyle aydınlatacaktı.
5) Takdis Edilen Meşhur Sâve (Taberiyye) Gölü Bir Anda Kuruyuverdi.
Bu da, gelen zâtın, Allah'ın izni ile olmayan şeylerin takdis edilmesini yasaklayacağının ifâdesi idi.
6) Dünyaya Teşrifleri Ânında, Şark Ve Garbı Küçük Bir Oda Gibi Aydınlatan Bir Nur Görüldü.
Demek ki, dünyaya gelen zâtın tebliğ edeceği din, şark ve garbı bütün ihtişamıyla kucaklayacak, insanlığın beşte birini şefkadi sînesinde terbiye edip okşayacaktı.
7) Semâve Vadisi Taşan Seller Altında Kalıp, Suya Gark Oldu.
Resûl-i Kibriya Efendimizin dünyaya gözlerini açtıkları geceydi. Taşan seller Semâve Vadisi ve Semâve şehrini sular altında bıraktı. Şehir halkı, dehşet içinde kalarak, çareyi dağlara ve tepelere sığınmakta buldu. Sonra da bir mektup yazarak durumu Kisrâ'ya bildirdiler ve kendisinden yiyecek ve içecek yardımı istediler.
8) Gök Kubbeden Salkım Salkım Yıldızlar Döküldü:
Nebiyy-i Ekrem Efendimizin dünyaya teşrifleri gecesinde hazan yaprağı gibi gök kubbeden yıldızlar döküldü. 40 Bu hâdise de şuna işâret ediyordu: Bundan böyle şeytan ve cinlerin gökten haber almaları son bulmuştur. "Madem Resûl-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâm vahiy ile dünyaya çıktı, elbette yarım yamalak ve yalanlar ile karışık, kâhinlerin ve gâipten haber verenlerin ve cinlerin ihbarâtına (haberlerine) set çekmek lâzımdır ki, vahye bir şüphe irâs etmesinler ve vahye benzemesin. Evet, bi'setten evvel kâhinlik çoktu. Kur'ân, nazil olduktan sonra onlara hâtime çekti. Hattâ çok kâhinler îmâna geldiler. Çünkü, daha cinler tâifesinden olan muhbirlerini bulamadılar." 41
O âna kadar görülmemiş bu hâdiselerin Resûl-i Ekremin doğumu sırasında meydana gelmeleri elbette tesadüfı değildi. Ezelî kudretin kader kaleminin tayin ve tesbitiyle vücuda geliyorlardı. Ve dünyaya Âhirzaman Peygamberi Hazret-i Muhammed'in (a.s.m.) zuhurunu haber veriyorlardı.

36. Kastalanî, Mevâbibü'l-Ledünniye: 1/122
37. Tabakât, 1/162-163
38. Taberî, 2/131-132
39. Mezdek (Mazdek) adında birinin kurduğu eski İran'da bir dinî mezheptir. Zerdüşt tarafından vaz'edilen Maniheizmin ıslah edilmiş bir şekli olarak gören ve kabul edenler de vardır. Bu mezhebin bilinen belli başlı hususiyeti, mülkte ve kadınlarda iştirakı kabul etmesidir. Bunun yanında, zühdle ilgili olarak, hayvanları öldürmek ve etini yemek de bu mezhebin yasakladığı şeyler arasındadır. (İslâm Ansiklopedisi: 8/201-205.)
40. Taberî, 2/131; Kaâdı İyaz, Şifâ, 1/726-733; Bediüzzaman Said Nursî, Mektubât, s.161-163
41. Bediüzzaman Said Nursî, Mektubât, s.163

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:01 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
Hz. Muhammed (S.A.V.) Mektup

Asrın günahkârları adına, Efendiler Efendisine (s.a.v),
Sana “gel” demeye yüzümüz yok Efendim. Sen kabul buyur bizi, sen davet et de biz varalım o ravzay-ı pâkine yalınayak. Gerekirse yollarında emekleye emekleye, hatta sürünerek, yüzüstü gelelim huzuruna. Sen kabul et ki biz senin uğruna her türlü ezâya, cefâya razıyız.
Sümeyye’ler (r.a) misali bizi de ayaklarımızdan bağlayıp develeri ters istikamete sürsünler. Bedenlerimiz iki parça olsun. Vücudumuz tek parça olarak kapına gelmekten utanıyoruz. Bir değil bin parça olsun bedenlerimiz de yeter ki kabul et bizi. Kabul et ki Bilâl (r.a) gibi bizi de kızgın kumlara yatırsınlar ve diyebilelim Allah’ın huzuruna çıkarken, o gün, senin ve dinin için bütün meşakkatlere katlandık diye. Kabul et ki Habbab bin Eret (r.a) gibi bizi de bir hasıra sarmalasınlar ve sonra da yaksınlar. Senin yolunda feda edilmemiş bir can olarak huzuruna gelmekten utanıyoruz Efendim. Yeter ki sen “ümmetim” diye kabul et bu asrın günahkarlarını Efendim.
Bizi de “liva-ül hamd” sancağının altında topla, o dehşetli günde. O gün öyle dehşetli gün ki bütün beşeriyet hatta peygamberler dahi “nefsî, nefsî..” dediği gündür. Sadece senin “ümmetî, ümmetî..” diyeceğin o günde, bizi yani bu acizleri, bu günahkar ümmetini bir halimizle perişan bırakma Efendim.
Öyle bir hale düştük ki Efendim, gündüzlerimiz bile siyaha boyandı. Sen kokmayan gülleri büyüttük bahçelerimizde. Senin için olmayan neyimiz varsa hep renksiz, neyimiz varsa hep yağmalandı çaresiz. En kutsal hediyesiydin Yaradan’ın bize. Heyhat ki koruyamadık tam manasıyla seni. Asır, sinede ateş misali oldu.. İman elde kor gibi Efendim. Sevgili diye yılanlar atıldı koynumuza.
Ey Güllerin Sultanı! Sana gel demeye yüzümüz yok. Sen davet buyur bize. Biz gelelim alemlere rahmet olan Sen’in nurlu eşiğine. Davet et ki bütün meşakkatler kabulümüzdür. Tek temennimiz bu asrın biz çaresizlerini de “Ey rabbim! Bunlar da benim ümmetimdendir” demendir. Toprak olup aslımıza döneceğimiz günler elbette uzak değildir. Bir tebessüm buyur ki gittiğimiz yerler nurunla aydınlansın Efendim.
Amellerimiz bizi cennetin yanına bile götürmez ki sana muhabbetimiz olmadan. Bizi “ümmetim” diye kabul et ki asırlardır hep dünyaya bel bağlamış şu günahkarların artık Sen’in muhabbetinle yürekleri taşsın cihandan, cuş-u huruşa gelsin yüreklerimiz sana olan aşkla.
On dört asır evvelinden “Ümmetim yağmur misalidir. Evveli mi ahiri mi hayırlıdır bilinmez” buyurmuştun. Ama Efendim, biz haramlarla günahlarla hemhal olduk daim. İçimiz dışımıza bir çevrilse ne kadar acınacak halde olduğumuz görülecek. Allah ise bu halimiz mahşere sakladı. Bu yüzden başımız önümüzde eğik, bu yüzden sana “Gel Ey Efendim” diyemiyoruz. Çünkü sana gel demekten utanıyoruz Ey Gönüllerin Şehremini. Öyle ise biz gelelim kapına. Kapına gelip Kıtmir’in olalım Sen’in daima.
Kabul et nolur. Yoksa başımıza dağlardan daha büyük taşların yağacağı gün yakındır. O gün kaçacak yer olmayacak Efendim. Azığımız olan salih amelleri boynumuzda gerdanlık yapamadık bu dünya zindanında. Kalplerimiz taş kesildi Ey Gönüllerin Sultanı! Ummanlar çekilip kurudu birer birer. Hayat çöl ortasında kaldı çaresiz.
Sana “gel” diyemiyoruz Efendim, “doğ gecelerimize” diyemiyoruz sana Sultanım. Ama nolur sen kabul et de senden gayrı neyimiz varsa hepsini geride bırakıp sana gelmek istiyoruz. “Af diliyoruz” kapında. Ey Güllerin Sultanı! Bize yüzünü çevirme nolursun.
Efendim! Sana salât olsun.. selamlar olsun..
Bizleri sana ümmet yapana hamdler olsun..

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:01 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, muhterem kerîmeleri Hz. Fâtıma-i Zehrâ (r.anhâ)’ya gelin olurken şu nasîhatta bulunmuşlardır: "Kızım kendini temiz tut! (Devamlı) Rabbini zikret! Efendin sana baktığı zaman Sen’den memnun olsun, büyük bir ferahlık duysun! Gözlerini sürmele! Sürme, kadınların ziynetidir. Kızım! Kocan sana baktığı zaman gözlerini ondan ayırma; Sen de mukâbele et! Böyle yaparsan sevgin fazla olur. O başka tarafa bakarken, Sen onun yüzüne bak! Bunun büyük mükâfâtı vardır.. Güzel bakışlarınla, güler yüzle onu takip edip memnun etmene bir ay nâfile orucu sevâbı yazılır.

Kocanın yanında sessiz ve ilgisiz durma! Onun hoşlandığı şekilde güzelce söyle ki, sana muhabbet etsin.. Kocanın hatâlarını başkalarına söyleme! Eğer söylersen, Allah Teâlâ sana gazab eder.. Sonra melekler, peygamberler ve nihâyet kocan sana gücenir..." (235)

*

Ashâb-ı Kirâm’dan Hâris (r.a.)’ın kızı Esmâ (r.anha), gelin olup giderken annesi ona şu nasîhati yapmıştı:

"Kızım, evimizden çıkıp başka bir eve, ülfet etmediğin bir kimseye gidiyorsun.. Sen kocana yer ol ki, o sana gök olsun! Sen ona hizmetçi ol ki, o sana köle olsun! Kocana yumuşak davran! Öfkeli hallerinde sessizce yanından kayboluver.. Öfkesi geçinceye kadar ona görünme.. Ağzını ve kulağını muhâfaza et.. Kocan sana fenâ söylerse, söylediklerini duyma; sakın mukâbelede bulunma! Ona karşı gelme! Dâimâ senden güzel söz işitsin, güler yüz görsün.. Bu suretle sana iyi nazarla baksın.." (236)

*

Arap kabilelerinin reislerinden Avf b. Milham’ın Ümm-i Unâs adında bir kızı vardı. Bu kızını Arap meliklerinden Kinde emiri Hâris b. Amir ile evlendirmeye karar verdi. Kızın annesi Ümâme, gelin olacağı gün kızını karşısına oturtup asırlardır kıymetini ve tazeliğini muhâfaza eden şu târihî nasihatlarını yapmıştı: "Bak yavrum! Sana bazı şeyler anlatacağım. Onları belleyip îcâb ettiği şekilde hareket et ki, kocanla güzel geçinip aranız bozulmasın:

1. Hâline râzı ol! Yâni kocan, yenilecek ve giyileceğe dâir ne alır getirirse kabul et! Zîrâ kalb rahatlığının ilk yolu kanâattir.

2. Kocanla olan sohbetlerinde, onun sözlerine itâat ederek konuş! İtiraz ve isyan ederek hürmet ve itâatte kusûr etme!. Böyle karşılıklı anlaşma ve itâat ile yapılan sohbetlerden Allah Teâlâ râzı olur..

3. Efendinin göreceği yerlere dikkat ve ehemmiyet göster! Sakın onun gözüne çirkin birşey çarpmasın!.

4. Kokusu olabilecek yerleri kolla, hassasiyet göster.. Daima güzel kokulu durmasını temin et.. Burnuna kötü koku gitmesin! Şunu unutma ki, güzellik ve temizlik getiren şeylerin en iyisi ve âlâsı sudur.

5. Yemek saatini iyi tesbit et.. İstediği anda hemen hazır bulundur..

6. Uyuyacağı vakti geciktirme.. Adeti ne zamansa, o zamanda yemeğini ve yatağını hazırla! Zîrâ açlık, insanı huysuzlandırdığı gibi, uykusuzluk da öfkelendirir, geçiminin bozulmasına sebep olur.

7. Mal ve eşyasını muhâfaza etmekte titizlik göster.. Çünkü malı muhâfaza etmek, iş bilmekten doğar.

8. Akrabâ ve yakınlarına hizmette kusur etme! Kocanın hısım-akrabâsına hürmet etmek de iyi idâre ve tedbirli olmaktan ileri gelir.

9. Efendinin, haberdar olduğun sırlarını sakın kimseye duyurma.. Eğer duyuracak olursan, itimâdını kaybeder, sen de ondan emin olamazsın...

10. Kocanın dîne aykırı olmayan isteklerini yerine getir.. Zıddını söyleme ve karşı gelme! Eğer karşı gelip isyan edersen, kendine kinlendirip düşman edersin.. O, kederli olduğu zaman sen neşeli olmaktan; neşeli olduğu vakit de sen hüzünlü görünmekten çekin! Zîrâ onun üzüntülü zamanında senin neşeli görünmen, neşeli zamanında da kederli bulunman onu sevmemenin, hislerine ve dertlerine ortak olmamanın delilidir. Bu hal ise, sizi birbirirnizden ayırmaya kadar götüren soğuk bir davranıştır.

Şunu iyi bil ki, bu nasihatlarımı yerine getirip gereği gibi hareket edebilmen için; isteklerine, eşinin isteklerini tercih etmen gerekmektedir. Onun isteklerini nefsinin isteklerine tercih edebilirsen, bu söylediklerimi kolayca yapabilirsin..." (237) Büyüklerimizin tecrübe mahsûlü olarak kızlarına yaptıkaları bu nasihatlar; ağız tadıyla geçinmek, evini ve çocuklarını güzelce idâre etmek ve onları mutlu kılmak isteyen hanım kızlarımızın kulaklarına küpe olmalıdır.

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:01 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
PEYGAMBER BİZE GELSE

KAÇ SENE OLDU BİLMİYORUM, AMA herhalde yedi-sekiz sene kadar öncesiydi. Bir dost meclisinin son faslında bir gönül dostum bize ya bir radyodan yahut bir kasetten kaydettiği bir şiiri dinletmişti. Şiiri okuyanın Allah vergisi sesi etkileyiciydi, hoştu. Şiir de hayli dokunaklıydı doğrusu.
Şiiri okuyan kişiyi, aynı zamanda şiirin yazarı olarak bildim seneler boyu. Yıllar geçip internet denilen hayra da şerre de son derece müsait keşfi kullanır hale gelip bu şiirle tekrar be tekrar karşılaşınca da kanaatim değişmedi. İnternet üzerinden bana gelen mektuplar arasında, bu şiiri arkadaş çevresine yaymaya çalışan samimi insanların mektupları da vardı. Ayrıca, İslâm adına hazırlanmış elliye yakın sitede bu şiirin ya Türkçe yahut İngilizce olarak mü?minlerin dikkatine ve rikkatine sunulduğunu görecektim. Ne ki, kimi yazarının isminin bilinmediğini söylüyor, kimi şiiri ilk kez kendisinden işittiğim kişinin adını zikrediyor, kimi başka bir isim veriyordu.
Bunca rivayet arasında, şiirin yazarı kimdir, nerelidir, çözebilmiş değildim. Ama bu şiirin özellikle internet kanalıyla elden ele, dilden dile dolaştığını yakinen biliyordum.
Şiirin yazarı, bunu merak ettiğini söylüyordu işte. Ama gerçekte pek de merak ettiği söylenemezdi. Zira, Peygamber bize gelse neler yapacağımızdan emin gibi bir hali vardı. Onun yaptığı, bir merakı dizelere taşımak değil; bir ?merak? imgesi etrafında ?olan?la ?olmamız gereken? arasında yüzleşme yaşamamızı sağlamaktı. Bu yüzleştirmeyi yaparken, gönül huzuruyla Peygamberin karşısına çıkacak yüzümüzün olmadığını ihsas etmekteydi.
İlk kez duyduğumda, kendimi kendisiyle tamamen hemfikir bulduğum bir şiirdi bu. Yaşadığım hayatın Peygamberin yaşadığı hayata tastamam uyduğunu, yaşadığım mekânın da Peygamberin yaşadığı mekân olduğunu söyleyemezdim. Arkadaşım, dostum, tanıdığım olan kişilerin çoğu için de yapamazdım bunu. Resûlullah?ın hayatında olan birçok şey bizim hayatımızda yoktu; bunu biliyordum. Evlerimizde Resûlullah?ın evinde olmayan birçok şeyin olduğunu da biliyordum. Bu halimizle Peygamber bize gelse yaşayacağım duygunun ancak ve ancak utanç olacağını, yüzümün renginin atacağını, Peygamber aleyhisselam evde olduğu müddetçe evimin bana dar geleceğini tahmin edebiliyordum. Yakın çevremden duyduğum sözler ve tahliller de bu kanaatimi destekler mahiyetteydi.
?Olan? halimin ?olması gereken?in uzağında olduğunu biliyor olduğum için benim böyle düşünmem normaldi. Beni endişeye sevkeden asıl husus ise, ?olması gereken?e benden çok daha yakın olan insanlardan da benzeri yakınmalar gelmesiydi. Takvalarına imrendiğim kimi insanlar dahi, "Peygamber bize gelse" diye başlayan karamsar enstantaneler sıralıyorlardı. İçlerinden öyleleri vardı ki, bırakın girip de sonra birşeyler söylemeyi, Hz. Peygamber şöyle kapıdan içeri baktığı ân evimize girmeyip geri döner diyorlardı. Takvalarına imrendiğim ve evlerinin Peygamberin evine bir derece benzediğini düşündüğüm insanlar böyle düşünüyorsa benim hisseme neler düşmezdi ki? Onlar böylesine karamsar iken, ben Peygamberin evimizi ziyarete geleceğini hayal edebilir miydim? Geldi ve girdi diyelim, ondan bir yığın azar işitmeyeceğimi umabilir miydim?
Kaldı ki, Peygamber bize gelmeden Peygamber adına bir yığın azar işitiyordum zaten. Birileri, Peygamber adına, beni-seni-onu-bizi-sizi-onları zaten azarlıyorlardı. "Peygamber bize gelse" yaşayacağım yüzleşmenin hüznü beni zaten sarsıyorken, "Peygamber size gelse" kalıbında konuşan birileri, sarsmaktan öte, iç dünyamda yıkımlar yaşatıyorlardı bana.
Kimilerinin azarı ise, evimizden ziyade, doğrudan şahıslarımızla, daha doğrusu görüntümüzle ilgili idi. Sakal, sarık, cübbe yoksa üzerimizde, vaziyetimiz sakat demekti. Resûlullah?ın sakal bıraktığı ve sakalın fıtrattan olduğunu söylediği ortada iken sakalsız dolaşmak ona karşı bir isyan ve itiraz alâmeti değil miydi? Bu çıkarımdan son derece emin öyleleri vardı ki, imanı sakalla eşleyen kitaplara dahi rastlamıştım. Sonuçta, sırf sakalı olmadığı için, hatta sakalı filan kişinin sakalıyla aynı boyda olmadığı için imanından şüpheye düşen insanlar da görmüştü gözlerim.
Aynı gözler, tesettürü ?çarşaf?a kilitleyen kitaplar ve kişiler de görmüştü. Binbir mihnetin ve eziyetin ortasında tesettürüyle okumuş olan, tesettürüyle okuma uğruna sene kaybını göze alan eşim ve emsalleri, kimilerine göre, ?mesture? bile sayılmazlardı aslında. Kimisi ?sünnete uygun tesettür?ü çarşaf ve peçeye indirgeyerek söylüyordu bunu; kimileri ise, başörtüsünü belli renklerle sınırladığı için.
Hem, bakıma muhtaç çocuğu yüzünden tesbihatı yahut Kur?ân okuması aksadığı için çocuğuna kahırla bakan anneler olduğunu duymuştum. Böylelerinden aldığı derse binaen ?sünnete uygun? yaşamak adına çocuksuzluğu düşünen evlilik adayları olduğunu da. Uyamadığı bazı sünnetlerden dolayı kendisini Peygambere isyan halinde bilen, kendisine bu derece kahırla yaklaştığı için de Allah?ın ona nasip ettiği güzel düşünceleri başkalarıyla paylaşmaktan çekinen, zira ?kendisi isyan halinde iken başkalarına onları tebliğ etmenin ikiyüzlülük ve hatta nifak alâmeti olduğunu? düşünen insanlardan da haberdardım.
Ve bütün bunlar, sünnete karşı apaçık savaş açmış olan kesimlerin ve onların nabzına uygun şerbet hazırlayan ?her devrin alimi? kişiliklerin yapmak istedikleri şeyin yanlışlığına bedel, samimiyetle ve dosdoğru bir niyetle sünnete sarılan kesimler arasında da bir algılama ve uygulama sorununun varlığını hissettiriyordu bana. Sonuçlar doğru çıkmıyorsa, yanlış giden birşeyler olmalıydı. Bir yerlerde bir yanlışlık vardı da, bu yanlışlık neydi ve neredeydi peki?
90?lı yılların ortasında ve tam da bu sorularla boğuştuğum hengâmda kader-i ilâhî önüme iki imkân çıkaracak; ve bu iki imkân, hayatımın sonraki zamanları için ciddi açılımlar temin ederken, böylesi sorulara da cevap bulmamı sağlayacaktı.
Bu kemal formülünün, bu celâl-cemal denkleminin hayatın değişik alanlarına uzanan bir dizi veçhesi vardı. Amel-iman dengesi, azimet-ruhsat dengesi, korku-ümit dengesi, uyarma-müjdeleme dengesi, hikmet-rahmet dengesi, ilim-hilim dengesi.. bunlar arasındaydı. İşte, bir kere ana formülü bulunca, o güne kadar hayatımda ve zihnimde bölük pörçük duran, hatta hepsini doğru yerine oturtamadığım için aslında bir türlü yerine oturmayan bir dizi ölçü asıl yerini bulmuştu artık. Hayat binamın temel taşları bu formülle yerine oturmuştu.
Hayatımın ?denge? ve ?kemal? eksenine yöneldiği bu zaman zarfında, hasbelkader, yoğun bir hadis ve siyer okumasına da başlamıştım. Zamanın ve olayların idaresi Kudret Elinde olan Rabb-ı Rahîm, Hz. Peygamber?in hayatına dair Türkçe?deki en geniş hacimli kitabın redaksiyonu gibi bir işi çıkarmıştı karşıma. Bir yıl boyu koskoca sekiz cildi üç defa okuyacak; bu arada Resûlullah?ın hayatında ?uçlar?dan azâde bir ?zirve? halinin en mükemmel örneğini bulacaktım. Bu vesileyle öğrendiğim bir diğer şey, o güne kadar ?Peygamber? ve ?sünnet? adına yüzyüze geldiğim bazı yaklaşımların gerçekte ?sünnet?le ne derece örtüştüğünü sorgulamam gerektiğiydi. Nitekim, Hz. Peygamber?i hayata, kâinata ve fıtrata muhatabiyeti cihetiyle tanımaya adanmış ?Peygamberin Bir Günü? başlıklı çalışmam için otuz küsur cilt hadisi taradığımda, bu sorgulama had safhaya erişecekti.
Bu okumalarımın bana gösterdiği en yalın gerçek, gündelik hayatta yüzyüze geldiğim bir dizi yaklaşımın sünnetin geniş yolunu dar bir patikaya dönüştürdüğü gerçeğiydi. Bu patikadan gidemiyor olmamız, sünnetin dışında olduğumuz anlamına gelmiyordu; zira sünnet yolu o patika değildi. Hadis külliyatları ile günümüze taşınan sünnet yolu, her fıtrattan insanın içinde kendine uygun bir şerit bulabileceği bir çeşitlilik arzetmekteydi.
Meselâ, o kudsî nebi(a.s.m.), "En faziletli amel nedir?" diye sorulduğunda, soran kişinin ihtiyacına ve istidadına göre farklı farklı cevap vermişti. Genç bir sahabiye "Allah yolunda cihad" cevabını verirken, anne-babasıyla sorunu olan bir başkasına "Ana-babaya iyilik etmendir" demişti. Yaşlı bir hanıma verdiği cevapta ise, en kısa namaz tesbihatı zikredilmekteydi.
Meselâ, o kudsî nebi(a.s.m.), ümmet için nümune-i imtisal olan Ehl-i Beytinin en mümtaz siması olarak kızı Fâtıma?nın renkli ve nakışlı bir perde edinmesi üzerine kızının evinden içeri girmemiş; ama böylesi perdeleri olan başka evlere girmişti. Hatta, kızına da "O perdeyi filanlara gönder" diye tenbihlemişti?"O perde senin putun. Yak, yırt onu!" gibi sözler ise asla çıkmamıştı onun mübarek ağzından.
Meselâ, o kudsî nebi(a.s.m.), hanımı Aişe?nin duvara astığı aslan resimli örtüyü kaldırtmış; bu tavırdaki nebevî kasdı çok iyi anlayan Hz. Aişe?nin kumaşı bir-iki parçaya ayırıp minder yapmasına ise ses çıkarmamış, bilakis evinde otururken bu minderleri kullanmıştı.
Risale müellifinin sünnet yolunu tarif ederken ?minhâc,? yani ?geniş yol? tabirini kullanmasındaki inceliği, o şefkatli nebînin hayatından böylesi kesitlerin farkına vardığımda, nihayet anlamış sayılabilirdim artık. Hayır, Hz. Peygamber ancak çok az kişinin geçebileceği dar bir geçit hazırlamış değildi; o, ardına düşenleri patikadan geçiren bir kılavuz da değildi. O, ardına düşen her istidadın kendine münasip bir şerit bulabileceği geniş bir cadde hazırlayan ?rahmeten li?l-âlemîn?(a.s.m.) idi.
Bir kısmını bizzat yaşadığım, bir kısmının yaşandığını gözlemlediğim açmazların ardında ise, bu geniş yolu, genişliği ve kuşatıcılığı ile yerli yerinde kavramayınca gerçekleşen seçmeci ve daraltıcı bir ?sünnet eklektisizmi? vardı.
Bu okumalar vesilesiyle farkettiğim bir diğer yaklaşım hatası, Hz. Peygamberin şahsiyetine dairdi. Bizim kafamızda öyle bir Peygamber tarifi vardı ki, bu tariften ?rahmet peygamberi? mânâsının çıkması asla mümkün değildi. Evlerimize geldiğinde bizi delici bakışlarla süzecek olan, daha evimizin kapısı kendisine açılır açılmaz evi tarassuda başlayacak olan, evimizde olduğumuz sürece yapıp ettiğimize, yiyip içtiğimize, gelene gidene karışacak olan, hatta evlerimizi ?puthane?ye benzetecek olan, hatta evimizde olan kimi şeyleri alıp atacak olan bir peygamber! Huzurunda sürekli ?falso yapmama? telaşı yaşadığımız, bir yanlışımızı görür görmez lâfı yapıştıracak olan bir peygamber! Bizi kendisiyle yargılayacak olan, kendisinin yapıyor olup da bizim yapamıyor olduğumuz her bir şey için bize lâf söyleyecek olan bir peygamber!
Hz. Peygamberin evinde büyümüş olan ve kendisi mizaç itibarıyla celâl taşıyan Hz. Ali ise, şöyle tarif edecekti Hz. Peygamberi:
Hz. Ali?nin bu sözleri, Resûlullah?la yaşanmış otuz küsur yılın şahitliğinde söylemiş olduğu sözlerdi. Hz. Peygamberle on yıl evlilik hayatı yaşamış olan Hz. Aişe ise, onun için, şöyle diyecekti:
O, böyle bir peygamberdi işte. Rahmet peygamberiydi. Şimdi, bu hal üzere olan Peygamberin gelip bizi yerden yere vuracağını, hakkımızda kaba sözler sarfedeceğini nasıl düşünebiliyorduk peki?
Sanırım, sahabiler hakkında geliştirdiğimiz yaklaşımdaki zaaflardan ötürü. Öyle bir ?sahabi? tablosu çiziyorduk ki, bu tarife göre, onlar insan değil de melek idiler âdeta. Her biri doğuştan mükemmel, hepsi doğuştan koruma altında idi sanki. Hiçbiri hiçbir zaman hiçbir yerde sürçmemiş olmalıydı. Eh, etrafında böylesine düzgün insanlar olunca, Peygamber niye bağırıp çağırsın, niye kaba söz söylesin, neden öfkelensindi ki?
Halbuki, vâkıa böyle değildi. Evet, bütün dünya Allah?a ve Resûlüne savaş açmış iken onun yanında saf tutma gibi, İslâm yolunun ?saff-ı evvel?i olma gibi muazzam bir kalite sergilemişti sahabiler. Ama bu, onların asla sürçmedikleri, doğuştan kusursuz oldukları gibi bir anlama da gelmiyordu. Kaldı ki, hiç sürçmemiş olsalar, sık sık sürçebilen bizlerin çıkış yolunu bulmasını sağlayacak birer örnek olabilirler miydi?
Sahabileri ?doğuştan kusursuz? gördüğümüzde ise, hem Resûlullah?ın eliyle gerçekleşen mucizevî dönüşümün büyüklüğü nazarımızdan gizleniyor, hem de bugün Resûlullah?ın getirdiği nurun aydınlığında böylesi dönüşümler yaşanmasını sağlayacak dersler çıkarma imkânımız yitip gidiyordu.
O, Uhud?da Osman dahil birçok sahabinin, Hudeybiye?de Ömer dahil birçok sahabinin yaşadığı sürçme karşısında asla ve asla kırıcı, kınayıcı ve dışlayıcı olmuş değildi. Uhud?da onun direktifi hilafına yapılan işler, amcası Hamza ve sancaktarı Mus?ab dahil birçok güzide sahabinin şehadetine, kendisinin ise yüzünün yaralanıp dişinin şehit olmasına sebep olduğu halde, bizatihî Cenab-ı Hakkın Kur?ân?ıyla buyurduğu üzere, Allah katından gelen bir rahmetle onlara kötü bir söz etmiş değildi Peygamber. Yine de yumuşak davranmıştı. Ki, Kur?ân?ın belirttiği üzere, o suçluluk psikolojisi içinde kendilerine sert davransaydı, hepsi tastamam dağılıp giderlerdi. Ama o öyle davranmazdı. O rahmet peygamberiydi. O düşenlerin dostuydu; düşenleri düşüren şeytanın değil. Kaba sözle, dışlamakla onların şeytanlarına yardım etmez; bilakis, yumuşak sözle, affedip bağışlamakla kalblerine yardım eder ve şeytanların oyununu bozardı. Onun içinde bulunduğu ortamda kasvet değil, rahmet vardı. Öfke değil, mağfiret vardı.
Zaten, çokları, sırf onun bu haleti ve hasleti sayesinde Müslüman olmuşlardı. Kendisini öldürme kasdıyla ucu zehire bulanmış bir kılıçla mescidine gelen Umeyr b. Vehb?i Mescid-i Nebevî?den çıkmadan Müslüman yapan sır bu değil miydi? Huneyn?de onu öldürme hesapları yapan Şeybe b. Osman, Resûlullah?ın mütebessim yüzünü gördüğünde, hele o mübarek ellerini göğsüne koyduğunda mutlak bir dönüş yaşamamış mıydı? Medine?nin Yahudi alimlerinden Zeyd b. Sa?ne?nin İslâm?ı seçişinin ardındaki nebevî sır neyin nesiydi? Müşrik oldukları bir halde bir vadide alay etme kasdıyla ezan okuyup gülüşen Kureyşli gençler, Peygamber hiç öfkelenmeden onları yanına çağırdığında, sohbet-i nebevînin iksiriyle yoğrulup birkaç saati geçmeden İslâm?ı seçmemişler miydi?
O halde, Peygamber bize gelse neler yapacağımızı merak edenlerin şunu da merak etmesi gerekirdi: Peygamber bize gelse, biz aynı kalır mıydık?
Bana kalırsa, yapacağınız iş, sonuncusu olurdu. Onu size kadar ulaşan sözleriyle bir rahmet peygamberi olarak tanıyabilmiş iseniz, bütün eksiğiniz ve gediğinizle kendisine koşar, kapınızı da kalbinizi de gönül huzuruyla o gönüller tabibine açardınız
Onu olduğu gibi, sahabilerinin tanıdığı gibi tanıyabilsek, sanırım yalnız ona bakışımız değil, kendimize bakışımız da değişecek; ve, hayatlarımız da asıl o zaman değişecek. Kasvetten rahmet, ümitsizlikten gayret, trajediden zafer, dövünüp durmadan dönüşüm çıkmıyor çünkü.
O halde, hep ümit, hep ümit.
Metin Karabaşoğlu

Zafer Dergisinden alınmıştır

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:01 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 

Peygamberimin Sevdiği Müslüman Merhametli Olmalı
M.Yaşar Kandemir

Peygamberimin Sevdiği Müslüman Merhametli Olmalı
Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir

ALLAH TEÂLÂ merhameti yarattı; onu yüz parçaya böldü. Bu parçaların her biri gökle yerin arasını dolduracak kadar büyüktü.
Yüz parçanın sadece birini yeryüzüne indirdi.
Bir anne, bu duygu sebebiyle yavrusuna şefkat besler.
Bir hayvan, bu duygudan dolayı yavrusunun üzerine basmamak için ayağını kaldırır.
İnsanlar, cinler, yabanî hayvanlar, kuşlar, kısacası bütün varlıklar bu duygu sayesinde birbirine merhamet eder.
Geri kalan doksan dokuz parçaya gelince; Cenâb-ı Hak onları kıyamet gününde mü’min kullarını kurtarmak için yanında alıkoymuştur. Peygamber Efendimiz böyle buyurmuştur.
Gönüllerimizdeki sevgi, Allah Teâlâ’nın bize olan merhametinin bir sonucudur.

Merhamet eden merhamet görür
Yine Peygamber Efendimizden öğrendiğimize göre merhamet duygusu, Allah’a iman etmeyenler dışında her varlıkta bulunur.
Merhamet edene Cenâb-ı Hak da merhamet eder. Yeryüzündekilere merhamet eden, göktekilerden merhamet görür.
Ama merhamet etmeyene merhamet olunmaz.
Resûlullah Efendimiz, uzunca bir süre ibadet etmek niyetiyle namaza başlardı; fakat ağlayan bir çocuk sesi duyunca, “Belki çocuğun annesi cemaatin arasındadır; çocuğu ağladığı için huzursuz olabilir” düşüncesiyle namazı çabucak kıldırırdı.
Savaşlarda hem anne, hem de yavrusu esir alınmışsa, onları birbirinden ayırmamayı tembih eder, anne ile çocuğunu birbirinden ayıranı Allah Teâlâ kıyamet gününde sevdiklerinden ayırır, derdi.

Küçükleri sevmeli
Sevmeyi, çocuklara şefkat beslemeyi bize Peygamber Efendimiz öğretti.
Oğlu İbrâhim, Medine’nin biraz dışında yaşayan bir süt anneye verilmişti. Allah’ın Elçisi oğlunu görmek için sık sık oraya gider, çocuğunu kucağına alır, öpüp severdi.
Kızı Zeyneb’in küçük yavrusu Ümâme’yi omzuna bindirir, mescide götürür, çocuk omzunda olduğu halde namaza durur, rükûa varırken onu yere indirir, ayağa kalkarken tekrar sırtına alırdı.
Kureyşli kadınları, yavrularına olan şefkatleri sebebiyle, “Arap kadınlarının en hayırlısı” diye överdi.
Birgün yoksul bir kadın Hz. Âişe’nin evine geldi. Sırtında iki çocuğu vardı.
Hz. Âişe ona üç hurma verdi. O da çocuklarına birer hurma verip ötekini ağzına götürürken çocuklar onu da istedi. Kadıncağız elindeki hurmayı onlara paylaştırdı.
Bu yoksul kadının merhametine hayran kalan Hz. Âişe, gördüklerini Resûl-i Ekrem’e anlatınca Efendimiz şöyle buyurdu:
“Bu şefkati sebebiyle, Allah Teâlâ o kadına mutlaka Cenneti vermiş veya onu Cehennemden âzât etmiştir.”
Çocukları öpmek gerektiğini de Efendimiz öğretti. Çocuklarını öpmeyenlerin kalbinde merhamet bulunmadığını söyledi.

Yetimleri korumalı
Allah Teâlâ “Yetimi sakın üzme!” buyurduğu için Peygamber Efendimiz yetimlere kol kanat gererdi.
Kendi yetimini veya başkasına ait bir yetimi himâye eden kimseyle Cennette yan yana olacaklarını söylerdi.
Yetim hakkı yemekten şiddetle sakındırırdı.
Kur’ân-ı Kerîm, yetim malı yiyenlerin, karınlarına Cehennem ateşi doldurduklarını bildirdiği için, o da yetim malı yemenin insanı helâk eden yedi günahtan biri olduğunu söylerdi.

Büyükleri saymalı
Çocukları sevmeli, büyükleri saymalıdır. Peygamber Efendimiz çocukları sevip büyükleri saymayanların Müslüman olamayacağını söylerdi.
Saçı sakalı ağarmış Müslümanlara saygı göstermenin, Allah’a duyulan saygıdan ileri geldiğini ifade ederdi.
İkrâma büyüklerden başlamayı tavsiye ederdi. Bir gün bununla ilgili bir rüyasını anlattı:
Rüyamda dişlerimi misvaklıyordum. Yanıma biri diğerinden daha büyük iki kişi geldi. Ben misvakı küçük olana verdim. “Hayır, büyüğe vermelisin!” diye beni uyardılar. Ben de onu büyüğe verdim, buyurdu.
Söz ve konuşma hakkının öncelikle büyüklerde olduğunu söylerdi. Bir defasında büyüklerinden önce söze başlayan bir gence “Büyüğünü tanı!” buyurmuştu.
Eğer bir genç, yaşından ötürü bir ihtiyara saygı gösterirse, yaşlandığı zaman ona hizmet edecek kimseler verileceğini müjdelerdi.
“Büyükler neredeyse bereket oradadır” buyururdu.

Hayvanlara
merhamet etmeli
Peygamber Efendimiz bize, hayvanlara merhamet etmeyi ve onlara iyi davranmayı da öğretti.
Bir gün bakımsızlıktan karnı sırtına yapışmış bir deve gördü. Orada bulunanları:
“Şu konuşup derdini anlatamayan hayvanlar hakkında Allah’tan korkunuz!” diye uyardı.
Atış tâlimlerinde canlı hayvanı hedef tahtası yapmayı şiddetle yasakladı.
Yüzüne damga vurulmuş bir eşeği görünce çok üzüldü ve Müslümanları bu tür davranışlardan sakındırdı.
Günahkâr birini merhameti sebebiyle Allah Teâlâ’nın bağışladığını anlatıyordu. O kimse susuzluktan dili dışarı çıkmış bir köpek görmüş, onu sulamak için kuyuya inip su çıkarmıştı.
Öte yandan bir kediyi hapsedip ona yiyecek, içecek vermeyen bir kadının bu yüzden Cehennemlik olduğunu haber verdi.
Hayvanları keserken onlara eziyet etmemeyi, canlarını yakmamayı tembih etti. Hattâ serçeyi keserken ona merhamet edene Allah Teâlâ’nın âhirette merhamet edeceğini söyledi.
Bir serçeyi, yemek için değil de eğlence olsun diye öldürenin, âhirette bu yaptığının hesabını vereceğini bildirdi.

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:02 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
Hz. Enes bin Malik’in; “Resulullah (sas) söven, lanet eden, kötü söz söyleyen biri değildi. Birimize kızdığında ‘Alnın topraklansın’ derdi.” dediğini...
Enes bin Malik’in annesi Ümmü Süleym bir çocuk doğurunca, Resul-i Ekrem’in (sas), çocuğu istettiğini. Enes’in kollarında gelen çocuğu kucağına alarak Acve (iyi cins Medine hurması) hurmasını ağzında ezerek yumuşatıp bebeğin ağzına koyduğunu. Çocuğun onu yavaş yavaş emmesi üzerine, gülümseyerek “Medinelidir, hurmayı sever.” diyerek latife yaptığını ve dua ederek annesine gönderdiğini...

Hz. Ebu Zerr’in (ra); “Resulullah vefat edene kadar bizi o kadar güzel eğitmişti ki, gökte kanat çırpan bir kuşun hareketleri bile bize bir bilgiyi hatırlatırdı.” dediğini...

Uhud Savaşı’nda Efendimiz’in (sas) bindiği atın isminin Sekb (akan su) olduğunu...

Uhud Savaşı’nda Hz. Talha’nın (ra), Habibullah’ı (sas) korumaya çalışırken bir ara kan kaybından dolayı bayıldığını...

Hz. Peygamber’in (sas) Uhud’da yaraları ve yorgunluğu sebebiyle, tepeyi tırmanamayınca, ağır yaralarına rağmen Hz. Talha’nın, Efendimiz’i (sas) sırtına alarak gerekli yüksekliğe çıkardığını...

Server-i Ekrem (sas) ve ashabının, Uhud Savaşı sonrası çekildikleri tepede öğle namazını yorgunluk ve bitkinlikten ancak oturarak kıldıklarını ve sonra bir gözcü dikerek derin ve sakin bir uykuya daldıklarını...
Uhud’dan dönüşte Resul-i Ekrem (sas)’in akşam namazını kıldıktan sonra istirahat buyurduğunu ve aşırı yorgunluktan dolayı daldığı derin uykudan uyanamadığından yatsı namazını evinde eda ettiğini...

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:02 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
Peygamber Efendimiz henüz dünyaya gelmeden önce babasını, küçük bir çocukken de annesini kaybetmişti. Hem yetim, hem de öksüz büyümüştü. Yüce Allah onu annesiz-babasız bırakmıştı, ama kendi özel himayesine ve terbiyesi altına almıştı. “Beni Rabb’im yetiştirdi ve eğitti.” diyordu. Onun kadar anne-babanın hakkını ve değerini öğreten bir başkası yoktur. Kur’ân’ın ifadesiyle insan üzerinde Allah ve Resulünden sonra en çok hakkı olan anne-baba olduğu gibi, en çok sayılması ve sevilmesi gerekenler de onlardır. Rabb’imiz, Peygamberimize hitaben anne-baba hakkının önemini şöyle bildiriyor: “Rabb’in şunu da emretti: Ondan başkasına ibadet etmeyin. Anne ve babaya da iyilikte bulunun. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olurlarsa onlara sakın ‘Öf!’ bile deme. Onları azarlama, onlara güzel söz söyle. “Onlara merhamet ve tevazu kanadını ger ve de ki: Ey Rabb’im, nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, sen de onlara öylece merhamet buyur.” (İsrâ Sûresi, 22-23.)
Abdullah bin Mes’ud anlatıyor: Peygamber Efendimiz’e sordum: “Allah katında en iyi amel nedir?” “Vaktinde kılınan namazdır.” “Sonra hangisidir?” “Anne-babaya iyilik ve itaat etmektir.” “Sonra hangisi?” “Allah yolunda cihattır.”
Hiçbir şekilde anne-baba ayırt edilmez, biri öbürüne tercih edilmez, birinin sevgisi diğerinin önüne geçmez. Çünkü iki gözümüzden hangisini ötekinden üstün tutarız? Ancak Efendimizin hadislerine baktığımızda anne hakkının baba hakkından üç misli fazla olduğunu öğreniyoruz: Ebû Hureyre rivayet ediyor:
Peygamber Efendimize bir kişi geldi ve sordu: “Yâ Resulallah, en çok kime iyilik ve ihsan etmeliyim?” “Annene.” “Sonra kime?” “Annene.” “Sonra kime?” “Annene.” “Sonra kime?” “Sonra babana.” Bu hadisten hiçbir şekilde babayı üçüncü plâna atma anlamı çıkmamalı, ancak her zaman annenin öncelik taşıdığı gerçeğini de göz ardı edemeyiz. Yine adamın biri Peygamber Efendimize geldi, şöyle dedi: “Yâ Resulallah, ben annemi sıcak bir günde omzuma alıp iki fersah yol yürüdüm. Hava yere atılan bir et parçasını neredeyse pişirecek kadar sıcaktı. Acaba onun hakkını ödemiş oldum mu?” Peygamber Efendimiz şu cevabı verdi: “Senin bu hizmetin, onun bir doğum sancısını belki karşılar!”

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:02 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
Peygamberimiz'in iltifatları
Peygamber Efendimiz sık sık insanların gönlünü alır, onlara iltifat ederdi. Özellikle kabiliyetli, fedakâr, akıllı ve İslâmî hizmetlerde gayretli olan sahabilere yaptığı değişik iltifat dolu sözlerle onları sevindirirdi. Onlar da bu iltifat sonucu çocuk gibi sevinir ve âdeta bayram ederlerdi.
Hazret-i Ali Efendimiz anlatıyor:
“Bir gün ben, Cafer ve Zeyd, Peygamber Efendimiz’in huzuruna gittiğimizde Zeyd’e, ‘Sen bizim kardeşimiz, dostumuz ve arkadaşımızsın.’ buyurdu.
Zeyd sevincinden yerinden sıçrayarak oynaya oynaya gitti.
Kardeşim Cafer’e de, ‘Sen hem huy, hem vücut yapısı bakımından bana benziyorsun.’ buyurdu.
Cafer de sevincinden Zeyd gibi sıçrayıp oynaya oynaya gitti.
Ondan sonra Peygamber Efendimiz bana da, ‘Sen bendensin, ben de sendenim.’ buyurdu.
Ben de Zeyd’in arkasından sıçrayıp oynaya oynaya çıktım.” Peygamberimiz değişik biçimlerde sahabîlerine iltifatlar yapardı. Onlara yakınlık gösterir, gönüllerini hoş eder, sevindirirdi. Bazen olur, kalkar bizzat evlerine gider, evlerini şereflendirirdi. Sahabîler için dünyada bundan daha büyük bir mutluluk olmazdı.

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:02 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
Efendimiz (sas) hayatının her karesinde anlatacağı bir hususu en uygun ve en güzel bir üslupla anlatmış ve öğretmede de aynı metodu kullanmıştır. Bütün insanlığa rehber olan Efendimiz (sas)’in hayatına bakıldığında O’nun öğretim adına kullandığı bazı metotları öğrenmek, bütün insanlar için iyi bir örnek oluşturacaktır. Burada Efendimiz’in kullandığı her bir metoda, onun hangi söz veya davranışının dayanak olduğunu anlatmak yerine sadece metodu söyleyip geçmek istiyoruz:
1. Efendimiz, söylediği hakikatleri bizzat yaşayarak hayatıyla göstermiştir.
2. Dinî yükümlülükleri tedrîcî (yavaş yavaş, basamak basamak) bir sistemle öğretmiştir.
3. Öğretmede orta yolda durmaya ve insanları bıktırmaktan uzak durmaya riayet etmiştir.
4. Öğrenenler arasındaki kişisel farklılıkları göz önünde bulundurmuştur.
5. Karşılıklı konuşma ve soru-cevap şeklini kullanmıştır.

6. Yanlış düşünceyi söküp atmak ve gerçek doğru bilgiyi net bir şekilde muhatabın kafasına yerleştirmek için aklî ölçüleri kullanmıştır.
7. Muhataplarına soru yöneltmiş, böylece onların zeka ve bilgi seviyelerini ölçmüştür.
8. Mukayese ve örneklendirme metodunu kullanmıştır.
9. Benzetme ve halk arasında yaygın olarak kullanılan örnekleri kullanmıştır.

10. Anlattığı hususu, elinde herhangi bir şey ile yere ve toprağa çizerek bizzat göstermiştir.
11. Sözle beraber jest ve mimiklerini kullanmış ve el ile işaretlerde bulunmuştur.
12. Önemine binaen, halin mümkün kıldığı bir nesneyi bizzat eline almış, eliyle kaldırmış ve arkasından söyleyeceği hususu söylemiştir.
13. Muhataplarından bir soru gelmeden söze önce kendileri başlamıştır.
14. Muhatabının sorusuna eksik ve fazla olmadan cevap vermiştir.
15. Muhatabının sorusuna, onun ihtiyacına binaen sorduğundan daha fazlasıyla cevap vermiştir.
16. Muhatabını, güzel bir hikmete binaen, sorduğu sorudan daha önemli bir hususa yönlendirdiği de olmuştur.
17. Soru soranın sorduğu soruyu tekrarlamasını istemiştir.
18. Muhatabın aldığı cevabı tekrar etmesini istemiştir. Böylece cevap unutulmayacaktır.
19. Bildiği bir husustan dolayı kişiyi imtihan etmiştir ki bununla doğru cevap vereceği için kişiyi sena etmek, övmek istemiştir.

20. Önünde olan bir olaya karşı susma yolunu tercih etmiştir.
21. Öğretme esnasında meydana gelebilecek imkan ve fırsatları değerlendirmiştir.
22. Latife ve şaka yoluyla öğretmeyi tercih etmiştir.
23. Öğrettiği hususu yeminle tekit etmiş perçinlemiştir.
24. Öğretilen hususun önemine binaen sözü üç kere tekrar etmiştir.
25. Konunun önemini oturuşunu ve duruşunu değiştirerek ve sözü tekrar ederek göstermiştir.
26. Cevabı geciktirerek muhatabın sorusunu tekrar etmesini sağlayarak onu uyarmıştır.
27. Muhatabı intibaha sevk etmek için, onu omuzundan veya elinden tutmuştur.
28. Muhatabı teşvik için veya onu sıkıntıya sokacak bir durumdan dolayı, bazı hususların gizli kalmasını yeğlemiştir.
29. Söyleyeceği hususun hafızalarda daha iyi yer etmesi veya ezberlenmesi için, sözü kısa ve öz bir şekilde ifade etmiş, daha sonra ise ayrıntılarına geçmiştir.

30. Cevabın birkaç madde ile verileceği durumlarda önce cevabın kaç maddeden oluştuğunu bildirmek için sayıyı söylemiş daha sonra saymıştır.
31. Va’z etme, nasihat etme ve öğüt verme metodunu kullanmıştır.
32. İnsanların şevklerini kamçılama veya neticesi elem verici hususlardan şiddetle uzaklaştırma (Terğib ve terhib) metodunu kullanmıştır.
33. Kıssa ve geçmiş ümmetlere ve insanlara dair haberlerle öğretme metodunu uygulamıştır.
34. Sorunun cevabının muhatabı utandırma ihtimali olan hususlarda önce nazik bir hazırlık süreci hazırlamış ve soruyu öyle cevaplandırmıştır.
35. Sorunun cevabının muhatabı utandırma ihtimali olan hususlarda üstü kapalı olarak kinaye yoluyla ve işaret ederek yetinmiştir.

36. Kadınlara öğretmeyi ve nasihat etmeyi de asla ihmal etmemiştir.
37. Halin gerektirdiği durumlarda öğretme hususunda azarlayıp paylamayı (ta’nif) ve kızmayı (gadab) da ihmal etmemiştir. Ne var ki onun paylaması ve kızması da merhamet yörüngesinde ve ümmetinin selameti için olmuştur.
38. Talim ve tebliğde, kitabeti (yazma metodunu) da kullanmıştır.
39. Yabancı dilleri (mesela Süryaniceyi) öğrenmesi için bazı sahabileri görevlendirmiştir ki bu husus da günümüzde dünyanın dört bir tarafında İslam’ın güzelliklerini öğrenmek isteyenlere karşı yapılacak vazifenin çok önemli bir basamağını teşkil etmektedir.
40. Bizzat kendi mübarek zatıyla talimde bulunmuştur. Evet, Efendimiz (sas) evrensel bir eğitim-öğretim sistemi getirmiş ve bütün kalbleri, bütün ruhları, bütün akılları, bütün nefisleri ideal ufka yükseltecek bir mesaj sunmuştur. Sadece O’nun getirdiği sistemdir ki hem ruhu, hem aklı hem de nefsi, yükselebilecek en son noktaya ulaştırmıştır.

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:02 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
Kur'an ve Efendimiz Bir Vesiledir

En güzel ahlâkı biz O’ndan öğrendik. İnsanlığın gözündeki perdeyi O kaldırdı ve bizleri aydınlık ufuklara O götürüp ulaştırdı. Bu şuuru vicdanının en derin yerinde duyan sahabi “Minnet Allah’a ve Resulü’nedir” diyordu ve O’na ait her şeyi mübarek ve kurtuluş vesilesi sayıyordu. Saçından, sakalından düşen her mübarek tüyü, Cennet’ten gelmiş gibi kabul ediyor, ipekler, kristaller içinde, evlerinin en mûtena yerinde muhafazaya çalışıyorlardı. Allah Resulü de onları böyle davranmaktan men etmiyordu. Eğer onların böyle davranmaları şirk olsaydı, şüphesiz ki yeryüzünden şirki kazıyıp atmak için gelen Allah Rasulü, onları böyle yapmaktan men ederdi. Afrika’yı bir baştan bir başa fetheden büyük insan Amr b. As, büyük siyaset ustası ve dehâ çapında bir idare kabiliyetinin adamıydı. Vefat ederken dilinin altına Allah Rasulü’nden hâtıra kalmış mübarek bir kıl koyuyor ve bununla sorulan suallere kolay cevap vereceğine inanıyordu. Eğer sahabi de tevhidi anlayamadıysa, yeryüzünde tevhidi anlayan kim vardır? Eğer bu şekildeki tevessüller (vesile kılmalar) şirk ise ondan ilk kaçınması gerekenler Allah Rasulü’nün gökteki yıldızlara benzettiği ve “hangisine uysanız hidayeti bulursunuz” diye yücelttiği, bu mümtaz ve müstesna insanlar olması gerekmez miydi? Halbuki görüyorsunuz ki onlar bu ma’nâda tevessülde bulunmayı mahzurlu görmüyorlar.
Başka bir misal daha verelim: Hz. Ömer devrinde bir kuraklık olmuştu. Hz. Ömer, bu musibetin kendi yüzünden ümmetin başına geldiğine inanıyordu. İki büklümdü ve yüzü bir türlü gülmüyordu. Bir gün aynı düşünceli eda ile evine gidecekti, fakat birden durdu. Geriye döndü ve koşar adımlarla bir istikamete doğru yürüdü. Geldiği ev Hz. Abbas’ın eviydi. Kapıyı Hz. Abbas açtı ve O’nun, ne olduğunu sormasına bile fırsat bırakmadan elinden tuttu ve bir tepeye doğru götürdü. Orada Hz. Abbas’ın elini havaya kaldırarak şöyle dua etti: “Allah’ım biz hayatta iken, Resulü’nün aziz varlığını şefaatçi yapar ve isteyeceğimizi O’nun adına isterdik. Fakat artık O aramızda değil. Ancak bu gün Sen’in huzuruna, Habib’inin amcasıyla geldim. Şu el hürmetine bize yağmur ver!” Sahabi diyor ki, daha onların elleri havadan inmemişti ki gökten sağanak sağanak yağmur boşalmaya başladı. Bu vakaları çoğaltmamız mümkündür.

Şu soruları kendi kendimize soralım ve cevaplarını düşünelim:

* Kur’an’ın vesileliğini inkâr etmeye imkân var mıdır?
* Kur’ân olmasaydı biz, ebedi hayat ümidini hangi kaynaktan alacaktık?
* Dünya hayatımızı nasıl tanzim edecek ve Cennet haritasını nasıl görecektik?
* Yine mi’râca dahi çıktığı zaman “ümmeti ümmeti” diyerek geriye dönen Efendimiz’in vesileliğini inkâra imkân var mıdır?
* O öğretmeseydi biz dinimizi kimden öğrenecektik?

Vesile konusunda ölçümüz ne olmalı? Kendisiyle tevessül edilen şahıslar esas gaye ve maksat yerine geçirilmediği ve onların sadece bir vesile ve vasıta olmaktan öte hiçbir salahiyetlerinin bulunmadığı unutulmaz ve bütün bunlarda Cenab-ı Hakk’ın dilemesi ve yaratmasının esas olduğu nazardan kaçırılmazsa tevessül vardır ve olmuştur. Bunun şirkle herhangi bir alâka ve irtibatı da yoktur. Ancak her ma’sûm düşüncenin sû-i istimali mümkün olduğu gibi, bunu da kötüye kullananlar olabilir. Fakat, onların bu art niyeti, tevessülün özünde masum bir hareket oluşuna asla zarar veremez.

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:02 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 

Âl-i İmrân,3/59
Muhterem Müslümanlar!
Cenâb-ı Allâh tarafından insanlara rehberlik yapmak üzere pek çok peygamber gönderilmiştir. İlk Peygamber Hz. Âdem, son peygamber de Hz. Muhammet’tir. Hz. Muhammet’ten sonra artık peygamber gelmeyecek ve O’nun getirdiği din kıyamete kadar bakî olacaktır.
Allah tarafından gönderilen peygamberlerden biri de Hz. İsa’dır. Hz. İsa Kudüs'e yakın bir beldede Hz. Meryem'den babasız olarak doğdu. Bu doğum, Cenâb-ı Allâh’ın bir mücizesidir. Nitekim Yüce Mevlâ şöyle buyurur: (Meryem), “onlarla kendi arasında bir perde germişti. Biz, ona Cebrail’i göndermiştik de ona tam bir insan şeklinde görünmüştü. Meryem, “Senden, Rahman’a sığınırım. Eğer Allah'tan çekinen biri isen (bana kötülük etme)”dedi. Cebrail, Melek, ” Ben ancak Rabbimin elçisiyim. Sana tertemiz bir çocuk bağışlamak için gönderildim” dedi. Meryem, “Bana hiçbir insan dokunmadığı ve iffetsiz bir kadın olmadığım halde, benim nasıl çocuğum olabilir? dedi. Cebrail, “Evet, öyle. Rabbin diyor ki: O benim için çok kolaydır. Onu insanlara bir mucize, katımızdan bir rahmet kılmak için böyle takdir ettik. Bu zaten (ezelde) hükme bağlanmış bir iştir”dedi. Böylece Meryem çocuğa gebe kaldı ve onunla uzak bir yere çekildi.”(1) (Meryem), “Ey Rabbim! Bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur?” dedi. Allah, “Öyle ama, Allah dilediğini yaratır. O bir şeyin olmasını dilediğinde ona sadece “ol” der, o da hemen oluverir” dedi.(2)
Kur'an-ı Kerim’de: Şüphesiz Allah katında (yaratılışları bakımından) İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir: Onu topraktan yarattı. Sonra ona "ol" dedi. O da hemen oluverdi.(3) buyurularak Hz. İsâ’nın babasız yaratılması, Hz. Âdem’in babasız yaratılmasına benzetilerek Allâh’a göre bunun kolay bir iş olduğu açıklanmıştır.
Hz. İsa, beşikte mucizevî olarak konuşmuştur. Kurân-ı Kerîm’de bu olay şöyle anlatılır: Kucağında çocuğu ile halkının yanına geldi. Onlar şöyle dediler: “Ey Meryem! Çok çirkin bir şey yaptın! ”Ey Harun'un kız kardeşi! Senin baban kötü bir kimse değildi. Annen de iffetsiz değildi.” Bunun üzerine “Meryem, çocukla konuşun diye” ona işaret etti. "Beşikteki bir bebekle nasıl konuşuruz?” dediler. Bebek şöyle konuştu: " Şüphesiz Ben Allah'ın kuluyum. Bana Kitab'ı (İncil’i) verdi ve beni bir peygamber yaptı." "Nerede olursam olayım beni kutlu ve erdemli kıldı ve bana yaşadığım sürece namazı ve zekatı emretti." "Beni anama saygılı kıldı. Beni azgın bir zorba kılmadı." "Doğduğum gün, öleceğim gün ve diriltileceğim gün bana selam (esenlik verilmiştir).” Hakkında şüpheye düştükleri hak söze göre Meryem oğlu İsa işte budur. (4)
Aziz Mü’minler!
Hz. İsa’nın bu şekilde toplum huzurunda konuşması, Allâh’ın kulu olduğunu söylemesi büyüdükten sonra kendisine “Allah'ın oğlu” olduğu şeklindeki bir isnadın reddedilmesi hikmetine dayanmaktadır.
Hz. İsa (a.s), hak dine davet görevini İsrailoğulları içerisinde yürüttü. İsrailoğullarının içine düştüğü dînî ve ahlâkî çöküntüden kurtarmak, Tevrat'ın terkedilmiş hükümlerini hatırlatmak ve görülen aksaklıkları düzeltmek için İncil ile bu görevini sürdürüyordu. Hz. İsa (a.s) İsrailoğullarını sürekli olarak Tevrat'a uymaya çağırıyor ve: “Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri helal kılmam için gönderildim ve Rabbiniz tarafından size bir mucize de getirdim. Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.” (5) diyordu.
Öncelikle, Hz. İsa(a) tevhide (tek Allah’a inanmaya) cağırıyor ve Kur’an-ı Kerîm’in ifadesiyle şöyle diyordu:
Ey kitap ehli! Dininizde sınırları aşmayın ve Allah katında ancak hakkı söyleyin. Meryem oğlu İsa Mesih, ancak Allah’ın peygamberi, Meryem’e ulaştırdığı (emriyle onda varettiği) kelimesi ve kendisinden bir ruhtur. Öyleyse Allah’a ve peygamberlerine iman edin, “(Allah) üçtür” demeyin. Kendi iyiliğiniz için buna son verin. Allah ancak bir tek ilahtır. O çocuk sahibi olmaktan uzaktır. Göklerdeki herşey, yerdeki her şey O’nundur. Vekil olarak Allah yeter.
İkinci olarak da Hz. İsa(a), Yüce Allah'a ibadet etmeye da’vet ediyordu. Nitekim Kur’an-ı Kerîm, bunu şöyle naklediyor: “Şüphesiz Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O'na ibadet edin. İşte bu, doğru yoldur.(7) Ben onlara, sadece bana emrettiğin şeyi söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin (dedim.) Aralarında bulunduğum sürece onlara şahid (ve örnek) idim. Ama beni içlerinden aldığında, artık üzerlerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeye hakkıyla şahitsin.) Değerli Müslümanlar! Hutbemi, Hz. İsâ’nın ömrünün son günlerini anlatan şu ayetlerle bitirmek istiyorum: Hani Allah şöyle buyurmuştu: "Ey İsa! Şüphesiz, senin hayatına ben son vereceğim. Seni kendime yükselteceğim. Seni inkar edenlerden kurtararak temizleyeceğim ve sana uyanları kıyamete kadar küfre sapanların üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz yalnızca banadır. Ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim."(9) "Biz Allah'ın peygamberi Meryemoğlu İsa Mesih'i öldürdük” demelerinden dolayı kalplerini mühürledik. Oysa onu öldürmediler ve asmadılar. Fakat onlara öyle gibi gösterildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, bu konuda kesin bir şüphe içindedirler. O hususta hiç bir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Onu kesin olarak öldürmediler. Fakat Allah onu kendisine yükseltmiştir. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.(10)

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:03 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
Avrupalı Müslümanlar: Resulullah’ın (sas) güzelliğini bütün dünya öğrenmeli

İslam Avrupa başta olmak üzere dünyanın en önemli, en dinamik ve en çok yayılan dini olma özelliğini koruyor. Bütün gelişmişliğine rağmen manevi buhranlar yaşayan Batı insanı huzuru giderek daha da artan oranda İslam’da buluyor.
Son dönemde İslamiyet her vesileyle tartışma gündemine geliyor. Kur’an-ı Kerim ve İslam’ın Peygamberi Hz. Muhammed’le (sas) ilgili kitaplar en çok satanlar listesinin başını çekiyor. Hayatı sorgulayan ve niçin var olduğunun mantıklı izahını arayan yüz binlerce insan sorularının cevabını İslam’da bularak Müslüman oluyor. Çoğu iyi bir eğitimden geçmiş bu insanlar Batı Avrupa başta olmak üzere, Rusya, güney ve kuzey Amerika’da ve Afrika ülkelerinde İslam’ı seçiyor.
Özellikle, ABD’nin 11 Eylül’den sonra Müslümanlara yönelik rahatsızlık verici uygulamalarına rağmen, ülkede Kur’an-ı Kerim’e ve Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (sas) olan ilgi ve merak her geçen gün artıyor. Buna delil olarak da Kur’an-ı Kerim’in ABD’de en çok satan kitap haline gelmesi gösteriliyor. Karikatür kriziyle dünyanın gündemine oturan Danimarka’da ise 200 bin Müslüman yaşıyor. “Ötekini” yok sayıcı anlayışa rağmen Danimarka ve İsveç başta olmak üzere Kuzey Avrupa ülkelerinde de İslamiyet hızla gönülden gönüle ulaşıyor. İslamiyet, medya ağıyla kötü gösterilmeye çalışılsa, bin yıllık iftiralar çekinmeden yeniden dile getirilse de İslamiyet’in temiz yüzü, okuyan ve araştıran Avrupalıların gayretleriyle bir anda ortaya çıkıveriyor. Yeni Müslüman olmuş Avrupalılara Efendimiz’le (sas) ilgili eski ve yeni kanaatlerini sorduk. Yine Hz. Meryem (r.anha) ve Hz. İsa (as) ile ilgili kanaatlerinde Müslüman olduktan sonra ne gibi bir değişme olduğunu merak ettik. Çocukluklarından beri kendilerine empoze edilenle, daha sonraki tecrübeleri ne gibi bir sonuç ortaya koymuştu

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:03 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
Efendimiz’i (sas) yanlış tanıtıyorlar

Daniel Stridsman; 29 yaşında yeni Müslüman olmuş bir İsveçli. 1977 doğumlu. Ekonomi bölümünde okumuş. Rusça, İngilizce, Almanca, Fransızca ve Arapça biliyor. Araştıran, okuyan ve hizmet olacağına inandığı eserleri İsveççeye kazandırmayı kendisine görev edinmiş biri. Iraklı bir Müslüman’la evli ve Stockholm’de yaşıyorlar. İslam’la ilgili önyargının Batı’daki bilinçaltını soruyoruz: “Bilmemekten, tanımamaktan.” diyor. Bunun üzerine, “Hz. Muhammed’le (sas) ilgili Müslümanlık öncesi düşüncelerini” soruyoruz: “Bir peygamber olarak Hz. İsa (as) modeli vardı önümüzde sadece. O’nda ruhsal, metafizik bir hâl vardı. Hz. Muhammed’i (sas) ise sadece dünyevî yönleriyle biliyorduk; evlilik ve savaş yönleri gibi.” Sonra, içinde bulunduğu toplumun genel kanaatlerine değiniyor; Hz. Muhammed’in, Kur’ân’ı kendisinin yazdığına ve (hâşâ) sahte bir peygamber olduğuna inanıyorlarmış. İslâm’ın ise sadece kılıç zoruyla yayıldığını zannediyorlarmış. “Gerçekleri öğrenince” diyor Daniel, “Aslında Hıristiyanlık öyle yayılmış. İslâm’ı ise, dünyayı dolaşan tüccarlar yaymış. Bir de, İslâm son yüz senede daha çok yayılmış durumda; yani güçlerinin, silahlarının olmadığı şu son dönemlerde.”
Stridsman, Danimarka merkezli karikatür krizini değerlendiriyor: “Bu, Danimarka’dakilerin nezdinde, bir zihniyetin ne kadar kalıplaşmış önyargılarının, kin ve öfkelerinin olduğunu gösteriyor. (Şekspir’in Hamlet isimli eserini çıkarıp, bir cümle gösteriyor) ‘Something is rotten in the state of Denmark.’ ‘Danimarka’da bazı şeyler kokuşmuş, çürümüş.”
Peki, Hz. Muhammed’i (sas) bütün yönleriyle ve doğru bir şekilde tanımış olsalardı ne olurdu? Stridsman bu soruya, “Millet olarak en azından resimlere karşı büyük üzüntü duyarlardı. Bu zamana kadar bilgisiz kaldıklarına da esef ederlerdi.” diyor:
“Mesela ben Hz. Muhammed’in (sas) bizler için çektiği sıkıntıları öğrendikçe, O’na (sas) karşı duyduğum sevgi, saygı ve hayranlık kat be kat artıyor! Diğer insanlar da bilselerdi her şey çok farklı olurdu. Ama tarihi bir bilinçaltı var.” diyor.

İslam’la, şirksiz imana kavuştum

Daniel’e, Avrupa ve Hıristiyan dünyası İslâm’ı ve Kur’ân’ı derinliğiyle bilse ve tanısaydı, kendi değerleri açısından ne gibi kazanımları olacağını soruyoruz. Bu soruya bütün içtenliği ile şöyle cevapladı:
“Kendim için söyleyeyim; İslâm’ı, Kur’ân’ı okudukça - tanıdıkça, fıtratımın, aklımın ve vicdanımın sesini buldum, yani fıtratıma uyanı buldum. Her şeyi var eden büyük kudret sahibi Allah’a oğul vb. ortaklar koşmadan tanıma imkanı buldum. İslâm’da tek ve nezih bir Yaratıcı düşüncesi var, ne güzel! Bir de; İslâm’ın, Kur’ân’ın çizdiği Hz. Meryem ve Hz. İsa portesini görünce, değerlerimin yerli yerine oturduğunu gördüm. Mantığım dediklerinin İslâm’da karşılığını bulmuş oldum. Yani aslında Müslüman olmakla ben değişmedim, sadece dinî kimliğim değişmiş oldu!”
“Önyargı”, “tepki” derken, son bağlamda Daniel’e; “Müslüman olduktan sonra ailesinin tepkisini” soruyoruz:
Baştan çok korkmuşlar: “Oğlumuz artık bizden kopacak gidecek!” diye. Sonradan böyle olmadığını görünce bu kaygıları gitmiş. Eski sevgi ve saygısının fazlasıyla devam ettiğini görünce çok rahatlamışlar ve onun dinî tercihini saygıyla karşılamışlar.
Ailesinden gördüğü bu korku ve önyargının temellerini; medyanın menfî propagandaları ile açıklıyor. Kitapların ve gazetelerin olmadığı eski dönemlerde ise insanlar İslâm’ı Hz. İsa’ya karşı vahşi bir saldırının kaynağı olarak görüyorlarmış. Bu saldırının merkezinde de Osmanlı’nın olduğunu sanıyorlarmış. “Halbuki” diyor: “İsveç’in kurucularından olan Kral 12. Şarl Osmanlı’da uzun süre saygın bir misafir olarak kalmış. Ama bu dönemin güzelliklerini ve vefa gereğini o devrin din adamları örtbas etmişler. Arada yakınlaşmaya bir zemin oluşmasın diye uğraşılmış sanıyorum.”
Daniel de gençliğinde bu olumsuz propagandalardan etkilenmiş:
“Sonradan araştırmalarım ve okumalarım sonunda gördüm ki, yüzyıllar boyunca Osmanlı hilafetin ve İslâm’ın merkeziydi. İslâm’ın bütün güzelliklerini, kutsal değerlerini ve Mekke-Medine gibi mübarek beldelerini içinde barındırıyordu. Bütün bunları koruyor ve müdafaa ediyordu. Şimdi düşünüyorum da, Osmanlı olmasaydı bu kutsal yerler de olmayacaktı, belki de İslâm alemi de olmayacaktı.” Sonra Osmanlı’ya duyduğu hayranlığını şöyle ifade ediyor: “Osmanlı sultanlarının tavus kuşunun tüyleriyle Kâbe’yi süpürüp, o tüyleri başlarına sorguç yapmaları beni çok etkiledi. İslâm’ın kutsal değerlerine bu kadar saygı ve hürmet göstermeleri çok takdire şayan!”

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:03 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
Hz. Peygamber'e Sesleniş

Bir seher vakti uyandım. Yine gama, yine kedere dalmış her yer Efendim.
Yine efkâr, yine âh u zâr almış cihanı. Bir velvele ki, sorma Efendim.
Yine hasret, yine gurbet almış her yanı.
Bütün aşklar, sevgi ve muhabbetler, bütün dertler kıyama kalkmış.
Sana hasret, sana müştak, sana tutkun gönüller kıyama kalkmış
Bir seher uyandım Efendim, sana meczûb âşıklar kıyama kalkmış.
Her varlık âh u zâra durmuş, lâleler, sümbüller, güller kıyama kalkmış.
Kıyam etmiş bülbüller, zikre durmuş gönüller.
Bir seher uyandım Efendim, bülbüle kulak verdim;
Geçmiş günleri, sevda ve aşkları yâd ediyordu.
Sana yazılan na'tları, bestelenen şiirleri hikâye ediyordu.
Ötüyordu dertli dertli. Yine hicrân, yine giryân, yine hazân, yine hüsrandı.
Kâh ağlıyor, kâh inliyor, kâh susuyordu yine.
Hiç böyle ötmemişti, böyle şakımamıştı.
Yakmıştı canı, yıkmıştı c*****, velveleye vermişti cihanı.
Hiç böyle sızlanmamıştı, böyle dertlenmemiş, geçmişe böyle yanmamıştı.
Bu sabah ona kulak verdim Efendim.
Bir sevda dilindeydi, bir aşkı anlatıyordu.
Oturduğu dalı, yaprağı, gövdeyi titretiyordu, öyle ötüyordu.
Hasretten yanıyor, gurbetten ağlıyordu. Sanki bütün sevdalıları ağlatıyordu.
Bu seher başkaydı Efendim, bu sefer başka.
Hazır dili çözülmüşken ona sormak istiyordum;
Bunca velvele, bunca serzeniş kime? Onca kıyamet, onca şikâyet niye?
Bir şeyler fısıldadı, bir şeyler söyledi.
Âh Efendim, beni yüreğimden vurdu.
Kalbim böylesine yanmamıştı, göğsüm böyle daralmamıştı.
Ruhumu inletti, beni dîvâne, muzdarip etti.
Böyle aşk dinlemedim, böyle muhabbet, böyle hasret görmedim.
Seherde ağlattı beni, yine gama, kedere saldı...
Meğer bunca dağlanışı, sızlanışı, bunca âhı, bunca efgânı;
Yıkık gönüller, kırık kalbler, kavrulmuş yürekler adına imiş.
Yanık sinelerin, aşka adanmış türkülerin,
Hasretten lâl kesilmiş dillerin sözcüsü imiş meğer.
Bunca kıyamet Efendim, bunca âh u zâr;
Sana adanmış ruhların, türkülerin, aşk ve sevdaların
Yürek yakıcı bir efgânı, bir efkârıymış Efendim.
Nasıl bilmedim, nasıl uyanmadım, kendimden utandım.
Hissizliğimden, insanlığımdan, aşka olan sessizliğimden utandım.
Soğumuş bir demir kesilmiş bedenimden,
Kurumuş, çölleşmiş hadekamdan, Sana tutkun gönüllerden utandım.
Bir seher vakti uyandım Efendim, her yer meşke boyanmış, her şey sermest olmuş.
Bağbân hayran, bülbül mestâne, kızıllık her yeri sarmış, sanki gülzâre dönmüş.
Günler buruk ve yalnız, öksüz ve yetim kalmış, o kutlu doğumu yâda durmuş.
Bir sessizlik var her yerde Efendim, sanki varlık lâl kesilmiş.
Yine hazân, yine hicran, yine giryân cana düştü. Yine efgân bana düştü.
Gül böylesine kızıl olmamıştı, böyle dertli, gönlü böyle mahzûn olmamıştı.
Her zerresini böyle gam, böyle keder, her yanını kırmızı almamıştı.
Mevsim böylesine yaş dökmemişti ardından, akşam böyle kararmamıştı.
Sabahlar ne kadar inlemiş, gül ne kadar gözyaşı içmiş bilsen Efendim,
Göz ne kadar acı dökmüş. Gam ne keder vermiş, ne canlar yakmış,
Ne hüsranlar yaşatmış bilsen.
Yokluğun ne elem salmış geceye, ne hüzün vermiş sehere, ne dert vermiş.
Kırmızılık bir kez daha giyinmiş, bir kez daha kuşanmış ayrılık güllerinde.
Onlar Sen'i temsil ediyor sözde, Sen'i hatırlatıyor.
Aşkını o sembolize ediyor, teninin kokusunu o takdim ediyor sanki.
Gönül bir teselli bulmak istiyor, ayrılık ateşine bir çare.
Bu hicrana, bu efgâna, bu hüsrâna bir merhem istiyor.
Bir seher vakti Efendim, teselli aradım gülden, bülbülden.
Geceden, gündüzden Sen'i sordum.
Aşktan, ızdıraptan, hasretten bezenmiş bir buket yaptım.
Sabahı Sana delalet, şafağı teselli yaptım.
Hasret ve tutkularıma Efendim, sebeb-i meserret yaptım.
Bir ferman yazmak isterdim her yerde okunsun,
Sana olan aşkları, tutkuları dile getirsin.
Bir çerağ yakmak isterdim, gönüllerde Sen'in sevdanı tutuştursun.
Bir türkü söylemek isterdim, Sen'in adını yüceltsin.
Aşkına adanmış bir beste yazmak, güle, bülbüle onu okutmak
Her dertli gönüle onu ezberletmek isterdim.
Ne çare, sonunda anladım ki Efendim,
'Dertli söylegen olur.' derler amma,
Sevdanı anmak, sevdanı yazmak için,
Erbâb-ı dîl olmak gerek, erbâb-ı gönül.

Fatma ERGENE

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:03 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
PEYGAMBER EFENDİMİZİN(S.A.V)'İN ÇOCUK SEVGİSİ VE ŞEFKATİ
Hazreti Aişe'nin anlattığına göre,bir defasındabedevilerden bir grup Sevgili Peygamberimizin huzuruna gelmişlerdi.Bunlar bir münasebetle Peygamber Efendimize ve huzurda bulunan sahabilere,''Sizler çocuklarınızı öper,severmisiniz?''diye sordular.Peygamber Efendimizden ve huzurda bulunan sahabilerden evet cevabını alınca biraz şaşırdılar ve bu şaşkınlık içinde,''Ama ALLAH'a yemin ederizki,bizler(çocuklarımızı)öpüp okşamayız!''demekten kendilerini alamadılar.Bunun üzerine Rasul-i Ekrem(s.a.s.)''Eğer Allah sizin gönüllerinizden rahmet ve şefkati çekip çıkarmışsa ben ne yapabilirim?''Buyurdu.
Böylece, Sevgili Peygamberimiz, çocuklara ilgi ve sevgi beslemenin, Yüce Allah'ın insanlara ihsan ettiği rahmet ve şefkat duygularının eseri olduğunu belirtmiş oluyordu....

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:03 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
PEYGAMBERİMİZİN BEDEN YAPISI

Rasul-i Ekrem (s.a.s.)uzuna yakın orta boylu, insanlar arsında hoş ve güzel sayılacak ölçüde irice başlı, bedeninin rengi kırmızımtırak nurani beyaz idi. Burnunun iki kaşının birleştiği tarafı gayet itidal üzere yüksekçe, gözleri siyah, kaşlarının arası az aralık, sakalı sıkça, omuzlarının arası genişçe, omuz başları geniş, elleri ayakları kalınca idi.

Peygamberimiz'in (s.a.s)saçları genellikle kulak yumuşağına kadar uzanmaktaydı, saçını iki yana doğru ayırarak tarardı, saç sakal bakımını ihmal etmez, gerektikçe yapardı;saçlarını bazan Hz. Aişe gibi eşlerine tarattığıda olurdu. Yatarken gözlerine sağlık ve tedavi maksadıyla sürme çeker, sabahleyin yıkardı. İki kürek kemiği arasında Peygamberlik mührü (bir çeşit sembol) olduğunu Ashab-ı Kiram nakletmektedir.

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:03 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
Peygambere Sevgi ve Saygı Görüntüleri

Peygamber'e sevgi ve saygının pekçok biçimi ve görüntüsü vardır. Onu sevgi rehberi edinmek, sünnetine bağlanmak, salât ve selâm duası yapmak, geniş anlamda bütün yakınlarını (ehl-i beytini:mü'minleri) sevmek, bu görüntülerin başlıcalarıdır.

Sevgi Rehberliği

Hz.Muhammed (s.a.), Müslümanların sevgi rehberidir. Neleri ve nasıl seveceğimizi, engin sevgi diliyle şöyle anlatmıştır. "Allahım! Sana olan sevgimiz sebebiyle, seni sevenleri seviyoruz. Sana muhalefet edenleri de, sana olan bağlılığımız sebebiyle düşman biliyoruz." (Tirmizî, daavât, 30) Bu açıklamaya göre, sevginin ve nefretin kaynağında, evrenin yaratıcısı ve yöneticisi, bütün sevgilerin doğduğu ve yöneldiği Yüce Allah yer almaktadır.

Hz.Peygamber'in (s.a.) belirttiği sevgi ilkesine göre seven, sevdiğini ifade etmelidir: "Sizden biri, bir başkasını sevdiğinde, bu sevgisinden onu haberdar etsin." (Ebu Davud, edeb, 113) Bu ilkeden yola çıkan Hz.Peygamber (s.a.), sevdiğini sevdiklerine söyleyerek bizzat uygulamasıyla örnek olmuştur: Medine'ye hicretin ilk günlerinde, çocuklarıyla gelen Ensar'dan bir grup kadın Ebu Eyyub el-Ensârî'nin evi önünden geçerken "Siz, beni seviyor musunuz?" diye seslendi. "Evet, ey Allah'ın rasûlü! Bizler, seni seviyoruz" cevabını verdiler. Bunun üzerine şöyle buyurdu: "Allah biliyor ki, ben de sizleri seviyorum. Allah'a yemin ederim ki, ben de sizleri seviyorum. Allah şahittir ki, sizler bana insanların en sevgililerisiniz." (Müslim, fedâilü's-sahâbe, 43) Hatta Hz.Peygamber (s.a.), kendisini Medine'ye davet eden ve orada kendisine büyük bir özveriyle yardımcı olan Ensar sevgisini, iman göstergesi saymıştır: "Ensâr'ı sevmek, iman alâmetidir. Münafıklığın alâmeti ise, Ensâr'a kin ve düşmanlık duymaktır." (Buharî, menâkıbu'l-ensâr, 4) Hz.Peygamber (s.a.), ashâbına çeşitli tavsiyelerde bulunurken daima önce sevgi ifadelerini kullanmış, sonra tavsiyesini belirtmiştir. (Müslim, imâret, 17; Ebu Davud, vitr, 26) Başka pekçok durumda, hep sevgi sözcükleriyle konuşmaya başlamıştır.

Hz.Peygamber (s.a.), sadece insanlara değil, mekânlara olan sevgisini de ifade etmiştir. Mekke'deki 53 yıllık bir hayattan sonra göç ettiği ve kendisine koruyucular (Ensâr) bulduğu şehir olan Medine için şöyle dua etmiştir: "Allahım' Mekke'yi nasıl sevdiysek, Medine'yi de bize öylece, hatta daha çok sevdir." (Buharî, fedâilü'l-medîne, 12) Bir sefer dönüşünde, uzaktan görünen Uhud Dağı için duygularını şöyle ifade etmiştir: "Bu, bizi seven bir dağdır, biz de onu severiz." (Buharî,i'tisâm, 16) Neredeyse, birer canlı gibi kabul ederek, bu mekânlarla bir diyalog içinde olmuştur.

Hz.Peygamber'e İtaat ve Sünnetine Bağlanmak

Yüce Allah, gönderdiği peygamberlere itaat ve bağlılık gösterilmesini emretmiştir: "Biz her peygamberi ancak, Allah'ın izniyle, itaat olunması için gönderdik. Onlar, kendilerine yazık ettiklerinde, sana gelip Allah'tan mağfiret dileseler ve Peygamber de onlara mağfiret dileseydi, Allah'ın tövbeleri daima kabul ve merhamet eden olduğunu görürlerdi." (Nisa, 4/64) "Allah'ın rasulüne itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur." (Nisa, 4/80); "De ki: 'Allah'a ve Peygamber'e itaat edin'. Yüz çevirirlerse bilsinler ki, Allah inkâr edenleri sevmez." (Ali İmrân, 3/32); "Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah'a ve rasûlüne uyun. Allah'ın kişi ile kalbi arasına girdiğini ve sonunda O'nun katında toplanacağınızı bilin." (Enfâl, 8/24)

Hz.Muhammed'in (s.a.) sünnetine sarılmak demek, onun yolundan gitmek ve üstün ahlâkın en güzel örneğine bağlanmak demektir.

Hz.Peygamber (s.a.), sünnetini diriltip yaşatanın kendisini sevmiş olacağını, kendisini sevenin Cennet'te kendisiyle birlikte olacağını belirtmiştir. (Tirmizî, ilim, 16) Ne mutlu bu yoldan gidip bu müjdeyi hak edenlere!

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:04 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
Peygamber Sevgisinin Sonucu ve Karşılığı

Hz.Peygamber (s.a.) kıyametin ne zaman kopacağını soran birine, ne gibi hazırlığı olduğunu karşı soru olarak sordu. Pek hazırlığı olmadığını, ama Allah ve Rasûlü'nü sevdiğini söyleyince, şu müjdeyi verdi: "Öyleyse sen, sevdiklerinle beraber olacaksın." Peygamberimiz'in ashâb-ı kirâmı, bu müjdeye çok sevinmiştir. (Buharî, fedâilü ashâbi'n-nebî, 6, edeb, 95; Müslim, birr, 161-165) Bu müjde, şartlarına uyduğumuz takdirde, bizim için de gerçekten sevindirici bir müjdedir.

Muhammed'i çok özledim

Bayram Leventoğlu

Muhammed’i çok özledim
Ciğerlerim pare, pare
Şol canımdan çok istedim
Yollar, götür beni yâre

Günüm gecem selâvattır
Ne huzurdur, ne rahattır
İstediğim şefâattır.
Yâr Muhammed, cana çare.

Irmak olsam, yâre aksam
Ravzasına, nasıl baksam
Şol gönlümü, bile yaksam
Kapanmıyor, canda yare.

Ümmetinim, şerefim çok
Gelmelere dermanım yok
Bir hasret ki, saplandı ok
Sırat üzre, düştüm nare.

Derdim elbet, Kabe ve Hac
Muhammed’e aşkım ilaç
Hasretinden düştüm bîlaç
Çöllerdeyim, hem avare.

Hak aşkına ömür versem
Muhammed’i bir kez görsem
Eşiğinde bile ölsem,
Yalvar, yakar, ben bîçare.

Aşk var ise, Sen sebebi
Habibullah, en son nebi
Selindeyim, coştu debi
Şefâat kıl, sitemkâre.

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:04 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
Peygambere Dua ve Yakınlarını Sevmek

Peygamber sevgisinin, sevgi rehberliği ve sünnetine bağlanma biçimlerini dünkü yazıda ele aldıktan sonra, salât ve selâm duası ile yakınlarını sevmeyi ele alalım.

Salât ve Selâm Duası

Hz.Peygamber (s.a.), adı Muhammed veya görevi gereği rasûl/Rasûlullah sıfatlarıyla kelime-i şehâdette, ezanda, kâmette, tahiyyât, salli-bârik dualarında ve başka dualarda, her Müslüman tarafından her gün defalarca sevgi ve saygıyla anılmaktadır. Peygamber'e sevgi ve saygının bir gereği de, Yüce Allah'ın emrettiği gibi, ona salât ve selâm getirmektir: "Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamberi överler: Ey inananlar! Siz de onu övün, ona salât ve selâm getirin." (Ahzâb, 33/56) Bu âyetteki "salât" kelimesi için, genellikle "övmek" anlamı verilirse de, "örnek almak/göstermek" anlamı da verilebilir. Hz.Peygamber'in (s.a.) adı anıldığında, duyulan derin bağlılığı göstermek üzere, sağ ellerini kalplerinin üstüne getirerek salât ve selâm duası yaparlar.

Ey sûret-i hak, kemâl-i mutlak,
Sen nûr-ı vücûdsun muhakkak.

Olsaydın eğer ademde pinhân,
Zulmette kalırdı hayyiz-imkân.

Zâhirde eğerçi sen beşersin,
Bâtında fakat neler nelersin.

Menşûr-i kemâlidir müeyyed,
Sallû sallû alâ Muhammed

(Ahmed Avni Konuk)

(sûret-i hak: hakkın ve hakikatin temsilcisi; nûr-ı vücud: varlığın ışığı; adem: yokluk; pinhân: gizli; hayyiz-imkân: evren; zâhir: görünüş, dış; eğerçi: her ne kadar; bâtın: iç, öz; menşûr-i kemâl: mükemmelliğin örneği; müeyyed: desteklenmiş, pekiştirilmiş)

Salâtu selâmın en kısası, "Allahümme salli alâ Muhammed" biçimindedir. Salli-Bârik, Salât-ı Tefrîciyye ve Salât-ı Münciye gibi türleriyle Salavât-ı Şerîfe'ler ise, daha özel, uzun ve ayrıntılı salâtu selâm dualarıdır. Salâtu selâm dualarını okumaya, Türkçemizde, bağlılığını bildirmek ve göstermek anlamında "salevât/salâtu selâm getirmek" deriz.

Hz.Peygamber (s.a.), kendisine salâtu selâm getirene Allah'ın on defa rahmet edeceğini (Müslim, salât, 70; Ebu Davud, vitr, 26), on günahı bağışlayacağını ve derecesini on kat yükselteceğini (Nesâî, sehv, 55), yanında adı anıldığı halde sevgi cimriliği yaparak salâtu selâm getirmeyenin cimrinin teki olduğunu (Tirmizî, daavât, 101) belirtmiştir.

Hz.Muhammed'i (s.a.) sevgi ve saygı (tazim) ifade eden "Hz.Muhammed, Hz.Peygamber, sevgili peygamberimiz, habîb-i ekrem, rasûl-i ekrem, server-i kâinât:evrenin efendisi, iki cihan güneşi" gibi sözlerle anmak da, salât ve selâmın bir uzantısıdır.

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:04 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
DİYANET İŞLERİ BAŞKANI'nın bu yılki kutlu doğum haftası ile ilgili açıklaması

İlahi vahyin son ve tamamlayıcı halkası İslâm’ın ve onun peygamberi Hz. Muhammed'in insanlığa çağrısını doğru ve etkin bir şekilde tanıtmak, Hz. Peygamber sevgisi etrafında toplumumuza birlik ve beraberlik mesajları sunmak amacıyla Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı tarafından ülkemizde ve yurt dışında 1989 yılından bu yana Kutlu Doğum Haftası programları düzenlenmektedir.
Kutlu Doğum haftası denildiğinde, Hz. Peygamberi anmak, daha da önemlisi onu anlamak, onun temsil ettiği aşkın değerler bütününü tanımak ve hayatımıza ışık tutan bir meşale yapabilmek çabası akla gelir. Kur’an-ı Kerimin evrensel mesajı, Hz. Peygamberin örnek şahsiyeti ve ahlakı bu değerler bütününün temel öğeleridir.
Hz. Peygamberi örnek almak demek tarihe gitmek ve gömülmek değil, O büyük şahsiyeti tanımak ve sevmek, onun insanlığın huzur ve mutluluğu için yaptığı çağrıyı güncelleştirerek hayatımıza yansıtmak, onun ahlakını ve çizgisini davranışlarımızın mihveri ve rehberi yapabilmek demektir.
Bir ölçüde tarihteki kutlama faaliyetlerinin canlandırılması, günümüzle Hz. Peygamber dönemi, Selçuklu, Osmanlı dönemleriyle bir köprü kurulması, geçmişle geleceğin bütünleştirilmesi şeklinde de anlatılabilecek Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri bugün özellikle dinî ve kültürel hayatımızda meydana getirdiği canlılık ile ayrı bir önem arz etmektedir.
İlk yıllardan itibaren toplumun bütün kesimleri tarafından coşku ile kutlanan Kutlu Doğum Haftası, artık ülkemizin beklenen bir kültür faaliyeti, güzel bir geleneği oldu.
Geçim telaşı, gelecek kaygısı, bencillik, mevki ve gücün sanal mutluluğu ya da yoksulluğun yol açtığı umutsuzluk gibi farklı yönlerden hayatımıza giren bir dizi olumsuzluklar karşısında o rahmet peygamberinin mesajına, Onu tanımanın ve sevmenin sağlayacağı güven ortamına hep ihtiyacımız oldu ve olmakta.
Peygamber efendimiz bizler için Kur’anın adeta yaşayan bir örneğidir. Kur’an bizleri onu örnek almaya çağırır. Bizler onun sünneti etrafında toparlanıp bilinç ve kimlik kazandık. O hiç kimseyi ayıplamadı, kötülüğe karşılık vermedi ve nefsi için intikam almadı. Af ve hoşgörü sahibi idi. Etrafındakileri hiç incitmedi. Kendisinden talepte bulunanı geri çevirmedi. Onun hayatında ve öğütlerinde bireysel ve toplumsal hayatımızı aydınlatacak güçlü bir ışık vardır.
O rahmet ve sevgi peygamberiydi. Yaratılanı Yaratandan ötürü sevmek ve merhamet etmek onun sünnetidir. Nitekim Kâinatın Efendisi “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de gerçek manada iman etmiş olamazsınız.” buyurarak imanı toplumsal barışın temel taşı yaptı. Kendisinden düşmanlarına karşı beddua isteminde bulunanlara onun verdiği cevap, kendisinin bunlar için değil rahmet ve merhamet peygamberi olarak gönderildiği şeklinde olmuştur. Öz bir ifadeyle o, insanı insan yapan erdemlerin, değerlerin odaklandığı bir şahsiyetti. İnsanlık, artık iyi ile doğruyu, güzel ile çirkini onun penceresinden bakarak daha berrak görme şansına sahip oldu.
Hz. Peygamberi örnek almak deyince onu taklit etmeyi ve sünneti belirli şekillere hapsetmeyi değil onu tanımayı ve sevmeyi, getirdiği mesajın özünü kavramayı ve aktüelleştirmeyi, ondan davranışlarımıza yön verecek ilkeleri ve amaçları çıkarabilmeyi anlıyoruz. Onun sünnetinin etkinlik ve dinamizm kazanabilmesi için, tarih bilincinin de devrede olduğu böyle bir bakış açısına ihtiyaç vardır. Böyle olduğu için de bu sene İzmir’de yapacağımız Kutlu Doğum Haftası sempozyumunda “Din, kültür ve çağdaşlık” konusunu ele almak istedik. İslam dünyası yaklaşık iki yüzyıldan beri bu ana mihver etrafındaki konuları tartışmakta. İslam ve çağdaşlık konusunda bir nebze de olsa kazanılacak zihni durulma, dinin asıllarının yorumlanmasında ve kendi dindarlığımızı inşa etmede bizler için yol gösterici olacaktır.
Yaklaşık iki asırdır Batı ve onun etkisinde kalan kültürlerde dinin sonunun yaklaştığı ve modernite karşısında varlığını sürdüremeyeceği tezi hakim oldu. Genelde ideolojik bir yönelim arzeden bu teze göre, modernleşme ile birlikte hem toplumsal hem de bireysel bilinç düzeyinde din gerileyecek ve zamanla yer küreden tamamen silinecekti. Hatta bunun için tarih öngörüsünde bulunanlar bile oldu. Kimisi 19. yüzyılın, kimisi de 20. yüzyılın sonunu dinin ölüm tarihi ilan etti. Bu öngörü sahipleri bilimin ilerlemesi, teknoloji kullanımının yaygınlaşması, şehirleşme ve rasyonelleşmenin artmasıyla birlikte dinin kaybedenler hanesinde yer alacağını savundular.
Kısacası, onlara göre din ve bir adı da çağdaşlık olan modernite birbiriyle çelişen iki ayrı dünyanın olgularıydı. Birinin varlığı diğerinin yokluğu anlamına gelmekteydi. Din ve Çağdaşlık bir arada bulunması hoş karşılanmayan iki kavramdı. Pozitivist ve materyalist düşünce akımlarının tesirinde kalan ve kendilerini entelektüel kategorisine yerleştirenler Din ve Çağdaşlık kavramlarının yan yana bulunmasına dahi tahammül gösteremediler; dini çağdaşlığın bir düşmanı olarak algıladılar ve sundular. Bunun karşısında belki de bu sunuma bir reaksiyon olarak din hanesinden de aynı şekilde düşünüp Çağdaşlığı dinin karşıtı olarak görenler oldu. Tabii bu durum yıllarca sürecek bir çatışma ortamı doğurdu. Batı’da çok keskin bir şekilde yaşanan ve kilise ile bilim dünyasının arasını kalın çizgilerle ayıran bu ortam maalesef İslam dünyasına da taşındı. Popüler dinî kültürün gelenek adı altında var olan üretimleri bilim ve rasyonellik adına hor görüldü. Müslüman toplumların sosyo-kültürel yapılarını yansıtan çeşitli refleks ve karakteristikleri İslam’a mâl edildi. Böylece İslam modernin, çağdaşlığın ve değişimin karşıtı ya da en azından engelleyicisi olarak görüldü.
Bunun karşılığında Müslüman dünya sosyo-kültürel yapısı gereği kendi kültür dokusuna dayalı bir formül geliştirerek kendi modernliğini üretemedi. Dolayısıyla, modernliği hep ithal etmek zorunda kaldı ve bu da gerek tarihsel süreçte müşahede ettiğimiz, gerekse bugün bizzat yaşadığımız çeşitli problemlere yol açtı.
İslam dünyası yıllarca modernite karşısında tamamen dışlayıcı bir tavır takındı. Moderniteye direndi ve başarısız oldu. Ancak sonunda modernite ile barıştı. Belki boyun eğdi. Oysa başlangıçta moderniteyi tamamıyla reddetmek yerine onu şekillendirici bir tavır takınsaydı, bugün çok daha güçlü bir konumda olurdu.
Fakat artık memnuniyetle ifade edebiliriz ki, bugün İslam dünyasının bir kısmı, özellikle de ülkemiz fizik dünyamızın gerçekliği ile maneviyat dünyamızın ihtiyaç ve derinliğini birleştirdi; aslında probleminin moderniteyle değil, ideolojik veya pozitivist modernizmle olduğunu fark etti. Dolayısıyla bugün artık Müslümanlar belki ideolojik anlam içeren “çağdaşlaşma” ve “çağdaşlaştırma” kavramına karşı çıkabilirler, ama “çağdaşlık” kavramına karşı çıkamazlar. Çünkü “çağdaşlık” kendimizi içinde bulduğumuz ve din adına kayıtsız kalamayacağımız bir olgudur.
Gerek İslam’ın iki temel kaynağı Kur’an ve Sünnet, gerekse sahih dinî gelenek, statikliği savunmak bir tarafa, çağdaşlığın en temel iki öncü kavramı olan değişim ve dinamizmi teşvik eden bir duruş sergilemektedir. Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim insanı dinamizme çağırmakta ve bugün “insan hakları”nın en temel unsurlarından sayılan “tercih hakkını” insana tevdi etmekte, hatta bir haktan öte onu insanın boynuna bir borç olarak asmaktadır. Hz. İbrahim’i “putlara tapan babalarının yolu”ndan ayıran, ona rasyonel bir yolculuktan sonra “tevhid” durağını buldurtan işte bu hakkın veya “irade”nin kullanılmasıdır. Ahiret öğretisini, cennet vaadini veya cehennem tehdidini anlamlı kılan şey de zaten insana irade gücünün tevdi edilmesi değil midir?
“Din”, “değişim”, “çağdaşlık” veya “modernlik” üzerine yapılan en önemli hata “modern olanın belirli bir zaman ve coğrafya ile sınırlı olduğunu zannetmekten kaynaklanmaktadır. Oysa çağdaşlık veya modernlik, mesela sadece Batı Avrupa’da veya Kuzey Amerika’da olup bitenle özdeşleş görülemez. Böyle bir özdeşleştirme peşinde olanlar özellikle dindar bir görüntü sergileyen dünyanın diğer bölgelerini hem zaman hem de yaşadıkları sosyolojik evre bağlamında “geri” olarak görmektedirler. Oysa Londra gibi İstanbul da, Paris gibi Tokyo da, Washington gibi Pekin de pekala kendi modernitesini, kendi çağdaşlığını üretebilir. Yukarıda değindiğimiz tarihsel süreçten kaynaklanan olumsuz nedenlerden dolayı belki bugün hala bu üretimin din ile çelişeceği endişesi zihinlere takılabilir. Ancak şunu rahatlıkla ifade edebilirim ki, İslam dünyası artık bu üretimin eşiğinde olduğunun farkındadır ve özellikle Türkiye bunun için gerekli birikime ve irade gücüne sahiptir.
Dinin tarih boyunca en önemli toplumsal belirleyici olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Bu gerçek çağdaş dünya için de geçerliliğini korumaktadır. Bugün, insan potansiyelini geliştirme adına ortaya çıkan psikoterapi yöntemlerinden, ekolojik sorunlara ve uyuşturucu ile mücadeleye varıncaya kadar belki de tüm dünya toplumları, dinin müdahalesine, katkısına, daha açıkçası “kutsal”a ihtiyaç duymaktadır. Ve İslam çağdaşlık adına bu katkıyı sağlayabilecek, çağdaş dünya için yeni dinî formlar üretebilecek en dinamik dindir.
Kutlu doğum haftasında Peygamber Efendimizin dünyayı teşriflerini anarken, onun üstün şahsiyetini ve güzel ahlakını tanımaya, getirdiği evrensel mesajı anlamaya ve bütün bunları özünde barındırdığı dinamizmi içinde çağımıza taşımaya olan ihtiyacımızı bir kez daha fark ediyoruz.
Toplantımızın bu yönde önemli açılımlar getireceğine olan inancımı ifade eder, bilimsel katkılarını esirgemeyen katılımcılara teşekkür ederken hepinize ayrı ayrı selam ve iyi dileklerimi sunarım.

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:04 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
Yakınlarını Sevmek: Ehl-i Beyt Sevgisi

Hz.Muhammed'i (s.a.) sevmek, onun evladını, aile halkını, ashâbını ve bütün ona bağlananları sevmek demektir. Bunlara, geniş anlamda "ehl-i beyt" denir. Peygamberimizin veda hutbesinde Müslümanlara bıraktığını söylediği iki önemli şeyden, birisi Kur'an-ı Kerim'dir, öteki ehl-i beytidir. (Müslim, fedâilü's-sahâbe, 36) "Mü'minler, ancak kardeştir." (Hucurât, ) Hz.Peygamber (s.a.) de, şöyle buyurur: "Sizden biri, kendi şahsı için sevdiğini, mü'min kardeşi için de sevip arzu etmedikçe, gerçek mü'min olmaz." (Buharî, iman, 7) Akrabası olan bir aile için de, şunu belirtir: "Filân aile, benim dostlarım ve sevdiklerim değildir. Benim dostlarım, ancak Allah ve sâlih mü'minlerdir. Onlara gelince, ben sadece arada bulunan akrabalık bağını devam ettiriyorum." (Buharî, edeb, 14; Müslim, iman, 366)

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:04 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
Peygamber ve dua

Hz. Peygamber'in davasında doğru ve samimi olmasının bir delili de, getirdiği İslam'ın inanç, ibadet ve yasalarına bağlılık açısından insanların başında gelmesidir. Rabbine olan imanı; kudretine, büyüklüğüne, rahmetine, nimetine, kullarını hayır ve şer adına ne yapmışlarsa Kıyamet gününde hesaba çekeceğine olan derin şuuru, onun aklını, kalbini ve vicdanını tamamen doldurmuştu. Bu, her vesileyle dilinden dışarı taşıyordu. Meselâ, her fırsatta Rabbine dua ediyordu. Sabahleyin uykudan kalktığında, yeni günde tadacağı hayat nimetinin değerini anladığını gösteren dualarla Rabbine yalvarıyordu.

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:04 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
Hz.Muhammed(s.a.v)
Hac veya umreden döndüğünde, bir tepeye çıktığında veya bir düzlüğe indiğinde üç defa tekbir getirir, arkasından da şöyle derdi: “Allah'tan başka hiçbir İlah yoktur, O tektir, hiçbir ortağı yoktur, mülk sadece O'nundur, hamd de O'na mahsustur. O'nun her şeye gücü yeter. Rabbimize sığınarak, O'na tövbe ederek, O'na ibadet, secde ve hamd ederek geri dönüyoruz. Allah sözünü doğru çıkardı, kuluna yardım etti ve tek başına orduları bozguna uğrattıî (Buharî, Umre 12).

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:05 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
Hayata gözlerimi açtığımda Allah’ın adıyla Senin adını bir arada duydum. Sağ kulağıma ezan, sol kulağıma kâmet okundu.

Kur’ân-ı Kerim’den tefe’ül tutup adımı, Muhammed koydular. Güzel sesli bir hâfız Seni anlatıyordu bana: “Çevre yanuma gelüp oturdular / Mustafa’yı birbirine muştular / Didiler oğlun gibi hiçbir oğul / Yaradılalı cihân gelmiş değil / Bu senin oğlun gibi kadri cemîl / Bir anaya virmemişdir ol Celîl.” Dibi derin gecenin karanlığına girmeden önce bir kez daha Senin nurunla aydınlanıp âdeta Seninle vedâlaştım. Salavat getirmeyi, suyu oturup içmeyi, yemeğe besmeleyle başlayıp bitirince ‘elhamdülillah’ demeyi, sağ tarafıma dönüp uyumayı, yemeği sağ elimle yemeyi, yemeklerden önce ve sonra ellerimi yıkamayı, sokakta, yolda, okulda herkese selam vermeyi, tebessüm etmeyi, dişimi fırçalamayı, tabağımdaki yemeği bitirmeyi ve daha pek çok şeyi Senin kutlu sözlerinden öğrendim. Böylece hem mutlu ve sağlıklı bir hayata kavuşma hem de Senin yaptıklarını yaparak rehberliğinin bereketinden istifade etme imkânı buldum. Yıllar geçti... Okuduğum her kitapta Seninle karşılaştım. Kitapların girişinde Allah’a hamd ve senâ ile, Sana salât ve selam vardı. Bir hayat boyunca bizimle yaşıyordun. Bizim dünyamızdaki güzelliklerin ayakta kalması için âdeta bize mübarek bulutunun gölgesini salıyordun. Türkçenin güzelliklerini, Senin güzel ismini anarak öğrenmek ne büyük bahtiyarlıktı. Yunus’un güzel Türkçesiyle bir daha tanıdım Seni: Yedi kat gökleri seyrân eyleyen / Kürsünün üstünde cevlân eyleyen / Mi’râcında ümmetini dileyen / Adı güzel kendi güzel Muhammed (Yunus)
Hele o başımızı rüzgâra kapılan şakayıklar gibi bir o yana bir bu yana sallayarak okuduğumuz “güzel” İlâhî yok mu!.. “Canum kurban olsun Senin yoluna / Adı güzel kendi güzel Muhammed / Gel şefâat eyle kemter kuluna /Adı güzel kendi güzel Muhammed.”
Muhammed’ül Emin’sin...
Bir avuç çocuktuk Mahalle Mektebi’nde. Oturup büyük bir heyecanla Senin kutlu adını en güzel yazma yarışına girerdik. Mim ha mim dal... Muhammed’den muhabbetin hâsıl olmasını sayılara döker, ebcedle bir oyuncak gibi oynardık. Temiz sinelerimize her şeyden önce Seni yerleştirdik: “Bir ismi Mustafa bir ismi Ahmed / Allahüme salli alâ Muhammed / Rûz-ı mahşerde bize eyle meded / Allahüme salli alâ Muhammed.”
Şiirlerle, duâlarla, övgülerle adını binlerce kitaba yazdık. Sîreler, Mucizât-ı Nebîler, Mi’râcnâmeler, Hicretnâmeler, Gazavât-ı Nebîler, Esmâ-i Nebîler, Mevlîdler, Hilyeler, Şefaâtnâmeler, Kırk Hadisler, Yüz Hadisler, Bin Hadisler.... Hoca Ahmed Yesevî’ler, Mevlânâ’lar, Hacı Bektaş’lar, Hacı Bayram’lar, Fuzûlî’ler, Nâbî’ler, Niyâzî’ler, Gâlib’ler, şiir mecmualarını Senin güzel isminle süslediler. Şair diyor ki: “Na’tdan gerçi ümîd-i şu’arâ / İntisâb etmedir ey şâh Sana”. İşte biz de hangi vesile olursa olsun, hep Seni anmak için fırsatlar aradık; Sana bağlılığımızı ve muhabbetimizi bildirmek için yarıştık...
Uzun kış gecelerinde babaları cepheden bir daha dönmeyen çocuklar, dedelerinden Muhammediye’yi, Ahmediye Şerhi’ni, Kara Davut’u ve Delâil-i Hayrat’ı, Hazreti Ali’nin cenklerini dinlediler. Bütün bir cemiyyet, Senin ve sahabilerinin, Hak dostlarının kahramanlıklarıyla bir diriliş şerbetine kavuştu. Ömer’lerin, Hamza’ların, Ali’lerin birer ümit kahramanı olarak yetim çocuklara varlık ve dirlik kaynağı oldular. Tıpkı şairler gibi, tarihçiler de Senin hayatının en ince ayrıntılarını anlatmak için kaleme sarıldılar. Hattatlar, maharetlerini ortaya koyup kutlu ismini en güzel yazma yarışına girdiler. Müzehhipler göz alıcı renkler ve nakışlarla kırk hadis mecmualarını süslediler. Ve nihayet müzisyenler, na’t, tevşîh, salâ, salat ve salat-ı ümmiyelerle gökkubbede “bâkî kalacak âhenk örgüleri” ördüler: “Es-salâtu ve’s-selâmu aleyke yâ Habîballah / Es-salâtu ve’s-selâmu aleyke yâ Resûlallâh / Es-salâtu ve’s-selâmu aleyke yâ Nebiyallâh...”
Kırk Hadisler, toplum fertleri arasında saygı, sevgi ve anlayışın teminatı oldu. “Rahmetim gazabımı geçti”, “İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır”, “Allah, insanlara acımayanlara merhamet etmez”, “Güzel sözler sadaka yerine geçer”, “Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz, sevindiriniz, nefret ettirmeyiniz” gibi pek çok hadis-i şerif, affı, anlayışı, sevgiyi, dostluğu, merhameti, yardımı bütün bir insanlığa ahlakî bir sorumluluk olarak telkin etti. Birbirini yok eden, insanlığa acımayan ve önüne gelen her şeyi yakıp yıkan bir dünya, bir süre sonra Senin “insanlık medeniyetine” verdiğin mesajlarla yıkandı, aklanıp paklandı. Yunus’un: “Dövene elsiz gerek / Sövene dilsiz gerek / Derviş gönülsüz gerek / Sen derviş olamazsın” dediği gibi, “elsiz”, “dilsiz” ve dünyaya karşı “gönülsüz” erenlerin saadet solukları bütün bir dünyayı çevreledi. Adalet, emniyet, güven ve merhamet dalga dalga yayıldı. Ama Senin soluklarından uzaklaştıkça, dünyamızı yeniden kara bulutlar kapladı. Dört bir yanda var olma mücadelesini yaşadığımız günlerde, hep Allah’a dayanıp yeniden Senin şefâatini istedik. Zor günlerdi onlar. Mehmed Âkif’in feryâdı ondandı: “Yıllar geçiyor ki yâ Muhammed / Aylar bize hep muharrem oldu! / Akşam ne güneşli bir geceydi.../ Eyvâh, o da leyl-i mâtem oldu!” “Allah için, ey Nebiyy-i mâsûm / İslâm’ı bırakma böyle bîkes, / İslâm’ı bırakma böyle mazlûm.”
Ruh susuzluğunda Seni andık. Susuzluk, bütün bir cemiyetin ruh ve manâ köklerini kurutmuştu. Ellerini uzatıp sahabinin kana kana içtiği parmaklarının iştiyakını duyuyorduk: “Şimdi Seni ananlar / Arıyor ağlar gibi.../ Ey yetimler yetimi, / Ey garipler garibi! / Düşkünlerin kanadıydın / Yoksulların sahibi; / Nerde kaldın ey Resûl, / Nerde kaldın ey Nebi?” (Arif Nihat Asya)
Bir nesil, Senin uğruna geçici hayatı tepme yarışına girdi. Dost da Sendin, sevgili de Sen. Seni bir kez hayâlinde görmek isteyen âşıklarla doluydu çevren: “Hicranla yandı gönlüm hâlimi sormaz mısın? / Dil ucuyla olsun melâlimi sormaz mısın? / Bilmem ki yoksa, dost vefâsından şüphen mi var! / Lütfedip bir kere hayâlimi sormaz mısın?” (M.F. Gülen) Sultan I. Ahmed, Senin mübarek ayak izini başında taşımak için bir sorguç yaptırmıştı: “N’ola tacım gibi başımda götürsem dâimâ / Kademi resmini ol Hazret-i Şâh-ı Rusülün / Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir / Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün.” Senin âşkın şairlerin şahlara, vezirlere kafa tutmasına yol açtı. Mescid-i Nebî’ye yaklaşan kâfilede ayaklarını Senin mübarek beldene doğru uzatan veziri, şair şöyle azarlamıştı: “Sakın terk-i edebden kûy-ı Mahbûb-ı Hudâ’dır bu / Nazargâh-ı İlâhîdir makâm-ı Mustafâ’dır bu.” (Nâbî)
Senin mübarek saçının bir tek telini yere düşürmeyen ve onu asırlarca saklayarak Sana olan saygısını daima diri tutan âşıkların vardı. Yıllar sonra, bu soylu milletin son sultanlarından II. Abdülhamid Han’ın Medine’ye demiryolu döşenirken, rûh-ı azîzine hürmeten raylara keçe döşemesi de aynı ruh güzelliğini ortaya çıkarmıştı. Âleme teşrifinle birlikte, nice şair Senin için en güzel sözleri söyleme yarışına girmişti. Söz sultanları, Senin vasfını, el değmemiş incileri manâ ipliğine dizmek için ihsan ve lütuf ânını kollamak için bir ömür boyu anlam avcılığına çıktılar. Geceleri sabaha kadar Muhammedî esintilerin ilhâmını bekleyip durdular. İnim inim inleyip: “Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Resulallah!” feryatlarıyla yeri göğü çınlattılar.
İki cihan sultanısın...
“Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim / Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin efendim.” diyen Şeyh Gâlib, Osmanlı’nın son derin nefesiyle, Senin aşkından döne döne inlemişti. Sen bütün imdat haykırışlarına şifasın yâ Resulallah! Hicranla yanan âşıkların sinesine devâsın yâ Resulallah!.. Sen varlık âleminin yaratılan ilk nuru ve âlemlerin yaratılış sebebisin efendim. Sıdk u vefâ madenisin, iki cihân sultanısın efendim. “Mustafa’nın cânı oldu ibtidâ / Evvelinde anı yaratdı Hudâ.” (Kaygusuz Abdal) diyen şairin sözündeki hakikatsin efendim. Peygamberler serveri, dinin direğisin; âlemlerin övünç kaynağı ve ümmetine imân hil’atini giydirensin efendim. Şefaat sahibisin, gönüllerin tabibisin ve Hakk’ın habibisin, Sen İlâhî aşkın menbâısın efendim. Alnın dolunaydır Senin, kaşın nahif bir hilâl, mübarek yüzün bir güneş ve saçın Mi’râc gecesi... Yeryüzünün bütün çiçeklerinin kokusudur terin, gül-i Muhammed’in usâresidir. İşte bundandır bülbülün güle aşkı, âh u figânı... Ondandır güllere üşüşmesi bülbüllerin...
Sen o gülsün, biz ise etrafında halkalanmış nâlân bülbülleriz efendim. Sen peygamberlerin sultanısın, Allah’ın bize rahmetisin, nurunla kâinâtı aydınlatansın. Habîbsin, fahr-i âlemsin, habîb-i ekremsin, şâh-ı dinsin, fahrü’l-mürselînsin, nübüvvet gülüsün, emînsin, ruha şifâsın efendim. Muhammed’sin, Mustafa’sın, Mahmud’sun, Ahmed’sin, Nebî’sin, Şefî’sin, Server’sin, Habibullah’sın, Hayrülbeşer’sin, imân bünyâdısın, dinin metâısın, peygamberlerin hüccetisin efendim. Mübarek alnın dolunaya, kaşın hilâle benzer. Saçın mirâc gecesi, yüzün güneşe benzer. Yeryüzündeki bütün çiçeklerin kokusudur mübarek terin. Kutlu kademindeki bir toza yüz sürmek ve onu gözlerine sürme diye çekmek için şâhlar, gedâlar kapında toz toprak içinde yuvarlanmaktadır efendim. Sen, peygamberler kervanının başısın, hakikat denizinin dürr-i yektâsısın. Hakkın nice gizli sırlarına mahremsin. Fütüvvetin tacısın, velâyetin mahremisin, nübüvvetin hâtemisin efendim. Âşıklara aşkın kaynağısın, fâkihlere nassların pınarısın, velilere hidayet rehberisin, ehl-i Hakka ilhâmsın, yetîmlere şefkat elisin, yolculara yoldaşsın, kölelere ihvânsın, dertlilere devâsın efendim. Gaziler, yalın kılıç “Muhammed’e salâvât” deyip düşman üzerine Seninle yürürler. Ordular, askerlerine Senin ism-i şerifini verirler. Dâimâ Allah’ın salât ve selâmı üzerine olsun. Hakkında medh ü senâda bulunan herkesin ömrü uzasın. “Her dem yeniden doğarız / bizden kim usanası” diyen şairin ağzına sağlık! Hoş geldin Efendim!..

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:05 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
Peygambere Sevgi ve Saygı

Allah'a giden yolların rehberi, dünyada ve âhirette mutluluk yollarının göstericisi Peygamberimiz Hz.Muhammed'i (s.a.) sevmek, her mümine farzdır. Peygamberimiz'e sevgi ve saygı duymak, onu önder ve örnek alıp bağlanmak, Müslümanların dinî ahlâkının bir gereğidir. Bu sevgi ve saygı, diğer peygamberler için de geçerlidir. Peygamberimiz'i sevmek için sebep çoktur. Ama her şeyden önce, peygamber sevgisinin ilk kaynağı, yüklenmiş olduğu ilâhî görevden kaynaklanmaktadır.
Allah'ın Sevgili Peygamberini Sevmek ve Saymak
Hz.Peygamber (s.a.), Allah'ın sevgili (habîbullah) kuludur. Bunun için Müslümanlar, Peygamberimiz'i andıklarında, onun pekçok niteliği arasında bu durumundan esinle Habîb-i Ekrem (en sevgili kul) sanını da kullanırlar. Kur'an-ı Kerim'in âyetlerinde, Yüce Allah'ın doğrudan Peygamber'e seslendiği, özellikle âyet başı bölümlerinde, "Habîbim" hitabını kullanarak çeviri/meal yaparlar. Ona duyulan sevgiyi, en sevilen çiçeklerden olan gül ile simgeleştirirler. Böylece, Yüce Allah'ın sevdiğini sevmiş oluruz. Çünkü, Allah'ın sevdiğini sevmek, doğrudan Allah'a sevginin bir uzantısıdır. Peygamberimiz, o mükemmel sevgi duasında, şöyle derdi: "Allahım! Sana duyduğum sevgiyi, kendi canımdan, aile bireylerimden ve serin sudan daha sevimli yap." (Tirmizî, daavât, 72)
Yüce Allah'ı seven, Hz.Muhammed'i (s.a.) de sever: "De ki: Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, çok bağışlayıcı ve merhametlidir."
Peygamber'e duyulan sevgi, her şeyden ve her türlü sevgiden çok olmalıdır. Bu, her şeyden önce Yüce Allah'ın bir emridir: "Müminlerin, Peygamber'i kendi nefislerinden çok sevmeleri gerekir." (Ahzâb, 33/6) Bu durumu, Sevgili Peygamberimiz de şöyle belirtiyor: "Sizden biriniz, beni atasından babasından, evlatlarından ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe, tam anlamıyla iman etmiş olmazsınız." (Buharî, iman, 8; Müslim, iman, 70) Yine Hz.Peygamber'in (s.a.) belirttiğine göre, Allah'ı ve Peygamberini her şeyden çok sevmedikçe tam mü'min olunmaz. (Buharî, iman, 9, 14, edeb, 42; Müslim, iman, 67) "Canımız sana feda olsun Ya Rasûlallah" ifadesi, işte bu anlayışın bir yansımasıdır.
Alemlere Rahmet
Hz.Muhammed'i (s.a.) sevme sebeplerinden birisi de, âlemlere rahmet oluşudur: "Doğrusu bu Kur'an'da, kulluk eden kimselere bildiri vardır. Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiya, 21/106-7); "Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir; fakat insanların çoğu bilmez." (Sebe, 34/28); "De ki: Ey insanlar! Doğrusu ben, göklerin ve yerin hükümranı, O'ndan başka tanrı bulunmayan, dirilten ve öldüren Allah'ın, hepiniz için gönderdiği peygamberiyim. Allah'a ve okuyup yazması olmayan, haber getiren peygamberine -ki o da Allah'a ve sözlerine inanmıştır- inanın; ona uyun ki doğru yolu bulasınız." (A'râf, 7/158) O, bu niteliklerinin bir gereği olarak, insanlara Yüce Allah'ın buyruklarını ve yasaklarını iletti, hak dini öğretti, ebedî kurtuluş yolunu gösterdi. Bütün bu iyiliklere, ancak şükran, minnet ve sevgi duyulabilir.
Yüce Ahlâk Sahibi ve Güzel Örnek
Hz.Muhammed'i (s.a.) sevme sebeplerinden bir başkası, onun üstün ahlâk sahibi ve uyulacak güzel örnek oluşudur: "Şüphesiz sen büyük bir ahlâka sahipsindir." (Kalem, 68/4) "Ey inananlar! And olsun ki, sizin için, Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Rasûlullah (Allah'ın Elçisi) en güzel örnektir."(Ahzâb, 33/21) Bu yönüyle Peygamberimiz, bütün Müslümanlar için "gaye insan, ufuk Peygamber"dir. Süleyman Çelebi, bunu şöyle belirtir:
Zâtıma mir'ât edindim zâtını,
Bileyazdım âdım ile âdını. (mir'ât: ayna, örnek)
Ümmetine Düşkünlüğü
Hz.Muhammed (s.a.) ümmetine çok düşkündür, çok şefkatli ve merhametlidir: "Ey inananlar! And olsun ki, içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, inananlara şefkatli ve merhametli bir peygamber gelmiştir." (Tevbe, 9/128) Bu sevgi, şefkat ve merhametin karşılığı da, ancak Peygamber'i sevmek ve saymak ola

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:05 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
Hz.Muhammed(s.a.v) ve Güzel Ahlakı

Yeni bir elbise giydiğinde “Allahım, Sana hamdolsun. Onu bana Sen giydirdin. Onun hayrını ve yapılış amacının en hayırlısını Senden diliyorumî diye dua ederdi (Ebû Dâvud, Libâs 1).

Uyumak üzere yatağına uzandığında “Allahım, canımı Sana teslim ettim, yüzümü Sana çevirdim, işimi Sana havale ettim, sırtımı Sana dayadım. Bunu Sana ümit bağladığım ve Senden korktuğum için yaptım. Senin azabından kurtulmak için Senden başka sığınılabilecek hiçbir sığınak ve kurtuluş yeri yok. İndirdiğin kitaplarına ve gönderdiğin peygamberlerine iman ettimî diye dua ederdi (Buhari Tevhîd 34).

Uykudan uyandığında “Bizi, öldürdükten sonra dirilten Allah'a hamdolsun. Dirilerek dönüş sadece O'nadırî diye dua ederdi (Buharî, Daavât 7).

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:05 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
İnsandan maksat, en mükemmel fert olan Resûl-i Kibriya’dır...

Allah var idi, O’ndan başka hiçbir varlık yok idi. Cenab-ı Hak ilk defa Peygamber Efendimiz’in (asm) nurunu yarattı ve yokluk fezasına attı. O’nun nurundan arş, kürsi ve levh-i mahfuz yaratıldı. Demek ki, Peygamber Efendimiz (asm) bu kâinatın hem çekirdeği hem nuru hem esası ve hem de en mükemmel bir meyvesidir.

“Şu kâinatın Sânii, şu kâinatı, bir saray suretinde yapmış ve tezyin etmiştir. O makasıdın medarı, Zât-ı Ahmediye (asm) olduğu için, kâinattan evvel Sâni’-i Kâinat’ın nazar-ı inayetinde olması ve en evvel tecellisine mazhar olmak lâzım geliyor. Çünkü bir şeyin neticesi, semeresi; evvel düşünülür. Demek vücuden en âhir, manen de en evveldir. Hâlbuki Zât-ı Ahmediye (asm), hem en mükemmel meyve, hem bütün meyvelerin medar-ı kıymeti ve bütün maksadların medar-ı zuhuru olduğundan en evvel tecelli-i icada mazhar, onun nuru olmak lâzım gelir.” (1)
Cenab-ı Hak, Hadis-i Kudsi’de “Ben gizli bir hazine idim bilinmek istedim.” buyurmaktadır. Evet, her cemal ve kemal sahibi kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek ister. İşte Cenab-ı Hakk, cemal ve kemaline en cami ve en mükemmel ayna olarak Peygamber Efendimizi’i (asm) yaratmıştır. Cenab-ı Hak en çok habibim dediği Hazret-i Peygamber’i (asm) sevmiş ve O’nu birçok nimetlere mazhar etmiştir. Allah’ı en çok seven ve sevdiren, O’ndan en çok korkan ve takdir edip zikreden O’dur. “Uluhiyet, mukteza-yı hikmet olarak tezahür istemesine mukabil, en a’zamî bir derecede Zât-ı Ahmediye (asm) dinindeki a’zamî ubudiyetiyle en parlak bir derecede göstermiştir. Hem Hâlık-ı Âlem’in nihayet kemaldeki cemalini bir vasıta ile göstermek, mukteza-yı hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil; en güzel bir surette gösterici ve tarif edici, bilbedahe o zâttır. Hem Sâni’-i Âlem’in nihayet cemalde olan kemal-i san’atı üzerine enzar-ı dikkati celb etmek, teşhir etmek istemesine mukabil; en yüksek bir sadâ ile dellâllık eden, yine bilmüşahede o zâttır.”(2) 600 senelik bir fetret döneminde insanlık âlemi zulüm, cehalet, dalalet karanlığı içerisindeyken; Cenab-ı Hakk’ın “Ey Habibim! Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım.” hitabına mazhar olan Habib-i Zişan Efendimiz (asm), güneşi gölgede bırakacak bir nur ile dünyaya tecelli etti. O’nun (asm) nuru gözleri kamaştırdı, ulvi sesi kulakları doldurdu ve feyz-i hidayeti kalplere yerleşti ve bütün insanlığı aydınlığa kavuşturup, nev’i beşeri medeniyetin en yüksek mertebesine çıkardı. İnsanların muhtaç olduğu maddi ve manevi bütün hakikatleri kısa zamanda şimşek gibi bir sürat ile ikmal ederek, herkesi istidadına ve kabiliyetine göre saadetin en yüksek mertebelerine çıkardı. Âlem, onun ile yeni bir devr-i nur ve devr-i saadete girdi. “… o nur olmazsa kâinat da, insan da, hatta her şey dahi hiçe iner. Evet, elbette böyle bedi’ bir kâinatta, böyle bir zat lâzımdır. Yoksa kâinat ve eflâk olmamalıdır.” (3)
Alemlere rahmet olarak gönderildi...
Peygamber Efendimiz (asm) bütün âlemlerin ve feleklerin yaratılma sebebidir ve âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Zira O (asm) bütün insanlara, cin ve meleklere pek büyük bir rahmettir. Bütün çiçek ve ağaçların yetişmeleri ve inkişaf etmeleri için nasıl güneşe ihtiyaç varsa, gönüllerin tenviri ve akılların teshiri için de bir hidayet güneşi olan Zat-ı Muhammediyeye (asm) o derece ihtiyaç vardır. Daha doğduğu gecede Kâbe’deki putların yere serilmesi, Mecusilerin taptığı ateşin sönmesi, Sava nehrinin yere batması, Kisra Sarayı’nın yıkılması gibi hâdiseler Fahr-i Kâinat Efendimizin (asm) gelişini müjdelemişlerdir. Çünkü “Bütün mahlûkatın en efdali ve en eşrefi ve en münevveri ve en bahiri ve en azîmi ve en kerimi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eamm ve mahiyetçe en ekmel ve suretçe en ecmel, kâinat bostanında, arz ve semavatın bütün mevcudatını latif secaatıyla, leziz nağamatıyla, ulvî tesbihatıyla vecde ve cezbeye getiren, nev-i beşerin andelib-i zîşanı ve benî Âdem’in bülbül-ü zül-Kur’an’ı Muhammed-i Arabî (asm)” (4) dünyayı teşrif etmiştir. Bu hakikati ifade etmek için Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de “De ki: Hak geldi, batıl yıkılıp gitti. Çünkü batıl, yok olmaya mahkûmdur.” (5) buyurmuştur. Zira O Zat (asm) kalplerdeki kat kat buzları eriterek, yerlerine nice gül ve meyveler yetiştirdi.
Peygamber-i Zişan Efendimiz (asm) insanları hidayete erdirerek, onları kendileri gibi mahlûk olan putlara, yıldızlara, ateşe ve batıl şeylere tapmaktan kurtarıp; onlara Vahid, Ehad ve Samed olan Zat-ı Zülcelâl’i tanıttırıp, yalnız O’na ibadet edileceğini bildirip tevhidi ilan etmiştir. 23 sene gibi kısa bir zamanda İslâm nurunu dünyanın her tarafında parlattırması, insanları vahşetten ve zulümden kurtarması ve bütün akılları hayrette bıraktırması O’nun (asm) nihayetsiz bir feyze mazhar olmasındandır. “Evet, o bürhanın şahs-ı manevîsine bak: Sath-ı Arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minber... O bürhan-ı bahir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatib, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkeb bir halka-i zikrin serzâkiri... Bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya taravettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki; herbir davasını, mu’cizatlarına istinad eden bütün enbiya ve kerametlerine itimad eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar. Zira o, La ilahe illallah der, dava eder.”
Peygamber Efendimiz (asm) herkese karşı nazikane muamele eder ve hiçbir kimseden menfaat talep etmezdi. Bu ulvi hasletleriyledir ki, herkes ona muhabbet ve itaat ederdi. Medine’ye hicret ederek az zamanda bu kadar fütuhata mazhar olduğu halde dünyaya asla itibar etmedi. Mübarek endamı gayet güzel ve bütün azaları birbirine mütenasip, cismi nazif, kokusu latif, son derece mülayim, halim, mütevazı, vakarlı ve heybetli idi. Bütün hareketleri itidal üzere idi. Güler yüzlü ve tatlı sözlü idi. O’nunla (asm) beraber olan insanlar, O’nun (asm) feyzinden dolayı O’na (asm) can ve gönülden aşık ve muhip idiler. Hazret-i Peygamber (asm) çok cömert, kerim, şefik ve rahim idi. Ahit ve va’dinde sabit, sözünde sadık idi. Elhasıl her türlü medh-ü senaya layık idi. İşte O Zat (asm), asırlardan beri gönüllerde kök salan batıl itikatları ortadan kaldırıp, bütün emir ve yasakları akla muvafık ve hikmete uygun olan Kur’an-ı Kerim vasıtasıyla insanları saadet-i dareyne kavuşturmuş ve kıyamete kadar değiştirilmeyecek bir din tesis etmiştir.
En mükemmel dinin Peygamber’i...
Evet, O’nun (asm) tesis ettiği İslâmiyet en mükemmel bir din-i ilahidir. Çünkü en son dindir. Zira sonra gelen peygamberin ve getirdiği dinin, evvelkilerden daha mükemmel olması tedric kanununun bir gereğidir. Her hak din zatında mukaddestir. Ancak o dinin peygamberleri faziletçe birbirinden üstündürler. Zira o peygamberlerin getirdiği ahkâmlar, birbirinden farklıdır. En son gelen daha kapsamlı ve daha üstündür. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak: “İşte şimdiye kadar zikrettiğimiz resullerden kimini kimine üstün kıldık.” (7) buyurarak bu hakikati ifade etmiştir.
Mesela, Hazret-i İsa’ya (as) gönderilen İncil’deki, iman, ahlâk, fazilet, irşat, hikmet ve irfan gibi birçok hakikatler, Tevrat’tan daha kapsamlı olduğu için, onun hükümlerini neshetmiştir. “Şeriatı, sair şeriatların mehasinini cem’ ile onların nâsihidir.” Zaman geçtikçe insanların ilimleri ve tecrübeleri gelişerek terakki ettiğinden, sonra gelen her dinin de önceki dinden daha kâmil ve daha kapsamlı olması hikmetin gereğidir. “Sultanlar daima halkın, cemaatin, ordunun sonunda çıkarlar. Nev-i beşerde tekemmül vardır. Bu tekemmül kanunu, ikinci mürebbinin ve ikinci mükemmilin evvelki mürebbilerden daha ekmel olmasını iktiza eder.” (9)
Demek ki, sonra gelen peygamberlerin dinleri, geçmiş peygamberlerin dinlerine kıyas olamaz derecede üstündür. Çünkü geçmiş peygamberlerin zamanındaki insanların anlama kabiliyetleri daha az olduğundan dinleri de onların idraklerine uygun idi. “Geçmiş peygamberler ümmetlerine Kur’an gibi izahat vermediklerinin sebebi, o devirler beşerin bedeviyet ve tufuliyet devri olmasıdır. İbtidaî derslerde izah az olur.” (10)
“Hazret-i Peygamber’in (asm) en büyük mucizesi Kur’an-ı Kerim’dir. Evet, her bir kelimesinde birçok hikmetler bulunan bu sonsuz nuru her kim dikkatle okursa, ondaki i’caz ve üsluba; ifadelerindeki belagat ve fesahate hayran olmaması mümkün değildir. Kur’an, 1400 sene önce nazil olduğu halde, sanki yeni nazil olmuş gibi, tazeliğini muhafaza etmektedir. “Zaman ihtiyarlandıkça Kur’an gençleşiyor.”(11) Çünkü o ezelden gelmiş ve ebede gidecektir. İlim ve irfan ne kadar terakki ederse etsin, Kur’an’daki hakikatler nihayetsiz olduğundan hiçbir asır ve hiçbir kimse ondan müstağni kalamaz. Evet, Kur’an, iki dünyanın saadetini temin etmiştir. Beşer nelere muhtaç ise hepsi onda mevcuttur. “Yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, Kitab-ı Mübin’de bulunmasın.” (12) Evet, “Kur’an-ı Kerim zahiren ve bâtınen, nassen ve delaleten, remzen ve işareten her zamanda vücuda gelmiş veya gelecek her şeyi ifade ediyor.”(13)
Kur’an-ı Kerim’in ihtiva ettiği hükümlerin birçoğu daha önce gelen semavî kitaplarda yoktu. Bu bakımdan Kur’an, geçmiş dinî kitapların fevkindedir, İslâm dini de diğer dinlerden daha üstündür. Geçmiş peygamberlerin şeriatları ancak İslâm diniyle ikmal olmuştur. Bu bakımdan en mükemmel din İslâm’dır.
(1) Sözler, s. 580. (2) Sözler, s. 576-577. (3) Sözler, s. 237. (4) Sözler, s. 356. (5) İsra Sûresi 17/81. Sözler s. 235 (7) Bakara Sûresi, 2/253 İşarat’ül İcaz, s. 51 (9) İşarat’ül İcaz, s. 51 (10) Şualar, s. 220. (11) Mektubat, s. 475. (12) En’** Sûresi 6/59 (13) İşarat’ül İ’caz, s. 119.

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:05 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
Sen Bir Kere Doğmazsın Efendim!

Sana çok muhtâcız Yâ Rasûlallah! Kapına dönüp de Sana “ Medet Sultânım! ” demeye bile mecâlimiz kalmadı. Buna yüzümüz yok Efendim! Sürüm sürüm bir hâldeyiz. Ama her şeye rağmen Efendim, Senin “ Kardeşlerim! ” dediğin kudsîler olduklarına cân-ı gönülden inandığımız birileri var. Onlara “ Garipler ” diyorlar. Duyduk ki Sen de, on dört asır ötesinden onlara bir selâm çakmış ve “ Tûbâ li'l-gurabâ-Gariplere ne mutlu! ” buyurmuşsun. Uğruna gurbeti seçmişler ve bu vesileyle, Sana kurbeti kazanabileceklerini ümit etmişler Efendim.
Artık hiç şüphemiz kalmadı ki, (“ Ümmetler, milletler, insanların birbirlerini sofraya dâvet etmeleri gibi birbirlerini sizin üzerinize dâvet edecek ve üzerinize üşüşecekler. ” Birisi sordu: “ Bizim azlığımızdan mı? ” Allah Resûlü: “ Hayır, aksine siz o gün çok olacaksınız. Fakat selin sürüklediği çer çöp gibi.. Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı duydukları korkuyu kaldıracak ve sizin kalbinize de ‘ vehn ' atacak ” dedi. Yine birisi sordu: “ Ey Allah'ın Resûlü vehn nedir? ” Cevap verdi: “ Ölüme karşı isteksizlik ve dünya sevgisi! ”) buyurduğun o tâlihsiz günlerdeyiz yâ Resûlallah! Aynen buyurduğun gibiyiz. Bir yığın âciz, perişân ve kimsesiz. Acınacak haldeyiz. Onulmaz dertlerle sarmaş dolaşız biz. İşte Efendim pür-perişân hâlimiz!
Atalarımız gibi olamadık henüz. ‘Henüz' diyorum, zirâ ümitvârız olacak yâ Resûlallah. Çünkü Senin bir Şanlı Elçin bu müjdeyi bir asır önce sunmuş: “ Şu istikbâl inkilâbâtı içinde en müthiş ve gür sedâ İslâm'ın sedâsı olacak. ” demiş ve bu uğurda bir yığın cehdle çekip, gitmiş. Çekip gitmiş ama gelecek baharın da tohumlarını saçarak gitmiş. Buna imanımız tam Efendim. Tam olmasına tam da, ama ne zaman? Bunun cevâbını ararken kendime bakıyorum, ümidim tamamen buğulanıyor. Ama yine de ümitvârız. Fakat şimdilerde bir yönden pek ürkütücü halde olduğumuz da kesin Efendim.
Ancak her şeye rağmen Efendim, her şeye rağmen, Bahar Çiçekleri bir bir açılışta. Bahara yolculuk var karakışta. Senin çelimsiz gibi görünen o üveyklerin, dağda bayırda yokuşta; Senin o bayıltan-çıldırtan güzelliğini muhtâç sînelere taşıyıştalar Efendim.
Tekrâr Kutlu Doğum günün gelmiş Efendim! N'olur bir kez daha gönlümüze, günümüze, bize doğuver! Öğrendik ki, Sen sadece bir kez doğmazmışsın. “ Sen bizler gibi sâdece bir kere doğmadın/doğmazsın; zamanın her parçası Senin için bir tulû vakti, gönüllerimiz de mütevâzı matlaın.. ” Bunu, Asrımıza güneş gibi doğan ve kendisiyle Seni tanıma şerefine erdiğimiz ayrı bir Kutlu'dan öğrendik Efendim. Şereflendir Sana muhtâç gönüllerimizi ve kupkuru dünyâmızı. Yok fazla bir hediyemiz, farkındayız. Belki gözyaşımız da pek eksik. “ Hüve'l-habîbüllezî türcâ şefâatüh, li-külli hevlin mine'l-ehvâli muktehımi. Mevlâye salli ve sellim dâimen ebedâ. Alâ habîbike hayri'l-halki küllihimi .” okuyanlar var geceler boyu. Ama ihtimâl bütün bunlar, dertlerimiz yanında çok küçük çabalar. Ancak, işleri sadece vesilelik olan, ve kendilerini, aslında başka sevimsiz şeylerde de kullanılma ihtimâli de varken sadece güllerin dibine toprak atan birer kürek gibi gören ve bu şekilde envai türlü güllerin neşv-ü nemâ bulmasına vesilelik yapanlar sayesinde, evet Efendim işte onlar sayesinde, sağda solda çeşit çeşit, Sana hazırlanan taze gül buketleri var. Ama Efendim, bu güllerin çok farklı. Sadece Anadolu'nun bağlarından bahçelerinden derlenmiş değiller. Yeryüzünün muhtelif bölgelerinden bu goncaların. Duyduk ki gönüllerine Sen doğmuşsun onların. Rüyâlarını şereflendirmişsin, bir gece ansızın. Selâm çakmışsın mahzûn ve mütebessim çehrenle tâlihli yüzlerine. Bak bir bir seni heceliyorlar, küçücük kalplerinde sana güzel bir mekân hazırlamışlar, orada sevgini büyütüyorlar. Senin altın halkana diziliyorlar bir bir. Hangi birisine sorulsa, “ O Güzeller Güzeli buraya da geldi ” diyorlar, yüzleri gülüyor ve şevkten şevke uçuyorlar Efendim.
Onlar, ebedî hicrândan kurtulmaya başladılar artık. İşte bu, bir yönüyle tâlihsiz ama bir yönüyle güzel doğuşların otağı olan şu günler, bizi garip bir duyguya itiyor. Bunlara bakıp seviniyor ve ümitle şahlanıyoruz. Ama diğer yöne yüzümüzü çevirince, liyâkatsizliğimize bakınca, genel mânâda ümmetinin durumunu düşününce… kan ağlamamız gerektiğinin farkına varıyoruz. Bizim en azından hızlı olmamız, kanatlanmamız gerektiği kesin. “ Bütün bunları sorarlar bize. Bu kadar rahat bir ortam, bu kadar önemli-kazançlı ve elzem bir iş; ama bu kadar da cılız bir performans, sorarlar bunun hesabını bizden .” diyen Hak Dostu, herhalde haklı Efendim.

ÂH EFENDİM!
Köhne gönlüme dönüp dönüp bakıyorum da, orada bir güneş gibi -inşallah- parıldayan tek Sensin. Birinin Seni hakkıyla sevdiğini iddiâ etmesi büyük bir iş. Ve herhalde yanlış olur. Gerçekten sevseydik daha farklı olacağımız kesin. Ancak sevginin yolunda olduğumuz, muhabbetini hecelediğimiz inşallah doğrudur. “ Göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa, her türlü işinde Sevgiliye muvâfakat etmeyen, onu sevdiğini nasıl iddiâ edebilir ki! ” diyor bir sevgi kahramanı. Atâ b. Mübârek de diyor ki: Basra'da dâima kulluk yapan ve kendisine ‘Bürde' denen büyük bir kadın vardı. Geceleri kalkar, ortalıktan el etek çekilince hazîn bir sesle yalvarır yakarırdı: “ Gözler uyudu, yıldızlar parladı ve herkes sevgilisiyle baş başa kaldı. Ancak bense seninle baş başa kaldım ey Sevgili… ” Bir başkası şöyle der: “ Bana göre sevginin başı, Sevgili'nin yâdıyla dili ıslatmaktır. Hüzn-ü dâimîdir. Devâmlı aşk u şevk içinde bulunmadır. ” Yollar.. âh amansız ve çileli yollar. Sağında solunda ölümcül uçurumları barındıran yollar! Biliyorum, yüzünü, gülleşmiş yüzünü, rüyalarda bile olsa bir kez görebilmek büyük bir teveccühe bağlı. Ama fakirlere teveccüh cesâreti verecek olan da Senin o engin hoşgöründür, himmetindir Efendim. Çocukluklarımızı, basitliklerimizi, sıradanlıklarımızı ancak Senin o deryâlar kadar engin şefkatin sâyesinde aşabiliriz, inanıyorum. Bizim kayda değmeyen değersiz hâl ü etvârımızın yanında senin güzelliğin, affediciliğin çok daha büyüktür. Bunu da herhalde Sizden öğrenmiş olmalıyız.
Bak şimdi, Senin o bütün dünyalara açık, hattâ zebânileri bile içine alacak, onları bile ümitlendirecek kadar geniş ve ihtişâmlı kapındayız Efendim. Sense hep aynısın, hep aynı güzellikte, hep aynı zümrüt zirvelerdesin. Yıllar evvel, küçücük gönlümde oluşturduğum muhteşem bir tablo, muazzam bir portresin. Ve orada, günden güne -inşallah- zirveleşiyorsun da. Çokları Sen'den bir berât beklediler Efendim. Çünkü o engin şefkatin, o bî-pâyân lütfundur ki çâresizlere çâre olur Efendim. Bu yüzden bizler de hayatımızın sonuna kadar onu bekleyecek ve hep bu ümitle yaşayacağız Efendim.
Ellerde kelepçe, ayaklarda da pranga ve Sen'siz gibiyiz. Senin, gül kokulu atmosferini teneffüs edememek bende'lerinin gönlünü kasıp kavuruyor, kurutuyor Efendim. Bildiğim tek bir şey var. O da, Sana liyâkatsizliğim, Seninse engin şefkatin ve bir de o gül cemâlini özleyişim. Bu üç halden başka bir hâlim yok gibi. Bende liyâkatsizlik, Sende engin bir şefkat ve bir de yine bende'nde fakirce bir özlem. 14 asır evvel maddeten gurûb edip gittin. Sabah aydınlığı gibi o bütün güzelliğinle bir kez daha bizlere maddeten ve mânen ne zaman doğacaksın Efendim!

MEDİNE'NİN GÜLÜ'NÜN HUZURUNDA
Yine ben geldim. Yüzbinler, milyonlar gibi ben de şefkatine güvenip bir kez daha kapına dayandım Efendim. Biliyorum ki, o engin şefkatin beni de eritecek, gönlüme-ruhuma yeni bir bahar râyihası duyuracaktır. Çünkü Sen, benim gibi cirimlerle-cürümlerle bitmezsin. Çünkü Sen, Sonsuz Nur'sun. Doğru, günahım çoktur, ama Senin büyüklüğün, Senin şefkatin, Senin affın, Senin merhametin benim günahlarımdan daha engindir Efendim.
Hani bir hak dostu, hayat boyu senin yolunda yaşamış. Sonunda ölüm gelip çatınca, gözleri tavana dikilmiş, can veremez olmuş. Sıkıntı, ter ve gözyaşı… Etrafındakiler dehşetle ürperiyorlar ve olup biteni seyrediyorlar. Ve bu mübarek zât, o yaşlı ve hastalıklı haliyle, bî-mecâl tavrıyla da olsa, sedyesinden doğruluyor “ Zahmet buyurdun Ya Rasûlallah! ” diyor. Evet Sen gelmişsin ve Senin ümmetinden olan bu zata, son anda bile olsa yardım elini -mânen- uzatmışsın Efendim.
Bak işte, dertli sîneler, yüzler-binler senin müşfik kapında. Ağlıyorlar, yalvarıyorlar, yakarıyorlar ve dertlerini sana arzediyorlar bir bir. Kimi Malezyalı, kimi Sudanlı, kimi Türkiyeli, kimi Kızgızistanlı, kimi Tunuslu... Kısacası Dünya'lılar işte Efendim. Senin Dünya ve Ukba'yı kapsayan Rahmet kapındalar. Benim de diyeceklerim var Efendim. Ancak yüzüm yok. Mahcûbum. Hem de çok... Buna rağmen benimle gelen selâmlar var. Sana selâm söylediler Efendim. Elçiyim. Aracıyım. Sadece bir vesileyim. Busayrî'nin ifâdesiyle “ölmüş-ufalanmış kemiklere okunsa, onları diriltecek kadar tesirli o mübârek adının” senin huzurunda anılmasını isteyen karasevdalıların var Efendim. Binlerce kilometre uzaklıklardan sana selâm ve hürmetlerini gönderdiler Efendim.
Efendim! İşte huzurundayım. İşte ben. Mücessem bir cürüm. Baştan ayağa yâre. Kalbi pâre pâre. Gönlünde bere üstüne bere. Ömür yarılanmış, günahlarla haşir neşir olmuş habire. İşte ben Efendim. Kalbim buruk. Gönlüm kırık. Ruhum dağınık mı dağınık... Yüzüm yoktu. Biliyorum. Ama dergâhın çok büyük. Köyün çok güzel. Medine'n çok tatlı. Yüzün çok müşfik. Adın çok ulu. Mübarek gönlün çok engin ve bitirim. Sen, Ebû Cehillere bile elini uzatırdın. Sen, Ebû Süfyan'ları bile affettin. Sen Vahşî'leri bile bağışladın ve onların kimisini insanlığın ayları, yıldızları yaptın. Sen, kimleri eritmedin, kimleri affetmedin ki âh Efendim. Kimleri sarıp sarmalamadın ki âh Sultanım. İşte bundan dolayı ümitliyim…
Yıllar evvel gelmiştim bir kez daha huzuruna. Sene 96'ydı. Henüz toydum. Yollardaydım. Ama şimdi aradan geçen bunca zamanda yaralandım, berelendim. O dönemler hamdım. Sonraları pişeceğimi sandım. Ancak şimdi ne piştim, ne de yandım. Sadece kurudukça kurudum, pörsüdükçe pörsüdüm Efendim.
N'olursun, kutlu doğumla bir kez daha doğ Efendim. Kalbimize, gönlümüze, günümüze, bütün bir dünyaya Efendim. Bizlere derman ol, yar ve yardımcı ol, şefâatini esirgeme gedâlardan Efendim.
Kutlu Doğum'la bütün yeryüzünü tekrar şereflendirmen dileklerimle…
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:05 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
ALLAH PEYGAMBERİMİZ (SAV)'İ HER ZAMAN KORUMUŞTUR
Allah, Peygamberimiz (sav)'in ve tüm müminlerin yardımcısı ve koruyucusudur. Allah, Peygamberimiz (sav)'e her zaman yardım etmiş, onun için zorlukları kolaylıklara çevirmiş, yolunu açmış, onu maddi ve manevi olarak güçlendirmiş, salih müminlerle desteklemiş, düşmanlarının ise basiretlerini kapatarak, güçlerini alarak, tuzaklarını bozarak Peygamberimiz (sav)'e zarar vermelerini engellemiştir. Allah Tevbe Suresi'nde, Peygamberimiz (sav)'in yardımcısı olduğunu şöyle bildirir:
Siz O'na (peygambere) yardım etmezseniz, Allah O'na yardım etmiştir… (Tevbe Suresi, 40)
Ayette bildirildiği gibi, Peygamberimiz (sav) hiçbir zaman başkalarına muhtaç olmamış, Allah ona her zaman yardım etmiştir. Bu nedenle Peygamberimiz (sav)'in yanında bulunan hiç kimse yaptığı hizmet veya yardımlardan dolayı Peygamber Efendimizi minnet altında bırakamaz. Çünkü gerçekte Peygamberimiz (sav)'e yardım eden Allah'tır ve o kişi olmasa da Allah başka bir insanı, meleklerini veya cinleri vesile edip Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'e yardım eder.
Allah bir başka ayetinde ise, Peygamberimiz (sav)'e insanlardan korkmadan büyük bir cesaretle, hak olarak bildiği dini, insanlara tebliğ etmesini bildirmiş ve onu koruyacağını vaad etmiştir. Ayette şöyle buyrulur:
Ey peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer (bu görevini) yapmayacak olursan, O'nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz, Allah, kafir olan bir topluluğu hidayete erdirmez. (Maide Suresi, 67)
Allah'ın gücünü, olayların iç yüzünü kavrayamayan sığ ve dar görüşlü inkarcılar, Peygamberimiz (sav)'e karşı üstün gelebileceklerini, onu korkutabileceklerini veya etkisiz bırakabileceklerini sanmışlar ve bu nedenle sürekli tuzaklar kurmuşlardır. Bu insanlar, Allah'ın Peygamberimiz (sav)'in üzerindeki korumasının farkında değildirler ve bunu kavrayamamaktadırlar. Kendilerini Peygamberimiz (sav)'den çok daha üstün ve güçlü zannetmişlerdir. Ancak Allah, hepsinin biraraya gelerek kurdukları çok detaylı tuzakları bozmuş, hatta bir mucize olarak kurdukları tuzakları kendi aleyhlerine döndürmüştür. Hiçbir tuzakları işe yaramamıştır. Biraraya gelip tuzaklarını planlarken, Allah'ın onları gördüğünü, işittiğini, içlerinden geçenleri okuduğunu anlayamayan, Peygamberimiz (sav)'den gizleseler bile Allah'tan gizleyemeyeceklerini kavrayamayan, Peygamberimiz (sav)'in tüm gücün sahibi olan Allah'ın sevgili kulu ve dostu olduğunu düşünmeyen bu insanlar için Allah Kuran'da şöyle bildirmektedir:
Hani o inkar edenler, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek amacıyla, tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen (bir karşılık) kuruyordu. Allah, düzen kurucuların (tuzaklarına karşılık verenlerin) hayırlısıdır. (Enfal Suresi, 30)
Allah bir başka ayetinde ise, Peygamberimiz (sav)'e kimsenin zarar veremeyeceğini, Allah'ın, Cibril'in ve salih müminlerin onun dostu, yardımcısı, destekçisi olduğunu şöyle haber vermektedir:
Eğer sizler (Peygamberin iki eşi) Allah'a tevbe ederseniz (ne güzel); çünkü kalbleriniz eğrilik gösterdi. Yok eğer ona karşı birbirinize destekçi olmaya kalkışırsanız, artık Allah, onun mevlasıdır; Cibril ve mü'minlerin salih olan(lar)ı da. Bunların arkasından melekler de onun destekçisidirler. (Tahrim Suresi, 4)
Allah, Duha Suresi'nde ise Peygamberimiz (sav)'in üzerindeki yardım ve nimetlerini şöyle bildirmiştir:
Rabbin seni terk etmedi ve darılmadı. Şüphesiz senin için son olan, ilk olandan (ahiret dünyadan) daha hayırlıdır. Elbette Rabbin sana verecek, böylece sen hoşnut kalacaksın. Bir yetim iken, seni bulup da barındırmadı mı? Ve seni yol bilmez iken, 'doğru yola yöneltip iletmedi mi? Bir yoksul iken seni bulup zengin etmedi mi? (Duha Suresi, 3-8)
Peygamberimiz (sav), her işinde, en zor anlarında dahi Allah'ın kendisine yardım edeceğini bilerek, tevekkül etmiş, korku ve endişeye kapılmamıştır. Yanındaki müminlere de Allah'ın kendileri ile birlikte olduğunu, herşeyi görüp işittiğini söylemiş, onların da sukunet içinde olmalarına vesile olmuştur.
Peygamber Efendimizi örnek alarak onun yolunu izleyenler de, Allah'ın rahmetinden ve yardımından hiçbir zaman umut kesmemeli, Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini umarak hayırlarda yarıştıkları sürece Allah'ın daima onların yanında olduğunu bilmelidirler. Allah bir ayetinde müminlere şöyle bir vaadde bulunur:
… Allah kendi (dini)ne yardım edenlere kesin olarak yardım eder. Şüphesiz Allah, güçlü olandır, aziz olandır. (Hac Suresi, 40)
PEYGAMBERİMİZ (SAV)'İN TEMİZLİĞE VERDİĞİ ÖNEM
Kalp ve ahlak temizliği kadar beden, giysi, mekan ve yediği yiyeceklerin temizliği de Müslümanların en belirgin özelliklerindendir. Bir Müslümanın saçları, eli, yüzü, bedeninin her yeri daima tertemiz olur. Kıyafetleri de her zaman temiz, bakımlı ve düzgündür. Çalıştığı veya yaşadığı mekanlar da her zaman derli toplu, temiz, hoş kokulu, havadar ve ferahlık verici olur. Müminlerin bu özelliklerine en güzel örnek yine Peygamberimiz (sav)'dir. Allah, bir surede Peygamberimiz (sav)'e şöyle buyurmuştur:
Ey bürünüp örtünen, Kalk (ve) bundan böyle uyar. Rabbini tekbir et (yücelt) Elbiseni temizle. Pislikten kaçınıp-uzaklaş. (Müddessir Suresi, 1-5)
Allah Kuran'da müminlere temiz olan şeylerden yemelerini bildirmiş, Peygamberimiz (sav)'e de, temiz olan şeylerin helal olduğunu müminlere bildirmesini söylemiştir:
"Ey elçiler, güzel ve temiz olan şeylerden yiyin…" (Müminun Suresi, 51)
"Sana, kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar. De ki: "Bütün temiz şeyler size helal kılındı." Allah'ın size öğrettiği gibi öğretip yetiştirdiğiniz avcı hayvanlarının yakalayıverdiklerinden de -üzerine Allah'ın adını anarak- yiyin. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir." (Maide Suresi, 4)
Peygamberimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde de müminlere temiz olmayı şöyle öğütlemiştir:
"Müslümanlık temizdir, kirsizdir. Siz de temiz olun, temizlenin, Zira cennete temizler girer."31
PEYGAMBERİMİZ (SAV)'İN DUALARI

Hafız Halil Efendi. Tezhip. Fatiha Suresi 1-7. ayetler: "Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla, Hamd Alemlerin Rabbi'nedir. Rahman ve Rahimdir. Din gününün malikidir. Biz yalnızca Sana ibadet eder ve yalnızca Sen'den yardım dileriz. Bizi doğru yola ilet; Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna. Gazaba uğrayanların ve sapmışlarınkine değil."

Kuran'da Peygamberimiz (sav)'in gece dua için kalktığı bildirilir.
Şu bir gerçek ki, Allah'ın kulu (olan Muhammed,) O'na dua (ibadet ve kulluk) için kalktığında, onlar (müşrikler,) neredeyse çevresinde keçeleşeceklerdi. De ki: "Ben gerçekten, yalnızca Rabbime dua ediyorum ve O'na hiç kimseyi (ve hiçbir şeyi) ortak koşmuyorum." (Cin Suresi, 19-20)
Kuran'da birçok ayette Peygamberimiz (sav)'in dualarından bahsedilmektedir. Peygamberimiz (sav) dualarında Allah'ı sıfatları ile anarak O'nu yüceltmiştir. Peygamberimiz (sav)'in Kuran'da bildirilen dualarından biri şöyledir:
De ki: "Ey mülkün sahibi Allah'ım, dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü çekip-alırsın, dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın; hayır Senin elindedir. Gerçekten Sen, herşeye güç yetirensin." (Al-i İmran Suresi, 26)
Peygamberimiz (sav) de, tüm diğer peygamberlerde olduğu gibi ins ve cin düşmanlarının tehditi ve baskıları ile karşı karşıya kalmıştır. Onların bu baskılarına karşı sabır ve dayanıklılık gösteren Peygamber Efendimiz'e, şeytanın olumsuz telkinlerine ve manevi saldırılarına karşı Allah'tan şöyle yardım istemesi emredilmiştir:

David Roberts, Muayyad Camii

Ve de ki: "Rabbim şeytanın kışkırtmalarından sana sığınırım. Ve onların benim yanımda bulunmalarından da Sana sığınırım Rabbim." (Müminun Suresi, 97-98)
Peygamberimiz (sav)'e, dualarında Allah'tan bağışlanma dilemesi ve Rabbimizin merhametini zikretmesi şöyle emredilmiştir:
Ve de ki: "Rabbim bağışla ve merhamet et, Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın." (Müminun Suresi, 118)
Rivayetlerde ise, Peygamber Efendimizin Allah'a kendisine güzel bir ahlak ve iyi bir huy vermesi için dua ettiği ve dualarında Allah'a şöyle yalvardığı belirtilir:
"Allah'ım! Yaratılışımı ve ahlakımı güzelleştir. İlahi! Beni ahlakın kötülerinden uzaklaştır."32
Allah'ın, "De ki: "Sizin duanız olmasaydı Rabbim size değer verir miydi?…" (Fatır Suresi, 77) ayetiyle de bildirdiği gibi dua müminler için çok önemli bir ibadettir. İnsan, acz içinde, Allah dilemedikçe hiçbir şeye güç yetiremeyeceğini bilerek, umarak ve korkup sakınarak, her konuda Allah'a yönelmeli, herşey için O'na dua etmelidir. Peygamber Efendimizin ve Kuran'da duaları zikredilen diğer peygamberlerimizin duaları müminler için en güzel örneklerdir. Onlar dualarında hem Allah'a nasıl teslim olduklarını, Allah'ı tek dost ve yardımcı olarak gördüklerini göstermişler, hem de Rabbimizi en güzel isimleri ile yüceltmişlerdir. Peygamberlerimizin dualarında ayrıca hiç vakit gözetmeden, her an dua ettikleri ve ihtiyaç içinde kaldıklarında hemen Rabbimize yöneldikleri görülmektedir.

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:06 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
Peygamber sevgisinin, sevgi rehberliği ve sünnetine bağlanma biçimlerini dünkü yazıda ele aldıktan sonra, salât ve selâm duası ile yakınlarını sevmeyi ele alalım.
Salât ve Selâm Duası
Hz.Peygamber (s.a.), adı Muhammed veya görevi gereği rasûl/Rasûlullah sıfatlarıyla kelime-i şehâdette, ezanda, kâmette, tahiyyât, salli-bârik dualarında ve başka dualarda, her Müslüman tarafından her gün defalarca sevgi ve saygıyla anılmaktadır. Peygamber'e sevgi ve saygının bir gereği de, Yüce Allah'ın emrettiği gibi, ona salât ve selâm getirmektir: "Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamberi överler: Ey inananlar! Siz de onu övün, ona salât ve selâm getirin." (Ahzâb, 33/56) Bu âyetteki "salât" kelimesi için, genellikle "övmek" anlamı verilirse de, "örnek almak/göstermek" anlamı da verilebilir. Hz.Peygamber'in (s.a.) adı anıldığında, duyulan derin bağlılığı göstermek üzere, sağ ellerini kalplerinin üstüne getirerek salât ve selâm duası yaparlar.

Ey sûret-i hak, kemâl-i mutlak,
Sen nûr-ı vücûdsun muhakkak.

Olsaydın eğer ademde pinhân,
Zulmette kalırdı hayyiz-imkân.

Zâhirde eğerçi sen beşersin,
Bâtında fakat neler nelersin.

Menşûr-i kemâlidir müeyyed,
Sallû sallû alâ Muhammed
(Ahmed Avni Konuk)

(sûret-i hak: hakkın ve hakikatin temsilcisi; nûr-ı vücud: varlığın ışığı; adem: yokluk; pinhân: gizli; hayyiz-imkân: evren; zâhir: görünüş, dış; eğerçi: her ne kadar; bâtın: iç, öz; menşûr-i kemâl: mükemmelliğin örneği; müeyyed: desteklenmiş, pekiştirilmiş)
Salâtu selâmın en kısası, "Allahümme salli alâ Muhammed" biçimindedir. Salli-Bârik, Salât-ı Tefrîciyye ve Salât-ı Münciye gibi türleriyle Salavât-ı Şerîfe'ler ise, daha özel, uzun ve ayrıntılı salâtu selâm dualarıdır. Salâtu selâm dualarını okumaya, Türkçemizde, bağlılığını bildirmek ve göstermek anlamında "salevât/salâtu selâm getirmek" deriz.
Hz.Peygamber (s.a.), kendisine salâtu selâm getirene Allah'ın on defa rahmet edeceğini (Müslim, salât, 70; Ebu Davud, vitr, 26), on günahı bağışlayacağını ve derecesini on kat yükselteceğini (Nesâî, sehv, 55), yanında adı anıldığı halde sevgi cimriliği yaparak salâtu selâm getirmeyenin cimrinin teki olduğunu (Tirmizî, daavât, 101) belirtmiştir.
Hz.Muhammed'i (s.a.) sevgi ve saygı (tazim) ifade eden "Hz.Muhammed, Hz.Peygamber, sevgili peygamberimiz, habîb-i ekrem, rasûl-i ekrem, server-i kâinât:evrenin efendisi, iki cihan güneşi" gibi sözlerle anmak da, salât ve selâmın bir uzantısıdır.
Yakınlarını Sevmek: Ehl-i Beyt Sevgisi
Hz.Muhammed'i (s.a.) sevmek, onun evladını, aile halkını, ashâbını ve bütün ona bağlananları sevmek demektir. Bunlara, geniş anlamda "ehl-i beyt" denir. Peygamberimizin veda hutbesinde Müslümanlara bıraktığını söylediği iki önemli şeyden, birisi Kur'an-ı Kerim'dir, öteki ehl-i beytidir. (Müslim, fedâilü's-sahâbe, 36) "Mü'minler, ancak kardeştir." (Hucurât, ) Hz.Peygamber (s.a.) de, şöyle buyurur: "Sizden biri, kendi şahsı için sevdiğini, mü'min kardeşi için de sevip arzu etmedikçe, gerçek mü'min olmaz." (Buharî, iman, 7) Akrabası olan bir aile için de, şunu belirtir: "Filân aile, benim dostlarım ve sevdiklerim değildir. Benim dostlarım, ancak Allah ve sâlih mü'minlerdir. Onlara gelince, ben sadece arada bulunan akrabalık bağını devam ettiriyorum." (Buharî, edeb, 14; Müslim, iman, 366)
Peygamber Sevgisinin Sonucu ve Karşılığı
Hz.Peygamber (s.a.) kıyametin ne zaman kopacağını soran birine, ne gibi hazırlığı olduğunu karşı soru olarak sordu. Pek hazırlığı olmadığını, ama Allah ve Rasûlü'nü sevdiğini söyleyince, şu müjdeyi verdi: "Öyleyse sen, sevdiklerinle beraber olacaksın." Peygamberimiz'in ashâb-ı kirâmı, bu müjdeye çok sevinmiştir. (Buharî, fedâilü ashâbi'n-nebî, 6, edeb, 95; Müslim, birr, 161-165) Bu müjde, şartlarına uyduğumuz takdirde, bizim için de gerçekten sevindirici bir müjdedir.

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:06 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
Hayır işlemeyi, kötülüklerden sakınmayı ve fakirleri sevmeyi nasip etmesi, insanlar hakkında bir fitne geleceği zaman, canını alması pahasına o fitneye maruz bırakmaması için Rabbine yalvarırdı. (Ahmed, Müsned, I, 368...).

Bir meclisten kalktığında şöyle dua ederdi: “Allah'ım, bizimle Sana isyan sayılan şeyler arasında engel olacak korkunu, bizi cennetine ulaştıracak taatini, dünya musibetlerini gözümüzde hafifletecek kuvvetli imanı bize nasip eyle. Allah'ım, hayatta kaldığımız sürece bizi kulaklarımızdan ve gözlerimizden faydalandır ve biz ölünceye kadar onları bizden alma. Bize zulmedenlerden öcümüzü al. Bize düşmanlık edenlere karşı bize yardım eyle. Bize dini musibet verme. Dünyayı bizim en büyük kaygımız ve ilmimizin hedefi yapma. Bize merhamet etmeyenleri başımıza musallat etme!î (Tirmizî, Daavât 79).

Güneş ve ay tutulduğunda, yağmur yağmadığında, biri öldüğünde yaptığı dualar ise gayet meşhur olup ilmihal kitaplarında yer almaktadır. Hastalara da şöyle dua ederdi: “Allah'ım! Ey insanların Rabbi! Hastalığı gider. Şifa ver. Şifa veren ancak Sensin. Senin şifandan başka şifa yoktur. Öyle bir şifa ver ki, hastalıktan eser bırakmasın!î (Buharî, Marda 20)

Hz. Peygamber her vesileyle bizzat dua etmekle yetinmemiş, bazı sahabilerinden de kendisi için dua etmelerini istemiştir. Mesela, Hz. Ömer'e şöyle demiştir: “Kardeşim, duanda bizi de unutmaî (Tirmizî, Daavât 109).

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:06 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
CİHAD VE GAYELERİ
Bazı art niyet sahipleri, Rasülullah (s.a.)'ın İslâm'ı kabul ettirmek için insanları zorladığını ve İslâm'ı yaymada kılıca başvurduğunu ileri sürerler. Ancak bu kanaat, Allahü Teâlâ'nın şu açık sözüne aykırıdır:
"Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur." Aynı şekilde bu kanaat, İslâm'ın yayılmaya başlamasından bahseden güvenilir tarihçilerin verdiği bilgilere de ters düşmektedir. Zira Rasülullah, kendilerine güvendiği dostlarını davet etmekle işe başlamış, bunun üzerine Ebubekir Sıddîk, Osman b. Affan, Zübeyr b. Avvâm, Sa'd b. Ebi Vakkas ve Abdurrahman b. Avf İslâm'ı kabul etmişler, daha başkaları onları takip etmişti. Rasülullah (s.a.), hac mevsimlerinde diğer arap kabilelerinden Mekke'ye gelen kabile heyetleriyle görüşür, kendisini tanıtarak onları İslâm'a çağırırdı. Bu heyetlerden olan Evs ve Hazreç'e mensup bir topluluk onun davetine icabet ederek İslâm'ı kabul ettiler. Bu Yesribli müslümanlar, şehirlerine döndüklerinde kavimlerini bu yeni dine çağırdılar. Rasülullah (s.a.), kılıcı kınından çıkarmaksızın veya bir düşmanla mukatele etmeksizin Arap yarımadasında İslâm'ı böylece yaydı. Aynı şekilde Rasülullah, İslâm'ı Arap yarımadasının dışında yaymada da barış yolunu takip etmiştir. Bildiğimiz gibi o, zamanın emir ve hükümdarlarına mektuplar yazarak, onları İslâm'a davet etmişti.
"İslâm kılıç tehdidiyle kabul ettirilmiştir iddiaları, şüphesiz Hulefa-i Raşidin'in fethettikleri bölge halkına karşı davranışları, onların dinî hürriyetlerine saygı göstermeleri ve medenî haklarını korumaları hususunda takip ettikleri uygulama ile de bağdaşmaz. Hz. Ömer'in Kudüs halkıyla yaptığı sulhün şartları bu hususu açıkça gösterir.
Bütün bunlardan anlaşılır ki, İslâm, kalplere giden yolu tutmuş; onun yüce mesajı, ikna ve delil getirme metodu ile nefislere kolaylıkla yol bulmuştur. Buna, insanlığın milâdî yedinci asrın başlarından itibaren yeni bir ıslâh ediciyi gözlemeye başladığını da ilave edebiliriz. Öyle ki, fesat, hayatın bütün yönlerini kaplamış; Rum, Fars ve Arap ülkelerinde insanlar arasında adalet ölçüleri tamamiyle kaybolmuştu. Bu sebeple insanlar, hakiki eşitlik ve gerçek adalet ile temayüz eden İslâm'ı kabul etmekte acele davranmışlardır. "Sen yüzünü, Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir. Allah'ın yaratma kanununa uygun olan dine dön ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din odur, fakat insanların çoğu bilmezler."
Rasülullah (s.a.), Mekke'de 13 yıl boyunca, insanları deliller getirerek ve güzel öğütlerle İslâm'a çağırmaya devam etti. Kureyş müşrikleri ise, ona ve ashabına eza ve cefanın her türlüsünü tattırdılar. Rasülullah, onların eziyet ve işkencelerine sabretti. Allahü Teâlâ, indirdiği ayetlerle onun sabırdan bir zırh giymesini ve sabra devam etmesini teşvik ediyor ve ona sabır ve tahammül hakkında örnekler veriyordu. Şu ayet bunlardan biridir: "O halde sen de, Peygamberlerden azim ve irade sahiplerinin sabrettikleri gibi sabret. Onlar için acele etme. Onlar tehdit edildikleri azabı gördükleri gün, sanki gündüzün sadece bir saati kadar dünyada kalmış gibi olurlar. Bu bir tebliğdir. Yoldan çıkmış topluluktan başkası helâk edilir mi?"
Kureyş müşriklerinin Rasülullah ve ashabına karşı eziyetleri iyice şiddetlenince, Allahü Teâlâ ona, müşriklerle savaşmasını emretti. Bu savaş, "Allah yolunda savaş" veya "Cihad" tabiriyle ifade edilir ki, sırf Allah yolunda, sadece Allah rızası için yapılan mukaddes savaştır. Allahü Teâlâ'nın Rasülü ve mü'minlere kendi yolunda savaş iznini verdiği âyetlerden bazıları Mekke, bazıları da Medine devrinde nazil olmuştur.
Müslümanlar için cihada izin verilmesinin sebeplerinden bazıları şunlardır:
1- Nefsi müdafaa: Bu hususta Allahü Teâlâ şöyle buyurur: "Kendileriyle savaşılan mü'minlere, savaşma izni verildi. Çünkü onlara zulmedilmiştir ve şüphesiz Allah onlara yardım etmeye kadirdir. Onlar sırf (Rabbimiz Allah'tır) dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarıldılar."
Başka ayetlerde de şöyle bildirilmektedir: "Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın, fakat haksız yere saldırmayın. Çünkü Allah haksız yere saldıranları sevmez. Onları nerede yakalarsanız öldürün. Onların sizi çıkardıkları yerden (yani Mekke'den) siz de onları çıkarın! Fitne çıkarmak, adam öldürmekten daha kötüdür. Mescidi Haram'da onlarla savaşmayın ki, onlar da sizinle orada savaşmasınlar. Fakat onlar sizinle savaşırlarsa hemen onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir. Eğer onlar savaştan ve küfürden vazgeçerlerse, artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur."
"Size ne oldu ki Allah yolunda ve (Rabbimiz, bizi şu halkı zalim olan şehirden çıkar, bize katından bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver!) diyen erkek, kadın ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz."
Bu âyetlerden savaşın, ancak Allah yolunda nefsi ve buna bağlı olarak ırz ve malı müdafaa ve savunma için meşru kılınmış olduğunu anlıyoruz.
2. Davetin emniyet içinde yürütülmesini temin ve davete engel olanlara karşı müdafaa ki, İslâm'a girmek isteyenler bu dini kabul etmeleri sebebiyle belâya düşeceklerinden korkmasınlar. Nitekim korunmasız zayıf müslümanlardan Ammar b. Yasir, Bilâl-i Habeşi ve diğerleri daha önce bu belâ ve sıkıntılara düşmüşlerdi.
Mekke müşrikleri, Rasülullah'a karşı savaşta, diğer Arap kabileleri ile ittifak kurmaya başlayınca Allahü Teâlâ, müşriklerin hepsiyle savaş emrini verdi: "... ve müşrikler sizinle nasıl topyekün savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekün savaşın ve bilin ki Allah, günahlardan korunanlarla beraberdir."
Medine Yahudileri, Rasülullah'la yaptıkları antlaşmayı bozup onunla savaşta Kureyşle işbirliği edince de şu ayet nazil oldu: "Bir kavmin antlaşmaya hainlik yapmasından korkarsan, sen de onların seninle yaptıkları anlaşmayı aynı şekilde onlara at. Çünkü Allah hainleri sevmez."
Allahü Teâlâ, mü'minlere, dünyada düşmanlarına karşı zafer vadetmiş, ahiret için de onları güzel nimetlerle müjdeliyerek şöyle buyurmuştur: "Dünya hayatını ahiret hayatı karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükafat vereceğiz." "O topluluğu takip etmekte gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyorsanız, onlar da sizin çektiğiniz gibi acı çekmektedirler. Üstelik siz Allah'tan, onların ummadıkları şeyleri ummaktasınız. Allah bilendir, hikmet sahibidir." "Ey inananlar! İnkâr edenlerle toplu halde karşılaşırsanız, onlara arkalarınızı çevirip kaçmayın. Kim o gün savaşmak için bir tarafa çekilmek, ya da başka bir birliğe katılmak dışında, arkasına döner kaçarsa Allah'tan bir gazaba uğrar, onun yeri cehennemdir. Cehennem varılacak ne kötü bir yerdir.

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:06 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
Efendimiz, zıtlıkları bir arada yaşıyordu

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) zahirde birbirine zıt gibi görünen sıfatları olduğu gibi, birbirini takviye edip destekleyen vasıfları da vardır.
Birbirine zıt gibi görünen bu sıfatları, Din-i Mübin-i İslâm’da mühim bir esas olan “sırat-ı müstakîm” yorumu çerçevesinde ele almak ve öyle değerlendirmek mümkündür. Meselâ Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), her şeyden evvel bir yiğitlik ve cesaret abidesi idi. Öyle ki, muharebe meydanlarının Haydar-ı Kerrâr’ı Hz. Ali (ra), O’nun bu yanını ifade ederken; “Biz, muharebelerde başımız sıkıştığı zaman Resûl-i Ekrem’e sığınırdık.” der. Nitekim Huneyn’de öyle olduğu gibi Uhud’da da, bir yönüyle kırılıp dökülmüş ve âdeta felç olmuş cemaatini, düşmanın içine korku salacak şekilde yeniden harekete geçirmiştir. Daha sonra, “Ölüden diri, diriden de ölü çıkarırsın.” (Âl-i İmrân, 3/27) hakikatinin mazharı olarak, o sarsılmış, kırılmış ve dökülmüş cemaatten, dipdiri ve taptaze bir ordu çıkararak düşmanı yeniden yakın takibe almış ve Mekke’ye kadar kovalamıştır. İşte bu, O’nun başdöndürücü cesaretinin ifadesidir ve sahasında benzersizdir.
Bir örnek olarak Efendimiz’le Gavres ismindeki bir kâfir arasında geçen hâdise, O’nun korkusuzluk ve cesaretinin azametini resmetme bakımından yeter zannediyorum: Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir ağacın altında istirahat buyururlarken, Gavres, O’nun uykuda olmasından istifade ederek, ağaca asılı bulunan kılıcını alır ve alaycı bir edâ ile: “Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?” der. Onun bu sorusuna karşılık Allah Resûlü, hiçbir panik emaresi göstermeden ve kendisinden gayet emin olarak “Allaah!” diye nida eder. O’nun sergilediği bu teslimiyet ve Allah’a itimat, elindeki kılıçla karşısında duran Gavres’i sarsar ve kılıç elinden yere düşer. Bu defa düşen kılıcı, İnsanlığın İftihar Tablosu eline alır ve sorar: “Ya şimdi seni kim kurtaracak?” Adam korkusundan sıtmaya tutulmuş gibi titremeye başlar. O esnada, Allah Resûlü’nün sesini duyanlar oraya koşarlar ve gördükleri manzara karşısında hayrette kalırlar. Onların Allah’a karşı iman ve itimatları bir kat daha artar; Gavres de orada görüp duyduğu şeylerle “el-Emin”e güven sözü verir ve Allah Resûlü’nün cesaretine hayranlık hisleri içinde oradan ayrılır.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), eşsiz cesaret örneklerinden birini de, hicret-i seniyyeleri esnasında, Sevr mağarasında sergilerler. Sevr, gençlerin bile zor çıkabilecekleri zirvede bir mağaradır. Ancak O, elli üç yaşında olmasına rağmen bu zirveye tırmanıyor ve bu mağarayı kıymetler üstü bir değerle şereflendiriyordu. Mekke müşrikleri, mağaranın ağzında dolaşırken, Seyyidinâ Hz. Ebû Bekir, sırf O’nun adına duyduğu endişeden ötürü telâş içindedir.. ve ihtimal endişeden yüzü sapsarı kesilmiştir. Hâlbuki onunla aynı atmosferi paylaşan Nebiler Serveri’nin dudaklarındaki tebessümde en ufak bir değişiklik olmamıştır. O, endişe içindeki dostu Hz. Ebû Bekir’i “Tasalanma dostum, Allah bizimle beraberdir.” (Tevbe, 9/40), “O iki kişiyi ne sanıyorsun ki, onların üçüncüsü Allah’tır.” sözleriyle teselli ve teskin etmiştir.
Evet buraya kadar arz ettiklerimiz birer cesaret ve teslimiyet örneğidir; ne var ki bu Zât, aynı zamanda rahmet, şefkat ve merhametin de zirvedeki temsilcilerindendir. Öyle ki o, eğer ağlayan bir çocuk görse, oturur, onunla birlikte ağlar ve inleyen bir *****n acı ve ızdırabını tâ vicdanında duyar. İşte Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği bir hadis ve O’nun engin şefkati: “Ben namaza duruyor ve onu uzun kılmak istiyorum. Sonra bir çocuk ağlaması duyuyorum. Annesinin ona duyacağı heyecanı bildiğim için hemen namazı çarçabuk kılıp bitiriyorum.”
Bir başka sefer, Mâriye Validemiz’den oğlu İbrahim’in ölümü karşısında, dünya kadar hâdiseyi göğüslemiş ve her şeyi aşmış bu büyük şefkat kahramanının gözleri dolu dolu olmuş, onu kucağına almış, derin bir sevgiyle bağrına basmış ve hüznünü gözyaşlarıyla süslemişti. O’nun bu durumunu garipseyip de hayretle bakanlara: “Gönül mahzun olur, gözler yaş döker; ancak Allah’ın hoşnut olduğundan başkasını söyleyemeyiz.” buyurmuştu.. evet O, insanların en merhametlisi ve en şefkatlisiydi.
Allah Resûlü’nden başkasında, böylesine birbirinden farklı sıfatların, hem bir denge ifadesi hem de kemal emaresi olarak bir arada olmasını görmek mümkün değildir. Meselâ, Sahabe-i Kiram’dan, Nebiler Serveri’ne amca olmakla müşerref ve Allah’ın kılıçlarından bir kılıç olan Seyyidinâ Hz. Hamza’yı düşünelim; bu yüce kâmet aslanlarla güreşir ve düşman saflarına daldığında ortalığı velveleye verir; gözü de fevkalâde pektir ama, oturup bir yerde ağladığı görülmez. Çünkü o, bir şecaat kahramanıdır ve bu vasfın eşsiz örneklerindendir.
Hz. Hamza (ra) böyle olmasına rağmen o hidâyet yıldızlarından Hassan b. Sabit (ra), incelerden ince ve zarif bir insandır.. ve Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) nezdinde dili kılıç kadar keskin bir şairdir. Ne var ki bu büyük insan, savaş meydanlarında Hz. Hamza ve Hz. Halid’e sadece kılıç taşır. Evet o, bir gönül ve his insanıdır. Zaten bu hasletinden dolayı Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onun için: “Allah’ım (bunu) Ruhu’l-Kudüs’le teyit eyle.” buyurarak dua etmiştir.
Bu zatların belli hususiyetlerde zirveleşmesine karşılık Allah Resûlü, birbirine zıt gibi görünen iyi vasıfları kendinde toplamış farklı bir insandır; üstün cesaretini arz ederken aslanların ödünü koparır; bir mazlum iniltisi duyduğu zaman onun ruh hâletini paylaşır, onunla oturup inler.. evet bir yönüyle kalbi, hep rikkat ve şefkate bağlı incelerden ince; diğer yönüyle de kıyametler kopsa -ihtimal- Cenâb-ı Hakk’ın engin icraatını seyrediyor gibi derin bir zevk ve engin bir hayret içinde, “Allah’ım göster bana icraatını müşahede edeyim, müşahede edebildiğim kadar.” diyecek derecede sağlam ve sarsılmaz bir iradeye sahiptir.

ÖZETLE
1- Efendimiz, bir yiğitlik ve cesaret abidesi idi. Hz. Ali, O'nun bu yanını, "Biz, muharebelerde başımız sıkıştığı zaman Resûl-i Ekrem'e sığınırdık." ifadeleriyle anlatır.
2- Allah Resûlü, aynı zamanda rahmet, şefkat ve merhametin de zirvedeki temsilcilerindendir. Öyle ki o, eğer ağlayan bir çocuk görse, oturur, onunla birlikte ağlar ve inleyen bir *****n acı ve ızdırabını tâ vicdanında duyar. 3- Allah Resûlü'nden başkasında, birbirinden farklı sıfatların, hem bir denge ifadesi hem de kemal emaresi olarak bir arada olmasını görmek mümkün değildir.

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:06 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
Allah, kâinat ve insan konusunda son sözü, varlık ağacının çekirdeği, kâinat kitabının ille-i gâiyesi ve Hakk'a davetin en gür sesi olan Hazreti Muhammed (sav) söylemiştir. "Gayb" ve "Gaybu'l-gayb"ın son habercisi O, eşya ve hâdiselerin yanıltmayan yorumcusu O, insan ve Yaratıcı münasebetini hem de herhangi bir iltibasa meydan vermeyecek şekilde ortaya koyan O ve böyle bir münasebetin gereklerini açık-seçik belirleyen de O'dur. O, bir yönüyle ilk ve Hakk'a en yakın, diğer yönüyle de son, fakat en emin bir kurbet rehberidir.

Melekler O'nun muntazırı, nebiler müjdecisi, veliler de O'ndan ışık alan O'nun meyveleridirler. Nübüvvet çerağı başta O'nunla tutuşturulmuş, özündeki mânâ ve muhteva da en nurefşan şekliyle yine O'nunla ortaya konmuştur. Evvelden evvel ilk nur O'nun nuru, son ışık tufanı ise O'nun haricî âlemdeki zuhurudur. Bir başka zaviyeden O, âfak ve enfüsün fihristi, varlığın özü, usâresi, yaratılış ağacının gaye çerçevesinde en münevver meyvesi ve Yüce Yaratıcı adına bütün ins ü cinnin de efendisidir.
O, özü ve konumu itibarıyla her zaman tavsif üstü, zatı açısından nazîrsiz, ötelere ait derinlikleri zaviyesinden ferid-i kevn ü zaman, elindeki mesajıyla da apaçık bir bürhandır. Şöhreti tâ Adem Nebi öncesine dayanmakta; ziyası vücudundan evvel dillere destan; kudûmu ise –ayağı başımızın tacı– bütün insanlığa bir ihsandır. Varlığı vücut sadefinin en saf incisi, mesajı da mesajların en umumîsidir. İlmi bütün ilimlerin zübdesi, irfanı, etrafında en dırahşan çehrelerin toplandığı tertemiz bir kaynak, ufku da sonsuzu temâşâya koşan saf ruhların rasathanesi mesabesindedir. Gözler O'nun her yana saçtığı nurlar sayesinde gerçek çehresiyle eşyayı temâşâ etme fırsatını elde etmiş; kulaklar O'nun söz zemzemesiyle söz cevherinden o güne kadar işitilmemiş lâhûtî besteler dinlemiş; O'nun atmosferinde nice gizli şeyler ayan olmuş ve bulanık düşünceler de durulup safvete ulaşmıştır. O'nu gören ve O'nu dinleyenlerin ruhlarındaki paslar çözülmüş, gözlerindeki buğular silinip gitmiş; başların en başından, sonların en sonundan verdiği haberlerle beşer idrakini aşkın bütün meçhuller aydınlanmış, belirsizlikler birer birer mânâ zeminine oturmuş ve topyekün varlık yaratılış gayesi açısından okunup yorumlanan bir şiir ve ebediyet edalı bir beste hâline gelmiştir.
Bütün ilimler O'nun bilgi deryasından sadece bir katre, umum hikmetler de O'nun mârifet çağlayanından küçük bir damladır. O'nun hayatının saniye ve saliselerine nispeten bütün zamanlar âdeta bir âşire; O'nun maskat-ı re'si olması sırrıyla, kâinatlar yanında bir tırnak hükmündeki şu yerküre de bütün varlığa denk bir cihandır. Taayyün ve kaderî programda evvel O, nübüvvet davasında son sözün hatibi O, zahirin hakiki şârihi O, esrâr-ı bâtının nâtıkı da O'dur. Ruhu-l 'Kudüs'ten ilmî ve aklî hakikatleri almaya müsait yaratılması, engin şuuru, üstün idraki, melekût ötesine açık kalbi ve öteler ötesini temâşâya müstaid sırrıyla O nübüvvet tahtının sultanı, ötelere açık nurânî bir âhize gibi aldığı şeyleri ruhlara ve akıllara arızasız duyurması itibarıyla da risalet âleminin en beliğ tercümanıdır.
O, zatına ait hususiyetleri mahfuz, nübüvvetinin gereği bize Cenâb-ı Hakk'ı zât-sıfât-esmâsıyla bildirir, tanıttırır ve O'na karşı bizlerde sorumluluk duygusu uyarır; bu yönüyle O, bilinmezleri bildiren, idrak edilmezleri ruhlarımıza duyuran bir tarif edici ve bir muallim-i ekberdir. Dinî hükümleri tebliğ, insanî değerleri talim ve ahlâkî esasları temsil yanı itibarıyla da O, muvazzaf bir müşerri', bir kanun vazıı ve hakikatler hakikatinin bir kavl-i şârihidir.

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:06 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
Daima düşünceliydi.
Susması konuşmasından uzun sürerdi.
Lüzumsuz yere konuşmaz; konuştuğunda ne fazla, ne eksik söz kullanırdı.
Dünya işleri için kızmazdı.
Kendi şahsı için asla öfkelenmez ve öç almazdı.
Kötü söz söylemezdi.
Affediciliği tabii idi.

İntikam almazdı.
Düşmanlarını sadece affetmekle kalmaz, onlara şeref ve değer de verirdi.
Kendisini üç şeyden alıkoymuştu: Kimseyle çekişmezdi.
Çok konuşmazdı.
Boş şeylerle uğraşmazdı.
Umanı umutsuzluğa düşürmezdi.
Hoşlanmadığı bir şey hakkında susardı.
Hiç kimseyi ne yüzüne karşı, ne de arkasından kınar ve ayıplardı.
Kimsenin kusurunu araştırmazdı.
Kimseye hakkında hayırlı olmayan sözü söylemezdi.
Yanında en son konuşanı ilk önce konuşan gibi dikkatle dinlerdi.
Bir toplulukta bulunduğu zaman bir şeye gülerlerse, o da güler;
Bir şeye hayret ederlerse, o da onlara uyarak hayret ederdi.
Gerçeğe aykırı övgüyü kabul etmezdi.
Her zaman ağırbaşlıydı. Konuşurken çevresindekileri adeta kuşatırdı.
Kelimeleri parıldayan inci dizileri gibi tatlı ve berraktı.
Yürürken beraberindekilerin gerisinde yürürdü;
ayaklarını yerden canlıca kaldırır, iki yanına salınmaz, adımlarını geniş
atar,
yüksek bir yerden iner gibi öne doğru eğilir, vakar ve sükunetle rahatça
yürürdü.
Kapısına yardım için gelen kimseyi geri çevirmezdi.
Bir gün kendisinden yaşça küçük bir dostunun omuzlarından tutarak şöyle
demişti:
'Sen dünyada garip bir kimse yahut bir yolcu gibi ol!'
Her zaman hüzünlü ve mütebessim bir haletle dururdu.
Dert üzere sarfedilen hiçbir kötü sözü ağzına almamıştı.
Sıkıntılı hallerinde kabalaşmaz, bağırmazdı.
Fakirlerle birlikte yerdi; öyle ki onlardan ayırt edilemezdi.
Önüne ne konulursa yerdi.
Sade kıyafetler giyer, gösterişten hoşlanmazdı.
Konuşurken yüzünü başka tarafa çevirmez, bulunduğu mecliste ayrıcalıklı bir
yere oturmazdı.
Sabahları evinden çıkarken şöyle söylerdi:
'İlahî doğru yoldan sapmaktan ve saptırılmaktan, kanmaktan ve
kandırılmaktan, haksızlık etmekten ve haksızlığa uğramaktan, saygısızlık
etmekten ve saygısızlık edilmekten sana sığınırım.
Sıradan değildi; ama sıradan insanlar gibi yaşardı.
O, Hz. Peygamberdi (aleyhissalâtu vesselâm).

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:07 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
Beşerin beşer sıfatları altında Allah Teâlâ’nın hitabına muhatap olması güçtür. Yine bu sıfatlarla meleklerle karşılaşmak ta kolay bir şey değildir. Böyle bir irtibat ancak beşeriyetten sıyrılıp, melekût âlemine girmekle mümkün olabilir. İşte Hz.Peygamber’in bu beşeri sıfatlardan sıyrılıp, vahiy alır duruma gelmesi, onda bazı hallerin meydana gelmesine sebep olmuştur.
Allah’ın sözünü dinlemek kendisine bir nevi heyecan ve korku verdiğinden, onun vahy esnasında bazen buhranlı anlar geçirdiğine şâhid olunmuştur. Hz.Peygamber’in vahiy esnasında vücudu titrer, yüzünün rengi değişirdi. Vahiy esnasında en soğuk günlerde bile alnı terler, nefes alırken horultuya benzer bir ses çıkarırdı. Peygamberimizin yanında bulunanlar bile vahyin etkisi altında kalırlardı. Bu konuda şu haberler nakledilmektedir:
Hz.Aişe (r.a), “Rasulullah’ı soğuğu pek şiddetli bir günde kendisine vahiy nazil olurken gördüm. İşte öyle soğuk bir günde bile kendisinden o hal geçtiği vakitte şakaklarından şıpır şıpır ter akardı”[color="#800080"] demiştir.
“Keşke ben Rasulullah’ı, kendisine vahiy inerken görebilseydim!” diye merak eden Ya’la b. Ümeyye, bir gün vahiy esnasında, Hz.Ömer’in işaretiyle Hz.Peygamber’e yaklaşmış, O’nu örtmekte olan örtünün içine başını sokmuş ve Efendimizi, yüzü kızarmış, uyuyan kimsenin gidip gelen nefesi gibi solurken görmüştü.[color="#800080"]
Mâide suresi, Peygamberimiz devesi üzerinde iken nazil olmaya başlamıştı. Olayın manevî ağırlığına tahammül edemeyen deve çökmüş, Rasulullah da deveden inmek zorunda kalmıştı.[color="#800080"]
Zeyd b.Sâbit şöyle diyor: “Bir gün Hz.Peygamber’in yanında bulu*nu*yordum. Kalabalık sebebiyle, (diz çökmüş olarak oturduğumuzdan) Hz.Peygamber’in dizi, dizimin üzerinde idi. Birden onu vahiy hâli yakaladı, baldır kemiğimi kıracak kadar bir ağırlık hissettim. Vallahi yanımdaki Rasu*lullah olmasaydı, acıdan çığlıkla haykırır, bacağımı çekerdim.”[color="#800080"]
Vahiy sırasında, Peygamberimiz ve yanındakiler başlarını önlerine eğerlerdi. Vahiy bitince de Peygamberimiz başını kaldırır, gelen vahyi üm*metine tebliğ ederdi.[color="#800080"]
Hz.Ömer’den nakledilen bir habere göre, vahiy esnasında Peygam*berimizin yanında bulunanlar bazen arı uğultusuna benzer bir ses işitirlerdi.[color="#800080"]
Hz.Peygamber (sav)’de meydana gelen bu tür değişik halleri gören Kureyşliler, bazen O’na kâhin[color="#800080"], bazen sihirbaz, bazen de şâir ve mecnun[color="#800080"]
a) Saralı, nöbetten sonra bütün uzuvlarında şiddetli bir ağrı ve bitkinlik hisseder. Durumundan dolayı üzülür, hatta nöbetlerinde karşılaştığı bu haller sebebiyle, bazıları intiharı bile düşünür. Peygamberimize vahiy esnasında arız olan hal saradan dolayı olsaydı buna üzülür, geçmesi halinde ise sevinirdi. Fakat durum bunun aksinedir. Nitekim vahyin kesildiği fetret döneminde, iştiyakla vahiy meleğini aramıştır.
b) Vahiy, her zaman kendinden geçme, horlama gibi değişiklikleri ortaya çıkarmıyordu. Bazen melek, insan suretinde geliyordu. Rasulullah onun Cibrîl olduğunu bildiği halde, normal hâli devam ediyordu.
c) Tıbben sâbittir ki, saralı, nöbet sırasında idrak ve düşünme kabiliyetini tamamen kaybeder, etrafında olup bitenin farkına varmaz, kendisine ne olduğunu bilmez, şuuru durur. Hâlbuki Hz. Peygamber (sav) vahyi müteakip insanlara hukukun, ahlâkın, ibadetin, edebî ifadenin, öğütlerin en mükemmellerini ihtiva eden Kur’an ayetlerini tebliğ etmiştir. Bir benzerini getirmekten bütün insanları âciz bırakan bir kelâm, hiç saralının eseri olabilir mi?.
d) Saralı nöbeti sırasında saçmalar. Hz.Peygamber’de böyle bir du*rum, kesinlikle yoktur. Onun vahiy durumunu müteakip tebliğ ettiği Kur’an elimizdedir; dost ve düşmanın ittifakıyla Kur’an’ın beyanındaki mükemmellik ortadadır.
e) Bu dünyadan yüz binlerce saralı insan gelip geçmiştir. Fakat bunlar içinde böylesine bir din getiren, makul esaslar ve sözler söyleyen, bir muvazene örneği olan şahsiyete rastlanmamıştır.[color="#800080"]
Netice olarak diyebiliriz ki, elbette bir beşerin kendine ait normal özellikleriyle Yüce Allah’ın kelamına muhatap olması çok zordur. Hz.Peygamber’de bazen vahiy aldığı esnada bir takım değişiklikler olmaktaydı. Ancak bu değişiklikleri epilepsi (sara) hastalığına benzetmek çok yanlıştır. demişlerdi. O’nda görülen bu halleri birçok Avrupalı müsteşrik sara illeti zannetmişlerdi. Bütün bu iddialar, onun manevî cephesini anlayamamaktan ileri gelmektedir. Bu iddianın batıllığını şu şekilde açıklayabiliriz:

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:07 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
Peygamber Efendimiz (a.s.m.), Allah (c.c.) tarafindan seçilmis olmasi itibariyle maddî ve mânevî yönden çok üstün özelliklere sahiptir. Öyle ki bugün Islâm karsiti kisiler bile onun üstün ahlâkini ve aklini takdir ettiklerini itiraf edebilmektedir. Ama elbette mü'minlerin takdiri çok daha güçlü ve çok yönlüdür.Bilindigi üzere, Resulullah (a.s.m.) daha çocuk yaslardayken dahi ahlâki ve olgunluguyla dikkat çeker, yasitlarindan farkli oldugunu belli ederdi. Asil davranislari ve ruhî melekeleriyle bulundugu ortamda herkesin sevgisini ve saygisini kazandi.
Dedesi Abdülmuttalip çok sayida çocugu ve torunu oldugu halde ona çok düskündü ve bu düskünlügünü ömrü elverdigince onu himaye ederek göstermistir. Ayni tavri amcasi Ebu Talip'te de görüyoruz. Kendi çocuklarindan üstün tutacak ve daha düskün olacak sekilde bir baglilik duymasinin sebebi elbetteki onun üstün ahlâki ve emsalsiz ruhu sebebiyledir. Görüldügü gibi daha peygamberlik verilmedigi halde etrafindaki herkes bu mübarek sahsa hayranlik duymustur. Allah (c.c.) daha küçük yasta sirasiyla babasini, annesini, dedesini alarak onu egitmis bu tip zorluklarla onun ruhunu daha da olgunlastirmistir. Gençliginde de akli, ahlâki, fazileti, dürüstlügü ve diger pek çok yönüyle Mekkeliler arasinda dikkat çekmis, 'El-Emin' sifatina lâyik görülmüstür. Peygamberimiz (a.s.m.) Islâm'dan önce de hiçbir dönemde putlara tapmamis, akliyla, bir olan Allah'i bulmus, O'na yönelmis ve hanif olan Ibrahim'in dinini benimsemisti.
Saygin bir aileye mensup olup, Mekke'nin ileri gelenlerinin arasinda bulundugu halde hiçbir zaman ahlâkindan taviz vermemis hatta iffetiyle dikkat çekmistir.Peygamberligi döneminde de bu üstünlügü öncelikle Allah'a (c.c.) olan yakinliginda, korkusunda ve tevekkülünde görüyoruz. Kendisine ilk vahiy geldiginde de, inkârcilar onu reddettiginde de, magarada etrafi sarildiginda da, Uhud'da yenildiklerinde de hep ayni tevekkül ve Allah'a ayni baglilik göze çarpmaktadir. O tam bir Allah dostuydu, her tutum ve davranisinda O'na yönelir, sadece O'nun rizasini gözetirdi. Kâfirlere karsi onurlu ve zorluyken, mü'minlere karsi da sefkatli ve merhametli idi. Resulullah Efendimiz bütün ömrünü Allah'i razi edebilmek ve O'nun dinini insanlara ulastirabilmek için geçirdi. Bunu yaparken de tamamen Kur'ân'la hükmetti ve âlemlere örnek kilinan bir insan oldu.
Onun güzel ahlâki, akli, dirayeti, hikmeti, takvasi, liderligi, hakimligi çok iyi anlasilmalidir. Zira Allah onda bizim için güzel örnekler oldugunu söylemektedir."Sizin için, Allah'i ve ahiret yurdunu umanlar ile Allah'i çokça zikredenler için, Allah'in resulünde güzel örnekler vardir." (Ahzab Sûresi, 21)Hz. Muhammed (a.s.m.)'in önemli bir özelligi de kavminin hidayeti için gece-gündüz ugrasmasidir. Sadece ebedî hayatlarini kurtarabilmek için onlari sürekli olarak uyarmis ama bir yandan da salih olduklari takdirde cennetle müjdelemistir. Onlari Allah'in birligine tevhid çagirmis, her türlü puttan, sirkten, ortak kosmaktan arindirmistir. Âyetin de ifadesiyle üzerlerindeki agir yükleri kaldirmis, zincirleri indirmis (7/157) yerine kolay olani getirmistir. Çünkü Allah insanlara zorluk dilememis ve kaldirabileceklerinden fazlasini da yüklememistir.Peygamberimiz Araplarin yüzyillardir süregelen inanç sistemlerini, batil hurafelerini, adetlerini, törelerini yikmis yerine tertemiz olan hak dini koymustur. Ama bu çok iyi takdir edilmesi gereken bir noktadir. Zira köklü inançlari ya da saplantilari yikabilmek çok zordur; sabir, dirayet ve cesaret ister. Bu özelliklere ise Resulullah (a.s.m.)'da en fazlasi ile rastliyoruz.Cenâb-i Allah Peygamberimiz (a.s.m.)'i özel olarak seçmis, üstün kilmis, O'na büyük bir nur vermis ve serefli, üstün Kur'ân-i da ona indirmistir.
Bu mübarek insanin hayati boyunca mücadelesi çok yönlü olmustur. Bir tarafta inkârcilarin amansiz saldiri ve eziyetleri, diger tarafta münâfiklarin sinsi faaliyetleri, yine bir yanda yahudilerin siddetli düsmanliklari diger tarafta bedeviler... Görüldügü gibi pek çok açidan bakildiginda hep sorumluluk Peygamberimiz (a.s.m.)'in üzerindeydi. Hem hakim konumundaydi, hem savaslar idare ediyordu, hem de yöneticiydi. Bir yandan teblig yapiyor diger yandan da mü'minleri egitiyordu. Karsisindaki insanlarin cahiliyeden ve sirkten yeni kopmus ve dolayisiyla pek çok hatasi olan kimseler oldugu düsünüldügünde Peygamber Efendimizin üzerindeki yükümlülük daha iyi kavranabilir. Nitekim Said-i Nursi'nin Onun hakkindaki asagidaki sözleri, Peygamberimizde tecelli eden üstün ahlâki ve yüksek ruhunu bize çok güzel açiklamaktadir:"O asir o zat (a.s.m.) ile bir saadet-i beseriye asri olmus. Çünkü en bedevi ve en ümmi bir kavmi, getirdigi nur vasitasiyla, kisa zamanda dünyaya üstad ve hakim eylemis."Fahr-i Kâinat Efendimiz bir yandan cephede mücadele ederken diger taraftandan da Allah'in Kur'ân'da üstün onur sahibi bir elçi olarak niteledigi Cebrail (a.s.) ile görüsüyor ve vahiy aliyordu. Dahasi Sidret-ül Münteha ve Cennet-ül Meva'nin yanindaki bir makama çikiyor, Ruh'ül Kudüs'le burada da bulunuyordu. Allah, bir kisim ayetlerini göstermek için bir gece onu Mescidsi Haram'dan Mescid-i Aksa'ya götürmüstü. Asla hevadan konusmuyor ve Rabbinden aldigi vahyi insanlara aktariyordu. Böyle derin bir mâneviyat, yanindakilerin boyutunu asan bir hayat ve siddetli imtihan ortamiyla muhatapti. Peygamber Efendimizi (a.s.m.) degerlendirirken iste onun bu yönlerini de mutlaka tefekkür etmek gerekir. Öyle ki, Onun yasadigi üstün ahlâki ve derin maneviyati anlayabilen insanlar, süphesiz Ondaki 'en güzel örnekleri' daha iyi kavrayabilecek ve yasamaya çalisacaklardir.

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:07 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
Her fırsatta, Peygamber Efendimiz’e (aleyhissalatü vesselam) salât ü selam getirmemiz O’na karşı vefamızın gereğidir.
Çünkü, salât u selamlarla O’nu her anışımız, hem O’nun peygamberliğini bir tebrik, hem getirdiği saadet-i ebediye müjdesine karşı bir teşekkür ve hem de bildirdiği fermanlara itaatimizi ve biatımızı yenilememiz manasına gelmektedir. Bizler, Efendiler Efendisi’ne salât ü selâm okumakla, O’na olan bağlılığımızı yenilemiş, ümmeti arasına bizi de dahil etmesi isteği ile kendisine müracaat etmiş oluyoruz. “Seni andık, Seni düşündük; Allah Teala’ya Senin kadrini yüceltmesi için dua ve dilekte bulunduk” demiş ve “Dâhilek yâ Resûlallah - Bizi de nurlu halkana al ey Allah’ın Resûlü!..” talebimizi tekrar ederek O’nun engin şefkat ve şefaatine sığınmış oluyoruz. Dolayısıyla, salât ü selama Efendimiz’den daha çok biz muhtaç bulunuyoruz. O’na müracaatımızla mevcudiyetini, büyüklüğünü kabullenmiş ve küçüklüğümüzü, hiçliğimizi ilan etmiş; aczimiz ve fakrımızla beraber, şiddetli ve çok büyük bir günün endişesiyle himayesine girilecek tek sığınak olarak Resul-ü Ekrem’e dehâlet etmiş, halimizi ve ihtiyaçlarımızı arz etmiş oluyoruz.
Bilindiği gibi, “salât”, tebrik, dua, istiğfar, rahmet gibi anlamlara gelmektedir. Salât kelimesinin çoğulu “salavât” gelir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Allah ve O’nun melekleri Peygamber’e hep salât ederler. Ey mü’minler, siz de O’na salât (ve dua) edin ve samimiyetle selam verin.” (Ahzab, 33/56) Bu âyeti kerimede belirtildiği gibi, Peygamberimize salât ve selamlar getirerek hürmetlerini arz etmek her Müslüman’ın yapması gerekli olan bir görevdir. Her Müslüman en azından “Âllâhümme salli alâ Muhammed - Allah’ım rahmet ve bereketin, Efendimiz Hazreti Muhammed üzerine olsun” diyerek salât getirmek mecburiyetindedir.
Resûlü Ekrem Efendimiz, “Yanında benim adım anılıp da bana salât getirmeyen kişinin burnu sürtülsün, hakarete uğrasın.” buyurmuştur. Bununla beraber, Peygamberimiz’in ismi her işitildiğinde veya anıldığında salât getirilip getirilmeyeceği hususunda; bazı alimler, bir yerde, Hz. Peygamber’in adı ne kadar anılırsa anılsın bir defa salât edilmesi yeterlidir derken, alimlerin çoğunluğu ise, Efendimiz’in adı her anıldığında salât ü selam getirilmesi gereklidir demiştir. Bazıları, insanın, ömründe bir kere salât ü selam getirmesinin vâcib olduğunu söylerken, İmam Şâfi gibi kimseler de nâm-ı celil-i Muhammedî ne zaman anılırsa anılsın hemen salât ü selamla O’na senâda bulunmak gerektiği kanaatindedirler. Nitekim, hadis ilmiyle uğraşanlar, Hazreti Peygamberimiz’in hadislerini rivayet ederken, O’nun adı ne kadar çok anılırsa anılsın, her anılışında, “Sallallâhu aleyhi ve sellem” diyerek hürmet ve vefalarını ifade etmişlerdir. Hatta, bazı yerlerde, ezanda Efendimiz’in ism-i şerifi de anıldığı, “Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” dendiği için, ezandan sonra da salât u selam okunagelmiştir. Erzurum da bu yerlerden birisidir. Orada da, ezanı müteakip “es-salâtü ve’s-selamu aleyke ya Resûlallah, es-salâtü ve’s-selamu aleyke ya Habîballah, es-salâtü ve’s-selamu aleyke ya hateme’n-nebiyyîne” şeklinde salât okurlar. Aslında, ezan kelimelerinin içinde böyle bir salât ü selam yoktur; fakat bir vefa borcu olarak söylerler.
Evet, salât ü selam meselesine bir vefa borcu nazarıyla bakmak lazım. Biz Efendimiz’e karşı borçluyuz. Allah, bazılarımız için ağır gelebilecek şekilde her an o borcu ödüyor olma şuuru içinde bulunmakla bizi mükellef kılmamış. Hayatımızın her saniyesinde O’nu hatırlıyor olma, O’na hiç durmadan salât ü selam getirme teklifinde bulunmamış. Fakat, biz zaten O’nun getirdiği dinin hükümlerine riayet ettiğimizde bir yönüyle O’na karşı medyuniyetimizi de sürekli ve fasılasız dile getirmiş oluyoruz. Günde beş defa minarelerimizden olduğu gibi gönüllerimizden de yükselen ezanımızı düşünün.. her namaza yürüyüşümüzde,
“Gök nûra gark olur nice yüz bin minareden,
Şehbâl açınca rûh-u revân-ı Muhammedî;
Ervah cümleten görür “Allahu Ekber”i,
Aks eyleyince arşa lisân-ı Muhammedî.”
(Yahya Kemâl)
sözlerinin hakikatini seslendiriyor ve önce ezanla vefamızı ilan ediyoruz. Zât-ı Uluhiyet’in yanında Efendimiz’in nâm-ı celîlini de anıyoruz. “Lâ ilahe illallah”ın, “Muhammedün Resûlullah”tan ayrılamayacağını, şehadetin ancak ikisini beraber söylemekle gerçekleşmiş olacağını gösteriyoruz. Bediüzzaman Hazretleri’nin de Mektubât’ta belirttiği gibi, kelime-i şehadetin iki kelâmının birbirinden ayrılamayacağını, onların birbirini tazammun ve ispat ettiğini, biri birisiz olmayacağını ifade ediyoruz. Evet, madem Peygamberimiz (aleyhissalâtü vesselâm) Hâtemü’l-Enbiya’dır, bütün enbiyanın vârisidir; elbette O, bütün vuslat yollarının başındadır. O’nun cadde-i kübrâsının dışında hiçbir kurtuluş yolu yoktur. Marifet erbabı büyük imamlar, Sadi-i Şirazî gibi şöyle derler: “Ey Sâdî! Muhammed’i (sas) örnek almadan bir kimsenin selâmet ve safâ yolunu bulması imkânsızdır.” ÖZETLE
1- Peygamber Efendimiz'e salât u selâm okumakla, O'na olan bağlılığımızı yenilemiş, ümmeti arasına bizi de dahil etmesi isteği ile kendisine müracaat etmiş oluruz.
2- Hadis ilmiyle uğraşanlar, hadis rivayet ederken, O'nun adı ne kadar çok anılırsa anılsın, her anılışında, "sallallahu aleyhi ve sellem" diyerek hürmet ve vefalarını ifade etmişlerdir.
3- Salavât gibi ezanla da, “Lâ ilahe illallah”ın, “Muhammedün Resû-lullah”tan ayrılamayacağını, şehadetin ancak ikisini beraber söylemekle gerçekleşmiş olacağını gösteriyoruz.

Prof. Dr. Sinsi 09-08-2012 07:07 PM

Hz.Muhammed (S.A.V.) Hakkında-Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
 
Gel vur...VEFATINDAN bir gün önceydi. Herkes nefesini tutmuş bekliyordu. Çünküaz evvel Hazreti Peygamber, Bende bir hakkı olan varsa gelsin alsın dediğinde,orada bulunanlardan biri; evet, benim bir alacağım var. Bir gün kır******zınucu o sıra açık olan sırtıma değmişti de, canım yanmıştı dedi. Hz. Peygamberhiç tereddüt etmeden üstündeki kıyafeti sıyırdı, arkasını döndü ve vur dedi.Herkes şaşkındı. O sahabe hemen koşturdu ve elini yüzünü Hz. Peygamber'inmübarek sırtına sürdü, doyasıya öptü. Ardından da, teninizin değdiği yerlericehennem ateşinin yakmayacağını bildiğimden, mübarek bedeninize dokunabilmekiçin mahsus böyle söyledim dedi. Hz. Peygamber bu davranışıyla, kul hakkının ne kadarönemli olduğunu bir kez daha göstermiş oldu. Ölüme sevinmek...VEFATINA yakın çok sevdiği kızı Hz. Fatma'yı yanına çağırdı ve kulağına bir şeyler söyledi.Hz. Fatma'nın önce üzüldüğü sonra sevindiği görüldü. Hikmeti sorulduğunda, babam bana yakındaöleceğini söyleyince çok üzüldüm. Fakat benim yanıma ilk sen geleceksin dediğinde isesevindim cevabı verdi. Nitekim 6 ay sonra o da vefat etti.Peygamber Efendimiz vefat etmeden az önce eşi Hz.Ayşe'nin dizine uzandı ve mübarek başınıHz. Ayşe'nin çenesiyle göğsü arasına yasladı. Misvak istedi. Takatsiz olmasına rağmen, zaten incitanesi gibi olan dişlerini temizledi. Rabbi'nin huzuruna tertemiz gitmek istiyordu.Son sözleri olarak; namaza dikkat edilmesini, kadın haklarının korunmasını,idare altındakilere iyi muamele edilmesini,emanetlerin yerlerine ulaştırılmasını istedi. (Camiü's-Sağ"r, c.3, s.188/3190)İnsanlık sırf bu öğütlere kulak verse, daha yaşanılabilir bir dünya oluşturmak işten bile değildir.Azrail izin istedi...BİR ara kapıya vuruldu. Gelen Hz. Cebrail'di. Selam verdi.Peygamberlik görevinin sona erdiğini söyledi. Ardından, kapıda bekleyen bir misafir daha olduğunuve eğer izin verirse ancak içeri girebileceğini söyledi. Hz. Peygamber o kim diye sordu.Hz. Cebrail, ölüm meleği Hz. Azrail dedi. Hz. Peygamber, gelebilir, ben hazırım cevabı verdi. Şahadet parmağını yukarı kaldırdı; Yüce Dosta gittiğini söyleyerek ruhunu teslim etti.Hz. Ayşe seslendi, cevap alamadı. Hz. Peygamber'in mübarek gözünden bir damla yaşın yanağınasüzüldüğünü gördü.Bilemiyoruz Hz. Peygamber niçin ağlıyordu. Ayrıldığı dost ve arkadaşlarının hasretine mi,yoksa Müslümanlar'ın geride bıraktığı emanete yeterince sahip çıkamayacakları endişesiyle mi?Sen ağlama Ey Resul...Dayanamam...Emanetine belki yeterince sahip çıkamadık. Bağışla bizi. Ama bugün seni bir kez bile olsun görmemiş olanmilyonlarca Müslüman ayakta...Bu olaylar daha da tetikledi bizi. Daha çok çalışıp, seni daha çok anlatacağız


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.