ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   ForumSinsi Sözlük Ağı (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=515)
-   -   Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler... (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=803723)

Prof. Dr. Sinsi 09-10-2012 03:03 AM

Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler...
 
RE: Osmanlıca Sözlük (H Harfi) HARB (C.: Hırbân) Toy kuşunun erkeği. * Yarmak. * "Delmek" mânasına mastar.
HARBA' Kulağı delik koyun.
HARBAK Yarmak. * Kat'etmek, kesmek. * İfsad etmek, bozmak. * Deva, ilâç.
HAR-BAN f. Eşekçi.
HARBAT f. Ahmak, bön, ebleh. * İri yapılı kaz. * Kalıp ve kıyafeti yerinde olduğu halde ahmak olan kimse.
HARBCU Kavga çıkarmaya istekli olan, savaş arzu eden.
HARBE Tar: Kısa mızrak tarzında bir nevi silâhın adıdır. Eskiden "Köylü" adı verilen yangın habercisinin taşıdığı ucu demirli değneğe de harbe denilirdi. Eski tüfekleri doldurmağa mahsus demirden yapılmış âlete de "tüfek harbisi" adı verilirdi. (O.T.D.S.)
HARBELE f. Kuyulardan su çekmeğe mahsus dolap. Bostan dolabı.
HARBEN Savaşarak, harbederek, döğüşerek. Muharebe etmek suretiyle.
HAR-BENDE f. Seyis. Eşek ve katır gibi yük hayvanlarına bakan kimse. * Tar: Saray katırcıları.
HARBES Bir ot cinsi.
HARBESİSA "Şey" mânasına kullanılan bir isimdir.
HARBEŞ Fesâd vermek, ifsad etmek, bozmak.
HARB-GÂH f. Harp meydanı, savaş alanı, muharebe yeri.
HARB-GİR f. Harp yapan. Harpçi.
HARBÎ Dâr-ül harbde bulunan ve müslim olmayan kimse. Arada anlaşma yapılmamış düşman. * Harbe mensub ve müteallik. * Tüfek temizliği için kullanılan demir çubuk.
HARBİYE Harb işlerine ait. Harb okulunun adı. Harbiye mektebi.
HARBİYE NAZIRI Askerlik işleriyle alâkalı dairenin başında bulunan memura verilen ünvandır. Kuva-yı Milliyenin Anadolu'da kurduğu hükümette "Milli Müdafaa Vekili" adını taşıyan bu ünvan, Osmanlı Hükümetine 1908 Temmuz inkılâbı arifesinde kurulan Said Paşa kabinesiyle girmiştir. Ondan evvel "Serasker" adını taşıyordu. Harbiye Nazırı'nın başında bulunduğu daireye "Harbiye Nezareti" denilirdi. (O.T.D.S.)
HARBÜŞ Yırtıcı bir kuş. * Alaca yılan.
HARBÜZ(E) f. Karpuz, kavun.
HARBÜZE-İ RUBAH Ebucehil karpuzu.
HARBÜZE-FÜRUŞ f. Karpuz kavun satan adam.
HARBÜZE-ZAR Karpuz kavun bostanı.
HARC Gider, sarfiyat, bir iş için kullanılan madde. * Vergi. * Çıkmak. * Yeni çıkan bulut. * Yemâme vilayetinde bir yer. * Ecir. * Buğday. (Dinimizde lüzumsuz harcamak, israf haramdır. Zillet ve fakirliğe sebeptir.)
HARC-I ÂLEM Herkese elverişli, her keseye münasib.
HARC-I RAH Yol harcı, yol parası. Yol masrafı, yol için verilen para.
HARCA' Ayakları beline varana kadar beyaz olan koyun.
HARCE (C.: Hurc-Haracât) Deve sürüsü. * Sık bitmiş ağaç.
HARCEF Soğuk rüzgâr.
HARDAL Çok küçük tohumları olan ve yaprakları yenen bir nebat ismi. Döğülerek macun haline getirilir ve sofrada iştah açmak için kullanılır.
HARDALE Hardal tanesi. * Nesneyi ufak edip kesmek.
HARDAN Kızgın, hiddetli, gadaplı. * Kast ve men'edici, engel olan.
HARE f. Kaya, sert taş. * Bir cins dalgalı kumaş.
HARE f. Yiyecek.
HAREC Darlık, zorluk, sıkıntı. * Dar yer, sık ağaçlı yer. * Günâh.
HARED Hışım etmek. * Menetmek, engel olmak.
HAREKÂT (Hareket. C.) Hareketler.
HAREKÂT-I HARBİYE Harp harekâtı.
HAREKÂT-I MÜŞTEREKE Müşterek hareketler, beraber davranışlar.
HAREKE Arapça harflerin u, e, i şeklinde okunacağını gösteren işaretler. (Zamme "ötre" fetha "üstün" kesre "esre" (gibi) * Hareket lafzının Arapça terkibde aldığı şekil.
HAREKET Kımıldanma. Davranış. Yola çıkmak. Bir cismin sabit bir noktaya göre yerinin veya durumunun değişmesi. Sarsıntı.
HAREKET-İ ARZ Zelzele, deprem, yer sarsıntısı.
HAREKET-İ DÂHİL Tar: Kanuni Sultan Süleyman zamanında Süleymaniye medreselerinin binasından sonra onikiye çıkarılan tarik-i tedris (okutma yolu) silsilesinin dördüncü mertebesindeki müderrislerine verilen bir ünvandır.
HAREKET-İ MER'İYYE Gerçekte olmadığı halde, var imiş gibi görünen hareket.
HAREKET-İ MİHVERİYE Mihver, eksen etrafındaki muntazam hareket.(Şems, hareket-i mihveriyesi ile silkinse, meyveleri düşmez, silkinmezse yemişleri olan seyyarat düşüp dağılacaktır. M.)
HAREKET-İ MÜSTAKİME Fiz: Doğru bir çizgi üzerinde olan hareket.
HAREM Herkesin girmesine müsaade edilmeyen yer. Kadınlara mahsus oda. (Misafirlere ve erkeklerin girmesine müsaade edilen yere de"selâmlık" denir.)(Tesettür kadınlar için fıtrîdir ve fıtratları iktiza ediyor. Çünkü, kadınlar hilkaten zaife ve nâzik olduklarından kendilerini ve hayatından ziyade sevdiği yavrularını himaye edecek bir erkeğin himaye ve yardımına muhtaç bulunduğundan; kendini sevdirmek ve nefret ettirmemek ve istiskale mâruz kalmamak için fıtrî bir meyli var. L.)
HAREM-İ ŞERİF Kâfir ve müşriklerin girmesi yasak olan ve canlı mahlukun öldürülmesi men'edilen Mukaddes Kâbe ve civârı.
HAREMEYN İki mukaddes harem. Müşrik ve kâfirlere yasak olan mukaddes Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere.
HAREMEYN-İ ŞERİFEYN Mekke'deki Kâbe ile Medine'deki Ravza-i Mutahhara.
HAREM-SERAY Sarayların kadınlara mahsus olan kısımları. Buna "Harem-i Hümayun" da denilir. * Câmi içi.
HARES (Haris. C.) Bekçiler, muhafızlar.
HARES Dilsizlik, ebkemiyyet.
HAREŞE Sinek.
HAR'ET Terslemek.
HAREZ (C.: Ehrâz) Çocukların oynadıkları ceviz.
HAREZE (C.: Harez-Harezât) Boncuk.
HARF Ağızdan çıkan her bir sese âit verilen işaret. Alfabeyi meydana getiren şekilli çizgilerden herbiri. * Müstakil bir mânâya değil de başka harflerle birleşerek, başka muayyen ve müstakil çok mânaların ifadesi için kullanılan şekil. Başkasının mânalarını gösteren işaret. * Vecih, üslub. * Her şeyin ucu, kenarı, sivri ve keskin kıyısı.
HARF-İ ÂB-DÂR Güzel ve mânidar söz.
HARF-İ ASLÎ Gr: Arabça bir kelimenin kökünü teşkil eden harften olan. (Ekserisi üç harften ibaret olur.)
HARF-İ ATIF Gr: İki kelime veya cümleyi birbirine bağlayan harf. Vav ve fe gibi. Arabçada on şekilde harf-i atıf şunlardır: Bunlar bir kelimeyi veya cümleyi diğer bir kelime veya cümle üzerine atıf ve rabtederler. Bu harflerden evvelkine: ma'tufun aleyh, sonrakine ise, ma'tuf denir. (Bak: Atf)
HARF-İ CERR Gr: Kelimenin sonunu esre ile (i diye) okutan harf. Bunlar arabçada şu şekil altında toplanmıştır. (Vav-ı kasem), (Ta-yı kasem)
HARF-İ İLLET Gr: Elif, vav, ya harfleri.
HARF-İ MASDARÎ Fiil mânasında olan bir kelimeyi, masdar mânâsına çeviren harf.
HARF-İ MEDD Kendinden evvel gelen harflerin uzun sesli okunmasına vesile olan "elif, vav, yâ" harfleri.
HARF-İ MEZİD Arabçada masdar olan kelimeye harf ilâvesi ile başka masdar yapılır. Bu ilâve edilen harflere "Harf-i mezid" denir. Meselâ: kelimesinde harf-i aslî üçtür. (mükâtebe) dendiği zaman, "Müfâale masdarı şekline göre, mim ve elif harfleri, harf-i meziddendir" denir.
HARF-İ NÂSIB Muzari fiilinin sonunu üstün (e, a diye) okutan harf. (Bak: Huruf-i nâsibe)
HARF-İ NİDÂ' Ya, ey, â gibi harflerle çağırılanın ismine eklenen harf. Ünlem.
HARF-İ TÂRİF Arabçada, elif lâm harflerinin ismin başına gelmesi hali. (Bak: Lâm-ı ta'rif)
HARF-İ ZÂİD Gr: Kelimenin bazı tasrifinde düşen harf. Fazla, zâid harf. Te'kid için yazılan harf. Sonradan ilâve olan harf.
HARF Yemiş toplama.
HARF-AŞİNA Harfleri birbirinden ayırdedebilen. * Mc: Sözden anlayan.
HARF BE HARF Aynen, aslı gibi, olduğu gibi.
HARFECE Güzel gıda.
HARF-ENDAZ Söz atan; dokunaklı, haysiyete ilişen söz söyleyen.
HARF-GİR f. Her işte ayıp ve noksan arayan.
HARFÎ Harfe âit. * Sahibi tanıtmak için olan. * Başkasının mânası için yazılan. (Bak: Mâna-yı harfî)
HARFİYE Kendi başına müstakilen bir mânası ve te'siri olmadığı halde, kendi cinsinden bir topluluğun içinde olduğu zaman ancak bir vazife gören şeylere denir.

Prof. Dr. Sinsi 09-10-2012 03:03 AM

Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler...
 
RE: Osmanlıca Sözlük (H Harfi) HARFİYEN (HARFİYYEN) Harfi harfine. Hiçbir değişiklik yapmadan.
HARGÂH f. Otağ. Büyük çadır.
HARGAR(E) f. Hakaret eden, hakaret edici.
HARGELE f. Eşek sürüsü. * Terbiyesiz, görgüsüz ve azılı kimseler.
HARGUŞ Tavşan.
HARHAR f. Devamlı arzu, sürekli istek. * Gönül üzüntüsü, iç sıkıntısı. * Devamlı kaşıntı.
HARHARA Uykuda horlamak. * Kedinin mırıldayışı. * İki dere arasındaki düzlük.
HARHİŞE f. Kavga, gürültü, patırtı.
HARIK Muhalefet eden, aykırı olan, karşı gelen. * Yırtıcı, yırtan.
HÂRIK-I ÂDE Âdeti yırtan, âdetin dışarısında, hârikulâde.
HARIK Yakan, yakıcı. Yanan, tutuşmuş. Ateş, od.
HARIS Hırslı olan, haris.
HARISA İnsanın başında veya yüzünde kan çıkmaksızın yalnız deri yırtılmış olarak peyda olan yara.
HARÎ Müstehak, lâyık.
HARÎ f. Hakirlik, horluk.
HARÎ' Kimseden çekinmeyen, fâcire kadın. * Çok gülen, gülegen.
HARİB Yıkan, harab eden. * Haydut.
HARİB Kaçan, firar eden.
HARÎB Yağma olunmuş, soyulmuş, talan edilmiş.
HARÎBE (C.: Harâib) Bir kimsenin geçineceği şey.
HARÎC Dar, ensiz. * Kuşatılmış.
HÂRİC Bir şeyin veya mahallin veya memleketin dışında kalan. * Ecnebi.
HÂRİC-İ VATAN Vatanın harici.
HARİC Günahkâr, günah işlemiş. Allahın emrini dinlememiş olan.
HARİCEN Dışardan, dıştan. Hariçten.
HARİCE TEMESSÜL Zihnî olan kelâmın hâricî âlemdeki kanunlara uygun şekilde tanzim edilişi.
HARİCÎ Dışarıya âit olan. İçeriye âit olmayan. Dış ile alâkalı. Ecnebiye âit. * Zorba ve âsi olan. * Seyyid olmadığı halde seyyidlik iddia eden. * Vaktiyle Hazret-i Ali Kerremallâhü veche'ye âsi olan fırka-i dâlle ashabından herbiri. (Bak: Havaric Vak'ası)
HARİCİYYE Hariçle alâkalı. Dış işleri. * Ameliyatla tedavi edilebilen hastalıklar. * Haricilik. (Bak: Havâric vak'ası)
HARİD Satın alma.
HARİD Öfkeli, hidetli, kızgın.
HARÎD Tek, ayrı.
HARİDAR Satın alıcı, satın alan.
HARİD(E) (C.: Harâid) Kız, evlenmemiş kız. * Delinmemiş inci.
HARİDE Satın alınmış.
HARİF (Hırfet. den) Meslekdaş, san'at arkadaşı. Teklifsiz dost. * Herif, âdi insan.
HARİF Güz mevsimi, sonbahar. * Meyve toplama zamanı.
HARİF Yemiş toplayan.
HARİFANE f. Esnafça. Herkes kendi masrafını, hissesine düşeni vermek suretiyle, ortaklıkla yapılan.
HARİFE (C.: Harâif) Ev için sonbahar hazırlığı.
HARİFÎ Sonbaharla alâkalı.
HARİK Omuz küreklerinin arası.
HARÎK Yangın, ateş.
HARÎK-I KEBİR Büyük yangın. * Büyük Cihan Harbi.
HARÎK Erkekliği olmayan adam.
HARİK Zeyrek akıllı kimse.
HÂRİKA İmkânların üstünde olan şey, hayret uyandıran, hayranlık vren. Büyük ve görülmedik eser. Görülmedik derecede kıymetli.
HÂRİKA Ateş, nâr, od.
HÂRİKA-İ SEVDÂ Aşk ateşi.
HARÎKA Acı, sızı. * Bulâmaç. Yulaf lâpası.
HÂRİKA-PİŞE f. Hârikalı. Hârika işler yapan.
HÂRİKAT (Hârika. C.) Şaşılacak şeyler, hârikalar. İnsanda hayret uyandıran şeyler.
HÂRİKAVÎ Harika cinsinden, harika gibi.
HÂRİKULÂDE Fevkalâde, âdetin hâricinde bulunan şey, eser. Görülmedik derecede. Son derece kıymet ve ehemmiyeti hâiz olan şey.
HARÎK-ZEDE (C.: Harikzedegân) f. Yangından zarar görmüş kişi. Evi ve eşyaları yanmış kimse.
HÂRİM Fakir.
HARÎM Herkesin giremiyeceği, dokunmıyacağı şey. Haram dairesi. * Şerik. * Bir kişinin olup, başkasının duhul ve taarruzundan masun yer. * Hacıların Mekke-i Mükerreme'de giydikleri libas.
HARÎM-İ HÂSS Büyük bir kimsenin kendi dairesi.
HARÎM-İ İSMET Namus ocağı, mukaddes ocak. Kudsi âile yuvası.
HARÎM Saygısız, çekinmez. Kayıtsız kimse.
HARÎME Bir kimsenin, istediği gibi kulanabilecek hakka sahib olduğu malı.
HARİR İpek. İpekten yapılmış. * Harâretli. Sıcak.
HARÎR Su akarken çağlamak. * Yel eserken fışıldamak. * Horuldamak.
HARİRÎ İpek eşya. * İpek tüccarı. * Bir nevi kâğıt.
HARİRÎ (Kasım bin Ali) (Mi: 1054-1122) Irak'ta doğdu. İnhitat (çöküş) devrinin ediblerindendir. "Makamat" adlı eseriyle şöhret bulmuştur. Bediüzzaman-ı Hemedanî'nin Makamları misal alınarak yazılmış elli makameyi (nutukları) ihtiva eder.
HARİRİYE Un ve süt ile yapılan bulamaç.
HARİS Süngü demiri. * Soğuk olan şey.
HÂRİS Eken, ekici. Çiftçi.
HÂRİS-İ GAYUR Çalışkan ve gayretli çiftçi.
HÂRİS Muhafız. Bekçi. * Gözcü. Himaye eden. Bekleyen.
HÂRİS-İ VATAN Vatanın koruyucusu, vatanın bekçisi.
HARİS Son derece hırslı olan.
HARÎS Bir şeye fazlası ile düşkün. Hırslı.
HARÎS-İ CÂH Mevki, makam ve rütbe düşkünü.
HARÎS-İ ŞÖHRET şöhret ve nam düşkünü.
HARÎSA (HÂRİSA) Yağmuruyla yer yüzünü süpürüp gideren bulut. * Kan çıkmayan azıcık baş yarığı.
HARÎSANE f. Hırslıcasına. Çok haris olarak. Hırslılara mahsus bir tavırla.
HARÎSET (C.: Harâyis) Zayıf deve.
HARİSTAN f. Çalılık, dikenlik.
HARÎSUN ALEYKÜM Tevbe Suresi'nin bir âyetinde geçen bu ifade, birinci derecede Peygamberimiz (A.S.M.) hakkında olup ümmetini ve bütün insanları doğru yola irşadda yılmadan, büyük bir sebat ve azim ve gayretle devam etmesine işaret edilerek böylece tavsif edilmiştir.
HARİŞ f. Kaşınma, kaşıma.
HARÎŞ Bir cins yılan.
HARİTA yun. Yeryüzünün veya bir parçasının belli bir ölçüye göre küçültülerek muvafık bir yere çizilen taslağı. * Dağarcık, kulplu kese.
HARİYE Yavuz bir yılan.
HARÎZ Tâkatsiz kimse, güçsüz ve kuvvetsiz insan.
HARÎZ Mahfuz, hıfzolunmuş, saklanılmış.
HARİZME Azgın hayvanların ağzına ve ayının dudağının üstüne geçirilen demir halka.
HARK Yakmak. Yanmak. Yangın.
HARK-I KEBİR Büyük yangın. * Cihan Harbi. (daha ziyade ihrak olarak kullanılır)
HARK Yarma. Yırtma. * Su akacak yarık yer.
HARKA' Kulağı delik koyun. * Çeşitli yönlerden esen rüzgâr.
HARKAFA (C.: Harâkıf) Kalça kemiği. Uyluk kemiğinin baş tarafı.
HARKAHE Koyuncuların kara evi.
HARKEKET (C.: Harâkîk) Uyluk başı.
HARKÜRRE f. Eşek yavrusu, sıpa.
HARK VE İLTİYAM Yarmak ve yapıştırmak. Yırtılmak ve iyileşmek.
HARM Muhkem etmek, sağlamlaştırmak. * Davara yük vurmak. * İşinde çabuk çabuk olmak. * Udul etmek. * Kat'etmek.
HARMED Kokusu ve rengi değişen. * Kara balçık.
HARMEL Üzerlik otu.
HAR-MENİŞ f. Eşek huylu, eşek tabiatlı.
HARMEŞ İfsad etmek, bozmak.
HARNUB Keçiboynuzu adı verilen bir cins yemiş.
HARP (Bak: Harb)
HAR-PÜŞT f. Diken sırtlı. * Mc: Kirpi.
HARPÜŞTE f. Balıksırtı şeklinde olan, harpuşta.
HARR Hararet, sıcaklık. Sıcak.
HARR-I ŞEDİD Şiddetli hararet, fazla sıcaklık.
HARR Yarmak.
HARR(E) Hararetli. Kızgın. Çok sıcak. Yakıcı.
HARRA (Hurur) Yüksekten aşağı düşmek.
HARRAKA Eskiden düşman gemilerini veya düşman şehirlerini ateşlemek için, yakıcı âletlerle donatılmış olan harp gemisi.
HARRAN Susuz.
HARRARE Gürleyerek, çağlayarak akan su.
HARRAS (Harâset. den) Çiftçi, ekinci. Toprağı işleyip ekin eken.
HARRAS Yalancı.
HARRAS Küp yapan.
HARRAT Doğramacı, çıkrıkçı. Tornacı.
HARRAZ Terzi.

Prof. Dr. Sinsi 09-10-2012 03:03 AM

Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler...
 
RE: Osmanlıca Sözlük (H Harfi) HARRE (C.: Hurer) Değirmenin buğday konulan deliği.
HARRE (C.: Hırâr-Hırârât-Harrun) Kara taşlı yer.
HARRUB "Keçiboynuzu" adı verilen bir yemiş cinsi.
HARS Yarmak, yırtmak.
HARS Koruma. Muhafaza etmek. Hırz mânasınadır.
HARS (C.: Hırâs) Küp.
HARS Tahmin etmek. * Yalan söylemek. * Acıkmak.
HARS Tarla sürmek. * Maarif. * Mal toplamak, kazanmak. * Teftiş ve tedbir eylemek.
HARS-I IRKÎ Milli maarif, ırkî hars.
HARSA' Dilsiz kadın. * Gürlemeyen bulut. * Belâ. (Müz: Ahrâs)
HARSEK Küçük cisim.
HARSİNÎ Tunç.
HARŞ Avlamak. * Kaşımak.
HARŞ Kesbetmek, almak. * Tırmalamak.
HARŞA Bir cins ot.
HARŞEF (C.: Harâşif) Kalkan balığı. * Balık pulu. * Enginar bitkisi.
HARŞUF Enginar bitkisi.
HART El ile ağacın yaprağını sağmak. * Ağaç kabuğu soymak, yaprak toplamak. * Nikâh.
HART Katı katı ovmak. * Davarın yulaf yerken çıkardığı ses.
HARTAVÎ Tar: Sipahilerin yeniçeri keçesine mümasil olarak giydikleri toparlak keçe külâh.
HARTUC f. Topa merminin ardından sürülen barut kesesi.
HARUF Küçük kuzu, hamel. * Tâze et.
HARUN Musa Peygamber'in (A.S.) yardımcısı ve büyük kardeşi. * Bağdad Abbasî Halifelerinden Harun-ür Reşid.
HARUN İlerleyeceği yerde duran veya geri giden hayvan.
HARUNÎ Hayvanın ilerlemeyip durması veya gerilemesi. Hayvanın huysuzluğu.
HARUR Sıcaklık. Güneşin kızgınlığı. * Gece esen sıcak rüzgâr.
HARUR Yüksekten düşmek. * Akla gelmedik cihetten hücum etmek.
HARUS Sütü az olan kadın. * Evlenip hâmile olan kız.
HARUT Mukaddes kimse. * İpini sahibi elinden çekip kaçan davar.
HARUT VE MARUT Kur'an-ı Kerim'de ismi geçen iki meleğin ismidir.
HARVA Büyük kumlu tepe. * Yüce, yüksek. * Bir dağın adı.
HAR-VAR f. Eşek yükü.
HARY Noksan etmek, noksanlaştırmak, eksiltmek.
HARZ Dikmek.
HAR-ZAR f. Çalılık, dikenlik.
HARZE Yaban şalgamı.
HARZEM (HAREZM) Türkistan'da Aral gölünün güneyindeki delta ve çevresindeki ülke.
HAS' Reddetme. * Uzak olmak. Uzaklaştırmak.
HASA' Saman parçası. * Hurma kabı.
HASA Toprak saçmak.
HASA Sığır terslemek.
HASA' Bulamaç aşı. * Kavun.
HASA Saymak. * Taş atıp vurmak.
HASA' Suya kanmak ve kandırmak. * Dolmak. * Doymak. * Ufak taş.
HASAB Odun.
HASEBE Hurması çok olan hurma ağacı.
HASAD Ekin biçmek. Ekin biçme mevsimi.
HASADET Hasedcilik, kıskançlık. Çekememezlik.
HASAFE (C.: Hasif) Hurma yaprağından örülen kap. * Hurma yaprağı.
HASAFET Rey sağlamlığı. Hükümde kuvvet ve olgunluk.
HAS AHUR Tar: Hükümdarın hayvanlarına mahsus ahır.
HASAİL (Haslet. C.) Hasletler. (Bak: Haslet)
HASÂİS Bir şeye, birine has olan keyfiyetler.
HASÂİS-İ İNSÂNİYYE İnsanlık hassaları.
HASAİS (Hasîse. C.) Kötü huylar, fena tabiatlar.
HASAK Büyük bir kuşun adı. (Çin'de, Babil'de ve Türk vilâyetlerinde olur.)
HASAL Yüreğin ağrıması.
HASAL Ağacın, zeminde yanlara sarkmış uçları. * Bir işte ortaya konulan ödül.
HAS'AM Yemen diyarında bir kabilenin adı.
HASAN Nâmahremden korunur üzere olmak, korunmak.
HASAN Güzel. (Bak: Hasen)
HZ. HASAN Hz. Ali'nin (R.A.) oğludur. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) sevgili torunudur. Cennet'le tebşir olunmuştur. Hz. Peygamber (A.S.M.) kendisi için cennet gençlerinin seyyidi buyurmuştur. (Hi: 3-49)(Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in Emevilere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yâni, Emeviler, Devlet-i İslâmiyeyi, Arab milliyeti üzerine istinad ettirip râbıta-i İslâmiyeti, râbıta-i milliyetten geri bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler:Birisi: Milel-i sâireyi rencide ederek tevhiş ettiler. Diğeri : Unsuriyet ve milliyet esasları, adâleti ve hakkı tâkip etmediğinden zulmeder. Adalet üzerine gitmez. Çünki: Unsuriyet-perver bir hâkim, milletdaşını tercih eder, adalet edemez. ferman-ı kat'isiyle: Râbıta-i diniye yerine râbıta-i milliye ikame edilmez; edilse, adalet edilmez; hakkaniyet gider.İşte Hazret-i Hüseyin, râbıta-i diniyeyi esas tutup muhik olarak onlara karşı mücadele etmiş, tâ makam-ı şehadeti ihraz etmiş. M.)
HASAN İyilik. Güzel muamelede bulunmak.
HASANET Bir yerin çok sağlam ve korunulacak tarzda olması. * Kadının kendisini haramdan koruması.
HASAN-I BASRİ (Hi: 21-110) En ileri Tâbiînden olup hadis ve fıkıhta büyük âlimlerdendir. Basra'da medfundur. Mezheb sahibi bir müçtehiddir. Sahabe-i Kiram'dan 130 zat ile görüşmüş, Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Neseî, İbn-i Mace kendisinden hadis nakletmişlerdir.
HASAR (C.: Hasâret) Ziyan, zarar.
HASAR Soğuk, berd.
HASARAT (Hasâret. C.) Ziyan ve zararlar. Hasaretler.
HASAR-DİDE f. Zarara uğramış, hasar görmüş.
HASARET Hasar. Alış-verişte zarar, ziyan. Yoldan sapmak. Sapıtmak. Dalâlete düşmek.
HASARET Cıvık ve sulu şeyin koyulaşıp katılaşması. * Dahâmet peyda etme, irileşme.
HASAS Başta saçın az olması.
HASASA (C.: Hasâs) Fakirlik. * Hali yaramaz olmak. * Küçük delik. * İki kişinin arasındaki açıklık.
HASASE(T) Tamahkârlık. Cimrilik. Alçaklık. Hasislik.

Prof. Dr. Sinsi 09-10-2012 03:04 AM

Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler...
 
RE: Osmanlıca Sözlük (H Harfi) HASASET İhtiyaç. Yoksulluk. Züğürtlük. * Rahne. * Kalbur ve elek gibi şeylerdeki küçük delik, gedik.
HASÂT Küçük taş parçası. Çakıl. * Tıb: Sidik yolunda taş peyda olmak.
HASÂT-I BEVLİYYE Tıb: Sidik yollarında ve böbreklerde meydana gelen taş.
HASÂT-I MESANE Tıb: Sidik kesesinde meydana gelen taş.
HASB (Haseb) Birisinin sülâlesi cihetinden iftihar yolu ile saydığı iyilik. Mal, din, millet. Kerem, fiil ve amelde yüksek şeref, iyi iş, sâlih amel. Şeref, asalet, şan, kadr ve haysiyet. * Dolayı, cihetiyle, gereğince.
HASB-EL BEŞERİYYE İnsanlık hali olarak, insanlık dolayısıyla.
HASB-EL KADER (Bak: HASBEL KADER)
HASB-EL LÜZUM İcabettiği için.
HASB (C.: Havâsıb) Taş atmak. * Ufak taşları savuran rüzgâr.
HASBA Hafif tahkir yerinde kullanılan bir tabirdir. Halk dilinde "haspa" şeklinde kullanılır.
HASBA' (C.: Hasubâ) Ufak taş.
HASBE Kızamık hastalığı. Tane tane gövdede çıkan bir hastalıktır. (Hasta kişiye "mahsub" derler.)
HASBE Re'y. Tedbir. (Aslı: Ecir ve sevab mânasına gelen "hisbe" dir)
HASBEL HAMİYYE (Hasb-el hamiyye) Hamiyet icabı, hamiyet için.
HASBEL İCAB (Hasb-el icâb) Durum icabı olarak, hâl ve durum iktiza ettiği için, durum dolayısıyla.
HASBEL İKTİZA (Hasb-el iktizâ) İktiza ettiği için, gerektiğinden dolayı.
HASBEL KADER (Hasb-el kader) Kader cihetiyle.
HASBEL MEVSİM (Hasb-el mevsim) Mevsime göre.
HASBETEN LİLLAH Allah rızası için. Allah yoluna. Karşılık istemeksizin.
HASBÎ Karşılıksız. Allah rızası için. (Hakiki mürşid âlim, koyun olur; kuş olmaz. Hasbî verir ilmini. Koyun verir kuzusuna hazmolmuş musaffâ sütünü. Kuş veriyor ferhine lüâb-âlud kayyını. S.)
HASB-İ HAL Halleşme. Görüşüp konuşma.
HASBİYE âyetinin kısaca ismidir.
HASBÜNA Bize yeter. Bize kâfidir (meâlinde).
HASDA' Yaprağı çok olan ağaç.
HASEB (Bak: Hasb)
HASED Başkasının iyi hallerini veya zenginliğini istemeyip, kendisinin o hallere veya zenginliğe kavuşmasını istemek. Çekememezlik. Kıskançlık. Kıskanmak.(Hasedin çaresi: Hâsid adam, hased ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevi hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet; fânidir, muvakkattır. Faidesi az; zahmeti çoktur. Eğer, uhrevi meziyetler ise; zâten onlarda hased olamaz. Eğer onlarda dahi hased yapsa, ya kendisi riyakârdır; âhiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut mahsudu riyakâr zanneder, haksızlık eder zulmeder.Hem ona gelen musibetlerden memnun ve ni'metlerden mahzun olup kader ve rahmet-i İlâhiyeye onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Adeta kaderi tenkid ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkid eden başını örse vurur kırar. Rahmete itiraz eden rahmetten mahrum kalır. M.)
HASEDE (Hâsid. C.) Kıskananlar, hased edenler, çekememezlik edenler.
HASEK Kin, adavet, hased. * Savaş âletlerinden, üç köşeli diken şeklinde bir silâh.
HASEKE (C.: Husek) Kin tutmak, adavet etmek. * Demir dikeni denilen üç köşeli diken. * Demirden yapılan üç köşeli "bıtırak" denilen harp âletleri.
HASEKİ Tar: Vaktiyle sarayda görevli bazı subaylara verilen isim.
HASELE Tıb: Karnın göbek ile kasık arasındaki kısmı.
HASEM Burnun yassı ve geniş olması.
HASEN Güzel. Hüsünlü. Güzellik. * Güzel olmak.
HASEN-ÜL HULK Huyu ve tabiatı güzel.
HASEN-ÜS SAVT Güzel sesli.
HASENAT Güzellikler. İyi ameller. İyilikler. (Hasenât da ya kalb ile olur veya kalb ve beden ile olur; veyahut mal ile olur. A'mâl-i kalbinin şemsi imândır. A'mal-i bedeniyenin fihristesi namazdır. A'mâl-i mâliyenin kutbu zekâttır. İ.İ.)
HASENE İyilik. Güzellik. Hayırlı amel. Allah rızasına çok uygun iş. * Eski altun paralardan biri.
HASER Gözün tam görmemesi, göz nurunun zayıf olması.
HASF Ay tutulması. * Işığı sönmek.
HASFOLMAK Parlaklığı gitmek.
HASF Ayakkabı dikmek. * Birbirine yapıştırmak. * Tasmalı nâlin. * Ağacın yaprağının dökülmesi.
HASHAS Zâhir olma, açık ve âşikâr olma, görünme.
HASHAS Koparılmış olmak.
HASHAS Cömert kimse.
HASHAS Toprak. * Ufak taş.
HASHAS Seri, çabuk, hızlı.
HASHASA Açık ve âşikâr olma. * Bir şeyi diğer bir şey içinde "iyice birleşmesi için" karıştırıp sallama.
HASHASE Anlaşılmayan ses. * Hınzır avazı.
HASHASE Ateş üzerinde eti pişirip kebap yapmak. * Bir şeyi döndürmek.
HASHASE Kandırmak. * Koparmak. * Çok fazla deprenmek.
HASIB Tipi. Ortalığı toza toprağa boğan şiddetli rüzgâr.
HASID Ekin biçen.
HASIF Zayıf.
HASIK Süngü demiri.
HÂSIL Peyda olan. Husule gelen. Çıkan, meydana gelen.
HÂSIL-I BİLMASDAR Hakiki müessirden hâsıl olan fiildir. Kendi sebeb ve şartlarından meydana gelen şey. Meselâ: Bir şeye vurmak, masdardır; o vurmaktan hâsıl olan ses çıkmak, hâsıl-ı bilmasdır'dır. Tüfek atarak bir adamı öldürmekte tüfek atmak fiili, masdar: adamın ölmesi ve tüfeğin sesi çıkması da hâsıl-ı bilmasdar'dır.
HÂSIL-I CEM' Mat: Toplam. Bir kaç sayının birlikte toplanmasından meydana gelen yekûn.
HÂSIL-I DARB Mat: Çarpım. Çarpmak işinin neticesi. 5 sayısı 2 sayısıyla çarpılırsa, çıkan 10 sayısı, hâsıl-ı darbdır.
HÂSILAT Gelirler. Kazançlar. Elde edilenler. Kâr. Mahsul. Îrad.
HÂSILAT-I SÂFİYE Sâfi kazanç. Net kâr. Bütün masraflar çıktıktan sonra kazanç olarak geri kalan hâsılat.
HÂSILAT-I SENEVİYYE Senelik kazançlar, yıllık gelirler.
HÂSILI KELÂM (Hâsıl-ı kelâm) Sözün kısacası, sözün kısası.
HASIM (Bak: Hasm)
HASIN(E) (C.: Hâsınât) İffetli, namuslu ve şerefli kadın.
HASIR (Hasr. dan) Muhâsara eden, etrafını çeviren, hasreden.
HASIRALTI ETMEK Ist: Unutmak, saklamak, gizlemek, terviç etmemek manasında kulanılan bir tâbirdir. Hasır, eskiden halı ve kilim yerinde kullanıldığı ve onun altında kalan şeyler unutulup gittiği için bu tâbir meydana gelmiştir.
HASÎ (Has'. den) Herkes tarafından kovulan. Sürülüp tardedilen.
HASÎ Kuru.
HASİB Hesab eden, hesab edici.

Prof. Dr. Sinsi 09-10-2012 03:04 AM

Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler...
 
RE: Osmanlıca Sözlük (H Harfi) HASÎB Cömert kimse. Hayır sahibi ve eli açık adam. * Bolluk yer, ucuzluk.
HASÎB Muhterem, itibarlı, değerli ve soyu temiz kimse. şahsi meziyet sâhibi insan. * Muhâsebeci.
HÂSİD Hased eden, kıskanan.
HÂSİDANE f. Kıskanarak, kıskançlıkla. Hased edercesine.
HASÎD (C.: Hasâyıd) Tarlada kalan ekin.
HÂSİF (Husuf. dan) Sararmış. Rengi, parlaklığı kalmamış. Husufa uğramış.
HASÎF (C.: Husef) Suyu hiç kesilmeyen su kuyusu. * Yağmuru çok olan bulut.
HASÎF Ak ile kara, alaca renkli urgan. * İki çeşit renkten meydana gelen.
HASÎF Aklı başında, kâmil ve olgun adam.
HASÎFANE Aklı başında ve olgun olan bir adama yakışacak suretde.
HASÎFE Gizlenen kin, hased ve düşmanlık.
HASÎL(E) Sığır buzağısı.
HASÎL Ot.
HASÎLE İyeği arasında olan et.
HASÎLE (C.: Hasâyil) Bakiyye, artan, geri kalan.
HASÎM Hasım olan, husumet eden, düşmanlık eden.
HÂSİM Kat'eden, hasmeden, kesip atan.
HASÎN Sağlam. Metin. Mustahkem. * Sağlam muhafaza eden.
HASÎN Küçük balta.
HASÎR Bir şey söyler veya okurken dili tutulan kimse. Kekeme insan. * Hasır.
HÂSİR Hasarete uğrayan. Zarara, ziyana uğrayan.
HASÎR Feri gitmiş, donuklaşmış göz. * Hasret çeken. Meramına nail olamayan. * Yorulmuş. * Açılmış. * Zayıf.
HASÎR Hüsranda olan. Sapıtan, dalâlete giden. Azgın. * Eli boş. Müdafaasız. Çaresiz.
HÂSİREN Ziyana uğrayarak, zarar gördüğü halde.
HÂSİRÎN (Hâsir. C.) Zarar görmüş olanlar, ziyana uğramış kimseler.
HÂSİRUN Zarar ve ziyana uğrayanlar. Eli boş kalanlar.
HASİS Çabuk. Çok aceleci. * Ayartılan, tergib ve teşvik edilen.
HASİS Gizli ses. Ateş gürültüsü. * Fitil.
HASİS(E) (Hisset. den) Kötü huy, fena tabiat. * Ufak, değersiz. * Tamahkâr, cimri.
HASİSA Bir şeye mahsus hal. Kendine mahsus olup başkasında bulunmayan keyfiyet, karakter.
HASİYY Hayası çıkarılmış, hadım edilmiş, burulmuş (insan veya hayvan).
HASİYYET (Hassiyet) Hususi fayda, kuvvet ve menfaat, tesir, keyfiyet.
HASL Fena huylu olma. Kötü haslet sahibi olma.
HASL Zayıflık.
HAS LAFIZLAR Bir mânaya mahsus olan lafızdır. Hasan, Mehmed, insan, erkek lafızları gibi.
HASLE Göbekle kasık arası.
HASLE (C.: Husul) Hurma koruğu.
HASLET Huy. Ahlâk. Yaradılıştan olan tabiat.
HASLET-İ CEMİLE Güzel ve iyi huy.
HASLET-İ HAMİDE Medih ve senâ edilmeğe, övülmeğe lâyık olan güzel ahlâk ve haslet.
HASLET-İ HAMRÂ Hamiyet, gayret veya mahcubiyetten gelen ve yüz kızarması suretinde görünen güzel haslet.
HASM Kesip atma, kesme, kat'etme. * Kat'i olarak bir mes'eleyi hâlledip neticeye varma.
HASM-I DA'VÂ Dâvânın halledilmesi.
HASM (Hasım) Muhâlif. Karşı taraf. Düşman.(Eğer hasmını mağlub etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünkü, eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder, zâhiren mağlub bile olsa, kalben kin bağlar, adaveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen nedâmet eder, sana dost olur. M.)
HASM-I BÎAMAN Amansız düşman. Merhamet bilmeyen düşman.
HASM-I CA'LÎ Huk: Hakikatta hasım olmadığı halde, hasım imiş gibi hâkim önünde husumeti kabul eden kimse.
HASM-I EKBER En büyük düşman olan şeytan.
HASM-I ELEDD İnatçı düşman, muannid hasım.
HASM-I MÜTEVARÎ Huk: Mahkemeye gelmekten ve vekil göndermekten çekinen kimse.
HASM Atâ etmek, hediye vermek. * Ovmak.
HASMANE f. Düşmancasına. Düşman gibi. Hasma mahsus halde.
HASME Kırmızı meşe.
HASMEN Bir mes'eleyi kesin bir karar ile halledip bitirmek suretiyle.
HASMÎ Düşmanlık, husumet, adavet.
HASNÂ Çok fazlasıyla kendini haramdan saklayan kadın. Çok iffetli, çok nâmuslu kadın.
HASNÂ-YI HÜSNÂ Hem güzel ve hem de namuslu olan kadın.
HASNA Güzel kadın. Hüsün ve cemal sâhibesi.
HASPUŞ f. Hilekâr, hileci, iki yüzlü, mürai.
HASPUŞÎ Hile, riyâ.
HASR Bir şeyin içine alma. Yalnız bir şeye mahsus kılma. * Bir çember içine almak. Askerle etrafını kuşatmak. * Sıkıştırma. Kısaltma. * Okurken tutulup kalmak. * Vakfetmek. * Zaman ayırmak.
HASR-I FİKİR Bir şeye bütün fikrini vermek ve başka şeyle meşgul olmamak tarzı ve düsturu ile o şeyde veya meslekte mütehassıs ve muvaffak olmaya çalışmak. Bütün fikri çalışmayı bir şey üzerinde toplamak.
HASR-I İŞTİGAL Bütün çalışmaları bir şeye hasretme.
HASR-I NAZAR Sadece bir şeye bakıp dikkat etmek. * Yalnız bir mevzu veya meslek üzerinde çalışıp onda mütehassıs ve muvaffak olmaya çalışmak.
HASR-I ÖRFÎ Herkesçe bilinen belli bir şey. Böyle meşhur bir şeye mahsus olmak.
HASR Noksan olmak. * Sermayesini zayi edip ziyân etmek.
HASR Göz kapağında sivilce çıkmak.
HASR Keşfetmek. * Yorulmak.
HASR Böğür. * Bel.
HASREME Üst dudağın alt dudak üzerine taşması.
HASRET Özleyiş. İç çekme. Bir şeyi çok isteyip, arzulayıp ona kavuşamamaktan gelen üzüntü. (Bak: Husr)
HASRET-FİKEN f. Hasret düşüren, hasret döken.
HASRET-KEŞ f. Özlemiş, özleyen, hasret çeken.
HASRET-KEŞANE f. Hasret çekene yakışır surette. Özleyenler gibi.
HASRETMEK Kısaltmak. Sadece bir şeye mahsus kılmak. Bir şey için vakfetmek.
HASRET-NAME Edb: Ayrılık münasebetiyle yazılan mektub. Hasreti belirten yazı, hasret mektubu.
HASRET-ZEDE (C.: Hasret-zedegân) f. Hasrete düşmüş, hasrete uğramış.
HASS Tergib. Teşvik. Bir kimseyi bir şey için iknâ etmek.
HASS Duyan. Hisseden. Duyucu. * Duygu.
HASS Alçak, bayağı, âdi. * Marul.
HÂSS (C.: Havass) Hususi. Hâlis. Kıymetli ve ileri gelen mühim yakınların topluluğu. * Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan. Umumi olmayıp mahsus olan. * Tam ayar olan, yabancı maddelerle karışık olmayan ve içinde bozuk bulunmayan. Tek, münferid. * Saf. * Tar: Osmanlı İmparatorluğunun ilk zamanlarında, devletin büyüklerine ayrılan yıllık geliri yüzbin akçadan fazla olan arazi.
HÂSS-ÜL HÂSS En güzel, en has.
HÂSS Ü ÂMM Herkes, bütün herkes.
HASS Azlık, kıllet.
HASS Zannetmek. * Silkmek. * Davarı kaşağılamak. * Közün üstünde birşey pişirmek. * Katletmek, öldürmek.
HASSA (C.: Havass) İnsanın kendisine tahsis ettiği şey. Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan şey. Bir şeye mahsus kuvvet. Te'sir. Menfaat. * Adet ve alâmet. Ekâbir, kavmin ileri geleni.
HASSA-İ FARİKA Ayırıcı özellik. Vasf-ı fârık. Bir şeyi diğerinden ayıran hususiyet.
HASSA Saç ve sakalı döken bir hastalık.
HASSA' Hayırsız kadın.
HASSA Fil gözü.
HASSAD Orakçı, ekin biçen.
HASSAS Duygulu, içli. * Alıngan. Çok ve çabuk hisseden. Hissi galib olan kimse.
HASSASANE f. Hassas ve duygulu olana yakışacak şekil ve surette.
HASSAS BÖLGELER t. Sivil savunmada düşmanın hedef tutacağı bölgeler. Her hassas bölgenin ehemmiyeti aynı değildir. Hava savunması bakımından eldeki imkanlar ve hassas bölgeler arasında öncelik tesbitine ihtiyaç vardır. Hassas bölgeler, sırasıyla:1) Atomik vurucu üslerin bulunduğu bölgeler.2) Yüzeyden yüzeye füze üsleri.3) Darbe karargahları.4) Özel cephane depoları.5) Uçaksavar birlikleri.6) Radar mevzileri'dir.
HASSASE Hissedici kuvve. Hisseden, duyan.
HASSASİYET Hassaslık. Duygulu olmak. İhtimamlılık. Dikkatlilik.
HÂSSE Duygu uzvu. Bir şeye mahsus kuvvet. Hâl. (Bak: Kuvve)
HÂSSE-İ LEMS Elle dokunma kuvveti. Dokunma duyusu.

Prof. Dr. Sinsi 09-10-2012 03:04 AM

Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler...
 
RE: Osmanlıca Sözlük (H Harfi) HÂSSE-İ RÜ'YET Görme kuvveti.
HÂSSE-İ SEM' İşitme kuvveti, duyma duygusu.
HÂSSE-İ ŞEMM Koklama duygusu.
HASSETEN Hususi olarak, özellikle. Yalnız, ayrıca.
HASSİYET (Bak: Hâsiyyet)
HASTE f. Uzanmış. * Ayağa kalkmış.
HASTE f. İstenilen, matlub, taleb edilmiş, istenilmiş.
HASTE (C.: Hastegân) f. Rahatsız, hasta.
HASTE-GÂN (Haste. C.) f. Hastalar, rahatsızlar, marizlar.
HASTE-GÎ f. Rahatsızlık, hastalık, maraz, illet.
HÂST-GÂR f. İsteyen, talep eden, isteyici.
HÂST-GÂRÎ f. Tâliplik, isteyicilik.
HASUB Kirişini atan yay.
HASUD Çok hased eden.
HASUDANE f. Kıskançlıkla, hasetçilikle, hasud olan kimseye benzer surette.
HASUDÎ Kıskançlık, çekememezlik, hasetçilik.
HASUN Serçe gibi küçük ve alaca renkli bir kuş.
HASUR Mânevi mücahededen dolayı kadınlara yaklaşmaya rağbet etmeyen. * Sır saklayan. Keder ve üzüntüden gönlü daralan, tasadan içi sıkılan. * Çok bahil kimse. (Halkla yer ve içer, birşey vermez) * Oğlu ve kızı olmayan. * Avrete cimâ edemeyen. * İhlili dar olan deve.
HASUS Katı, şedid, şiddetli.
HASV Men etmek, engel olmak.
HASV Toprak saçmak. * Az birşey vermek.
HASVA' Toprak parçası.
HASVE (C.: Husvât) Yudum yudum, azar azar içme.
HAŞ f. Süprüntü, kırıntı, döküntü. * Kızgınlık, hiddet.
HAŞ Kalb.
HÂŞÂ Aslâ. Kat'iyyen. Öyle değil. Allah korusun...(mânasına söylenir.)
HAŞÂ' (C.: Ehşâ) Nefes tutukluğu. * Nefesin tutulması. * Nâhiye. * Kalb.
HAŞÂ-İ BATIN Bağırsaklar.
HAŞAFET Kin ve düşmanlık, haset ve adavet.
HAŞAHİŞ (Haşhâş. C.) Haşhaşlar.
HAŞAİŞ (Haşiş. C.) Kuru otlar.
HAŞAK f. Süprüntü, çöp. Yonga.
HAŞAN Kokmuş tuluk.
HAŞARI Yaramaz, rahat durmaz, hırçın.
HAŞAS Arz haşereleri.
HAŞB Hayırsızlık. * Haşinlik.
HAŞBA' Kuru, yâbis.
HAŞEB Kereste imâlinde kullanılan kalın ve kuru ağaç.
HAŞEBE (C.: Haşebât) Odun, ağaç. Yonga.
HAŞEBİYET Odunluk, odun niteliği.
HAŞEB-PARE f. Tahta parçası. Yonga.
HAŞED İnsan topluluğu, cemaat.
HAŞEF Hurmanın yaramazı. * Eski elbise diken. * Devenin sütünün çok olması.
HAŞEFE (C.: Haşef-Haşefât) Sünnet mevziine varana kadar olan zeker başı. * Yaşlanmış kuru kadın. * Kuru hamur. * Yumuşak taş.
HAŞEFE Hiss. * Harekete ve yürüyüş sesine derler.
HAŞEL Bayağılaşma, rezil olma. Bayağılık, rezillik, âdilik. * Her nesnenin kötüsü.
HAŞEM Taraftarlar ve hizmetçiler. Düşmanlarına karşı koruyanlar. Aile.
HAŞEM Burun içinde olan bir illettir ve kokuyu değiştirir. * Genzin tıkanıp burnun koku almaması.* Etin kokması.
HAŞEME (C.: Haşem) Kol. Kollukçu. Hizmetkâr.
HAŞEM-NİŞİN f. Göçebe.
HAŞENE (Haşin. C.) Sert, katı ve kalb kırıcı olanlar.
HAŞERAT (Haşere. C.) Küçük zararlı böcek, akrep ve yılan gibi hayvanlar. * Mc: Zararlı ve kıymetsiz kimseler.
HAŞERE Yabani arı, böcek, akrep ve yılan gibi zararlı mahluk.
HAŞHAŞ Kapsüllerinden uyuşturucu bir madde olan afyon; tohumlarından da yağı çıkarılan bir bitki. * Hazırlıklı. * Silâhlı ve zırhlı topluluk.
HAŞHAŞA Silah sesi, yüksek ses. * Silâh. * Kuru ot. * Yeni kaftan.
HAŞIR Toplayan, cem'eden, haşreden.
HAŞİ Kuru, yâbis.
HAŞİ' Huşu içinde olan, alçak gönüllülük eden. * Kusurlarını düşünerek, ürpererek Cenâb-ı Hakka niyâz edip yalvaran.
HÂŞİAN Tevazu ve mahviyetle. Alçakgönüllülük göstererek.
HÂŞİANE f. Hâşi' olarak.
HAŞİB Yoğun, kalın. * Tam düzelmemiş olan kılıç. * Süslü, zinetli.
HAŞİBE Tabiat, mizaç, huy.
HAŞİF Eskimiş ve yıpranmış elbise.
HAŞİF Keskin kılıç. * Damdan aşağı asılmış olan karpuz.
HAŞİFE Adâvet, düşmanlık, kin.
HAŞİÎN Huşu' içinde olanlar.
HAŞİM Haşmetli, gösterişli, muhteşem.
HAŞİM Kuru ekmek kırıntısı doğruyan. Ezen, yaran, kıran, parçalayan.
HAŞİME Kemiği kırılmış olan baş yarığı.
HAŞİMÎ Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) kabilesinden, O'nun sülâlesinden gelen. * Bir tarikat şubesinde olan.
HAŞİN Kırıcı, kalb kırıcı. Sert, katı.
HAŞİN Korkak, korkan.
HAŞİN Kokmuş tuluk.
HÂŞİR Haşreden, toplayan. Cem'eden. * Hz. Peygamber'in (A.S.M.) bir ismi. Haşir meydanında bütün insanlar mübarek izlerinde haşr olup toplanacaklarından Delâil-i Hayrat'ta bu isimle mezkurdur. (Bak: Haşr)
HAŞİŞ Esrar adı verilen "Hint keneviri"nin yaprağı. * Kuru ot.
HAŞİŞE Ot.
HAŞİV (Bak: Haşv)
HAŞİYE Sahife kenarına veya altına yazılan izah. Bir kitabın izah ve şerhini yapan yazı. Kenar, pervaz.
HAŞİYY Kuru, yâbis.
HAŞİYYE (C.: Haşâyâ) İçi dolmuş döşek. * Nihalî adı verilen sofra altı.
HAŞL Herşeyin âdisi, bayağısı.
HAŞM İncitmek. * Gadaplandırmak, hiddetlendirmek.
HAŞMET (Hışmet) Kendisine tabi olanlardan dolayı, "haşem" den olan, büyüklük ve heybet. Tantana-i azamet. Hürmetten gelen çekinme. * Hiddet, kızgınlık. * Alçak gönüllülük.
HAŞMETLİ (Haşmetlü) Tar: Haşmet sâhibi mânâsına gelir ve ecnebi hükümdarlarına verilen bir ünvandır.
HAŞMETMEAB Haşmetli, haşmet sahibi mânâlarına gelir ve eskiden padişahlara karşı hürmet bildirmek için kullanılırdı.
HAŞNA' Saliha kadın.
HAŞR (Haşir) Toplanmak, bir yere birikmek. * Toplama, cem'etmek. * Kıyametten sonra bütün insanların bir yere toplanmaları. Allahın, ölüleri diriltip mahşere çıkarması. Kıyamet. * Bir tohumun içinden büyük ağaçlar çıktığı gibi, her bir insanın acb-üz zeneb denilen bir nevi çekirdeğinden diriltilerek bütün insanların Haşir Meydanında toplanmaları. (Bak: Acb-üz Zeneb)(Surenin başında, küffar, Haşri inkâr ettiklerinden Kur'ân onları Haşrin kabulüne mecbur etmek için şöylece bast-ı mukaddemât eder; der: "Ayâ, üstünüzdeki semâya bakmıyor musunuz ki: Biz ne keyfiyyette, ne kadar muntazam, muhteşem bir surette bina etmişiz. Hem görmüyor musunuz ki; nasıl yıldızlarla, Ay ve Güneş ile tezyin etmişiz, hiç bir kusur ve noksaniyet bırakmamışız. Hem görmüyor musunuz ki; zemini size ne keyfiyyette sermişiz, ne kadar hikmetle tefriş etmişiz. O yerde dağları tesbit etmişiz, denizin istilâsından muhafaza etmişiz. Hem görmüyor musunuz o yerde ne kadar güzel, rengâ-renk her bir cinsten çift hadrevâtı, nebâtâtı halkettik. Yerin her tarafını o güzellerle güzelleştirdik. Hem görmüyor musunuz, ne keyfiyyette sema cânibinden bereketli bir suyu gönderiyoruz. O su ile bağ ve bostanları, hububatı, yüksek leziz meyveli hurma gibi ağaçları halkedip ibâdıma rızkı onunla gönderiyorum, yetiştiriyorum. Hem görmüyor musunuz, o su ile, ölmüş memleketi ihya ediyorum. Binler dünyevî haşirleri icad ediyorum. Nasıl bu nebâtatı, kudretimle bu ölmüş memleketten çıkarıyorum; sizin haşirdeki hurucunuz da böyledir. Kıyamette arz ölüp, siz sağ olarak çıkacaksınız." İşte şu âyetin isbat-ı haşirde gösterdiği cezalet-i beyaniye-ki, binden birisine ancak işaret edebildik - nerede, insanların bir dâva için serdettikleri kelimat nerede? S.) (Bak: Hudus)
HAŞR-İ A'ZAM Kıyamet koptuktan sonraki en büyük haşir, içtimâ.

Prof. Dr. Sinsi 09-10-2012 03:04 AM

Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler...
 
RE: Osmanlıca Sözlük (H Harfi) HAŞR-İ CİSMANÎ Cisimle, cesedle dirilme. Bedenlerin ve vücudların haşri. (Sual: Kusurlu, noksaniyetli, mütegayyir, kararsız, elemli cismaniyetin ebediyetle ve cennetle ne alâkası var? Madem, ruhun âli lezaizi vardır; ona kâfidir. Lezaiz-i cismaniyye için bir haşr-ı cismanî neden icabediyor?Elcevab: Çünki: Nasıl, toprak; suya, havaya, ziyaya nisbeten kesafetli, karanlıklıdır... fakat, masnuat-ı İlâhiyyenin bütün envaına menşe' ve medar olduğundan bütün anâsır-ı sairenin mânen fevkine çıktığı gibi.. hem kesafetli olan nefs-i insaniyye: sırr-ı câmiiyyet itibariyle, tezekki etmek şartiyle bütün letâif-i insaniyyenin fevkine çıktığı gibi.. öyle de, cismaniyyet en câmi', en muhit, en zengin bir âyine-i tecelliyat-ı Esmâ-i İlâhiyyedir. Bütün hazâin-i rahmetin müddeharatını tartacak ve mizana çekecek âletler, cismaniyettedir. Meselâ: Dildeki kuvve-i zâika, rızk zevkinde envâ-i mat'umat adedince mizanlara menşe' olmasaydı; herbirini ayrı ayrı hissedip tanımazdı, tadıp tartamazdı. Hem, ekser Esmâ-i İlâhiyyenin tecelliyatını hissedip bilmek, zevkedip tanımak cihazatı, yine cismaniyettedir. Hem, gayet mütenevvi ve nihayet derecede ayrı ayrı lezzetleri hissedecek istidatlar, yine cismaniyettedir. Madem şu kainatın Sânii, şu kâinatta bütün hazâin-i rahmetini tanıttırmak ve bütün tecelliyat-ı esmâsını bildirmek ve bütün enva-ı ihsânatını tattırmak istediğini; kâinatın gidişatından ve insanın câmiiyyetinden, Onbirinci Söz'de isbat edildiği gibi kat'i anlaşılıyor. Elbette şu seyl-i kâinatın bir havz-ı ekberi ve bu kâinat tezgâhının işlediği mahsulâtın bir meşher-ı a'zamı ve şu mezraa-i dünyanın bir mahzen-i ebedisi olan dar-ı saadet, şu kâinata bir derece benziyecektir. Hem cismanî, hem ruhanî bütün esasatını muhafaza edecektir. Ve O Sâni-i Hakîm ve o Âdil-i Rahim; elbette cismanî âletlerin vezaifine ücret olarak ve hidematına mükâfat olarak ve ibadat-ı mahsusalarına sevab olarak, onlara lâyık lezaizi verecektir. Yoksa hikmet ve adalet ve rahmetine zıt bir hâlet olur ki, hiç bir cihetle Onun cemal-i rahmetine ve kemal-i adaletine uygun değildir; kabil-i tevfik olamaz. S.)
HAŞR-İ EMVÂT Ölenlerin dirilerek bir araya toplanmaları.
HAŞR SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 59. suresi olup Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur.
HAŞRECE Ölüm anında can çekişmekte olan bir kimsenin çıkardığı hırıltı.
HAŞREM Kireç taşı. * Alçak dağ. * Arı.
HAŞRÎ Haşre âit. Öldükten sonraki dirilişe ve toplanmaya dair.
HAŞR U NEŞR Toplanıp dağılmak, yayılmak.
HAŞŞ Kat'etmek, kesmek. * Toplamak, cem'etmek. * Davara ot vermek. * Ateş yakmak.
HAŞŞ Girmek, dühul etmek.
HAŞŞAB Ağaçtan anlayan. * Ağaç satan.
HAŞŞAK Bir nehir ismi.
HAŞŞAŞ Esrar, eroin gibi uyuşturucu maddeler kullanan. Esrarcı, esrar içen.
HAŞUR Her malın değerini bilip aldanmayan tâcir.
HAŞUŞ Abdesthane, helâ, tuvalet.
HAŞV (Haşiv) (C.: Ahşâ) Tıb: Vücudun içindeki uzuvlardan her birisi. * Minder, yastık gibi şeylerin içini dolduran pamuk, kuru ot. * Kırılması ihtimali olan eşyanın arasına konan yumuşak, ot gibi şey. * Edb: İbarede lüzumsuz söz bulunması, aynı mânada iki kelimeyi yanyana söylemek: Ahd ü peymân, vakt ü zaman, ferid ü yektâ... gibi.
HAŞV-İ KABİH Edb: Söze çirkinlik veren kelime fazlalığı.
HAŞV-İ MELİH Söz arasında ikinci bir kelime veya cümle ile ikinci derecede bir mâna ifade etmek.
HAŞV-İ MÜFSİD Edb: İbarede yalnız kalabalık etmekle kalmayıp mânâyı da anlaşılmaz hale getiren söz.
HAŞV Hurmanın kötüsü.
HAŞVÎ Mânâsız sözler söyleyen, saçma sapan konuşan. * Haşve benziyen.
HAŞVİYYAT Söz arasında, lüzumsuz, fazladan olan sözler.
HAŞYET Korku ve dehşet.
HAŞYETEN Ürkerek, korku ile.
HAŞYETEN LİLLAH Allah için korku.
HAŞYETULLAH Allah korkusu.
HAT f. Çaylak kuşu.
HATA Yanlışlık. Yanılma. * Suç. Günah.
HATA-YI ADLÎ f. Adalet dairesine âit hata, yanlışlık.
HATA Yarış atlarının sekizincisi.
HATA' Saçak bükmek.
HATA Kuzey Çin.
HATAB (Hatb) Odun. * Kinaye olarak "Dedikodu, nemime" ye de odun denilir.
HATABAHŞ f. Kabahatleri affeden, kusurları bağışlayan.
HATAEN Hatâ olarak, yanlışlıkla.
HATA ENDER HATA Kusur içinde kusur. Hatâ içinde hata.
HATAİ Tezhib ıstılahlarındandır. Resim gibi tabiatı taklid ederek yapılmayıp, san'atkârlar arasında kabul edilen çeşitli gül şekli gibi irili ufaklı yapılan şekiller. * Türkistan'da Hatay şehrinde imal edilen bir cins dayanıklı kâğıt.
HATAİR (Hatire. C.) Mühim işler, ehemmiyetli ve önemli ameller.
HATAİYYAT Yanlışlıklar, yanlışlar.
HATAKÂR f. Yanlışlık yapan, hatâ eden, yanılan.
HATAL Boş ve yaramaz söz.
HATA-PUŞ f. Kabahatleri örtbas eden, suçları örten, hataları göstermeyen.
HATAR Tehlike. Uçurum, Emniyetsizlik. Korku.
HATAR Bir şeyin etrafını çevreleyen çember nev'inden şeyler. * Çadırın eteklerine bağlanan parça.
HATARAT Tehlikeler. Akla gelen fikirler.
HATARE Hürmetli ve izzetli olmak.
HAT'ARE Bir hâl üzerine karar etmeyip devamlı değişmek.
HATARGÂH f. Tehlikeli yer, tehlikeli saha, tehlike yeri.
HATARİŞ Deprenmek.

Prof. Dr. Sinsi 09-10-2012 03:04 AM

Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler...
 
RE: Osmanlıca Sözlük (H Harfi) HATARKÂR f. Hatarlı, korkulu.
HATARNÂK f. Korkunç, korkulu, tehlikeli.
HATA SAVAB CETVELİ Basılmış bir kitabın mürettib yanlışlarını göstermek için sonuna ilâve edilen cetvel. (Hatâ: Yanlış; savab: Doğru demektir.)
HATAT Sütün kaymağı. * Tıb: Cilt iltihabından meydana gelen kabukların soyularak iyi olanları.
HATAT Bağırma, çağırma, feryâd etme.
HATATİF (Huttâf. C.) Kırlangıçlar.
HATAVAT (Hatvât - Hatuvât - Hutuvât olarak da yazılır) (Hatve. C.) Adımlar, hatveler. (Bak: Hutuvât)
HATAYA (Hatâ. C.) Hatâlar. Yanılmalar.
HATAYİ (Bak: Hatâi)
HATB (C.: Hatub) Mühim iş. * İstemek. * Konuşmak. * Nidâ.
HATB Odun toplamak.
HATBA' Arkasında siyah çizgiler olan dişi eşek. (Müz: Ahtab)
HATD Durdurmak. İkâmet.
HATEB (C.: Ahtâb) Odun. * Koğuculuk.
HATEL Kahretmek. * Ahdini bozmak. * Aldatmak.
HÂTEM Mühür. Üzerinde yazı olan ve mühür yerine kullanılan yüzük. * Son. En son.(...Sath-ı arzda altı ay zarfında beşerin haşrini temsil eden o sayısız haşir ve neşirlerde görünen rububiyetin o tasarruf-u aziminde pek yüksek, büyük ve ince nakışlı bir hâtemi vardır. Mahlukatın icadında görünen şu intizamlar, suhuletler, sür'atler, imtiyazlar hep o hâtemin parıltısından meydana geliyorlar. Evet her bahar mevsiminde pek hakimane, basirane, kerimane faaliyetler başlar ve hârikulâde san'atlar yapılır. M.N.)
HÂTEM-ÜL ENBİYA Peygamberlerin en sonuncusu Hz. Muhammed (A.S.M.)
HÂTEM-ÜL HÂTEM Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Tevrat'taki ismi.
HÂTEM-İ MAHSUS Hususi mühür. Bir kimseye âit damga, mühür.
HÂTEM-ÜR RÜSÜL Peygamberlerin sonuncusu, son resul, Hazret-i Muhammed (A.S.M.)
HÂTEM-İ SADARET Padişahın sadrazamlarda bulunan mührü. Buna "hâtem-i vekâlet", "hâtem-i şerif" veya "mühr-i hümayun" da denilirdi. İlk zamanlar yüzük şeklinde idi ve parmağa takılırdı. Sonraları zincire bağlı olarak sadrazamlar, boyunlarına asarlardı. Bundan ayrılmak, vazifeden azledilmek demek olduğu için; mühürü hamamda bile boyunlarında taşıyan sadrazamlar vardı. (O.T.D.S.)
HATEM Çok cömert ve eli açık adam.
HATEM Kırılmış olan şey.* Hayvanın çok yaşamaktan dolayı zayıf olması.
HATEMANE f. Hâtem'e yakışacak şekil ve surette. Cömertçesine.
HATEMAT (Hatme. C.) Hatim etmeler. Sona erdirmeler.
HATEME "Allah, sona erdirsin." meâlinde bir dua.
HATEMİ Mühür kazıyan, mühür yapan. Mühürle alâkalı.
HATEM-İ TAÎ (Ebu Adi bin Abdullah bin Said) Arab kabile reislerinin büyüklerinden ve şairlerinden olup, cömertliği ile meşhurdur. Adı, cömertlik ve keremde darb-ı mesel halini almıştır. Bazı şiirleri toplanarak bir divan yapılmış ve Londra'da bastırılmıştır. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) zamanına yetişmiş ise, de, bi'setten evvel vefat etmiştir.
HATEMKÂRÎ Bir sathın "yüzeyin" üzerine süs şekilleri oyarak meydana getirilen boşlukları, o satha benzeyen başka bir madde veya mâdenle doldurmak suretiyle yapılan tezyinât.
HATEN (C.: Ahtân) Kadın tarafından olan kimseler. (Baba, kardeş ve emmi gibi) * Araplar, damat mânasına kullanırlar.
HATENAT (Hatene. C.) Kaynanalar.
HATENE (C.: Hatenât) Kaynana.
HAT'ET Vurmak, darb. * Düşürmek. * Cima etmek.
HATF Ölüm. Ölmek. Vefat etmek.
HATF Kapmak. * Şimşek gibi göz kamaştırmak. * Sür'atli olmak.
HATIB (Hatab. dan) Oduncu, odun toplayan. * İyiyi kötüyü ayırd edemeyen kimse.
HATIB-I LEYL Geceleyin odun toplayan kimse. * Mc: Mânâsız ve saçmasapan sözler konuşan adam.
HATIF Süratli kapıp götürücü. * Göz kamaştırıcı şimşek.
HATIL Taş duvarı takviye etmek için her bir-iki metrede çekilen tuğla veya kereste tabakası.
HATIM Kırıcı, ufalayıcı.
HATIM (C.: Havâtim) Yüzük.
HATIR Zihin. Fikir. Gönül. Kalb. Hal. Tedbir. Vesvese.
HATIR-I NÂ-ŞÂD Tasalı ve kederli gönül.
HATIR-I NEFSANÎ Tas: Dünya ve nefis muhabbetinin cismanî kuvvete galebesi.
HATIR-I RAHMANÎ Tasavvuf ehlinin kalbinde, Allah'ın cemal-i vahdetinin tecellisiyle tam bir sükûnet olması. Buna muhabbetullah da denir.
HATIR-I ŞEYTANÎ Tas: Nefsin zevklerine muhabbet yüzünden, ma'siyet ve günahlara düşmek.
HATIRA Hatıra gelen. Hatırda kalan şey. * Bir kimseyi veya bir hâdiseyi hatırlatması için yazılan veya saklanan veya birisine verilen şey.
HATIR-AŞÜFTE f. Gönlü perişan olan.
HATIRAT (Hâtıra. C.) Hâtıralar. Hatırda kalan şeyler. * Edb: Bir adamın yaşadığı zamana, bulunduğu işlere, görüştüğü kimselere dair düşüncelerini ve duygularını hâvi olmak üzere yazdığı eser.(... Acaba Hâlık-ı Semavat ve Arz'dan başka hangi sebeb var ki; en ince ve en gizli hâtırat-ı kalbimizi bilecek ve bizim için istikbali, âhiretin icadıyla ışıklandıracak ve dünyanın yüzbin boğucu emvacından kurtaracak, hâşâ; Zat-ı Vacib-ül Vücud'dan başka hiçbir şey, hiçbir cihette Onun izni ve iradesi olmadan imdat edemez ve halaskâr olamaz. L.)
HATIRAT-I KALB Kalbe gelen hatıralar ve mânâlar.
HATIR-AZAR f. Hatır kıran.
HATIR-AZÜRDE f. Hatırı kırılmış.
HATIR-NEVAZ f. Gönüle okşayan, hatırnaz.
HATIR-NİŞAN f. Hatırda kalan, akılda duran.
HATIR-GÜŞA f. Gönle ferahlık veren. İç açan.
HATIR-MANDE f. Gücenmiş, kalbi incinmiş, hatırı kırılmış.
HATIR-NİŞİN f. Akılda kalan, hatırda kalan.
HATIR-SAZ Hatır yapan, gönül alan.
HATIR-ŞİKEN f. Gönül inciten, kalb kıran, hatır kıran.
HATIR-ŞİNAS f. Gönül alıcı, hatır alıcı.
HATIR-ZAD f. Akla gelen, hatıra doğan.
HATÎ Şaşırtan, yanıltan, hatâya düşüren.
HATÎ Fakir kavutu.
HATÎ' Yaramaz kimse.
HATÎA Ok atan kimselerin, baş parmaklarına geçirdikleri deri.
HATİB Hitâbeden. Söz söyleyen. Cemaate, topluluğa karşı güzel söz söyleyen kimse. * Câmi'de müslümanlara dini nasihatlar ve güzel sözlerle hitâbeden vazifeli zat.
HATÎB Mânalı ve fâideli, güzel söz söyleyen. Güzel, düzgün konuşan.
HATÎB Odunu çok olan kimse.
HATİBANE f. Hatibcesine. Güzel ve akıcı söz söyleyenlere yakışırcasına. Nutuk atarcasına.
HATÎBE Ormanlık, ağaçlık yer. * Odunluk.
HATÎCE (Hadîce) Vakitsiz ve erken doğan kız çocuğu. * Fetva metinlerinde kadını temsil eden umumi isimlerden birisi. (Ötekiler: Hind, Fâtıma ve Zeyneb'dir.)
HATÎCE-İ KÜBRA Peygamberimizin (A.S.M.) ilk zevcesi ve mü'minlerin annesi. Yirmidört sene bütün varlığıyla ve mülküyle Peygamber Efendimize hizmet etmiş ve Ona ilk olarak iman etmiştir. (Radıyallahu Anha)
HATÎE Hatâ. Günah. Kabahat. Suç.
HATİF Gayıptan haber veren cinnî. * Sesi işitilen ve kendisi görülmeyen, seslenici. Ses verici, çağırıcı.
HATÎFE Unu süt ile yoğurup pişirerek yapılan yemek.
HATİL Yorgun. * Devamlı yağan yağmur.
HATİM Hitâma erdiren. Bitiren. * Mühür basan.
HATÎM Kâbe-i Muazzama'nın şimal tarafındaki taş. Duvar gibi olan sur.
HATİM Kadı, hâkim. * Sağlamlaştıran.
HATİME Son. Nihayet. Son söz.
HATİME-KEŞ f. Son veren, hâtime çeken, bitiren, sona erdiren.
HATİN Sünnet eden.
HATİR Muhâtaralı, tehlikeli, korkulacak durum. Büyük ve şerefli kimse.
HATÎT Hasis kimse.
HATİTA Bir malın değerinden indirilen tenzilât, iskonto.
HATİTA (C.: Hatâyit) İki tarafındaki yerlere yağdığı hâlde kendisine yağmur yağmayan yer.
HATK (HATKÂN) Yürürken adımların birbirine yakın olması. * Yönelmek, teveccüh etmek.
HATLA' Kulakları sarkık olan kadın. (Müz: Ahtal)

Prof. Dr. Sinsi 09-10-2012 03:04 AM

Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler...
 
RE: Osmanlıca Sözlük (H Harfi) HATM Kırmak, ufalamak.
HATM Hâlis, saf. * Sağlamlaştırma, muhkemleştirme. * Hüküm ve kazâ icabettirme.
HATM Hitâma erdirmek, bitirmek. Kur'an-ı Kerim'i veya herhangi bir şeyi sonuna kadar okuyup bitirmek. * Mühürleme. Mühürlenme.
HATM İnsan veya hayvan burnu. * Kuş gagası.
HATME Baştan aşağı (bütün Kur'ân-ı Kerimi) okuyup bitirmek. * Bir arada muayyen bir şeyi okuyup bitirmek.
HATME-İ ENFÂS Nefesleri tükenmek. Ölmek.
HATME-İ HÂCEGÂN f. Nakşi tarikatı mensublarının fikri ve nazarı mâsivadan tecerrüd ederek, topluca muayyen dua ve zikirlerini sonuna kadar okumaları.
HATME-İ MAHSUSA Hususi hatme. Kur'andan veya hadisten alınan muayyen duaları okuyup bitirmek.
HATN (HITN) Beraberlik, misil, denk olma, eşitlik.
HATN Damat. * Sünnet etme.
HATNE Kaynana.
HATR Devenin kuyruğunu kâh yukarı kaldırıp ve kâh aşağı vurması.
HATR Ahdini bozmak, sözünde durmamak.
HATR Atâ etmek, hediye vermek. * Sağlamlaştırmak.
HATRA Nehirlerde işleyen vapurların iskandil direği.
HATRE Bir kere emmek.
HATREBE (Hatribe) Dar gelirli olmak. * Maaş sıkıntısı. * Gevezelik etmek.
HATREME Sütlü bulamaç.
HATREŞE Çekirgenin bir şeyi yerken çıkardığı ses.
HATRİB Daima beyhude ve mânasız konuşan.
HATT Sınır. Çizgi. Hudud. * Yazı. El yazısı. * Nâme. Mektup. * Gençlerde yeni çıkan bıyık veya sakal. * Çizgi gibi uzanan belirsiz hafif yol. * Deniz yalısı. * Gemilerin hareketteki istikameti. * Parmağın onikide biri olan bir ölçü. * Ferman, buyruk. Padişah emri. * Geo: Sadece uzunluğu olan.
HATT-I BÂLÂ f. Tepelerin en yüksek noktalarından geçtiği itibar edilen çizgi. Zirvelerden geçen hat.
HATT-I BUTLAN İptal etmek gayesiyle bir kaydın veya künyenin üzerine çekilen çizgi.
HATT-I DEST f. El yazısı.
HATT-I FÂSIL Ayırıcı çizgi, fasledici çizgi.
HATT-I HAREKET Davranış. Davranma tarzı. Hareket tarzı.
HATT-I HÜMAYUN f. Padişanın el yazısı. Padişahın emri.
HATT-I İCTİMA-İ MİYÂH Suların toplandığı hat. Dere, çay, nehir.
HATT-I İSTİVÂ f. Dünyanın kuzey ve güney kutuplarına aynı uzaklıkta olduğu ve dünyayı iki müsavi parçaya böldüğü farzedilen dâire çizgisi. * Ekvator. * Mevlevi semahânesinde, şeyhin oturduğu post ile meydan kapısı ortasında farzolunan çizgi.
HATT-I MEVHUM Hayalî çizgi.
HATT-I MİSMARÎ Çivi yazısı.
HATT-I MUVÂSALA f. Erişme ve vâsıl olma yolu. Birbirine kavuşup buluşma ve birleşme yeri. Birbirine münasebet kurabilme yolu.
HATT-I MÜDÂFAA Savunma hattı, müdafaa hattı.
HATT-I MÜNHANÎ f. Eğri çizgi. Eğilen hat.
HATT-I MÜNKESİR Geo: Kırık çizgi.
HATT-I MÜSTAKİM f. Doğru çizgi. * Doğru yol. Doğruluk üzere olan şey.
HATT-I NISF-ÜN NEHAR Meridyen. Ekvatora dik olarak geçtiği farzedilen dairelerin her biri.
HATT-I ŞAKUL Çekül doğrultusu. Yer çekimi istikametinde, dünyanın merkezine doğru.
HATT-I ŞEHRİYARÎ Tar: Padişahın yazısı manâsına gelen bir kelimedir. Eskiden padişahlar "hatt-ı hümayun" "hatt-ı şerif" adı verilen emirleri kendi el yazılarıyla yazdıkları gibi, başkalarına yazdırdıklarının başına da imzalarını koyarlardı. İşte bu türlü vesikalardaki padişahların el yazılarına "hatt-ı şehriyarî" denilirdi.
HATT-I UFKÎ f. Düz hat. Ufki hat.
HATT-I VÂSIT Geo: Kenarortay. Üçgenin köşelerinin her birini karşı kenarın orta noktasına birleştiren doğru parçaları.
HATT-I ZERENDUD Altunla yazılmış celi yazılar.
HATT Bir şeyi yukarıdan aşağıya indirmek. * Ucuzlatmak. * Cilâ vurmak. * Bırakmak.
HATT Yolmak. * Çekmek.
HATTA Harf-i atıftır, gaye bildirir. Ve (fazla olarak, kadar, bile, dahi, hem de...) mânalarına gelir.
HATTAB Oduncu. Odun satan.
HATTAF Kırlangıç kuşu. * Kapıp kaçıran, kapıp aşıran.
HATTAN Sünnetçi.
HATTAR (Hatur) Gaddar. * Hud'akâr. Hilekâr.
HATTAR Süngü vuran.
HATTAT Çok güzel yazı yazan san'atkâr.
HATT-AVER Sakalları yeni çıkmaya başlayan genç.
HATTİYYE (C.: Hatyât) Canı, kıymeti yüce olmak. * Küçük ok.
HATT-ŞİNAS f. Yazı uzmanı, yazıdan anlayan.
HATUN (C.: Havâtın) Kadın. Hanım. * Tar: Yüksek şahsiyetli kadınlara veya hakan eşlerine verilen ünvan.
HÂTUN-U KIYAMET Hz. Peygamberimizin (A.S.M.) kızı Hz. Fatıma'ya mecaz yoluyla söylenen bir tabirdir.
HATUT Yeri tırnağıyla kazıyıp çizgiler çizen vahşi sığır.
HATUT Tez yürüyüşlü yedek atı.
HATV Adım adım yürümek, adım atmak.
HATV Saçak bükmek.
HATV Rengin değişmesi.* Engel olmak, menetmek. * İplik bükmek.
HATVE (Hutve) Adım. Bir adım atışta iki ayak arasındaki mesafe. Bir adım atmak.
HATVE-İ TEKARRÜB Yaklaşma adımı.
HATVE-ENDAZ f. Adım atan.
HATVE-ENDAZÎ f. Adım atıcılık.
HATVE-ŞÜMAR f. Adım sayan. * Çekinerek ve ihtiyatla yürüyen.
HAV Çuha ve buna benzer kumaşların ters yüzlerinde bulunan tüy. * Şeftâli gibi bazı meyvelerin üzerlerinde bulunan ince tüy.
HAVA (Hevâ) Hava. Dünyayı çeviren atmosfer. Cevv. Yer ile gök arası. * Hafif yel. * Bir binanın üzerine kat çıkma hakkı. * Bir yerin hâli ve sıhhat bakımından durumu. * Müzikte ezgili ses, sadâ.
HAVA-İ NESİMÎ Sabahki hava. Temiz hava.
HAVA' Hâli olmak, boş olmak. * Düşmek, sâkıt olmak.
HAVABAT (Bak: Havbâvât)
HAVACİB Hicablar, perdeler, örtüler.
HAVADİS (Hâdise. C.) Yeni hâdiseler, yeni sözler. * Alâka ile karşılanan haberler.
HAVAFİ Kuş kanadında ebâhir yeleklerinden sonra olan dört kısacık yelekler.
HAVAFİR (Hâfir. C.) Kazanlar, yeri kazıcılar. * Hayvan, dâbbe tırnakları.
HAVAGAZI t. Isı veya ışık temin etmek maksadıyla yakılarak kullanılan bir gaz.
HAVAÎ (C.: Havâiyât) Havaya âit ve müteallik. Hava ile alâkalı. * Heves ve nefis hesabına olan, boşuna veya çirkin. Günahlı iş. Nefsâni hâl ve hareketler.
HAVAİC (Havâyic) İhtiyaçlar. Hâcetler. Gerekli ve lüzumlu şeyler.
HAVAİC-İ ASLİYE Fık: Mesken ile, eve lüzumlu eşyadan ve kışlık, yazlık elbise ile lüzumlu silâhtan, âletten, kitaptan ve binek (hayvan) ile hizmetçi ve bir aylık - sahih görülen diğer bir kavle göre; bir senelik - nafakaya mahsus erzaktan ibârettir.
HAVAİC-İ ZARURİYYE Zaruri ihtiyaçlar. Giderilmesi lüzumlu olan ihtiyaçlar.
HAVAİYYAT Havâi şeyler ve sözler.
HAVAK (HAVKA') Geniş yer, vâsi.
HAVAKÎN (Hâkan. C.) Hükümdarlar, hakanlar, padişahlar, başbuğlar.
HAVALE Bir işi veya bir şeyi başka birine bırakma. Ismarlama. * Görmeyi önleyen duvar gibi perde. * Tıb: Küçük çocuklarda veya gebe kadınlarda bazan meydana gelen, baygınlık veren bir hastalık. * Postadan gelen emanet kâğıdı.
HAVALE-İ MUACCELE Huk: Havale konusunun, behemehal ödenmesi lâzım geldiği şekilde yapılan havale.
HAVALE-İ MÜBHEME Huk: Havale konusunun, ta'cil veya te'cili beyan olunmadan yapılan havale.
HAVALE-İ MÜECCELE Huk: Havale edilen şeyin vadesi geldiğinde ödenmesi şeklinde yapılan havale.
HAVALENAME f. Posta gibi vasıtalarla para göndermek üzere yazılan havale mektubu.

Prof. Dr. Sinsi 09-10-2012 03:05 AM

Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler...
 
RE: Osmanlıca Sözlük (H Harfi) HAVALETEN Havale suretiyle, havale olarak.
HAVALİ Çevre, civar, etraf, yöre.
HAVAMİS-İ SÜLEYMANİYE Tar: Süleymaniye Medresesini teşkil eden medreselerden beşinin müderrisine verilen ünvan. İlk zamanlarda havamis namı altında beş medrese ve beş aded de müderris bulunurken daha sonraları müderrislerin sayıları arttırılmış ve bundan dolayı "havamis" kelimesi de "hamise"ye kalbolunmuştur. Havamis medreseleri sonraları "Hâmise-i Süleymaniye" ismini almıştır.
HAVAN İçinde çeşitli şeylerin dövülüp ufalandığı ağaç, mâden veya taştan yapılmış çukurca kap. * Tütün kesmekte kullanılan makine. * Başkalarına destek olacak gücü bulunmadığı halde, yardakçılık eden kimse. * Elektrikî bir boşalmanın ısı değerini gösteren âlet. * İçine çukur delikler oyulmuş büyük ağaç kütüğü. (XlX. yy.dan önce bu deliklerin içinde, kara barutun bileşimine giren maddeler tokmak vasıtasıyla dövülerek ufalanırdı.) * Ask: Namlusu çapına oranla kısa olan ve aşırma atış yapmak için kullanılan top cinsinden bir ateşli silâh.
HAVAN Arslan, esed.
HAVANIK (Hânkah. C.) Tekkeler.
HAVANİT (Hânut. C.) Dükkânlar. * Meyhaneler, işrethâneler.
HAVARE f. Yiyecek, azık.
HAVARIK (Hârika. C.) Acib ve garip olan hâdise. İnsanda hayret ve hayranlık uyandıran şeyler. * Okun nişanı delerek öbür tarafından çıkıp gitmesi.
HAVARIK-I ÂDE Fevkalâde olaylar, hârika hâdiseler.
HAVARİ Yardımcı. * Hz. İsa'nın (A.S.) yardımcı ve sahabeleri olan 12 zâttan her biri.
HAVARİC (Hâric ve Hârice. C.) Asiler, zorbalar, isyankârlar. * Hâricîler. Hâriçte kalanlar. (Bak: Hâricî)
HAVARİYYUN Hz. İsa'nın (A.S.) yardımcı ve sahabeleri olan 12 kişinin hepsine birden verilen isim. Bunlar: İsa'nın (A.S.) Petrus adını verdiği Yunus'un oğlu Simun, kardeşi Andreas, Yakub, Zebedi'nin oğlu Yuhanna, Filipus ve Bartholomaeus, Matta ve Tomas, Alte'nin oğlu Küçük Yakub, Gayur Simdeu, Yakub'un oğlu Yahuda, hain Yahuda İskariyot'tur.
HAVAS (C.: Ahvâs) Çukur ve kısık gözlü olmak.
HAVASIB (Hâsıb. C.) Şiddetli rüzgârlar, fırtınalar.
HAVASIN (Hâsına. C.) Namuslu kadınlar.
HAVÂSS (Hâss - Hâssa. C.) Hâslar. Hâssalar. Keyfiyetler. Hususlar. * Dindarlık ve doğruluğu ile, ilmiyle âmil olup mâneviyat mertebelerinde yükselmekle makbul ve muteber olan zatlar. * Zenginler sınıfı. * Kur'anî ve manevî sırlara ve hususlara vâkıf bulunan, ilim, ibadet, tâat ve takva yolunda yükselerek mümtaz olan Evliyâullah. Herkesin hürmet ettiği büyük zevât. * Manevî te'sir için okunan duâlar.
HAVÂSS-I HÜMAYUN Tar: Osmanlı İmparatorluğunun fütuhat devirlerinde (yükselme devri) fethedilen araziden devlet hazinesine ayrılan kısım. Her yer zaptedildikçe, arazi: timar, zeamet ve has namıyla üç sınıfa ayrılırdı. Meselâ 250 köyden müteşekkil bir sancağın 100-150 köyü ikişer üçer köy olarak 40-50 tımara ayrılır, harpte başarı gösteren askerlere dağıtılırdı. Kalanı zeamet ve has itibar edilerek bundan vezirlere, sancak beylerine, beylerbeyilere ve sâir devlet büyüklerine hisse ifraz edildikten sonra geri kalan kısım, "Hass-ı Hümâyun" namıyle devlete bırakılırdı. (O.T.D.S.)
HAVÂSS-I REFİA Tar: Eyüp Kadılığı eskiden Çatalca'ya kadar uzanır ve Çatalca'da kadının bir vekili bulunurdu. İkinci meşrutiyete kadar bütün mahkeme işleri, kadının tayin ettiği bir naib tarafından idare edilirdi. Meşrutiyet devrinde diğer kadılara yapıldığı gibi, Eyüp Kadılığına da maaş bağlandı. Şer'î ve nizamî mahkemeler birleştirilince havâss-ı refia ortadan kaldırıldı.
HAVÂSS U AVÂM İleri gelen kimseler ve halk.
HAVASS (Hasse. C.) Hasseler. Duygular.
HAVASS-I (HAMSE-İ) BÂTINA Kalbe bağlı beş duyğu: Hiss-i müşterek (hayâl kuvveti), müdrike (akıl), vehim (vâhime), hâfıza, mutasarrıfa (meydana getirici hayal kuvveti).
HAVASS-I (HAMSE-İ) ZÂHİRE Zâhirî beş duygu: Tatmak, görmek, işitmek, koklamak, dokunup duymak.
HAVAŞİ (Hâşiye. C.) Bir yazının kenarına eklenen not veya açıklamalar. Hâşiyeler, derkenarlar. * Maiyet adamları.
HAVAT Tavşancıl kanadının fısıltısı. * Ses, sadâ.
HAVATIF Göz kamaştırıcı şeyler. (Bak: Hâtıf)
HAVATIR Hâtıralar. Fikirler. Düşünceler.
HAVATIR-I RABBANİYE Rabbanî telkinler. İlâhî ilhamlar.
HAVATIR-I ŞEYTANİYE Şeytanî vesvese ve düşünceler.
HAVATÎM (Hatime. C.) Sonlar, nihayetler.
HAVATİM (Hâtem. C.) Mühürler, hâtemler.
HAVÂTİM-İ RESMİYYE Resmî mühürler.
HAVATİN (Hâtun. C.) Şerefli kadınlar, hâtunlar.
HAVAYİC (Bak: Havâic)
HAVAZ Kalbde olan gam ve tasa.
HAVAZE (C.: Havâzât) Ziyafet.
HAVB (Hub - Havbet) Günah, ma'siyet. * Fakirlik. * Meşakkat. * Maraz, ağrı, dert. * Ana, baba.
HAVB Fakir ve muhtaç olmak.
HAVBA' Zât, nefs.
HAVBAVAT Nefsler. Zâtlar.
HAVBET (Havb) Açlık, hâcet, meskenet. * Çayırı, otlağı olmayan kır yer.
HAVC (Havcâ') Hâcet, ihtiyaç.
HAVCEB (C.: Havâcib) Kırmızı gül.
HAVCELE Ağzı büyük, kendisi küçük şişe.
HAVCEME (C.: Havâcim) Kırmızı gül.
HAVD Güzel ahlâk. * Güzel ve yumuşak vücutlu câriye.
HAV'EB Basra yakınında bir mevkinin adı. * Çeşme. * Geniş dere. * Pek büyük kova.
HAVEBE Zayıf adam.
HAVEL Eğrilik. * Şaşılık. Bir şeyin yerinden ayrılması.
HAVEL Mülk. * Haşmet.
HAVELÂN Dönme, dolaşma. * Değişme.
HAVELAN-ÜL HAVL Senenin geçmesi. Senenin değişmesi.
HAVEME Büyük, ulu, yüce.
HAVENE (Hâin. C.) Hâinler, hıyânet edenler.
HAVER f. Doğu, şark.
HAVER Zayıf olmak. * Yumuşak, çukur yer. * Denize suyun akıp döküldüğü yer.
HAVER Gözün beyazının çok beyaz ve karasının da çok kara olması.
HAVERAN f. Doğu ile batı. Şark ile garp.
HAVERNAK Irak'ta bulunan Numân-ı Ekber denen biri tarafından binâ edilmiş olan bir köşk.
HAVERVER Şey mânasına gelir bir isim.
HAVF Korku, korkutmak.
HAVF-I ÂR Utanma korkusu.
HAVF-I BÂRİ Allah korkusu.
HAVF Kavim, kabile.
HAVFEN Çekinerek, korkarak, havf ederek, korku ile.
HAVFEZAN Tarhun otu.
HAVFNAK f. Korkulu, korkutan, korkunç.
HAVF VE RECA Korku ve ümid. (Hem yaşama ümidi, hem de ölüm korkusu. Yahut, affedilmesi ümidi veya cehenneme gitmek korkusu.) (Bak: Celâl)
HAVIT Deve semeri. Devenin hörgücüne takılan küçük semer.
HAVİ İçine alan, ihtiva eden, kaplayan. Câmi'. * Biriktirici. * Kuşatan.
HAVÎ Çekirge.
HAVİL (C.: Huvel) Hizmetkâr.
HAVİYE Şenliksiz olan yer. Harabe. Issız, boş yer. * Sâkıt. Göçük, çökük.
HAVİYE (Sukut mânasından) Cehennem'in 7. tabakası. En korkunç yer.
HAVİYYE Çocuk doğuran kadına loğusa yemeği yedirmek. * Namaz kılan kimsenin, secde halinde iken, karnını uyluğundan yukarı tutması.
HAVİYYE (C.: Havâyâ) Yağlı bağırsak. * Bağırsak. * Deve palanı.
HAVK "Halka" denilen yuvarlak.
HAVK Bâdruç otu. * Bez dokumak.
HAVK Ev süpürmek. * İhâta etmek, kaplamak.
HAVKALE (C.: Havâkıl) İhtiyar, zayıf, kuvvetsiz ve çelimsiz adam. * Hızlı yürüme.
HAVL Güç. Kuvvet. * Muhit, etraf. * Yıl, sene. * Tahavvül, inkılâb. * Geçmek. * Bir hâlden bir hâle dönmek. * Rücu etmek. * Sıçramak. * Hile.
HAVL-İ HAVELÂN Zekâtın lüzumu için; bir mal üzerinden, bir sene geçmiş olması.
HAVLA' Gözü şaşı olan kadın. (Müz: Ahvel)
HAVLE (HAVÂL) Çok fazla döndürmek veya dönmek.
HAVLEKA "La havle velâ kuvvete illâ billah" demek.

Prof. Dr. Sinsi 09-10-2012 03:05 AM

Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler...
 
RE: Osmanlıca Sözlük (H Harfi) HAVLÎ Bir yıllık.
HAVM Deve sürüsü. * Devretmek.
HAVMANE (C.: Havâmin) Çok sağlam yer.
HAVME Tasarruf dâiresi.
HAVN Hıyanet etmek, hâinlik yapmak.
HAVR Rücu etmek, dönmek. * Eksiltmek, noksan etmek.
HAVRA Yahudi mâbedi, sinagog. * Mc: Pek gürültülü yer.
HAVRA (Ahver'in müennesidir.) Çok beyaz veya çok beyaz gözlü. Ahu gözlü kadın.
HAVRAN Şam diyarından bir yerin adı. * Balıkesir'in bir ilçesi.
HAVREM Ayak ovup kir gidermekte kullanılan, kırmızı renkli delikli taş.
HAVREME Burun ucu.
HAVS Geceleyin istemek.
HAVS Ayrılmak. * "Haysü" mânâsına zarf-ı mekân için lügattır.
HAVSA Bağır. * Bağırın yanındakiler.
HAVSA' Bir gözü beyaz, bir gözü siyah olan koyun.
HAVSA' Karnı sarkık olan kadın. (Müz: Ahves)
HAVSAL Havuzun kenarında suyun durulduğu yer.
HAVSALA Zihnin bir şeyi kavrama derecesi. Anlayış. Akıl. * Tıb: Kuş kursağı. Karın boşluğu. Cevf. * Mide.
HAVSALA-SUZ f. Takati kaldıran, tahammülü mahveden.
HAVSERE Araptan bir kabile.
HAVŞEB Köstek yeri.
HAVTA' Tavşan yavrusu. * Bir nevi sinek. * Delil.
HAVTEK(Î) (C.: Havâtik) Kısa boylu.
HAVTEL Büluğa eren oğlan. * Bağırtlak yavrusu.
HAVV (HUVV) Bal, asel.
HAVVA Hz. Adem'in (A.S.) muhterem zevcesi, eşi. * Rengi esmere mâil kadın. * Yalancı, kezzab.
HAVVAS Hurma yaprağı satan kişi. * Hurma yaprağından zenbil yapıp satan kişi.
HAVVAT Bahadır, çeri, kahraman, öncü.
HAVYA Madenlerle yapılan kaynak işlerinde, lehimin eritilmesinde kullanılan âlet. Lehimi eritebilmesi için sıcak olarak kullanılması gereken bu havyaların çoğu elektrikle ısıtılır.
HAVYAR Balık yumurtası. Mersin balığı yumurtasından yapılan siyah, mugaddi ve leziz bir madde.
HAVYE Tıb: Yaranın etrafındaki kabarık etler.
HAVZ Suya girme. * Sakınılacak işe girişmek. * Başlamak.
HAVZ Seri sevk, yeynilik, sür'atli oluş, hızlılık.
HAVZ Cem' etmek. Bir şey ilâve etmek.
HAVZ (C.: Hıyâz) Hususi suretle yapılan su havuzu.
HAVZ-I HAYAL Hayal havuzu.
HAVZ-I KEBİR Fık: Büyüklüğü 45 - 50 metre kare genişliğinde olan akmayan, durgun su bulunan havuzdur. Genişliği bu ölçüden küçük olursa ona havz-ı sagir denilir.
HAVZ-I KEVSER Kevser havuzu. (Bak: Kevser)
HAVZA Coğ: Açık ve düz deniz kıyısı. Kenar. * Memleket. * Taraf. * Sınır için: Bir şeyin çevresi içinde olan.
HAVZA Bir hükümetin idaresi altında bulunan bütün ülkeler.
HAVZAA Kumluktan alınmış bir miktar kum.
HAVZAN Sarı çiçekli, güzel kokulu bir çiçek. Nilüfer çiçeği. * Tarhun otu.
HAVZE Nâhiye. * Cemaat, topluluk.
HAVZERÎ Birbirinden ayrılmayı istemek.
HAY f. Eyvah! Vay!
HAYA Hicab, utanma, edeb, ar, namus. Allah korkusu ile günahtan kaçınmak.
HAYA Yağmur. * Ucuzluk.
HAYADAR f. Utangaç, çekingen, mahcub.
HAYADİD (Haydud. C.) Haydutlar, eşkiyalar.
HAYA-HUY f. Çığlık, vâveyla. * Çalıp eğlenmeden çıkan gürültü, ses.
HAYAL (C.: Hayâlât) Zihnen tasarlanan şey. Hakikatı bilinmeyip akılla tasarlanan veya gölgeli görünen şey. * Asıl olmayan ve akıldan geçen fikir.
HAYAL-İ BEŞER İnsan hayali.
HAYAL-İ FENER Sihirbaz feneri denilen ve resimli camları olan ve bu resimleri duvara aksettiren fenere benzer bir âlet. * Mc: Son derece vücutça zayıf olan kimseler için kullanılır.
HAYAL-İ HÂİL Korku ve dehşet veren hayal.
HAYAL-İ SEFİD f. Beyaz hayal.
HAY'AL Yakasız gömlek.
HAYALÂT (Hayal. C.) Hayaller, hülyalar.
HAYALÂT-I ÂLİYYE Yüksek ve âli hayaller.
HAYALEN Hayal olarak. Zihinde tasarlayıp canlandırarak.
HAYALET Göze görünen hayal, karaltı.
HAYALÎ Hayale âit. Hayale mensub ve müteallik. * Hayal, yahut halk dili ile "Karagöz" oynatanlar.
HAYALİYYUN (Hayalî. C.) Romantik şâirler, hayalî yazarlar.
HAYALİYYUN MEZHEBİ Aslı olmayan ve hayalde tasavvur edilen şeyleri, gerçek olduğunu vehm edenlerin mesleği.
HAYAL-PEREST f. Hayalî şeylerle çok uğraşan. Çok hayal kuran. Dalgın. Olmayacak şeylerle avunan.
HAYAL-PERESTLİK Kelâmda hakikatı rencide edecek şekilde lüzumsuz hayallere yer vermek.
HAYAL-PERVER f. Hayale düşkün.
HAY'AME Yaramaz huylu, kötü mizaçlı.
HAYAT Dirilik. Canlılık. Yaşama. Sağlık. * Fık: Allah (C.C.) kendi Zât-ı Ehadiyyetine mahsus bir hayat sıfatı ile muttasıftır. Bu, Hak Teâlâ'nın ilmi ile, irade ve kudret ile ittisafına hâs bir sıfattır. (Bak: Meratib-i hayat) (Hayat, şu kâinatın en ehemmiyetli gayesi.. hem en büyük neticesi.. hem en parlak nuru.. hem en lâtif mâyesi.. hem gayet süzülmüş bir hülâsası.. hem en mükemmel meyvesi.. hem en güzel zineti.. hem sırr-ı vahdeti.. hem rabıta-i ittihadı.. hem en yüksek kemali.. hem en güzel cemali.. hem kemalatın menşei.. hem san'at ve mahiyetçe en hârika bir ziruhu, hem en küçük bir mahluku bir kâinat hükmüne getiren mu'cizekâr bir hakikatı, hem güya kâinatın küçük bir zihayatta yerleşmesine vesile oluyor gibi; koca kâinatın bir nevi fihristesini o zihayatta göstermekle beraber, o zihayatı ekser mevcudatla münâsebettar ve küçük bir kâinat hükmüne getiren en harika bir mu'cize-i kudrettir.Hem hayatın hakikatı altı erkân-ı imaniyeye bakıp, mânen ve remzen isbat eder. Yâni, hem Vâcib-ül Vücud'un vücub-u vücudunu ve hayat-ı sermediyesini.. hem dar-ı âhireti.. hem hayat-ı bâkiyesini.. hem vücud-u melâike.. hem sâir erkân-ı imaniyyeye pek kuvvetli bakıp iktiza eden bir hakikat-ı nuraniyyedir. Hem hayat, bütün kâinattan süzülmüş en sâfi bir hülâsası olduğu gibi, kâinattaki en mühim bir maksad-ı İlahî ve hilkat-ı âlemin en mühim neticesi olan şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbeti netice veren bir sırr-ı azamdır...Evet bu hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebediyye olduğu gibi, bir meyvesi de hayatı veren Zât-ı Hayy ve Muhyi'ye karşı şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbettir ki; bu şükür ve muhabbet ve ibadet ve hamd ise hayatın meyvesi olduğu gibi kâinatın gayesidir. Ve bundan anla ki; bu hayatın gayesini "rahatça yaşamak ve gafletli lezzetlenmek ve heveskârâne nimetlenmektir" diyenler, gayet çirkin bir cehaletle, münkirâne, belki de kâfirâne, bu pek çok kıymettar olan hayat nimetini ve şuur hediyesi ve akıl ihsanını istihfaf ve tahkir edip, dehşetli bir küfran-ı nimet ederler. L.)(Ziya ile mevcudat görünür, hayat ile mevcudatın varlığı bilinir. Her birisi birer keşşaftır. M.)(Ey nefis! Eğer şu dünya hayatına müştaksan, mevtten kaçarsan; kat'iyyen bil ki: Hayat zannettiğin hâlât, yalnız bulunduğun dakikadır. O dakikadan evvel, bütün zamanın ve o zaman içindeki eşya-yı dünyeviye, o dakikada meyyittir, ölmüştür. O dakikadan sonra, bütün zamanın ve onun mazrufu o dakikada ademdir, hiçtir. Demek güvendiğin hayat-ı maddiye, yalnız bir dakikadır. Hattâ bir kısım ehl-i tedkik "Bir âşiredir, belki ân-ı seyyaledir" demişler. İşte şu sırdandır ki; bazı ehl-i velâyet, dünyanın dünya cihetiyle ademine hükmetmişler. Madem böyledir; hayat-ı maddiye-i nefsiyeyi bırak. Kalb ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık, bak; ne kadar geniş bir daire-i hayatları var. Senin için meyyit olan mâzi, müstakbel, onlar için hayydır, hayatdar ve mevcuttur. S.)(Vücudun kemali hayat iledir. Belki vücudun hakiki vücudu hayat iledir. Hayat vücudun nurudur. S.)(Hayatı veren O'dur. Ve hayatı rızık ile idame eden de odur. M.)
HAYAT-I ALİL Hasta ömür, hastalıklı hayat.
HAYAT-I ASKERİYYE Askerlik hayatı.
HAYAT-I HUSUSİYYE Hususi hayat, özel hayat. Şahsa ait hayat.
HAYAT-I İNSANÎ İnsana ait hayat.
HAYAT-I TAKDİRİYYE Huk: Ana rahminde bulunan çocuğun hayatı.
HAYAT Kasaba ve köy evlerinde üstü kapalı, bir, iki veya üç tarafı açık sofa. * Avlu.
HAYAT-BAHŞ f. Hayat bağışlayan, hayat veren, zindelik veren.
HAYAT-ENGİZ f. Yaşamaya zorlayan, yaşatan.
HAYAT-FEZA (EFZA) f. Hayat artırıcı, hayat bahşedici. (Bak: Fezâ)
HAYATÎ Hayata ve yaşamağa ait. Hayatla alâkalı. Hayat için mecburi olan. * Mc: Çok önemli bir şeyin bağlı bulunduğu başka bir şey. Temel.
HAYATİYET Canlılık. Hayat işaretinin, alâmetinin görünür olması.
HAYATİYYUN Biyoloji âlimleri.
HAYAVİYE Hayatla alâkalı âza. (Hayeviye diye de okunur)
HAYBER Arap Yarımadasında Hicaz bölgesinin doğu sınırında ve Medine-i Münevvere'nin 170 km. kuzeyinde bir kasabadır. Evleri, yüksek bir kayanın üzerinde kurulmuş olan bir kalenin etrafında bulunur. Hicretin yedinci senesinde vuku bulan Hayber Gazası ile meşhur olmuştur. Aynı sene içinde Hz. Resulullah Efendimiz, Hudeybiyeden döndükten sonra binikiyüz piyâde ve ikiyüz süvari ile Hayberin fethine gitmiştir.Hayberin eski ahalisi yahudi olup, fetihten sonra haraca bağlanarak vatanlarında bırakılmışlar ise de, Hz. Ömer (R.A.) Peygamberimizin son hastalıklarında "Arap Yarımadasında iki din birleşemez." dediğini işittiğinden, daha sonra halifeliği zamanında bu hadise istinaden bütün yahudileri çıkarıp Şam'a naklettirmiştir.
HAYBET Mahrumiyyet. İsteğine erememek. Me'yus ve mahrum olmak.
HAYBET-ZEDE f. Sıkıntıya uğrayan, kedere düşen, kederli olan.
HAYD (C.: Hayud-Ahyâd) Uzanmış büyük dağ burnu.
HAYDA' Sıcak günlerde uzaktan görenin su sandığı serap.
HAYDAR Yiğit, cesur, kahraman. * Hz. Ali'nin (R.A.) bir nâmı, * Arslan, gazanfer.
HAYDAR-I KERRÂR Hz. Ali. * Kahramanca döne döne düşmana saldıran.
HAYDARANE f. Hz. Ali gibi. Kahramanca, yiğitçe, cesurca.
HAYDARÎ Kahramanlık, cesurluk, yiğitlik. Arslanlık. * Eskiden bazı esnaf ve köylülerin giydikleri kolsuz aba, hırka.
HAYDARİYYE Hırkanın altına giyilen kısa ve kolsuz elbise.
HAYDE Meyletmek, yönelmek, eğilmek. * Hakdan ve doğru yoldan ayrılmak.
HAYDEB Ulu ve yüce yol.
HAYDO (Kürdçede ism-i tasgirdir) Haydar demektir. (Ali'ye Alo denmesi gibi)
HAYDUD (Haydut) Yol kesici. Dağ hırsızı. Eşkiya.
HAYE f. Yumurta. * Haya, husye.
HAYED Gölgesinden ürken eşek.
HAYENDE f. Ağızda çiğneyen.
HAYESAN Doğru yoldan dönmek, udul etmek. * Nefret etmek.
HAYEVAN (Bak: Hayvan)
HAYEVÎ Canlı. (Bak: Hayaviye)
HAYF (Hayfâ) Emansızlık. Haksızlık. Zulüm. Cevr. (Vah vah, yazık, eyvah, yazıklar olsun meâlinde söylenir.)
HAYF Gözün birisi birine muhalif olmak.
HAYFANE (C: Hayfân) Alacalı çekirge. * Ayakları uzun olan at.
HAYFES Kısa adam.
HAYHAY t. Baş üstüne, seve seve yaparım, öyle ya!, şüphesiz, elbette (gibi mânâlara gelir.)
HAYIFLANMAK Acınmak, üzülmek. Esef etmek.
HAYIR Hayrette kalan, mütehayyir. Şaşıran. * Birikmiş su.
HAYIRSEVER İyilik ve yardım etmesini seven.
HAYİA Şiddetli ses.
HAYİC Âşık, hayran. * Mest olmuş deve.
HAYİDE f. Çiğnenmiş. * Ağızdan ağıza dolaşmış, bayat söz.
HAYİDE-GÛ f. Değersiz sözler söyleyen kimse. * Değersiz şiirler yazan kimse.
HAYİH Lâzım olduğu halde mevcud olmayan nesne.
HAYİL Kısır olan hayvan. * Engel, mâni. * Hicâb.
HAYİM Suyu, tahmin ettiği yerlerde arayıp bulamamak. * Susuz, atşân.
HAYİR Mütehayyir kimse. * Toplanmış su.
HAYİŞ Sık bitmiş olan hurma ağaçları.
HAYİZE Aybaşısı olan kadın. (Bak: Hayz)
HAYK Kaplamak.
HAYK Sallanmak. * Dokumak. * Tesir etmek, etkilemek.
HAYKAN Büyük ve kalın olan. * Kısa boylu bir kimsenin yürümesi. * Omuzunu oynatmak.
HAYKATAN Türraç kuşunun erkeği.
HAYL At. At sürüsü. * Atlı sürüsü. * Zümre, güruh. * Düşünmek, hıfzetmek.
HAYL-İ ADÜV Düşman sürüsü, düşman güruhu.
HAYL Kuvvet. Havl.
HAYLA' Cin taifesinden bir nesne. * Sırtlan. * Korku.
HAYLE Keçi sürüsü.
HAYLE Zannetmek, sanmak.
HAYLİ f. Oldukça. Epeyce. Çok. Bir takım. Kesir. Bol.
HAYLULET Kibir. * Taazzum. Gurur. * Su-i zan. * Korkmak. Tevehhüm etmek.
HAYLULET Yolu kapamak. * Araya girme. İki şey arasına girip hicab olmak.
HAYLULET-İ ARZ Ay tutulması. Dünyanın güneşle ay arasına girerek güneş ışığına perde olması.
HAYM Yaramazlık yapmak.
HAYMANA Başıboş hayvanları haylayıp salıverdikleri çayırlık yer. * Ankara'nın bir kazası.
HAYME Çadır.

Prof. Dr. Sinsi 09-10-2012 03:05 AM

Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler...
 
RE: Osmanlıca Sözlük (H Harfi) HAYME-İ KEBUD Mavi çadır. * Mc: Sema, gök.
HAYME-GÂH (Haymegeh) f. Çadır kurulan yer.
HAYME-NİŞİN Çadırda oturan. Göçebe.
HAYMÎ Çadır biçiminde olan.
HAYMUME Korkaklık, cübün.
HAYN Helâk olmak.
HAYNUNET Yakın olmak, yaklaşmak.
HAYR Meşru iş. Faydalı, nurlu ve sevablı amel. Halkın rağbet ettiği akıl, ilim. İbadet, adalet, ihsan, mal gibi nimet. (Bak: Hayrat)
HAYR-UL BERİYYE Halkın hayırlısı. Hz. Muhammed (A.S.M.)
HAYR-UL BEŞER İnsanların en hayırlısı olan Hz. Muhammed (A.S.M.)
HAYR-UL ENAM (Bak: Hayr-ül Vera)
HAYR-UL FÂSİLÎN Âdil olanların, hâkimlerin en hayırlısı.
HAYR-UL HALEF Hayırlı evlâd. Babasını hayırla andıracak evlâd.
HAYR-İ MUKAYYED Bir kimseye hayırlı olduğu halde, diğer bir kimseye göre zararlı ve şer olan şey.
HAYR-UL UMUR İşlerin en hayırlısı.
HAYR-UL VERA (Hayr-ül Enam) Halkın hayırlısı. Mahlukatın en hayırlısı olan Hz. Muhammed (A.S.M.)
HAYR Sakınmak. * Büyük avlu.
HAYRAN Takdirkârlığından dolayı şaşa kalmış. Çok takdir etmiş. Çok beğenmiş.
HAYRAT (Hayr. C.) Sevap için Allah rızâsı yolunda yapılan iyilikler. Haseneler.Hayır iki çeşittir. Birincisi: Mutlak hayırdır; her halde, herkes için rağbet edilir ve sevilir, herkes için iyidir. İkincisi: Mukayyed olan hayırdır; birisinin yanında hayır olan, başkası için şer olabilir. İsraf ve sefâhette kullanılan çok mal gibi.İlmî, imanî, dinî, manevî ve maddî çok hayır ve menfaat verenlere de ehl-i hayır denir.
HAYRE (C.: Hayrât) İyilik, kerem. * Her nesnenin iyisi.
HAYR-ENDİŞ f. İyilik düşünen, hayırlı iş düşünen.
HAYRET Hiçbir cihete teveccüh edemeyip kalmak. Şaşkınlık. Ne yapacağını bilememek.
HAYRET-İ SIRFE Tam bir şaşkınlık.
HAYRET-BAHŞ f. Hayret veren, şaşırtan.
HAYRET-BAHŞÂ f. Hayret veren, şaşkınlık veren, hayrete düşüren.
HAYRET-ENGİZ f. Hayret veren. Hayret içinde bırakan.
HAYRET-FEZÂ f. Hayret veren, hayreti artıran.
HAYRET-NÜMÂ f. Hayret gösteren, hayret veren.
HAYRET-ZEDE f. Hayrete düşmüş ve şaşırmış olan.
HAYR-HAH f. Hayır sâhibi. Herkesin manevî ve maddî iyiliğini isteyen. Allah rızası için ilm-i Kur'an ve imanla, manen ve maddeten hayırlı hizmetler etmeyi ve hayırlı işler işlemeyi seven.
HAYR-HAHÎ f. İyilikseverlik, hayırhahlık.
HAYRİ (Hayriye) Hayra âit. Hayırla alâkadar.
HAYRİYET Hayırlılık. Hayırlı olmak.
HAYS Saygı, hürmet, itibar. * Alâka, ilgi. Cihet, itibar.
HAYS Darlık. * Udûl etmek, doğru yoldan çıkmak.
HAYS Hayvan leşinin kokması. * Bir kimseyi aldatmak. * Sözde durmamak, ahid bozmak. * Fâsid olmak.
HAYS Az, kalil.
HAYS Karıştırmak, halt.
HAYSAL Patlıcan.
HAYSE Hurmayı yağla ve keşle karıştırmak.
HAYSE-BEYSE İleri gidip geri gelmek, bir halde durmak. * Karışıklık. * Şiddet ve darlık.
HAYSEFUCE Gemi dümeni.
HAYSİYET İtibar. Şeref. Değer. Kıymet. Derece. Câh. Mesned. Mertebe.
HAYSİYET-ŞİKEN f. Haysiyet kıran.
HAYSÜ İtibariyle, bakımından. * Hangi yerde? Hangi?
HAYSÜ LÂYEŞ'UR Hissedilmeksizin. Bilinmedik, duyulmadık cihetten.
HAYŞ Nefret etmek.
HAYŞE (C.: Huyuş) Yaramaz keten ipliğinden dokunmuş bez.
HAYŞUM Geniz (burun) kovuğu. Nunlu sesler, gunne buradan çıkar. (Tecvidde bahsedilmiştir.)
HAYŞUMÎ Genizden gelen.
HAYT İp. Kalın ip. * İplik. Bağ. * İki şeyi birbirine bağlayan. * Dikiş dikmek. * Tanyeri ağarması.
HAYT-UL EBYAZ Fecir zuhurunda ufukta ip şeklinde görülen beyazlık.
HAYT-UL ESVED Güneş battıktan sonra ufakta görülen siyahlık.
HAYT-I NURANÎ Nurlu bağlantı. Nurâni râbıta.
HAYTA Serseri, serkeş kimse. * Ask: Osmanlılarda görevli bir sınıf askere verilen ad. Hayta birlikleri, üstün savaş kabiliyeti olan askerlerden kurulur, lüzumunda düşman topraklarına akın yapmak için de kullanılırdı. Sonraları düzenleri bozulduğunda eşkiyalığa başladılar; bundan dolayı "hayta" kelimesi haydut ve haylaz anlamında kullanıldı.
HAYTA şefkat.
HAYTA' Deve kuşlarının uzun boyunlu olanı.
HAYTA Kazık.
HAYTEL Kedi.
HAYTEUR Bir vaziyette durmayan. * Arslan. * Kurt. * Belâ. * Cin tâifesinden bir nesne. * Bir su böceği.
HAYTÎ Tel şeklinde olan.
HAYU f. Salya, tükrük.
HAYUNET Vakit yaklaşma.
HAYVAN Canlı şey, insanla beraber her canlı. * İnsan olmayan idraksiz canlı yaratık. * Yük kaldıran, araba çeken ve binilen hayvan, beygir, katır v.s. * Mc: Akılsız ve idraksız insan, ahmak. (Aslı "Hayevan"dır)
HAYVAN-I BERRÎ Karada yaşayan hayvan.
HAYVAN-I NÂTIK Konuşan hayvan. (İnsan)
HAYVANAT (Hayvan. C.) Hayvanlar.
HAYVANAT-I BAHRİYYE Deniz hayvanları, denizde yaşayan hayvanlar.
HAYVANAT-I BERRİYYE Kara hayvanları, karada yaşıyan hayvanlar.
HAYVANAT-I EHLİYYE İnsanlara alışık olan hayvanlar, evcil hayvanlar.
HAYVANAT-I VAHŞİYYE Vahşi hayvanlar, yabani hayvanlar.
HAYVANÎ Hayvana, diriye âit ve ona müteallik.
HAYVANİYYET Hayvanlık, canlılık, zihayat olmak. Akıl ve idrakten mahrumiyet.
HAYY Diri, canlı, sağ. * Bir şeyi cem' ve ihraz eylemek.
HAYY-ÜL KAYYUM Varlığı, diriliği her an için olup, gökleri, yerleri her an için tutan, daimî her şeye her hususta iktidarı yeten Allah (C.C.) (Bak: İsm-i A'zam)
HAYY-I MEYYİT Ölü halinde canlı. * Mc: Hiçbir işe yaramayan, hakiki vazifelerini yapmayan insan.
HAYYÂKALLAH Allah seni yaşatsın. Allah ömrünü uzun etsin, meâlinde ve dua makamında söylenen bir tâbirdir.
HAYYAL (Hayl. den) At terbiyecisi, at yetiştiren.
HAYYAL Dalavereci, hileci, hilekâr.
HAYYALE Fikir sahipleri.
HAYYAM Çadırcı.
HAYYAT Terzi. Dikiş diken sanatkâr.
HAYYAT-I MÂHİR Usta terzi. Terzi ustası.
HAYYAT (Hayye. C.) Yılanlar.
HAYYATÎN (Hayyat. C.) Terziler, dikiciler.
HAYYE Gel... Haydi...
HAYYE (C.: Hayyât) Yılan.
HAYYE-ALEL-FELAH Felaha gelin. Toplanın hayır ve ni'metlere, ebedi selâmete... Allah huzuruna gel. Refah ve itmi'nana mucib olacak namaza yetiş. (Bak: Felah)
HAYYEHELE Acele et (mânasınadır).
HAYYEN Diri olarak. Diri, canlı olarak canlı olduğu halde.
HAYYEN MEYYİTEN Ölü ve diri olarak.
HAYYİR (C.: Ahyâr) Çok hayırlı. * Her zaman iyilik yapan kimse. Hayırsever, iyiliksever.
HAYYİZ Yer. * Cihet, yön. * Mekân. Vüs'at. (Cismin kapladığı hacim)
HAYYUT Erkek yılan.
HAYZ (C.: Hiyaz) Kadınlara mahsus aybaşı. Kadının âdet hâli. Böyle bir kadına hayize denir. (Kadını döl yatağı denen rahminden, bir hastalık veya çocuk doğurma sebebi olmaksızın, muayyen müddetlerde kan gelmesine o kadının "aybaşısı" denir. Buna ve kan geldiği müddete de hayız müddeti denir. İslâmiyetçe, bu halde bulunan bir kadın, namaz kılamaz, oruç tutamaz ve cinsî münasebette bulunamaz, haramdır.)
HAYZA Tıb: Kolera denilen hastalık.
HAYZERAN Halk dilinde hezâren denilen bir cins sıcak iklim kamışı ki, sandalye vs. yapımında kullanılır.
HAYZERANE Gemi durak yeri, iskele, liman.
HAYZERÎ (HAYZELÎ) Dura dura yürümek.
HAYZEYUN Yaşlı, acûz, ihtiyar.
HAYZUM (C.: Hayazim) Göğüs tahtası.
HAZ' Muhalefet etmek. * Taksim etmek, bölmek, paylaştırmak.
HAZA Bu. Şu. O. * Gr: İşaret zamiri.
HAZA' Asmacık denilen otun tohumu. (Sara hastalarına iyi gelir.)
HAZA' Kesme, yarma, ameliyat.
HAZAB Odun. * Yakacak nesne.
HAZABÎ (Hizbâ. C.) Arızalı topraklar, engebeli yerler.
HAZAD Yaş ağaçtan kesilmiş budak ve diken.
HAZAFİR (Hizfâr - Hazfur. C.) Cânibler. * Bir kavmin meşhurları, ileri gelenleri, şereflileri. * Hepsi. Tümü. Mecmu'u.
HAZAİN (Hazine. C.) Hazineler.
HAZAİN-İ MEDFUNE Gömülü hazineler.
HAZAİR (Hazire. C.) Duvar veya çitle çevrilmiş ağıl. * Etrafı duvarla çevrili olan mezarlıklar.
HAZAKAT İhtisas. Meharet peyda etmek. Üstad olmak. Bir san'atta, hususan tıbda gereği gibi öğrenip mâhir ve mütehassısı olmak.
HAZAL Selem ağacının kökünden çıkan bir nesne ki, suda ıslatıp yerler.
HAZALAN (Bak: Hizlân)
HAZAM Sür'atle yürümek, hızla yürümek.
HAZAMA' Kulağı enine yarılmış keçi.
HAZAMİ Güzel kokulu bir ot.
HAZAN Güz. Sonbahar. * Solgun.
HAZANDİDE f. Güz mevsimini görmüş, yaprakları sararmış solmuş.
HAZANE Mc: Gönül, kalb, yürek.
HAZANGÂH f. Hazan yeri. * Dünya. Göçecek âlem.
HAZANÎ f. Sonbahar ile alâkalı, güz mevsimine ait.
HAZANİSTAN f. Sonbahar görmüş, sararıp solmuş yer.
HAZANLİKA f. Soluk yüzlü, sararmış, solmuş. Hazân yüzlü.
HAZANNÜMA f. Sonbahar görünüşlü. * Mc: Hüzün ve keder verici.
HAZANRESİDE f. Sonbahara erişmiş, solup sararmış.
HAZAR Bir şeyi bir kimseye vermeyip men ve hacr etmek.
HAZAR Tahta ve kereste kesmeğe mahsus su ile işler büyük bıçkı.
HAZAR Sulh zamanı. Barış zamanı. * Bir kimsenin huzuru, yakını. * Mukim olmak. Yolcu olmamak.
HAZAR VE SEFER Barış ve muharebe zamanı. * Evde mukim olma ve yolculuk.

Prof. Dr. Sinsi 09-10-2012 03:05 AM

Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler...
 
RE: Osmanlıca Sözlük (H Harfi) HAZARET (Bak: Hadâret)
HAZARÎ Köyde ve kasabalarda yaşayanların yaşayış şekli ve tarzlarına ait. Şehirli. * Sulh ve asâyiş, sükun ve istirahat zamanlarına mensub ve müteallik. Barış ve güvenle alâkalı.
HAZAZ Yosun.
HAZAZE Tıb: Bulaşıcı, müzmin bir cilt hastalığı olup sonradan bağırsaklara geçerse öldürücü olur.
HAZB Hayvanın memesi şişip emziğinin deliklerinin dar olması. * Ucuz olmak.
HAZB Boyamak.
HAZB Yetişmek.
HAZBAZ Sinek. * Bir ot adı.
HAZD Ağaçtan diken koparmak. * Ağacın kabuğunu soymak. * Çok hızlı ve şiddetle yemek yemek.
HAZEF Çamurdan yapılmış olup ateşte pişirilen şeyler. Çanak, çömlek.
HAZEF Eski yazıda hepsi noktasız harflerden müteşekkil olarak yazılan şiirler ve nesirler. Hüner göstermek için bu şekilde yüz beyitlik kasideler yazan şairler vardı.
HAZEFE (C.: Huzef) Hicaz vilayetinde olan siyah renkli bir cins küçük koyun.
HAZEFÎ Çanak çömlek ile alâkalı.
HAZEFİYYE Çanak çömlek gibi topraktan yapılan şeyler ve bunları yapma san'atı.
HAZEF-PARE f. Çanak çömlek parçası, kırığı.
HAZEF-RÎZE f. Çanak çömlek parçası.
HAZEL Gayret. * Men etmek, engel olmak.
HAZEL Göz kapaklarında olan kabarcıklar.
HAZELAN Kızgın kimsenin yürümesi.
HAZELAT (Hazele. C.) Alçaklar, âdiler, kalleşler.
HAZELE (Hâzil. C.) Alçaklar, kalleşler, yüzsüzler.
HAZEM Göğüs kemiği. * Davarın karnının ve böğrünün dolu olması.
HAZEM Dizme, sıralama. * Edb: İlk beytin ortasına birden dörde kadar harf ilâve etme.
HAZEME Kısa boylu kadın.
HAZEME (C.: Huzem) Kabuğundan ip ve urgan yapılan bir ağaç cinsi.
HAZEN (Hüzn) Keder. Tasa. Gam.
HAZEN f. Baldız.
HAZEN (C: Hızân) Etin kokması. * Toplamak, cem'edip yığmak. * Gizlemek, saklamak.
HAZER Çekinme. Zarar verebilecek şeyden kaçınma. Korunma.
HAZER Vahşi hayvanların yediği et.
HAZER Gözün dar ve küçük olması. * Kabile. * Cemaat.
HAZERAT (Hazret. C.) (Bak: Hazret)
HAZEVAN Eti birbiri üstüne yığılıp cem'olmuş olan etli nesne.
HAZEVVER Kısa boylu kimse.
HAZF Aradan çıkarma, çıkarılma. Yok etme, silme, ortadan kaldırma, giderme, düşürme. * Selâm ve tahiyyatı uzatmayıp kısa kesmek. * Mahvetmek. * Vurmak. * Atmak.
HAZF Parmağıyla taş atma.
HAZHAZ Seri, sür'atli, hızlı.
HAZHAZ Kavi, sağlam.
HAZHAZ Sütü çoğaltır nesne. * Bir nevi katran.
HAZHAZA Sallama, el ile harekete getirme.
HÂZI' (Huzu. dan) Alçak gönüllü, mütevâzi olan.
HÂZIÂNE Mütevâzi olarak, alçak gönüllülükle.
HÂZIK Mehâretli, işinin ehli, mütehassıs. (Bak: Hazâkat)
HÂZIK-I MÜTEDEYYİN Dindar ve iyi mütehassıs. (Dindar ve iyi mütehassıs doktor için söylenir).
HAZIK Süngü demiri.
HAZIK (C: Havâzik) Mesti dar olan. * Cânip, taraf.
HAZIKANE Mâhirâne, mâhir ve usta olan bir kimseye yakışacak şekil ve surette.
HAZIKIYYET Mâhirlik, ehillik, ustalık, hâzıklık.
HAZIM Hazmettirici, sindirici.
HAZIM Kesici, kesen.
HÂZIM İhtiyatlı, akıllı, işinde gözü açık olan.
HÂZIMÂNE İhtiyatlı davranan adama yakışır şekilde.
HAZIMLI Mc: Tahammüllü, müsamahalı, tolerans sahibi.
HAZINA Emzirici, emziren. Dadı.
HAZIR Huzurda olan, göz önünde olan. Amade ve müheyya olan. Gaib olmayan. * Müstaid olan.
HAZIR Hazer eden. Korkup çekinen.
HAZIRA şehirli, medeni. * Bir yerde mukim olmuş, bir yere yerleşmiş.
HAZIRBAHŞ f. Hazırlanmış, hazır olmuş. * Hazır ol! emri.
HAZIR Bİ-L-MECLİS Mecliste hazır olan adam.
HAZIRCEVAP Her söze derhal ve düşünmeden münasib cevap veren kimse.
HAZİRÎN (Hâzır. C.) Meydanda, gözönünde olanlar, huzurda bulunanlar.
HAZIRLÖP Kabuğu içinde suda pişip katılaşmış yumurta. * Mc: Emek sarfetmeden elde edilen kazanç.
HAZIRÛN Meydanda olanlar, gözönünde olanlar. Mevcut ve hazır olanlar.
HAZIR U NAZIR Her yerde hazır olup, bilen ve gören, yardım eden veya herkese lâyık cezasını veren Allah (C.C.)
HAZÎ Kâhin, keşiş, papaz.
HAZÎ Sarkıklık.
HAZÎ Ateş yakmak.
HAZÎK Kesilmiş olan.
HAZİL Yüzsüz, alçak, âdi, dönek, kalleş.
HAZİLE Kenarlarında kirpik bulunmayan kırmızımsı gözkapağı.
HAZİM Basiretli, tedbirli.* Göğüs. Göğüs ortası.
HAZÎM Sarhoş. İçki içip akli müvazenesini kaybetmiş olan.
HAZİM Sür'atle kesen. * Çok çabuk yeyip bitiren. * Düşmanı hezimete uğratan.
HAZÎM Keskin kılıç.
HAZİMANE f. Tedbirli ve basiretli hareket eden.
HAZÎN Hüzünlü. Keder meydana getiren. Acı uyandıran.
HAZİN (Hızane. den) Hazine nâzırı. Bekçi.
HAZİNE Define. * Kıymetli şeyleri saklayacak sağlam yer.
HAZİNE-İ ÂMİRE Tar: Para işlerini yönetmek üzere kurulmuş olan müesseselerden birinin adı. Osmanlı Devleti'nin kuruluş devrelerinde para işleri "Beytülmal" denilen ve "Defterdar" adı verilen bir memurun idaresinde iken, sonraları teşkil olunan yeni idarelere göre çeşitli adlar verilmiştir. Hazine-i âmire, devlet kasası yerinde de kullanılırdı.
HAZİNE-İ DEVLET Devlet hazinesi. Maliye idaresi.
HAZİNE-İ EMİRİYE Maliye dairesi.
HAZİNE-İ EVRAK Evrak hazinesi. Arşiv.
HAZİNE-İ HÂSSA Osmanlı İmparatorluğu zamanında devlet bütçesinden padişaha maaş sağlayan ve saraya ait gelirlerin toplandığı malî bir müessese.
HAZİNE-İ HÜMAYUN Hazine-i Hümayun'da bulunan savaş eşyasından bir kısmının manevî değeri büyüktü. Diğer kısmının ise maddî değeri fazla idi. (Savaşlarda ele geçirilen kıymetli ganimet, padişahlardan kalmış olan değerli eşyalar gibi.) (O.T.D.S.)
HAZİNE-İ MİLLET Millet hazinesi. * Maliye idaresi.
HAZİNE-İ TECEDDÜD Yenilik hazinesi. Çok yeniliklere sebeb olan.
HAZİNEDAR f. Malı muhafazaya me'mur olan.
HAZİNEDARÎ f. Hazinedarlık.
HAZİNE KETHUDASI Tar: Yavuz Sultan Selim Han zamanında kurulan hazine kethudâlığı, saraya girip çıkan demirbaş eşyanın korunup saklanmasıyla mes'ul idi. Bu müessesenin başında bulunan memura da hazine kethudâsı denilirdi.
HAZİNE-MÂNDE f. Şahıs üzerinden kaydı silinerek devlet hazinesine kalan mal veya para.
HAZÎR Su sesi, su şırıltısı.
HAZİR Korkan, korkak,
HAZİR Takdir eden. * Ekşimiş süt.
HAZÎRE Etrafında duvar veya çit bulunan ağıl, bahçe. * Mezarlık.
HAZÎRET-ÜL KUDS Cennet bahçesi. Peygamber ve evliyanın ruhlarının toplandığı yer.
HAZÎRE Az cemaat. * Asker bölüğü. * Yara içinde toplanan kan ve irin.
HAZÎRE Eti ufak ufak doğrayıp, çok su ile çömlek içinde pişirip erimeye yakın olduğu anda üzerine un koyup karıştırarak yapılan yemek. (İçinde et olmayınca "aside" derler.)
HAZİYY Mertebeli, değerli kişi. * Yarış atlarının sekizincisi.
HAZÎZ Bahtiyar. Mes'ud. Saâdetli. Nasibi olan.
HAZİZ (Bak: Hadıyd)
HAZK Hapsetme. * Darlık. * Men'etme.
HAZK Nişan vurmak. * Kuşun terslemesi.
HAZK Bağlamak.
HAZKA Mahâret, ustalık, mâhirlik.
HAZL Badruç adı verilen ot.
HAZL Kat'etmek, kesmek.
HAZL Terk etmek. * Rezil, rüsvay etmek.
HAZM Midedeki yenen şeyleri eritmek, sindirmek. Vücuda yarayacak hale getirmek. * Birisine ansızın hücum etmek. * Ansızın bir şey üzerine inmek. * Birisinin hakkını, malını gasb ile alıp zulmeylemek. * Münasebetsiz bir hale, güce gidecek bir vaziyete düşenin kendi nefsini zaptedip tahammül etmesi ve sabreylemesi.* Taze olmak. * Kırmak.(İslâm hükemasının Eflâtun'u ve hekimlerin şeyhi ve feylesofların üstadı, dâhi-i meşhur Ebu Ali İbn-i Sina, yalnız Tıp noktasında, âyetini şöyle tefsir etmiş. Demiş: Yâni "İlm-i Tıbbı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa, hazımdadır. Yâni, kolayca hazmedeceğin miktarı ye. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir." L.)
HAZM-I NEFS f. Tahammül etmek. Nefsini kırmak. Meydana gelen kendi ile alâkalı gördüğü bir kusuru kendi üzerine almak. Sabreylemek. Sindirmek.
HAZM Cem'etmek, toplamak. * Zaptetmek. * Kast etmek. * Bağlamak. * Yumuşak yüksek yer. * Sağlam re'y. Doğru ve kat'i karar. * Basiretle hareket etmek.
HAZM Kat etmek, kesmek. * Yab yab yürümek. * Hızlandırmak.

Prof. Dr. Sinsi 09-10-2012 03:05 AM

Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler...
 
RE: Osmanlıca Sözlük (H Harfi) HAZN Sağlam yer. * Kabile ismi. * Arap beldeleri.
HAZNE Hazine. * Depo.
HAZR Bir şeyi takdir ve tahmin etmek, nazar ile tahmin etmek. * Çehresini ekşitip çirkin olmak.
HAZRA' Küçük ve dar gözlü kadın. (Müz: Ahzer)
HAZREC Sert rüzgâr. * Güney rüzgârı.
HAZREKA Darlık.
HAZRET (Huzur. dan) Ön. Kurb. Pişgâh. * Hürmet maksadı ile büyüklere verilen ünvan; "Hazret-i Kur'an, Hazret-i Peygamber, Hazret-i Üstad, Paşa Hazretleri" gibi.
HAZRET-İ RİSALET Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi.
HAZREVAT (Hadravat, Hadrâ) Yeşillik. * Gökyüzü, felek. Asuman.
HAZUF Sür'atle yürüdüğünden ayağı altından taşlar atılan eşek.
HAZUL Kimsesiz. Yardımsız olarak her şeyden mahrum sürünmek.
HAZUME Sığır, bakar.
HAZUN Yaramaz huylu kimse.
HAZUR (Hazer. den) Çok dikkatli, çok çekingen.
HAZV Sarkık olmak.
HAZV Kat'etmek, kesmek. * Takdir etmek.
HAZVA' Sarkık kulaklı eşek.
HAZVE (C: Hazavât-Hızâ) Küçük ok.
HAZY Kat'etmek, kesmek.
HAZY Birbiri üzerine yığılıp toplanmak.
HAZZ Sevinç duyma. Hoşlanma. Zevklenme. Saadet. Tali'. Nasib. Nimet ve süruru mucib şey.
HAZZ Kesme. Kısaltma. * Kazmak. * Yırtmak. * Silmek.
HAZZ Hafif gövdeli. * Bir cins ot.
HAZZ (C.: Huzuz) Deniz koyunu. (denizde olur) * "Vurmak" mânâsına masdar. * Duvar üstüne direk koymak.
HAZZ Kandırmak.
HAZZ Yün.
HAZZA' Nâlin yapıcı, nalcı.
HAZZAF Çanak çömlek yapan veya satan.
HAZZAL Ehline ve ailesine sarfedecek birşey bulamayan fakir.
HAZZETMEK Hoşlanmak, zevk ve lezzet almak.
HEB (Vehb. den) Bağışla, lutfet (mânasına emir, duâ)
HEBA İnce toz. * Boş. Beyhude. Nâfile. Faydasız. İsraf. Ziyan. * Aklı az olan.
HEBAEN MENSURA Boşuna olarak. Faydasız yere dağılmış.
HEBAL Avcı, sayyad.
HEBB Uykudan uyanmak. * Gâib olmak.
HEBBAR Çok fazla kılı olan sırtlan veya maymun.
HEBBE Vak'a. * Zamandan bir asır.
HEBBİHÎ Sallana sallana yürüyen kişi.
HEBBUR Ufak inci.
HEBC Vurmak. * Ağırlık.
HEBEC Devenin memesinde olan verem.
HEBENKA Ayak parmaklarını dikip ökçesi üzerine oturmak.
HEBENNEKA Ahmaklığı darb-ı mesel olmuş bir kimsedir. * Mc: Zeki ve becerikli olmadığı halde kendini öyle sanan.
HEBETA Çukur yer.
HEBH Sallanmak.
HEBHAB Serap.
HEBHEBE Dâvet.
HEBHEBÎ Çoban. * Hizmete koşan yiğit.
HEBÎB Rüzgâr, yel.
HEBİD Hanzal otu tohumu.
HEBİHA Yürürken sallanan kadın.
HEBİR Çukur yer.
HEBİT Zayıf, ince deve.
HEBİT Korkak kimse.
HEBL Ölüm, mevt. * Taaccüb makamında kullanılır.
HEB-LENÂ Bize lutfet. Bize ihsan et, bağışla.
HEBR (C.: Hübur) Çukur yer. * Kesmek. * İki dağ arasında olan düz yer. * Etli, semiz olmak.
HEBRA Şişman kadın.
HEBRAKÎ Demirci. * Yabani öküz.
HEBRE (C.: Heberât) Et parçası.
HEBREME Obur. Yemeğe düşkün. * Geveze.
HEBS Şâdlık, sürür, neşe, neşat. * Döşemek.
HEBS Hareket.
HEBŞ Cem'etmek, toplamak. * Kazanmak, kesbetmek.
HEBT (Hübut) İniş. Aşağı inme. * Aşağı indirme. Bir yere inip konmak. * Nüzul, illet, maraz. * Zayıflama. * Bir memlekete birisini dâhil ettirmek. * Eksiltmek. * Kötü bir hale uğratmak.
HEBT Birbiri ardınca vurmak.
HEBUL Yavrusu kalmayan deve.
HEBUT İniş yer.
HEBV Ateşin sönmesi.
HEBVE Toz. * Tozlu yol.
HEBY (HEBYE) Küçük câriye.
HEBZ Sür'at yapmak, hız yapmak.
HECA (Hece) Dilin ve ağzın bir hareketi ile çıkan bir veya birkaç harf. Harflerin sesi. Harflerin seslendirilmesi. * Elif-bâ sırasına göre dizili harfler. Bir sözü harfleri ile söylemek. * Şekil. Kıyâfet. * Yemek. * Sükut etmek, susmak.
HECACE (C.: Hecâcât) Kurbağa.
HECAGÛ f. Nazım veya nesir yoluyla birinin aleyhinde bulunan. Birini zemmeden, bir kimseyi hicveden.
HECCAV Çok hicveden. Hiciv söyleyen. (Bak: Hicv)
HECE (Hecâ) Bir defada söylenebilen, bir veya birkaç harfden meydana gelen sözcük. * Harfleri birer birer söyleyerek okuma.
HECEF Yaşlı devekuşu. * Ağır ve boş kimse.
HECEMAT Hamleler, taarruzlar, hücumlar.
HECENNA' Uzun ve şişman gövdeli kimse. * Başı dazlak, yaşlı kimse. * Başı dazlak olan devekuşu.
HECES Gönüle düşen hatıralar.
HECE VEZNİ Türklerin eskiden kullandıkları nazım âhengi ölçüsüdür ki, buna "parmak hesabı" da denir. Parmak hesabı, Türk edebiyatının başlangıcından XI. yy. a, yani Türklerin aruz veznini öğrenmelerine kadar Türk nazmının yegâne âhengi idi. Aruz vezni kabul edilmekle beraber, hece vezni terkedilmeyerek yine halk edebiyatında kullanılagelmiştir. Hece vezninin 3 den 16 ya kadar muhtelif heceli ölçüleri vardır. En çok kullanılanları 7, 8, 11 ve 14 lü hecelerdir.
HECHECE Çağırmak.
HECİ' Yer yarığı. * Derin dere.
HECİL İki dağ arasındaki çukurca kısım. Vâdi.
HECİME Tulukta biriktirilip ekşitildikten sonra içilen ve köremez denilen süt. * Yoğurt.
HECİN Pek hızlı yürüyen bir cins deve. * Arap atı ile diğer cins attan doğmuş melez at.
HECİR Yaz mevsiminde öğle vaktindeki sıcaklık. * Otun kuruması. * Büyük havuz.
HECL İki dağ arasındaki çukur ve düz yer. * Atmak.
HECM Hamle etmek. Saldırmak. * Büyük kadeh.
HECME şiddet, sertlik.
HECMET-ÜŞ-ŞİTÂ Kışın şiddeti. Soğuğun sertliği.
HECMEC Koç.
HECR Ayrılık, firak. * Tıb: Sayıklamak. Hezeyan. (Bak: Hicr) * Çok sıcak günlerde öğle vakti.
HECR-İ CEMİL Kalben ve fikren onlardan uzak durup fiillerinde onlara uymamakla beraber, kötülüklerine karşılık vermeğe kalkışmayıp müsamaha, idare ve güzel ahlâk ile hüsn-i muhalefet etmek. (E.T.)
HECS Gönüle düşen hâtıralar.
HECV (Hicv) Medh ü senânın zıddı. Kötüleme. Birisi hakkında kötülemek için söylenen söz veya manzume. (Bak: Heccâv)
HEDA Sakin olmak.
HEDAD Yemen'de bir kabile.
HEDAHÎD (Hüdhüd. C.) Hüdhüdler, çavuş kuşları, ibibikler.
HEDAYA (Hediye. C.) Hediyeler. Lütuf ve ihsanlar. Bağışlar.
HEDB Meyve toplamak. * Davar sağmak.
HEDBE Ufak tesbih böceği.
HEDCAN Yavaş yürüyüş.
HEDD Binayı gürültüyle yıkıp göçürmek. Çok ihtiyarlayıp düşkün hâle gelmek. * Zayıf ve korkak.
HEDDAM Çok keskin kılıç.
HEDDE Duvarın yıkılmasından çıkan gürültü.
HEDEB Ensiz, uzun ve ince yaprak. * Servi yaprağı.
HEDEF Nişan noktası. * Emel. Varılmak istenen gaye. * Yüksek, bülend. * İri vücudlu adam. * Bir işe yaramayan, tembel ve uykucu olan. (L.R.)
HEDEF-İ ÂMÂL Gaye-i hayâl. Ulaşmak istenilen hedef.
HEDEL Devenin dudağının sarkık olması. * Bir şeyi aşağı indirmek.
HEDEM Binadan yıkılan taş ve kerpiç.
HEDER Boşa gitme. Yok yere faydasız giden. * Ölüme giden.
HEDHED Suâl etmek, sormak. * Ötmek. * Çocuk sallamak.
HEDHEDE Bağırma, ötme. * Devenin bağırması, kuşun ötmesi.
HEDÎ (C.: Hevâdî) Mürşid. * Boyun.
HEDÎL Erkek güvercin. Güvercin sesi.
HEDÎR Güvercin kuşlarının ötmesi. * Aygırın kişnemesi.
HEDİYE Parasız verilen, bağışlanan şey. Armağan.
HEDİYE-İ DENDÂN Diş kirası.
HEDİYETEN Armağan olarak, hediye olarak.
HEDİYY (Hediye. C.) Atiyyeler, hediyeler.
HEDK Kırmak.
HEDLAK Dudakları sarkık olan.
HEDM Yıkmak, harab etmek. Parçalamak, mahvetmek. * Birisine vurup belini kırmak. (Râgibâ, düşmanın aldanma tevazularına.Seyl, divârın ayağın öperek hedmeyler.)(Râgıp Paşa)
HEDM (HİDM) (C.: Ehdâm) Eski elbiseler.
HEDMELE (C.: Hedmelât) Ağacı çok olan kumlu yer.
HEDN Vakar, ciddiyet.
HEDNE Sükun, sessizlik, durgunluk.

Prof. Dr. Sinsi 09-10-2012 03:05 AM

Osmanlıca Sözlük (H Harfi)-Osmanlıca Sözlük (H Harfi) İle İlgili Kelimeler...
 
RE: Osmanlıca Sözlük (H Harfi) HEDR Galeyan etmek. * Ot büyümek. * Güvercin ötmek.
HEDS Sürmek. * Reddetmek. * Haykırıp bağırmak.
HEDUC Eserken gümleyen rüzgâr.
HEDY Cenab-ı Hakk'ın rızası için veya ihramda iken yapılması yasak olan herhangi bir fiili işlemekten dolayı kusurunu affettirmek ricasiyle, keffaret olarak Harem-i Şerif'e götürülen veya kendisi veya parası gönderilen kurban.
HEFAF Hafif berrak nesne.
HEFAFE Parlamak.
HEFEVAT (Hefve. C) Yanlışlıklar, yanılmalar. * Ayak kayması. Sürçmeler, kaymalar.
HEFFAT Ahmak.
HEFHAF Yeynicek, hafif mizaçlı kimse.
HEFHEFE İnce belli olmak.
HEFÎF Sür'atli seyir.
HEFT Hafiflik sebebiyle uçup dağılmak. * Hafif mizaçlı olup, her dile geleni söylemek. * Vurmak.
HEFT f. Yedi sayısı.
HEFTÂD f. Yetmiş. 70
HEFT-AHTER f. Yedi gezegen. Yedi seyyâre.
HEFTAN Zırhın altına giyilen pamuklu elbise. * Üstten giyilen kürk biçiminde süslü elbise. Kaftan. (Eskiden ekseriyetle taltif için, büyük kimseler tarafından liyâkat sahiplerine giydirilir veya üstlerine atılırdı.)
HEFT-ASMAN Yedi kat gök.
HEFT-DANE Aşure adı verilen bir cins tatlıyı yapmakta kullanılan yedi çeşit tahıl.
HEFT-DERYA Yedi deniz. Pasifik okyanusu, Atlas okyanusu, Karadeniz, Akdeniz, Taberiye, Aral ve Hazer.
HEFTE Yedi günlük müddet olan hafta.
HEFT-ELVAN Yedi renk. * Türlü yemeği.
HEFT-ENDAM Vücudumuzda yedi organ.
HEFT-GÂNE f. Yedi türlü olan. Yedi tane.
HEFT-HUN f. Cehennemin yedi tabakası.
HEFT-KALEM Yedi çeşit yazı. Tâlik, sülüs, tevki, muhfak, reyhanî, rik'a ve nesih.
HEFT-KÂR f. Yedi türlü iplikle dokunmuş kumaş.
HEFT-MERD f. Yedi büyükler. (Kutub, gavs, ebdâl, ahyâr, evtâd, nücebâ, nukabâ)
HEFT-RENG f. Yedi renk.
HEFTÜM f. Yedinci.
HEFV Açlık.
HEFVAN Yanılma, yanlışlık. * Süratle gitme, hızla gitme. * Ayak kayıp sürçme.
HEFVE (C.: Hefevât) Sürçme, ayak kayması. * Mc: Hata, yanılma. Zelle.
HEGEMONYA yun. Kuvvetle ve kıymetli vasıflarla olan üstünlük. * Bir devletin başka bir devlet üzerindeki siyasi üstünlüğü ve baskısı.
HEHCA' Kerim, cömert kimse.
HE'HE' Deveyi yulafa çağırmak. * Gülegen adam.
HE'HEE Deveyi yulafına çağırıp hey hey demek.
HEJDEH f. Onsekiz sayısı.
HEK'A Menazil-i Kamer'den bir yıldız. * Atın göğsü üstündeki dâire.
HEKHEKA Az birşey verme. * şiddetli seyir.
HEKİM (Bak: Hakîm)
HEKİR Taaccüp eden, şaşıran.
HEKK şiddetli yağmur. * Kılıçla vurmak.
HEKM Halka şerle taarruz etmek.
HEKR Taaccüp etmek, şaşırmak.
HEKTAR Fr. Yüz ar değerinde ölçü birimi.
HEKTOMETRE Fr. Yüz metrelik uzunluk ölçü birimi.
HEKUR Uzun, tavil.
HEL Arapçada soru cümlesinin başına gelen bir harf olup; em bel kad edatları yerinde ve ceza mânasına emri ve bazan isbat, bazan da nehiy için kullanılır.
HEL' (HİL') Oğlak. (Müe: Hel'a)
HELA' Korku. * Feryad. * Hırs.
HELAHİL (Hülhül. C.) Tesiri pek kuvvetli ve öldürücü zehir. Panzehiri olmayan ağu.
HELAHİL-RİZ f. Öldürücü zehir saçan.
HELAK Yıkılma, bitme, mahvolma. * Harislik ve pek düşkünlük. * Azab. Korku, havf. * Fakr.
HELAKET Yıkılma. mahvolma. Felâket.
HELAL Allah'ın müsaade ettiği şey. Haram olmayan. Dinî bakımdan kullanılmasında, yenilip içilmesinde, dinlenmesi veya bakılmasında yahut dokunulmasında nehiy olmayan. * İhramdan çıkan hacı.
HELALÎ Bürüncük ve pamuk karışımından yapılan bir cins yeli bez. * Yaldızlı bakırdan vaya tahtadan mahfazası olan eski sistem saat. * Helâl ile alâkalı olan.
HELALLI Zevce, karı, menkuha. Nikâhlı kadın.
HELAL-ZADE Helâl doğmuş, meşru ve nikâhlı ana-babadan dünyaya gelmiş çocuk. * İyi adam, fenalık yapmaktan çekinen. Sâlih, afif, nâmuskâr.
HELC İtimat etmeyecek söz söylemek.
HE'LE (HÂLE) (C.: Hâlât) Ay ağılı, dâire-i kamer.
HELECAN (Bak: Halecan)
HELEK İki dağın arası.
HELEKE Helâk. * Düşen.
HELEL Örümcek ağı. * Korku. * Yağmur evveli.
HELESAYA ÇIKMAK Eskiden ramazanlarda iftardan sonra para toplamak için çocuklar tarafından teşkil edilen çalgılı heyetlere katılanlar tarafından nakarat makamında söylenen bir tabirdir. Dilenciliğin kibarcalarından sayılır.
HELEZON Saat zenbereği gibi gittikçe daralan daire şekli. Sümüklü böcek kabuğu şeklinde olan.
HELEZONÎ Helezon şeklinde olan. Sümüklü böcek kabuğu şeklinde olan, gittikçe darlaşır daire biçiminde olan.
HELHEL Seyrek, ince, dakik şey. * Öldürücü zehir.
HELHELE Okuyucunun tesirli nağmeyi tekrar etmesi. * Unu seyrek elekten elemek. * Teenni ile encamını beklemek. * Bir şeye pek yaklaşıp çatmak.
HELÎCE Saçaklı seccade.
HELİKOPTER Fr. Pervanesi tepesinde bulunan ve olduğu yerde durabilen, dikine kalkış ve iniş yapabilen bir uçak.
HELÎLE Tıb: Tohumları tıbda müshil olarak kullanılan bir bitki.
HELÎME Buğday ve pirinç gibi bazı hububatın kaynamasıyla hâsıl olan koyu ve yapışkanlı su.
HELKAM Yaşlı kadın, acuze.
HELKES Alçak adam.
HELLAB (HELLÂBE) Yağmurlu soğuk rüzgâr.
HELLE (C.: Hilâl) Azıcık sesi yükseltmek.
HELLÜM Beri gel (mânasına gelir.)
HEL MİN MEZİD Daha yok mu? Daha olmayacak mı? mânâlarında kullanılır.
HELS Cemaat, topluluk.
HELS Çok hayır. * Gizlemek, saklamak.
HELSAS Cemaat, topluluk.
HELTAT Cemaat, topluluk.
HELTÎ Bir ot cinsi.
HELU' Sabrı az, hırsı çok olan. Sabırsız olup her halini halka şikâyet eden insan.
HELUK Helâk olucu, helâk olan. * Fâcire kadın. Kötü hayata alışmış kadın.
HELÜMM "Tez getir" mânasına gelir.
HELÜMME CERRA (Helümme cerren) "Var kıyas eyle... Çek beri getir." gibi kinâye için söylenen bir tabirdir.
HELVA' Hızlı yürüyüşlü davar.
HELVA-GER f. Helvacı.
HELVA-HANE f. İçinde helva pişirilen genişçe ve derinliği az tencere. * Tar: Saray için her türlü tatlı yiyeceklerin yapılmasına yarayan saray mutfağının bir bölümü.
HELVA SOHBETLERİ Eskiden kış mevsiminin başlıca eğlencelerinden biriydi. Bu eğlenceler, her sınıf halk arasında rağbetteydi. Devlet erkânı, vükelâ, zengin konak sahibleri ve orta halli halk kendi imkânları ölçüsünde helva sohbetleri düzenler, eş ve ahbabına ziyafetler verirdi. Vükelânın düzenlediği sohbetler tantanalı ve hayli masraflı olurdu. Bu sohbetlere zamanın şairleri, edebiyatçıları, nükte ve sohbetleriyle meşhur olmuş kişiler, sazende ve hanendeler davet edilirdi. Kışın en soğuk kırk günü olan erbain'i sağ ve sağlıklı olarak geçirenler kurbanlar keser ve helva sohbetleri bundan sonra düzenlenirdi. Sohbetin en renkli eğlencesi keten helvası yapımıydı. (O.T.D.S.)
HELVAYÎ Helva satan. Helvacı.
HELYOSTAT Yansıyan güneş ışınlarını, belli bir doğrultuya yöneltmeğe ve bu doğrultuda tutmaya yarayan bir ayna ile bir ayar sisteminden meydana gelen tertibat.
HELYOTERAPİ Fr. Güneşle tedavi.
HEM (HEMM) Gaile, müşkül iş. * Tasa, gam, keder, hüzün.
HEM f. Birlikte, beraber olmak mânasını ifade eder.
HEM-AHENG f. Uygun, münasib, denk.
HEMAHİM (Hemheme. C.) Üzüntüler, kederler, dertler, tasalar.
HEMAL f. şerik, ortak, eş, benzer, nazir.
HEMALUŞ Kara balçık.
HEMAN f. Derhâl, hemen, acele olarak, çarçabuk, o anda.
HEMAN (HUMÂN) İnce zayıf süngü. * Huysuz ve kötü insan.
HEMANA f. Sanki, güya. * Aynen, tıpkı, tamamen.
HEM-AN-DEM f. Hemen, derakab, derhal, o anda, çarçabuk.
HEMANEND f. Benzer, gibi.
HEM-AN-GÂH f. Hemen, o anda.
HEM-ARAMİŞ f. Birlikte dinlenen, beraber istirahat eden.
HEMARE Her zaman, her an, dâima.
HEM-ASIL f. Aynı asıldan.
HEM-ASIR Aynı asırda olan. Bir asırda beraber olanlar.
HEM-AŞİYAN f. Bir yerde beraber bulunan, bir yuvada birlikte olan.
HEM-AVER f. Efendileri aynı olan köleler. * Arkadaş, refik.
HEM-AVERD f. Savaşan iki kişiden herbiri.
HEM-AVİZ f. Harpte karşılaşan iki kişiden biri.
HEM-AYAR f. Eşit, denk, müsavi.
HEMAZÎ Sür'at, hız.
HEM-BAR f. Aynı yükü yüklenmiş olan, aynı yükü taşıyan.
HEM-BER f. Beraber olan, birlikte oturan.
HEM-BU f. Kokusu bir, aynı kokuda. * Mc: Âdet ve tarzları aynı.
HEM-CA(Y) f. Aynı yerde oturan. Hemşehri.
HEM-CENAH f. Denk, eşit, müsâvi.
HEM-CENB f. Akran.
HEM-CİNS Aynı cinsten olan.
HEM-CİVAR Aynı yerde oturan, komşu.
HEM-ÇÜ f. Onun gibi.
HEM-ÇÜNAN f. Böylece.
HEM-DAMAN f. Bacanak.
HEMDE Ölümle haşir arası.
HEM-DEM f. Canciğer arkadaş.
HEM-DERD f. Dert yoldaşı, dert arkadaşı. Aynı dert ve kedere düçar olanların beheri.
HEM-DEST (C.: Hemdestân) f. Birlikte çalışan, müttefik, arkadaş. * Ortak, şerik.
HEM-DESTÎ f. Berâberlik, birlik. * Ortaklık, şeriklik.
HEM-DEST-İ VİFAK Bir fikir ve mes'elede anlaşarak elele vermek, hep birden aynı sözü söylemek.
HEM-DİH f. Köyleri aynı olan. Aynı köyden olan.
HEM-DİL f. Fikirleri, düşünceleri aynı olanların her biri. Bir maksad ve istekte bulunanları beheri.
HEM-DUŞ f. Omuz omuza gelen, eşit olan, müsavi olan.
HEME f. Cümle. Hep. Bütün.
HEMEC Kıymetsiz, değersiz. * Şaşkın. * Övez (denen at sineği).
HEMECE Zayıf koyun.
HEME EZ OST Herşey ondandır.
HEMEGAN f. Cümlesi, tamamı, bütünü, hepsi.
HEMEL Çobanı olmayan deve.
HEME OST Hepsi odur.
HEMERCEL Yorga at.
HEMEYAN Akmak, seyelân etmek.
HEMEZAT (Hemeze. C.) Kuruntular, vesveseler, şüpheler, tereddütler.
HEMEZE Vesvese. Şeytanın desisesi. Kuruntu.
HEM-FİKR f. Aynı düşüncede ve aynı fikirde olan. Kafadar.
HEM-FİRAŞ f. Zevce. Karı.
HEMGER f. Çulha dokuyucu.
HEM-GİNAN f. Bütün insanlar, bütün nev'-i beşer.


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.